Sufiforum.com

2009'da başlayan SUFİFORUM'da İslam; İslam Tasavvuf Geleneği ile ilgili her türlü güncel ya da 'eskimez' konular yer almaktadır. İçerik yenilemeleri tasavvuf.name sitesinden sürdürülmektedir. ALLAH YÂR OLSUN.

Giriş |  Kayıt




Yeni başlık gönder Başlığa cevap ver  [ 9 mesaj ] 
Yazar Mesaj
 Mesaj Başlığı: Özbekistan İzlenimleri / Cihan OKUYUCU
MesajGönderilme zamanı: 31.12.12, 17:50 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 05.03.09, 09:49
Mesajlar: 311
Özbekistan İzlenimleri - 1

Cihan OKUYUCU


Taşkent'e Doğru...

11 Haziran 2010, saat gece yarısından sonra 01.30 suları. Özbekistan Havayolları'na ait uçağımız bir saat gecikmeyle nihayet havalandığında, uzun bir bekleyişin verdiği stres ve yorgunlukla göz kapaklarım ağırlaşıyor ve başım arkaya düşüyor. Bunca yol tecrübesinin bana öğrettiği bir şey var: Gece fırsat buldukça uyumalı ve yarına diri kalkmalı. Sağımda solumda sohbeti koyultan yol arkadaşlarımın konuşmaları gittikçe uzaklaşıyor ve kulaklarımdan siliniyor. Sabaha karşı bir ara uyanıp işaretle namazımı kılıyorum. İkinci kez uyandığımda güneş yüzüme vuruyor. Gözüm saate kayıyor. Hımm... İyi uyumuşum. Şimdi sabah beş suları ve Taşkent'e inmek üzereyiz. Çevreme bir göz atıyorum. Gece sohbetin dozunu kaçıran yol arkadaşlarım şimdi derin bir uykuda. Günün programında neler var acaba? Efendim, başında SALOM TRAVEL yazan gezi broşürümüzün içeriği oldukça zengin. Gezinin ilk iki günü Taşkent'teki tarihî mekânlara ayrılmış. Daha sonra karayoluyla Semerkant'a geçeceğiz. Oradaki ilk gün şehri gezecek ikinci gün ise UESCO'nun Özbekistan Semerkant'ta bulunan İİCAS [Orta Asya Araştırmaları Uluslararası Enstitüsü] tarafından düzenlenen "Nizamî ve Nevaî: Tarihi ve Kültürel İlişkiler" konulu uluslararası sempozyumuna katılacağız. Ardından yine uzun bir otobüs yolculuğu ve gezinin son durağı Buhara... Yoldaki ziyaret mahalleriyle birlikte Buhara yolculuğu da iki gün tutuyor. Sonra yeniden Taşkent'e dönüş ve ertesi sabah İstanbul'a hareket... Toplamda 6 günlük gezi boyunca ziyaret yerlerimiz; Camiler, medreseler ve bilhassa türbeler. Yani turistik bir geziden ziyade, ruh köklerimize doğru bir yolculuk olacak bu. O hâlde gönül gözünü açık tutmalı, fırsatı fevt etmemeli. Uçağımız, bir yeşil denizi içinde kaybolmuş Taşkent semalarında süzülürken dudaklarımdan şu niyazlar dökülüyor: İlahi! Gerçi senin şerikin yok, nazirin yok ve senden başkasından bir şey dilemek büyük hata. Lakin sen sevdiğin kullarını ihsanına vesile kılarsın. O hâlde bize de, ziyaretine geldiğimiz Zengi Ata, Ubeydullah-ı Ahrar, İsmail Buhari ve başta Şah-ı Nakşıbend olmak üzere cümle Hacegân hürmetine hayır ve feyiz kapılarını aç, gözlerimize nur, gönüllerimize sürûr ver!

Taşkent'te İlk İntibalar:
Giriş işlemlerini bitirip havaalanından dışarıya adımımızı attığımızda uzun boylu, güleç yüzlü bir delikanlı bizi karşılıyor. Salom Travel sorumlusu olan bu yiğidin adı Tolkın. Tolkın, Türkçede dalgalı demek. Ama isminin aksine rehberimiz alabildiğine kalender. Dünyayı almış satmış, duvara asmış bir hâli var. Eşyalarımızı bizi bekleyen otobüse taşıyor ve şehir merkezinden geçerek kalacağımız otele intikal ediyoruz. Bu 45 kişilik Mercedes 6 gün boyunca binitimiz olacak. İndiğimiz Taşkent-Asya 4 yıldızlı, kırmızı tuğlalı, sıcak ve rahat bir mekân. 19 kişilik grubumuz ikişerli olarak odalara yerleştiriliyor. Benim oda arkadaşım da Fakülte Dekanımız Ulvi Bey.

Otelde bir saat kadar dinlendikten sonra tekrar otobüs-süvar olup şehir turuna çıkıyoruz. Şehrin ilk manzaraları benim tasavvurlarımdan hayli farklı. Bir kere sandığımın aksine her yer alabildiğine yeşil. Geniş ve bakımlı caddeleri, yeşil parkları ve bunları çevreleyen muntazam binalarıyla Taşkent modern ve ferah bir şehir. Gözüm caddeyi çevreleyen dükkânların tabelalarına takılıyor. Henüz Latin alfabesine geçiş tamamlanmadığı için bu tabelaların bir kısmı hâlâ Kiril alfabesiyle yazılmış. Kabul edilen yeni Latin alfabesi de bizimkinden bir hayli farklı. Mesela 'ç' harfi 'ch' ile 'ş' harfi de 'sh' ile karşılanmakta. Büyük ticarî potansiyellerine rağmen ülkemizle Özbekistan arasındaki ekonomik ilişkiler henüz istenen seviyeden uzakta. Özbekistan da dahil bütün kardeş Türk cumhuriyetlerinin ülkemizin dış ticaretindeki payları sadece %5. Yanlış görmediniz sadece yüzde beş. Bu yüzde beşlik dilimin de sadece %1 kadarı Özbekistan'a ait. Oysa ülkelerimiz arasındaki ticarî potansiyelin bu cılız rakamların çok üzerinde olduğuna hiç şüphe yok. Hâl böyle olunca cadde boyunca sıralanan yabancı ticarî markalar arasında gözümüz boş yere Türk markaları arıyor. Neyse ki dünyayı fetheden dönerimiz buraya da sızabilmiş, şükür. Araç şehir içinde turlarken, gözümüz yolda kulağımız şehirle ilgili bilgiler veren Tolkın'da. Bu bilgilere göre ilk olarak Kaşgarlı Mahmut'un eserinde adına rastlanan ve Özbekçede 'taş şehir' mânâsına gelen Taşkent hâlen dört milyonluk nüfusu ve metrosuyla bütün Orta Asya'nın en kalabalık ve gelişmiş şehri.

Burada idarî sistem anladığım kadarıyla bizden hayli farklı. Şehir on bir ilçeye ayrılıyor ve devlet başkanı tarafından atanan merkezî vali yanında her semtin ayrıca bir hakimi/valisi mevcut.

Hz.Osman Mushafı
Şehirdeki ilk ziyaret mahalli Hz. Peygamberin süt kardeşi Osman b. Mazun adına yapılan mescit. Daha sonra Hest-i İmam külliyesine uğruyoruz. Burada fıkıh bilgini Kaffal-ı Şaşi'nin türbesi bulunmaktadır. Buradaki camilerden biri Tille Şeyh adını taşıyor. Bu cami 1890 yılında zengin bir koyun tüccarı tarafından yaptırılmış. Külliyeyi önemli kılan hususlardan biri Hz. Osman'a nisbet edilen Kur'ân nüshalarından birinin de burada oluşu. Meraklıları için istidrat kabilinden arz edeyim. Biri bizim Topkapı-Mukaddes emanetler nüshası olmak üzere dünyada Hz. Osman'a nisbet edilen toplam dört Kur'ân nüshası mevcut. Bunlar arasında hangisinin otantik nüsha olduğu hususu hâlledilemeyen bir mesele olarak günümüze kadar gelmiş. İlginç olanı bu dört nüshanın hepsinin yaklaşık aynı özelliklere sahip olması. Söz gelimi hepsi ceylan derisine yazılmış, hepsi kûfi hatla ve hepsinin ilgili sayfasında kan izi mevcut.

Nihol Oşhonası
Kalın bir camekân içinde muhafaza edilen Mushaf'ı haşyet ve hayretle ziyaret ettikten sonra öğle yemeği için Nihol Oşhonası'na [Nihâl Lokantası] yollanıyoruz. Gerçi ne Nihal ne de aş/aşhane kelimesi bize yabancı ama Farsçanın etkisiyle olmalı ki burada bütün seslilerde bir yuvarlaklaşma temayülü var ve bu durum bildiğimiz kelimeleri bile tanınmaz hâle getiriyor.

Aşhane için geniş caddeyi bölüp karşıya geçmemiz gerekiyor. Yaya geçidi biraz uzakta olmasına rağmen karşıya geçebildik. Üstelik seyreden araçların sürati de şehir içine göre hayli fazla. Aşhanenin iç görünümü bir hayli mütevazî ama yemeklerine diyecek yok. İlaçlı tarım kültürü buralara hâlâ nüfuz edememiş. Bu yüzden sofrada önemli bir yer tutan sebzeler son derece rayihalı ve lezzetli. İçtiğimiz etli çorba da hayli ilginç. Bizdekinin aksine hiçbir şey rendelenmemiş. Kullanılan bütün taneler ve sebzeler çorbanın üstünde bütün olarak yüzmekte. Bardak içinde gelen nefis yoğurtun adı da 'katık'. Bunların hepsi iyi güzel ama yemeklerin şahı arkada. İri tabaklarda servis edilen Özbek pilavı öyle leziz ki maazallah gafletle parmaklarımızı da yiyebilirdik. Tepelemesine doldurulan iri tabaklar bizim ölçülerimize göre en az iki kişilik. Nâçâr yemeğin yarısı tabakta kalıyor ama üzülmemize gerek yok. Çünkü burada artan yemekleri yoksullara dağıtmak suretiyle değerlendiriyorlarmış. Yemeğin sürprizlerinden biri de Doç. Dr. Seyfeddin Seyfullah. Daha önce birkaç toplantıda görüp kaynaştığımız bu derviş siretli, mah suretli zât geleceğimizi meslektaşımız ve yol rehberimiz Dr. Nadirhan Hasan'dan duyunca koşup gelmiş. Yakın bir akrabımızı görmüş gibi sarmaş dolaş oluyoruz.

Diğer Ziyaretler
Yemekten sonra Emir Timur Müzesi'ni ziyarete gidiyoruz. Bu kubbemsi müzede Timur'un hayatı ve hatıratını canlandıran çok sayıda resim ve maket var. Malum, Anadolu Türkleri nezdinde Timur'un sicili bir hayli bozuk. Oysa Özbekler'e göre hazret millî bir kahraman olmanın ötesinde neredeyse bir evliya. Gezimiz boyunca Timur damgalı o kadar eser gördük ki biz de bu itibarı hakettiğine kanaat getirdik. Müzeden çıkınca hâlâ klasik usul eğitim veren 16 yy.da yapılan Kökeldaş Medresesi'ni ziyaret ettik. Yapıyı gözümüzde canlandırmak için herhangi bir Osmanlı medresesini -sözgelimi Fatih veya Süleymaniye hatırlamak kafi. Şu farkla ki burada cümle kapıları çok yüksek ve gösterişli. Ayrıca güzelliği sadelikte arayan Osmanlı mimarisinin aksine her yere abartılı bir çini saltanatı hakim. Geniş avluyu çevreleyen revakların altında takkeli genç mollalar öbek öbek toplanmış derslerine çalışmakta. Bazılarıyla selâmlaşıyor, okunan dersler hakkında bilgi alıyoruz. Buna göre okulun eğitim süresi üç yıl ve bu sürede Arapçayla birlikte temel dinî bilgiler veriliyor.Tahsil gören öğrenci sayısı 150 ve bunların da yarısı leyli, yarısı nehari. Abdest tazelemek için aşağıdaki kastele iniyoruz. Tuvaletler alaturka ama akar suyu yok, naylon ibrikler konmuş.Bu duruma daha sonra başka yerlerde de şahit olduk.

Terliğin Fazileti Beyanındadır
Kökeldaş Medresesi'nin yanı kafesli bir çatısı olan Çorsu. Yani çarşı sizin anlayacağınız. Çin mallarının istila ettiği çorsumuzda üstünde dumanı tüten gösterişli Özbek ekmekleri, meyve ve sebzeleri satılıyor. Dışarıda müthiş bir sıcak var ve ayaklarım mevsimlik ayakkabılarımın içinde bile terden vıcık vıcık. Hani, Şeyh Sadi merhum demiş ya: Ayakkabın dar olduktan sonra dünya geniş olmuş neye yarar. Bir an evvel buna bir çare bulmalı. Aynı dertten muzdarip yoldaşlarım meseleyi papuçtan terliğe terfi ederek çözmüşler. Refikim Erdoğan Bey de terlikçiyle al takke ver külah pazarlık ediyor, her ikimize birer terlik beğeniyor. Papuçlar torbaya, terlikler ayağa. Oh, hayat varmış.

Abdülmurat ve At Eti Beyanındadır
Çarşının hemen arkasında Nakşiyye silsilesinin meşhurlarından Hâce Ubeydullah Ahrar Camii var. İkindi namazını orada kıldıktan sonra bizi bekleyen otobüse atlıyor ve Şan lokantasına gidiyoruz. Şaşlıklar [şiş kebap] nefis görünüyor ama öğle yemeğindeki yağlı Semerkand pilavı hâlâ hazmedilmemişken hiçbir şeye dönüp bakacak hâlim yok. Grubumuz tam kalkmak üzereyken arkadan TİKA görevlisi Mehmet Kahraman ve Özbek arkadaşı Dr. Abdülmurat Tilav geliyor. Mehmet Bey TİKA adına buralarda birkaç yıl kalmış ve epeyce çevre edinmiş. Ben de otele dönen gruptan ayrılarak onlarla kalmayı tercih ettim. Eh, memleket ahvalini merak eden biri için her zaman bir Abdülmurat bulmak kolay değil.

Üniversitede doçent olan Abdülmurat neşeli, hareketli kabına sığmaz bir arkadaş. Bizim Nadirhan'ın da üniversiteden sınıf arkadaşı imiş. Anlattığına göre talebe iken Nadirhan'ın pek hoca olacak görüntüsü yokmuş, ama sonradan yaptığı atakla herkesi şaşırtmış. -Bak Nadirhan! Cemaziyelevvelin faş oldu, bilesin!-

İkilimiz kendilerine ev eriştesinin yanında doğranmış at eti ısmarlıyorlar. Israrları üzerine ben de şöyle dilimin ucuyla tattım. Lezzetli ama biraz sertçe bir şey. Her ne kadar ekser uleması at etine cevaz vermiş ise de içimdeki suçluluk duygusu daha fazla yememe mani oldu.

Tahta-yı Cihana Cülus
Akşam namazını yolda bir camide kıldık. Cami girişinde iki karış yüksekliğinde altıgen biçimindeki geniş ahşap taht ilgimi çekti. Üzerinde mindere kurulmuş üç-beş ihtiyar sohbet etmekte. Taht hakkında bir fikir sahibi olmak isteyenler Yavuz'un, Şah İsmail'den ele geçirdiği tahtı gözlerinde canlandırabilirler. İhtiyarlar selâmımıza ellerini göğüslerine götürerek mukabele ediyor ve bizi de tahta davet ediyorlar. Eh, tahtadan da olsa taht tahttır deyip davete icabet ve bu cülusu da bir iki hatıra fotoğrafıyla tespit ediyoruz.
O gece yolda ve otelde sohbetimiz devam ediyor ve Abdülmurat'ı daha yakından tanıma imkânı buluyorum. Türkçeye ve Türk edebiyatına derinden vâkıf olan bu arkadaş pek çok eserimizi Özbek diline tercüme etmiş. Ben de yanımdaki kitaplarımdan birkaçını kendisine hediye ediyorum. Bakalım tercümeye değer bulacak mı? (Bu yazıyı yazarken Nadirhan kardeşimizin verdiği yeni müjdeye göre bendenizin "İçimizdeki Mevlana" kitabı çevrilmiş ve şu anda yayın aşamasındaymış.)

Semerkanta Doğru: Zengi Ata Huzurunda
13 Haziran Pazar sabahı erkenden kahvaltı edip Semerkant yoluna düşüyoruz. Bizim heyecanlı 80 kuşağının masal şehirlerinden olan Semerkant'ın adı bile insana heyecan veriyor. Mesafe yaklaşık 350 km ve tahmini yolculuk süresi beş saat. Ancak yol üzerinde bir iki ziyaret mahalli var. Bunların ilki şehir çıkışındaki bağlık bahçelik bir yere kurulmuş olan Zengi Ata mescidi. Yesevî halifelerinden olan Zengi Ata, adı üzerinde zenci imiş ve çobanlık yaparmış. Çobanlar bugün bile onu pir bilir ve kendisinden istimdat edermiş. Timur tarafından yaptırılan türbenin içinde Zengi Ata'nın kabri, eşi Anber Bibiyle yan yana. Efendim, bazı Anadolu ağızlarında hâlâ kullanılan bibi burada 'anne' mânâsına kullanılıyor. Peki, soylu bir hanım olan bu Anber Bibi nasıl olmuş da bir zenci ile evlenmiş? Efendim şöyle olmuş. Anber Bibi, Zengi Ata'dan önce Yesevî halifelerinden meşhur Hakim Ata Süleyman Bakırgani'nin eşi ve Bakırgani de biraz esmerce. Bir ara Anber Bibi hanımefendi de içten içe eşinin esmerliğini kınamakta. Vay, sen misin evliyayı kınayan! Bakırgani eşine ilenmiş ve demiş ki: "Dilerim benden sonra benden daha esmerine düşesin!" Demişler ya: Söyleyene değil söyletene bak! Ve değil mi ki velinin kerameti hak! Nasıl olmuşsa olmuş, Hakim Ata'nın vefatından sonra Anber dul kaldıktan sonra Zengi Ata'yla evlenmek zorunda kalmış. Ziyaretçisi bir hayli fazla olan türbe hemen bütün benzerleri gibi geniş bir avlu içinde. Ortada geniş havuzu, köşede müstakil küt minaresi ve medrese hücresine benzer derviş hücreleri ile türbe tam bir kompleks. Türbenin çıkışında bir dizi samsa tandırı sıralanmış. Samsa bir nevi kıymalı börek. Efendim, sahibi yuvarlak bir kuyu ağzına benzeyen tandırın iç yüzeyine samsa ve çörekleri sıvıyor. Yardımcısı da içerdeki ateşi yelpazeliyor ve pişenleri alıp önündeki tepsilere diziyor. Manzara son derece doğal ve cezbedici. Bu tezgâhların hemen arkasında da köylülerin kendi mahsullerini sattıkları bir köy pazarı var. Çeşit çok, fiyat ucuzdan ucuz. Meyve oburu olan bendenizin çocukluğu meyve ağaçlarının tepesinde geçmiştir. Bu yüzden gözümü nefis kirazlardan ve altın sarısı kayısılardan alamıyorum. Yoldaşlarıma da ikram niyetiyle her ikisinden birer torba tarttırıyorum. Lakin herkes benim düşündüğümü düşünmüş ki aldıklarımız elimizde kalıyor, sıcakta ziyan oluyor.

Yol Manzaraları
Pazarın arkasından bir tren hattı geçmekte. Ve hat üzerinde akıp giden uzun bir yük treni. Tuhaf, bu ne biçim tren böyle. Vagonları say say bitmiyor, ben diyeyim 80, siz deyin 100. Trenin uzunluğu abartısız bir kilometreden fazla olmalı. Şimdi bitti bitecek diye bekleşirken tren aniden durmasın mı! Bir yarım saat de böyle geçiyor. Hattın iki tarafında tarlalarına gitmek üzere trenin hareketini bekleyen çiftçilerin sayısı gittikçe kabarıyor. Sonra bir de ne görelim. Sabrı tükenen adamlar vagonları birbirine bağlayan kancaların altından patır patır karşıdan karşıya geçmeye başlamasın mı? Yüreğimiz ağzımıza geliyor. Hey Allah'ım! Ya tren aniden hareket ederse?

Nihayet yol açılıyor ve şimdi iki şehri birbirine bağlayan ana yoldayız. Yolun iki tarafında gözün uzanabildiği her yer sulama kanallarının böldüğü pamuk tarlalarıyla kaplı. Tarlaların etrafı da dalları sarkmış bereketli meyve ağaçlarıyla çevrili. Maşallah, barekallah! Benim gibi Özbekistan'ı bir bozkır ülkesi sananlar için inanılmaz ve doyumsuz bir manzara. Bu manzara neredeyse Buhara'ya kadar değişmeden devam edecek.

Türbeler Yurdu Semerkant
Bu hâl ile öğle sularında Semerkant'a vâsıl olduk. Semerkant'ta tarihî doku başkente nisbetle çok daha belirgin. Dîvân-ı Lugati't-Türk'e göre Semerkant, 'Semizkand' [Şişman şehir] kelimesinden muharref. Dünyanın en eski şehirlerinden biri sayılan ve bir ara Afrasiyab adıyla da anılan Semerkant Timur zamanında yeniden ihya edilerek imparatorluğun başkenti hâline getirilmiş. Günümüzde bile ana mimarî çizgileriyle Timur'dan kalmış bir şehir görünümünde. Ağaçla çevrili sakin caddelerden ve geniş parklardan geçerek kalacağımız Asia-Semerkant oteline iniyoruz. Yolumuzun üzerinde dikkat çekici büyüklükte bir Timur heykeli var. Bu heykel daha önce başka yerdeymiş ama sırtı kıbleye dönük diye kaldırılarak buraya konmuş. Pek garip değil mi? Semenkant'taki programımızın da ağırlığını yine büyük sufilerin türbe ziyaretleri teşkil ediyor. Burada din ve tasavvuf neredeyse aynı şey. Tasavvuf demek de büyük ölçüde Nakşî geleneği demek. Sevimli rehberimiz Tolkın bir hac rehberi gibi ziyaret yerlerini ve faziletlerini sayıp döküyor. Onun ifadesine göre Semerkant'taki şu üç mahallin ziyareti tıpkı bir hac ibadetine eşit sayılırmış: 1. Ruhabad; 2. Şah-ı Zinde; 3. İmam Buhari.
Sonra ulu zevatın her birine ait menkıbeler, kerametler, harikulade hâller. Söz gelimi Ruhabad lakabıyla maruf olan Şeyh Burhaneddin Sağarci vefatından kaç asır sonra gelen Timur'la mânâ âleminde konuşmuş ve kendisine yol göstermiş vs. Eh, bizim gibi zihni ve itikadına şüphe virüsü bulaşmış Türkiye Müslümanlarına bu kadar menkıbe kültürü fazla. Dolayısıyla anlatılan her menkıbe otobüste hemen itiraz ve istihzalarla karşılanıyor. Nasıl olurmuş da kabir ziyareti hacla kıyas olunurmuş, anlatılan kerametlere kim tanık olmuş, dine bu bidatleri kim sokmuş ilh. Zavallı Tolkın ve Nadirhan neredeyse hakkımızda şüpheye düşecekler. Ah, ah! Bu safi itikada, bu kocakarı imanına sahip olmak daha mı güzel acaba, diye kendime sormadan edemiyorum.

Eşyalarımızı otele bıraktıktan sonra Semerkant'ın sembolü olan Registan Meydanı'na gidiyoruz. Merdivenlerle indiğimiz geniş meydanın bir cephesinde Ulug Bey Medresesi, diğer iki cephesinde ise Şirdar ve Tillakari medreseleri mevcut. Genişliği, muhteşem taç kapıları ve emsalsiz simetrisi ile bu meydan sanırım yeryüzünde kendi türünün biriciği. Ancak medreselerin iç hacmi, cümle kapılarının ihtişamıyla orantılı değil. Anlaşılan imparatorluk gururu daha çok görünür alanları esas almış. Her üç medresenin hücre ve salonları günümüzde turistik eşya dükkânı olarak faaliyet göstermekte.

Bir iki saatimizi bu meydanda harcadıktan sonra sırada Gur-ı Emir [Timur'un kabri] var. Geniş bir avlu içindeki bu gösterişli türbe büyüklük ve ihtişamıyla gerçekten göz kamaştırıcı. Çağının en meşhur taş yontucuları, hakkakları ve nakkaşları bütün hünerlerini burada sergilemiş ve ortaya harikulade bir eser çıkarmışlar. Timur, yüksek kubbeli türbesinde az bulunur cinsten siyah bir mermer sanduka içinde yatıyor. Timur vefatından sonra pek sevgili hocası Nakşi şeyhi Seyyid Bereke'nin ayak ucuna defnedilmesini vasiyet etmiş. Şimdi hoca ve talebe son uykusunda da yan yana. Rehberimiz Timur'la ilgili epeyce menkıbeler anlatıyor ama naklî sayfalarımızı epey kabartacak olan bu menkıbelerden sarf-ı nazar edelim. Birkaç saatimizi alan bu ziyaretten çıktığımızda ikindiyle akşam arası.

Günün son programı İmam Maturidî Türbesi. Registan'a yaklaşık 15 dakikalık yürüme mesafesinde olan türbeye giden yol, yüksek taş duvarlarla çevrili bir sokaktan geçiyor. Bu yüksek duvarlar ve kanatlı demir kapılar içerdeki mahremiyeti yaban bakışlardan gizlemekte. Kapı önlerinde sohbet eden Özbek hanımlar biz geçerken toparlanıyor, başlarını eğiyorlar. Acaba bu hâlleriyle "kâsıratu't-tarfi" övgüsüne mazhar olduklarının farkındalar mı? Sokak arasında oynayan çekik gözlü yumurcaklarsa bizim fahri delilimiz; ardımızdan koşuşturuyor ve el-kol hareketleriyle bize gideceğimiz yeri tarif ediyorlar. Nihayet akşama 15 dakika kala aradığımızı buluyoruz. Ziyaretten önce abdest alıp atlas bir halıya benzeyen bahçede geçmek üzere olan ikindi namazını eda ediyoruz. Türbe imamı iri yarı, Rüstem edalı, Davud sadalı bir zât. Onun verdiği bilgiye göre Stalin zamanında Yahudiler bu semte dadanmış, türbenin de içinde bulunduğu tarihî mezarlığı yıkıp üzerlerine evler yapmışlar. Böylece izi tozu kaybolan, hatta yeri bile unutulmaya yüz tutan türbe birkaç sene önce Prof. Dr. Ramazan Ayvallı'nın başkanlığındaki bir heyetin himmetiyle klasik usülde yeniden ihya edilmiş. Zihi hizmet, zihi himmet! Hemen türbenin önünde de Türkiye Gazetesi'nin o tanıdık, bildik çeşmelerinden biri aşina aşina gülümsüyor. Peki, Yahudiler ne olmuş? Bakmışlar ki devir değişti ve papuç pahalı.Tası tarağı toplayıp başka mahallere göçmüşler. Elhamdulillah. Külli şeyin yerciu ila aslihi.

Akşam namazını da türbedârın arkasında kıldıktan sonra geldiğimiz yollardan geçerek geri döndük.

Tavsif-i Ayş u Tarâb
Akşam yemeği için Tolkın ilginç bir yer seçmiş; restoran olarak kullanılan bir Özbek evi. Restoran biri erkek ikisi kız üç kardeş tarafından işletilmekte. Yer soframızın üzeri hepsi evde hazırlanan mantı, samsa, tatar böreği ve bazı soğuk soslarla müzeyyen. Tamamen ahşapla kaplı asırlık evin tavan ve duvarları kalem işleriyle süslü ve nakışlı nişlerine avadanlıklar dizilmiş. Yani ev bütün özellikleriyle tam bir Anadolu evi görünümünde. Bu kadar uzak coğrafyalarda bu kadar benzerlik, aklın alacağı şey değil. Peki ey erenler! Hiç ayş olur da tarâb olmaz mı? Olsun efendi! Yemekte mahallî bir sanatkâr bize tar eşliğinde şarkılar, ilahiler söyledi. Mahlasından belli ki bu parçaların bazıları meşhur sufi Baba Rahim Meşreb'e ait. Gerçi sözlerini pek anlayamıyoruz ama yanık ezgiler bizim gönül tınılarımızla hem-âhenk. Şimdi her ihsana kendi cinsiyle mukabele lazım. Neyse ki aramızda mûsikî üstadımız İlhan Bey var. İlbeyi kardeşin pazardan hatıra olsun diye aldığı o minyatür dairenin derûnunda ne yangınlar varmış meğer. Oncağız şey İlhan Bey'in elinde boyundan büyük işler çıkarıyor ve ortalığı velveleye veriyor. Ortam, yemekler, saz, söz, heyecan... Hepsi güzel ama artık kalkmalı ve yarın gün boyu sürecek toplantı için biraz enerji depolamalı. Dekanımız Ulvi Bey hepimiz adına ev sahip ve sahibelerine teşekkür ediyor ve dilimiz damağımız bu güzel gecenin lezzetleriyle dolu olarak otele revan oluyoruz...


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: Özbekistan İzlenimleri / Cihan OKUYUCU
MesajGönderilme zamanı: 31.12.12, 17:52 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 05.03.09, 09:49
Mesajlar: 311
Özbekistan İzlenimleri - 2
Cihan OKUYUCU
Nizami ve Nevayi Toplantısına Buyurun!

14 Haziran Pazartesi, saat 9.30. Biraz sonra, bu geziye vesile olan 'Uluslararası Nizami ve Nevaî Toplantısı' başlayacak. Sevgili kâriler elbette bilir ki Nevaî kimdir! Yine de malumu ilâm kabilinden belirtelim; Özbek edebiyatı demek, büyük ölçüde Nevaî demek. Sözgelimi Şekspirsiz bir İngiliz edebiyatı düşünülebilir ama Nevaîsiz bir Özbek edebiyatı düşünmek muhal. Nevaî, bir milletin diline ve edebiyatına kendi adını miras bırakmış bahtiyar. Toplantının ev sahipliğini İİCAS [Uluslararası Orta Asya Araştırmaları Enstitüsü] Müdürü Dr. Şahin Mustafaev deruhte etmekte. Şimdi bu girizgâha aldanıp büyük salonlar ve kalabalıklar hatıra gelmesin. Katılımcılar hepi topu, uzun ve oval bir masa etrafında toplanan 40 kişiden ibaret. Yani bir havas toplantısı bu anlayacağınız. Topluluktaki en kalabalık delegasyon bizimkisi. Çoğunluğu Fatih Üniversitesi hocalarından oluşan gurubumuz 19 kişiden müteşekkil. Özbek meslektaşlardan başka İran, Tacikistan ve Azerbaycan da küçük heyetlerle temsil edilmekte. Arkadaşlar sağ olsunlar, grubu temsil görevini bana tevcih etmişler. Toplantı Dr. Şahin Mustafayev'ın açılış konuşmasıyla başlıyor. Elli yaşlarında görünen Şahin Bey konuşmasını birkaç dilde tekrarlıyor. Türkçesi o kadar tabii ve aksansız ki tanımayan birinin onu Türkiyeli sanmaması imkânsız. Meğer hazret daha önce 10 sene kadar ülkemizde görev yapmış. Şehir valisi ve Semerkand Devlet Üniversitesi Rektöründen sonra konuşma sırası bana geliyor. Temsilcilik, mesuliyetli iş. Hakka sığınıp, 30 senelik meslek hayatının, ta talebelikten başlayan Orta Asya Türklüğüne yönelik muhabbetin ve ne zamandır tasavvuf kültürüyle meşguliyetin zihnimdeki ve kalbimdeki muhassalasını damıtarak birkaç cümleye sığdırmaya çalışıyorum. Ez-cümle diyorum ki burada bulunmak bizim için herhangi bir ülkede bulunmaktan çok farklıdır. La-teşbih bir nevi umre ziyareti gibidir. Çünkü İmam Buhari, İmam Matüridi, Abdulhalik Gücduvani, Bahaeddin Nakşibendi, Hoca Übeydullah Ahrar hazretleri gibi Anadolu kültürünü asırlarca besleyen, emziren ulu zevat buradadır. Beden oradaysa ruh burada, gövde oradaysa kök buradadır. Ne gövde köksüz olabilir ne de ruh bedensiz. O hâlde coğrafyalar uzak da olsa biz aynı ruh ikliminin insanlarıyız, biriz, beraberiz ve beraber olmalı, aynı hedeflere akmalıyız.. Bu minvaldeki konuşma lehülhamd ilgi ve takdir görüyor. Beşuş çehrelerden anlıyorum ki bu temenniler aslında herkesin ortak arzusu ve hayali. Açılış konuşmalarını takiben verilen kısa aradan sonra toplantı iki ayrı salonda akşama kadar devam etti ve Nevaî ve Nizâmî ile ilgili muhtelif bahisler ele alındı. Görevli bulunduğum salonda tebliğ sunan arkadaşlardan Yusuf Çetindağ, İlhan Özkeçeci, Erdoğan Keskinkılıç, Mehmet Gümüşkılıç, İlbeyi Özer ve Bakü'den dostum Saadet Şikiyeva'yı dinleme imkânı buldum. Kendi tebliğimde de ülkemizdeki Nevaî yazmaları ve yapılan Nevaî çalışmaları hakkında toplu bilgi vermeye gayret ettim. Konuşma sonrasında da Azeri Devlet televizyonu fakirle kısa bir söyleşi yaptı.

Toplantıda İran, Tacikistan, Azerbaycan'dan gelen akademisyenler yanında Özbekistanlı bazı bilim adamlarıyla da tanışma fırsatına nail olduk. Nitekim Taşkent Şarkşinaslık Enstitüsü Öğretim üyesi Prof. Suyime Ganiyeva, Taşkent Nizami Devlet Üniversitesi Öğretim üyesi Doç. Dr. Keramet Mullahocayeva, Özbekistan İlimler Akademisi Ali Şir Nevaî Dil ve Edebiyat Enstitüsü'nden Doç. Dr. Ergaş Açilov, Semerkand Devlet Üniversitesi Öğretim üyesi Prof. Dr. Dilaram Salahi bunlardan bir kaçı.

Öğle yemeğinde aynı masaya düştüğümüz Özbekistan Milli Üniversitesi Öğretim üyesi Prof. Dr. Hamidullah Baltabayev ve diğer meslektaşlarla meslekî bahisleri konuşma imkânı buluyorum. Bunlar Türkiye'ye defalarca gelip giden ve ilmî gelişmeleri yakından takip eden ufku açık insanlar. Ağır yemeğin ve yorgunluğun tesiriyle öğleden sonraki celseler bir hayli zorlu geçiyor. Verilen aralarda devirdiğimiz okkalı çay ve kahvelerle ayık kalmaya çalışıyoruz.

Buhara Yolunda Yoldaki Ziyaretler
15 Haziran Salı günü Buhara'ya müteveccihen yola düştüğümüzde önümüzde 275 km'lik bir yol var. Peki, bu yolu ne kadar zamanda alırız Tolkın? Ziyaretlerle birlikte beş altı saat sürer! Peki, o hâlde, vira bismillah.
Yolumuzun üzerinde araç, sırayla Şah-ı Zinde ve Uluğ Bey rasathanesini ziyaret için duruyor. Bilhassa rasathaneyi merak ediyorum ama ne çare. Kıpırdayacak mecalim olmadığı için aracın camından birkaç kare resim almakla yetindim. Bir saat kadar sonra İmam Buhari türbesine geldiğimizde kendimde bir parça mecal hissederek aşağı indim. Devlet başkanı tarafından yeniden yaptırılan Buhari Hazretleri'nin mermer lahdi, geniş bir bahçenin ucunda nefis bir ahşap çardak altında. Dinin Kur'ân-ı Kerîm'den sonraki ana kaynağı olan Sahih-i Buhari müellifinin/mürettibinin huzurunda bulunmak hepimiz için inanılmaz bir duygu. Türbedar. arkadaşların ziyaret ricasını kırmıyor ve lahdin altındaki gerçek mezarı açıyor. Ama o kadar mecalsizim ki bayılma korkusuyla yerimden kalkamadım.

Buhara'yı Tanıyalım
Şimdi efendim, düldülümüz tıngır mıngır yürüye dursun biz bu fırsattan istifade edelim ve vasıl olmak üzere olduğumuz Hazret-i Buhara'yı bir nebze tanıyalım. Kuruluşu çok eskilere dayanan Buhara, İslâm'dan önce önemli Budist merkezlerinden biri imiş. Nitekim Buhara kelimesinin de Sanskritçede manastır mânâsına gelen 'vihara' kelimesinden geldiği tahmin ediliyor. Buhara'nın İslâm'la tanışması da hayli erken. Şehir, hicretin henüz 54. yılında [miladi 674] Muâviye'nin Horasan Valisi olan Ubeydullah b. Ziyâd tarafından İslâm topraklarına katılmış ve bundan sonra Merv'deki Horasan valisine bağlı bir emirle idare edilmiş.

Tarih boyunca çeşitli hanedanlar tarafından idare edilen Buhara'nın en mamur zamanı 9–10. yüzyılları kapsayan Samani devri. Ancak Samanilerden önce bile İmam Muhammed b. İsmail el-Buhârî çapında bir âlim yetiştirmesi şehrin kültür ortamı hakkında bir fikir sahibi olmak için kâfi. Benzersiz mimarisiyle Samani İsmail türbesi ise bu dönemin günümüze ulaşan en parlak hatırası. Dönem tarihçisi İbn-i Havkal ziraat ve taşımacılık için yapılan kanalları, bölgenin ziraatının gelişmişliğini ve ürettiği malları ayrıntılı olarak anlatır. Bazılarının tarihi, İslâm'dan önceki devreye kadar çıkan su kanallarının bir kısmından günümüzde bile faydalanılması oldukça ilginç.

Ancak Buhara, Karahanlı ve Hârizmşah idarelerinden sonra gelen Moğol istilası zamanında metruk bir şehre dönmüş. Öyle ki 1333 yılında şehri ziyaret eden İbn Battûta cami, medrese ve pazarların tam bir harabe hâline geldiğine tanıklık eder. Buhara açısından 14. asrın en önemli olayı ise Bahâeddin Nakşibend [ö. 791/1389] tarafından kurulan Nakşibendiyye tarikatının ortaya çıkması. Hazretin doğum yeri olan Kasrı Ârifân'daki türbesi asırlar boyunca geniş kitleleri kendisine çekti. Müridleri arasında bulunan Hâce Muhammed Pârsâ'nın [ö. 822/1419] da etkisiyle Nakşibendilik Orta Asya'da silinmez izler bıraktı.

Buhara son parlak devrini 16. asırda burayı merkez hâline getiren iki Özbek hanı; Ubeydullah ve Abdullah Han zamanında yaşadı. Bundan sonrası bütün Orta Asya gibi Buhara için de bir inhitat oldu. Ruslar 1868 yılında Buhara çevresini istilâ ettiler ve bunun neticesi olarak Rus nüfus hızla arttı. 20. asrın başındaki Sovyet işgalinden sonra da Buhara, dinî kimliğini kısmen korudu ve Müslüman din adamı yetiştiren iki medreseden biri Buhara'da yaşamaya devam etti. Şimdilik orta büyüklükteki bir şehir olan Buhara'nın nüfusu 250 bin civarında. Şehirde bugün Özbekler ve Tacikler yanında hemen her Türk boyunun az veya çok temsilcisi mevcut. Hâsılı, Buhara 2500 yıllık tarihî ve kızıl topraktan mamul mimarî eserleriyle âdeta masallardan çıkıp gelmiş bir şehir görünümünde.

Efendiim.. Siz bu satırları okurken kafilemiz 14.30 sularında şehre vasıl oluyor ve doğruca Buhara-Asya oteline iniyor.

Öğle yemeğinde bir parça yoğurt ve lapayla idare ediyorum. Şimdilik durum fena değil ama ihtiyat iyidir. Ben yavaş yavaş kendime gelirken diğer hastaların durumu ise gittikçe ağırlaşıyor. Bilhassa oda arkadaşım olan Mehmet Kahraman bitkin bir vaziyette ve ancak aldığı ilaçlarla ayakta durabilmekte. Her ikimiz de o günkü geziye katılmıyor ve otelde kalmayı tercih ediyoruz. Otelin hemen önünde, Leb-i havuz ismiyle maruf geniş bir park var. Akşam serinliğinde biraz hava almak için oraya indim ve öteberi satılan açık pazarı dolaştım. O sıra arkamdan biri seslendi, dönüp baktım ki bizim toplantının ev sahibi Şahin Bey. Meğer o da misafirlerini arabayla gezmeye getirmiş. Hâl hatırdan sonra otele geri dönüp yattım. Buhara'nın ilk günü böyle geçiyor. Yarına Allah kerim.

Hacegan Ziyaretleri
16 Haziran Çarşamba günü programının öğleden önceki kısmı çevredeki Hacegan türbelerini ziyaretine ayrılmış. Ancak yeterince türbe ziyaret ettiğini düşünen gruptakilerin bir kısmı bu konuda isteksiz. Onlar bu vakti şehirde geçirmeyi tercih ediyorlar. Bu gün ben de daha iyiceyim ve geziyi tercih eden yedi kişilik gruba dâhil oluyorum. Tolkın elindeki bilgi notlarıyla her ziyaretten önce o mahal hakkında derli toplu bilgi vermekte. İlk mahal Buhara'ya on beş kilometre mesafedeki Ali Ramiteni makamı. 130 yıl yaşamış olan bu zâtın kabri küçük bir tepede, tarla içindeki makamın önüne tarikat alemleri dikilmiş. Uzun sırıkların ucuna bağlanan alemlerin bir kısmı bez, bir kısmı ise tuğ şeklinde. Muhtemelen at kılı olmalı. Menkıbelerden varlığını bildiğim tarikat alemlerini çıplak gözle görmek benim için oldukça öğretici.

Bu kısa ziyaretin ardından ikinci durak on dakika mesafedeki Baba Semmasi türbesi. Hemen bütün türbeler gibi Baba Semmasi türbesi de içi meyve ağaçlarıyla dolu geniş bir bahçede. Zâtın medfun bulunduğu kabir yaklaşık iki metre yüksekliğinde taş bir lahit. Meyveli bahçe çeşit çeşit kuşları da davet etmiş olmalı ki içeride tam bir cıvıltı senfonisi var. Kendimizi bu güzel mekânın cazibesine bırakıyor ve bir miktar murakabeye dalıyoruz. Beş on dakikalık bu murakabeden başımızı kaldırdığımızda sanki hepimiz yeniden doğmuş gibiyiz. Bu tecrübe kalabalık şehirlerin gürültü patırtısı ve telaşı içinde nelerden mahrum kaldığımızı yeniden fark etmemizi sağlıyor.

Saat 10.00 sularında bu sefer Şah-ı Nakşıbend'in huzurundayız. Türbeye çıkan müthiş hıyabanın iki tarafında sıralanan kavak ağaçları ihtiram duruşundaki dervişlere benziyor. Yolda her biri bir kitaplık mânâ yüklü Nakşi prensiplerini havi tabelalar: Dest be-yar /Dil be kar. [Türkçesi: El karda gönül yarda.] Sonra: Huş der-dem/Nazar ber-kadem/ Halvet der-encümen ilh.

Hazret, sevenlerine kendi kabrinden önce annesinin ziyaret edilmesini vasiyet buyurmuş. Madem o buyurmuş bize de uymak düşer. Yeni restore edilen türbenin ahşap kaidesi ve tavanı enfes nakışlarla bezeli. Yetmiş yıllık bir inkâr ve yıkım rejiminden sonra klâsik sanatların bu kadar kuvvetle yaşaması çok manidar. Hazret iki buçuk metre yüksekliğinde taş bir lahitte yatıyor. Ekibimizin çiçeği Prof. Dr. Mustafa Çiçekler eğilmiş, içeriyi fotoğraflamaya çalışan tarihçi kardeşimiz Ertuğrul Beyi sırtına almış. Genç Ertuğrul sanat tarihçisi Prof. Dr. Sadettin Ökten üstadımızın mahdumu. Dolayısıyla gezi boyunca tarihî eserleri kameraya çekmek yahut fotoğraflamak görevi onun uhdesinde. Bizim derviş gönüllü Nadirhan, burada da herkesi on dakikalığına murakabeye davet ediyor. Gözlerimizi kapatıyor kendimizi huzurunda bulunduğumuz Bahaeddin Nakşibend hazretlerinin ruhaniyetine teslim ediyoruz. Allah Allah, ne feyizli, ne bereketli bir murakabe bu. Şimdi bu fakir gelsin de gönülden geçen o mânâ esintilerini cümlelere döksün, mümkün mü? İlhan hocamızın Kur'ân tilaveti de hitamühül-misk oluyor ve oradan bütün maddî ağırlıklarımızı bırakarak ayrılıyoruz. Doğrusu şunca yol ve masraf sadece bu birkaç dakikalık manevî zevk için göze alınsa değer. Haydi, bu satırlar; ”Âh keşke!” diyen sevgili okuyucular için de bir açık davet yerine geçsin.

Bizdeki sokak pazarlarına burada 'Kara Bazar' denmekte. Türbenin hemen karşısında böyle bir pazar var. Eşe dosta uygun bir şeyler bulmak ümidiyle pazara giriyoruz ama alınabilir evsafta pek bir şey yok. Oraya mahsus olmak hasebiyle birkaç Özbek takkesi almakla yetiniyorum. En iyisi, Özbeklerin meşhur yeşil çayından ve Buhara'nın çekirdeksiz kuru üzümünden almak. Hayri Hak rast getire.

Yolumuz 12.15 sularında Şah-ı Nakşıbendi'yi yetiştiren Seyyid Emir Külal'e uğruyor. Namlı bir pehlivan olan Emir Külal zamanla Baba Semmas tarafından keşfedilmiş ve onun ellerinde bir mânâ pehlivanına dönüşmüş. Burada ve uğradığımız her yerde kabir başında Kur'ân okumayı iş edinmiş kişilere rastladık. Bu zevat üç-beş kişiyi bir arada görünce hemen Kur'ând'an kısa sûreler okuyorlar. Gerçi tecvitleri çok su götürür ve bu işi de muhtemelen kendilerine verilecek 3–5 kuruş için yapıyorlar, ama değil mi ki dine hizmet ediyorlar helali hoş olsun.

Hacegan ziyaretlerini tamamlayıp şehre girdiğimizde tam öğle ezanı okunmak üzere. Öğle namazlarını yolumuz üzerindeki Bala Havuz mescidinde eda ediyoruz. Okunmak üzere deyişim ağız alışkanlığı. Zira burada ezanlar caminin iç kapısında çıplak sesle, hani neredeyse bizim iç ezanımız ayarındaki bir ses tonuyla okunmakta. Camide çoğu orta yaşın üzerinde yaklaşık 70–80 kişi var.

Ne Kale Ama!
Namazdan sonra otelde biraz dinlendik ve topluca şehir gezisine çıktık. İlk durağımız heybetli Buhara Ark Kalesi. Kalenin meydana bakan cephe duvarı öyle yüksek ki siz deyin elli ben diyeyim altmış metre. Ve hâlen restorasyondaki bu duvarlar da şehrin bütününe rengini veren kızıl kerpiçten. Şehrin tek tepesi üzerindeki iç kaleden çevreyi kuşbakışı görmek mümkün. Bu bakış şehrin tarihi niteliğini daha bir belirgin kılıyor. İşte, geniş küt gövdesi ve kırk metreyi aşan boyuyla Buhara'nın sembolü olmuş Kalan Minaresi şurada. Beride güneş ışıklarının parlattığı keskin turkuaz kubbeler hâlâ klâsik usul öğrenci yetiştiren Mir Arap medresesine ait. Daha uzakta teşhis etmekte zorlandığımız başka kubbeler, başka medrese ve türbeler. Manzara iyi hoş ama içeride hummalı bir inşaat ve inşaatın bütün tozunu üzerimize savuran şiddetli bir rüzgâr var. Amansız rüzgârın üflediği bu kızıl toz bulutundan nereye sığınacağımızı şaşırıyor ve bozgun hâlinde öyle bir firar ediyoruz ki hâlimiz görülmeye değer.

Bu Dahi Terlik Faslıdır
Akşam saat 18.00'da akşam yemeğine gitmek üzere otelin önünde buluşuyoruz. Bizi götürecek otobüs kapının önünde. Tam binmek üzere bir hamle yapmıştım ki cıırtt diye bir ses yüreğimi cızlattı. Korktuğum olmuş, terliğimin kalan dili de kopmuştu. Çıplak ayağım yere değdi ki aman Allah! Güneşte erimiş asfalt tandır demiri gibi yakmada. Yemekten vazgeçip seke seke çevremde bir ayakkabı tamircisi aramaya başladım. Yar bana bir tamirci medet! Leb-i Havuz'un etrafı, genişliği iki metrekareyi geçmeyen dolap-dükkânlarla çevrili. Bunlardan biri de on dokuz yaşındaki ayakkabı tamircisi Firuz. O, elindeki birkaç basit aletle önündeki pabuç enkazını adam etmeye çalışıyor. Şimdi bu Firuz'u tanımak lazım, kimdir, necidir, ne kazanır? Ben aklımdaki kelimeleri Özbekçeye aktarıp soruyorum, çocuk yarısını anlıyor yarısını anlamıyor. Sonra Firuz konuşuyor ben de bir kısmını anlıyor, çoğunu kaçırıyorum. Çünkü Firuz pek çok Buharalı gibi yarı Özbek yarı Tacik. Bu yüzden dili de bu iki dilin acayip bir halitası. Yine de delikanlının 11 kardeşi olduğunu, gün boyu çalışarak ailesine yardım ettiğini anlayabiliyorum. Nasıl epey bir şeyler anlamışım değil mi? Yarım saatlik bir mesai sonunda artık kat kat dikişlerle tank sağlamlığında iki terliğe sahip oluyorum. Ücreti? Ücret gerekmezmiş. Peki öyle olsun, ey on bir kardeşli , fakir ama gözü tok Firuz Efendi! Ama sen de şu küçük hediyemizi kabul buyur artık.

Başımda Bir Tebelleş
Oradan çıkınca bir an dikelip düşünüyorum: Mademki yoldaşlarımdan ayrı düştüm, onlar dönene kadar ben de kısa bir şehir turu yapayım ve ikindi namazını aradan çıkarayım.

Bu niyetle çevreme bakınırken maşallah diyorum. Şehirde medreseden, mescitten geçilmiyor: Kalan Minaresi, Kökeldaş Medresesi, Uluğ Bey Medresesi, Abdulazizhan Medresesi, Nadir Divan Begi Medresesi daracık bir alanda iç içe, diz dize. Nihayet namaz için Mir Arap Medresesi'nde karar kılıyorum. İçerideki hücrelerde ve sütun diplerinde takkeli talebeler derslerine çalışmakta. Otele dönerken bana bir şeyler satmak için didinip duran bir ayakçının elinden zor kurtuluyorum yahut kurtuldum sanıyorum. Yahu bir ayakçı milleti dünyanın neresinde olursa olsun ne kadar da birbirinin benzeri.

Az sonra adamcağız koluna hatununu takıp kaldığım otele damlamasın mı? Hatunun elinde de elişleri doldurulmuş bir bohça. Adam bana bir şeyler satmayı kafasına koymuş bir kere. Ne desem kâr etmiyor. Bir yandan kızıyorum ama diğer taraftan da adamdaki azme gıpta ediyorum. Sonunda Erdoğan Bey'in de yardımıyla on iki bin soma işlemeli küçük bir masa örtüsü alıyorum. Meğer adamcağız bilmeden bana iyilik etmiş. Zira memlekete döndüğümde hanım sultan katında en makbul hediye bu küçük masa örtüsü oldu. Keşke birkaç tane daha alsaymışım.

Ve Perde Kapanıyor.
Akşam karanlığı çökerken biz de havaalanı yolunu tutuyoruz. Buradan Taşkent'e dönecek ve orada geceledikten sonra ertesi sabah İstanbul'a uçacağız. Dışarıda sıcaklık kırk beş derece; ama insan nefesiyle saunaya dönen uçağın içi en az elli derece olmalı. O yüzden buram buram terliyoruz. Anlaşılan Piran-ı Buhara bizi pişirmeden göndermeyecek. Elhamdülillah, âlâ külli hâl.

Yaklaşık bir saatlik yolculuktan sonra planlanandan epeyce geç bir saatte, akşam 10.00 sularında yeniden Taşkent'teyiz. Şimdi Doç. Dr. Seyfettin Seyfullah'ın önceden vaki akşam çayı davetine icabet konusunda bir tereddüt yaşıyoruz. Acaba bu saatte gitmeli mi, gitmemeli mi? Gerçi bir Özbek evini içeriden tanımak hiç de fena olmayacak ama hem çok yorgunuz hem de yarın erkenden kalkmamız gerekecek. Yine de davetin cazibesi ağır basıyor ve birer taksiye atlayıp verilen adrese yöneliyoruz. Hocanın evi şehrin kısmen dışında, bahçe içerisinde. Yere serilen yaygının etrafında bağdaş kurup oturuyor ve ikram edilen meyvelerimizi yiyor, çaylarımızı içiyoruz. Aynı avlu içinde tek katlı üç yapı var. Ana yapı ev olarak kullanılmakta; birer odadan ibaret olan diğer ikisi ise kütüphane ve misafir kabul mahalli olarak kullanılmakta. Az buçuk hattatlığı da olan bu güzel adam, meşklerini gösteriyor ve İlhan Bey'den fikir alıyor. Sohbet oradan oraya akıp dururken benim gözlerim gökte ışıldayan yıldızlarda. Şehrin göbeğinde bu kadar parlak ve bol yıldızlı bir sema oldukça şaşırtıcı. Özbek yazarı Pirimkul Kadirov da 'Yulduzlu Tunler' [Yıldızlı Geceler] isimli tarihî romanını böyle bir bahçede mi yazdı acaba? Yaklaşık bir saat kadar süren çay sohbeti İlhan Bey'in sofra duasıyla sona eriyor. 24.30 sularında yeniden birkaç taksiye bölünüp kaldığımız otele dönüyoruz. Dönüş yolundaki uzun boylu, asık suratlı şoförümüz Taşkent'te sayıları gittikçe azalan Ruslardan biri. Hiç konuşmuyor ve dar sokaklarda arabayı deli gibi sürerek yüreğimizi ağzımıza getiriyor.

Sabahleyin namaz vakti kalkıyor dönüş için hazırlanıyoruz. Geceyi uykusuz geçiren zavallı Nadirhan ayakta sallanmakta. Dört aylık bir hasretten sonra geldiğimiz ilk geceki aile ziyareti hariç bütün vaktini bizimle geçiren bu arkadaşımıza kızmalı mı minnet mi duymalı karar veremiyorum. Saat 6.00'da otelden havaalanına doğru hareket ettiğimizde rüya gibi gelip geçen altı günü zihnimde süzüyorum. Bütün gördüklerim, yaşadıklarım dilimde tek bir cümleye dönüşüyor: Ey çocukluk ve gençliğimin masal şehirleri; Taşkentim, Semerkant'ım, Buhara'm! Ey ruh köküm, kalp yurdum! Sen benim gerçekleşen hülyam ve kabul edilen duamsın. Dilerim bu satırlara atf-ı nazar edip “Âh keşke ben de.” diyen sevgili okuyucuların da makbul duası olursun.


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
Eskiden itibaren mesajları göster:  Sırala  
Yeni başlık gönder Başlığa cevap ver  [ 9 mesaj ] 

Tüm zamanlar UTC + 2 saat


Kimler çevrimiçi

Bu forumu gezen kullanıcılar: Hiç bir kayıtlı kullanıcı yok ve 1 misafir


Bu foruma yeni başlıklar gönderemezsiniz
Bu forumdaki başlıklara cevap veremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı düzenleyemezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı silemezsiniz

Geçiş yap:  
cron
   Powered by phpBB © 2000, 2002, 2005, 2007 phpBB Group

Türkçe çeviri: phpBB Türkiye