Ahmet Yesevi ve Türkçe
"Ahmet Yesevi yolu bizi bize ulaştıracak yoldur" dedik. "Biz" Türkleriz... Adımız başka başka olsa da... Başka soy adları alsak da... Toptan adımız, TÜRK'tür. Dünyada yaşayan iki yüz milyona yakın bir milletiz. Her bir bölümümüz de "özünce var"dır. Ama topluca da varız. Var olmalıyız. Avrupa'dayız, Balkanlar'dayız, Türkiye'deyiz, Rusya'dayız, Tataristan'dayız, Başkurtistan'dayız, Kafkaslar'dayız, Gürcistan'dayız, Azerbaycan'dayız, Türkmenistan'da, Özbekistan'da, Kazakistan'da, Kırgızistan'da, Tacikistan'da, Afganistan'dayız, Suriye'de, Irak'ta, İran'dayız, Çin'deyiz, Sibirya içindeyiz. Çuvaşistan'da, Altay'da, Hakas'ta, Tuva'da, Saha'dayız... Amerika'da, Avustralya'da, Afrika'da, dünyadayız. Bizi biz yapan öncelikle dilimizdir. TÜRKÇE'miz... Türkçemiz varsa biz varız... Türkçemiz yok olursa biz de yok oluruz. Türkçemiz kadarız. Türkçemiz, ne yazık, atalarımızın kurduğu en büyük devletlerden olan Selçuklular döneminde yok olma yoluna sokuldu. Selçuklu'yu kuranlar Türklerdi. "Selçuk" hakan soyuna adını verdi. Dukak oğlu Selçuk... Çağrı ve Tuğrul kardeşler, devleti yerine oturttular. Alpaslan ve oğlu Melikşah büyüttüler, geliştirdiler. 1040 yılında Dandanakan Zaferi ile Tuğrul bey "Hakan" oldu. 1157 yılına kadar Büyük Selçuklu Devleti sürdü. 117 yıl... Anadolu Selçukluları 1077-1308 arasında sürdü... 231 yıl... Selçuklu büyük ve güçlü devletti. Ne yazık... Bu büyüklük ve güç, bir dönem sonra Türklüğe karşı oldu. Türklüğe karşı oldu. Çünkü din ve ilim dili olarak Arapçayı; devlet ve edebiyat dili olarak Farsçayı benimsediler. Büyük Selçuklularda, Nizamiye Medreselerinde Arapça ve Farsça egemendi. Bu medreseleri yani bugünkü anlamda üniversiteleri kuran kişi Nizam'dı ve Nizam Fars'tı... Anadolu Selçukluları da Büyük Selçukluların yolundan gitti. Farsça ana dil durumuna geldi... Türkçe ise Aşık Paşa'nın tanımladığı durumda oldu: "Türk diline kimseler bakmaz idi Türklere hergiz gönül akmaz idi Türk dahi bilmez idi bu dilleri İnce yolu ol ulu menzilleri." Gerçeği bilelim. Selçuklu Hakanlığı Türkçeyi dışlamıştır. Selçuklu Farsçayı bir edebiyat dili olmaktan öte bilim dili durumuna da getirmiştir. Selçuklu aydınları, edebiyatçıları, yazarları Türkçe değil Farsça yazmışlardır... Orkun, Yenisey yazılarında, Dede Korkut hikayelerinde, Kutadgu Bilik'de, Atabetül Hakayık'ta ortaya konulan Türkçenin gücü küçümsenmiştir. Karahanlı aydını Kaşgarlı Mahmut, araplara Türkçe öğretmek için Divan-ı Lügati't-Türk'ü yazacak bir bilinç düzeyi ortaya koyarken, Selçuklu Hakanları Türkçeyi dışlayan bir bilinçsizlik içinde olmuşlardır. Bu tarihimizin karanlık yönlerinden biridir. Selçuklu yoğunluğunun yaşandığı dönemlere bakınız. Türkçe yazan bir şair, bir yazar, bir bilgin göremezsiniz. Allah aşkının doruk noktalarında sözler söyleyen, Mesnevisi, Divanı, Rubaiyat'ı Fihi ma Fihi ile bir başka şaire "Ben o yüce tabiatlının nesini öveyim? Peygamber değilse de kitabı vardır" dedirten Mevlana Celalettin bütün eserlerini Farsça yazmıştır. Büyük şairimiz, övünç kaynağımız, insan aşkının en güzel anlatıcısı Genceli Nizami de Farsça yazmıştır. Nizami de, Mevlana da bizim kayıp değerlerimizdir. Bizim, yani Türkçemizin... O iki deha ve daha birçok dahimiz keşke Türkçe yazacak bir ortamda ve bir bilinçte olsalardı. Bakınız uzun süren Anadolu Selçuklu egemenliğinin sonuçlarına... Çağrı'nın, Tuğrul'un, Alpaslan'ın soyundan gelen Anadolu Selçuklu Hakanlarından üçünün adı Key-Hüsrev, ikisinin adı Key Kâvüs, üçünün adı Key Kubat'tır. "Key" Türkçe'deki "Alp" sözünün karşılığıdır. Bu üç ad ise Farsların, hem de Müslüman olmadan önceki tanınmış şahlarının adlarıdır. Yani, Selçuklu Hakanları çocuklarına ad ararken Fars tarihine başvuruyorlar... Bilinç kaymasının bundan daha açık göstergesi ne olabilir? Alp-Arslan değil Key-Hüsrev... Bu gidişin sonu Farslaşma olacaktı. Tarihte örnekleri çoktur. Dilini yitiren bilincini yitirir, bilincini yitiren varlığını yitirir. İşte böyle bir zamanda 12. Yüzyılda Ulu Türkistan'ın YESİ şehrinde Hoca Ahmet adlı bir Ulu Kişi ortaya çıktı... Farsça yaygınlığına karşı TÜRKÇE bayrağını yükseltti... Kurduğu okulda Türkçe eğitime başladı. Öğrettiği İslam'dı... İslam Tasavvufunun yollarıydı... Bilimdi... Dili Türkçe'ydi. "Türkçe şiir olur mu? Türkçe bilim olur mu? Türkçe din olur mu?" diyenlere karşılık verdi: "Sevmiyorlar bilginler Sizin Türkçe dilini Bilgelerden işitsen Açar gönül ilini. Ayet hadis anlamı Türkçe olsa duyarlar Anlamını bilenler Başı eğip uyarlar. Miskin Zayıf Hoca Ahmet Yedi atana rahmet Fars dilini bilir de Sevip söyler Türkçeyi." Hoca Ahmet 126 yıl yaşadı... Binlerce öğretmen yetiştirdi. Yetiştirdiği öğretmenleri Türk dünyasının her bucağına gönderdi. Herkes görevini biliyordu. İslam'ı anlatıyorlardı. Doğru İslam'ı anlatıyorlardı. İçtenlikli İslam'ı anlatıyorlardı. Allah aşkını... İnsan sevgisini... İnsana hizmetin değerini... Kadına saygıyı... Emeğin kutsallığını... Bilimin yüceltici önemini... Anlatıyorlardı. Yaşıyorlardı. Ve TÜRKÇE anlatıyorlardı. Anlatırken Hoca Ahmet ustalarının Hikmet adlı şiirlerinden örnekler veriyorlardı. Hikmet'ler Türkçeydi... Türkçe yayılıyordu... Türkçe edebi değerini yeniden kazanıyordu. Ölmek üzere olan Türkçe dirilmeğe başladı. Öğretmenler, başöğretmenleri Hoca Ahmet'in Hikmetlerine benzeterek şiirler yazdılar... Türk Dünyası'nda, Farsçacı Selçuklu aydınlarının dışında, Türkçeci bir aydınlanma oluşumu başladı. Önce Ulu Türkistan'da başlayan bu aydınlanma Anadolu'ya sıçradı. Anadolu'ya Hacı Bektaş Veli geldi... Sarı Saltuk geldi... Yunus Emre ortaya geldi... Aşık Paşa onun yolundan geldi... Gazi Bürhanettin onların ardından geldi... Dehkani, Ahmet Dai, Nesimi, Hacı Bayram Veli ve daha niceleri... On beşinci yüzyıla gelindiğinde Türkistan'ın büyük şairi Ali Şir Nevai Türkçe ile Farsçayı karşılaştıran "Muhakemetül Lûgateyn"ini yazacak ve Türkçenin üstünlüğünü ortaya koyacaktır. Ahmet Yesevi'nin Türkçe ve Türklük üstündeki etkisi sanıldığından da büyük olmuştur. İşte Konya'yı kısa bir dönem içine alan ve kendisini Başbakan ilan eden Karamanoğlu Mehmet Bey'in ülkenin her yerine görevliler göndererek "bundan böyle dergahta, sarayda, mecliste ve meydanda Türkçe'den başka dil kullanılmamasıyla ilgili" buyruğu bu etkiden doğan bilinçle ilgilidir. Bu Türkçe bilinci bütün beyliklerde yaygındı. Türkistan coğrafyasında Ahmet Yesevi öğrencileri Selçuklu beyliklerinde saygı görüyorlardı. Osmanlı beyliği ise kendilerine "Alperenler" veya "Horasan Erenleri" denilen bu Yesevi bağlılarının odaklaştığı yer olmuştur. Değerli bilgin Ö. L. Berkan "Kolonizatör Türk Dervişleri" adlı önemli eserinde Osmanlı'nın tarih içindeki büyük başarısını bu tarih gerçeğine bağlar. Osmanlı Türkçe temelinde başladı. Ahmet Yesevi çizgisinde gelişti. Kurduğu en temel kurumun Yeniçeri Ocağı'nın, Hacı Bektaş Veli yoluna teslim edilmesi en önemli göstergedir. Sonraki yüzyıllarda Türkçeye sokulan çokça Arapça ve Farsça sözler bir başka gerçektir. Öyle de olsa artık Osmanlı'da sonuna kadar devletin bilim ve edebiyat dili Türkçe olmuştur. Türkistan'da kurulan devletlerde devletin bilim ve edebiyat dilinin artık Türkçe olması Ahmet Yesevi'nin büyük ve doğru seçimi ile olmuştur. Evet Yahya Kemal doğru söyledi: "Ahmet Yesevi bizim milliyetimizin yeniden kurucusudur." Çünkü Türkçemizin koruyucusudur...
Ahmet Yesevi ve Türkçe
"Ahmet Yesevi yolu bizi bize ulaştıracak yoldur" dedik. "Biz" Türkleriz... Adımız başka başka olsa da... Başka soy adları alsak da... Toptan adımız, TÜRK'tür. Dünyada yaşayan iki yüz milyona yakın bir milletiz. Her bir bölümümüz de "özünce var"dır. Ama topluca da varız. Var olmalıyız. Avrupa'dayız, Balkanlar'dayız, Türkiye'deyiz, Rusya'dayız, Tataristan'dayız, Başkurtistan'dayız, Kafkaslar'dayız, Gürcistan'dayız, Azerbaycan'dayız, Türkmenistan'da, Özbekistan'da, Kazakistan'da, Kırgızistan'da, Tacikistan'da, Afganistan'dayız, Suriye'de, Irak'ta, İran'dayız, Çin'deyiz, Sibirya içindeyiz. Çuvaşistan'da, Altay'da, Hakas'ta, Tuva'da, Saha'dayız... Amerika'da, Avustralya'da, Afrika'da, dünyadayız. Bizi biz yapan öncelikle dilimizdir. TÜRKÇE'miz... Türkçemiz varsa biz varız... Türkçemiz yok olursa biz de yok oluruz. Türkçemiz kadarız. Türkçemiz, ne yazık, atalarımızın kurduğu en büyük devletlerden olan Selçuklular döneminde yok olma yoluna sokuldu. Selçuklu'yu kuranlar Türklerdi. "Selçuk" hakan soyuna adını verdi. Dukak oğlu Selçuk... Çağrı ve Tuğrul kardeşler, devleti yerine oturttular. Alpaslan ve oğlu Melikşah büyüttüler, geliştirdiler. 1040 yılında Dandanakan Zaferi ile Tuğrul bey "Hakan" oldu. 1157 yılına kadar Büyük Selçuklu Devleti sürdü. 117 yıl... Anadolu Selçukluları 1077-1308 arasında sürdü... 231 yıl... Selçuklu büyük ve güçlü devletti. Ne yazık... Bu büyüklük ve güç, bir dönem sonra Türklüğe karşı oldu. Türklüğe karşı oldu. Çünkü din ve ilim dili olarak Arapçayı; devlet ve edebiyat dili olarak Farsçayı benimsediler. Büyük Selçuklularda, Nizamiye Medreselerinde Arapça ve Farsça egemendi. Bu medreseleri yani bugünkü anlamda üniversiteleri kuran kişi Nizam'dı ve Nizam Fars'tı... Anadolu Selçukluları da Büyük Selçukluların yolundan gitti. Farsça ana dil durumuna geldi... Türkçe ise Aşık Paşa'nın tanımladığı durumda oldu: "Türk diline kimseler bakmaz idi Türklere hergiz gönül akmaz idi Türk dahi bilmez idi bu dilleri İnce yolu ol ulu menzilleri." Gerçeği bilelim. Selçuklu Hakanlığı Türkçeyi dışlamıştır. Selçuklu Farsçayı bir edebiyat dili olmaktan öte bilim dili durumuna da getirmiştir. Selçuklu aydınları, edebiyatçıları, yazarları Türkçe değil Farsça yazmışlardır... Orkun, Yenisey yazılarında, Dede Korkut hikayelerinde, Kutadgu Bilik'de, Atabetül Hakayık'ta ortaya konulan Türkçenin gücü küçümsenmiştir. Karahanlı aydını Kaşgarlı Mahmut, araplara Türkçe öğretmek için Divan-ı Lügati't-Türk'ü yazacak bir bilinç düzeyi ortaya koyarken, Selçuklu Hakanları Türkçeyi dışlayan bir bilinçsizlik içinde olmuşlardır. Bu tarihimizin karanlık yönlerinden biridir. Selçuklu yoğunluğunun yaşandığı dönemlere bakınız. Türkçe yazan bir şair, bir yazar, bir bilgin göremezsiniz. Allah aşkının doruk noktalarında sözler söyleyen, Mesnevisi, Divanı, Rubaiyat'ı Fihi ma Fihi ile bir başka şaire "Ben o yüce tabiatlının nesini öveyim? Peygamber değilse de kitabı vardır" dedirten Mevlana Celalettin bütün eserlerini Farsça yazmıştır. Büyük şairimiz, övünç kaynağımız, insan aşkının en güzel anlatıcısı Genceli Nizami de Farsça yazmıştır. Nizami de, Mevlana da bizim kayıp değerlerimizdir. Bizim, yani Türkçemizin... O iki deha ve daha birçok dahimiz keşke Türkçe yazacak bir ortamda ve bir bilinçte olsalardı. Bakınız uzun süren Anadolu Selçuklu egemenliğinin sonuçlarına... Çağrı'nın, Tuğrul'un, Alpaslan'ın soyundan gelen Anadolu Selçuklu Hakanlarından üçünün adı Key-Hüsrev, ikisinin adı Key Kâvüs, üçünün adı Key Kubat'tır. "Key" Türkçe'deki "Alp" sözünün karşılığıdır. Bu üç ad ise Farsların, hem de Müslüman olmadan önceki tanınmış şahlarının adlarıdır. Yani, Selçuklu Hakanları çocuklarına ad ararken Fars tarihine başvuruyorlar... Bilinç kaymasının bundan daha açık göstergesi ne olabilir? Alp-Arslan değil Key-Hüsrev... Bu gidişin sonu Farslaşma olacaktı. Tarihte örnekleri çoktur. Dilini yitiren bilincini yitirir, bilincini yitiren varlığını yitirir. İşte böyle bir zamanda 12. Yüzyılda Ulu Türkistan'ın YESİ şehrinde Hoca Ahmet adlı bir Ulu Kişi ortaya çıktı... Farsça yaygınlığına karşı TÜRKÇE bayrağını yükseltti... Kurduğu okulda Türkçe eğitime başladı. Öğrettiği İslam'dı... İslam Tasavvufunun yollarıydı... Bilimdi... Dili Türkçe'ydi. "Türkçe şiir olur mu? Türkçe bilim olur mu? Türkçe din olur mu?" diyenlere karşılık verdi: "Sevmiyorlar bilginler Sizin Türkçe dilini Bilgelerden işitsen Açar gönül ilini. Ayet hadis anlamı Türkçe olsa duyarlar Anlamını bilenler Başı eğip uyarlar. Miskin Zayıf Hoca Ahmet Yedi atana rahmet Fars dilini bilir de Sevip söyler Türkçeyi." Hoca Ahmet 126 yıl yaşadı... Binlerce öğretmen yetiştirdi. Yetiştirdiği öğretmenleri Türk dünyasının her bucağına gönderdi. Herkes görevini biliyordu. İslam'ı anlatıyorlardı. Doğru İslam'ı anlatıyorlardı. İçtenlikli İslam'ı anlatıyorlardı. Allah aşkını... İnsan sevgisini... İnsana hizmetin değerini... Kadına saygıyı... Emeğin kutsallığını... Bilimin yüceltici önemini... Anlatıyorlardı. Yaşıyorlardı. Ve TÜRKÇE anlatıyorlardı. Anlatırken Hoca Ahmet ustalarının Hikmet adlı şiirlerinden örnekler veriyorlardı. Hikmet'ler Türkçeydi... Türkçe yayılıyordu... Türkçe edebi değerini yeniden kazanıyordu. Ölmek üzere olan Türkçe dirilmeğe başladı. Öğretmenler, başöğretmenleri Hoca Ahmet'in Hikmetlerine benzeterek şiirler yazdılar... Türk Dünyası'nda, Farsçacı Selçuklu aydınlarının dışında, Türkçeci bir aydınlanma oluşumu başladı. Önce Ulu Türkistan'da başlayan bu aydınlanma Anadolu'ya sıçradı. Anadolu'ya Hacı Bektaş Veli geldi... Sarı Saltuk geldi... Yunus Emre ortaya geldi... Aşık Paşa onun yolundan geldi... Gazi Bürhanettin onların ardından geldi... Dehkani, Ahmet Dai, Nesimi, Hacı Bayram Veli ve daha niceleri... On beşinci yüzyıla gelindiğinde Türkistan'ın büyük şairi Ali Şir Nevai Türkçe ile Farsçayı karşılaştıran "Muhakemetül Lûgateyn"ini yazacak ve Türkçenin üstünlüğünü ortaya koyacaktır. Ahmet Yesevi'nin Türkçe ve Türklük üstündeki etkisi sanıldığından da büyük olmuştur. İşte Konya'yı kısa bir dönem içine alan ve kendisini Başbakan ilan eden Karamanoğlu Mehmet Bey'in ülkenin her yerine görevliler göndererek "bundan böyle dergahta, sarayda, mecliste ve meydanda Türkçe'den başka dil kullanılmamasıyla ilgili" buyruğu bu etkiden doğan bilinçle ilgilidir. Bu Türkçe bilinci bütün beyliklerde yaygındı. Türkistan coğrafyasında Ahmet Yesevi öğrencileri Selçuklu beyliklerinde saygı görüyorlardı. Osmanlı beyliği ise kendilerine "Alperenler" veya "Horasan Erenleri" denilen bu Yesevi bağlılarının odaklaştığı yer olmuştur. Değerli bilgin Ö. L. Berkan "Kolonizatör Türk Dervişleri" adlı önemli eserinde Osmanlı'nın tarih içindeki büyük başarısını bu tarih gerçeğine bağlar. Osmanlı Türkçe temelinde başladı. Ahmet Yesevi çizgisinde gelişti. Kurduğu en temel kurumun Yeniçeri Ocağı'nın, Hacı Bektaş Veli yoluna teslim edilmesi en önemli göstergedir. Sonraki yüzyıllarda Türkçeye sokulan çokça Arapça ve Farsça sözler bir başka gerçektir. Öyle de olsa artık Osmanlı'da sonuna kadar devletin bilim ve edebiyat dili Türkçe olmuştur. Türkistan'da kurulan devletlerde devletin bilim ve edebiyat dilinin artık Türkçe olması Ahmet Yesevi'nin büyük ve doğru seçimi ile olmuştur. Evet Yahya Kemal doğru söyledi: "Ahmet Yesevi bizim milliyetimizin yeniden kurucusudur." Çünkü Türkçemizin koruyucusudur...
Ahmet Yesevi ve Türklerde İslam'ın yayılması Eski Türklerin TEK TANRI dinine inandıkları ve bu dinin şu anda yitirilmiş bir kutsal kitabının da olduğu görüşlerine katılıyorum. Araştırmalar derinleştikçe ve genişledikçe bu gerçek ortaya çıkacak... Sözgelimi 14. Yüzyılın başlarında Mısırlı Türk Tarihçisi Aybeg'in sözünü ettiği Türklerin kutsal kitabı "Ulu Ata Bitikçi" elde yok... Gürcü kaynaklarında Tek Tanrı'ya inanan ve "Mengü Tangrı Gücündür" (Sonsuz Tanrı'nın Gücüyle) diye başlayan kitaba da ulaşılabilmiş değil... Kim bilir... Belki bir gün bir yerlerden ortaya çıkacak... Belki de ikisi aynı kitap... Bilinen gerçek, Türklerin İslam dinine geçmeden önce birçok dine girip çıktıkları... Sanıldığı gibi ve yanlış anlatıldığı gibi İslam'dan önce Türkler şamanist değildiler. "Şaman" sözü Türkçe değildir. Türklerde şamanlara "kam, oyun, baksı" gibi adlar verilirdi. Bugün de öyledir... Yaygın adıyla şamanizm bir din olmaktan çok, madde ötesi görüşlere dayalı bir durugörü ve sağaltma yöntemidir. İşin ilginç yanı Türkler hangi dine girerlerse girsinler bu yöntem o dinin içine sızarak ya da yanında yürüyerek varlığını sürdürmüştür. Bugün de öyledir... Çoğunlukla Karahanlı Han'ı Satuk Buğra'nın 10. yüzyılın ortalarında Müslümanlığa girmesi Türklerde İslam'ın yayılmasının başlangıcı olarak söylenir. Bu söylentide bir gerçeklik varsa da, Karahanlılardan önce İtil Bulgar-Türk Devleti'nde İslam'ın yaygın olduğu bir başka gerçektir. 11. yüzyılda Türkler arasında Müslümanların sayısı çoğalmakla birlikte, yine de birçok Türk topluluğu Nesturi, Hıristiyan, Musevi, Mani, Buda ve eski Gök Tanrı inançlarına bağlı kalmayı sürdürüyordu. Anadolu coğrafyasında ise Ortodoks Türklerin varlığı bilinen bir konudur. İşte Ahmet Yesevi okulunda yetişen öğretmenlerin birinci görevi; henüz İslam'a girmeyen Türkler ve yakın uluslar arasında dini yaymak; Müslümanlaşmış olanlara ise dinin gerçeğini öğretmekti. 12. yüzyılın ikinci çeyreğinden başlayarak Ahmet Yesevi'nin öğrencilerinin bu görevlerini başarıyla yerine getirdikleri ve sonraki yüzyıllar boyunca da yine öğrencilerin öğrencilerinin aynı görevi yaptıklarını biliyoruz. 13. yüzyılın başlarından başlayarak Cengiz oğulları egemenliğinde kurulan düzen içinde en büyük işi yine Ahmet Yesevi öğrencileri yapmış ve Cengiz'in torunlarını Müslümanlaştırıp Türkçe'ye ve Türklüğe kazandırmışlardır. Cengiz'in büyük oğlu Cuci'nin oğlu Berke, Altınordu Hanı iken Ahmet Yesevi'nin öğrencisi Sarı Saltuk tarafından İslam'a kazandırılmıştır. Berke'nin başkomutanı Nogay'ı da yine Sarı Saltuk Müslümanlığa ısındırmıştır. Bugünkü Özbek halkına adını veren Cuci'nin torunu Özbek Han'a İslam bilincini ve bilgisini veren ise Baba Tüklü diye bilinen Yesevi öğrencisidir. Bizans egemenliğindeki Anadolu'ya yerleşen hıristiyan Kıpçak ve Oğuzlar arasında İslam'ı yayan yine Yesevi dervişleridir. Anadolu'nun ve Rumeli'nin birçok köyünde; yakın tepelerde; bu derviş-öğretmenlerin mezarları vardır. Bugün bile o mezarlarda yatan kişilerin köylerine Müslümanlığı getirdiğini köylülerden dinleyebilirsiniz. Türklere Arapların zorla Müslümanlığı kabul ettirdikleri ise bilimlik temelleri olmayan bir iddiadan ibarettir. Emevilerin Türk dünyasına yönelik saldırıları dünyalık amaçlara yönelikti. Tersine Müslüman olmalarıyla alacakları vergi azalacağından Türklerin İslam'a girmesinden hoşlanmıyorlardı. 751 yılında Talas'ta Çinlilere karşı birlikte yürütülen savaş dolayısıyla doğan yumuşama İslam'a ilgiyi artırmış ise de asıl büyük katılımlar tasavvufçuların çabalarıyla ortaya çıkmıştır. Hallacı Mansur'un bu yolda beş yıl çabaladığını bir örnek olarak verebiliriz. Bütün çabalara karşılık Yesevi okulunu bitiren öğretmenlerin, Türkler ve yakın uluslar arasında Müslümanlığı ve Müslümanlaşmış olanlara doğru Müslümanlığı yaymakta en büyük pay sahibi olduğunu söyleyebiliriz. Bu yüzden Türk'ün Müslümanlığında tasavvuf renkleri ağırlık kazanmıştır. Diyorum ki; Milletimiz arasında yaygın olan ortak din bilincini, doğrudan Ahmet Yesevi'ye borçluyuz...
Tasavvuf nedir ve neden tasavvuf?
Doğmadan önce neredeydik? Ölünce nereye gideceğiz? Varlık nasıl var oldu? Varlık neden var? Varlığı bir var eden var mı? Var eden ile varlık arasındaki ilişki nedir? Var eden, varlığı neden var etmiş? Var edenin varlıktan beklediği nedir? Var eden, varlığı var edip sonra bıraktı mı? Yoksa sürekli gözetiyor mu? Madde nedir? Maddenin aslı nedir? Madde olmayan şeylerin aslı nedir? Düşünceler nereden geliyor? Düşüncelerin kaynağı nedir? Duygular, sevmek, nefret etmek, acımak, bağışlamak, intikam almak... Bütün bunlar nereden geliyor? Bu sorular insan beyninin sorduğu sorulardır. Bu soruların cevabını aramak bazı beyinler için kaçınılmaz bir durumdur. Cevapları bulmak için akıl yürütme yapılır, aklı aşan yollara başvurulur,sezgiler derinleştirilir. İşte felsefenin ortaya çıkış sebebi... Ve işte tasavvufun kaynağı... Size anlatılanların derinlemesine irdelemek yeteneğiniz olmayabilir... "Dinler"den birine inanıp, size öğretilen bilgileri şemalar halinde zihninize nakşedip rahatlayabilirsiniz... Sonra dönüp hiçbir sorma gereğini duymayabilirsiniz... Yüce Yaratıcı'yı, Mutlak Varlık'ı gökyüzünün bir yerlerinde, etrafında melekleriyle oturan, çok kuvvetli görme, işitme, hissetme duyularına sahip olan, ezelden beri var olan ve hiç yok olmayacak olan, her şeyi bilen, dünyaya ara sıra elçiler gönderip insanlara kanunlar koyan ve melekleri vasıtasıyla da insanların bu kanunlara uyup uymadığını denetleyen bir Tanrı olarak kavrayıp, böylece inancınızda rahatlayabilirsiniz.... Ama herkesin de sizin gibi olmasını isteyip, başka türlü arayışlar içine girenlere kötü gözle bakarsanız olmaz. Çünkü Yüce Yaratıcı zihinleri başka başka yaratmıştır. O zihinler, Peygamberlerin geldikleri yolları merak ederler. Gerçeği bir de kendileri bilmek isterler, düşüncelerinin derinliklerine dalarak, derin tefekkürler içinde olarak... Düşüncelerin kaynağına ulaşmak ve düşünceyi aşıp parça aklı arkalarda bırakarak aklın bütünlüğüne yönelmek isterler. Bunun için teknikler geliştirirler, geliştirilmiş teknikleri değerlendirirler ve senin, benim bilemediğimiz gerçeklere erişip "Erenler"e karışırlar. İşte tasavvuf budur... Geliniz isterseniz bir büyük olayı birlikte düşünelim... Var edilmişlerin en yüksek bilinç düzeyi olan Görklü Güzel Muhammed, "Oku" diye başlayan ilk vahye nerede ulaştı? Bu sesleniş karşılaştığı zaman ne yapıyordu? Hurma ağaçlarıyla mı uğraşıyordu? Ticaret mi yapıyordu? Evinde hanımı ve çocuklarıyla yarenlik mi ediyordu? Dostlarıyla sohbet mi yapıyordu? Yoksa, Hıra Dağı'ndaki mağaraya çekilmiş, derin düşünceler içinde, tasavvuf yollarının inceliklerinde gerçeği mi arıyordu? Bu yollar, en yüce insana velilik ve nebilik yolunu açtıysa, başkalarına da velayet yollarını neden açmasın? Tasavvufun kaynağını eski Yunan'da yahut Hint'te arayanlara konuyu bir de böyle düşünmelerini salık versem bir yararı olur mu acaba?
Tasavvuf yolu aşılmak için Bir gün, bir adam, Hz. Peygamber'in olduğu meclise gelip sordu: - Ey Allah'ın elçisi, "iman" nedir? Peygamber efendimiz soruyu cevapladı, imanın ne olduğunu (cibril hadisini) anlattı. Adam yine sordu: - Ey Allah'ın elçisi "ihlas" nedir? Peygamber Efendimiz soruyu cevapladı, İhlasın ne olduğunu anlattı. Adam yine sordu: - Ey Allah'ın Elçisi, "ihsan" nedir? Peygamber Efendimiz soruyu cevapladı: - İhsan, Allah'ı görür gibi ibadet etmektir. Sen O'nu görmüyorsun ama O seni görür... İşte tasavvufun amacı budur. İhsan, bir bakıma tasavvuf demektir. Yani, Allah'ı görür gibi ibadet etmek... Hiç kimse sanmasın ki bu kolay bir iştir. Bunun için de tasavvuf yolu kolay bir yol değildir. Tam tersine zor, tehlikeli ve uçurumlu bir yoldur. Bu yolda "yol gösterici"nizin olması yetmez, "olgun yol gösterici" gerektir. Olgun yol gösterici demek, yolu bilen, yolculuğunu tamamlamış, dinin içini ve dışını öğrenmiş ve Allah'a ermiş kişi demektir. O, gözetler, yardımcı olur, uyarır, uyandırır, tehlikelerden korur... Tasavvuf yolunda yol göstericisi olgun olmayanın ayağı kayar, uçurumlardan yuvarlanır. Yolunu şaşırır, sapıtır, yolunu sarpa uğratır. Tasavvuf yolunda düşülen yanlışlıklardan birisi, yolu amaç sanmaktır. Yolda toplanıp, yolda oturup, yolu teşkilatlandırmak olumsuz anlamda "tarikatçılığa" yol açar. Halbuki yol aşılmak içindir. Yol, vardırıcı, erdirici, oldurucu olmalıdır. Durdurucu değil. Yol gösteren öğretmendir, amaç değil. Amaca giden yolda yardımcıdır sadece. Bunu unutanlar "şeyhçilik, evliyacılık" çıkmazına saplanırlar. Bilmeden, şeyhlerini Yüce Tanrı yerine koyup "şirk" batağına saplanırlar. Bazen yol göstericilik iddiasında olanlar da yollarını şaşırıp, tasavvufu insanları etrafında toplayıp ticarette ve siyasette kullanma aracı yaparlar. Ne yazık ki vardır böyleleri... Tasavvuf yolunda biraz güç kazanıp mertebe elde edince artık "olduklarını" sanan ve insanları "olduracağım" derken "solduran" ham ruhlar da az değildir. Bütün bunlara ve başka tehlikelere rağmen tasavvuf vardır, haktır ve gereklidir. Manevi yollarda yücelmek isteyenler için de bilinen bir yoldur... Tasavvuf, dinin iç dokusudur, içinin içidir, özünün özüdür...
Hangi tasavvuf
Allah'ı görür gibi ibadet eder hale gelmek Hadis-i Şerif'te "ihsan" diye adlandırılır. Tasavvufunun amacı ihsandır. Yani insanı "olgun insan" haline getirmek, nefsin kirlerinden ve yüklerinden kurtararak temizlemek ve hafifleştirmek, varlığın sırlarına eriştirmek ve Allah'a ulaştırmaktır. Tasavvuf yolunda zikir vardır. Zikir, Kur'an-ı Kerim'de Müslümanlara bildirilmiştir. Zikir, "Allah, Lailahe İllallah ve Hu" gibi sözleri açık veya gizlice çokça tekrarlamaktır. Tasavvufta rabıta vardır. Öğretmene manevi olarak bağlanmak ve onun maneviyatından güç alarak "yolu" kolaylaştırmak demektir. Tasavvufta sohbet vardır. Bilenleri ve erenleri dinleyerek öğrenmek ve doğrulmak için yapılır. Ancak tasavvufta çok önemli bir ilke vardır; olgun insan haline gelmiş, dinin dış ve iç esaslarını iyi bilen bir "Yol gösterici"yi seçmek çok önemlidir. Tasavvufta yol göstericilere "Mürşid" ve "Pir" denilir. "Mürşidi olmayanın mürşidi şeytandır" sözü de vardır ama bu söz tasavvuf yoluna girenler içindir. Çünkü tasavvuf yolu "ulaştıran" bir yoldur. Ancak aynı zamanda tehlikeli bir yoldur. Bu yolda ayakları kayanlar, her şeyi mübah görüp ibahiyecilik batağına düşenler, aklının yetersiz sınırları içine varlığın sonsuz kavrayışını sokmaya çalışıp sapıtanlar, kendi ruhunun nurunu görüp yıllarca onu Allah sanıp kendisine tapanlar da vardır. Bütün bu tehlikelerden korunmanın yolu dini meseleleri, dinin açık bilgilerini çok iyi bilen bilginlerden öğrenmektir ve aklı başında, zeki, bilgili, ermiş bir yol gösterici olmadan yola çıkmamaktır. "Her mürşide el verme ki yolunu sarpa uğratır." Gerekli olan "Kâmil Mürşid"dir.
Tasavvufta Varlık
İnsan zihninin temel sorularından birisi varlığın esasının ne olduğu sorusudur. Felsefe bu sorunun cevabını vermeye çalışır iken aklın gücünü ve imkanlarını değerlendirir. Tasavvuf ise aynı sorulara "aşkın akıl" gücü ile yani aklı genişletme yöntemi ile cevap bulmaya çalışır. Bulduğu cevapları akıl penceresinden takdim eder. Tasavvufun varlık sorusuna çeşitli açılardan ve anlayışlardan verdiği cevaplar çok olsa da ortalama bir anlayış ortaya koymak da olabilir. Biz bu yazıda bunu yapmaya çalışacağız. Cevabı istenen sorulardan birincisi "varlığın nasıl var olduğu"dur. Yani varlığı kim "var" etmiştir. İkinci soru ise varlığın görünmeyen yönü olduğu var sayılan "ruh"un ne olduğudur. Üçüncü soru maddenin "kökü ve anlamı" ile ilgilidir. İslam tasavvufunun birinci soruya verdiği cevap varlığı var eden, varlığa hayat veren ve varlığın hayatta kalmasını sağlayan "hayyül kayyum" yani "diri ve diri tutan" bir Allah'ın "var"lığıdır. Allah "var"dır. Ve yarattıkları da "var"dır. Bu iki varlık biçimi de aynı "var" sözü ile anlatılır. Ancak mahiyet açısından birbirinden çok farklıdır. Allah'ın varlığı sonsuz bir gerçekliği ifade eder. Ve öylesine güçlü bir varlıktır ki yarattıklarının "var"lığı yaratanın "var"lığına kıyaslanırsa "yok" gibidir. Bir örnekle anlatmak gerekir ise insanın varlığı ile gölgesinin varlığı arasındaki fark, yaratan ile yaratılan arasındaki varlık farkını anlaşılır hale getirebilir. Biliyoruz ki gölge hem vardır hem de gerçekte yoktur. Var gibi görünen gölge madde ile ışık arasında bir oyundan ibarettir. Gölgeyi kendisinin varlık sebebi olan madde ve ışıktan bağımsız düşünürsek o da kendisine göre bir varlıktır. Burada beş duyumuzun imkanları ile sınırlı ve yaşadığımız yeryüzünün nisbi gerçeklerinden etkilenen aklımızı zorlayan bir ifade olsa da duyuların ve dünyanın sınırlarından çıkan akıl için anlaşılmayacak bir durum yoktur. Yine bir örnek verelim. Şu anda hangi durumda bulunuyorsak bulunalım zihnimizin çevremizi kavramasında önemli gerçeklerden birisi aşağı ve yukarı kavramlarıdır. Bu kavramlar dünya şartları için gerçektir ve doğrudur. Biz bu gerçeği yok sayarsak dünyadaki hayatımızı sağlıklı sürdüremeyiz. Penceremizden aşağıya baktığımızda yönün aşağı olduğunu bilir ve kendimizi pencereden aşağı bırakmayız... Şimdi bir de dünyadan ayrıldığımızı uzay elbiseleri içinde uzayda yüzdüğümüzü düşünelim bu takdirde aşağı ve yukarısı "neresi" olacaktır. Alışkanlıklarımızdan ötürü başımızın olduğu tarafı yukarısı ayaklarımızın olduğu yeri de aşağısı diye algılamamız tabiidir... Bir an için ters döndüğümüzü var sayalım. Bu durumda baş aşağı mı durmuş olacağız? Hayır... Şimdi yeni bir "aşağı ve yukarı" yönlerine sahip olduk. Demek ki aşağı ve yukarı diye bir şey uzay gerçeğinde söz konusu değildir. Yine demek ki aşağı ve yukarı dünya için vardır uzay için yoktur. İşte bu anlamda, var edilenler, var eden ile kıyaslandığında yok gibidirler. Ama bu kıyaslamayı yapmazsak onlar da kendi çaplarında varlıktırlar. Var eden Allah'tır ve O sonsuzluktur. Allah'ın Zat'ının ne olduğunu ve nasıl olduğunu kavramamız mümkün değildir. O nasıl düşünüyorsak öyledir ve nasıl düşünüyorsak ondan başkadır. Sözgelimi bilgisiz çoban için "çarıkları yamanacak, kendisine süt sağılıp takdim edilecek böylesine saygı gösterilecek bir yaratıcıdır"da bir olgun tasavvufçu için "ötelerin ötesi"dir. Yaratıcı "varlığı" isimlerinin ve sıfatlarının "nur"larının gölgesinden yaratmıştır. Yani varlığın esası "nur"dur. Latif nurlardan daha yoğun nurlara geçiş, yoğunlanmış nurlardan enerji oluşması, enerjinin yoğunlaşması, birikmesi ile de maddeye dönüşüm ve belli evreler ile maddenin durumları ortaya çıkmıştır. Yani "var"lığın esası "bir"dir ve kaynağı da "mutlak bir"dir. Başlangıç da, son da Allah'tır. Görünen de görünmeyen de Allah'tır. Allah'ın yüce isimlerini hatırlarsak O zahirdir, O batındır, O evveldir ve O ahirdir.
İnsan "İnsan benim sırrımdır ben de onun sırrıyım." Kutsi hadisi insanın önemini anlatma bakımından yeterlidir. Mevlana bir coşku halinde "insanın ne olduğunu bana anlattırmayın, ben de yanarım siz de..." demişti. İslam tasavvufu insanı "zübde-i kainat ve eşref-i mahlukat" olarak tarif ediyor. Yani "varlığın özeti ve var edilmişlerin en değerlisi." Bu anlamda insan, meleklerden de üstündür. İnsan Allah'ın yeryüzündeki vekilidir, halifesidir. İnsan varlığın özetidir. Varlığın Nur halleri enerji biçimi ve madde halinde görüntüleri, hepsi insanda toplanmıştır. İmam-ı Rabbani Mektubat adlı kitabında "insan bir topluluktur" diyor. Buna göre insan on ana unsurdan meydana gelmiştir. Bu unsurların beşi Nasut veya Sebepler Âlemi denilen madde alemindendir. Diğer beşi ise Nur'lar aleminden. İnsanda maddenin katı, sıvı ve gaz hallerini görürüz. İnsanda maddenin bir diğer biçimi "ateş" vardır. Bir anlamda insanın enerjisi veya bataryası diyebileceğimiz "nefs" ise beşinci unsurdur. İnsanın "letayifi" de denilen nurdan varlığının birincisi kalp, ikincisi ruh, üçüncüsü sır, dördüncüsü hafi, beşincisi ahfa olmak üzere beş bölümü vardır. Maddeler aleminden olanlar ile nurlar aleminden olanların birlikte meydana getirdikleri bileşim insanın kendisidir ve bu bileşim içinde varlığın tamamı vardır. İşte bunun için insan evrenin özeti veya küçük evrendir: "Alem-i Sagir..." Kur'an-ı Kerim'de "Vettiyn" suresinde "Biz insanı en üstün yaratılışta yarattık sonra onu en aşağıya indirdik" buyuruluyor. Kur'an'ın ifadesiyle insan "Ahseni Takviym"de yaratıldı. Sonra Esfeli Safiliyn'e indirildi. Perdeler insan için... Kutsal haberde "Biz insana şah damarından daha yakınız" deniliyor. Allah bize şah damarımızdan daha yakın ama biz ona uzağız. Arada perdeler var. Perdeler bizim için var; Allah için yok. İşte tasavvuf bu perdeleri açma sanatıdır. İnsanın üstün yaratılışından gelen bölümlerinin yani nurdan varlığının etkisi insanı iyiliklere, güzelliklere, yüceliklere yönlendirir. Aşağı bölümleri ise aşağıya doğru çeker. İnsan bu anlamda bir denge üzerinde yürür. İnsanın maddeler aleminden oluşan yönü nefsi oluşturur. Nefs de maddi bedenden güç alır. Nefs insanın enerjisidir. Bir bakıma da insanın içindeki şeytandır. Eğer insanın nurdan varlığı nefs üzerinde bir denetim sağlayamazsa o insan en vahşi hayvanlardan daha da vahşi olabilir. Böylesi insanlar insanlık değerini yitirmiş ve hayvandan da aşağı bir duruma düşmüş olurlar. Kur'an-ı Kerim böylelerine "Belhüm Adal" diyor... Nefs için Kur'an-ı Kerim'de kullanılan yedi deyim nefsin yedi kademesini gösteriyor. Nefs-i Emmare, Nefs-i Levvame, Nefs-i Mühimme, Nefs-i Mutmainne, Nefs-i Raziye, Nefs-i Merziye, Nefs-i Safiye... Nefs eğitimi tasavvufun ana konularından biridir. Bu bakımdan nefs bahsini açmakta yarar vardır.
Nefs kural tanımaz
Nefs-i Emmare emredici nefs demektir. Emmare nefs hiçbir ölçü ve kural tanımadan hep ister. Doğru-yanlış, haram-helal, iyi-kötü kavramlarına aldırmaz. Bedenin çıkarı, ihtiyaçları ve hazları için ne gerekiyorsa almak, ne diliyorsa yapmak ister. Nefs-i Levvame yanlışlıklardan pişmanlık duyan nefs demektir. Nefs-i Mühimme kendisine ilhamlar gelen olgunlaşma yolundaki nefs demektir. Nefs-i Mutmainne ise durulmuş, oturmuş, tatmin olmuş, artık kötülükleri istemez olmuş nefs demektir. Nefs-i Raziye makamına gelmiş insan için Allah'tan gelen her şeye razı olma hali doğmuştur. Yunus Emre'nin dediği "Ne varlığa sevinirim ne yokluğa yerinirim" sözü işte bu makamın anlayışıdır. Nefs-i Marziye Allah'ın kendisinden razı olduğu nefs demektir. Nefs-i Safiye saflaşmış, enerji olmaktan nur haline ulaşmış nefs demektir. Tanrı Elçilerinin ve Tanrının yakın dostlarının nefsi... İşte tasavvufun en önemli amacı insanın nefsini eğitmek sureti ile insan onuruna yakışır hale getirmektir. Nefsin eğitiminde iki ayrı yöntem tasavvuf yolları arasındaki farklılığı da ortaya koymaktadır. Bazı yollarda bedeni zayıflatmak yani açlık, uykusuzluk, bedeni rahatsız edecek durumlar oluşturmak sureti ile nefsi ezerek eğitmek yöntemi uygulanır. Bazı yollarda ise Letaifi, cilalayarak güçlendirmek ve insanı nurun denetimine vererek eğitmek esas alınır. Çoğunlukla da her iki yöntem birlikte kullanılır. Rizayet, mücahede, rabıta, tefekkür, tezekkür, sohbet bu yolda kullanılan çeşitli uygulamalardır...
Ahmet Yesevi ve tasavvuf
Türklerden İslam'ın ilk yüzyılından itibaren Müslümanlaşanların olduğunu düşünmek yanlış olmaz. Dolayısıyla Ahmet Yesevi'nin ortaya çıkışı olan on ikinci yüzyıla kadar Türkler arasında tasavvufçuların da çıktığı muhakkaktır. Ancak gerçek anlamı ile Türkistan tasavvufunun kurucusu Ahmet Yesevi'dir. Ahmet Yesevi'nin ilk tasavvuf terbiyesini babası İbrahim Şeyh ve annesi Karasaç Ana'dan aldığını biliyoruz. Yesevilik anlayışı İbrahim Şeyh kadar Karasaç Ana'ya da önem verir. Bu da üzerinde durulması gereken bir noktadır. Hazret Sultan'ın içindeki büyük ve gizli gücü ortaya çıkarıp ilk hareketi veren ise yedi yaşındayken karşılaştığı Arslan Baba olmuştur. Arslan Baba ona varlığın derinliklerinden süzülüp gelen ve Hazret-i Muhammed'de en yüksek bilinç düzeyine ulaşan Kutlu Bilgi'den payına düşeni vermiştir. Sonradan başka piri olsa da hikmetlerinde en çok Arslan Baba'dan bahsetmesi üzerindeki en büyük etkinin ondan geldiğini göstermeye yeter. Sanki Arslan Baba'nın denetiminde her şey olmuş bitmiş Seyir ve Süluk tamamlanmıştır da sonradan yürüdüğü uzun yolda işin dış görünüşü gerçekleşmiştir. Bu anlamda akıl bilimleri konusunda eğitimini büyük felsefeci bilgin Fahrettin Razi'den, tasavvuf eğitimini ise Yusuf Hemadanı'dan aldığı yaygın görüştür.
Şeriat, tarikat, marifet, hakikat
Tasavvuf yollarının bir çoğunda gerçeğe ulaşma yolculuğunda dört kapı kırk makam kavramı vardır. Özellikle Yesevilik ve onun devamı olan Bektaşilikte bu konu çok önemlidir. Belirtmeliyiz ki burada sözü edilen şeriat ile ülkemizde sözü geçen şeriatçılık kavramları farklıdır. İslam Hukukunun dini kökleri ve tarihi oluşumu ile ortaya çıkan bir sistemin savunuculuğu anlamındaki şeriatçılık ile dini ve tasavvufi edebiyattaki şeriat kavramlarının farklı olduğunu belirtmeliyiz. Ahmet Yesevi'ye nispet edilen ama daha çok yakınlarından birinin dinleyerek yazdığı belli olan Fakrname adlı eserde Hazret-i Ali'den nakledilerek şeriatın on makamı şöyle sayılıyor: 1) Allah'ın varlığına, birliğine, zatına ve sıfatlarına inanmak, 2) Namaz kılmak 3) Oruç tutmak 4) Hacca gitmek 5) Zekat vermek 6) Sözü yumuşak söylemek 7) Bilim öğrenmek 8) Dini yüce Tanrı Elçisinin yaşadığı gibi yaşamak 9) Dinin emirlerini yerine getirmek 10) Yasaklardan kaçmak
Şeriat kelimesinin hangi anlamda kullanıldığını belirledikten sonra konu ile ilgili Yesevi hikmetinden söz edelim:
"Her kim eylese tarikatın davasını İlk adımı şeriata atmak gerek Şeriatın işlerini tamamlayıp Ondan sonra bu davayı kılmak gerek."
Yani Ahmet Yesevi'ye göre tarikata girmek, tasavvuf yollarında ilerlemek isteyen insanın önce dinin dış ölçülerine göre kendisini düzenlemesi gerekir. Bu arada dikkati çekmek isterim ki bilim öğrenmek şeriatın on esasından biridir. Dinin dış hükümlerine aldırış etmeden tarikata girenleri bekleyen tehlikeyi bir hikmetinde şöyle ifade ediyor:
"Tarikata şeriatsız girenlerin Şeytan gelip imanını alırmış İşbu yolu pir olmadan gidenler Şaşkın olup ara yolda kalır imiş.
Fakrname'ye göre tarikatın on makamı da şunlardır:
1) Günahlardan tevbe etmek 2) Tarikata bir yol gösterici ile girmek 3) Korku 4) Ümit 5) Görevini yerine getirmek 6) Yol göstericisinin dediklerini yapmak 7) Yol göstericisinin meclisinde ondan izinsiz söz söylememek 8) Sohbetlerde nasihat dinlemek 9) Tecrit olmak 10) Tefrit olmak
Belirtmeliyiz ki; tarikat adı üstünde yoldur, yol ulaştırmak içindir. Üzerinde oturmak için değil. Yoldan geçilip yani tarikattan geçilip hakikat ve marifete ulaşılacaktır.
Keramet
Fuat Köprülü'nün büyük eseri olan Türk edebiyatında ilk Mutasavvıflar adlı kitapta Ahmet Yesevi'nin Menkıbevi hayatı üzerinde çokça duruluyor. Burada Büyük Öğretmeninin kerametlerinden söz ediliyor. Ahmet Yesevi hakkında yazılan birçok yazıda da Köprülü'den alınarak kerametler anlatılır duruluyor... Ahmet Yesevi'nin tarih içindeki büyük işinden daha büyük bir keramet olabilir mi? İnsanların zihinlerinden geçenleri bilmek; geçmişteki, bugünkü veya gelecekteki bilinmeyenlerle ilgili bilgiler ortaya koyabilmek; sıradan insanların dayanamayacağı şartlara dayanabilmek; biraz daha ileri noktada su üzerinde yürümek; aynı anda birden fazla yerde bulunabilmek; tasavvuf büyükleri için de anlatılan keramet örnekleridir. Bedeni güçleri zayıflatmak; ruhani güçleri parlatmak yöntemleri ile insandaki denge, ruhani güçlerin lehine bozulduğu zaman olağanüstü bazı yeteneklerin ortaya çıkabildiği bilinen bir konudur. Dolayısıyla İslam tasavvufu yolunda yürüyenlerde de; diğer dinlerin mistik tecrübelerinde de böyle durumlar ortaya çıkabilir. Bunlar asla amaç değildir. Bu olağanüstü haller o insanın ermiş ve olmuş bir insan olduğunun da göstergesi değildir. İmam-ı Rabbani Mektubat adlı eserinde büyük velilerin keramet göstermekten kaçındıklarını; kerametin istemeden zuhura çıktığını ve keramete önem verilmemesi gerektiğini ısrarla belirtiyor. Bu gibi durumların Hint fakirlerinde de görüldüğünü; İslam evliyalarında görülmesinin de önemli olmadığını söylüyor. Teknolojinin büyük patlamalar ortaya koyduğu günümüz insanına; her gün olağanüstü hallerin içinde yaşayan bilgi çağının bireylerine keramet denilen hallerin ne anlatacağını da yeniden değerlendirmek gerekir. Tasavvuf yolu dağları devirecek, turna olup uçacak güçler elde etmek için değil, insanı kötülüklerden uzaklaştırıp iyiliklere yaklaştıracak bir yol olarak değerlidir. Bu bakımdan Ahmet Yesevi'nin menkıbevi hayatını incelemeyi ilgili bilim adamlarına bırakalım. Biz düşüncelerini ve önerilerini anlayıp hayatımıza uygulamaya çalışalım, diyorum.
Yol gösterici
Tasavvuf yolları ulaştıran ama zor yollardır. Bu yollar daha önceden aynı yolculuğu yapmış ve yol göstericilik icazeti almış olgun insanlarla yapılırsa ulaştırıcı olur. İşte bu yol göstericilere pir, mürşit veya şeyh gibi ünvanlar verilir. Tasavvuf yoluna Pir'siz girmektense, girmemek daha iyidir.
Divan-ı Hikmet'ten:
"Ey kardeş bu yollara pirsiz girme Hakk'ı anmaktan bir an bile kesilme Tanrı'dan başkasına gönül verme Lanetlenmiş şeytan öz yoluna salabilir."
Yesevi atamız tasavvuf yoluna yol gösterici olmadan girenlerin, şeytanın yoluna girebilecekleri konusunda uyarıda bulunuyor. Tasavvuf yoluna girenlerin her işlerinde Hakk'ı hatırlamaları ve gönüllerinde başkasına yer vermemeleri gerekir. Gönlünde Allah'tan başkasının olmaması işten, güçten, hayattan, insan sevgisinden ve her türlü sevgiden vazgeçmek değildir. Gönlün hedefi Allah'a ulaşmaktır. İşte pir, bu ince yolları işaret edecektir. Böyle bir piri olanın yolu kolay olur. Divan-ı Hikmet'ten:
"Pir rızası Hak rızası olur dostlar Hak Taala rahmetinden alır dostlar Riyazette sır sözünden bilir dostlar Öyle kullar Hakk'a yakın olur imiş."
Yol göstericinin, dinin dış hükümlerini bilen ve onlara uyan bir kişi olması ve böyle bir kişiden de "el almış" olması gerekir. Aksi halde gösterdiği kerametlerin hiçbir değeri yoktur. Divan-ı Hikmet'ten:
"Ondan sonra bir er gerek iradeli Olmuş olsa o da bir erden izinli Dine doğru uyan, kerametli Öyle erin eteğinden tutmak gerek.
Kim bilmeden bu yolları şeyhim dese Kerametten velilikten haber verse Yanlıştır o ruhül-emin bile olsa Kendini öyle yanlışlardan koruman gerek."
Kendi kendini şeyh, veli, kutub, pir, yol gösteren ilan edenlerden bucak bucak kaçmak gerek... Böyleleri bu dünyayı müminler için zindan haline getirirler.
Divan-ı Hikmet'ten:
"Şeyhim diye böbürlenen Hakk'a rakip Benlik eder Yaratan'a olmaz yakın Bidar olup dertsizlere tabib olur Bu dünyayı müminlere zindan eyler."
Yalancı şeyhlerin vereceği zarar şeytandan daha çoktur. Yalancı şeyhler, kendilerine bağlanan insanlara da, tasavvuf kurumuna da, nispet edildikleri İslam'a da çok zarar verirler. Divan-ı Hikmet'ten:
"Kendini şeyh sanır, bilgisi yoktur Yirmi beşe yetmemiş daha yaşı Nasihatlar eder yaşlıya, gence Kendisi bilmez iyi ne kötü ne.
Onun kötülüğü şeytandan da çok Mahşer sabahı yüzü karanlıktır Onların yüzünü görmeyin sakın Onlar gibi lanetliden el çekin."
Gerçek yol erlerinin yanında, şarlatanların, karnına ateş dolduran mürit soyucuların da çoğaldığı zamanımıza Hazret Sultan'ın seslenişini birlikte okuyalım, düşünelim ve ayık olalım. Divan-ı Hikmet'ten:
"Fazladan oruç tutar Halklara şeyhlik satar İlmi yok görmesi yok Ahir zaman şeyhleri
Beline kuşak bağlar Özünü kişi sanır Yarı yolda bırakır Ahir zaman şeyhleri
Başına sarık sarar İlmi yok neye yarar Oku yok yayı kurar Ahir zaman şeyhleri
Alayından al eyler, Malı alır mal eyler Sahipsiz ömrünü yel eyler Ahir zaman şeyhleri
Şeyhlik ulu işler, Hazrete eriştirir Aş vermez bağrı taştır Ahir zaman şeyhleri
Miskin Ahmet nerdesin Hak yolda ne edersin İlmin yok ne haldesin, Ahir zaman şeyhleri."
Yolcu
Tasavvuf yollarına gidip bir yol göstericinin gözetiminde, nefsini eğitmek ve gerçeğe ulaşmak çabası içinde olanlara mürit, derviş, sufi gibi adlar verilir. Derviş sözü yaygın olarak kullanılır. Dervişlerin gerçeği olduğu gibi sahtesi de vardır. Divan-ı Hikmet'te dervişler için müjdeler de vardır, korkular da...
Divan-ı Hikmet'te Gerçek Dervişler:
"Erenler cemal görür Dervişler sohbetinde; Erenler meclisinde, Nur yağar sohbetinde.
Ne dilese o olur Dervişler sohbetinde; Her bir sır açık olur Dervişler sohbetinde
Her kim sohbete geldi, Erenden payı aldı, El geldi, biliş oldu Dervişler sohbetinde.
Kibir ve hased ölür, İçine sırlar dolar, Göz açıp Hakk'ı görür Dervişler sohbetinde.
Rasul'e vahiy geldi, Başından tacını aldı, Kalktı hizmet eyledi Dervişler sohbetinde.
Hoca Ahmed sohbette, Dem vurur münacâtta, Zihi hoş saadette Dervişler sohbetinde."
Bakınız divanda dervişliğin korkulu haline:
"Sufilik öyle midir daima işin gaflet ile Tesbih tanesi elinde dillerin gıybet ile Çilpeç sellesi vurursun kötü nefs izzet ile Sufi-nakş oldun veli, asla Müslüman olmadın."
Yesevi Tasavvuf Yolu
Ahmet Yesevi'nin tasavvuf anlayışını ve bağlı bulunduğu geleneği anlamanın en iyi yolu yine de Hikmetler Divanına başvurmaktır. Yayınlanmış çeşitli "divan"lara alınmış olan "hikmet"lerin tamamı doğrudan büyük öğretici'nin sözleri olmasa da onun etkisiyle oluşan anlayışın ürünü olması, konumuz bakımından çok değerlidir. Bu açıdan hikmetlere baktığımız zaman Yesevi Yolunun kaynağının doğrudan Yüce Kur'an ve Tanrı Elçisinin sözleri olduğunu görüyoruz. Daha ilk hikmette "isteyenlere dürr ve gevher saçtım" dediği Kuran ve hadislerdir... Ahmet Yesevi'nin elinden "dolu" içtiği "piri muğan" yani olgun yol gösterici ise doğrudan "Adı görklü Muhammed'dir."
"Bi hamdillah Pir-i muğan mey içirdi. Pir-i muğan Hak Mustafa bi-şek bilin."
Belirtelim ki; hikmetler Yüce Muhammed'e övgülerle doludur. Yüce Muhammed'e miraçta da "yâr olan" Allah'ın Arslanı Ali ise "Hoca Ahmed'in" mededkârı'dır. Yani yardım edicisi...
"Hem miraçda yâr bolgan şir-i Hudâ Ali'dür Hoca Ahmed'e mededkâr şir-i Huda Ali'dür."
Aslan Baba ise Ahmet Yesevi'ye "Hak Mustafa" emanetini teslim eden büyüğü... "Hak Mustafa" emaneti Allah yolculuğunun yol haritası, pusulası ve güç kaynağıdır. Hasan Basri için hikmetlerdeki ifade kısa ve yalındır: "Nefsini tepti yok etti Hasan Basri." 728 yılında göçmüştür. Zünnun Mısri İslam tasavvufunun ilk dile gelenlerindendir. Hikmetlerde "Hak yolunda yok oldu Zünnun Mısri" diyerek Zünnun Mısri'den söz edilir. Mâruf-u Kerhi yine adı bilinen en eski büyük şeyhlerdendir. Hikmet:
"Mâruf gibi bu yollara ayak bassan."
Mâruf öz babasını müslüman yapan adamdır. Kabri Bağdat'tadır. 815 de göçtü. İbrahim Ethem hikmetlerde adı çok geçenlerden...Belh ülkesinde sultan oğlu iken durumunu bıraktı, malını dağıttı ve Allah yolcusu oldu. Yolun en büyüklerinden oldu. 782 yılında göçtü. Hikmetlerde:
"Allah'ı anmak gönüllere sevinç verir Belh ülkesini dışladı ve aba giydi Ethem.
Gerçek aşıklar geçer olur canlarından Ethem gibi dağıtıp yok eder malını
Dünya ve ötesini boşa gitsin Ethem gibi."
Bişri Hafi bilinen en eski büyük şeyhlerdendir. 890 yılında göçtü. Hikmetlerdeki söz:
"Sufi gerek batının eylese safi Kulluk eylese Bişri Hafi misali"
Bayezıt-ı Bistami de adı çok geçenlerdendir. Tasavvuf yolunun en büyüklerindendir. 848 de göçtü.
"Bayezıt gibi aşık ol ve dünyadan geç Bayezıt gibi gecelere kalk özünü aş Şeyh Bayezıt yetmiş kere özünü sattı.
Cüneydi Bağdadi 910 yılında göçtü.
Hikmetler:
"Doğru oldu saf oldu Cüneyd, Şıbli Cüneyd gibi çöller gezip dertlere bas."
Şıbli 945'te göçtü.
Hikmet:
"Şıbli gibi aşık olup sema vursam."
Ve Mansur... "Ve Mansur" diyorum. Çünkü Hikmetler Divanında Arslan Baba'dan sonra en çok onun adı geçer.
İşte hikmetler:
"Mansur gibi başımı verip aşk dârında Zatı ulu sahibim sığınıp geldim sana."
"Mansur gibi candan geçip dâra konsam Dâr üstünde candan geçip Hak desem."
"Tarikatın pazarından nasib alsam Mansur gibi Enel Hakk'n dava etsem."
"Lâ-Lâ, deyip illallah'a tutkun ol Mansur gibi Enel Hakk'ı dava kıl."
"Mansur der, Enel-Hak erenler işi doğru Mollalar der doğru değil gönlüne kötü gelip."
"Şeyh Mansur özbaşını dârda gördü Nur gönderdi Hakk'n yüzünü orda gördü."
"Yakam tutup Hazretine sığındım geldim Aşk kapısında Mansur gibiyim işte."
"Aşık Mansur Enel Hakk'ı dile aldı Cebrail geldi Enel Hak birlikte dedi."
"Enel Hakk'ın manasını bilmez cahil Bilen gerek bu yollarda temiz mertler."
"Bilmediler mollalar Enel Hakk'ın mânasın Kâl ehline hâl ilmin Hak görmedi münasib:"
"Şeyh Mansur'un Enel Hakk'ı yersiz değil."
Hikmetler Divanındaki yolu izlediğimizde karşımıza çıkan, Yüce Kur'an'dan, Yüce Muhammed'den, Yüce Ali'den, Mansur'dan ve Aslan Baba'dan akıp gelen yolu görürüz. İşte Ahmet Yesevi'nin tasavvuf yolu bu yoldur...
Hayat
Ahmet Yesevi'nin hayatıyla ilgili kaynaklara ve sözlü birikime dayalı birçok bilgi vardır. Bilgilerin çokluğu arasında gerçeği çıkarmak işin asıl güç yanı... Birçok kaynak ölüm tarihi olarak 1166'yı verir. Ancak bu tarih bilinen birçok bilgi ile çelişkilidir. Bu bakımdan Kazakistanlı bilgin değerli Muhammetrahim Canmuhammetoğlu ile aynı görüşte buluşarak bu tarihin "ölmeden önce ölüm" ve yer altına girme tarihi olduğunu düşünüyorum. Yeraltına girdiğinde 63 yaşındaydı. Bu hesap hicri yıla göredir. Miladi 61 diyebiliriz. "Yer altına girdiği tarihten önce kaç yıl yaşadıysa, yer altında da o kadar yaşadı" yaygın görüşünden yola çıkarak 126 yıl yaşadığını söylersek, doğum tarihi 1105 yılıdır. 1105 yılında doğduğu yer bugünkü Kazakistan Cumhuriyeti'nin Çimkent İl'inin Sayram şehridir. Sayram o zaman daha canlı ve önemli bir şehirdir. Babası İbrahim Şeyh, anası Karasaç Ana'nın türbeleri yapılı ve bakımlı olarak bu şehirdedir. Ahmet Yesevi yetim büyümüştür. Ablası Gevher Ana ile çocuk yaşta Yesi'ye yerleşmiş ve burada yedi yaşındayken büyük mürşidi Arslan Baba ile karşılaşmış, ondan Yüce Muhammed'den gelen emaneti almış ve onun eğitimi altına alınmıştır...
"Yedi yaşta Arslan Baba'ya verdim selamı Hak Mustafa emanetin verin armağan O vakitte binbir zikrin kıldım tamam Nefsim ölüm sonsuzluğu uçtum işte
Yedi yaşta Arslan Baba beni buldu Her sır görüp perde ile sarıp örttü Allah'a hamd gördüm, deyip öptü O sebepten altmış üçte girdim yere."
Arslan Baba ile dünya düzeyinde çokça birlikte olamadı.
"Can alıcı Arslan Babam canını aldı Huriler geldi ipeklerden kefen kıldı Yetmiş bin melaike yığılıp geldi O sebepten altmış üçte girdim yere."
Ahmet Yesevi'nin hayatında ve hikmetlerinde Arslan Baba'nın sürüp giden etkisi, mana aleminde onunla bağının kesilmediğini gösteriyor. Kaynakların anlattığına göre belli bir dönem Horasan'ın en önemli mürşitlerinden "Hocalar"dan Hoca Yusuf Hemedani'ye ulaşmış, onun dört halifesinden birisi olmuş ve dergahın piri durumuna gelmişken, dönüp gelmiş ve Yesi'ye yerleşmiştir. Yesi'de yolu yeniden oluşturmuştur. Türkçe temelinde ve Türk ruhuna uygun olarak ilk Türk-İslam tasavvuf yolu böylece adı sonradan Türkistan olan Yesi şehrinde başlamıştır. Yesi, eski Şavkar'dır. Kalesi ve yeri Yassı olduğundan Yassı Kale adı zamanla Yessi veya Yesi'ye dönüşmüştür. Ahmet Yesevi bütün Türkistan'ın piri olunca da adı "Piri Türkistan'ın Şehri" diye anılır olmuş; kısalarak Türkistan olmuştur. Yesi'de bugün Halvet Mescidi diye anılan yapı Ahmet Yesevi'nin büyük işini yaparken kullandığı merkezdir. Halvet Mescidi bütünüyle yer altında gibidir. Odalarından birinde bir insanın ancak yaşayabileceği küçük bir yer altı odası vardır. Merdivenle inilir. İşte Ahmet Yesevi'nin yer altında 63 yılını geçirdiği yer burasıdır. Bugün de vardır. Yeraltı odasında 63 yıl geçer mi? İşi doğru anlamak gerek. Bu oda Hazret'in ilk girişinde 60 gün kaldığı, sonradan ise "vaktinin çoğunu geçirdiği" yerdir. Buradan çıktığında penceresi olmayan büyükçe bir oda, belli ki ziyaretçilerini kabul ettiği, görevler verdiği yerdir. Yan tarafta ise banyo ve tuvalet bölümü vardır. Bütünüyle bu bölümler dünyaya kapalıdır. Ahmet Yesevi, Yesi'de bir okul kurmuş ve burada yetiştirdiği öğrencilerini dünyaya yaymıştır. Tarihin yönünü değiştirmiş, Türklüğün "yeniden dirilişini" sağlamıştır. Ömrünün son yılı sayabileceğimiz 125. yaşında söylediği hikmet de alçak gönülle ve melamet yolunun gereği olarak diyor ki:
"Erenlerden feyz ve fütuh alamadım Yüzyirmibeşe geldim bilemedim Hak taala taatların kılamadım İşitip anlayıp yere girdi Hoca Ahmet."
Hicri takvimle 126 yaş, halk arasında yaygın olarak söylenen yaşıdır. 126. yaşında 63 yıl önce "ölmeden önce tattığı ölümü" yeniden tadarak ötelere göç etmiştir. Tarih 1227 olabilir. Mezarı üzerine küçük bir türbe yapılmış ve iki asır sonra gelen büyük cihangir Timur tarafından bugünkü türbe ve dergah yaptırılmıştır. Türbesi yüzyıllardan beri ziyaret yeridir. Bu yüzden Ulu Türkistan'da Türkistan şehrine İkinci Mekke denilir.
Yolundan yürüyenler
Ahmet Yesevi'nin yolu sağlığında ve göçmesinden sonra dallanıp budaklanmış; yoldan yeni yolbaşcıları çıkmış; türlü adlarla Türk Dünyasında yaygınlaşmış ve günümüze kadar ulaşmıştır. Yolun ilk halifesi Arslan Baba'nın oğlu Mansur Ata'dır. Mansur Ata'dan sonra Abdül Melik Ata sonra Tac Hoca sonra Zengi Ata görev yapmışlardır. İkinci halife Harezmli Sait Ata'dır. Üçüncü halife Süleyman Hakim Ata, Yesevi yolunun Türkler arasında en tanınmış şeyhi sayılır. O zaman ki adıyla Rum'da yani Roma coğrafyasında, en tanınmış yol büyükleri Hünkar Hacı Bektaş Veli, Sarı Saltuk, Ahi Evran, Edebali ve sonraki dönemlerde Hacı Bayram ve Akşemsettin'dir. Türkiye'de Siraçlar arasında yaygın adıyla "Hubyar" ve Anadolu ve Rumeli coğrafyasında adı bilinen ve bilinmeyen çok sayıda horasan ereni, alperen, gazi derviş hep Yesevi yolunun yayıcıları ve uygulayıcıları oldular. Şimdi bize düşen onları araştırmak ve gelecek nesillere tanıtmaktır. Bu yolda Türkistan şehrinde kurulan "Hoca Ahmet Yesevi Kazak-Türk Uluslararası Üniversite" ciddi çalışmalar içindedir. Bu çalışmalar sonucunda Ahmet Yesevi, hayatı, etkileri ve takipçileri hakkında daha aydınlatıcı bilgilere ulaşacağımızı umuyorum. Kısa adıyla "Ahmet Yesevi Üniversitesi" Türk Dünyası gençlerini Ahmet Yesevi çizgisinde buluşturmak, kaynaştırmak ve Türk Dünyasını bilim çağına ulaştırmak yolunda yürüyor...
Yolun işleri
Yesevi yolundan yürümek isteyenlerin önce bir işlerinin olması gerekir. Ahmet Yesevi onca işi arasında "kaşık ve kepçe yapımcısı" idi...
"Sofi olmayıp neylesin evde yapacak işi yok"
İşi olan işini geliştirmeli, kazancını arttırmalı ve halka "aş" verecek kadar varlığı olmalıdır.
"Sofilik iddia eder halka verecek aş'ı yok."
Yani tembelliğin, işe yaramazlığın adına sofilik denilemez. Sofi yani derviş, yani tasavvuf yolcusu, eğer Yesevi'lik davasında ise önce işini oluşturacak ve halka "aş" verecek duruma gelecektir. Hikmetlerde çokça geçen "dünyadan kesilmek" dünya nimetlerine tapmaktan uzak olmak demektir. Gerçek müslüman dünyayı başının üstüne koymaz, ayağının altına alır. Kalbinde Allah vardır, elinde ise işi... İşi olmalıdır ki; halka aş verebilsin. Yani en yakınlaştırıcı ibadet olan "garip, yetim ve yoksullara" yardım edebilsin. Yesevi yolcusu "alan el" değil "veren el"dir. Bunun için de "olan el" olmalıdır. Yesevi yolcusu "Allah aşkı"na isteklidir; ihlası arar; emeği ile geçinir; başka inançlara hoşgörülüdür ve bilim arayıcısıdır. Bilim yolunda gerçeği arar. Halka gösteriş yapmadan namaz ve oruç temel ibadetlerdir. En çok sabah namazı üzerinde durulur.
"Ne hoş tatlı seher vakti olanda Baldan tatlı Hû adı seher vakti olanda."
"Gerçek gönülle namaz kıl ki Allah bilsin."
Yesevi yolunda zikir vardır. Zikir Allah'ı anmak demektir. "Lailahe illallah" denilir... "Allah" denilir. "Hu" yani "O" denilir. "Entel hadi Entel Hak" denilir. Zikredenlere Allah vaat etti: "Zikredin ki sizi zikredeyim" dedi. Zikir sessiz de olur, sesli de... Erre zikri de vardır. Bıçkı zikri de denilir.
"Allah'ın adını söyler kullar anlam ile Anlamsıza asla kullar salmaz olur Allah diyen âşık kullar devamlı Hakk'ı anmaktan zerre gafil olmazlar."
Yesevi yolunda zikrin anlamı bilinecektir. Yani ibadet eden kişi ne dediğini bilecek, anlam zihninde canlanacak ve böylece yarar doğacaktır. Sohbet yolun esaslarındandır. Bilenler ve olgunlar söyleyecek, kalanlar dinleyecektir. Sohbet, adabıyla yürüyecektir.
"Erenler cemal görür Dervişler sohbetinde Erenler meclisinde Nur yağar sohbetinde.
Ne dilese o olur Dervişler sohbetinde Her bir sır açık olur Dervişler sohbetinde
Resule vahiy geldi Baştan tacını aldı Kalktı hizmet eyledi Dervişler sohbetinde."
Yesevi yolunda "candan geçip" sema vurmak vardır. Sema, sima, samah, raks aynı eylemin değişik adlarıdır.
"Şıbli gibi sema vurup candan geçtim."
"Melekler toplanıp bir gün sohbet kurdu Raks ve sema vurmak için yürüdü Miraç üste Hak Mustafa bunu gördü Şimdi ben de raks ve sema edesim gelir."
Ancak sema dünya için olmamalı. Yani gösteriş için, yani dünyalık için.
Dünya tepmeden raks ve sema yapan cahil Hak yâdını bir an demez yürür gafil Dervişim der gönlü dünyalıktadır Dünya için raks ve sema vurur dostlar.
Kendinden geçmeden raks ve sema yapmak hata.
Sema ve raks da eğer kendinden geçip Hakk'a erişme yoksa, anlamı yok. Her işte olduğu gibi bu işlerde de "ihlas" gerek, yani içtenlik. Yesevi yolunda yalnız da toplu da zikir yapılır. Meclis kurulur, halka oluşur...
Cemalini isteseniz ey zikredenler Candan geçilip halka içinde görün dostlar.
Halka varsa, meclis varsa, zikir, sema ve raks varsa "çeng ve rebab" olmaz mı? Ham ervah ne der bilemem. Ama vardır. "İşler niyetlere göredir."
Ruhlarının gıdasıdır çeng ve rebab Ahı çıksa yedi iklimi viran kılar.
Çeng ve rebab o dönemin ve o iklimin sazları. Kopuz da olur, saz da, bağlama da... Medine kadınları Yüce Muhammed'i teflerle, şarkılarla karşılamıştı. Ne de hoş karşılamışlardı... Kimse aldanmasın... Yesevi yolunda mücahade de var, riyazet de... Eğer gerçeklere erişmek, kapıları açmak, ötelere ulaşmak isteniliyorsa... Mücahade çetindir, riyazet de... Yesevi yolu bir iklim sağlar ve bu iklimden herkes nasibince yararlanır. İsteyen, dayanıklı olan, mektebde kalır, öğretmen olur. İsteyen dersini alır, açılır gider, isteyen nasibindeki aza razı olur, yolundan yürür. Herkese istediğince ve nasibince...
_________________ "Bismillah dep beyan eyley hikmet aytıp Taliblerge dürr ü gevher saçdım mena..."
Hazret-i Pîr-i Türkistan Hoca Ahmed Yesevî [ Qaddesallahu Teala Sırrahul-Azîz ]
|