Sufiforum.com

2009'da başlayan SUFİFORUM'da İslam; İslam Tasavvuf Geleneği ile ilgili her türlü güncel ya da 'eskimez' konular yer almaktadır. İçerik yenilemeleri tasavvuf.name sitesinden sürdürülmektedir. ALLAH YÂR OLSUN.

Giriş |  Kayıt




Yeni başlık gönder Başlığa cevap ver  [ 9 mesaj ] 
Yazar Mesaj
 Mesaj Başlığı: Mesnevi-i Şerif-i Celâleddin / I. CİLD
MesajGönderilme zamanı: 06.07.10, 15:21 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 06.07.10, 13:34
Mesajlar: 22
MESNEVÎ-İ MANEVÎ

Mevlânâ Celâleddin Rûmî

Tercüme: Abdülbakî Gölpınarlı

***

M E S N E V İ H A K K I N D A

Mesnevi klasik doğu edebiyatında, bir şiir tarzının adıdır. Edebiyatta aynı vezinde ve her beyti kendi arasında ayrı ayrı kafiyeli nazım türüne Mesnevi adı verilmiştir. Uzun sürecek konular veya hikayeler şiir yoluyla anlatılmak istendiğinde, kafiye kolaylığı nedeniyle mesnevi türü tercih edilirdi.

Mesnevi her ne kadar klasik doğu şiirinin bir türü ise de, "Mesnevi" denildiği zaman akla "Mevlâna Celâleddin Rûmî'nin 'Mesnevi-i Manevî' adlı şaheseri" gelmektedir.

Mevlâna Celâleddin Rûmî, Mesnevi'sini Hüsameddin Çelebi'nin isteği üzerine yazmıştır. Kâtibi Hüsameddin Çelebi'nin söylediğine göre, Mevlâna Celâleddin Rûmî, Mesnevi beyitlerini Meram'da gezerken, oturuken, yürürken, hatta semâ ederken söyler, Hüsameddin Çelebi de kayda geçirirdi.

Mesnevi'nin dili Farsça'dır.

Halen Mevlâna Müzesi'nde teşhirde bulunan 1278 tarihli, elde bulunulan en eski Mesnevi nüshasına göre beyit sayısı 25618 dir.

Mesnevi'nin Vezni:
Fâilâtün - fâilâtün - fâilün'dür.

Mevlâna 6 ciltlik Mesnevi'sinde tasavvufi fikir ve düşüncelerini, birbirine ulanmış hikayeler halinde anlatmaktadır.

Tercüme Abdülbakî Gölpınarlı'ya aittir.

***

MESNEVÎ - I.CİLD

GİRİŞ (Mesnevi'nin İlk On Sekiz Beyti)

Gerçek Aşk
İki Şarabın Farkı
Ahmed'e Doğru 1
Ahmed'e Doğru 2
Tevekkül mü, Çalışmak mı?
Hz. Ömer'in Kerameti

Şeytan Adem'e Neden Secde Etmedi?
Tacirin Hikayesi
Benliğin Şımartılması
Maşallahu Kan Sözünün Tefsiri
Çenk Çalan İhtiyar
Yağmurun Sırrı
Kadının Fendi 1
Salih Peygamberin Devesi
Kadının Fendi 2
Pir Kimdir, Pirin Sıfatları
Perişanlıklar İkilikten Doğar
Aslanın Adaleti
Kılıç Sapını Kesebilir Mi?
Vahyin Işığı
Gururun Akıla Oyunu
Gönül Mü Tanrıdır Tanrı Mı Gönül?
Gündüzü Geceleyin Ara
Hz. Ali'ye Göre Büyük Savaş


MESNEVÎ

Mevlânâ Celâleddin Rûmî

Tercüme: Abdülbakî Gölpınarlı

1.CİLT

GİRİŞ (İLK ONSEKİZ BEYİT)
GERÇEK AŞK
İKİ ŞARABIN FARKI
AHMED'E DOĞRU 1
AHMED'E DOĞRU 2
TEVEKKÜL MÜ? ÇALIŞMAK MI?
HZ.ÖMER'İN KERAMETİ
ŞEYTAN ADEM'E NEDEN SECDE ETMEDİ?
TACİRİN HİKAYESİ
BENLİĞİN ŞIMARTILMASI
MAŞALLAHU KAN SÖZÜNÜN TEFSİRİ
ÇENK ÇALAN İHTİYAR
YAĞMURUN SIRRI
KADININ FENDİ -1-
SALİH PEYGAMBERİN DEVESİ
KADININ FENDİ -2-
PİR KİMDİR SIFATLARI
PERİŞANLIKLAR İKİLİKTEN DOĞAR
ASLAN'IN ADALETİ
KILIÇ SAPINI KESEBİLİR Mİ ?
VAHYİN IŞIĞI
GURURUN AKILA OYUNU
GÖNÜL MÜ TANRIDIR TANRI MI GÖNÜL ?
GÜNDÜZÜ GECELEYİN ARA
HZ.ALİ'YE GÖRE BÜYÜK SAVAŞ

2.CİLT

NEDEN GECİKTİ?
BİR BİLENE SORMALI
İSA'DAN TEN DİRİLİĞİ ARAMA
LA HAVLE
CAHİLİN SEVGİSİ
HELVA SATAN ÇOCUK
EŞŞEK GİTTİ
İFLASI SABİT OLUNCAYA KADAR
ÖLEN Mİ ÖLDÜREN Mİ?
PADİŞAHIN İKİ KÖLEYİ SINAMASI
VİRANEDEKİ DOĞAN
LOKMAN'IN SINAVI
HÜTHÜD İLE BELKIS
MUSA PEYGAMBER VE ÇOBAN
AĞIZA KAÇAN YILAN
HASTA HATIRI
BİR AKILLI ARIYORUM
İBLİSTEN DOST OLUR MU?
AYKIRI GİDİŞ
KENDİ AYIBINI GÖREMEYİNCE
İLK ÖZEL SON DEĞERLİDİR
İHTİYARLIKTAN
NİŞANELERİ OKUMAK
SÜVARİDEN KORKAN OKÇU
KURU AKIL NEYE YARAR
İBRAHİM ETHEM'İN KERAMETİ
SECCADESİZ NAMAZ
GEMİDEKİ DERVİŞ
YAHYA PEYGAMBERİN İSA'YA SECDESİ
HAYAT AĞACI

3.CİLT

ÜÇ SÜNNETTİR
FİL YAVRULARI
GÜNAHSIZ AĞIZ
KÖYLÜNÜN FENDİ
SEBALILAR VE NİMETTEN AZMALARI
DOĞANIN KAZLARI OVAYA ÇAĞIRMASI
DERVANLILARIN HİKAYESİ
KENDİNİ BİLMEZLİĞİN SONU
HARUTLA MARUTUN HİKAYESİ
FİRAVUNUN RÜYASI
NEFSİNİZİ ÖLDÜ SANMAYIN
KARANLIKTAKİ FİL
KÜFRE RAZI OLMAK KÜFÜRDÜR
HAYRET
TEMBELİN DİLEĞİ
MESNEVİ'YE DAİR
BİLGİNİN İKİ KANADI VARDIR ŞÜPHENİN İSE TEK
DAĞDA HALVET EDEN DERVİŞİN HİKAYESİ
GÖREBİLEN GÖZ
RIZA MAKAMINA ULAŞANLAR
AHMAKLARDAN DAĞA KAÇIŞ
PEYGAMBERLERDEN MUCİZE İSTEĞİ
SOFİNİN BOŞ SOFRAYA SEVDALANMASI
MUKALLİDİN İMANI KORKU VE ÜMİTTİR
ÇÖLDEKİ ARAP KERVANI
BUNALMA BİR ŞEYE HAK KAZANMIŞ OLMAYA ŞAHİTTİR
HAYVANLARIN DİLLERİ
HAMZA'NIN SAVAŞAZIRHSIZ GİRMESİ
ALIŞVERİŞTE ALDANMAMANIN ÇARESİ
SU UYUR DÜŞMAN UYUMAZ
AŞIKLAR İÇİN CAN VERMEK KOLAYDIR
ŞEYTANIN ŞEYTANLIĞI
KURAN'IN ZAHİRİ VE İÇYÜZÜ
MESNEVİ'Yİ KINAYANA CEVAP
ZITLARIN ÇEKİMİ

4.CİLT

AYDAN DA PARLAK
VAİZ
AŞIĞIN AHMAKLIĞI
KÖTÜLÜK BİR TOHUMDUR
SINAMA
MESCİT-İ AKSA
HALİN VERDİĞİ
İNSAN ALEMDİR
BELKIS'IN HEDİYESİ
KORUYAN ADALETTİR
İBRAHİM ETHEM'İM GÖÇÜ
PUTLARIN SECDESİ
ŞAİRE PADİŞAHIN İHSANI
DEVİN SÜLEYMANLIĞI
AHMAĞA VERİLECEK CEVAP SUSMAKTIR
KÖLENİN ŞİKAYETİ
ARİFİN GIDASI
DERT VE ELEM KOKUSU
EBUYEZİD'İN MÜJDESİ
PEYGAMBER TAKDİRİ
BAHİS
GÖKLER YERLER VE İKİSİ ARASINDAKİLER
SÖZ MANAYI AÇAR MI ÖRTER Mİ?
HZ.MUSA'NIN TANRIYA SORUSU
KATIR VE DEVE
NİL'İN SUYU
ZÜLKARNEYN'İN KAF DAĞI ZİYARETİ

5.CİLT

YILDIZLARIN NURU
KESİLESİ KUŞLAR
İNANANIN KAFİRDEN FARKI
İBADETLERİN TANIKLIĞI
ÖLÜYÜ DİRİLTEN YEMEK
YIRTIK CÜBBE
TAVUS KUŞU
GÖZYAŞI BEDAVA
GÜNEŞTE YOK OLMAK
AHIRDAKİ CEYLAN
YEDİ ÖKÜZ
TANRIYA GÖZYAŞI
ŞEHVETİN SONU
ŞÜPHE
ADEM'İN YARATILIŞI
EYAZ'IN DEFİNESİ
ZAHİDİN KARISI
NASUH TÖVBESİ
EŞEK TİLKİ VE ASLAN
BİLGİLER EMEN ZAHİT
DAVET
BU NE YAMAN ÇELİŞKİ
KİBİR
KONUK EVİ
ŞEHİT OLMAK
AY YÜZLÜ
EMRİN LEZZETİ

6.CİLT

DAVET
HİNTLİ KÖLENİN AŞKI
EYAZ'IN AKLI
ÇAYIRLIKTAKİ KUŞ
SEVGİLİNİN SÖZÜ
ÖLMEDEN ÖNCE ÖLMEK
AŞURE GÜNÜ
SAHUR DAVULU
HZ.BİLAL AŞKI
HİLAL'İN HASTALIĞI
KOCAKARI HİKAYESİ
AYIPLARI ÖRTEN HEKİM
DEFİNE YIKIK YERDEDİR
ZAMAN YAPRAKLARINDAKİ GİZ
KAZANMADAN RIZK DİLEYEN YOKSUL
HASAN-I HARKANİYE'YE AİT HİKAYE
ÜÇ YOLCU
TİRMİZ PADİŞAHI
FARE İLE KURBAĞA
SULTAN MAHMUT
ÖLÜ;YAŞADIĞI HALDE ÖLEN KİŞİDİR
ADIN ÖMER İSE
BEY'İN GÜZEL ATI
PADİŞAHIN ÜÇ OĞLU


En son mesnevihan tarafından 21.06.11, 13:14 tarihinde düzenlendi, toplamda 6 kere düzenlendi.

Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: Mesnevi-i Şerif-i Celâleddin / I. CİLD
MesajGönderilme zamanı: 06.07.10, 15:23 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 06.07.10, 13:34
Mesajlar: 22
GİRİŞ

İLK ONSEKİZ BEYİT


BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM

Dinle, bu ney nasıl şikayet ediyor, ayrılıkları nasıl anlatıyor:

Beni kamışlıktan kestiklerinden beri feryadımdan erkek, kadın... herkes ağlayıp inledi.

Ayrılıktan parça parça olmuş, kalb isterim ki iştiyak derdini açayım

Aslından uzak düşen kişi,yine vuslat zamanını arar.

Ben her cemiyette ağladım, inledim. Fena hallilerle de eş oldum, iyi hallilerle de.

Herkes kendi zannınca benim dostum oldu ama kimse içimdeki sırları araştırmadı.

Benim esrarım feryadımdan uzak değildir, ancak (her) gözde, kulakta o nur yok.

Ten candan, can da tenden gizli kapaklı değildir, lakin canı görmek için kimseye izin yok.

Bu neyin sesi ateştir, hava değil; kimde bu ateş yoksa yok olsun!

Aşk ateşidir ki neyin içine düşmüştür, aşk coşkunluğundur ki şarabın içine düşmüştür.

Ney, dosttan ayrılan kişinin arkadaşı, haldaşıdır.Onun perdeleri, perdelerimizi yırttı.

Ney gibi hem bir zehir, hem bir tiryak, ney gibi hem bir hemden, hem bir müştak kim gördü?

Ney kanla dolu olan yoldan bahsetmekte, Mecnun aşkının kıssalarını söylemektedir.

Bu aklın mahremi akılsızdan başkası değildir, dile de kulaktan başka müşteri yoktur.

Bizim gamımızdan günler, vakitsiz bir hale geldi; günler yanışlarla yoldaş oldu.

Günler geçtiyse, geçip gitsin; korkumuz yok. Ey temizlikte nazirı olmayan, hemen sen kal!

Balıktan başka her şey suya kandı, rızkı olmayana da günler uzadı.

Ham, pişkinin halinden anlamaz, öyle ise söz kısa kesilmelidir vesselam.


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: Mesnevi-i Şerif-i Celâleddin / I. CİLD
MesajGönderilme zamanı: 06.07.10, 15:26 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 06.07.10, 13:34
Mesajlar: 22
GERÇEK AŞK

Ey dostlar! Bu hikayeyi dinleyiniz. Hakikatte o bizim bu günkü halimizdir

Bundan evvelki bir zamanda bir padişah vardı. O hem dünya, hem din saltanatına malikti. Padişah, bir gün hususi adamları ile av için hayvana binmiş, giderken ana caddede bir halayık gördü. O halayığın kölesi oldu. Can kuşu kafeste çırpınmaya başladı. Mal verdi o halayığı satın aldı.Onu alıp arzusuna nail oldu. Fakat kazara o halayık hastalandı.

Birisinin eşeği varmış, fakat palanı yokmuş. Palanı ele geçirmiş, bu sefer eşeği kurt kapmış. Birisinin ibriği varmış, fakat suyu elde edememiş. Suyu bulunca da ibrik kırılmış!

Padişah sağdan, soldan hekimler topladı. Dedi ki: İkimizin hayatı da sizin elinizdedir. Benim hayatım bir şey değil, asıl canımın canı odur. Ben dertliyim, hastayım, dermanım o .Kim benim canıma derman ederse benim hazinemi, incimi ve mercanımı ( atiye ve ihsanımı) o aldı (demektir).

Hepsi birden dediler ki: Canımız feda edelim. Beraberce düşünüp beraberce tedavi edelim. Bizim her birimiz bir alem Mesih'idir, elimizde her hastalığa bir ilaç vardır.

Kibirlerinden Allah isterse (inşaallah ) demediler. Allah da onlara insanların acizliğini gösterdi.İnşaallah sözünü terk ettiklerini söylemeden maksadım, insanların yürek katılığını ve mağrurluğunu söylemektir. Yoksa arızi bir halet olan inşaallah'ı söylemeyi unuttuklarını anlatmak değildir. Hey gidi nice inşaallahı diliyle söylemeyen vardır ki canı inşaallah la eş olmuştur.

İlaç ve tedavi nevinden her ne yapıldı ise hastalık arttı maksat da hasıl olmadı.O halayıkcağız, hastalıktan kıl gibi olunca padişahın kanlı göz yaşı ırmağa döndü. Kazara sirkengübin safrayı arttırdı. Badem yağı da kuruluk tesirini göstermeye başladı. Karahelileyle kabız oldu, ferahlığı gitti; su, neft gibi ateşe yardım etti.

Padişah, hekimlerin aciz kaldıklarını görünce yalınayak mescide koştu.Mescide gidip mihrap tarafına yöneldi. Secde yeri göz yaşından sırsıklam oldu.Yokluk istiğrakından kendisine gelince ağzını açtı, hoş bir tarzda medhü senaya başladı:
En az bahşişi dünya mülkü olan Tanrım! Ben ne söyleyeyim? Zaten sen gizlileri bilirsin.Ey daima dileğimize penah olan Tanrı! Biz bu sefer de yolu yanıldık.Ama sen Ben gerçi senin gizlediğin şeyleri bilirim. Fakat sen, yine onları meydana dök dedin.

Padişah, ta can evinden coşunca bağışlama denizi de coşmaya başladı.Ağlama esnasında uykuya daldı. Rüyasında bir pir göründü.
Dedi ki: Ey padişah, müjde; dileklerin kabul oldu. Yarın bir yabancı gelirse o, bizdendir.O gelen hazık hekimdir. Onu doğru bil, çünkü o emin ve gerçek erenlerdendir.İlacında kati sihri gör, mizacında da Hak kudretini müşahede et.

Vade zamanı gelip gündüz olunca... güneş doğudan görünüp yıldızları yakınca:Rüyada kendine gösterdikleri zatı görmek için pencerede bekliyordu.Bir de gördü ki, faziletli, fevkalade hünerli, bilgili bir kimse, gölge ortasında bir güneş;Uzaktan hilal gibi erişmekte, yok olduğu halde hayal şeklinde var gibi görünmekte.

Ruhumuzda da hayal, yok gibidir. Sen bütün bir cihanı hayal üzere yürür gör!Onların başları da, savaşları da hayale müstenittir. Öğünmeleri de, utanmaları da bir hayalden ötürüdür.Evliyanın tuzağı olan o hayaller, Tanrı bahçelerindeki ay çehrelilerin akisleridir.

Padişahın rüyada gördüğü hayal de o misafir pirin çehresinde görünüp duruyordu.Padişah bizzat abeyincilerin yerine koştu, o gaipten gelen konuğun huzuruna vardı.Her ikisi de aşinalık (yüzgeçlik) öğrenmiş bir tek denizdi, her ikisi de dikilmeksizin birbirine dikilmiş, bağlanmışlardı.
Padişah: Benim asıl sevgilim sensin, o değil. Fakat dünyada iş işten çıkar.Ey aziz, sen bana Mustafa'sın. Ben de sana Ömer gibiyim. Senin hizmetin uğrunda belime gayret kemerini bağladım dedi.

Tanrı'dan edebe muvaffak olmayı dileyelim. Edebi olmayan kimse Tanrı'nın lütfundan mahrumdur.Edebi olmayan yalnız kendine kötülük etmiş olmaz. Belki bütün dünyayı ateşe vermiş olur.

Alışverişsiz, dedikodusuz Tanrı sofrası gökten iniyordu.Musa kavmi içinde birkaç kimse terbiyesizce hanı sarımsak, mercimek dediler.Ondan sonra gökyüzünün sofrası, ekmeği kesildi; ekme, bel belleme, orak sallama kaldı.Sonra İsa şefaat edince Hak, yemek sofrası ve tabaklarla ganimetler gönderdi.Yine küstahlar edebi terk ederek sofradan yemek artığını aşırdılar.

İsa bunlara yalvardı. Bu devamlıdır, yeryüzünden kalkmaz.Bir ulu kişinin sofrası başında kötü zanna düşmek ve harislik etmek küfürdür dedi.O rahmet kapısı, hırslarından dolayı bu görmedik dilencilerin yüzlerine kapandı.Zekat verilmeyince yağmur bulutu gelmez zinadan dolayı da etrafa veba yayılır.İçine kasavetten, gussadan ne gelirse korkusuzluktan ve küstahlıktan gelir.

Kim dost yolunda pervasızlık ederse erlerin yolunu vurucudur, namert odur.Edepten dolayı bu felek nura gark olmuştur: Yine edepten dolayı melekler masum ve tertemiz olmuşlardır.Güneşin tutulması, küstahlık yüzündendir. Bir melek olan Azazil de yine küstahlık yüzünden kapıdan sürülmüştür.

Kollarını açıp onu kucakladı, aşk gibi gönlüne aldı, canının için çekti.Elini, alnını öpmeğe, oturdu yeri, geldiği yolu sormaya başladı.Sora sora odanın başköşesine kadar çekti ve dedi ki: Nihayet sabırla bir define buldum.

Ey vuslatı, her sualin cevabı! Senin yüzünden nişliğin anahtarıdır sözünün manası, Ey vuslatı, her sualin cevabı! Senin yüzünden müşkül, konuşmaksızın, dedikodusuz hallolur gider.Sen, gönlümüzde, onların tercümanısın, her ayağı çamura batanın elini tutan sensin.

Ey seçilmiş,ey Tanrı'dan razı olmuş ve Tanrı rızasını kazanmış kişi, merhaba! Sen kaybolursan hemen kaza gelir, feza daralır.Sen, kavmin ulususun, sana müştak olmayan, seni arzulamayan bayağılaşmıştır. Bundan vazgeçmezse...O ağırlama, o hal hatır sorma meclisi geçince o zatın elini tutup hareme götürdü.

Padişah, hastayı ve hastalığını anlatıp sonra onu hastanın yanına götürdü.Hekim, hastanın yüzünü görüp, nabzını sayıp, idrarını muayene etti. Hastalığının arazını ve sebeplerini de dinledi.
Dedi ki: Öbür hekimlerin çeşitli tedavileri, tamir değil; büsbütün harap etmişler. Onlar, iç ahvalinden haberdar değildirler. Körlüklerinden hepsinin aklı dışarıda. Hekim, hastalığı gördü, gizli şey ona açıldı. Fakat onu gizledi ve sultana söylemedi. Hastalığı safra ve sevdadan değildi.

Her odunun kokusu dumanından meydana çıkar. İnlemesinden gördü ki, o gönül hastasıdır. Vücudu afiyettedir ama o, gönüle tutulmuştur. Aşıklık gönül iniltisinden belli olur, hiçbir hastalık gönül hastalığı gibi değildir.

Aşığın hastalığı bütün hastalıklardan ayrıdır. Aşk, tanrı sırlarının usturlabıdır. Aşıklık ister cihetten olsun, ister bu cihetten... akıbet bizim için o tarafa kılavuzdur. Aşkı şerh etmek ve anlatmak için ne söylersem söyliyeyim... asıl aşka gelince o sözlerden mahcup olurum. Dilin tefsiri gerçi pek aydınlatıcıdır, fakat dile düşmeyen aşk daha aydındır. Çünkü kalem, yazmada koşup durmaktadır, ama aşk bahsine gelince; çatlar, aciz kalır. Aşkın şerhinde akıl, çamura saplanmış eşek gibi yattı kaldı. Aşkı , aşıklığı yine aşk şerh etti.

Güneşin vucuduna delil, yine güneştir. Sana delil lazım ise güneşten yüz çevirme. Gerçi gölgede güneşin varlığından bir nişan verir, fakat asıl güneş her an can nuru bahşeyler. Gölge sana gece misali gibi uyku getirir. Ama güneş doğuverince ay yarılır (nuru görünmez olur). Zaten cihanda güneş gibi misli bulunmaz bir şey yoktur. Baki olan can güneşi öyle bir güneştir ki, asla gurub etmez.

Güneş gerçi tektir, fakat onun mislini tasvir etmek mümkündür. Ama kendisinden esir olan güneş, öyle bir güneştir ki, ona zihinde de, dışarıda da benzer olamaz. Nerede tasavvurda onun sığacağı bir yer ki misli tasvir edilebilsin!

Şemseddin'in sözü gelince dördüncü kat göğün güneşi başını çekti, gizlendi. Onun adı anılınca ihsanlarından bir remzi anlatmak vacip oldu.Can şu anda eteğimi çekiyor. Yusuf'un gömleğinden koku almış! Yıllarca süren sohbet hakkı için o güzel hallerden tekrar bir hali söyle, anlat. Ki yer, gök gülsün, sevinsin. Akıl, ruh ve göz de yüz derece daha fazla sevince, neşeye dalsın (diyor). Beni külfete sokma, çünkü ben şimdi yokluktayım. Zihnim durakladı onu görmekten acizim. Ayık olmayan kişinin her söylediği söz... dilerse tefekküre düşsün, dilerse haddinden fazla zarafet satmaya kalkışsın... yaraşır söz değildir.

Eşi bulunmayan o sevgilinin vasfına dair ne söyleyeyim ki bir damarım bile ayık değil! Bu ayrılığın, bu ciğer kanının şerhini şimdi geç, başka bir zamana kadar bunu bırak!
(Can) dedi ki: Beni doyur, çünkü ben açım. Çabuk ol çünkü vakit keskin bir kılıçtır. Ey yoldaş, ey arkadaş! Sufi, vakit oğludur (bulunduğu vaktin iktizasına göre iş görür). Yarın demek yol şartlarından değildir. Sen yoksa sufi bir er değilmisin? Vara veresiyeden yokluk gelir.

Ona dedim ki: Sevgilinin sırlarını gizli kapaklı geçmek daha hoştur. Sen, artık hikayelere kulak ver, işi onlardan anla! Dilbere ait sırların, başkalarına ait sözler içinde söylenmesi daha hoştur. O, Bunu apaçık söyle ki dini açık olarak anmak, gizli anmaktan iyidir. Perdeyi kaldır ve açıkça söyle ki ben, güzelle gömlekli olarak yatmam dedi.
Dedim ki: O apaçık soyunur, çırılçıplak bir hale gelirse ne sen kalırsın,ne kucağın kalır, ne belin! İste ama derecesine göre iste; bir otun bir dağı çekmeye kudreti yoktur.

Bu alemi aydınlatan güneş, bir parçacık yaklaştı mı, her şey yandı gitti! Fitneyi, kargaşalığı ve kan dökücülüğü araştırma, Şems-ı Tebrizi'den bundan fazla bahsetme. Bunun sonu yoktur; sen yine hikayeye başla, onu tamamlamana bak.

(Hekim) dedi ki: Ey padişah, evi halvet et, yakını da uzaklaştır.Köşeden , bucaktan kimse kulak vermesinde ben bu cariyecikten bir şeyler sorayım.

Oda boşaltıldı, Hekim ile hastadan başka kimsecikler kalmadı. Hekim tatlılıkla yumuşak yumuşak dedi ki: Memleketin neresi? Çünkü her memleket halkının ilacı başka başkadır. O memlekette akrabandan kimler var? Kime yakınsınız; neye bağlısınız? Elini kızın nabzına koyup birer birer felekten çektiği cevir ve meşakkati soruyordu.

Bir adamın ayağına diken batınca ayağını dizi üstüne kor. İğne ucu ile diken başını arar durur, bulamazsa orasını dudağı ile ıslatır. Ayağa batan dikeni bulmak bu derece müşkül olursa, yüreğe batan diken nicedir? Cevabını sen ver! Her çer çöp (mesabesinde olan,) gönül dikenini göreydi gamlar, kederler; herkese el uzatabilir miydi?

Bir kişi, eşeğin kuyruğu altına diken kor. Eşek onu oradan çıkarmasını bilmez, boyuna çifte atar. Zıplar, zıpladıkça da diken daha kuvvetli batar. Dikeni çıkarmak için akıllı bir adam lazım. Eşek, dikeni çıkarabilmek için can acısı ile çifte atar durur ve yüz yerini daha yaralar. O diken çıkaran hekim üstaddı .

Halayığın her tarafına elini koyup muayene ediyordu. Halayıktan hikaye yolu ile dostların ahvalini sormakta idi. Kız, bütün sırlarını hekime açıkça söylemekte, kendi durağından, efendilerinden, şehrinden ve şehrinin dışından bahsetmekteydi.

Hekim kızın anlatmasına kulak vermekte, nabzına ve nabzının atmasına dikkat etmekte idi. Nabzı kimin adı anılınca atarsa cihanda gönlünün istediği odur(diyordu). Memleketinde ki dostlarını saydı, döktü. Ondan sonra diğer bir memleketi andı. Memleketinden çıkınca en evvel hangi memlekette bulundun?dedi.
Kız bir şehrin adını söyleyip geçti. Fakat yüzünün rengi nabzının atması başkalaşmadı.Efendileri ve şehirleri birer birer saydı;o yerleri, yurtları, oralarda geçirdiği zamanları, tuz, ekmek yediği kişileri tekrar tekrar söyledi.Şehir şehir, ev ev saydı döktü, kızın ne damarı oynadı, ne çehresi sarardı.

Hekim şeker gibi Semerkand şehrini soruncaya kadar kızın nabzı tabii haldeydi fazla atmıyordu.Semerkand'ı sorunca nabzı attı, çehresi kızardı, sarardı. Çünkü o, Semerkad'lı bir kuyumcudan ayrılmıştı.O hekim, hastadan bu sırrı elde edip o dert ve belanın aslına erişince:Onun semti hangi mahallede? diye sordu. Kız, Köprü başında, Gatfer mahallesinde dedi.

Hekim, Hastalığının ne olduğunu hemen anladım. Seni tedavi hususunda sihirler göstereceğim;Sevin, ilişik etme, emin ol ki yağmur çimenlere ne yaparsa ben de sana onu yapacağım;Ben, senin gamını çekmekteyim, sen gam yeme; ben sana yüz babadan daha şefkatliyim;Aman, sakın ha, bu sırrı kimseye söyleme; padişah senden bunu ne kadar sorup soruştursa yine sakla;Sırların gönülde gizli kalırsa o muradın çabucak hasıl olur;dedi.

Peygamber demiştir ki: Her kim sırrını saklar ise çabucak muradına erişir. Tohum toprak içinde gizlenince, onun gizlenmesi, bahçenin yeşillenmesi ile neticelenir. Altın ve gümüş gizli olmasalardı... madende nasıl musaffa olurlar, nasıl altın ve gümüş haline gelirlerdi? O hekimin vaadleri ve lütufları hastayı korkudan emin etti. Hakiki olan vaadleri gönül kabul eder, içten gelmeyen vaadler ise insanı ıstıraba sokar. Kerem ehlinin vaadleri akıp duran, eseri daima görünen hazinedir. Ehil olmayanların, kerem sahibi bulunmayanların vaadleri ise gönül azabıdır.

Ondan sonra hekim, kalkıp padişahın huzuruna gitti.; padişahı bu meseleden birazcık haberdar etti. Dedi ki: Çare şundan ibaret: bu derdin iyileşmesi için o adamı getirelim. Kuyumcuyu o uzak şehirden çağır, onu altınla, elbise ile aldat. Padişah, hekimden bu sözü duyunca nasihatini, candan gönülden kabul etti. O tarafa ehliyetli, kifayetli, adil bir iki kişiyi elçi olarak gönderdi.

O iki bey, kuyumcuya padişahtan muştucu olarak Semerkand'e kadar geldiler. Dediler ki: Ey lütuf sahibi üstad, ey marifette kamil kişi! Öğülmen şehirlere yayılmıştır. İşte filan padişah, kuyumcubaşılık için seni seçti. Zira (bu işte) pek büyüksün, pek kamilsin. Şimdilik şu elbiseyi, altın ve gümüşü al da gelince de padişahın havassından ve nedimlerinden olursun.

Adam çok malı, çok parayı görünce gururlandı, şehirden çoluk çocuktan ayrıldı. Adam neşeli bir halde yola düştü. Haberi yoktu ki padişah canına kastetmişti. Arap atına binip sevinçle koşturdu, kendi kanının diyetini elbise sandı.

Ey yüzlerce razılıkla sefere düşen ve bizzat kendi ayağı ile kötü bir kazaya giden. Hayalinde mülk, şeref ve ululuk. Fakat Azrail Git evet, muradına erişirsin demekte!

O garip kişi yoldan gelince, hekim onu padişahın huzuruna götürdü; Güzellik mumunun başı ucunda yakılması için onu, padişahın yanına izzet ve ikramla iletti.

Padişah onu görünce pek ağırladı, altın hazinesini ona teslim etti. Sonra hekim dedi ki: Ey büyük sultan o cariyeciği bu tacire ver ki visali ile iyileşsin, visalinin suyu o ateşi gidersin.

Padişah, o ay yüzlüyü kuyumcuya bahşetti, o iki sohbet müştakını birbirine çift etti. Altı ay kadar murat alıp murat verdiler. Bu suretle o kız da tamamen iyileşti.

Ondan sonra hekim, kuyumcuya bir şerbet yaptı, kuyumcu içti, kızın karşısın da erimeye başladı. Hastalık yüzünden kuyumcunun güzelliği kalmayınca kızın canı, onun derdinden azat oldu, ondan vazgeçti. Kuyumcu, çirkinleşip hastalanınca kızın gönlüde yavaş yavaş ondan soğudu.

Ancak zahiri güzelliğe ait bulunan aşklar aşk değildir. Onlar nihayet bir ar olur. Keşke kuyumcu baştan başa ayıp ve ar olsaydı, tamamı ile çirkin bulunsaydı da başına bu kötü hal gelmeseydi! Kuyumcunun gözünden ırmak gibi kanlar aktı, yüzü canına düşman kesildi.

Tavus kuşunun kanadı, kendisine düşmandır. Nice padişahlar vardır ki kuvvet ve azametleri helaklerine sebep olmuştur.

Kuyumcu,Ben o ahuyum ki göbeğimin miskinden dolayı bu avcı, benim saf kanımı dökmüştür. Ah ben o sahra tilkisiyim ki postum için beni tuzağa düşürüp tuttular, başımı kestiler. Ah ben o filim ki dişimi elde etmek için filci benim kanımı döktü. Beni benden aşağı birisi için öldüren, kanımı döken; bilmiyor ki benim kanım uyumaz! Bu gün bana ise yarın onadır. Böyle benim gibi bir adamın kanı nasıl zayi olur?
Duvar gerçi (günün ilk kısmında yere) uzun bir gölge düşürür; fakat o gölge, gölgeyi meydana getirene avdet eder.

Bu cihan dağdır, bizim yaptıklarımız ses. Seslerin aksi yine bizim semtimize gelir dedi.Kuyumcu bu sözleri söyledi ve hemen toprak altına gitti.
O cariyecik de aşktan ve hastalıktan arındı, tertemiz oldu. Çünkü ölülerin aşkı ebedi değildir, çükü ölü tekrar bize gelmez.

Diri aşk ruhta ve gözdedir. Her anda goncadan daha taze olur durur. O dirinin aşkını seç ki bakidir ve canına can katan şaraptan sana sakilik eder.

O ‘nun aşkını seç ki bütün peygamberler, onun aşkı ile kuvvet ve kudret buldular, iş güç sahibi oldular. Sen Bize o padişahın huzuruna Varmaya izin yoktur deme. Kerim olan kişilere hiçbir iş güç değildir.

O adamın, hekimin eliyle öldürülmesi, ne ümit içindi ne korkudan dolayı. Tanrının emri ve ilhamı gelmedikçe hekim onu padişahın hatırı için öldürmedi.

Hızır'ın o çocuğun boğazını kesmesindeki sırrı halkın avam kısmı anlayamaz.
Tanrı tarafından vahiy ve cevaba nail olan kişi her ne buyurursa o buyruk, doğrunun ta kendisidir. Can bağışlayan kişi öldürse de caizdir. O, naibdir eli tanrı elidir.

İsmail gibi onun önüne baş koy. Kılıcının önünde sevinerek gülerek can ver. Ki Ahmed'in pak canı, Ahad'la ebediyse senin canında ebede kadar sevinçli ve gülümser bir halde kalsın. Aşıklar, ferah kadehini, güzellerin elleri ile öldürdükleri vakit içerler.

Padişah o kanı şehvet uğruna dökmedi. Suizanda bulunma münakaşayı bırak. Sen onun hakkında kötü ve pis iş işledi deyip fena bir zanda bulundun. Su süzülüp durulunca, berrak bir hale gelince bu berraklıkta bulanıklık ve tortu kalır mı, süzülüş suda tortu bırakır mı?

Bu riyazatlar, bu cefa çekmeler, ocağın posayı gümüşten çıkarması içindir.İyinin kötünün imtihanı, altının kaynayıp tortusunun üste çıkması içindir.
Eğer işi tanrı ilhamı olmasaydı o, yırtıcı bir köpek olurdu, padişah olmazdı. Şehvetten de tertemizdi, hırstan da, nefis isteğinden de. Güzel bir iş yaptı, fakat zahiren kötü görünüyordu.

Hızır denizde gemiyi deldi ise de onun bu delişinde yüzlerce sağlamlık vardı. O kadar nur ve hünerle beraber Musa'nın vehmi, ondan mahçuptu; artık sen kanatsız uçmaya kalkışma. O, kırmızı güldür, sen ona kan deme. O, akıl sarhoşudur, sen ona deli adı takma. Onun muradı Müslüman kanı dökmek olsaydı kafirim, onun adını ağzıma alırsam! Arş kötü kişinin öğülmesinden titrer; suçlardan ve şüpheli şeylerden korunan kişi de kötü methedilince, metheden kişi hakkında fena bir zanna düşer.

O padişahtı, hem de çok uyanık bir padişah. Has bir zattı, hem de tanrı hası. Bir kişiyi böyle bir padişah öldürürse onu, iyi bir bahta eriştirir,en iyi bir makama çeker yüceltir.Eğer onu kahretmede yine onun için bir fayda görmeseydi; o mutlak lütuf nasıl olurda kahretmeyi isterdi?

Çocuk hacamatcının neşterinden titrer durur, esirgeyen ana ise onun gamından sevinçlidir. Yarı can alır, yüz can bağışlar. Senin vehmine gelmeyen o şey yok mu? Onu verir. Sen kendince aklından bir kıyas yapmaktasın ama çok, pek çok uzaklara düşmüssün; iyice bak!


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: Mesnevi-i Şerif-i Celâleddin / I. CİLD
MesajGönderilme zamanı: 07.07.10, 10:19 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 06.07.10, 13:34
Mesajlar: 22
İKİ ŞARABIN FARKI

Bir bakkal vardı, onun bir de dudusu vardı. Yeşil, güzel sesli ve söyler duduydu. Dükkanda dükkan bekçiliği yapar; bütün alış veriş edenlere hoş nükteler söyler, latifeler ederdi. İnsanlara hitap ederken insan gibi konuşurdu, dudu gibi ötmede de mahareti vardı.

Efendisi bir gün evine gitmişti. Dudu, dükkanı gözetliyordu. Ansızın fare tutmak için bir kedi, dükkana sıçradı. Duducağız can korkusundan, dükkanın baş köşesinden atıldı, bir tarafa kaçtı; gülyağı şişesini de döktü.

Sahibi evden çıkageldi. Tacircesine huzuru kalple dükkana geçti oturdu. Bir de baktı ki dükkan yağ içinde, elbisesi yağa bulanmış. Dudunun başına bir vurdu; dudunun dili tutuldu, başı kel oldu. Dudu birkaç günceğiz sesini kesti, söylemedi.
Bakkal nedametten ah etmeye başladı. Sakalını yolmakta, eyvah, demekteydi; nimet güneşim bulut altına girdi. O zaman keşke elim kırılsaydı; o güzel sözlünün başına nasıl oldu da vurdum?
Kuşu yine konuşsun diye yoksullara sadakalar vermekteydi.

Üç gün üç gece sonra şaşkın ve meyus, ümitsiz bir halde dükkanda otururken, ve binlerce gussaya, gama eş olup; bu kuş acaba ne vakit konuşacak; diye düşünüp dururken, Ansızın tas ve leğen dibi gibi tüysüz kafası ile bir Cevlaki geçiyordu. Dudu hemencecik dile gelip akıllılar gibi dervişe bağırdı:

Ey kel, neden kellere karıştın; yoksa sen de şişeden gülyağı mı döktün? Onun bu kıyasından halk gülmeye başladı. Çünkü dudu, hırka sahibini kendisi gibi sanmıştı.

Temiz kişilerin işini kendinden kıyas tutma, gerçi yazıda (aslan manasına gelen) şir, (süt manasına gelen) şire benzer. Bütün alem bu sebepten yol azıttılar.

Tanrı Abdallarından az kişi agah oldu. Peygamberlerle beraberlik iddia ettiler (biz de onlar gibiyiz dediler); Velileri de kendileri gibi sandılar.
Dediler ki: İşte biz de insanız, onlar da insan. Bizde uyumaya ve yemeğe bağlıyız, onlar da. Onlar körlüklerinden aralarında uçsuz bucaksız bir fark olduğunu bilmediler. Her iki çeşit arı, bir yerden yedi. Fakat bundan zehir hasıl oldu, ondan bal. Her iki çeşit geyik otladı, su içti. Birinden fışkı zuhur etti, öbüründen halis misk.Her iki kamış da bir sulaktan su içti. Biri bomboş öbürü şekerle dopdolu.

Böyle yüzbinlerce birbirine benzer şeyler var, aralarında bulunan yetmiş yıllık farkı sen gör! Bu, yer; ondan pislik çıkar... o, yer; kamilen Tanrı nuru olur. Bu, yer; ondan tamamı ile hasislik ve haset zuhur eder... o, yer; ondan tamamı ile Tek Tanrı'nın nuru husule gelir. Bu temiz yerdir, o çorak ve pis yer. Bu temiz melektir o şeytan ve canavar!

Her iki suretin birbirine benzemesi caizdir, acı su da, tatlı su da berraktır. Zevk sahibinden başka kim anlayabilir?
Onu bul! Tatlı su ile acı suyun farkını işte o anlar. (Zevk sahibi olmayan) sihri, mucize ile mukayese ederek her ikisinin de esası hiledir sanır.

Musa ile savaşan sihirbazlar, inatlarından ellerine onun asası gibi asa aldılar. Bu asa ile o asa arasında çok fark var, bu işle o işin arasıda pek büyük bir yol var. Bu işin ardında Tanrı laneti var, o işe karşılık da vade vefa olarak Tanrı rahmeti var. Kafirler inatlaşmada maymun tabiatlıdırlar. Tabiat, içte, gönülde bir afettir.

İnsan ne yaparsa maymunda yapar; maymun her zaman insandan gördüğünü yapıp durur. O, Bende onun gibi yaptım sanır. O inatçı mahluk aradaki farkı nereden bilecek? Bu emirden dolayı yapar, o, inat ve savaş için.

İnatçı kişilerin başlarına toprak saç! O münafık, muvafıkla beraber, inat ve taklide uyup namaza durur; niyaz ve tazarru için değil.

Müminler; namazda, oruçta, hacda, zekatta münafıkla kazanıp kaybetmektedirler. Müminler için nihayet kazanç vardır, münafıka da ahirette mat olma.İkisi de bir oyun başındaysa da birbirlerine nispetle aralarında ne kadar fark var; biri Merv'li öbürü Rey'li!
Her biri kendi makamına gider, her biri kendi adına uygun olarak yürür.
Onu mümin diye çağırırlar, ruhu hoşlanır. Münafık derlerse sertleşir, ateş kesilir. Onun adı zatı yüzünden sevgilidir. Bunun adının sevilmemesi, afetleri yüzünden, nifakla sıfatlanmış olan zatından dolayıdır.
Mim, vav, mim ve nun harflerinde bir yücelik yoktur. Mümin sözü ancak tarif içindir. Ona münafık dersen... o aşağılık ad, içini akrep gibi dağlar. Bu ad, cehennemden ayrılmış ve kopmuş değilse niçin cehennem tadı var? O kötü adın çirkinliği harften değildir. O deniz suyunun acılığı kaptan değildir.

Harf kaptır ondaki mana su gibidir. Mana denizi de Ümm-ül-Kitap yanında bulunan, kendisinde olan zattır.

Dünya da acı ve tatlı deniz var. Aralarında bir perde var ki birbirine taşmaz karışmazlar. Fakat şu var ki bu iki denizin her ikisi de bir asıldan akar. Bu ikisinden de geç, ta... onun aslına kadar yürü.

Kalp altınla halis altın ayarda belli olur. Kalpla halisi, mehenge vurmadıkça tahmini olarak bilemezsin.
Tanrı kimin ruhuna mehenk korsa ancak o kişi, yakini şüpheden ayırdedebilir.
Diri bir kişinin ağzına bir sıçrayıp girse o adam, onu dışarı çıkarıp attığı zaman rahatlar. Binlerce lokma arasında ağzına ufacık bir çöp girdi mi, diri kişinin hissi onu duyar sezer.

Dünya hissi, bu cihanın merdivenidir, din hisside göklerin merdiveni. Bu hissin sağlığını hekimden isteyiniz, o hissin sağlığını Habib'den (H.Muhammed'den) . Bu hissin sağlığı, vücut sağlamlığındandır, o hissin sağlığı vücudu harabetmektedir. Can yolu, mutlaka cismi viran eder, onu yıktıktan sonra da yapar.

Ne mutludur ve ne kutludur o can ki mana aşkıyla evini, barkını, mülkünü, malını bağışlamıştır. Altın definesi için evi harabetmiştir; fakat o altın definesini elde ettikten sonra o evi daha mamur bir hale getirmiştir. Suyu kesmiş suyun aktığı yolu temizlemiş, ondan sonra arka içilecek su akıtılmıştır.

Deriyi yarmış,termeni çıkarmış... ondan sonra orada yepyeni bir deri bitmiştir. Kaleyi yıkıp kafirden almış, ondan sonra oraya yüzlerce burç ve hendek yapmıştır.

Hikmetinden sual edilmeyen Tanrı''nın işini kim anlayabilir, o işin hakikatine kim erişebilir? Bu söylediğim sözler, ancak anlatmak için söylenmiş zaruri sözlerdir. Gah böyle gösterir, gah bunun aksini.

Din işinin kühnünü anlamaya imkan yoktur. Ona ancak hayran olunur. Fakat din işinde hayrete düşen, arkasını ona çevirmiş ondan haberi olmayan bir hayran değil, sevgiliye dalmış, onun yüzünden sarhoş olmuş, kendisinden geçmiş bir hayrandır.
Birisinin yüzü sevgiliye karşıdır, öbürünün yüzü yine kendisine doğru. Her ikisinin yüzüne de bak. Her ikisinin yüzünü de hatırında tut. Hizmet dolayısıyla yüz tanır olman mümkündür. Zira nice insan suratlı şeytan vardır. Binaenaleyh her ele el vermek layık değildir.

Kuş tutan avcı, kuşu avlamak için ıslık çalar, ötme taklidi yapar. Aşağılık kişi dervişlerin sözlerini, bir selim kalpli kişiye afsun okumak, onu afsunlamak için çalar.

Erlerin huyu açıklık ve sıcaklıktır. Aşağılıkların işi hile ve utanmazlıktır. Dilenmek için yünden aslan yaparlar. (yol aslanlarının şekline bürünür, onlar gibi görünürler),

Ebu Museylim'e Ahmet lakabı verirler. Ebu Müseylim'in lakabı yalancı olarak kaldı, Muhammed'e de akıllar sahibi dendi. O hak şarabının mührü, şişenin kapağı; halis misktir. Adi şarabın mührü, şişesinin kapağı ise pis koku ve azaptır.


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: Mesnevi-i Şerif-i Celâleddin / I. CİLD
MesajGönderilme zamanı: 16.06.11, 15:15 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 06.07.10, 13:34
Mesajlar: 22
Ahmed'e Doğru - 1

Yahudiler içinde zalim, İsa düşmanı ve Hıristiyanları yakıp yandırır bir padişah vardı. İsa’nın devriyle, nöbet onundu. Musa’nın canı oydu, onun canı Musa. Şaşı padişah. Tanrı yolunda o iki Tanrı demsazını birbirinden ayırdı. Usta bir şaşıya “yürü, var, o şişeyi evden getir” dedi. Şaşı,”O iki şişeden hangisini getireyim? Açıkça söyle dedi. Usta dedi ki: “O iki şişe değildir. Yürü, şaşılığı bırak fazla görücü olma!” Şaşı, “Usta, beni paylama. Şişe iki” dedi. Usta dedi ki: “O iki şişenin birini kır!” Çırak birini kırınca ikiside gözden kayboldu.

İnsan taraf girlikten, hiddet ve şehvetten şaşı olur. Şişe birdi onun gözüne iki göründü. Şişeyi kırınca ne o şişe kaldı, ne öbürü. Hiddet ve şehvet insanı şaşı yapar; doğruluktan ayırır. Garez gelince hüner örtülür. Gönülden göze, yüzlerce perde iner. Kadı kalben rüşvet almaya karar verince zalimi, ağlayıp inleyen mazlumdan nasıl ayırt edebilir?

Padişah, yahudice kininden dolayı öyle bir şaşı oldu ki aman Ya Rabbi, aman! Musa dininin koruyucusuyum, arkasındayım diye yüz binlerce mazlum mümin öldürttü.

Padişahın öyle yol vurucu, öyle hilekar bir veziri vardı ki hile ile suyu bile düğümlerdi. Dedi ki: “Hıristiyanlar, canlarını korurlar ve dinlerini padişahtan gizlerler. Onları az öldür, çünkü öldürmede fayda yok, Dinin kokusu çıkmaz; misk ve öd ağacı değil ki! Yüz tane kılıf içinde gizli sırdır. Dışı sana malumdur ama içi aksine.”

Padişah : “Peki söyle bakalım, ne yapalım; bu hususta ne hile ve tezvirde bulunalım, çaresi ne? Ne yapalım ki dünya da ne açık dindar, ne gizli din tutar bir Hıristiyan kalmasın” dedi

Vezir dedi ki: “Bana gazebederek hükmet, kulağımı elimi kestir; burnumu, dudağımı yardır! Ondan sonra beni dar ağacına götür. O esnada bir şefaatçi suçumun affını dilesin. Bu işi dört yol ağzı bir yerde, tellal pazarında yaptır. Ondan sonrada beni, huzurundan uzak bir şehre sür ki ben, onların arasına yüz türlü din kayıtsızlığı sokayım.

Bu halde diyeyim ki: ben gizli hıristiyanım; ey sır bilen Tanrı; sen benim gönlümü bilirsin!Padişah, benim imanımı anladı; taassuptan dolayı canıma kasdetti.
Dinimi padişahtan saklamak, onun dininden görünmek istedim. Padişah, benim sırlarımdan bir koku sezdi. Sözlerim huzurunda kusurlu göründü.

Dedi ki: “Sözlerin, içinde iğne olan ekmek gibidir. Benim gönlümden senin gönlüne pencere var. Ben o pencereden halini gördüm, artık lafını dinleyemem.” Eğer İsa’nın ruhaniyeti bana imdat etmeseydi o, yahudicesine beni parça parça ederdi .İsa için başımla oynar, canımı verir ve bunu canıma yüz binlerce minnet bilirim. İsa’dan canımı sakınmam, fakat onun din bilgisine iyiden iyiye vakıfım. O pak dinin cahiller arasında mahvolması, bana dokunmakta.
İsa’ya şükrolsun ki biz, bu hak dine yol gösterici olduk. Belimizi zünnarla bağladığımızdan beri Yahudiden ve Yahudilikten kurtulduk. Ey halk; devir, İsa’nın devridir. Onun dininin sırlarını candan dinleyin!”

Vezir, bu hileyi, padişaha sayıp dökünce padişahın gönlünden endişeyi tamamiyle giderdi.

Padişah vezire, vezir ne dediyse yaptı.Halk, bu gizli ve hakikati meçhul hileden dolayı şaşırıp kaldı. Onu hıristiyanların oturdukları tarafa sürdü.Vezir de ondan sonra halkı davete başladı.

HIRİSTİYANLARIN VEZİRİN HİLESİNE İNANMALARI

Yüz binlerce hıristiyan, azar azar ozun etrafına toplandı.O onlara gizlice İncil’in, zünnarın ve namazın sırrını anlatmaktaydı.Görünüşte din hükümlerini anlatıyordu;fakat bu anlatış, hakikatte onları avlamak için ıslık ve tuzaktı.
Bunun için (gizli hileyi anlamak müşkül olduğundan) bazı Ezhab, Peygamber’den, azgın ve hilekar nefsin hilesini sorarlar;

“Nefis, ibadetlere ve candan gelen ihlasa gizli garezlerden ne karıştırır?” derlerdi.

Peygamber’den ibadetin faziletini ve sevabını arayıp sormazlar;”Apaçık ayıp hangisidir?”diye kötü huyları sorarlardı. Gülü kerevizden fark edercesine kıldan kıla,zerreden zerreye nefis hilesini tanır, bilirlerdi. Eshab’ın kılı kırk yaranları, umumiyetle o vaız ve beyana hayran olurlardı.

Hıristiyanlar tamamı ile ona gönül verdiler. Zaten avamın taklidinin kuvveti ne olabilir ki? Kalplerinin içine onun muhabbetini ektiler, onu İsa’nın halifesi sandılar. O ise hakikatte tek gözlü melun Deccal’dı.

Ey Tanrı, feryadımıza yetiş; sen ne güzel yardımcısın! Ey Tanrı, yüz binlerce tuzak ve yem var, bizler de yemsiz kalmış halis kuşlar gibiyiz. Her an yeni bir tuzağa tutuluyoruz, istersek her birimiz, birer doğan ve simurk olalım.

Sen bizi her zaman tuzaktan kurtarmaktasın. Ey gani ve müstağni Tanrı, biz yine bir tuzağa doğru gitmekteyiz! Biz bu ambarda buğday biriktirmede, toplanan buğdayı yine kaybetmekteyiz. Biz, bu vahşi mahluklar topluluğu, düşünmüyoruz ki buğdayın noksanlaşması farenin hilesindendir. Fare, ambarımızı deldikçe, hilesinden ambar harab olmuştur. Ey can, önce farenin şerrini defet, sonra buğday biriktirmeye çalış, çabala!

O büyükler büyüğünün haberlerinden birini dinle: “Huzuru kalb olmadıkça namaz tamam olmaz.” Eğer bizim ambarımızda hırsız bir fare yoksa kırk yıllık ibadet buğdayı nerde?Her günlük azar azar sadikane ibadet taneleri niçin bu ambarımızda toplanmıyor?

Çakmak demirinden birçok ateş yıldızı sıçradı, o yanmış gönül, onları kabul edip çekti.Ama karanlıkta bir hırsız, gizlice kıvılcımlara parmak basmakta.Onları,felekte bir çırağ parlamasın diye, birer birer söndürmekte.

İnayetlerin bizimle oldukça o bayağı hırsızlardan bize nice ve ne vakit korku olabilir? Bir adımda binlerce tuzak olsa, sen bizimle oldukça hiç gam yok! Her gece ten tuzağından ruhları kurtarmakta, tahtaları sökmektesin.

Ruhlar her gece bu kafesten kurtulurlar, ne kimsenin hakimi,ne de mahkumu olmayarak feragate ulaşırlar. Geceleyin zindan haberleri yoktur, sultana mensup davetliler, geceleyin devletten haberdar değildirler.Ne gam var, ne kar ve ne zarar düşüncesi.Ne bu filan kadının hayali, ne o filan erkeğin kuruntusu!

Arifin hali , uyanıkken de budur, Tanrı”onlar uykudadırlar” dedi. Bunu inkar etme.Onlar gece gündüz dünya ahvalinden uykudadırlar;Rabbin elinde evirip çevirdiği kalem gibidirler.Yazı esnasında eli görmeyen kimse, kalemin hareketini kalemden sanır.Tanrı arifin bu halinden halka pek az bir miktarını gösterdi; halkı ise hisse mensup uyku kapladı(gaflete dalıp arifi anlamadılar.) Onların canı:sırrına akıl almaz sahraya gitti.Ruhlarıda istirahatte, bedenleri de.Sonra tekrar bir ıslıkla onları tuzağa çeker, hepsini teklif kaydine düşürürsün.

*Sabah vaktinin nuru baş kaldırıp feleğin altın gerkesi kanat çırpınca, Sabahı zuhura getiren, İsrafil gibi, herkesi o diyardan suret alemine getirir; Yayılmış ruhları cisim yapar, her cismide tekrar gebe bırakır. Can atlarını eğersiz kor; bu, “uyku ölümün kardeşidir”sırrıdır.

Fakat gündüzün geri gelmeleri için ayaklarını uzun bir bağla bağlar.Ta ki o çayırdan, onu geri çeke ve otlaktan yine yük altına getire.Keşki Eshab-ı kehf gibi, yahut Nuh’un gemisi gibi bu ruhu koruyaydı. Da bu fikir, bu göz ve kulak;şu uyanıklık ve akıl tufanından kurtulaydı. Dünyada nice Eshab-ı Kehf vardır ki bu zamanda senin yanıbaşında ve önündedir. Mağara da , dost da onunla terennüm etmektir. Ne fayda, senin gözünde ve kulağında mühür var?

Halife, Leyla’ya dedi ki:”Sen o musun ki Mecnun, senin aşkından perişan oldu ve kendini kaybetti.Sen başka güzellerden güzel değilsin.” Leyla, “Sus, çünkü sen mecnun değilsin” diye cevap verdi.

Uyanık olan daha ziyade uykudadır. Onun uyanıklığı uykusundan beterdir. Canımız hak uyanı olmazsa uyanıklık, bizim için iki dağ arasındaki boğaz ve geçit gibidir. Canın; her gün hayalin tekmesini yemeden, ziyandan, faydadan, elden çıkarma, kaybetme korkusundan. Ne temizliği kalır, letafeti, ne kuvveti, ne de göklere çıkacak yolu!
Uyumuş ona derler ki o,her hayalden ümitlenir, onunla konuşur; Uykuda Şeytan’ı Huri gibi görür, sonra şehvetle Şettan’a erlik suyu döker.Nesil tohumunu çorağa dökünce uyanır, kendine gelir, hayalde ondan kaçar. O rüyadan elde ettiği baş ağrısı, beden pisliğidir. Ah o zahirde görünen, hakikatte görünmeyen, aslı olmayan hayalden!

Kuş havadadır, gölgesi yerde kuş gibi uçar görünür.Ahmağın biri, o gölgeyi avlamaya kalkışır, takati kalmayıncaya kadar koşar. O gölgenin havadaki kuşun aksi olduğundan; o gölgenin aslının nerde bulunduğundan haberi yok! Gölgeye doğru ok atar. Bu araştırma yüzünden okluk bomboş kalır.

Ömrünün okluğu boşaldı. Ömür gitti; gölge avı ardında koşmada yandı eridi! Bir kişinin dadısı, tanrı gölgesi olursa onu gölgeden ve hayalden kurtarır.Tanrıya kul olan, Tanrı gölgesidir. O bu alemden ölmüş, Tanrı ile dirilmiştir. Fırsatı kaçırmadan ve şüphe etmeksizin onun eteğine sarıl ki ahir zamanın sonundaki fitnelerden kurtulasın.

Tanrı gölgeyi nasıl uzattı (ayeti) evliyanın nakşidir. Çünkü veli , Tanrı güneşi nurunun delilidir. Bu yolda bu delil olmaksızın yürüme, Halil gibi “Ben batanları sevmem de”! Yürü, gölgeden bir güneş bul. Şah Şems-i Tebrizi’nin eteğine yapış! Bu düğün ve gelinin bulunduğu yerin yolunu bilmezsen Hak ziyası Hüsameddin’den sor!

Haset yolda gırtlağına sarılsa... bil ki İblis’in tuğyanı hasettir. Çünkü o, haset yüzünden Adem’den arlanır... Kutlulukla haset yüzünden savaşır. Yolda bundan daha güç geçit yoktur. Ne kutludur o kişi ki yoldaşı, haset değildir. Bu beden, haset evi olagelmiştir. Soy sop hasetten bulaşık bir hale düşer. Ten haset evidir ama Tanrı, o teni tertemiz etmiş, arıtmıştır.

“Evimi temizleyin” ayeti beden temizliğini bildirir. Bedenin tılsımı toprağa mensupsa da hakikatte nur definesidir. Sen (hakikatte) teni olmayana hile ve haset edersen o hasetten gönül kararır. Tanrı erlerinin ayakları altına toprak at!

O vezirciğin yaratılışı hasettendi, onun için abes yere kulağını, burnunu yele verdi! O ümitle ki haset iğnesinden akan zehirle mahzunları ta canlarından zehirliye.

Hasetten burnunu koparan kişi, kendisini kulaksız ve burunsuz bırakır. Burun, odur ki bir koku alsın ve kokuda, koku alanı bir yüzün bulunduğu tarafa götürsün. Kim koku almazsa burunsuzdur, koku da ancak din kokusudur.Bir koku alıp onun şükrünü eda etmiyen kimse, küfranı nimet etmiş ve kendi burnunu mahveylemiştir. Hem şükret, hem şükredenlere kul ol. Onların huzurunda ölerek ebedi hayat kazan! Vezir gibi sermayeyi, yol vuruculuktan edinme. Tanrı kullarını namazdan menetme.

O kafir vezir, din nasihatçisi olarak hile ile badem helvasına sarımsak karıştırmıştı!

Zevk sahibi olanlar onun sözünde acılık karışmış bir tat sezdiler.O, garezle karışık latif sözler söylemekte, gül sulu şeker şerbetinin içine zehir dökmekteydi. Sözünün dış yüzü, yolda çevik ol, diyordu. Ardından da cana, gevşek ol demekteydi.

Gümüşün dışı ak ve berraksa da el ve elbise ondan katran gibi bir hale hale gelir. Ateş kıvılcımlarıyla kızıl çehreli görünürse de onun yaptığı işin sonundaki karanlığa bak! Yıldırım, bakışta saf bir nurdan ibaret görünür;(fakat) göz nurunu çalmak (gözü kamaştırmak) onun hassasıdır.

Vezirin sözleri, uyanık ve zevk sahibi olanlardan başkaları için bir boyun halkasıydı(onun sözlerini kabul etmişler,ona uymuşlardı).Vezir padişahtan altı ay ayrı kaldı, bu müddet zarfında İsa’ya uyanlara penah oldu. Halk umumiyetle dinini de, gönlünü de ona ısmarladı. Onun emir ve hükmü önünde herkes, can feda ediyordu.

Padişahla onun arasında haber gidip geliyordu. Padişah, ona gizlice vahitlerde bulunuyordu.

*Nihayet muradının hasıl olması, hıristiyanların toprağını yele vermesi için. Padişah “Ey devletli vezirim, vakit geldi, kalbini gamdan tez kurtar”diye mektup yazdı. Vezir de “padişahım; işte şimdicik İsa dinine fitneler salma işindeyim” diye cevap verdi.

Hükümetleri zamanında, İsa kavminin on iki emri vardır.Her fırka bir emre tabiydi; kendi beyine tamah yüzünden kul olmuştu.Bu on iki emirler kavimleri, o kötü vezire bağlanmışlardı.Hepsi, onun sözüne itimad ediyordu, hepsi onun mesleğine uymuştu.O, öl, der demez her emir hemen o anda ölürdü.

Vezir, her emrin adına birer tomar düzdü. Her tomarın yazısı, başka bir olaydı.

Her birinin hükmü başka bir çeşittir. Bu baştan aşağıya kadar ona aykırıdır.Birinde riyazat ve açlık yolunu tövbenin rüknü, Tanrı’ya dönüşün şartı yapmış.
Birinde “Riyazat faydasızdır, bu yolda cömertlikten başka kurtuluş yoktur” demişti.
Birinde demişti ki: “Senin açlık çekişin, mal verişin mabuduna şirk koşmadır. Gam ve rahat zamanında Tanrı’ya dayanmak ve tamamiyle teslim olmaktan gayri hepsi hiledir, tuzaktır.”
Öbüründe demişti ki: “Vacip olan hizmettir, yoksa tevekkül düşüncesi suçtan ibarettir.”
Birinde; “Dindeki emir ve nehiyler, yapmak için değil, aczimizi bildirmek içindir. Ta ki onlardan aciz olduğumuzu görelim de Tanrı kudretini bilelim, anlayalım” demişti.
Öbüründe, “Kendi aczini görme, uyan, kendine gel; o aczi görüş, küfranı nimettir. Kendi kudretini gör ki bu kudret ondandır. Kudretini, nimeti bil ki, kudret odur” demişti.
Birinde demişti ki: “Bu ikisinden de geç, nazarına her ne sığarsa put olur!”
Öbüründe; “Bu mumu söndürme ki bu görüş, meclise mum mesabesindedir. Eğer nazardan ve hayalden geçersen gece yarısı visal mumunu söndürmüş olursun” demişti.
Birinde demişti ki: “Söndür, hiç korkma ki yüz binlerce karşılığını göresin. Çünkü nazar mumunu söndürmekle can mumu artar, kuvvet bulur. Sabrının yüzünden Leyla’n Mecnun olur! Kim, zahitliği yüzünden dünyayı terk ederse dünya onun önüne çok, daha çok gelir!”
Başka birinde; “Hak sana ne verdiyse onu icat ederken tatlılaşmıştır, kolaylaştırmıştır. Onu güzelce al; kendini zahmete sokma” demişti.
Birinde demişti ki: “Kendine ait olanı terk et, çünkü tabiatının kabul ettiği, merduttur, kötüdür. Birbirine aykırı yollar, nefse kolaydır, herkese bir din, can olmuştur,eğer Hak’kın din işlerini kolaylaştırması, doğru bir yol olsaydı her yahudi ve mecusi, Tanrı’yı duyar, anlardı” demişti.
Öbüründe demişti ki: “Kolay, odur ki gönlü hayatı ve canın gıdası ola. Tabiatın hoşlandığı her şey, vakti geçince, çorak yere ekilmiş tohum gibi mahsul vermez. Onun mahsulü, pişmanlıktan başka bir şey olmaz; onun kazancı, sahibine ziyandan başka bir şey getirmez. O zevk, sonunda da önünde olduğu gibi kolay ve hoş görünmez; nihayette adı güç olur, güçlenmiş bir hale gelir.

Sen güçlendirilmişle, kolaylaştırılmışı, birbirinden ayırdet; bunun yüzünü de sonuna nazaran gör, onun yüzünü de sonuna nazaran”Bir tomarda da; “Bir üstad ara. Akıbeti görme hassasını nesepte (şunun bunun soyundan gelmiş olmakta ve bununla öğünende) bulamazsın.

Her çeşit din salikleri üstad aramaksızın, peygamberlere tabi olmaksızın işlerin akibetlerini gördüler, kendi akıllarınca netice hakkında istidlallerde bulundular da bu yüzden hata ve dalalete düştüler. Akıbet, görme elle dokunmuş, örülmüş değildir. Böyle olsaydı dinlerde nasıl ayrılık olurdu?” demişti.
Bir tanesinde demişti ki: “Usta da sensin, çünkü ustayı da sen tanırsın. Er ol erlerin maskarası olma; kendi başının çaresine bak sersemleşme.”
Bir diğerine; “Bunların hepsi birdir. İki gören kimse şaşı adamcağızdır” demiş.Bir tomarda da; “Yüz, nasıl bir olur, bunu kim düşünür, meğer ki deli olsun! Bunların her biri, öbürünün zıddıdır. Gayrı zehirle şeker nice bir olur? Zehirden de şekerden de geçmedikçe vahdet bahçesinden nice koku alabilirsin? demişti.

O İsa dinine düşman olan vezir bu tarz da bu çeşitte on iki tomar yazdı.
İhtilaf; gidiş tarzındadır, yolun hakikatinde değil
O, İsa’nın bir renkte oluşundan koku alınamamıştı. O, İsa küpünün mizacından huy kapmamıştı.
Yüz renkli elbise, İsa’nın saf küpünden saba rüzgarı gibi sade ve latif bir hale gelir, tek bir renge boyanırdı. Birlikteki bu tek renklilik, insana usanç ve sıkıntı veren tek renklilik değildir.
Belki o tek renk deniz gibidir, ona dalanlar da balık gibi hayat ve neşe içindedirler. Karada gerçi binlerce renk var, ama balıkların kurulukla cengi var!
Misal olarak söylenen balık kimdir, deniz nedir ki yüce ve ulu padişah, ona benzesin!Varlık alemindeki yüz binlerce denizler ve balıklar, o ikram ve ihsan huzurunda secde ederler.
Nice ihsan yağmuru yağdı da deniz, inciler saçıcı bir hale geldi. Nice kerem güneşi nur saçtı da bulut ve deniz cömertlik öğrendi. Suya ve toprağa zatının ışığı vurdu da o sebeple yeryüzü, tane ve tohum kabul eder oldu.

Toprak emindir; ona her ne ekersen ihanet görmeksizin onun cinsini toplar, devşirirsin.Toprak bu eminliği o eminlikten bulmuştur, çünkü adalet güneşi ona nur saçmıştır.
İlk bahar, Hak fermanı getirmedikçe, toprak sırrını nice açığa vurur? O, öyle bir cömert ve vericidir ki bu haberleri, bu eminliği ve bu doğruluğu bir cemada , kuru yeryüzüne vermiştir. Fazıl ve ihsanı, kuru toprağı haberdar eder, kahır ve celali de akıllı insanları kör eyler.

Canda, gönülde o coşmaya takat yoktur. Kime söyliyeyim? Cihanda bir tek kulak yok! Nerede bir kulak varsa; onun yüzünden, göz oldu. Nerede bir taş varsa; onun lütfiyle yeşim taşına döndü.

Kimyayı meydana getiren o dur, kimya ne oluyor ki? Mucize bağışlayıcıdır,simya ne oluyor ki? Benim bu öğüşüm, öğmeyi terk etmenin ta kendisidir; çünkü bu öğüş, varlık delilidir, varlık ise hatadır.Onun varlığına karşı yok olmak gerektir:onun huzurunda varlık nedir? Manasız bir şeyden ibarettir! Varlık kör olsaydı... Ondan erirdi, güneşin hararetini tanır, anlardı. Bu zahiri vucudun Allah’ın varlığıyla var olduğunu bilmemesi körlüğüne delildir.

Padişah gibi vezir de cahil ve gafildi. Varlığı vacip olan Kadim Tanrı ile pençeleşiyordu. Öyle kudretli bir Tanrı ile pençeleşiyordu ki bir anda yoktan bu gibi yüz tanesini var eder.

Senin gözüne kendini görmek hassasını verince nazarında alem gibi yüzlerce alem meydana getirir. Her ne kadar dünya senin yanında azametli ve nihayetsizse de bil ki kudrete karşı bir zerre bile değildir. Zaten bu alem sizin canlarınızın hapishanesidir; uyanın, o tarafa gidin! Zira o taraf sizin sahranız, mesire yerinizdir.

Bu alemin hududu vardır, o alem ise esasen hadsizdir. Nakış ve suret, o manaya settir,maniadır.

Firavun’un yüz binlerce mızrağını tek bir Musa’nın bir tanecik asası ile kırdı.Yüz binlerce Calinus’un yüz binlerce hekimlik hünerleri vardı; İsa’nın ve nefesinin yanında batıl oldu. Yüz binlerce şiir defterleri vardı, bir tek Ümmi’nin kitabına karşı ayıp ve ar haline geldi.

Aşağılık olmayan kişi böyle galip Tanrı huzurunda niçin ölmesin.Çok dağ gibi gönüller kopardı. Kurnaz kuşu, iki ayağından asakoydu. Akıl ve zekada kemale ermekle Tanrı’ya varılmaz. Padişahın fazıl ve ihsanı aczini bilen kişiden başkasını kabul etmez.

Hey gidi hey... Çok köşe, bucak kazıcı ve hazine doldurucular; o kurup duran kişiye, o öküze(vezire) maskara oldular. Öküz kimdir ki sen onun maskarası olasın.

Bir kadının kötü işten yüzü sararınca, utanınca Tanrı, onu çarpıp Zühre yıldızı yaptı. Bir kadını Zühre yapmak çarpma oldu da balçık haline geliş, çarpılma değil midir? Be inatçı!!!Ruh seni en yüksek göklere çıkarırken sen en aşağılıklara, su ve çamura doğru gittin.Akılların bile imrendiği öyle bir varlığı, bu alçaklık yüzünden değiştin. Şimdi bak, bu senin kendini çarpman nasıl? O çarpılma yanında bu, gayet aşağı. Himmet atını yıldız cihetine sürdün, nücum ilmi ile uğraştın da secde edilmiş Adem’i tanımadın!

Ey hayırsız evlat! Nihayet sen Ademoğlusun, ne vakte dek alçaklığı şeref sayarsın.Niceye dek “ben alemi zaptedeyim, bu cihanı kendi varlığımla doldurayım” dersin?Dünyayı baştan başa kar kaplasa güneşin harareti, bir görünüşte onu eritir.

O vezirin vebalini de, daha onun gibi yüz binlercesinin vebalini de Tanrı bir kıvılcımla yok eder. O, aslı olmayan hayelleri, tamamı ile hikmet yapar; o, zehirli suyu şerbet haline getirir.O zan ve şüphe doğuran sözleri, hakikat ve yakin haline getirir. Kin ve adavet sebeblerinden dostluk ve muhabbet belirtir.
İbrahim’i ateş içinde besler; korkuyu, ruhun emniyeti ve selameti yapar. Onun sebep yakıcılığına hayranım. Onun hayallerinde Sofestai gibiyim.

O vezir kendince başka bir hile kurdu. Vaiz ve nasihati bırakıp halvete girdi. Müritleri yakıp yandırdı. Tam kırk elli gün halvette kaldı. Halk onun iştiyakından, hal ve tavrı ile sözünden, sohbetinden uzak düştükleri için deli oldular.Onlar yalvarıp sızlanıyorlardı, vezir ise halvette riyazattan iki büklüm olmuştu.

Hepsi birden”Biz sensiz kötü bir hale düştük, karışıklık içindeyiz, değneğini yeden birisi olmadıkça körün ahvali ne olur? İnayet et. Allah için olsun, bundan ziyade bizi kendinden ayırma! Bizler çocuk gibiyiz, sen bize dadısın; sen bizim üzerimize o gölgeyi döşe” demişlerdi.

Vezir dedi ki: “Ruhum dostlardan uzak değildir. Fakat dışarı çıkmaya izin yok. Emirler rica ve şefaate, müritler dil uzatmaya başladılar:“Ey kerem sahibi! Bu ne kötü talih ki sensiz gönülden de yetim kalmışızdır, dinden de. Sen bahaneler ediyorsun, biz ise dertle yürek yangınlığından soğuk soğuk ah edip duruyoruz. Biz senin sohbetine alışmışız. Biz senin hikmet sütünle beslenmişiz. Allah aşkına bize bu cefayı yapma; lütfen bu günü yarına bırakma! Gönlün razı olur mu, aşıkların, akıbet istifadesiz kalsınlar? Hepsi de karadaki balık gibi çırpınıyorlar. Suyu aç ırmağım bendini yık! Ey zamanede naziri olmayan zat! Allah aşkına halkın imdadına yetiş!”

Vezir dedi ki: “Dikkat ediniz, ey dedikodu düşkünleri! Dilden çıkan ve kulakla duyulan zahiri vaizleri arayanlar! Bu aşağılık duygu kulağına pamuk tıkayın, ten gözünden duygu başını çözün! O gizli kulağın pamuğu, baş kulağıdır, bu kulak sağır olmadıkça o can kulağı sağırdır. Hissiz, kulaksız, fikirsiz olur ki “İrcii-Tanrına geri dön” hitabını işitesiniz.

Sen uyanıklık dedikodusunda oldukça uyku sohbetinden nasıl olur da bir koku alabilirsin! Bizim sözümüz işimiz, hariçte yürümektedir. Batıni yürümek ise gökler üzerinde olur.
Cisim kuruluğu(bu alemi) gördü, çünkü kuruluktan (bu alemden) doğdu; can İsa’sı ayağını denize attı. Kuru cismin yürümesi, kuruya düştü, ama canın yürümesine gelince: Ayağını denizin ta ortasına bastı. Ömür kuruluk yolunda; gah dağ, gah deniz, gah ova aşarak geçip gittikten sonra...
Abıhayatı, nerede bulacaksın; deniz dalgalarını nerede yaracaksın? Kara dalgası, bizimkuruntularımız, anlayışımız ve fikrimizdir. Deniz dalgası ise kendinden geçiş, sarhoşluk ve yokluktur.
Sen bu sarhoşlukta oldukça o sarhoşluktan uzaksın. Bundan sarhoş oldukça o kadehten nefret eder durursun.Zahir dedikodusu toz gibidir. Kulak gibi bir müddet dinlemeyi adet edin!”

Hepsi birden dediler ki: “Ey bahane arayan hakim bu cefayı bize reva görme! Hayvana takati derecesinde yük yüklet. Zayıflara iktidarları nispetinde iş havale et!
Her kuşun yiyeceği lokma, kendine göredir. Nasıl olur da her kuş bir inciri(bütün olarak) yutabilir? Çocuğa süt yerine ekmek verirsen zavallı yavruyu öldü bil! Ondan sonra dişleri çıkınca kendi kendine onun içi ekmek ister.

Henüz kanadı çıkmayan kuş uçmaya kalkışırsa her yırtıcı kedinin lokması olur. Ama kanatlanınca o kendisinden teklifsizce,iyi ve kötü ıslık olmaksızın uçar.
Senin sözün Şeytan’ı susturur, senin lütuf ve keremin, bizim kulağımıza akıl ve fehim verir. Söyleyen, sen olunca kulağımız, tamam akıldan ibarettir.
Madem ki deniz sensin, kurumuz da denizdir! Ey (sekizinci gökteki) Simak burcundan (denizin dibindeki) balığa kadar her şey kendisinden nurlanmış olan! Seninle olunca yer, bize gökten daha iyidir. Sensiz, biz göğün ta üstünde bile karanlık içindeyiz.

Ey ay! Gayrı bu felek, nedir ki seninle mukayese edilebilsin? Göklerin süreta yüksekliği var. Mana yüzünden yükseklik temiz ruhundur. Süreta yükseklik, cisimlerindir, fakat mana huzurunda cisimler, isimlerden ibsrettir.

Vezir dedi ki: “Delillerinizi kısa kesiniz; nasihatimi can ve gönülden dinleyiniz. Emin isem, emin adam ittiham edilmez göğe ver desem bile!Eğer ben mahzı kemal isem kemali inkar nedir? Değilsem bu zahmet bu eziyet ne oluyor? Ben bu halvetten çıkmayacağım çünkü, kalp ahvali ile meşgulüm.”

Hepsi birden dediler ki: “Ey vezir, inkar etmiyoruz, bizim sözümüz ağyarın sözü gibi değildir. Ayrılığından göz yaşlarımız akmakta, canımızın ta içinden ahu vahlar coşmakta!”

Çocuk dadı ile kavga etmez. Gerçi ne kötüyü bilir ne iyiyi... Fakat boyuna ağlar durur! Biz çenk gibiyiz sen mızrak vurmaktasın; inleme bizden değil, sen inliyorsun!
Biz ney gibiyiz bizdeki nağme senden. Kazanıp kaybetmede satranç oyunu gibiyiz; ey huyları güzel! Bizim kazanıp kaybetmemiz sendendir.
Ey bizim canımıza can olan! Biz kim oluyoruz ki seninle ortada olalım, görünelim! Biz yokuz. Varlıklarımız, fani suretle gösteren Vücud-u Mutlak olan sensin.
Biz umumiyetle aslanlarız ama bayrak üstüne resmedilmiş aslanlar! Onların zaman zaman hareketleri, hamleleri rüzgardandır. Hareketimiz de, varlığımız da senin vergindir. Varlığımız umumiyetle senin icadındır. Yoksa varlık lezzetini gösterdin.

Yok olanı kendine aşık eylemiştin! O İn’am ve ihsanın lezzetini... mezeyi, şarabı ve kadehi esirgeme!Esirgersen kim arayıp tarıyabilir? Nakış nakkaşla nasıl mücadele eder? Bize bizim efendimize bakma; kendi ikramına, kendi cömertliğine bak!

Biz yoktuk, mücadelemiz de yoktu. Senin lütfun bizim söylenmemiş sırlarımızı da işitiyordu. Nakış, nakkaşın ve kaleminin huzurunda ama karnındaki çocuk gibi aciz ve eli bağlıdır.

Kudret huzurunda bütün alem mahlukları, iğne önünde gergef gibi acizdir.Kudret gergefe bazen şeytan resmi, bazen insan resmi işler; gah neşe, gah keder nakşeder.Gergefin eli yok ki onu def için kımıldatsın; dili yok ki fayda, zarar hususunda ses çıkarsın.

Sen beytin tefsirini Kur’an dan oku Tanrı “Attığın zaman sen atmadın” dedi.Biz bir ok atarsak, atış, bizden değildir. Biz yayız, o yayla ok atan Tanrı’dır.Bu “cebir” değil, cebbarlığın manasıdır. Cebbarlığı anış da, ancak Tanrı’ya tazarru ve niyaz içindir.

Bizim figanımız muztar ve kudretsiz olduğumuzun delilidir. Yaptığımızdan utanmamız da elimizde ihtiyar olduğuna delildir.Yapıp yapmamada ihtiyarımız varsa utanma ne? Bu acıklanma, bu utanış, bu teeddüp ne? Hocaların şakirtleri terbiye etmesi niçin; fikir, neden tedbirlerden tedbirlere dönüyor?
Eğer sen “O, cebirden gafildir. Hak’ka mensup olan ay, bulutta yüzünü gizliyor” dersen.Buna hoş bir cevap var; dinlersen küfürden geçer dini tasdik eder, bana tabi olursun:Hasret ve figan, hastalık zamanındadır.

Hastalık zamanı tamamı ile uyanıklık zamanıdır. Hasta olduğun zaman günahından istiğfar eder durursun.Sana günahın çirkinliği görünür; iyileşince yola geleyim diye niyet edersin. Bundan sonra kulluktan başka bir iş ihtiyar etmiyeyim diye ahdeylersin.

Şu halde bu yakinen anlaşıldı ki hastalık sana akıllılık bahşediyor. Ey asılı arayan kimse! Şu aslı bil ki kimde dert varsa o, koku almış, dermana ermiştir.Kim daha ziyade uyanıksa o daha ziyade dertlidir. Kim işi daha iyi anlamışsa onun benzi daha sarıdır.

Hak’kın cebrinden agah isen feryadın nerede? Cebbarlık zincirini görüşün hani? Zincire bağlanan nasıl olur da neşelenir? Hapiste esir olan nasıl hürlük eder? Eğer ayağını bağladıklarını, başına padişah çavuşlarının dikildiğini görüyorsan...Gayrı sende acizlere çavuşluk etme. Çünkü bu vazife acizlerin huyu ve tabiatı değildir.Madem ki görmüyorsun; Tanrı’nın cebrinden bahsetme! Görüyorsan hangi gördüğünün nişanesi?

Hangi bir işe meylin varsa o işte kendi kudretini apaçık görür durursun; hangi işe meylin ve isteğin yoksa... Bu Tanrı’dandır diye kedini Cebri yaparsın! Peygamberler, dünya işinde Cebridirler, kafirler de ahiret işinde. Peygamberlerin, ahiret işinde ihtiyarları vardır, cahillerin de dünya işinde.

Zira her kuş, kendi cinsinin bulunduğu yere gider, bedeni, geride uçmaktadır, canı daha tez, daha ileri gitmekte.! Kafirler “Siccin” cinsinden olduklarından dünya zindanına rahat rahat gelmişlerdir.

Peygamberler, (İlliyyi) cinsinden olduklarından can ve gönül İlliyyine doğru gitmişlerdir.Bu sözün sonu yoktur, fakat biz yine dönüp o hikayeyi tamamlayalım:

Vezir içerden seslendi: “Ey müritler, benden size şu malum olsun. Ki İsa bana “Hep yakınlarından, arkadaşlarından ayrıl, tek ol, yüzünü duvara çevirip yalnızca otur, kendi varlığından da halveti ihtiyar et” diye vahyetti.Bundan sonra konuşmaya izin yok, bundan sonra dedikodu ile işim yok.

Dostlar elveda! Ben öldüm, yükümü dördüncü göğe ilettim. Bu suretle de ateşe mensup feleğin altında zahmet ve meşakkatler içinde yanmayalım. Bundan sonra dördüncü kat gök üstünde, İsa’nın yanında oturacağım.”

Neden sonra o emirleri yalnız ve birer birer çağırıp her birine bir söz söyledi.Her birine “İsa dininde Tanrı vekili ve benim halifem sensin. Öbür emirler senin tabilerindir. İsa, umumunu senin taraftarın ve yardımcın etti. Hangi emir, baş çeker, tabi olmazsa onu tut; ya öldür yahut esir et, hapse at. Ama ben sağ iken bunu kimseye söyleme, ben ölmedikçe, reisliğe talip olma. Ben ölmedikçe bunu hiç meydana çıkarma. Saltanat ve galebe davasına kalkışma.
İşte şu tomar ve onda Mesih’in hükümleri... Bunu ümmete tasih bir tarzda oku!” dedi.

O, her emire ayrı olarak şunu söyledi: “Tanrı dininde senden başka naib yoktur!”Her birini ayrı ayrı ağırladı. Ona ne söyledi ise buna da onu söyledi. Her birine bir tomar verdi, her tomar öbürünün zıddını ifade ediyordu. O tomarların metni “Ya” harfinden “Elif” harfine kadar olan harflerin şekilleri gibi birbirine aykırıdır. Bu tomarın hükmü, öbürünün zıddıydı, bu zıt diyeti bundan önce bildirdik.

Ondan sonra daha kırk gün kapısını kapadı. Kendisini öldürüp varlığından kurtuldu.Halk onun ölümünü haber alınca kabrinin üstü kıyamet yerine döndü. Bir hayli halk onun yası ile saçlarını yolarak, elbiselerini yırtarak mezarı üstüne yığıldı.

Arap’tan ,Türk’ten, Rum’dan, Kürt’ten oraya toplananların sayısını da ancak Tanrı bilir.Mezarın toprağını başlarına serptiler. Onun derdini yerinde ve dertlerine derman gördüler. Bir ay ahali, mezarı üstünde gözlerinden kanlı yaşlara yol verdiler. Onun ayrılığı derdinden padişahlar da, büyükler de, küçükler de ah u figan ediyorlardı.

Bir ay sonra halk dedi ki: “Ey ulular! Siz beylerden o vezirin makamına oturacak kimdir. Ki biz o zatı, vezirin yerine imam ve mukteda tanıyalım. Elimizi de, eteğimizi de onun eline teslim edelim.

Madem ki güneş battı ve bizim gönlümüzü dağladı, onun yerine çırağı yakmaktan başka çaremiz yok.Sevgili, göz önünden kayboldu mu, onun visalinden mahrum kaldık mı, yerine birisinin vekil olması, birisinin bize yadigar kalması gerekir.Gül mevsimi geçip gülşen harap olunca gül kokusunu nereden alalım? Gül suyundan!

Ulu Tanrı açıkça meydan da olmadığından, bu peygamberler Hakk'ın vekilleridir. Hayır yanlış söyledim. Vekil ile vekil edeni iki sanırsan (bu) hatadır, iyi bir şey değil.Sen sürete taptıkça ikidir. Süretten kurtulana göre ise birdir. Bir adam, gözün nuruna bakarsa iki gözün nuru, birbirinden ayırdedilemez.

Bir yerde on tane çırağ bulundurulursa görünüşte her biri, öbüründen ayrıdır. Nuruna yüz çevirirsen şüphesiz ki birinin nurunu öbürlerinden ayırt etmeye imkan yoktur.

Yüz tane elma, yüz tane de ayva saysan her biri ayrı ayrıdır. Onları sıkarsan yüz kalmaz hepsi bir olur. Manalar da taksim ve sayı yoktur, ayırma birleştirme olamaz. Dostun, dostlarla birliği hoştur. Mana ayağını tut (ona yönel), süret serkeştir.Serkeş süreti, eritip mahveyle ki onun altında define gibi olan vahdeti göresin. Eğer sen eritmezsen onun (Tanrı’nın) inayetleri, esasen onu eritir.

Ey gönlüm kulu olan Tanrı!O hem gönüllere kendini gösterir, hem dervişin hırkasını diker. Hepimiz yayılmıştık ve bir. Orada başsız ve ayaksızdık; Güneş gibi bir cevherdik, düğümsüz ve saftık... su gibi.O güzel ve latif nur sürete gelince kale burçlarının gölgesi gibi sayı meydana çıktı. Mancınıkla burçları yıkın ki bu bölüğün arasından ayrılık kalksın.

Mutlaka ben bunu açar, anlatırdım, fakat bir fikir bile sürçmesin, (bundan) korkarım. Nükteler keskin bir çelik kılıç gibidir. Eğer kalkanın yoksa gerisin geriye kaç! Kalkansız bu elmasın karşısına gelme. Çünkü kılıca kesmekten utanç gelmez.Ben bu sebepten kılıcı kına koydum; Ters okuyan birisi, aykırı mana vermesin.

Hikayeyi tamamlamaya, doğrular topluluğunun vefakarlığından bahse geldik: O reisin ölümünden sonra kalktılar, yerine bir vekil istediler.

O emirlerin birisi öne düşüp o vefalı kavmin yanına gitti. Dedi ki: “İşte o zatın vekili; zamanede İsa halifesi benim. İşte tomar, ondan sonra vekilliğin bana ait olduğuna dair burhanımdır.”

Öbür emirde pusudan çıkageldi. Hilafet hususunda onun davası da bunun davası gibiydi. O da koltuğundan bir tomar çıkardı, gösterdi. Her ikisinin de Yahudi kızgınlığı başladı.
Diğer emirler de bir bir katar olup (birbirlerinin ardınca davaya kalkışıp keskin kılıçlar çektiler.) Her birinin elinde bir kılıç ve bir tomar vardı; sarhoş filler gibi birbirlerine düştüler.

Yüz binlerce Hıristiyan öldü, bu suretle kesik başlardan tepe oldu. Sağdan soldan sel gibi kanlar aktı. Havaya dağlarcasına tozlar kalktı. O vezirin ektiği fitne tohumları, onların başlarına afet kesilmişti.

Cevizler kırıldı; içi sağlam olan, kırıldıktan sonra temiz ve latif ruha malik oldu. Ancak ten nakşına ait olan öldürmek, nar ve elmayı kırmak, kesmek gibidir. Tatlı olan nardenk şerbeti olur, çürümüş olanın ise bir sesten başka bir şeyi kalmaz. Esasen manası olan meydana çıkar; çürümüş olan rüsvay olur, gider.

Ey sürete tapan! Türü, manayı elde etmeye çalış! Çünkü mana süret tenine kanattır. Mana ehliyle düş, kalk ki hem ata ve ihsan elde edesin, hem de feta olasın. Bu cisimde manasız can; hilafsız, kılıf içinde tahta kılıç gibidir. Kılıfta bulundukça kıymetlidir. Çıkınca yakmaya yarar bir alet olur. Tahta kılıcı muharebeye götürme, ah-ü figane düşmemek için önce bir kere kontrol et; Eğer tahta ise, yürü... başkasını ara; eğer elmassa sevinerek ileri gel!

Elmas kılıç, velilerin silah deposundandır. Onları görmek size kimyadır. Bütün bilenler, ancak ve ancak bunu böyle demişlerdir: bilen alemlere rahmettir. Nar alıyorsan gülen (çatlak) narı al ki onun gülmesi, sana tanesi olduğunu haber versin. O ne mübarek gülmedir ki can kutusundaki inci gibi, ağızdan gönlü gösterir.

Mübarek olmayan gülme, lanetin gülmesidir: Ağzını açınca kalbinin karanlığını gösterir. Gülen nar bahçeyi güldürür. Erler sohbeti de seni erlerden eder.Katı taş ve mermer bile olsan, gönül sahibine erişirsen cevher olursun. Temizlerin muhabbetini ta... canının içine dik. Gönlü hoş olanların muhabbetinden başka muhabbete gönül verme.

Ümitsizlik diyarına gitme, ümitler var. Karanlığa varma güneşler var. Gönül seni gönül ehlinin diyarına; ten, seni su ve çamur hapsine çeker. Agah ol, bir gönüldeşten gönül gıdasını al... onunla gönlünü gıdalandır. Yürü, ikbali bir ikbal sahibinden öğren!!!

İncil'de Mustafa’nın, o Peygamberler başının, o sefa denizinin adı vardı. Sıfatları, şekli, savaşı, oruç tutuşu ve yiyişi anılmıştı. Hıristiyan taifesi, o da, o hitaba geldikleri zaman sevap için. Yüce adı öperler; latif vasfa yüz sürerlerdi.

Bu söylediğimiz fitne esnasında o taife, fitneden, kargaşalıktan emindiler. Onlar, o emirlerin ve vezirin şerlerinden emin olup Ahmed adının sığınağında korunmuşlardı. Onların neslide çoğaldı. Ahmed’in nuru, bunlara yardım etti, yar oldu.

Hıristiyanlardan AHMED adını hor tutan diğer fırka, fitnelerden ve o tedbiri de şom, fitnesi de şom vezir yüzünden hor ve kıymetsiz bir hale geldi. Manaları ters, sözleri aykırı tomarlara uymalarından dolayı dinleri de müşevveş bir hale geldi, hükümleri de!

Ahmed’in adı böyle yardım ederse acaba nuru nasıl korur? Ahmed adı sağlam bir kapı olunca o emin ruhun zatı ne olur?
Vezirin belası yüzünden yoldan çıkmış olan o nasihat kabul etmez padişahtan sonra.

Mesnevi-i Şerif-i Celâleddin / I. CİLD


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: Mesnevi-i Şerif-i Celâleddin / I. CİLD
MesajGönderilme zamanı: 17.06.11, 10:02 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 06.07.10, 13:34
Mesajlar: 22
Ahmed'e Doğru - 2

İsa dinini mahvetmek için aynı Yahudinin neslinden diğer bir padişah meydana çıktı. Bu diğer padişahın meydana çıkışını haber almak istersen “Vessamai zatülburüc” süresini oku.
Birinci padişahtan doğan kötüye adeta bu padişahta ayak uydurdu.

Bil ki o çeşit sitem ve zulümlerden bu, ne yaparsa Tanrı, günahını artıksız, eksiksiz ilk zalimden sorar.

Kim fena bir adet koyarsa ona her an lanet gider durur. İyiler gittiler, güzel usul ve adetleri kaldı; kötü adamlardan da zulümler ve lanetler. Kıyamete kadar o kötülerin cinsinden kim vucuda gelse yüzü o kötülüğedir.

Bu tatlı suyla tuzlu su; damar damardır. Halk arasında sür üfürülünceye dek birbirine karışmadan böylece gider durur. İyilere tatlı su miras kaldı. O ne mirastır? “Evrensel kitap” mirası.

Dikkat edersen taliplerin dileği Peygamberlik cevherinin şuleleridir, o şuleleri dilerler.Şuleler mücevherlere tabi olarak parıldar ve dönerler. Şule, nereden çıkıyorsa, madeni nerede ise oraya gider.

Güneş, bir burçtan bir burca gidip durduğundan pencereye vuran ziyası da evin etrafında döner dolaşır. Kimin bir yıldızla alaka ve merbutiyeti varsa o, kendi yıldızı ile döner, dolaşır, o yıldızın tesiri altındadır.
Talihli Zühre ise şevki, çalıp çağırmayı, aşkı diler, onlara adamakıllı meyli vardır.
Kan dökücü huylu Mirrih’e mensup ise cenk, bühtan ve düşmanlık arar.

Yıldızların ardında yıldızlar vardır ki onlarda ihtirak ve nahis olmaz. Onlar bu yedi kat gökten başka diğer göklerde seyir ve hareket ederler. Birbirlerine bitişik ve birbirlerinden ayrı olmayan bu yıldızlar, Tanrı nurlarının ışığında dururlar. Her kimin talihi o yıldızlardan olursa o kimsenin zatı, kafirleri taşlayıp yakar.
Onun hışmı, bazen galip gelen, bazen mağlup olan ve tesiri böylece değişerek yürüyen Mirrih’in hışmına benzemez.

Galip nur, noksandan ve karanlıktan emindir. Tanrı nurunun iki parmağı arasındadır.O nuru ,canlara Hak saçtı. Devletliler, onunla eteklerini doldurmuşlardır.O nur saçışını bulan yüzünü Tanrı’nın gayrısıdan çevirmiştir.Kimin aşk eteği yoksa o nur saçışından nasipsiz kalmıştır. Cüzülerin yüzü, külle doğrudur. Bülbüllerin aşkı güledir.

Öksüzün rengini dışından, insanın rengini, sarı, kırmızı... her neyse içinde ara. İyi renkler temizlik küpünden hasıl olur.
Çirkinlerin rengi ise, kirli kara sudan meydana gelir.O latif rengin adı “Sıbgatullah-Tanrı boyası” dır. Bu kirli rengin kokusu ise... Tanrı lanetidir. Denizden olan, yine denize gider; nereden gelmişse, yine oraya varır.

Dağ başından, hızlı hızlı akan seller; bizim tenimizden de aşkla karışık olarak akıp giden can, aslına gidip kavuşur.

O köpek Yahudi, bak, ne tedbirde bulundu? Ateşin yanına bir put dikti. “Kim bu puta taparsa kurtulur. Secde etmeyen, ateşin tam ortasına oturur” dedi.O, nefis putunun cezasını vermeyince nefis putundan, başka bir put doğdu.Putların hası nefsinizin putudur. Çünkü o put yılan, bu put ejderhadır.

Nefis; demir ve taştan yapılan çakmaktır, put kıvılcımdır. O kıvılcım su ile söner.Fakat taş ve demir,(çakmak), su ile söner mi? Ademoğlunda, bu ikisi oldukça ne vakit ve nasıl emin olur? Taş ve demir, ateşi içlerinde tutarlar, su onların ateşine işlemez, tesir edemez.Irmak suyundan harici ateş söner. Fakat taş ve demirin içine su nasıl girer?

Küpün ve testinin suyu fanidir. Lakin pınarın suyu daima taze ve bakidir.

Ateş ve dumanın asli demir ve taştır. Hıristiyan ve Yahudi küfrü, ikisinin fer’idir.

Put bir testide gizli kara sudur. Nefsi, muhakkak olarak o kara suyun pınarı bil.O yontulmuş put, kara sel gibidir. Put yapan nefis, anayolda bir pınardır.Bir taş parçası yüz testiyi kırar ama pınar suyu durmadan kaynar.

Put kırmak kolay, gayet kolaydır. Fakat nefsi kolay görmek cahilliktir.

Ey oğul, nefsin misal ve süretini istersen yedi kapılı cehennemin kıssasını oku.Nefsin her anda bir hilesi var, her hilesinde yüzlerce Firavun, Firavun’a uyanlarla boğulmuş. Musa’nın Tanrı’sına ve Musa’ya kaç; Firavunluk ederek iman suyunu dökme!Ahad ve Ahmed’e yapış, ey kardeş, ten Ebucehl’inden kurtul.

O Yahudi, bir kadını çocuğu ile putun önüne getirdi, ateş yalımlanmıştı. Çocuğu anasından alıp ateşe attı. Kadın korkup gönlünü imandan ayırdı. Kadın put önünde secde etmek isteyince çocuk ateş içinde “ben ölmedim” diye haykırdı.

“Ana gel. Gerçi zahirde ateş içinde isem de ben burada iyiyim, hoşum. Bu ateş; perde olarak zahirde bir gözbağıdır. Fakat hakikatte mana yakasından baş çıkartmış, zuhur etmiş bir rahmettir. Ana gel, Tanrı’nın buhranını gör ki bu süretle Hak hastalarının zevk ve işaretini göresin.

Ana hakikatte ateş olan, fakat zahiren suya benzeyen bir alemden çık, bu ateşe gir de ateşe benzeyen suyu gör. Ateşe gir de ateş içinde gül ve yasemin bulan İbrahim’in sırlarını gör. Senden doğarken ölümü görüyordum, senden ayrılmaktan çok pek korkuyordum. Halbuki senden doğunca havası hoş, rengi güzel bir aleme gelip dar bir zindandan kurtuldum. Şimdi şu ateş içindeki sükün ve rahatı bulunca dünyayı ana rahmi gibi görmeye başladım.

Bu ateş içinde bir alem gördüm ki her zerresinde bir İsa nefesi var. Şekli yok kendisi var bir cihan... O zahiren var olan dünya ise sebatsız şekilden ibaret.

Ana, analık hakkı için gel, gir... bu ateşin ateşlik hassası yok. Ana, gel, gir... tam talih ve devlet zamanı. Ana, gel, gir... devleti elinden kaçırma.

O köpeğin kudretini gördün. Gel de bir de Tanrı’nın lütuf ve kudretini gör. Ben sana acıdığımdan ayağını çekiyorum, yoksa neşemden zaten seni kayıracak halde değilim. İçeri gel, başkalarını da çağır ki padişah ateş içinde sofra kurmuştur.

Ey Müslümanlar, hepiniz ateşe girin; din lezzetinden başka her şey azaptan ibarettir.

Ey ahali, hepiniz yüzlerce baharı olan bu nasibe pervane gibi gelin, atılın!” diye bağırdı.
O, cemaat ortasında böylece bağırmakta; halk, sesinden heybet içinde kalmaktaydı.

Bunun üzerine kadın, erkek kendilerini, ihtiyarsız, ateşe atmaya başladılar. Hem de memur olmaksızın, kimse kendilerine cebretmeksizin. Yalnız dost aşkı ile. Çünkü sevgili, her acıya lezzet verir.
Nihayet öyle oldu ki hademe, halkı “ateşe atılmayınız” diye menetmeye başladı.

O Yahudi’nin yüzü kara ve mahcup bir hale geldi. Bu sebeple pişman oldu, gönlü sıkıldı. Zira halk, imana eskiden olduğundan daha ziyade aşık, kendilerini feda etmede daha fazla sadık oldular.

Şükür olsun ki , Şeytan’ın hilesi ayağına dolaştı. Şükür olsun ki, Şeytan da kendisini yüzü kara gördü! Halkın çehresine sürüp bulaştırdığı zillet tamamı ile o adamlıktan dışarı padişahın yüzüne bulaştı.

O, pervasızca halkın elbisesini yırtardı, kendininki yırtıldı, halkın elbisesi sağlam kaldı.

Birisi ağzını eğerek Ahmed adını alaylı andı, ağzi çarpıldı öyle kaldı. Pişman olup “Ey Muhammed, affet! Ey peygamber, sen, Min ledün ilminden lütuflara mazharsın.Ben bilgisizlikten seninle alay ettim. Alay edilmeye layık ben oldum”dedi.

Tanrı, bir kimsenin perdesini yırtmak isterse onu, temiz kişileri ta’netmeye meylettirir. Tanrı bir kimsenin ayıbını örtmek isterse o kimse ayıplı kimselerin ayıbı hakkında ses çıkaramaz olur.

Tanrı, yardım etmek dilerse bize yalvarmak ve munacatta bulunmak meylini verir. Onun için ağlıyan göz ne mübarektir. Onun aşkı ile yanıp kavrulan yürek ne mukaddestir.

Her ağlamanın sonu gülmektir. Sonunu gören adam, mübarek bir kuldur. Akar su nerede ise orası yeşerir; nereye göz yaşı dökülür ise oraya rahmet nazil olur. İnleyen dolap gibi gözü yaşlı ol ki can meydanın da yeşillikler bitsin. Ağlamak istersen gözyaşı dökenlere acı... Merhamete nail olmak istersen zayoflara merhamet et!

Padişah ateşe yüz çevirip dedi ki: “Ey sert huylu! Tabiatındaki o cihanı yakıcılık nerede? Niye yakmıyorsun? Ne oldu senin hassan? Yoksa bizim talihimizden niyet mi değişti? Sen ateşe tapana bile lütfetmezsin. Sana tapmayan nasıl kurtuldu?

Ateş! Sen hiç sabırlı değildin. Niye yakmıyorsun, sebep ne, kaadir mi değilsin? Bu göz bağı mı, yoksa akıl bağı mı? Böyle yücelmiş alev nasıl yakmaz? Seni birisi büyüledi mi, yoksa simya mı? Yahut tabiatının değişmesi bizim talihimizden mi?

Ateş dedi ki: “Ey şaman! Ben yine o ateşim. Hele bir içeri gel de benim hararetimi gör! Benim tabiatım da değişmedi, unsurum da. Ben Tanrı kılıcıyım, izinle keserim.

Türkmen’in köpekleri, çadır kapısında misafire yaltaklanmış, ama çadır yanına yabancı biri uğrayacak olursa köpeklerden aslancasına hamleler görür.
Kullukta, ben köpekten aşağı değilim; Tanrı’da hayat ve kudrette bir Türk’ten aşağı kalmaz.

Tabiat ateşi eğer seni gamlandırırsa o yakış, din sultanının emriyledir. Tabiat ateşi eğer sana sevinç verir ise ona o sevinci din sultanı verir.

Gam görünce istiğfar et. Çünkü gam, Halik emri ile tesir eder. Tanrı isterse bizzat gam, neşe... bizzat ayak bağı, azatlık ve hürriyet olur.

Rüzgar, toprak, su,ateş; kölelerdir. Benimle, seninle ölüdürler. Hak’la diridirler, ancak onun emrini tutarlar.

Ateş Tanrı huzurunda daima emre hazırdır, aşık gibi gece gündüz daima kıvranıp durmaktadır. Taşı demire vurunca kıvılcım sıçrar. Fakat kıvılcım (senin çakmağı çakmanla değil), Tanrı fermanı ile dışarı ayak basar.

Zulüm demiri ile taşını birbirine vurma. Çünkü bu ikisi, erkek ve kadın gibi meydana çocuk getirirler. Taş ve demir sebepten ibarettirler ama ey iyi adam, sen daha ileriye bak. Çünkü bu sebep, hakiki sebep olmaksızın nasıl meydana gelir? Enbiyaya sebep olan o sebepler, bu sebeplerden daha yüksektir.

Bu müessir bir hale getiren o sebeptir. Bazen de olur ki semeresiz ve atıl kılar, hükümsüz bırakır. Bu sebebe akıllar mahremdir. O sebeplerin mahremi de Enbiyadır.

Bu sebep kelimesinin Türkçe’si nedir? Denirse iptir diye cevap ver. Bu ip bu kuyu da işe yarar. Çıkrığın dönmesi ipin sarılıp koyverilmesine sebeptir. Fakat çıkrığı döndüreni görmemek hatadır. Dünyada bu sebep iplerini, sakın ha, sakın ha... bu başı dönmüş felekten bilme. Ki felek gibi bomboş ve sersem bir halde kalmayasın; akılsızlıktan çırağ gibi yanmayasın!

Rüzgar Hak’ın emriyle ateş olur; her ikisi de Tanrı şarabı ile sarhoş olmuşlardır.

Ey oğul! Eğer gözünü açarsan hilim suyunun da, hışım ateşinin de Hak’tan olduğunu görürsün. Rüzgarın canı Hak’ka vakıf olsaydı, Ad Kavmini (müminlerden) nasıl ayırt ederdi?

Hüd, müminlerin bulundukları yerin çevresine bir çizgi çizdi. Rüzgar, oraya gelince hafif ve latif bir halde esiyordu.

Çizgiden dışarıda olanların hepsini,havada parça parça ediyordu. Şeyban-ı Rai de sürünün etrafına böyle apaçık bir çizgi çekerdi. Cuma günü, namaz vakti Cuma namazına gidince kurtlar sürüye saldırmasın,yağmalamasınlar diye böyle yapardı. Hiçbir kurt, çizgiden içeri girmezdi. Hiçbir koyun da çizgi dışına çıkmazdı.

Tanrı elinin dairesi, kurdun hırs yeline de set ve mania olmuştu,koyunun hırs yeline de. Böylece ecel rüzgarı da ariflere gül bahçelerinden esip gelen rüzgar gibi latif ve hoştur.

Ateş, İbrahim’e diş geçiremedi. Çünkü Tanrı seçilmişiydi onu nasıl ısırabilir?

Din erbabı da şehvet ateşinden yanmaz; halbuki başkalarını ta yerin dibine geçirmiştir. Deniz dalgası Tanrı fermanı ile koşunca Musa kavmini Kıptilerden ayırt etti. Tanrı fermanı erişince toprak, Karun’u altınlarıyla, tahtıyla ta dibine çekti.

Su ile toprak, İsa’nın nefeslerinden gıdalanınca kol kanat açtı, kuş olup uçtu. Tanrı’yı tesbih etmen, su ve topraktan meydana gelmiş olan cesedinden çıkan bir buhardan, bir nefesten ibarettir. Fakat gönül doğruluğu yüzünden cennet kuşu olmuş, oraya uçup gitmiştir.

Dağ bir aziz sufi olursa şaşılacak ne var? Musa’nın cismi de bir kesik parçasından ibaretti.O Yahudi padişahı acip mucizeleri gördü. Fakat ancak taan ve inkarda bulundu.

Nasihatçiler: “İşi haddinden ikeri götürme, inat hayvanını bu kadar ileri sürme” dediler. Nasihatçilerin ellerini bağlayıp hapsetti. Zulmünü birbirine uladı (biteviye ve daha fazla zulmeder oldu).

Madem iş bu dereceye vardı. Ey köpek, sabret; kahrımız erişti!” diye bir ses geldi.Ondan sonra ateş kırk arşın alevlendi; bir halka teşkil etti ve o Yahudileri yaktı.

Onların asılları önceden de ateşti; sonunda da asıllarına gittiler. Zaten o zümre ateşten doğmuştu. Cüziler kül tarafına yol alır, o tarafa giderler. Onlar ancak mümini yakan bir ateştiler. Kendilerini kendi ateşleri çer çöp gibi yaktı. Anası (mayası) Haviye olan kimsenin mekanı, ancak Haviyedir. Çocuk anası, onu arar; asıllar, mutlaka feri’leri izler.

Su havuz içinde zindanda mahpus gibidir ama hava onu çeker. Zira su, erkana mensuptur (dört erkan denen havuz, ateş, su ve topraktandır. Havanın fer’idir.Onu havuzundan kurtarır azar azar ta madenine kadar götürür. Azar azar olduğundan nihayet sen, nasıl alınıp götürüldüğünü görmezsin.

Bu nefes de bizim canlarımızı azar azar dünya hapishanesinden öyle çalar. Sözlerin temizleri, bizden çıkarak ona yükselir, ondan başkasının bilmediği yere kadar varır. Nefeslerimiz, temizlik sebebi ile hediye olarak beka yurduna yücelir.
Sonra ululuk sahibi Tanrı’dan, rahmet olarak sözlerimizin mükafatı, iki misli bize gelir. Sonradan kul na,l olduğu şeylere bir daha nail olsun diye bizi, yine o güzel sözlere sevk eder, yine bize o çeşit sözler söyletir.
İşte böylece en güzel sözleri söyledikçe hep böyle o sözlerin çıkmakta, Tanrı rahmeti inmektedir ve bu iki hal sende daimidir.

Farisi söyleyelim: Bu şevk ve cezbe, o zevkin geldiği taraftan gelir. Her kavmi gözü, bir günceğiz zevk sürdüğü cihette kalmıştır.

Yakınen her cinsin zevki kendi cinsiyledir. Bak; cüz’ün zevki kendi küllünden olur. Yahut o şey, bir cinse katılma kabiliyetinde olur da ona erişince o cinsten oluverir.

Su ve ekmek gibi bizim cinsimiz değilken bizim cinsimizden oluverdi ve vucudumuzu besledi, kuvvetimizi arttırdı. Su ve ekmeğin süreta bizimle cinsiyeti yoktur ama sonucu bakımından onu cinsimiz bil.

Eğer, bizimle cins olanlardan başka bir şeyden zevk alıyorsak o da ancak bizimle cinsiyeti olana benzer bir şeydir.

Cinse benzeyenden alınan zevk, daimi değildir. O zevk ariyettir. Ariyet nesne ise akıbet baki kalmaz.Kuşa ıslıktan zevk gelirse de cinsini bulamayınca ok gibi uçar gider. Susuz kimseye seraptan zevk gelir, fakat ona erişince kaçar ve yine su arar. Müflisler kalp altından hoşlanırlarsa da, o altın darphanede rüsvay olur.

Dikkat et; altın suyu ile boyaman seni yoldan alıkoymasın! Dikkat et; batıl hayal seni kuyuya düşürmesin.

Bu hikayeyi tekrar tekrar oku ve kıssadan hisse almaya bak.


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: Mesnevi-i Şerif-i Celâleddin / I. CİLD
MesajGönderilme zamanı: 20.06.11, 12:38 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 06.07.10, 13:34
Mesajlar: 22
Tevekkül mü, Çalışmak mı?

Güzel bir derede av hayvanları, aslan korkusundan ıstırap içindeydiler. Çünkü aslan, daima pusudan çıkıp birisini kapmaktaydı. O otlak bu yüzden hepsine fena geliyordu.
Hileye baş vurdular; aslanın huzuruna geldiler: “Biz sana gündelikle yiyecek verip doyuralım. Bundan sonra hiçbir av peşine düşme ki bu otlak bize zehrolmasın.”dediler.

Aslan dedi ki: “Hileye uğramasam, vefa görecek olsam dediğiniz doğru. Ben şundan bundan çok hileler görmüşümdür.

İnsanların yaptıkları işlerden, ettikleri hilelerden helak olmuşum; o yılanlar, o akrepler tarafından çok ısırılmışım.

İçinde pusu kurmuş olan nefis ise, kibir ve kin bakımından bütün adamlardan beterdir.

Benim kulağım “mümin, bir zehirli hayvan deliğinden iki kere dağlanmaz” sözünü işitti; Peygamberin sözünü canla gönülle kabul etti.”

Hepsi dediler ki: “Ey halden haberdar hakim! Çekinmeyi bırak; çekinme, insanı kaderin hükümlerinden kurtaramaz. Kaderden çekinmekte perişanlık ve kötülük vardır, yürü, tevekkül et ki tevekkül, hepsinden iyidir.

Ey kötü hiddetli adam! Kaza ile pençeleşme ki kaza da seninle kavgaya tutuşmasın.

Tanyerini ağartan Tanrı’dan bir zarar gelmemesi için kulun Hak hükmüne karşı ölü gibi olması lazımdır.”

Aslan: “Evet, tevekkül kılavuzsa da bu sebebe teşebbüs de, Peygamber’in sünnetidir.

Peygamber, yüksek sesle “Tevekkülle beraber yine devenin ayağını bağla” dedi.

“Çalışan kimse Tanrı sevgilisidir” işaretini dinle; tevekkülden dolayı esbaba teşebbüs hususunda tembel olma” dedi.

Hayvanlar ona: “Çalışıp kazanma, bil ki, halkın itikat zayıflığı yüzünden, harislerin boğazları miktarınca bir riya lokmasıdır.

Tevekkülden daha güzel bir kazanç yoktur. Esasen Hak’ka teslim olmadan daha sevgili ne var?

Çokları beladan belaya; yılandan ejderhaya sıçrarlar. İnsan hile etti ama hilesi kendisine tuzak oldu... can sandığı, içici bir düşman kesildi! Kapıyı kapadı, halbuki düşman evinin içindeydi. Firavun’un hile ve tedbiri de işte buna benzer masallardandı.O kin güdücü, yüz binlerce çocuk öldürdü; aradığı ise evinin içinde idi.

Madem ki bizim gözümüzde bir çok illet var; yürü kendi görüşünü dostun görüşünde yok et! Bizim görüşümüze bedel onun görüşü, ne güzel bir karşılıktır. Bütün maksatları onun görüşünde bulursun.

Çocuk; tutucu, koşucu değilken ancak babasının omuzuna biner. Halkın canları; el ayak sahibi olmazdan, beden kaydına düşmezden evvel vefadan sefaya uçuyordu.

Vakta ki”İniniz” emriyle hapis olundular, hiddet, hırs, kanaat ve zaruret kayıtlarına düştüler.
Biz Hak’kın hayali ve süt isteyen yavrularıyız. (Peygamber) “Halk Tanrı hayalidir” dedi.
Gökten yağmur veren, rahmetiyle can vermeye de kadirdir” dediler.

Aslan dedi ki: “Evet ama Kulların Tanrı’sı bizim ayağımızın önüne bir merdiven koydu. Dama doğru basamak basamak çıkmalı burada cebri olmak ham tamahtır.

Ayağın var, nasıl olur da kendini topal edersin; elin var niye pençeni saklarsın?

Efendi, kölenin eline beli verince söylemeden dileği malum olur. Bel gibi olan el de, Tanrı işaretlerindendir. Sonu düşünmek hassası da onun ibarelerindendir. Tanrı’nın işaretlerini canına nakş ederek ve o işarete vefakarlık ederek can verirsen.

Sana nice sır işaretleri bahşeyler; senden yükü kaldırır, seni iş güç sahibi eder.Şimdi yük altındasın; Tanrı seni yükler, bidirir... Şimdi onun emrini kabul etmektesin; sonra seni makbul eder.

Şimdi onun emrini kabul etmişsin, sonra o emirleri söylersin. Şimdi vuslat arıyorsun, ondan sonra da vasıl olursun. Tanrı’ını nimetlerine şükretmeye çalışmak kudrettir. Senin cebriliğin ise o nimeti inkardır.

Onun verdiği kudrete şükretmek kudretini arttırır. Cebir ise nimeti elinden çıkarır. Senin cebriliğin yolda uyumaktır, uyuma; o kapıyı, o dergahı görmedikçe uykuya dalma! Ki rüzgar her anda dalları silkip başına çerez ve azık döksün.

Cebre inanmakla yol kesen haydutlar arasında uyumak müsavidir. Vakitsiz öten kuş nasıl olur da kurtulur? Eğer onun işaretlerine burun büküyorsan kendini erkek mi sanıyorsun! Sendeki bu kadarcık akıl da zayi olur, aklı uçan başsa buyruk kesilir!

Zira şükür etmemek uğursuz ve ayıp bir şeydir; o hal, şükretmeyeni, ta ateşin dibine kadar çeker götürür.Tevekkül ediyorsan çalışmak hususunda tevekkül et; kazan da sonra Tanrı’ya dayan!”

Hepsi ona bağırarak dediler ki: “Sebep tohumlarını eken o harisler...”

Kadın, erkek nice yüz binlerce kişi, neden oldu da zamanın menfaatlerinden mahrum kaldılar?
Dünyanın başlangıcından beri yüz binlerce kavim, ejderha gibi ağız açmışlar;O bilgili, idrakli kavimle hileler düzmüşler, tedbirlerde bulunmuşlardır. Öyle tedbirler ki o tedbirlerle dağ bile ta dibinden kopar, yerinden ayrılırdı.

Tanrı, onların hile ve tedbirini “o tedbirler yüzünden dağların tepeleri bile oynar, yıkılır, dümdüz olurdu” diye övdü.

(Bunca tedbirlerine rağmen) o avlanmalarından, o çalışmalarından ezelde verilen kısmetten başka bir şey yüz göstermedi... Hepsi tedbirlerden de aciz kaldılar, çalışmadan da; ortada Tanrı’nın işi ve hükümleri kaldı.

Adı sanı belli kişi! Kazanmayı bir addan başka bir şey bilme; ey kurnaz ve hilekar adam! Çalışmayı bir vehimden başka bir şey sanma.”

Saf bir adam, bir kuşluk çağında koşa koşa Süleyman’ın adalet sarayına erişti.Yüzü gamdan sararmış, dudakları morarmıştı. Süleyman ona “Efendi ne oldu?” dedi.O “Azrail, bana öyle bir hışımla, öyle bir kinle baktı ki...” dedi.Süleyman “Peki şimdi ne diliyorsan dile bakalım” dedi. O dedi ki: “Ey canları koruyan rüzgara emret; Beni ta Hindistan’a götürsün; belki kullunuz oraya gidince canını kurtarır.”

İşte halk fakirlikten böyle korkar. Onun için insanlar hırs, emele lokma olurlar.Fakirlikten korkmak tıpkı o adamın ölümden korkmasına benzer. Hırsı, çalışmayı da sen Hindistan farz et!

Süleyman rüzgara emretti; rüzgar da onu derhal Hindistan’da bir adaya götürdü. Ertesi gün Süleyman, divan vakti halkla buluşunca Azrail’e dedi ki:
“O müslümana ne sebeple hışımla baktın? Ey Tanrı elçisi, bana anlat. Acaba bu işi o adamın hanümanından avare etmek için mi yaptın?

Azrail, cevaben dedi ki: “Ey cihanın zevalsiz padişahı! O ters anladı; ona hayal göründü. Ben ona hışımla ne vakit baktım? Onu yol uğrağında görünce şaşırdım.Çünkü Hak bana “Haydi bugün var onun canını Hindistan’da al” buyurdu.
Taacüple “yüz tane kanadı olsa Hindistan’a gitmesi yine uzak” dedim.

İşte sen dünya işlerini hep buna kıyas et, gözünü aç ta gör! Kimden kaçıyoruz, kendimizden mi? Ne olmayacak şey! Kimden kapıp kurtarıyoruz, Hak’tan mı? Ne boş zahmet.

Aslan dedi ki: “Doğru ama Peygamberlerin, müminlerin çalışmalarını da gör. Cefadan, kahırdan ne gördülerse mükafata nail oldular; Tanrı onların mücadelesini zayi etmedi.

Onların baş vurdukları çareler her hususta latif oldu. Çünkü zariften ne gelirse zariftir.Tuzakları felek kuşunu tuttu; noksanları tamamen sayıldı.

Ey ulu kişi! Nebilerin ve velilerin yolunda çalış. Kaza ve kaderle pençeleşmek mücadele sayılmaz. Çünkü bizi pençeleştiren, savaştıran da kaza ve kaderdir.

Bir kimsenin iman ve itaat yolunda yürüyüp de bir an bile ziyan etmişse kafirim!

Başın yarılmamış, şu başını bağlama. Birkaç gün çalış da ondan sonra gül!

Dünyayı arayan kimse olmayacak ve kötü bir şey aradı. Ukbayı arayansa kendine iyi bir hal aramış oldu.Dünya kazancı için çarelere baş vurmak soğuk bir şeydir. Dünyayı terk etmek için çarelere baş vurmak ise caizdir, emredilmiştir.Hile ve çare diye bir zindanı delip çıkmaya derler. Yoksa birisi zaten açılmış deliği kapatırsa yaptığı iş, soğuk ve ters bir iştir.Bu dünya zindanıdır, biz de zindandaki mahkumlarız. Zindanı del kendini kurtar!

Dünya nedir? Tanrı’dan gafil olmaktır. Kumaş, para, ölçüp tartarak ticaret yapmak ve kadın; dünya değildir. Din yolunda sarf etmek üzere kazandığı mala, Peygamber “ne güzel mal” demiştir.

Suyun gemi içinde olması geminin batmasıdır. Gemi altındaki su ise gemiye; geminin yürümesine yardımcıdır.

Mal, mülk sevgisini gönülden sürüp çıkardığındandır ki Süleyman, ancak yoksul adını takındı. Ağzı kapalı testi, içi hava ile dolu olduğundan derin ve uçsuz bucaksız su üstünde yüzüp gitti. İşte yoksulluk havası oldukça insan, dünya denizine batmaz, o denizin üstünde durur.

Bütün bu dünya, onun mülkü olsa bu mülk, gözünde hiçbir şey değildir.Şu halde kalbini Min Ledün ululuğunun havası ile doldur, ağzını da bağla mühürle!
Çalışma da haktır, deva da haktır, dert de hak. Münkir kimse çalışmayı inkar da ısrar eder durur.”

Aslan bu yolda bir çok delililer getirdi. O cebriler aslanın cevabına kandılar. Tilki, geyik, tavşan ve çakal cebre inanışı ve dedikoduyu bıraktılar. Bu biatte ziyana düşmemek için kükremiş aslanla ahitlerde bulundular...

Zahmetsizce her günün kısmeti gelecek, aslanın başka bir teşebbüse ihtiyacı kalmayacaktı.Kura kime isabet ederse günü gününe aslanın yanına sırtlan gibi koşar, teslim olurdu.

Bu kadeh dönerek tavşana gelince; tavşan haykırdı: “ Niceye dek bu zulüm?”

Hayvanlar dediler ki: “Bunca zamanlardır ahdimize biz vefa ederek can feda ettik. Ey inatçı, bizim kötü bir adla anılmamıza sebep olma, aslan da incinmesin. Yürü, yürü : çabuk, çabuk!”

Tavşan, “Dostlar, bana mühlet verin de hilemle sizde beladan kurtulun. Benim hilemle canımız kurtulsun, bu hile çocuklarımıza miras kalsın.

Her peygamber, dünyada ümmetini böyle bir kurtuluş yerine davet etti. Peygamberler, halk nazarında gözbebeği gibi küçük görünürlerdi ama felekten kurtuluş yolunu görmüşlerdi. Halk, peygamberleri; gözbebeği gibi küçük gördü, gözbebeğinin manen büyüklüğünü kimse anlayamadı.”

Hayvanlar ona: “Ey eşek, kulak ver! Kendini tavşan kadrince tut, haddini aşma! Bu ne laftır ki senden daha iyiler, dünyada onu hatırına bile getirmezler. Ya gururlandın, yahut da kaza, bizim izimizde. Yoksa bu laf, senin gibisine nereden yaraşacak? Dediler.

Tavşan, “Dostlar, Hak bana ilham etti. Hakikaten zayıf birisi, kuvvetli bir rey ve tedbire nail oldu. Hak’kın arıya öğrettiğini, aslan ve ejderha bilemez. Arı, terütaze balla dolu petekler yapar. Tanrı ona o ilimden kapı açtı.

Hak’kın ipekböceğine öğrettiğini hiçbir fil bilir mi?

Toprağa mensup insan Hak’tan ilim öğrendi ve o bilgi ile yedinci kat göğe kadar bütün alemi aydınlattı; Tanrı’ya şüphe eden kişinin körlüğüne rağmen meleklerin adını, sanını unutturdu; altı yüz bin yıllık o zahidin, o buzağının ağzını bağladı.

Bu suretle din bilgisi sütünü emmesine, o yüce ve sağlam köşkün etrafında dönüp dolaşmasına mani oldu.

Duygu ehlinin, yalnız zahire itibar edenlerin bilgileri, o yüce bilgiden süt emmeleri için ağız bağıdır.

Gönül katresine bir inci düştü ki o inci denizlere; feleklere bile verilmemiştir.

Ey surete tapan! Niceye dek süret kaygısı? Senin manasız canın süretten kurtulmadı gitti. Eğer insan, süretle insan olsaydı Ahmet’le Ebucehil müsavi olurdu.

Duvar üstüne yapılan insan resmide insana benzer. Bak, süret bakımından nesi eksik?

O parlak resmin yalnız canı noksan. Yürü o nadir bulunan cevheri ara;

Eshab-ı Kehf’in köpeğine el verilince, dünyadaki bütün aslanların başları alçaldı.

Canı, nur denizinde gark olduktan sonra ona, kötü ve çirkin süretin ne ziyanı var? Kalemler süreti övmezler. Kitaplara da adamın süretine ait vasıflar değil, “ alim, adalet sahibi “ gibi zatına ait vasıflar yazılır:

Bilgi ve adalet sahibi... Hep manadır, onları önde, artta... bir yerde bulamazsın; zata ait sıfatlar Lamekan elinden cana şule vermektedir; can güneşi, göklere sığamaz” dedi.

Bu sözün sonu yoktur. Kulak ver tavşan hikayesini anla! Eşek kulağını sat, başka bir kulak al ki bu sözü eşek kulağı anlayamaz!

Yürü, tavşanın tilki gibi kurnazlığına bak, onun düşüncesini ve aslanı mağlup edişini gör! Bilgi Süleyman mülkünün hatemidir; bütün alem cesettir, ilim candır.

Bu hüner yüzünden denizlerin, dağların, ovaların mahlukatı, insanoğluna karşı aciz kalmıştır. O yüzden kaplan, aslan; fare gibi korkmaktadır. O yüzden ovada, dağda bütün vahşi hayvanlar gizlenmişlerdir.

O yüzden periler, şeytanlar, kenarı boylamışlar, her biri gizli bir yerde mekan tutmuşlardır.

İnsanoğlunun gizli düşmanı çoktur. İhtiyata riayet eden kişi akıllıdır.

Bizden gizli; güzel, çirkin, nice mahlukat vardır ki onlar daima gönül kapısını çalıp dururlar.

Yıkanmak için dereye girince derenin dibindeki diken sana zarar verir; gerçi diken suyun dibinde gizlidir, fakat sana batınca mevcudiyetini anlarsın.

Vahiy ve vesveselerin ızdırapları, binlerce kişiden gelir, bir kişiden değil. Şüphe ediyorsan sabret, duyguların değişince onları görürsün, müşkül hallolur;

O vakit kimlerin sözlerini ret etmişsin, kimleri kendine ulu eylemişsin görürsün.

Ondan sonra dediler ki: “Ey çevik tavşan! Aklındakini meydana çıkar! Ey bir aslanla pençeleşen, kavgaya girişen, düşündüğün şeyi söyle!

Danışmak, insana anlayış ve akıl verir; akıllar da akıllara yardım eder.

Peygamber “Ey tedbir sahibi, danış ki kendisiyle danışılan kişi emindir” dedi.

Tavşan, “Her sır söylenemez, gah çift dersin, tek olur; gah tek dersin, çift çıkar!

Aynanın berraklığını, yüzüne karşı översen nefesinden ayna çabucak buğulanır, bulanır, bizi göstermez olur.

Şu üç şey hakkında dudağını kıpırdatma: Gittiğin yol, paran, bir de mezhebin.
Çünkü bu üçünün de düşmanı çoktur. Düşman bildi mi, sana pusu kurar. Bir iki kimseye söyledin mi, artık sırra veda et. İki kişiyi aşan bir başkasına da söylenen her sır, yayılır. İki üç kuşu birbirine bağlasan elem içinde yerde hapis kalırlar. Üstü örtülü güzel bir tarzda, kurtulmak için konuşur, danışırlar. Danışmaları, görenleri yanıltacak şekilde kinayelerledir.

Peygamber, kapalı bir tarzda meşveret ederdi. Eshap cevap verir, düşman haberdar olmazdı. Düşman, baştan ayağı bilmesin, bir şeyi sezmesin diye reyini kapalı misalle söylerdi. Bu misalle muradını anlatmış olurdu. Ağyar sorusundan bir koku bile duymaz, hiçbir şey anlamazdı” dedi.

Tavşan, aslana gitmede biraz gecikti, sonra pençesi kuvvetli aslanın yanına gitti. Aslan tavşan gecikti diye pençesi ile toprağı kazmakta, kükremekteydi:

“Ben, o alçakların ahdi hamdır, ham ahitleri kötüdür, sözlerinde durmazlar demiştim. Onların gürültüleri beni yaya bıraktı. Bu felek beni ne vakte kadar aldatacak, ne vakte kadar? Tedbirsiz emir adamakıllı aciz kalır. Çünkü ahmaklığından dolayı ne önünü görür, ne ardını!” dedi.

Yol düzgün ama altında tuzaklar var. Yazının tarzı hoş ama içinde mana kıt. Sözler, yazılar, tuzaklara benzer. Tatlı sözler bizim ömrümüzün kumudur.İçinde su kaynayan kum pek az bulunur; yürü, onu ara! Ey oğul ! O kum, Tanrı eridir. O er kendinden ayrılmış Hak’a ulaşmıştır.Ondan dinin tatlı suyu kaynayıp durmaktadır. İstekliler o sudan hayat bulurlar, gelişirler, yetişirler.

Tanrı erinden başkasını kuru kumsal bil ki o kumsal, her zaman senin ömür suyunu içer, mahveder.

Hakim olan erden hikmet iste ki onunla görücü, bilici olasın. Hikmet arayan hikmet kaynağı olur, tahsilden ve sebeplere teşebbüsten kurtulur.

Bilgileri hıfzeden levh, bir Levh-i Mahfuz olur; aklı ruhtan nasiplenir, feyz alır. Önce aklı hoca iken, sonra akıl ona şakirt olur.

Akıl; Cebrail gibi “Ey Ahmed, bir adım daha atarsam yanarım! Sen beni bırak, budan sonra sen ileri yürü. Ey can sultanı benim haddim bu karardır” der.

Tembellik yüzünden şükür ve sabırla kalan, ancak şunu bilir: Ayağını “cebir” tutmuştur. (Bana bunu Tanrı vermiş demektedir).Cebir iddia eden, hasta değilken kendisini hasta göstermiştir. Nihayette hastalık o kimseyi sıhhatten ayırmıştır.

Peygamber, “Şakacıktan hastalanış gerçekten hastalık getirir ve o adam nihayet mum gibi söner gider” dedi.

Cebir ne demektir? Kırık sarmak, yahut kopmuş damarı bağlamak. Madem ki bu yolda ayağını kırmadın; kiminle alay ediyorsun, ayağını niye sardın? Çalışma yolunda ayağı kırılana derhal Burak geldi ona bindi.

Din emirlerini yüklenmişti, şimdi kendi bindi... Ferman kabul ediciydi, makbul oldu.Şimdiye kadar Padişahın fermanını kabul eder, o fermana uyardı, bundan sonra askere ferman verir! Şimdiye kadar talih yıldızı ona tesir ederken bundan sonra o zat yıldızı üzerine emredici olur.

Eğer sen bundan şüphelenirsen o halde “Şakk-ı Kamer” den de şüphelisin.

Ey gizlice heva ve hevesini tazeleyen kimse! İmanını tazele ama yalnız dille olmasın.

Heva ve heves tazelenip durdukça iman taze değildir. Çünkü heva iman kapısının kilididir. Bakir sözü tevil etmişsin; sen kendini tevil et, Kur’anı değil. İsteğine göre Kur’anı tevil ediyorsun. Yüce mana, senin tevilinden aşağılandı, aykırı bir şekle girdi!!!

Senin ahvalin bir sineğe benzer ki o kendini bir adam sanırdı. İçmeden kendi kendine sarhoş olmuş, zerresini güneş görmüş.
Doğan kuşlarının övüldüğünü işitmiş; “ Şüphe yok ki ben vaktin Anka'sıyım” demişti.

O sinek eşek sidiği birikintisindeki saman çöpünün üstünde gemi kaptanı gibi baş kaldırıp. “ Ben, deniz ve gemi hikayesini okumuş, bir zaman bunu düşünmüştüm. İşte şu deniz, şu gemi, ben de ehliyetli, rey ve tedbir sahibi bir kaptanım” dedi.Deniz üstünde salınıp durmaktaydı. O kadarcık bir su ona haddinden fazla göründü.O sidik sineğe göre hudutsuzdu. Sinekte onu olduğu gibi görecek göz nerede? Onun alemi kendi görüşüne göre olur. Gözü bu kadardır, denizi de ona göre!

Batıl tevilci, sinek gibidir. Vehmi eşek sidiği, tevil ve tasavvuru saman çöpüdür.Eğer sinek kendi reyiyle sağlandığı tevilden geçse, baht o sineği hüma yapar. Bu ibret gözüne sahip olan sinek olmaz; ruhu, sürete layık olmayacak derecede yüksek bir zat olur.

Aslanla pençeleşen o tavşan gibi. Onun ruhu, nasıl olur da küçücük cüssesine layık olur?

Aslan hiddetle: “ Düşman aldatıcı sözlerle gözümü kapattı. Cebrilerin hileleri beni bağladı, tahta kılıçları vucudumu yordu. Bundan sonra ben artık o gürültüyü dinlemem. Onlar hep şeytanların, gulyabanilerin sesleri!

Ey gönül; durma, onları parçala, derilerini yüz. Zaten onlar deriden başka bir şey değildir! diyordu.

Deriden maksat nedir? Renk renk laflar... su üstündeki, durmalarına imkan olmayan menevişler gibi. Bu söz deri gibidir, mana onun içi; bu söz, ceset gibidir, mana, can.

Kötü iç’in ayıbını deri örter; iyi iç’i de gayret dolayısı ile Gayb alemi.

Kalemin rüzgardan, kağıdın sudan olursa ne yazarsan derhal yok olur.

Manasız söz su üstüne yazılan yazıdır. Ondan vefa umarsan iki elini ısırarak dönersin (pişman olur).

Rüzgar, insandaki heva ve arzudur. Heva ve hevesten geçersen Tanrı’nın haberi kalır, ondan haber alırsın. Tanrı’nın haberleri çok hoştu; çünkü baştan sona kadar ebedidir.

Peygamberlerin ululuğundan ve hutbelerinden gayrı padişahların hutbeleri, ululukları, adları, sanları değişir baki kalmaz.Çünkü padişahların kuvvetleri hevadandır. Peygamberlerin icazetnameleri ise ululuk sahibi Tanrı’dandır.Paralardan padişahların adlarını kazırlar; Ahmed’in adını ise kıyamete kadar hakkederler.
Ahmed’in adı, bütün peygamberlerin adıdır. Yüz elimizde olunca doksan da bizde demektir.

Tavşan aslana gitmede epeyce gecikti. Yapacağı hileyi kendisince kararlaştırdı. Bir hayli geciktikten sonra aslanın kulağına bir iki sır söylemek üzere yola düştü.

Akıl diyarında nice alimler vardır! Bu akıl denizi ne kadar engindir. Bizim şu şeklimiz bu tatlı denizde su üzerinde kaseler gibi yüzer. İçi dolu olmadıkça kap, suyun yüzündedir. Dolunca denize batar. Akıl gizlidir ortada bir alem görünüp durur. Bizim şeklimiz; o denizin dalgasından yahut ıslaklığından ibarettir.

Süret o denize ulaşmak için neyi vesile ederse etsin, deniz; süreti, o vesile yüzünden daha uzağa atar.

Gönül, kendisine sır vereni; ok, kendisini uzağa atanı görmedikçe. Atımı kaybettim sanır, bindiği atı inat ve hırçınlıkla yolda hızlı hızlı koşturur! O yiğit atını kaybolmuş sanır. At ise onu yel gibi koşturmuştur!

O sersem bağırır, arar, tarar kapı kapı dolaşır, her tarafı arar sorar:
“Atımı çalan nerede, kimdir?” Efendi, şu uyluğunun altındaki mahluk ne?
Evet, bu attır; fakat bu at nerede? Ey at arayan yiğit binici, kendine gel!

Can, apaçık olduğundan, pek yakın bulunduğundan görünmez. İnsan, içi su ile dolu, dışı kupkuru küp gibidir. Kırmızı, yeşil ve sarı... bu üç renkten önce ziyayı görmezsen bunları nasıl görürsün?

Fakat senin aklın renkler içinde kaybolduğundan dolayı o renkler senin nuru görmene perde olur. Gece olunca o renkler örtüldü, o vakit rengi görmenin nurdan olduğunu görüp anladın. Harici nur olmadıkça rengin görünmesi mümkün değildir. İçteki hayal rengi de böyledir. Dış renkleri güneş ve Süha yıldızının nuruyla görünür. İç renkleri ise yüce nurların aksiyle görünür.

Gözünün nurunun nuru da gönül nurudur. Göz nuru gönüllerin nurundan meydana gelir. Gönül nurunun nuru da, akıl ve duygu nurundan olmayan, onlardan ayrı bulunan Tanrı nurudur. Geceleyin nur yoktu, renkleri görmedin. Nurun zıddıyla sana sabit oldu ki, önce nur görünür, sonra renk. Bunu da nurun zıddıyla tereddütsüz olarak bilirsin.

Tanrı; bu zıddıyetle gönül hoşluğu meydana gelsin, her şey iyice anlaşılsın diye hastalığı ve kederi yarattı. Şu halde gizli olan şeyler, zıddıyetle ortaya çıkar. Hak’kın zıddı olmadığından gizlidir.

Evvela nura bakılır, sonra renge. Çünkü beyaz ve zenci, birbirine zıt olduğu için meydana çıkar. Sen nuru zıddıyla bildin. Zıt, zıddı meydana çıkarır gösterir. Varlık aleminde Hak nurunun zıddı yoktur ki açıkça görünebilsin.
Hulasa gözlerimiz onu idrak edemez; o, bizi görür, idrak eder. Sen bunu, Musa ile Tur kısasında gör!

Süretle manayı; aslanla orman, yahut ses ve sözle düşünce gibi bil. Bu söz, bu ses, düşünceden meydana geldi. Fakat düşünce denizi nerede? Onu bilemezsin. Ama latif bir söz dalgası görünce onun denizinin de kadri yüce bir deniz olacağını anlarsın.

Bilgiden düşünce dalgası zuhura gelince mana, söz ve sesten bir süret düzdü. Sözden bir şekil doğdu, yine öldü. Dalga kendini yine denize iletti.Süret süretsizlikten çıktı, yine süretsizliğe döndü. Zira biz yine Tanrı’ya döneceğiz.
Şu halde sen her göz açıp kapamada ölüyor, diriliyorsun. Mustafa “dünya bir andan ibarettir” buyurdu.

Bizim fikrimiz havada bir oktur. Havada nasıl durur? Tanrı’ya gelir. Her nefeste dünya yinelenir. Fakat biz, dünyayı öylece durur gördüğümüzden bu yenilenmeden haberdar değiliz. Ömür su gibi yeniden yeniye akıp gider. Fakat cesette bir daimilik gösterir.

Elinde hızlı hızlı oynattığın ucu ateşli bir sopa nasıl upuzun ve tek bir ateş hattı gibi görünürse de pek çabuk akıp geçtiğinden daimi bir şekilde görünür.

Ateşli çöpü sallasan ateş gözüne upuzun görünür. Bu ömür uzunluğu da Tanrı’nın tez tez halk etmesindendir. Tanrı’nın yeniden yeniye ve süratle halk etmesi ömrü öyle uzun ve daimi gösterir.

Bu sırrı bilmek isteyen, pek büyük ve derin bir alim olsa bile kendiliğinden bilemez, ona de ki: işte Hüsamettin buracıktadır. O ,yüce bir kitaptır. (ondan öğren)

Aslanın kızgınlığı arttı, titizlendi. Baktı ki tavşan uzaktan geliyor. Korkusuz ve çalımlı bir tavırla hiddetli, titiz, kızgın, suratı asık bir halde koşmakta, çünkü müteessir ve zebun bir halde gelişten suçluluk anlaşılır. Ama cesurluk her türlü şüpheyi giderir.

Aslanın hizasına yaklaşıp ilerleyince aslan bağırdı: “Bire adam evladı olmayan!

Ben ki filleri parça parça etmişim; ben ki erkek aslanların kulağını burmuşum; bir tavşan parçası kim oluyor ki böyle benim emrimi ayak altına atsın! Tavşan uykusunu ve gafletini bırak; ey eşek, bu aslanın kükreyişini dinle!”

Tavşan dedi ki: “Eğer efendimiz affederlerse aman dileyeceğim, mazeretim var.”

Aslan “Ey ahmaklardan arda kalan, bu ne biçim özür? Padişahlar huzuruna bu zaman mı gelinir? Sen vakitsiz öten horozsun, başını kesmeli. Ahmağın mazereti dinlenmez.

Ahmağın özrü kabahatinden beter olur. Cahilin özrü her ilmin zehridir.

Ey tavşan! Senin özründe bilgi yok. Ben tavşan değilim ki kulağıma sokasın” dedi.

Tavşan “Padişahım, adam olmayanı da adam sırasına koy; zulüm görenin mazeretine kulak ver! Hele mevkiinin sadakası olarak yolunu şaşıranı kendi yolundan sürme!

Bütün ırmaklara su veren deniz bile her çöpü başının üstünde taşır. Deniz bu kereminden dolayı eksilmez; ihsanı yüzünden aşağılanmaz” dedi.

Aslan dedi ki: “Ben yerinde ve layık olana kerem ve ihsanda bulunurum; herkesin elbisesini boyuna göre biçerim.”

Tavşan “Dinle, eğer lütfa layık değilsem kahır ejderhasının önüne baş koydum, ne yaparsan yap! Ben kuşluk vakti yola düştüm, arkadaşımla padişahıma geliyordum. Arkadaşlarım, senin için başka bir tavşanı da bana yoldaş etmişler.

Bir erkek aslan, kulunuzun kanına kastetti. Yolda, bu iki yoldaşa da sataştı. Ben ona “Biz padişahlar padişahının kuluyuz, o kapının iki küçük kapı yoldaşıyız” dedim.

Dedi ki: “Utan be! Padişahlar padişahı dediğin kim oluyor? Benim huzurumda öyle her adam olmayanın adını anma! Eğer huzurumdan iki adım ileri atarsan seni de, padişahını da paramparça ederim.”

“Beni bırak, bir kerecik daha padişahımın yüzünü görüp seni haber vereyim” dedim.

Dedi ki: “Yoldaşını huzurumda rehin bırak; yoksa sen benim kanunumca kurbansın.”

Ona çok yalvardık, hiç fayda etmedi. Yoldaşımı alıp beni yalnız bıraktı. Arkadaşım hem şişmanlık ve letafetçe, hem de güzelli ve irilik bakımından benim üç mislimdi.

Bundan böyle o aslan tarafından bu yol kapanmıştır, böyle bir düşman yüzünden,Padişahım, yol bağlıdır.
Bundan sonra tahsisattan ümidini kes. Ben doğru söylüyorum, doğru söz acıdır.

Sana tahsisat lazımsa yolu temizle. Haydi gel, o pervasızı oradan kaldır!” dedi.

Aslan dedi ki: “Bismillah, haydi gel bakalım, nerede o? Doğru söylüyorsan düş önüme! Onun da cezasını vereyim, onun gibi yüz tanesinin de. Fakat bu sözün yalansa seni cezalandırırım.”

Tavşan; onu, kurduğu dolaba düşürmek için kılavuz gibi öne düştü. Nişan koyduğu bir kuyuya doğru yola çıktılar. Aslana derin bir kuyuyu tuzak yapmıştı. Her ikisi de kuyunun bulunduğu yere yaklaştılar. İşte sana hilebaz, saman altından su yürüten bir tavşan!

Su bir saman çöpünü ovaya götürür ama bir dağı nasıl sürükler acaba? Onun hile tuzağı aslana kemenetti. Ne tuhaf tavşan ki bir aslanı avlıyor!

Bir Musa, Firavun’u askeriyle, başındaki kalabalıkla Nil nehrinde öldürür; Bir sivrisinek yarım kanadıyla pervasızca başın beynini yarar.

Düşman sözü dinleyenin hali budur. Hasetçinin dostu olanın uğradığı cezayı gör! Haman’ı dinleyen Firavun’un, Şeytan’ı dinleyen Nemrud’un hali budur.

Düşman her ne kadar dostça söylerse de, her ne kadar taneden, yemden bahsederse de sen onu tuzak bil! Sana şeker verirse sen bunu zehir bil, bir lütufta bulunursa onu kahır bil! Kaza gelince kabuktan başka bir şey göremez, düşmanları dostlardan ayıramazsın.

Böyle olunca yalvarmaya başla, ağlayıp inlemeye, tesbihe, oruca devam et!

“Rabbim, sen gaipleri bilirsin. Günahtan dolayı bizden intikam alma” diye yalvar, yakar!

“Ey aslanları yaratan! Eğer biz bir köpeklik etmişsek bu pusudan bizim üstümüze aslanı saldırma! Güzel suya ateş şeklini, ateşe de su letafetini verme!” diye niyaz et!

Yarabbi, sen kahır şarabıyla insanı sarhoş edersen yok olan şeylere varlık suretini verir, onları var gibi gösterirsin. Sarhoşluk nedir? Taşı gevher, yünü yeşim taşı görecek derecede gözün bağlanması, görmemesidir. Sarhoşluk nedir? Ilgın ağacı göze sandal ağacı görünecek kadar duyguların değişmesidir!

Süleyman’ın büyük divan çadırı kurulunca bütün kuşlar huzuruna geldiler. Onu kendi dilini anlar, sırrını bilir bir zat bulup huzuruna canla, başla bir bir koştular.

Bütün kuşlar, cik cik ötmeyi bırakmışlar; kardeşinin seninle konuşmasından daha fasih bir surette Süleyman’la konuşmaya başlamışlardı. Aynı dili konuşma, hısımlık ve bağlılıktır. İnsan yabancılarla kalırsa mahpusa benzer.

Nice Hintli, nice Türk vardır ki dildeştirler. Nice iki Türk de vardır kibirbirlerine yabancı gibidirler. Şu halde mahremlik dili, bambaşka bir dildir. Gönül birliği dil birliğinden daha iyidir. Gönülden sözsüz, işaretsiz, yazısız yüz binlerce tercüman zuhur eder. Kuşların hepsi, bütün sırlarını, hünerlerine, bilgi ve işaretlerine ait şeyleri.

Süleyman’a birer birer apaçık söylüyorlar, kendilerini bildirmek ve tanıtmak için öğünüyorlardı. Bu öğünmek kibirden, varlıktan dolayı değildi. Her kuş, onun huzuruna varsın, yakınlarından olsun diye öğünüyordu.

Bir kul, bir efendiye kul olmak dilerse hünerinden bir miktarını ona arz eder. Fakat o efendi tarafından satın alınmayı istemezse kendisini hasta, sağır, çolak ve topal gösterir. Hüthüdün hünerini arz etme sırası geldi; sanatını ve düşüncelerini bildirme nöbeti erişti.

Dedi ki; “Ey Padişah, en küçük bir hünerimi kısaca arz edeyim. Kısa söylemek daha iyidir.”

Süleyman “Söyle bakalım, o hangi hünerdir?” dedi. Hüthüt, “Gayet yükseklerde uçtuğum zaman, havadan bakınca yerin ta dibindeki suyu görürüm. O su nerededir, derinliği ne kadardır, rengi nedir, topraktan mı kaynıyor, taştan mı? Hepsini görür, bilirim.

Ey Süleyman! Ordu kurulacak yeri tayin etmek üzere beni sefere beraber götür” dedi. Süleyman da “Ey iyi yoldaş! Susuz ve uçsuz bucaksız çöllerde sen bize arkadaş ol; bu suretle su bulur, seferde yoldaşlara saka olursun” dedi.

Karga, bunu işitince hasedinden ilerleyip Süleyman’a “Hüthüt aykırı ve kötü söyledi. Padişah huzurunda söz söylemek, edebe aykırıdır. Hele yalan ve olmayacak söz olursa. Eğer onun böyle bir görüşü olsaydı bir avuç toprak altındaki tuzağı nasıl görmezdi? Nasıl olur da tuzağa tutulurdu, nasıl olur da ümitsiz bir halde kafese girerdi?” dedi.

Bunun üzerine Süleyman dedi ki: “Ey Hüthüt! Daha ilk kadehte böyle bulunman layık mı, akla sığar mı? Ayran içen! Kendini nasıl oluyor da sarhoş gösteriyor, huzurumda sonu yalan çıkacak bir söz söylüyorsun?”

Hüthüt dedi ki: “ Padişahım, Allah aşkına bu çıplak yoksul hakkında düaAşmanın söylediği sözü dinleme! Eğer ettiğim dava yalansa işte başımı koydum, boynumu vur! Kaza hükmünü inkar eden karga, binlerce aklı olsa yine kafirdir. Sende “kafirler” sözünden “ “ harfi, küfür sıfatlarından bir sıfat bulunsa kadının ferci gibi şehvet yerisin, pis pis kokarsın .

Eğer kaza gözümü ve aklımı kapatmazsa ben tuzağı havada da görürüm. Fakat kaza gelince bilgi, uykuya dalar, ay kararır gün tutulur. Kazanın bu çeşit hilesi nadir midir ki? Kaza ve kaderi inkar edenin inkarı bile bil ki kaza ve kaderdendir”.

“Allemelesma” ya bey olan, her damarında yüz binlerce ilim bulunan insanlar atası, her şeyin adını, nasılsa öylece bilmiş sonunda ne olacaksa sonuna kadar da agah olmuştu. O, eşyaya ne lakap verdiyse değişmemiştir; çevik dediği tembel çıkmıştır.

Sonunda mümin olacak kimseyi önceden gördü; sonunda kafir olacak adamda ona belli oldu.

Her şeyin adını bilenden işit; “Allemelesma” remzinin sırrını duy! Bize göre her şeyin adı, görünüşe tabidir; nasıl görünüyorsa biz, ona öyle deriz. Fakat Tanrı’ya göre iç yüzüne hakikatine tabidir.

Musa’ya göre sopasının adı asa; Yaratan yanında ise ejderha idi. Bu alemde Ömer’in adı puta tapan idi, halbuki “Elest” te onun ismi mümindi.

Bizim yanımızda adı meni olan şey, Hak yanında şu benlikle zahir olan süretti. Bu meni yokluk aleminde vardı; eksiksiz, artısız aynen Tanrı’nın ilminde mevcuttu.

Hasılı Tanrı indinde sonumuz ne olacaksa hakikatte adımız o olmuştur. Tanrı insana akıbetine göre bir ad koyar. Halkın taktığı ödünç ada göre değil!

Adem’in gözü Tanrı’nın pak nuru ile gördüğünden adların hakikati ve iç yüzü ona ayan olur. Melekler onda Hak nurunu görünce hepsi ona yüzüstü secdeye vardılar.

Adını andığım şu Adem’i kıyamete kadar övsem, vasıflarını saysam yine övmekten acizim! Adem bunların hepsini bildi. Fakat kaza gelince nehyi bilme yüzünden hataya düştü. Acaba bu nehiy, haram olduğundan mıdır, yoksa korkutmak için mi?

Gönlünce tevili üstün tutunca kendisi hayrette iken tabiatı, buğdaya doğru koştu. Bahçıvanın ayağına diken batınca hırsız fırsat buldu, esvabını çalıp kaçtı.

Adem hayretten kurtulup tekrar yola gelince gördü ki hırsız eşyayı iş yerinden götürmüş! “Rabbena İnna zalemna” deyip ah etmeye başladı. Yani “karanlık bastı yol kayboldu” dedi.

Bu kaza, güneşi örten bir buluttur. Aslan ve ejderha bile ondan feryat ve figan etmektedir. “Kaza ve kader zuhur edince bir tuzağı bile görmüyorsam bu yolda cahil olan yalnız ben değilim ya!”

Zorlamayı bırakıp feryad ü figana koyulan kişi ne kutlu kişidir; o, iyi bir işe sarılmıştır. Eğer kaza, seni gece gibi sararsa sonunda yine elinden tutacak odur. Yüz kere canına kastederse yine sana can veren, derdine derman olan kazadır. Bu kaza yüz kere yolunu kesse de yine senin çadırını göklerin üstüne kurar. Seni eminlik mülküne götürmek için bu korkutmasını inayet bil!

Bu sözün sonu gelmez, söz de uzadı. Sen tavşanla aslan hikayesini dinle.

Kuyu yanına gelince aslan, tavşanın geri kaldığını gördü. Dedi ki: “Niçin ayağını geri çektin. Ayağını geri çekme ileri gel!”

Tavşan “Ayağım nerede? Elim ayağım kesildi. Canım tir tir titriyor,yüreğim yerinden oynadı. Yüzümün rengini görmüyor musun? Altın sarısı gibi. Rengim, ne halde olduğumu bildiriyor.

Tanrı yüze “bildirici” demiştir. Onun için ariflerin gözü, yüze dalmış kalmıştır. Renk ve koku, can gibi haber verir; atın kişnemesi atın mevcudiyetini bildirir.

Eşeğin sesini kapının sesinden fark edesin diye her şeyin sesi, o şeyi haber verir. Peygamber insanları ayırt etmek hususunda “insan sözünde gizlidir” dedi.

Yüzün renginde gönül halinden bir nişan vardır. Bana acı sevgimi kalbinde tut! Kırmızı yüz sahibinin, refah ve saadetine delalet eder, sarı yüz, meşakkat ve bela içinde olduğunu bildirir.

Elimi, ayağımı alana, yüzümün rengini uçurana, kuvvetimi giderene, çehremi bozana uğradım. Önüne geleni kırana, ağaçları kökünden, dibinden söküp çıkarana sataştım. Adamları, hayvanları, cemadat ve nebadatı mat edene rastladım.

Bunlar cüziyattır, küllüyatın da onun yüzünden renkleri sararmış, kokuları bozulmuştur. Cihan; gah sabredip gah şükrettikçe bağlar, bahçeler gah giyinir, gah çırılçıplak kalır. Güneş ateş renginde doğmuşken diğer bir saatte baş aşağı batar; göklerde parıldayan yıldızlar; zaman zaman ihtirake uğrarlar. Güzellikte yıldızlardan daha parlak olan ay da ince ağrıya tutulup hilal olur. Çok sakin ve edepli olan bir yeri de sarsıntı sıtmaya düşürür.

Nice dağlar, bu ansızın gelen felaketten dolayı yeryüzüne kumlar gibi dağılıvermiştir! Ruhla eş olan hava bile kaza baş gösterince veba kesilir, ufunetlenir:
Ruhun kız kardeşi olan latif su, bir gölcükte sarı, acı ve bulanık bir hale gelir; azametli ve kibirli ateşi bile bir yel söndürüverir!

Denizin halini de ıstırabından, coşkunluğundan anla, akılının değişik durduğunu, kalıptan kalıba girdiğini bil! Tanrı rızasını arayıp duran başı dönmüş feleğin hali de oğullarının hali gibidir:

Gah en altta, gah ortada, gah en tepede. Onda da bölük bölük kutlu ve yomsuz zamanlar var! Ey külliyat ile karışmış olan, ey insan! Basit cisimlerin halini de kendinden kıyas et! Külliyatın böyle hastalıkları, böyle dertleri olunca onların cüzilerinin yüzü nasıl sararmaz?
Hele birbirine zıt olan şeylerden; su, toprak, ateş ve yelden meydana gelmiş cüzü...

Koyunun kurttan kaçmasına şaşılmaz; şaşılacak şey bu koyunun kurda gönül vermesidir! Sağlık zıtların sulhüdür; aralarında savaşın başlamasını da ölüm bil!

Tanrı’nın lütfu, bu aslanla yaban eşeğine, bu iki zıtta, vefakarlık hususunda bir ülfet vermiştir. Dünya hasta ve mahpus olunca, hastanın fani olmasına şaşılır mı?”

Tavşan aslana bu çeşit nasihatler verip “Ben bu sebepler yüzünden geriledim” dedi.

Aslan dedi ki: “Sen bu sebepleri bırak ta şu geriye çekilmenin sebebini söyle, benim maksadın o.”

Tavşan, O “aslan bu kuyunun içinde oturuyor; bu kalenin içinde bütün afetlerden emin” dedi.

Aklı olan kimse oturmak için kuyu dibini seçmiştir. Çünkü gönül, sefaları halvetler.

Kuyunun karanlığı, halkın verdiği karanlıklardan daha iyidir. Halkın ayağını tutan, halkla karışıp görüşen; başını kurtaramamış, selamete erişememiştir.

Aslan “İleri yürü. Benim açacağım yara, onu kahreder, bir bak , o aslan orada mı?” dedi.

Tavşan “Ben o ateşten bir kere yanmışım. Sen beni kucağına alırsan, ey kerem madeni, ancak o vakit yardımınla gözümü açar, kuyuya bakabilirim” dedi.

Aslan onu kucağına aldı. O da aslanın himayesinde kuyuya kadar vardı. Kuyunun içine, suya bakınca aslanın ve onun aksi parıldadı. Aslan su içinde parıldayan aksiiini gördü. Suda bir aslan şekliyle kucağında şişman bir tavşan şekli gördü. Su içinde düşmanını görünce tavşanı bırakıp kuyu içine sıçradı.Kendi kazdığı kuyuya kendi düştü. Çünkü yaptığı zulüm kendi başına geldi.

Zalimlerin zulmü karanlık bir kuyudur; bütün alimler böyle dediler:

Daha ziyade zalim olanın kuyusu, daha korkunçtur. Adalet “daha kötüye daha kötü ceza verilir” buyurmuştur. Ey zulümle bir kuyu kazan! Sen kendin için tuzak hazırlıyorsun. İpek böceği giiibi kendi etrafını örme; kendine kuyu kazarsan bari kararlıca kaz! Zayıfları sen yardımcısız, kimsesiz sanma; Kur’andan “İza cae nasrullah”ı oku.

Sen filsen, düşmanın senden ürkmüşse sana ceza olarak işte ebabil kuşu gelip çattı.

Yerde bir zayıf aman dilerse, gökyüzü askerleri birbirlerine karışırlar. Sen birisini dişinle ısırıp da kan içinde bırakırsan diş ağrısına tutulunca ne yaparsın?

Aslan, kuyuda kendisini görünce hiddetinden o anda kendini düşmanından ayırt edemedi. Kendi aksini kendi düşmanı sandı,
hulasa kendine kılıç çekti.

Ey Adam! İnsanlarda gördüğün bir çok zulümler, senin huyundur; sen kendi huyunu onlarda görüyorsun.

Senin varlığın, nifakın, zulmün, gafletin onlara aksetmiştir. Sen o sun, sen kendini yaralamaktasın. O anda lanet ipliğini kendine kendin dokuyorsun!

O kötülüğü sen kendinde açıkça görmüyorsun. Görsen kendine kendin candan düşman olurdun. Ey ahmak kendine saldıran o aslan gibi sen de kendine saldırıyorsun. Ahlakının künhüne erişir, hakikatini anlarsan o adam olmamazlığın senden olduğunu bilirsin. Aslan; başka bir aslan gibi görünen şeklin, kendi aksinden ,ibaret olduğu kuyu dibinde zahir oldu. Bir zayıfın dişini söken, o ters gören aslanın işini işlemektedir.

Ey başkasının yüzünde kötü bir ben gören! Gördüğün kendi beninin aksidir, ondan nefret etme! “Müminler birbirinin aynasıdır”. Bu haberi Peygamberden rivayet etmediler mi?

Gözünün önüne gök renkli bir cam koymuşsun, o sebepten alem sana gök görünüyor. Kör değilsen bu körlüğü kendinden bil. Kendine kötü de başkasına deme!

Eğer mümin Tanrı nur ile bakmamış olsaydı; gaip mümine bütün çıplaklığı ile nasıl görünürdü? Fakat sen Tanrı nuru ile değil Tanrı ateşi ile baktığından kötülükte kaldın iyilikten gafil oldun.

İyiliği kötülükten ayırt edemedin, kötülükten de gafil oldun; iyilikten de. Ey gama kedere dalmış adam! Azar azar ateşe nur serp ki ateşin nura dönsün.

Ya Rabbi, sen de o tertemiz suyu serp de alemin şu ateşi tamamıyla nur olsun.

Denizin suyu hep ferman altındadır; ya Rabbi su da senindir, ateş de.
Sen istersen ateş, latif su olur; dilemezsen su bile ateş kesilir. Bizim şu niyazımızı da yine sen ilham etmektesin. Zulümden kurtulmamız, senin ihsanındır. Sen bize bu isteği, biz istemeksizin verdin, hadsiz, hesapsız ihsanlar da bulundun.

Tavşan kurtulduğuna sevinerek ovaya, av hayvanlarına koştu. Aslanın kuyuda öldüğünü görünce çayıra doğru güle oynıya gitmekte idi. Ölümün pençesinden kurtulduğundan ayağı yerden kesilmiş, sevinmiş; el çırpmakta, dallar, yapraklar gibi yeşermiş neşelenmiş, oynamaktaydı.

Dallar, yapraklar toprak hapsinden kurtulunca başlarını yükseltir, rüzgarın eşi arkadaşı olurlar. Yapraklar, daldaki tomurcukları yarıp çıkınca ağacın ta üstüne çıkarlar.

Her meyve ve her yaprak, tomurcuğunun diliyle Tanrı’nın şükrünü terennüm eder. Bizim aslımızı ihsan sahibi Tanrı yetiştirdi, nihayet ağaç kalınlaştı, doğrulup yükseldi de. Su çamur içinde olan canlar da bataklıklardan, su ve çamurdan kurtulunca gönülleri sevinç dolu bir halde.

Tanrı aşkının havasında raks ederler; ayın on dördü gibi noksansız ve tam bir hale gelirler. Tenleri oynayıp durur, ya canları ne haldedir? Sorma! Tamamı ile can olanlara gelince; onları hiç sorma (anlatmaya imkan yok!)

Tavşan aslanı zindana soktu, aslan için ne ayıp şey; bir tavşancıktan geri kaldı! Böyle bir ayıba sahip olduğu halde şaşılacak şey şurasıdır ki bir de kendisine Fahrettin lakabını takmalarını ister!

Ey kişi! Sen bu dünya kuyusunun dibinde mahpus kalan bir aslansın. Tavşan gibi olan nefsin seni nasıl kahretti? Senin tavşan nefsin sahrada yiyip içmekte, zevk ve sefa etmekte. Sen ise şu dedikodu, bahis ve münakaşa kuyusunun dibindesin!

O aslan avcısı tavşan, av hayvanlarının bulunduğu yere koşup “birbirinizi muştulayın. Size müjdeci geldi. Müjde ey zevki sefaya dalmış olanlar! Müjde ki o cehennem köpeği, geldiği cehenneme gitti.

Müjde! Tanrı, o can düşmanının dişlerini söktü. Pençesiyle nice başlar ezen düşmanı, ölüm süpürgesi çerçöp gibi süpürdü gitti” dedi.
O zaman bütün hayvanlar, sevinçli bir halde gülüp oynayarak, onun yüzünü öptüler. Etrafına halka oldular. O çırağ gibi ortalarındaydı. Bütün sahradakiler ona secde ettiler.

“Sen gökten inen bir melek misin, yoksa peri misin? Hayır ne meleksin ne peri! Sen, erkek aslanların azrailisin! Ne olursan ol; canımız sana kurban olsun! Ona galip geldin, elin kolun sağ olsun!
Tanrı bu suyu senin arkından akıttı; eline koluna aferin. Bir daha söyle! Onu hile ile nasıl inandırdın; o zalimi düzenle nasıl kahrettin?
Bir daha söyle ki hikayen dertlere derman, canlara merhem olsun! Bir daha söyle ki o sitemkarın zulmünden canlarımızda yüz binlerce yaralar var” dediler.

Tavşan dedi ki: “Ey ulular! Tanrı yardım etti, yoksa dünyada bir tavşan kim oluyor ki? Koluma kuvvet, kalbime kudret verdi, cenneti, huriyi kucağıma attı.

Üstünlükler Hak’tan gelir, hallerin değişmesi de ondandır. Hak; bu kuvvet kudreti zan ve yakin ehline nöbetleşe göstermektedir.

Ey ikbal nöbetine erişen! Kendine gel, sevinme! Sen nöbetle mukayyetsin, hürlük taslama! Saltanatı nöbetten üstün olan, ikbali ebedi bulunan nöbet davulunu yedi yıldızdan üstün bir yerde çalarlar.

Nöbetten üstün olanlar, baki padişahlardır; onlar daima ruhlara sakidir. Bir iki gün su içmeyi terk edersen ağzını ebediyet şarabına daldırır, o hakikat şarabını içersin.


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: Mesnevi-i Şerif-i Celâleddin / I. CİLD
MesajGönderilme zamanı: 21.06.11, 13:14 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 06.07.10, 13:34
Mesajlar: 22
Hz. Ömer'in Kerameti

“KÜÇÜK MUHAREBEDEN BÜYÜK MUHAREBEYE DÖNDÜK” SÖZÜNÜN TEFSİRİ

Ey padişahlar! Dışarıdaki düşmanı öldürdük; içimizde ondan beter bir hasım var. Bunu öldürmek, aklın fikrin işi değil. İçerideki aslan öyle tavşan maskarası olmaz. Cehennem, bu nefistir; cehennem, bir ejderhadır ki harareti denizlerle eksilmez. Yedi denizi içer de yine kocakarıya benzeyen nefsin harareti ve coşkunluğu azalmaz.

Taşlar, taş yürekli kafirler; ağlayıp inleyerek mahcup bir halde cehenneme girerler. Hak’tan ona şu nida gelmedikçe bu kadar azaba da kanaat etmez:

“Doydun mu” denir. O kurt ve sırtlan gibi “Hayır doymadım” der. İşte ateş, işte sana hararet! Bütün bir alemi, bir lokma edip yutar da yine midesi “Daha fazla yok mu” diye bağırır.

Nihayet Hak onun üstüne Lamekan aleminden ayağını koyar da işte o vakit derhal sakinleşir. Bizim nefsimiz de cehennemin bir parçasıdır. Onun için cüziler daima küllün tabiatındadır. Nefsi öldürecek ayak da ancak Hak’ın ayağıdır. Zaten nefsin yayını Hak’tan gayrı kim çekebilir? Yaya ancak doğru ok koyarlar. Bu yayın ters ve eğri okları da vardır. Ok gibi doğru ol da yaydan kurtul! Çünkü her doğru okun, yaydan fırlayacağına şüphe yok.

Dış savaşından kurtulunca iç savaşına yüz tuttum. Biz şimdi küçük muharebeden döndük; Peygamberle beraber büyük muharebedeyiz. Tanrı’dan denizleri yaran bir kuvvet isterim ki bu kaf dağını iğne ile yerinden koparıp atayım.

Şunu bil ki safları bozup dağıtan aslanla savaşmak kolaydır. Asıl aslan nefsini mağlup edendir. “

Bunun hakkında sen bir hikaye dinle de sözümden hisse al:

Rum Kayseri’den, Medine’de Ömer’e uzak çölleri aşarak bir elçi geldi. Medine halkına “Halifenin köşkü nerededir ki atımı, eşyamı oraya çekeyim” dedi.

Halk dedi ki: “Onun köşkü yok; Ömer’in köşkü ancak aydın canıdır.
Gerçi emir diye adı sanı duyulmuşsa da onun, yoksullar gibi ancak bir kulübeciği var.

Kardeş onun köşkünü nasıl görebilesin? Gönül gözünde kıl bitmiş. Gönül gözünü kıldan ve hastalıktan arıt, sonra köşkünü görmeyi gözet. Kimin canı heveslerden arınmışsa derhal tertemiz Tanrı tapusunu, Tanrı dergahını görür.

Muhammed, bu ateşten, bu dumandan temizlendiğinden nereye yüz çevirse orada Allah cemalini gördü. Seni kötülüğe sevk eden vesveselere yoldaş, oldukça “Semme vechullah”ı nasıl bilebilirsin?

Kimin kalbinde kapı açılırsa gönül göğünde yüzlerce güneş görür. Yıldızların içinde ay nasıl görünürse başkaları arasında Tanrı da öyle görünür. Fakat iki parmağını iki gözünün üstüne koy; bir şey görebilir misin? İnsaf et!

Sen görmesen de dünya yok değildir. Kusur, ancak şom nefsin parmağında. Kendine gel! Gözünden parmağını kaldır da ne istiyorsan gör.

Nuh’un ümmeti, Nuh’a “nerede sevap” dediler. Nuh “duymamak, görmemek için elbisenize büründüğünüz cihette. Elbiselerinizi bürünüp yüzünüzü, başınızı sardınız; ondan dolayı gözünüz olduğu halde görmediniz” dedi.

İnsan gözden ibarettir. Geri kalanı bir deridir. Göz de dostu gören göze derler. İnsan dostu görmeyince kör olsun, daha iyi. Böyle adam Süleyman bile olsa karınca ondan yeğdir".

Bu yepyeni sözler, Rum elçisini semaa getirdi, Ömer’i görmek iştiyakı arttı. Gözünü o padişahı aramaya dikti, eşyasını da kaybetti, atını da. O iş erinin ardına düşmüş, her tarafa koşmakta, delicesine onu aramaktaydı. “Dünyada böyle adam da olur mu ki cihandan can gibi gizlenmiş” diyordu.

Candan kul olmak için onu aradı. Şüphesiz, arayan bulur. Bir bedevi karısı, onun yabancı olduğunu gördü; Ömer’i aradığını anlayıp “İşte şuracıkta, şu hurma ağacının altında ; hurma ağacının dibinde, halktan ayrılmış, yapayalnız gölgelikte uyuyan Tanrı gölgesini gör” dedi. Elçi oraya gelip uzakta durdu. Ömer’i görünce titremeye başladı.

O uyuyandan elçiye bir heybet, gönlüne hoş bir hal geldi. Muhabbet ve heybet birbirinin zıttı iken gönlünde bu iki zıttın birleştiğini gördü.

Kendi kendine “Ben nice Padişahlar gördüm; büyük sultanların makbulü oldum. Onlardan korkmaz, ürkmezdim. Bu adamın heybeti aklımı başımdan aldı. Aslanlar, kaplanlar bulunan ormanlara daldım, yüzümün rengi bile kaçmadı. Bir çok savaşlarda bulundum; savaş başlayınca ağır yaralar aldım, düşmanları ağır bir surette yaraladım. Bütün bu ahvalde kalbim, diğerlerinden daha kuvvetli idi.

Bu adam silahsız, kuru yerde yatıyor; benim yedi azam tir tir titremekte; bu ne? Bu heybet Hak’tan halktan değil; bu heybet şu abalı adamdan gelmiyor” dedi.

Bir kişi Hak’tan korkup takva yolunu tuttu mu: cin olsun, insan olsun, onu kim görse korkar. Bu düşünce içinde hürmetle ellerini bağladı. Bir müddet sonra Ömer, uykudan uyandı.

Elçi Ömer’i tazim etti, ona selam verdi. Peygamber “önce selam sonra söz” demiştir.

Ömer, selamı alıp onu yanına çağırdı, onu teskin etti, karşısına oturdu.

Korkanı, emin ederler, gönlünü yatıştırırlar. “Korkmayın” sözü, korkanlara sunulan hazır yemektir. Ve bu yemek tam onlara layıktır.

Korkusu olmayana nasıl” korkma” dersin? Niye ona ders veriyorsun? O, derse muhtaç değil ki! Ömer, o yüreği oynayan kimseyi sevindirdi, yıkılmış gönlünü yaptı. Ondan sonra en güzel bir yoldaş olan Tanrı’nın tertemiz sıfatlarına dair ince bahislere daldı. Elçiye makam nedir? Hal neye derler? Anlasın bilsin diye Tanrı’nın Abdallara gönderdiği lütuf ve ihsanları nakletti.

Hal güzel bir gelinin cilvesidir; makam ise o gelinle halvet olup vuslatına erişmektir.

Gelinin cilvesini padişahta görür, başkaları da. Fakat onunla vuslat ancak aziz padişaha mahsustur. Gelin, havassa da cilve eder, avama da. Ama onunla halvete giren ancak padişahtır.

Sufiler içinde hal ehli çoktur, fakat aralarında makam sahibi nadirdir. Ömer elçiye can mevzilerini söyledi, ruh seferlerini anlattı.

Zamandan dışarı olan, zamana sığmayan bir zamandan, azamete mensup kutsiyet makamından. Ruh simurgunun, bu aleme gelmeden önceki geniş uçuşlarından bahsetti. Ruhun, o alemde bir uçuşu ufukları aşıyordu; iştiyak çekenlerin ümitlerinden de ileri gidiyordu, hırslarından da! Ömer, o yabancı çehreli zatı tam dost buldu, canının Tanrı sırlarını dilediğini anladı.

Şeyh, kamildi, talibin de tam bir isteği vardı. Yolcu çevikti, at da kapıdaydı. O mürşit, onun irşat edilmeye kabiliyeti olduğunu gördü; tertemiz tohumu temiz yere ekti.

Elçi “ya Emirülmü’minin! Can yücelerden yere nasıl indi? Hiçbir şeyle mukayyet olmayan can kuşu nasıl kafese girdi?” diye sordu. Ömer dedi ki: “Hak, ona afsunlar okudu, hikayeler söyledi.

Tanrı; gözü kulağı olmayan yokluklara afsun okuyunca onlar, coşmaya başlarlar; varlık alemine konarlar. Yok olanlar, onun afsunu ile varlık diyarına takla atarak ve derhal gelirler. Sonra var olana yine bir afsun okuyunca onu yokluğa derhal ve iki çifte atla sürer.

Gülün kulağına bir şey söyledi, güldürdü. Taşın kulağına bir şey söyledi, akik ve maden haline getirdi. Cisme bir ayet okudu, can oldu. Güneşe bir şey söyledi parladı. Sonra yine güneşin kulağına korkunç bir şey üfler yüzüne yüzlerce perde iner. O kelam sahibi Tanrı, bulutun kulağına bir şey okur; gözünden misk gibi yaşlar akıtır. Toprağın kulağına ne söyledi ki murakebeye vardı, dalgın bir halde kaldı!

Tereddüt içinde kalan, hayretlere düşen kişinin kulağına da Hak, bir muamma söylemiştir. Bu süretle onu iki şüphe arasında hapseder. “Ey yardımı istenen Tanrı! Şunu mu yapayım, bunu mu?” der. İki şıktan birini üstün tutar, üstün tuttuğunu yaparsa o da yine Hak’tandır.

Can aklının tereddüt içinde bocalamasını istemezsen o pamuğu can kulağına tıka. Ki Tanrı’nın o muammalarını anlasın, gizlice ve açıkça söylenen sözleri idrak edesin. Böyle yaparsan can kulağı vahiy yeri olur. Vahiy nedir? Zahiri duygudan gizli söz.

Can kulağı ile can gözü, zahiri duyguya yabancıdır; o duygu, bu duygudan bambaşkadır. Akıl ve duygu kulağı bu hususta muhlistir

Cebir meselesi, aşkımı ihtiyarsız bir hale getirdi, sabrımı elden aldı. Aşık olmayansa cebri hapsetti, onu inkar yahut takyid eyledi.Halbuki bu, Hak’la beraberlik ve birliktir, cebir değil... Bu, ayın tecellisidir bulut değil. Cebir bile olsa, herkesin bildiği cebir; yalnız kendi menfaatini gözeten Nefsi Emmarenin cebri değildir.

Ey oğul! Tanrı, kimlerin gönül gözünü açtıysa bu cebri onlar anlar. Gayb ve istikbal onlara apaçık görünmektedir. Maziyi anış onlarca değersiz bir şeydir. Onların ihtiyarı da başka türlüdür, cebri de. Yağmur damlaları sedeflerin içinde inci olur. Sedeften dışarıda küçük, büyük damlalar var, sedefin içinde ise küçük, büyük inciler.

Onlarda misk ahusunun göbeğindeki kabiliyet vardır. Dışarıdaki kan damlaları, bunların içlerinde misktir. Sen dışarıdaki kan, göbeğin içinde nasıl misk olur? Deme! Bu bakır, dışarıda adi ve bayağı bir şeyken iksirin içinde nasıl altın olmuş da deme!

İhtiyar ve cebir, sende bir hayalden ibarettir. Onlardaysa Tanrı azametinin nuru haline gelmiştir. Ekmek sofrada durduğu müddetçe cansızdır. Fakat insan vucudunda neşeli ruh kesilir. Sofranın ortasında duran o ekmeğin can olması imkansızdır. Fakat can, sel sebil suyu ile o olmayacak şeyi yapar, ekmeği ruh haline getirir.

Ey doğru okuyup doğru anlayan! Bu can kuvvetidir; bir düşün, o canlar canının kuvveti ne olabilir? İnsanın bir tek kolu, candan gelen kuvvetle dağı, denizle madenlerle yarıp delmekte. Dağ yaran (Ferhat) ın candan gelen kuvveti taş delmek, canlar canının kuvveti de ayı ikiye bölmektir.

Gönül, Tanrı sırları dağarcığını açarsa can, arşa doğru süratle koşar gider.

Ömer’den, bu sözleri işitince elçinin gönlünde bir parlaklık belirdi. Sual de mahvoldu cevapta... hatadan da kurtuldu, doğrudan da.Aslı anladı, ferilerden geçti. Ancak bir hikmete erişip faydalanmak için sormaya başladı:

Ömer’e “O duru suyun bulanık yerde hapsedilmesinin hikmeti ne, bunda ne sır var? Duru su, toprakta gizlenmiş; saf can cisimlerde mukayyet olmuş, sebebi ne?” dedi.

Ömer dedi ki: “Sen derin bir bahse dalıyorsun. Mesela manayı harflerle takyid eder(bir söz söylersin). Serbest olan manayı hapsettin, nefesi bir kelime ile takyid eyledin. Sen faydadan mahçup iken; ruhun bedene gelmesindeki faydayı bilmezken; bunu bir fayda elde etmek için yaparsın da.

Fayda, kendisinde zuhur eden Tanrı, bizim gördüğümüzü nasıl görmez? Mananın kelimelerle söylenmesinde yüz binlerce fayda var. Bu faydaların her biri, canın cesede girmesindeki faydaya nispetle pek değersiz.

Cüzilerin cüz’ü olan senin bu nefesin, bu söz söylemen, külli bir fayda temin ederse ruhun bedene girmesiyle meydana gelen kül, neden faydasız olsun? Sen bir cüz iken fayda görüyorsun. O halde neden kınama elini külle uzatıyor, onu neden kınıyorsun?

Sözün faydası yoksa söyleme, varsa itirazı bırakıp şükretmeye çalış! Tanrı’ya şükretmek herkesin boynunun borcudur. Kavga etmek, suratını ekşitmek şükür değildir. Şükretmek surat ekşitmeden ibaretse sirke gibi şükreden hiç kimse yok! Sirke, ciğere gitmek için yol arıyorsa ona “şekerle karış da sirkengübin ol” de!

Manayı şiire sıkıştırmaya çalışmak, haptolmakla müsavi, ondan gayrı bir şey değil. Şiirde mana, sapan gibi istenen yere gitmesine imkan yok. Elçi, bu bir iki kadehle kendinden geçti; hatırında ne elçilik kaldı, ne getirdiği haber! Tanrı kudretine hayran olup kaldı; makam erişip sultan oldu. Sel denize kavuştu deniz oldu. Tane ekinliğe vardı ekin oldu.

Ekmek Adem Atanın vucuduna karıştı, ölü iken dirildi, haberdar oldu. Mum ve odun, ateşe can verip yanınca nursuz vücutları nurlandı. Sürme taşı, (döğülüp) gözlere çekilinceiyi görmeye sebep oldu, gözcü kesildi.

Ne mutlu o adama kendisinden kurtulmuş, diriye ulaşmıştır! Yazık o diriye ki ölü ile oturmuş, ölmüş; hayatını kaybetmiştir!

Tanrı Kur’anına kaçar, sığınırsan Peygamberlerin ruhlarına karışırsın.

Kur’an; Peygamberlerin, Tanrı’nın temiz ululuk denizindeki balıkların halleridir.

Fakat okur da dediğini tutmazsan farzet ki peygamberleri, velileri görmüşsün (inanmadıktan onlara uymadıktan sonra ne fayda!).

Kur’an’ın hükümlerini tutar, kıssalarından hisse alırsan can kuşuna ten kafesi dar gelir. Kafeste mahpus olan kuşun kurtulmak istememesi cahilliktendir. Kafeslerden kurtulan ruhlar, Tanrı’ya layık ve halka rehber olan peygamberlerdir.

Onların sesleri, kafeslerin dışından ve din makamından gelir: “Sana kurtuluş yolu ancak budur, bu! Biz bu daracık kafesten bununla kurtulduk. Bu kafesten kurtulmanın bundan başka çaresi yok!

Kazandığın şöhretten kurtulman için inleyip duran bir hasta haline gir. Zaten halk arasında meşhur olmak sağlam bir bağdır. Bu bağ bu yolda demir bir bağdan aşağı mıdır ki?”


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: Mesnevi-i Şerif-i Celâleddin / I. CİLD
MesajGönderilme zamanı: 22.06.11, 08:46 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 06.07.10, 13:34
Mesajlar: 22
Şeytan Adem'e Neden Secde Etmedi?

Hak’kın yaptıklarını da gör, bizim yaptıklarımızı da. Her ikisini de gör ve bizim yaptığımız işler olduğunu bil, zaten bu meydanda. Ortada halkın yaptığı işler yoksa, her şeyi Hak yapıyorsa, şu halde kimseye “bunu niye böyle yaptın” deme!
Tanrı’nın yaratması, bizim yaptığımız işleri meydana getirmektedir. Bizim işlerimiz Tanrı işinin eseridir.

Söz söyleyen kimse, ya harfleri görür, yahut manayı. Bir anda her ikisini birden nasıl görebilir? İnsan konuşurken manayı düşünür, onu kastederse harflerden gafildir. Hiçbir göz bir anda hem önünü hem ardını göremez. Şunu iyice bil! Önünü gördüğün zaman ardını nasıl görebilirsin?

Madem ki can, harfi manayı bir anda kavrayamıyor, nasıl olur da hem işi yapar, hem o iş yapma kudretini yaratır? Ey oğul! Tanrı, her şeye muhittir. Bir işi yapması, o anda diğer bir işi yapmasına mani olamaz.

Şeytan, “Bima ağveyteni” dedi; o alçak ifrit, kendi fi’lini gizledi.

Adem ise “Zalemna enfüsena” dedi; bizim gibi Hak’kın fiilinden gafil değildir.

Günah ettiği halde edebe riayet ederek Tanrı’ya isnad etmedi. Tanrı’nın halk ettiğini gizledi. O suçu kendine atfettiğinden ihsana nail oldu.

Adem, tövbe ettikten sonra Tanrı, “Ey Adem! O suçu, o mihnetleri, sen de ben yaratmadım mı?” O benim taktirim benim kazam değil miydi; özür getirirken niye onu gizledin?” dedi.

Adem “Korktum, edebi terk etmedim” deyince Tanrı, “İşte ben de onun için seni kayırdım” dedi.

Hürmet eden hürmet görür. Şeker getiren badem şekeri yer. Temiz şeyler temizler içindir; sevgiliyi hoş tut, hoşluk gör; incit, incin!

Ey gönül! Cebirle ihtiyarı birbirinden ayırt etmek için bir misal getir ki ikisini de anlayasın:

Titreme illetinden dolayı titreyen bir el, bir de senin titrettiğin el... her iki hareketi de bil ki Tanrı yaratmıştır; fakat bu hareketi onunla mukayeseye imkan yoktur. İhtiyarınla el oynatmadan pişman olabilirsin; fakat titreme illetine müptela bir adamın pişman olduğunu ne vakit gördün?

Anlayışı kıt biriside şu cebir ve ihtiyar meselesine yol bulsun, bu işi anlasın diye söylediğimiz bu söz, akli bir söz, akli bir bahistir. Fakat zaten bu hilekar akıl, akıl değildir ki.

Akli bahis, inci ve mercan bile olsa can bahsi, başka bir bahistir. Can bahsi başka bir makamdır, can şarabının başka bir kıvamı vardır. Akıl bahisleri hüküm sürdüğü sırada Ömer’le Ebülhakem sırdaştı. Fakat Ömer, akıl aleminden can alemine gelince can bahsinde Ebülhakem, Ebucehil oldu. Ebucehil, cana nispetle esasen cahil olmakla beraber his ve akıl bakımından kamildi.

Akıl ve bahsi, bil ki eser, yahut sebeptir (onunla müessir ve müsebbip anlaşılır). Can bahsi ise büsbütün şaşılacak bir şeydir.

Ey nur isteyen! Can ziyası parladı; lazım, mülzem, nafi, muktazi kalmadı. Bir gören kişinin. Nuru doğmuş parlamaktayken sopa gibi bir delilden vazgeçeceği meydandadır.

Yine hikayeye geldik; zaten ne zaman hikayeden ayrıldık ki?

Cehil bahsine gelirsek o Tanrı’nın zindanıdır; ilim bahsine gelirsek onun bağı ve sayvanı. Uyarsak onun sarhoşlarıyız; uyanık olursak onun hikayesinden bahsetmekteyiz. Ağlarsak rızıklarla dolu bulutuyuz; gülersek şimşek!

Kızar, savaşırsak bu, kahrının aksidir, barışır, özür serdedersek muhabbetinin aksidir.

Bu dolaşık ve karmakarışık alemde biz kimiz? Elif gibiyiz. Elif’inse esasen, hiç ama hiçbir şeyi yoktur!

****






Tacirin Hikayesi

Bir tacirin bir dudusu vardı, kafeste hapsedilmiş, güzel bir duduydu. Tacir, Hindistan’a gitmek üzere yol hazırlığına başladı. Kerem ve ihsan dolayısıyla, kölelerinin, cariyeciklerinin her birine “Çabuk söyle, sana Hindistan’dan ne getireyim?” dedi. Her birisi ondan bir şey diledi. O iyi adam hepsine, istediklerini getireceğini vad etti. Duduya da “Sen ne armağan istersin, sana Hindistan elinden ne getireyim?” dedi. Dudu dedi ki: “Oradaki duduları görünce benim halimi anlat. Dedi ki: Sizin müştakınız olan filan dudu, Tanrı’nın takdiriyle bizim mahpusumuzdur. Size selam söyledi, yardım istedi; sizden bir çare, bir kurtuluş yolu diledi.
Dedi ki: Reva mıdır ben iştiyakınızla gurbet elde can vereyim. Sıkı bir hapis içinde olayım da siz gah yeşilliklerde, gah ağaçlarda zevk ve sefa edesiniz. Dostların vefası böyle mi olur? Ben şu hapis içindeyim, siz gül bahçelerinde. Ey Ulular! Bir seher çağı şarap meclisinde bu inleyen garibi de hatırlayın!

Dostların sevgiliyi anması, sevgiliye ne mutludur. Hele anan ve anılanın biri Leyla, öbürü Mecnun olursa. Ey güzel endamlı sevgilinin mahremleri! Kendi kanımla doldurduğum peymaneleri içmem reva mı? Sevgili! Bana da bir nasip vermek istersen beni anarak bir kadeh iç! İçerken bu yerlere serilmiş düşkün aşığı yad ederek toprağa bir yudum şarap dök! Şaşılacak şey! Nerde o ahit, nerde o yemin? Oşeker gibi dudağın verdiği vaadler hani? Bu kulun ayrı düşmesi, fena kulluktansa... kötüye kötülükle mukabele edersen aramızda ne fark kalır?

Fakat hiddetle, şiddetle senden gelen kötülük, sema’dan, çengin namelerinden daha zevkli, daha neşeli. Ey cefası devletten daha güzel, intikamı candan daha sevimli dilber! Ateşin bu... acaba nurun nasıl? matem, bu olunca düğünün nice? Cevrinde öyle tatlılıklar var ki...malik olduğun letafet yüzünden kimse seni hakkıyla anlayamaz. Hem inlerim, hem de sevgili inanır da kereminden o cevri azaltır diye korkarım.

Kahrına da hakkıyla aşığım, lütfuna da. Ne şaşılacak şey ki ben bu iki zıdda da gönül vermişim. Tanrı hakkı için bu dikenden kurtulur, gül bahçesine kavuşursam bu sebepten bülbül gibi feryat ederim. Bu ne şaşılacak şey bülbüldür ki ağzını açınca dikeni de gül bahçesiyle beraber yutar, ikisini de bir görür! Bu bülbül değil ateş canavarı! Onun aşkıyla bütün kötü şeyler, kendisine hoş gelmekte! Güle aşık, halbuki esasen kendisi gül, kendisine aşık, kendi aşkını aramakta!”

Can dudusunun hikayesi de bu çeşittir. Fakat nerede kuşlara mahrem olan kişi? Nerede zayıf ve suçsuz bir kuş ki onun içine Süleyman, askeriyle ordu kurmuş olsun! Şükür yahut şikayetle feryat edince yere, göğe zelzeleler düşsün! Her demde ona Tanrı’dan yüz mektup, yüz haberci erişsin; o bir kere “Ya Rabbi” deyince Hak’tan altmış kere “Lebbeyk” sesi gelsin! Hatası, Tanrı indinde ibadetten daha iyi olsun; küfrüne nispetle bütün halkın imanı değersiz kalsın! Öyle kişiye her nefeste hususi miraç vardır. Tanrı, onun tacının üstüne yüzlerce hususi taç koyar. Cismi topraktadır, Canı Lamekan Aleminde, O Lamekan Alemi, saliklerin vehimlerinden üstündür. (vehimlere sığmaz.) O Lamekan Alemi, vehmine gelen bir alem olmadığı gibi hayaline de doğmaz.(ne idrak edebilirsin, ne tahayyül!) Cennetteki ırmak, nasıl cennettekilerin hükmüne tabi ise mekan alemiyle Lamekan Alemi de, o alemin hükmüne tabidir. Bu ilahi akıl kuşlarına ait olan bahsi kısa kes, bu sözden yüzünü çevir, sukut et! Doğrusunu, Tanrı daha iyi bilir. Dostlar biz yine kuş, tacir ve Hindistan hikayesine dönelim: Tacir, Hindistan’daki dudulara, dudusundan selam götürmeyi kabul etti.

Hindistan uçlarına varınca kırda birkaç dudu gördü. Atını durdurup seslendi, dudunun selamını ve kendisine emanet ettiği sözleri söyledi. O dudulardan birisi, bir hayli titredi ve düşüp öldü, nefesi kesildi.
Tacir, bu haberi verdiğinden dolayı pişman oldu, dedi ki: “Bir cana kıydım, Bu dudu, olsa olsa o duducağızın akrabası olacak, galiba bunların cisimleri iki, canları bir. Bu işi neye yaptım, o haberi neye verdim? Bu münasebetsiz sözle biçareyi yaktım, yandırdım.” Bu dil, çakmak taşıyla çakmak demiri gibidir.

Dilden çıkan da ateşe benzer. Manasız yere gah hikaye yoluyla, gah laf olsun diye çakmak taşıyla demirini birbirine vurma! Zira ortalık karanlıktır, her tarafta pamuk dolu. Pamuk arasında kıvılcım nasıl durur? Zalim onlardır ki gözlerini kapamışlar, söyledikleri sözlerle bütün alemi yakmışlardır.
Bir söz, bir alemi yıkar, ölmüş tilkileri aslan eder. Canlar aslen İsa nefeslidir; bir anda yara, bir anda merhem olurlar. Canlardan perde kalkaydı; her canın sözü, Mesih'i’ sözü gibi tesir ederdi. Şeker gibi söz söylemek istersen sabret, haris olma , bu helvayı yeme! Feraset sahiplerinin iştahları sabradır, onlar sabretmek isterler. Helva ise, çocukların istediği şeydir.

Sabreden, göklerin üstüne yükselir; helva yiyense geriler, kalır! “Ey gafil! Sen nefis ehlisin, toprak içinde kan yiyedur! Fakat gönüle sahip olan kişi , zehir bile yese o zehir bal olur.” Gönüle sahip olan kişi, apaçık öldürücü bir zehir bile yese ona ziyan gelmez. Çünkü o, sıhhat bulmuş, perhizden kurtulmuştur. Fakat zavallı talip (kemale ermemiş salik), henüz hararet içindedir.

Peygamber buyurdu ki:”Ey cüretli talip! Sakın hiçbir matlup ile mücadele etme!” Sende Nemrut’luk var, ateşe atılma, atılacaksan önce İbrahim ol! Madem ki sen ne yüzgeçsin, ne de denizci... aklına uyup kendini denize atma! Yüzgeç ve denizci, denizden inci çıkarır, ziyanlardan bile bir hayli fayda elde eder. Kamil, toprağı tutsa altın olur; nakıs, altını ele alsa toz toprak kesilir. O gerçek er, Tanrı’ya makbul olmuştur, bütün işlerde onun eli Tanrı elidir.
Nakıs kimsenin eli ise Şeytan’nın, ifritin elidir. Çünkü Şeytan’nın teklif ve hile tuzağına tutulmuştur. Kamile göre bilgisizlik bile bilgi olur, nakısın bildiği bilgi ise bilgisizlik kesilir. İlletli kimse, ne tutarsa illet olur. Kamil kafir bile olsa o küfür, din ve şeriat haline gelir. Ey yayan olduğu halde süvari ile yarışa girişen! Sen bu müsabakada kazanmayacak , onu geçmeyeceksin, iyisi mi, dur!

Melun Firavun’un zamanında sihirbazlar Musa ile kin güderek mücadeleye girdiler. Fakat onu büyük tuttular, öne geçirdiler, ağırladılar. Zira ona “Ferman senin. İstiyorsan önce sen asanı at” dediler.

Musa “ Hayır, ey sihirbazlar, önce siz büyülerinizi meydana koyun” dedi.

Musa’ya karşı gösterdikleri o kadar hürmet , din sahibi olmalarına sebep oldu; inat yüzünden de elleri ayakları kesildi. Sihirbazlar Musa’nın hakkını anladıklarından evvelce işledikleri suça karşılık olarak ellerini, ayaklarını feda eylediler.

Yemek yemek ve nükte söylemek, kamile helaldir; madem ki sen kamil değilsin yeme ve sukut et! Çünkü sen kulaksın, o dildir; o senin cinsinden değil, Tanrı, kulaklara “Ansitü” buyurdu.

Çocuk önce, süt emme kabiliyetinde doğar, bir müddet susar ve tamamı ile kulak kesilir. Lakırdı söylemeyi öğreninceye kadar bir zaman dudağını yumması, söz söylememesi gerekir. Kulak vermezse “ti ,ti “ diye manasız sözler söyler; kendisini alemin dilsizi yapar. Anadan sağır doğan ise hiç dinlemediği için dilsiz olur; nasıl dile gelsin? Çünkü söz söylemek için önce dinlemek gerekir. Söze, kulak verme yolundan gir. Evlere kapılardan girin; rızıkları, sebeplerine teşebbüs ederek arayın! Dinleme ihtiyacı olmaksızın anlaşılan söz, ancak tamahsız ve ihtiyaçsız olan Tanrı’nın sözüdür.

Tanrı, yarattığını eşsiz, örneksiz yaratır; üstada tabi değildir. Herkes ona dayanır; onun dayanacağı bir varlık yoktur. Ondan başka bütün mahlukat; hem sanatında, hem sözünde üstada tabidir, örneğe muhtaçtır. Bu söze yabancı değilsen bir hırkaya bürün, bir viraneye çekil ve göz yaşı dök! Çünkü Adem, Tanrı itabından ağlamakla kurtuldu; tövbekarın nefesi ıslak göz yaşlarıdır. Adem, yeryüzüne, ağlamak için, daima feryadetmek, inlemek ve mahzun olmak için gelmiştir.

Adem, Firdevs’ten, yedi kat göklerin üstünden ayakları dolaşarak en adi yere, ta kapı dibine, özür dilemek için gitti. Eğer sen de Ademoğluysan onun gibi özür dile, onun yolunda yürü!

Gönül ateşiyle göz yaşından çerez düz. Bahçe, bulutla güneş yüzünden yetişmiş, yeşermiştir. Sen göz yaşı zevkini ne bilirsin? Görmedikler gibi ekmek aşığısın! Bu karın dağarcığından ekmeği boşaltırsan ululuk incileri ile doldurursun. Önce can çocuğunu Şeytan sütünden kes de sonra onu meleklere ortak yap.

Sen karanlık, mükedder ve bulanık oldukça bil ki melun Şeytanla süt kardeşisin! Nur ve kemali arttıran lokma, helal kazançtan elde edilen lokmadır. Çırağımıza katılınca söndüren yağa yağ deme, çırağı söndüren yağa su de!

İlim ve hikmet helal lokmadan doğar; aşk ve rikkat helal lokmadan meydana gelir. Bir lokmadan hasede uğrar, tuzağa düşersen; bir lokmadan bilgisizlik ve gaflet meydana gelirse, sen o lokmayı haram bil!

Hiç buğday ektin de arpa verdiğini gördün mü? Hiç attan eşek sıpası olduğunu gördün mü? Lokma tohumdur mahsulü fikirlerdir. Hizmete meyletmek ve o cihana gitmek azmi, ağza alınan lokmanın helal olmasından doğar.

Tacir alışverişi bitirip muradına nail olarak evine geri geldi. Her köleye armağan getirdi, her halayığa ihsan da bulundu. Dudu “ Bu kulun armağanı hani? Ne gördün ve ne dedinse söyle” dedi.

Tacir, “Söylemem, zaten elimi çiğneyip parmaklarımı ısırarak, cahilliğimden, akılsızlığımdan böyle saçma haberi niye götürdüm diye hala pişman olup durmaktayım” dedi.

Dudu, “Efendim, pişmanlık neden, bu hiddete bu gama ne sebep oldu?” dedi.

Tacir dedi ki: “Şikayetlerini sana benzeyen dudulara söyledim. İçlerinden biri senin derdini anlayınca ödü patladı, titreyip öldü.” Ben “Ne yaptım da bu sözü söyledim” diye pişman oldum ama bir kere söylemiş bulundum. Pişmanlık ne fayda verir? Ağızdan bir kere çıkan söz, bil ki yaydan fırlayan ok gibidir. Oğul, o ok gittiği yerden geri dönmez, seli baştan bağlamak gerek. Sel önce bir kere coşup da etrafı kapladıktan sonra dünyayı harap etse şaşılmaz.

Yapılan işin gayp aleminde eserleri doğar, o meydana gelen eserler, halkın hükmüne tabi değildir. onların bize nispeti varsa da hepsi, ancak tek Tanrı tarafından yaratılmıştır. Mesela Amr’e Zeyd bir ok atar; o ok, Amr’i kaplan gibi yaralar. Yara, bir yıl kadar Amr’ın vucudun ağrılar, sızılar meydana getirir. O dertleri, Hak yaratmıştır, insan değil.
Oka hedef olan Amr, o anda korkudan ölürse, yahut ölümüme kadar bedeninde yaralar, oluşursa, o ağrılardan, o illetlerden ölürse Zeyd’e; ilk sebepten, ok attığından dolayı katil de! Hepsi, Tanrı’nın icadı ise de o ağrıları Zeyd’e nispet et!

Ekin ekmek, nefes almak, tuzak kurmak, çiftleşmek de böyledir. Onların sesleri hep Hak’ka mutidir (eken, nefes alan, tuzak kuran, çiftleşen kuldur; bitiren, yaşatan, tuzuğa düşüren, doğurtan yahut bunların aksini meydana getiren Hak’tır).

Velilerde Tanrı’dan öyle bir kudret vardır ki atılmış oku yoldan geri çevirirler. Tanrı velisi, pişman olursa sebeplere eserlerin kapılarını kapar (fiilleri neticesiz bırakır). Fakat bunu Tanrı eliyle yapar. Tanrı kudretiyle; söylenmiş bir sözü söylenmemiş hale getirir. Bir hale ki ne şiş yanar ne kebap! Bütün kalplerdeki nükteleri işitir, gönüllerden o sözü yok eder.

Ey ulu kişi! Sana delil ve huccet gerekse “Min ayetin ey nünsiha” ayetini oku. “Ensevküm zikri” ayetini de oku velilerin kalplere nisyan koyma kudretini anla!

Veliler, hatırlatma ve unutturmaya kadirdirler; şu halde herkesin gönlüne hakimdirler. Veli, unutturma kudretiyle bir kişinin istidlal yolunu bağladı mı, o adamın hüneri bile olsa bir iş yapamaz.

Siz, yüce kişileri alaya aldınız, bundan bir şey çıkmaz sandınız ama Kuran’da “Ensevküm” ayetini bir okuyun!

Şehir ve köye sahip olan, cisimlerin padişahıdır. Gönül sahibi ise gönüllerinizin sultanıdır. Hiç şüphe yok ki işler, görüşlerin ferridir. Şu halde insan, ancak göz bebeğinden ibarettir. Ben bunu, tamamı ile söyleyemiyorum, çünkü merkez sahipleri (Peygamberler) men ediyorlar. Madem ki halkı unutması, ve hatırlaması onun elindedir, imdatlarına da o erişir.

O güzel huylarla huylanmış olan zat, her gece gönüllerden yüz binlerce iyi ve kötü hatırayı giderir; gündüzün gönülleri, yine o hatıralarla doldurmakta; o sedefleri, incilerle dopdolu bir hale getirmektedir. Evvelki düşüncelerin hepsi, Tanrı’nın hidayetiyle sahiplerini tanırlar. Uyanınca, sanat ve hünerin, sebepler kapısını açmak üzere yine sana gelir.

Kuyumcunun hüneri demirciye gitmez, bu güzel huylunun huyu, öteki kötüye mal olmaz. Hünerler ve huylar, kıyamet günü, çeyiz gibi sahibine döner. Güzel olsun, çirkin olsun... bütün huylar ve hünerler, sabah çağında sahiplerine gelir; nitekim posta güvercinleri, gönderilen mektupları, yine uçtukları şehre getirirler.

Dudu, o dudunun yaptığını işitince titredi, düştü, kaskatı oldu. Sahibi, onun böyle düştüğünü görünce yerinden sıçradı, külahını yere vurdu. Onu, bu renkte, bu halde görerek yerinden fırlayıp yakasını yırttı.

Dedi ki: “ Ey güzel ve hoş nağmeli dudu! Sana ne oldu, niçin bu hale geldin? Vah yazık, benim güzel sesli kuşum! Vah yazık, benim gönüldeşim, sırdaşım. Yazık, benim güzel nağmeli kuşum; ruhumun neşesi, bahçem, çiçeğim! Süleyman’ın böyle kuşu olsaydı hiç başka kuşlarla uğraşır mıydı? Vah yazık; ucuz bulduğum kuştan ne çabuk ayrıldım! Ey dil, sen bana çok ziyan veriyorsun! Söyleyen sen olduktan sonra ben sana ne diyeyim? Ey dil, sen hem ateşsin, hem harman! Ne vakte kadar harmanı ateşe vereceksin? Can, ne dersen onu yapmakla beraber gizlice yine senin elinden feryad etmektedir.

Ey dil, sen hem bitmez tükenmez bir hazinesin; hem dermanı olmayan bir dertsin! Hem kuşlara çalınan ıslık, yapılan hilesin; hem yalnızlık ve ayrılık zamanının enisisin!

Ey aman bilmez! Bana hiç aman vermiyorsun. Sen, yayını beni öldürmek için kurmuşsun. İşte benim kuşumu uçurdun. Zulüm ve sitem otlağında az otla! Ya bana cevap ver, yahut insafa gel, yahut da bana sevinç ve neşe sebeplerinden birini an! Eyvah benim karanlığı yakıp mafeden nurum; eyvah, benim gündüzü aydınlatan sabahım!

Vah benim güzel uçan; ta sondan başlangıca kadar uçup gelen kuşum! Cahil insan ilelebet mihnete aşıktır. Kalk, “Fikebed” e kadar “La uksimü” yü oku!

Senin yüzünü gördüm de mihnetten kurtuldum; senin ırmağında köpükten, tortudan arındım. Bu eyvah demeler, bu acınmalar onu görmek, peşin ve elde olan kendi varlığından kesilmek hayali iledir.

(Bu kuşun ölümüne sebep) Tanrı’nın gayreti (kıskanması) idi. Hak’kın hükmüne çare bulunmaz. Nerede bir gönül ki Tanrı’nın hükmünden yüz parça olmamış olsun!

Gayret (kıskançlık) de her şeyden gayrı olan; vasfı söze ve sese sığmayan Tanrı gayretidir (kendisinden başka her şeyi kıskanır).

Ah keşke gözyaşım deniz olsaydı da o güzel dilberimin yoluna saçaydım! Benim dudum, benim anlayışlı kuşum; düşüncelerimin, sırlarımın tercümanı! Rızkını vereyim, vermeyeyim... benim enisimdi. İlk söylenen sözlerden onu hatırlarım benimle ezeli bir aşinadır. O öyle bir duduydu ki sesi, vahiden gelirdi; varlığı varlık meydana gelmeden önceydi.

O dudu, senin içinde gizlidir. Sen, şunda bunda onun aksini görmüşsün. O, kuş senin neşeni alır, fakat yine sen ondan neşelenirsin. Onun yaptığı zulmü, adalet gibi kabul edersin.

Ey can uğruna canını yakıp duran! Canını yaktın, tenini aydınlattın. Ben yandım, kavını tutuşturmak isteyen bana gelsin, benden tutuştursun da çerçöpü alevlensin, yaksın! Kav, ateş alma kabiliyetindendir, şu halde ateşi cezbeden kavı al!

Vah vah vah; yazıklar olsun... öyle bir ay bulut altına girdi!

Nasıl bahsedeyim? Gönül ateşi şiddetle alevlendi; ayrılık aslanı çıldırdı, kan döker bir hale geldi. Ayıkken bile titiz ve sarhoş olan, kadehi ele alınca nasıl olur? Anlatılamayacak derecede sarhoş olan bir aslan, çayırlığa gelince oraya yayılmış yeşilliklerden neşelenir, sarhoşluğu büsbütün fazlalaşır.

Ben kafiye düşünürüm; sevgilim bana der ki: “Yüzümden başka hiçbir şey düşünme! Ey benim kafiye düşünenim! Rahatça otur, benim yanımda devlet kafiyesi sensin.
Harf ne oluyor ki sen onu düşünesin! Harf nedir? Üzüm bağının çitten duvarı.! Harfi sesi sözü birbirine vurup parçalayayım da seninle bu üçü olmaksızın konuşayım! Adem’den bile gizlediğim sırrı, ey cihanın esrarı olan sevgili, sana söyleyeyim. Halil’e bile söylemediğim sırrı, Cebrail’in bile bilmediği gamı, Mesih’in bile dem vurmadığı, hatta Tanrı’nın bile kıskanıp biz olmadıkça kimseye açmadığı sırrı sana açayım.”

Biz (ma) kelimesi, sözlükte nasıl bir kelimedir? İspata ve nefye delalet eden bir kelime. Halbuki ben ispat değilim; zatım, varlığım yoktur ki ispat edilebilsin. (Varlığım olmadığından ) Nefiy de değilim (yokun varlığı nefiy de edilemez, esasen olmadığı için yoktur da denemez).
Ben varlığı yoklukta buldum, onun için varlığı yokluğa feda ettim. Padişahların hepsi kendilerine karşı alçalana alçalırlar. Bütün hak, kendisine sarhoş olanın sarhoşudur.

Padişahlar, kendilerine kul olana kul olurlar. Halk umumiyetle kendi yolunda ölenin yolunda ölür. Avcı onları ansızın avlamak için kuşlara av olmaktadır.

Dilberler; aşkları, canla, başla ararlar. Bütün maşuklar aşıklara avlanmışlardır. Kimi aşık görürsen bil ki maşuktur. Çünkü o, aşık olmakla beraber maşuk tarfından sevildiği cihette maşuktur da. Maden ki aşık odur, sen sus artık. Maden ki o, kulağını çekmekte, sen tamamıyla kulak kesil.

Sel akmaya başlar başlamaz önünü kes, yolunu bağla. Yoksa alemi perişan ve harap eder, her tarafı yıkar. Fakat harap olmaktan niye gamlanayım? Harebenin altında padişah hazinesi var! Hakka dalan kişi daha ziyade dalmak, can denizinin dalgası altüst olmak ister.

Denizin altı mı daha hoştur, yoksa üstü mü? Onun oku mu daha ziyade gönül çekici ve güzeldir, o oka karşı siper tutmak mı?
Şu halde ey gönül! Neşe ve sefayı cefa ve beladan ayırt edersen vesveseye zebun olmuş olursun. Tutalım ki senin isteğinde şeker tadı var; sevgilinin isteği, isteksiz murat ve maksadı terk etmek değil mi? Onun her bir yıldızı yüzlerce hilalin kan diyetidir. Ona, alemin kanını dökmek helaldir!

Biz değeri de bulduk kan diyetini de. Ve o yüzden can vermeye koştuk. Ey aşık ! aşıkların hayatı ölümledir. Gönlü gönül vermeden başka bir süretle bulamazsın. Yüzlerce naz ve işveyle gönlünü almak istedim; sevgili bana istiğna yüzünü gösterdi, bahaneler etti.

“Bu akıl, bu can, senin aşkına gark olmuş değil mi ki?” dedim, dedi ki: “Git, git; bana bu efsunu okuma! Ben, senin ne düşündüğünü bilmez miyim? Ey iki gören! Sen, sevgiliyi nasıl gördün; buna imkan mı var? Ey ağır canlı! Sen onu hor gördün; çünkü çok ucuz aldın! Ucuz alan ucuz verir. Çocuk bir inciyi bir somuna değişir.

Ben öyle bir aşka gark olmuşum ki evvel gelenlerin aşkları da benim bu aşkıma batmış, yok olmuştur, sonra gelenlerin aşkları da!
Ben, aşkı kısaca söyledim, tamamıyla anlatmadım. Anlatacak olsam hem dudaklar yanar hem dil! Lep (dudak) dersem maksadım leb-i derya (deniz kıyısı) dır; La (hayır) dersem muradım illa (ancak, evet) dir.

Tatlılıktan dolayı yüzümü ekşitmiş olarak otururum; fazla sözden dolayı sükut etmekteyim. İsterim ki bu suretle tatlılığımız, yüzümüzün ekşiliğiyle iki cihandan da gizli kalsın; bu söz, her kulağa girmesin. Onun için yüz ledün sırrından ancak birini söylemekteyim.

Hak kıskançlıkta bütün alemlerden ileri gittiği içindir ki bütün alem kıskanç oldu. O, can gibidir, cihan beden gibi. Beden; iyiyi, kötüyü, canın tesiriyle kabul eder.

Kimin namazında mihrap ve kıblesi Ayn (Tanrı’nın zatı cemali) olursa onun tekrar iman tarafına gitmesini ayıp ve kusur bil.

Padişaha esvapçıbaşı olan kişinin, padişah hesabına ticarete girişmesi ziyankarlıktan ibarettir. Padişahla birlikte oturan kimsenin padişah kapısında oturması yazıktır, aldanmaktır.
Bir kimseye padişaha elini öpmek fırsatı düşer de o, ayağını öperse bu, suçtur. Her ne kadar ayağa baş koymak da bir yakınlıktır, fakat el öpme yakınlığına nispetle hatadır, düşkünlüktür. Padişah, birisi yüzünü gördükten sonra başkasına meylederse kıskanır.

Tanrı’nın gayreti buğdaya benzer, harmandaki saman da insanların kıskançlığıdır. Kıskançlıkların aslını haktan bilin. Halkın kıskançlıkları, şüphe yok ki Tanrı kıskançlığının fer’idir. Bunu anlatmayı bırakayım da o, on gönüllü hercai sevgilinin cefasından şikayet edeyim. Feryadedeyim, çünkü feryat ve figanlar, hoşuna gidiyor. İki alemden de ona ancak feryed ve figan lazım. Onun macerasından acı acı nasıl feryad etmiyeyim ki sarhoşlarının halkasına dahil değilim. Onun gözünden ayrı, güne gün katan yüzünün vuslatından mahrum bir haldeyken nasıl gece gibi kapkara olmam?

Onun hoş olmayan şeyi de benim canıma hoş geliyor. Ogönül inciten sevgilime canım fede olsun! Naziri olmayan tek padişahımın hoşnut olması için ben, hastalığıma da aşığım, derdime de. İki deniz gibi olan gözlerimin incilerle dolması için gam toprağını gözüme sürme gibi çekmekteyim. Halkın onun için döktüğü gözyaşları incidir; halk gözyaşı sanır. Ben canlar canından şikayetçi değilim, hikaye etmekteyim.

Gönül,” ben ondan incindim” dedikçe, gönlün bu asılsız ve ehemmiyetsiz nifakına gülmekteyim.

Ey doğruların medar-ı iftiharı! Doğrulukta bulun. Ey baş köşe! Ben senin kapında eşiğim. Mana aleminde baş köşe nerede, eşik nerede? Ey canı biz ve ben kaydından kurtulan! Ey erkekte kadında söze ve vasfa sığmaz ruh! Erkek, kadın kaydı kalkıp bir olunca o bir, sensin. Birler de aradan kalcınca kalan yalnız sensin. Kendi kendinle huzur tavlasını oynamak için bu “ben” ve “biz”i vücuda getirdin. Bu suretle “ben” ve “sen” ler, umumiyetle bir can haline gelirler, sonunda da sevgiliye mustağrak olurlar.(Ben, biz, ben ve bizim, varlıkların varlığı ve yokluğu, hulasa) söylediklerimin hepsi vardır, vakıdir. Ey kün emri, ey gel denmekten ve söz söylemekten münezzeh Tanrı, sen gel!

Ten gözü, seni görebilir mi; senin gamlanman, neşelenip gülmen hayale gelir mi? Gama, neşeye merbut olan gönüle, onu görmeye layıktır, deme! Keder ve neşeye bağlanmış olan; bu iki ariyet vasıfla yaşar. Halbuki yemyeşil aşk bağının sonu, ucu, bucağı yoktur. Orada gamdan ve neşeden başka ne meyveler var! Aşıklık bu iki halden daha yüksektir; baharsız, hazansız terütazedir.

Ey güzel yüzlü! Güzel yüzünün zekatını ver; yine pare pare olan canı şerh et, onu anlat (dedim!).Fettan gözünün ucuyla ve nazla bir baktı da gönlüme yeni bir dağ vurdu. Kanımı bile dökse ona helal ettim. Helal sözünü söyledikçe o, kaçmaktaydı. Mademki topraktakilerin feryadından kaçmaktasın. Kederlilerin yüreğine niye gam saçarsın? Her sabah; doğudan parlayınca seni, doğu pınarı (güneş) gibi coşmak ta, zuhur etmekte buldu.

Ey şeker dudaklarına paha biçilmeyen güzel! Divanene ne bahaneler buluyorsun? Ey eski cihana taze can olan! Cansız ve gönülsüz bir hale gelmiş olan tenden çıkan feryat ve figanı işit!

Allah aşkına olsun, artık gülü anlatmayı bırak da gülden ayrılan bülbülün halini anlat! Bizim coşkunluğumuz gamdan neşeden değildir; aklımız irfanımız, hayal ve vehimden meydana gelmemiştir. Nadir bulunur bir halettendir; inkar etme ki Hak’kın kudreti pek büyüktür. Sen bu hali insanların ahvaline kıyas etme, cevir ve ihsan menzilinde kalma!

Cevir ve ihsan, mihnet ve neşe, gelip geçicidir. Gelip geçenlerse ölürler; Hak onlara varistir.

Sabah oldu, ey sabahın penahı Tanrı! (Ben özür serd edemiyorum), bize hizmet eden Hüsamettin’den sen özür dile! Aklı-ı Küll’ün ve canın özür dileyeni sensin; canların canı, mercanın parıltısı sensin.

Sabahın nuru parladı, biz de bu sabah çağında senin Mansur şarabını içmekteyiz. Senin feyzin bizi böyle mest ettikçe şarap ne oluyor ki bize neşe versin! Şarap, coşkunlukla bizim yoksulumuzdur; felek; dönüşte aklımızın fakiridir. Şarap bizden sarhoş oldu, biz ondan değil... Beden bizden var oldu, biz ondan değil!

Biz arı gibiyiz, bedenler mum gibi. Tanrı, bedenleri bal mumu gibi göz, göz ev, ev yapmıştır. Bu bahis çok uzundur, tacirin hikayesini anlat ki o iyi adamın ne hale geldiği, ne olduğu anlaşılsın.

Tacir, ateşler, dertler, feryatlar içinde, böyle yüzlerce karmakarışık sözler söylüyordu. Gah birbirini tutmaz sözler söylüyor, gah naz ediyor, gah niyaz eyliyor; gah hakikat aşkını, gah mecaz sevdasını ifade ediyordu. Suya batan adam fazla debelenir, eline geçen ota tutunur. O tehlike zamanında elini kim tutacak diye can korkusuyla şuraya, buraya elini sallar durur, yüzmeye çalışıp çabalar. Sevgili, bu divaneliği, bu perişanlığı sever. Beyhude yere çalışıp çabalamak, uyumaktan iyidir.

Padişah olan; işsiz, güçsüz değildir. hasta olmayanın feryat ve figan etmesi, şaşılacak şeydir! Tanrı, ey oğul, onun için “Külle yevmin hüve fi şe’n “ buyurdu.

Bu yolda yolun, tırmalan, son nefese kadar bir an bile boş durma! Olabilir ki son nefeste bir dem inayete erişirsin. O inayet, seni sırdaş eder. Padişahın kulağı, gözü penceredir; erkeğin canı olsun, kadının canı olsun... bir can neye çalışırsa, onu duyar, görür!

Tacir ondan sonra duduyu kafesten dışarı attı. Duducuk, uçup bir yüksek ağacın dalına kondu. Güneş, ufuktan nasıl süratle doğarsa o dudu da, o çeşit uçtu.

Tacir, hiçbir şeyden haberi yokken kuşun esrarını bu işe şaşırıp kaldı. Yüzünü yukarı çevirip “Ey bülbül! Halini bildir, bu hususta bize de bir nasip ver! Hindistan’daki dudu ne yaptı da sen öğrendin, bir oyun ettin, canımızı yaktın!” dedi.

Dudu dedi ki: “O, hareketiyle bana nasihat etti; “Güzelliği, söz söylemeyi ve neşeyi bırak; çünkü söz söylemen seni hapse tıktı” dedi. Bu nasihati vermek için kendisini ölü gösterdi.

Yani “Ey avama karşı da, havassa karşı da nağme ve terennümde bulunan! Benim gibi öl ki kurtulasın. Taneyi gizle, tamamı ile tuzak ol. Goncayı sakla damdaki ot ol. Kim güzelliğini mezada çıkarırsa ona yüzlerce kötü kaza yüz gösterir.

Düşmanların kem gözleri, kin ve gayızları, hasetleri; kovalardan su boşalır gibi başına boşalır. Düşmanlar kıskançlılarından onu parça, parça ederler; dostlar da ömrünü heva ve hevesle zayi eder, geçirirler.

Bahar zamanı, ekin ekmekten gafil kişi, bu zamanın kıymetini ne bilsin! Tanrı lütfunun himayesine sığınman gerektir. Çünkü Tanrı, ruhlara yüzlerce lütuflar döktü. Tanrı’nın lütfuna sığınman gerek ki bir penah bulasın. Ama nasıl penah? Su ve ateş bile senin askerin olur.

Nuh’a ve Musa’ya deniz dost olmadı mı? Düşmanlarını da kinle kahretmedi mi? Ateş, İbrahim’e kale olup da Nemrut’un kalbinden duman çıkartmadı mı? Dağ, Yahya’yı kendisine çağırarak ona kastedenleri taşlarıyla paralayıp sürmedi mi? Ey Yahya! Kaç, bana gel de keskin kılıçlardan seni kurtarayım, demedi mi? “ dedi” diye cevap verdi.

Dudu ona hoşa gider bir iki nasihat verdi, sonra “Allahaısmarladık, artık ayrılık zamanı geldi” dedi. Efendisi dedi ki: “Allah selamet versin git. Sen bana yeni bir yol gösterdin”.

Tacir kendi kendine dedi ki: Bu bana nasihatti. Onun yolunu tutayım, o yol aydın bir yol. Benim canım neden dududan aşağı olsun? Can dediğin de böyle iyi bir iz izlemeli.”

****

Benliğin Şımartılması

Ten kafese benzer. Girenlerin, çıkanların, insanla dostluk edenlerin aldatmasıyla can bedende dikendir. Bu, “Ben senin sırdaşın olayım” der. Öbürü “Hayır, senin akranın, emsalin benim”der.
Bu der ki: “Varlık aleminde güzellik fazilet, iyilik ve cömertlik bakımından senin gibi hiçbir kimse yok.” Öbürü der ki: “İki cihan da senindir. Bütün canlarımız senin canına tabidir.” O da, halkı, kendisinin sarhoşu görünce kibirlenir, elden, avuçtan çıkmağa başlar. Şeytan onun gibi binlerce kişiyi ırmağa atmıştır!

Dünyanın lutfetmesi ve yaltaklanması, hoş bir lokmadır, ama az ye. Çünkü ateşten bir lokmadır! Ateş gizlidir, zevki meydanda. Dumanı sonunda meydana çıkar.

Sen “Ben o medihleri yutar mıyım? O, tamahından methediyor. Ben, onu anlarım” deme! Seni metheden, halk içinde aleyhinde bulunursa onun tesiriyle gönlün, günlerce yanar.

Onun; mahrumiyetten senden umduğunu elde edemeyip ziyan ettiğinden dolayı aleyhinde bulunduğu halde, O sözler, gönlüne dokunur, onun tesiri altında kalırsın. Medihten de bir ululuk gelir, dene de bak! Medihin de günlerce tesiri altında kalırsın. O medih canın ululanmasına, aldanmasına sebebolur.

Fakat bu tesir, zahiren görünmez, çünkü methedilmek tatlıdır. Kınanmak acı olduğundan derhal kötü görünür. Kınanmak, kaynatılmış ilaç ve hap gibidir; içer, yahut yutarsa uzun bir müddet ızdırap ve elem içinde kalırsın.

Tatlı yersen onun zevki bir andır, tesiri öbürü kadar sürmez.Zahiren uzun sürdüğü için de tesiri, gizlidir. Herşeyi, zıddıyla anla! Medhin tesiri, şekerin tesirine benzer; gizli tesir eder ve bir müddet sonra vücütta deşilmesi icabeden bir çiban çıkar.

Nefis çok öğülmesi yüzünden Firavunlaştı. Alçak gönüllü, hor, hakir ol; ululuk taslama! Elinden geldikçe kul ol, sultan olma! Top gibi zahmet çekici ol, çevgan olma! Yoksa; senin bu letafetin, bu güzelliğin kalmayınca o, seninle düşüp kalkanlar, senden usanırlar.

Evvelce seni aldatıp duranlar, o vakit seni görünce “Şeytan” adını takarlar. Seni kapı dibinde görünce hepsi birden “Mezarından çıkmış hortlak” derler; Genç oğlan gibi. Ona önce Tanrı adını takarlar, bu yaltaklıkla tuzağa düşürmek isterler. Fakat kötülükle adı çıkıp da zaman geçince bu kötülükte sakalı çıkınca; artık ona yaklaşmaktan Şeytan bile utanır.

Şeytan, adamın yanına bir kötülük için gelir; senin yanına gelmez. Çünkü sen Şeytan’dan da betersin. Şeytan, sen insan oldukça izini izler, ardından koşar, sana şarabını tattırırdı.

Ey bir işe yaramaz adam! Şeytan huyunda ayak direyip şeytanlaşınca senden Şeytan da kaçmaktadır. Eteğine sarılan kimse de, sen bu hale gelince senden kaçar!


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
Eskiden itibaren mesajları göster:  Sırala  
Yeni başlık gönder Başlığa cevap ver  [ 9 mesaj ] 

Tüm zamanlar UTC + 2 saat


Kimler çevrimiçi

Bu forumu gezen kullanıcılar: Hiç bir kayıtlı kullanıcı yok ve 3 misafir


Bu foruma yeni başlıklar gönderemezsiniz
Bu forumdaki başlıklara cevap veremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı düzenleyemezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı silemezsiniz

Geçiş yap:  
cron
   Powered by phpBB © 2000, 2002, 2005, 2007 phpBB Group

Türkçe çeviri: phpBB Türkiye