Özbekistan İzlenimleri - 2 Cihan OKUYUCU Nizami ve Nevayi Toplantısına Buyurun!
14 Haziran Pazartesi, saat 9.30. Biraz sonra, bu geziye vesile olan 'Uluslararası Nizami ve Nevaî Toplantısı' başlayacak. Sevgili kâriler elbette bilir ki Nevaî kimdir! Yine de malumu ilâm kabilinden belirtelim; Özbek edebiyatı demek, büyük ölçüde Nevaî demek. Sözgelimi Şekspirsiz bir İngiliz edebiyatı düşünülebilir ama Nevaîsiz bir Özbek edebiyatı düşünmek muhal. Nevaî, bir milletin diline ve edebiyatına kendi adını miras bırakmış bahtiyar. Toplantının ev sahipliğini İİCAS [Uluslararası Orta Asya Araştırmaları Enstitüsü] Müdürü Dr. Şahin Mustafaev deruhte etmekte. Şimdi bu girizgâha aldanıp büyük salonlar ve kalabalıklar hatıra gelmesin. Katılımcılar hepi topu, uzun ve oval bir masa etrafında toplanan 40 kişiden ibaret. Yani bir havas toplantısı bu anlayacağınız. Topluluktaki en kalabalık delegasyon bizimkisi. Çoğunluğu Fatih Üniversitesi hocalarından oluşan gurubumuz 19 kişiden müteşekkil. Özbek meslektaşlardan başka İran, Tacikistan ve Azerbaycan da küçük heyetlerle temsil edilmekte. Arkadaşlar sağ olsunlar, grubu temsil görevini bana tevcih etmişler. Toplantı Dr. Şahin Mustafayev'ın açılış konuşmasıyla başlıyor. Elli yaşlarında görünen Şahin Bey konuşmasını birkaç dilde tekrarlıyor. Türkçesi o kadar tabii ve aksansız ki tanımayan birinin onu Türkiyeli sanmaması imkânsız. Meğer hazret daha önce 10 sene kadar ülkemizde görev yapmış. Şehir valisi ve Semerkand Devlet Üniversitesi Rektöründen sonra konuşma sırası bana geliyor. Temsilcilik, mesuliyetli iş. Hakka sığınıp, 30 senelik meslek hayatının, ta talebelikten başlayan Orta Asya Türklüğüne yönelik muhabbetin ve ne zamandır tasavvuf kültürüyle meşguliyetin zihnimdeki ve kalbimdeki muhassalasını damıtarak birkaç cümleye sığdırmaya çalışıyorum. Ez-cümle diyorum ki burada bulunmak bizim için herhangi bir ülkede bulunmaktan çok farklıdır. La-teşbih bir nevi umre ziyareti gibidir. Çünkü İmam Buhari, İmam Matüridi, Abdulhalik Gücduvani, Bahaeddin Nakşibendi, Hoca Übeydullah Ahrar hazretleri gibi Anadolu kültürünü asırlarca besleyen, emziren ulu zevat buradadır. Beden oradaysa ruh burada, gövde oradaysa kök buradadır. Ne gövde köksüz olabilir ne de ruh bedensiz. O hâlde coğrafyalar uzak da olsa biz aynı ruh ikliminin insanlarıyız, biriz, beraberiz ve beraber olmalı, aynı hedeflere akmalıyız.. Bu minvaldeki konuşma lehülhamd ilgi ve takdir görüyor. Beşuş çehrelerden anlıyorum ki bu temenniler aslında herkesin ortak arzusu ve hayali. Açılış konuşmalarını takiben verilen kısa aradan sonra toplantı iki ayrı salonda akşama kadar devam etti ve Nevaî ve Nizâmî ile ilgili muhtelif bahisler ele alındı. Görevli bulunduğum salonda tebliğ sunan arkadaşlardan Yusuf Çetindağ, İlhan Özkeçeci, Erdoğan Keskinkılıç, Mehmet Gümüşkılıç, İlbeyi Özer ve Bakü'den dostum Saadet Şikiyeva'yı dinleme imkânı buldum. Kendi tebliğimde de ülkemizdeki Nevaî yazmaları ve yapılan Nevaî çalışmaları hakkında toplu bilgi vermeye gayret ettim. Konuşma sonrasında da Azeri Devlet televizyonu fakirle kısa bir söyleşi yaptı.
Toplantıda İran, Tacikistan, Azerbaycan'dan gelen akademisyenler yanında Özbekistanlı bazı bilim adamlarıyla da tanışma fırsatına nail olduk. Nitekim Taşkent Şarkşinaslık Enstitüsü Öğretim üyesi Prof. Suyime Ganiyeva, Taşkent Nizami Devlet Üniversitesi Öğretim üyesi Doç. Dr. Keramet Mullahocayeva, Özbekistan İlimler Akademisi Ali Şir Nevaî Dil ve Edebiyat Enstitüsü'nden Doç. Dr. Ergaş Açilov, Semerkand Devlet Üniversitesi Öğretim üyesi Prof. Dr. Dilaram Salahi bunlardan bir kaçı.
Öğle yemeğinde aynı masaya düştüğümüz Özbekistan Milli Üniversitesi Öğretim üyesi Prof. Dr. Hamidullah Baltabayev ve diğer meslektaşlarla meslekî bahisleri konuşma imkânı buluyorum. Bunlar Türkiye'ye defalarca gelip giden ve ilmî gelişmeleri yakından takip eden ufku açık insanlar. Ağır yemeğin ve yorgunluğun tesiriyle öğleden sonraki celseler bir hayli zorlu geçiyor. Verilen aralarda devirdiğimiz okkalı çay ve kahvelerle ayık kalmaya çalışıyoruz.
Buhara Yolunda Yoldaki Ziyaretler 15 Haziran Salı günü Buhara'ya müteveccihen yola düştüğümüzde önümüzde 275 km'lik bir yol var. Peki, bu yolu ne kadar zamanda alırız Tolkın? Ziyaretlerle birlikte beş altı saat sürer! Peki, o hâlde, vira bismillah. Yolumuzun üzerinde araç, sırayla Şah-ı Zinde ve Uluğ Bey rasathanesini ziyaret için duruyor. Bilhassa rasathaneyi merak ediyorum ama ne çare. Kıpırdayacak mecalim olmadığı için aracın camından birkaç kare resim almakla yetindim. Bir saat kadar sonra İmam Buhari türbesine geldiğimizde kendimde bir parça mecal hissederek aşağı indim. Devlet başkanı tarafından yeniden yaptırılan Buhari Hazretleri'nin mermer lahdi, geniş bir bahçenin ucunda nefis bir ahşap çardak altında. Dinin Kur'ân-ı Kerîm'den sonraki ana kaynağı olan Sahih-i Buhari müellifinin/mürettibinin huzurunda bulunmak hepimiz için inanılmaz bir duygu. Türbedar. arkadaşların ziyaret ricasını kırmıyor ve lahdin altındaki gerçek mezarı açıyor. Ama o kadar mecalsizim ki bayılma korkusuyla yerimden kalkamadım.
Buhara'yı Tanıyalım Şimdi efendim, düldülümüz tıngır mıngır yürüye dursun biz bu fırsattan istifade edelim ve vasıl olmak üzere olduğumuz Hazret-i Buhara'yı bir nebze tanıyalım. Kuruluşu çok eskilere dayanan Buhara, İslâm'dan önce önemli Budist merkezlerinden biri imiş. Nitekim Buhara kelimesinin de Sanskritçede manastır mânâsına gelen 'vihara' kelimesinden geldiği tahmin ediliyor. Buhara'nın İslâm'la tanışması da hayli erken. Şehir, hicretin henüz 54. yılında [miladi 674] Muâviye'nin Horasan Valisi olan Ubeydullah b. Ziyâd tarafından İslâm topraklarına katılmış ve bundan sonra Merv'deki Horasan valisine bağlı bir emirle idare edilmiş.
Tarih boyunca çeşitli hanedanlar tarafından idare edilen Buhara'nın en mamur zamanı 9–10. yüzyılları kapsayan Samani devri. Ancak Samanilerden önce bile İmam Muhammed b. İsmail el-Buhârî çapında bir âlim yetiştirmesi şehrin kültür ortamı hakkında bir fikir sahibi olmak için kâfi. Benzersiz mimarisiyle Samani İsmail türbesi ise bu dönemin günümüze ulaşan en parlak hatırası. Dönem tarihçisi İbn-i Havkal ziraat ve taşımacılık için yapılan kanalları, bölgenin ziraatının gelişmişliğini ve ürettiği malları ayrıntılı olarak anlatır. Bazılarının tarihi, İslâm'dan önceki devreye kadar çıkan su kanallarının bir kısmından günümüzde bile faydalanılması oldukça ilginç.
Ancak Buhara, Karahanlı ve Hârizmşah idarelerinden sonra gelen Moğol istilası zamanında metruk bir şehre dönmüş. Öyle ki 1333 yılında şehri ziyaret eden İbn Battûta cami, medrese ve pazarların tam bir harabe hâline geldiğine tanıklık eder. Buhara açısından 14. asrın en önemli olayı ise Bahâeddin Nakşibend [ö. 791/1389] tarafından kurulan Nakşibendiyye tarikatının ortaya çıkması. Hazretin doğum yeri olan Kasrı Ârifân'daki türbesi asırlar boyunca geniş kitleleri kendisine çekti. Müridleri arasında bulunan Hâce Muhammed Pârsâ'nın [ö. 822/1419] da etkisiyle Nakşibendilik Orta Asya'da silinmez izler bıraktı.
Buhara son parlak devrini 16. asırda burayı merkez hâline getiren iki Özbek hanı; Ubeydullah ve Abdullah Han zamanında yaşadı. Bundan sonrası bütün Orta Asya gibi Buhara için de bir inhitat oldu. Ruslar 1868 yılında Buhara çevresini istilâ ettiler ve bunun neticesi olarak Rus nüfus hızla arttı. 20. asrın başındaki Sovyet işgalinden sonra da Buhara, dinî kimliğini kısmen korudu ve Müslüman din adamı yetiştiren iki medreseden biri Buhara'da yaşamaya devam etti. Şimdilik orta büyüklükteki bir şehir olan Buhara'nın nüfusu 250 bin civarında. Şehirde bugün Özbekler ve Tacikler yanında hemen her Türk boyunun az veya çok temsilcisi mevcut. Hâsılı, Buhara 2500 yıllık tarihî ve kızıl topraktan mamul mimarî eserleriyle âdeta masallardan çıkıp gelmiş bir şehir görünümünde.
Efendiim.. Siz bu satırları okurken kafilemiz 14.30 sularında şehre vasıl oluyor ve doğruca Buhara-Asya oteline iniyor.
Öğle yemeğinde bir parça yoğurt ve lapayla idare ediyorum. Şimdilik durum fena değil ama ihtiyat iyidir. Ben yavaş yavaş kendime gelirken diğer hastaların durumu ise gittikçe ağırlaşıyor. Bilhassa oda arkadaşım olan Mehmet Kahraman bitkin bir vaziyette ve ancak aldığı ilaçlarla ayakta durabilmekte. Her ikimiz de o günkü geziye katılmıyor ve otelde kalmayı tercih ediyoruz. Otelin hemen önünde, Leb-i havuz ismiyle maruf geniş bir park var. Akşam serinliğinde biraz hava almak için oraya indim ve öteberi satılan açık pazarı dolaştım. O sıra arkamdan biri seslendi, dönüp baktım ki bizim toplantının ev sahibi Şahin Bey. Meğer o da misafirlerini arabayla gezmeye getirmiş. Hâl hatırdan sonra otele geri dönüp yattım. Buhara'nın ilk günü böyle geçiyor. Yarına Allah kerim.
Hacegan Ziyaretleri 16 Haziran Çarşamba günü programının öğleden önceki kısmı çevredeki Hacegan türbelerini ziyaretine ayrılmış. Ancak yeterince türbe ziyaret ettiğini düşünen gruptakilerin bir kısmı bu konuda isteksiz. Onlar bu vakti şehirde geçirmeyi tercih ediyorlar. Bu gün ben de daha iyiceyim ve geziyi tercih eden yedi kişilik gruba dâhil oluyorum. Tolkın elindeki bilgi notlarıyla her ziyaretten önce o mahal hakkında derli toplu bilgi vermekte. İlk mahal Buhara'ya on beş kilometre mesafedeki Ali Ramiteni makamı. 130 yıl yaşamış olan bu zâtın kabri küçük bir tepede, tarla içindeki makamın önüne tarikat alemleri dikilmiş. Uzun sırıkların ucuna bağlanan alemlerin bir kısmı bez, bir kısmı ise tuğ şeklinde. Muhtemelen at kılı olmalı. Menkıbelerden varlığını bildiğim tarikat alemlerini çıplak gözle görmek benim için oldukça öğretici.
Bu kısa ziyaretin ardından ikinci durak on dakika mesafedeki Baba Semmasi türbesi. Hemen bütün türbeler gibi Baba Semmasi türbesi de içi meyve ağaçlarıyla dolu geniş bir bahçede. Zâtın medfun bulunduğu kabir yaklaşık iki metre yüksekliğinde taş bir lahit. Meyveli bahçe çeşit çeşit kuşları da davet etmiş olmalı ki içeride tam bir cıvıltı senfonisi var. Kendimizi bu güzel mekânın cazibesine bırakıyor ve bir miktar murakabeye dalıyoruz. Beş on dakikalık bu murakabeden başımızı kaldırdığımızda sanki hepimiz yeniden doğmuş gibiyiz. Bu tecrübe kalabalık şehirlerin gürültü patırtısı ve telaşı içinde nelerden mahrum kaldığımızı yeniden fark etmemizi sağlıyor.
Saat 10.00 sularında bu sefer Şah-ı Nakşıbend'in huzurundayız. Türbeye çıkan müthiş hıyabanın iki tarafında sıralanan kavak ağaçları ihtiram duruşundaki dervişlere benziyor. Yolda her biri bir kitaplık mânâ yüklü Nakşi prensiplerini havi tabelalar: Dest be-yar /Dil be kar. [Türkçesi: El karda gönül yarda.] Sonra: Huş der-dem/Nazar ber-kadem/ Halvet der-encümen ilh.
Hazret, sevenlerine kendi kabrinden önce annesinin ziyaret edilmesini vasiyet buyurmuş. Madem o buyurmuş bize de uymak düşer. Yeni restore edilen türbenin ahşap kaidesi ve tavanı enfes nakışlarla bezeli. Yetmiş yıllık bir inkâr ve yıkım rejiminden sonra klâsik sanatların bu kadar kuvvetle yaşaması çok manidar. Hazret iki buçuk metre yüksekliğinde taş bir lahitte yatıyor. Ekibimizin çiçeği Prof. Dr. Mustafa Çiçekler eğilmiş, içeriyi fotoğraflamaya çalışan tarihçi kardeşimiz Ertuğrul Beyi sırtına almış. Genç Ertuğrul sanat tarihçisi Prof. Dr. Sadettin Ökten üstadımızın mahdumu. Dolayısıyla gezi boyunca tarihî eserleri kameraya çekmek yahut fotoğraflamak görevi onun uhdesinde. Bizim derviş gönüllü Nadirhan, burada da herkesi on dakikalığına murakabeye davet ediyor. Gözlerimizi kapatıyor kendimizi huzurunda bulunduğumuz Bahaeddin Nakşibend hazretlerinin ruhaniyetine teslim ediyoruz. Allah Allah, ne feyizli, ne bereketli bir murakabe bu. Şimdi bu fakir gelsin de gönülden geçen o mânâ esintilerini cümlelere döksün, mümkün mü? İlhan hocamızın Kur'ân tilaveti de hitamühül-misk oluyor ve oradan bütün maddî ağırlıklarımızı bırakarak ayrılıyoruz. Doğrusu şunca yol ve masraf sadece bu birkaç dakikalık manevî zevk için göze alınsa değer. Haydi, bu satırlar; ”Âh keşke!” diyen sevgili okuyucular için de bir açık davet yerine geçsin.
Bizdeki sokak pazarlarına burada 'Kara Bazar' denmekte. Türbenin hemen karşısında böyle bir pazar var. Eşe dosta uygun bir şeyler bulmak ümidiyle pazara giriyoruz ama alınabilir evsafta pek bir şey yok. Oraya mahsus olmak hasebiyle birkaç Özbek takkesi almakla yetiniyorum. En iyisi, Özbeklerin meşhur yeşil çayından ve Buhara'nın çekirdeksiz kuru üzümünden almak. Hayri Hak rast getire.
Yolumuz 12.15 sularında Şah-ı Nakşıbendi'yi yetiştiren Seyyid Emir Külal'e uğruyor. Namlı bir pehlivan olan Emir Külal zamanla Baba Semmas tarafından keşfedilmiş ve onun ellerinde bir mânâ pehlivanına dönüşmüş. Burada ve uğradığımız her yerde kabir başında Kur'ân okumayı iş edinmiş kişilere rastladık. Bu zevat üç-beş kişiyi bir arada görünce hemen Kur'ând'an kısa sûreler okuyorlar. Gerçi tecvitleri çok su götürür ve bu işi de muhtemelen kendilerine verilecek 3–5 kuruş için yapıyorlar, ama değil mi ki dine hizmet ediyorlar helali hoş olsun.
Hacegan ziyaretlerini tamamlayıp şehre girdiğimizde tam öğle ezanı okunmak üzere. Öğle namazlarını yolumuz üzerindeki Bala Havuz mescidinde eda ediyoruz. Okunmak üzere deyişim ağız alışkanlığı. Zira burada ezanlar caminin iç kapısında çıplak sesle, hani neredeyse bizim iç ezanımız ayarındaki bir ses tonuyla okunmakta. Camide çoğu orta yaşın üzerinde yaklaşık 70–80 kişi var.
Ne Kale Ama! Namazdan sonra otelde biraz dinlendik ve topluca şehir gezisine çıktık. İlk durağımız heybetli Buhara Ark Kalesi. Kalenin meydana bakan cephe duvarı öyle yüksek ki siz deyin elli ben diyeyim altmış metre. Ve hâlen restorasyondaki bu duvarlar da şehrin bütününe rengini veren kızıl kerpiçten. Şehrin tek tepesi üzerindeki iç kaleden çevreyi kuşbakışı görmek mümkün. Bu bakış şehrin tarihi niteliğini daha bir belirgin kılıyor. İşte, geniş küt gövdesi ve kırk metreyi aşan boyuyla Buhara'nın sembolü olmuş Kalan Minaresi şurada. Beride güneş ışıklarının parlattığı keskin turkuaz kubbeler hâlâ klâsik usul öğrenci yetiştiren Mir Arap medresesine ait. Daha uzakta teşhis etmekte zorlandığımız başka kubbeler, başka medrese ve türbeler. Manzara iyi hoş ama içeride hummalı bir inşaat ve inşaatın bütün tozunu üzerimize savuran şiddetli bir rüzgâr var. Amansız rüzgârın üflediği bu kızıl toz bulutundan nereye sığınacağımızı şaşırıyor ve bozgun hâlinde öyle bir firar ediyoruz ki hâlimiz görülmeye değer.
Bu Dahi Terlik Faslıdır Akşam saat 18.00'da akşam yemeğine gitmek üzere otelin önünde buluşuyoruz. Bizi götürecek otobüs kapının önünde. Tam binmek üzere bir hamle yapmıştım ki cıırtt diye bir ses yüreğimi cızlattı. Korktuğum olmuş, terliğimin kalan dili de kopmuştu. Çıplak ayağım yere değdi ki aman Allah! Güneşte erimiş asfalt tandır demiri gibi yakmada. Yemekten vazgeçip seke seke çevremde bir ayakkabı tamircisi aramaya başladım. Yar bana bir tamirci medet! Leb-i Havuz'un etrafı, genişliği iki metrekareyi geçmeyen dolap-dükkânlarla çevrili. Bunlardan biri de on dokuz yaşındaki ayakkabı tamircisi Firuz. O, elindeki birkaç basit aletle önündeki pabuç enkazını adam etmeye çalışıyor. Şimdi bu Firuz'u tanımak lazım, kimdir, necidir, ne kazanır? Ben aklımdaki kelimeleri Özbekçeye aktarıp soruyorum, çocuk yarısını anlıyor yarısını anlamıyor. Sonra Firuz konuşuyor ben de bir kısmını anlıyor, çoğunu kaçırıyorum. Çünkü Firuz pek çok Buharalı gibi yarı Özbek yarı Tacik. Bu yüzden dili de bu iki dilin acayip bir halitası. Yine de delikanlının 11 kardeşi olduğunu, gün boyu çalışarak ailesine yardım ettiğini anlayabiliyorum. Nasıl epey bir şeyler anlamışım değil mi? Yarım saatlik bir mesai sonunda artık kat kat dikişlerle tank sağlamlığında iki terliğe sahip oluyorum. Ücreti? Ücret gerekmezmiş. Peki öyle olsun, ey on bir kardeşli , fakir ama gözü tok Firuz Efendi! Ama sen de şu küçük hediyemizi kabul buyur artık.
Başımda Bir Tebelleş Oradan çıkınca bir an dikelip düşünüyorum: Mademki yoldaşlarımdan ayrı düştüm, onlar dönene kadar ben de kısa bir şehir turu yapayım ve ikindi namazını aradan çıkarayım.
Bu niyetle çevreme bakınırken maşallah diyorum. Şehirde medreseden, mescitten geçilmiyor: Kalan Minaresi, Kökeldaş Medresesi, Uluğ Bey Medresesi, Abdulazizhan Medresesi, Nadir Divan Begi Medresesi daracık bir alanda iç içe, diz dize. Nihayet namaz için Mir Arap Medresesi'nde karar kılıyorum. İçerideki hücrelerde ve sütun diplerinde takkeli talebeler derslerine çalışmakta. Otele dönerken bana bir şeyler satmak için didinip duran bir ayakçının elinden zor kurtuluyorum yahut kurtuldum sanıyorum. Yahu bir ayakçı milleti dünyanın neresinde olursa olsun ne kadar da birbirinin benzeri.
Az sonra adamcağız koluna hatununu takıp kaldığım otele damlamasın mı? Hatunun elinde de elişleri doldurulmuş bir bohça. Adam bana bir şeyler satmayı kafasına koymuş bir kere. Ne desem kâr etmiyor. Bir yandan kızıyorum ama diğer taraftan da adamdaki azme gıpta ediyorum. Sonunda Erdoğan Bey'in de yardımıyla on iki bin soma işlemeli küçük bir masa örtüsü alıyorum. Meğer adamcağız bilmeden bana iyilik etmiş. Zira memlekete döndüğümde hanım sultan katında en makbul hediye bu küçük masa örtüsü oldu. Keşke birkaç tane daha alsaymışım.
Ve Perde Kapanıyor. Akşam karanlığı çökerken biz de havaalanı yolunu tutuyoruz. Buradan Taşkent'e dönecek ve orada geceledikten sonra ertesi sabah İstanbul'a uçacağız. Dışarıda sıcaklık kırk beş derece; ama insan nefesiyle saunaya dönen uçağın içi en az elli derece olmalı. O yüzden buram buram terliyoruz. Anlaşılan Piran-ı Buhara bizi pişirmeden göndermeyecek. Elhamdülillah, âlâ külli hâl.
Yaklaşık bir saatlik yolculuktan sonra planlanandan epeyce geç bir saatte, akşam 10.00 sularında yeniden Taşkent'teyiz. Şimdi Doç. Dr. Seyfettin Seyfullah'ın önceden vaki akşam çayı davetine icabet konusunda bir tereddüt yaşıyoruz. Acaba bu saatte gitmeli mi, gitmemeli mi? Gerçi bir Özbek evini içeriden tanımak hiç de fena olmayacak ama hem çok yorgunuz hem de yarın erkenden kalkmamız gerekecek. Yine de davetin cazibesi ağır basıyor ve birer taksiye atlayıp verilen adrese yöneliyoruz. Hocanın evi şehrin kısmen dışında, bahçe içerisinde. Yere serilen yaygının etrafında bağdaş kurup oturuyor ve ikram edilen meyvelerimizi yiyor, çaylarımızı içiyoruz. Aynı avlu içinde tek katlı üç yapı var. Ana yapı ev olarak kullanılmakta; birer odadan ibaret olan diğer ikisi ise kütüphane ve misafir kabul mahalli olarak kullanılmakta. Az buçuk hattatlığı da olan bu güzel adam, meşklerini gösteriyor ve İlhan Bey'den fikir alıyor. Sohbet oradan oraya akıp dururken benim gözlerim gökte ışıldayan yıldızlarda. Şehrin göbeğinde bu kadar parlak ve bol yıldızlı bir sema oldukça şaşırtıcı. Özbek yazarı Pirimkul Kadirov da 'Yulduzlu Tunler' [Yıldızlı Geceler] isimli tarihî romanını böyle bir bahçede mi yazdı acaba? Yaklaşık bir saat kadar süren çay sohbeti İlhan Bey'in sofra duasıyla sona eriyor. 24.30 sularında yeniden birkaç taksiye bölünüp kaldığımız otele dönüyoruz. Dönüş yolundaki uzun boylu, asık suratlı şoförümüz Taşkent'te sayıları gittikçe azalan Ruslardan biri. Hiç konuşmuyor ve dar sokaklarda arabayı deli gibi sürerek yüreğimizi ağzımıza getiriyor.
Sabahleyin namaz vakti kalkıyor dönüş için hazırlanıyoruz. Geceyi uykusuz geçiren zavallı Nadirhan ayakta sallanmakta. Dört aylık bir hasretten sonra geldiğimiz ilk geceki aile ziyareti hariç bütün vaktini bizimle geçiren bu arkadaşımıza kızmalı mı minnet mi duymalı karar veremiyorum. Saat 6.00'da otelden havaalanına doğru hareket ettiğimizde rüya gibi gelip geçen altı günü zihnimde süzüyorum. Bütün gördüklerim, yaşadıklarım dilimde tek bir cümleye dönüşüyor: Ey çocukluk ve gençliğimin masal şehirleri; Taşkentim, Semerkant'ım, Buhara'm! Ey ruh köküm, kalp yurdum! Sen benim gerçekleşen hülyam ve kabul edilen duamsın. Dilerim bu satırlara atf-ı nazar edip “Âh keşke ben de.” diyen sevgili okuyucuların da makbul duası olursun.
|