Sufiforum.com

2009'da başlayan SUFİFORUM'da İslam; İslam Tasavvuf Geleneği ile ilgili her türlü güncel ya da 'eskimez' konular yer almaktadır. İçerik yenilemeleri tasavvuf.name sitesinden sürdürülmektedir. ALLAH YÂR OLSUN.

Giriş |  Kayıt




Yeni başlık gönder Başlığa cevap ver  [ 5 mesaj ] 
Yazar Mesaj
 Mesaj Başlığı: Hocaefendi Sendromu
MesajGönderilme zamanı: 06.01.11, 00:59 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 20.01.09, 10:20
Mesajlar: 239
Hocaefendi Sendromu

Mehmet Barlas

Yeni Şafak

29.09.2000

http://tr.fgulen.com/content/view/164/13/

Başlarken

Sözcüklerde 'sendrom' kelimesinin karşısında, şöyle açıklayıcı bilgiler var..

- Belirli patolojik bir durumla ilgili olan ve topluca gözönüne alındığında teşhise imkan veren belirti ve işaretlerin tümüne, sendrom denilir..

Tıpta 'sendrom'un kullanılışına şu örnekleri verebiliriz..

- Munchausen Sendromu- Hasta tarafından hakimi aldatmak veya ilgi çekmek için sıralanan bir sürü uydurma belirti..

Brown-Sequard Sendromu- Omuriliğin bir yarısındaki lezyondan kaynaklanan ve vücudun bir tarafında duygu felci ile kendini belli eden sendrom..

Plummer-Ninson Sendromu- Demir eksikliği anemisinde görülen yutkunma güçlüğü ve ağız-yutak mukozaları atrofisi..

Görüldüğü gibi 'sendrom', belirli patolojik hastalık ve bozuklukların sebep olduğu belirtilerdir.. Eğer doktor bilgili ise, bu belirtileri biraraya getirerek, teşhisini koyar.. Bu belirtilere sebep olan ana bozukluğu bulur, tedavi eder.

Aksi halde her belirtiyi, başlı başına bir hastalık zannedip, ana soruna uzanamaz.. Yararsız ve hatta zararlı tedaviler uygular.. Dış görüntüler ve çeşitli belirtilerle uğraşılırken, hastalığın kaynağına inilmez.. Belki hasta ölür..

Toplumsal yaşamın ve siyasetin sorunlarına çözüm aranırken de, sendromlarla karşılaşılır.

Örneğin yeni bağımsızlığa kavuşmuş bir '3'üncü Dünya Ülkesi'nde, sürekli askeri darbeler yapılıyorsa, bumu '3'üncü dünyalık Sendromu' diye niteleyebilirsiniz.. Ve her yeni bağımsızlığa kavuşmuş ülkede askeri darbe yapılmasının, genel bir kural olduğunu söyleyebilirsiniz..

Oysa mesela Hindistan da, göreceli olarak yeni bağımsızlığına kavuşmuş bir '3'üncü Dünya Ülkesi'dir.. Üstelik '3'üncü Dünya' kavramını siyaset sözlüklerine sokan bir ülkedir..

Buna karşı Hindistan'da demokrasi aksamaz, askeri darbe olmaz, yönetimler seçimlerle değişir..

Demek ki, bir ülkenin sivil ya da askeri rejime daha yatkın olmasının nedeni, 'bağımsızlığı yeni elde etmek' veya '3'üncü Dünyalı olmak' değildir..

Demek ki 'askeri darbe'yi bir sosyo-patolojik bozukluğun sendromu (ya da belirtisi) olarak aldığımız zaman, pekçok yapısal özelliği de incelemeniz gerekir.. Sivil toplumun örgütsüz olması, özel mülkiyetin ve sınıfların var olup-olmaması, eğitim sistemi, devletçilik ve militarizm bağlantıları ve benzer tüm olgular araştırılıp, ağlıklı bir teşhise varılırsa, 'askeri darbe'nin kökenindeki ana hastalığın tedavisine gidilebilir..

Sosyo-politik sendromlar açısından, Türkiye verimli ve üretken bir ülke.. 'Bölünme Sendromu' veya 'İrtica Sendromu', Cumhuriyet'in kuruluşundan bugüne kadar hep etkili oldu..

'Sol Sendrom', 'Sağ Sendrom' gibi kavramlar, sade askeri darbeleri değil, sivil dönemleri de sürükledi..

Özellikle 28 şubat 1997 post-modern müdahalesi ile yoğunlaşan 'irtica sendromu', günümüzde Fethullah Gülen'in odak noktasında bulunduğu 'Hocaefendi Sendromu'na dayanmış durumda.. Yayın organları, okullar, dershaneleri, vakıfları, finans kuruluşları birer belirti (veya sendrom) şeklinde alınıp, Fethullah Gülen'in devleti ve orduyu ele geçirmek için, gizli ve planlı bir çalışma yapan bir 'çete lideri' olduğu ileri sürülüyor..

'Vakıf', 'Tarikat', 'Cemaat', 'Din', 'Siyaset', 'Laiklik', 'Tehdit', 'Devlet' ve benzer tüm olguların birarada yer aldığı, yanlış teşhis halinde, gerçekten önemli kötü yan sonuçların çıkabileceği bir 'Sendrom' bu..

Bu çalışmamızda, ne Fethullah Gülen'den yana, ne de ona düşman bir kimlik sahibi olmadığımız için, objektifliğimizi koruyacağımıza güveniyoruz..

Amacımız, görüntünün ve propaganda savaşının arkasındaki gerçeği anlamaktır..


M.B

Ecevit'le Buluşma

Fethullah Gülen'le, Altunizade'de hem büro, hem de ev olarak kullandığı bir büyük binanın (FEM Dershanesi) üst katında görüşmüştük Amerika'ya gitmesinden önce..

Üzeri kapalı bir terastaydık.. Bitkilerin arasından, su şırıltıları arasında bir yapay çağlayan akıyordu duvardan yere doğru..

Gülen, alçak bir sesle konuştuğu için, söylediklerini duymakta zorluk çekiyordum..

Yanından ayrıldıktan sonra, anlattılar..

Meğer, Gülen'in yaşamını geçirdiği ve konuklarını kabul ettiği bu mekanda, yakınları bir arama yapmış.. Sonunda yirmiden fazla mikrofon bulmuşlar..

Herhalde Gülen dinlenildiğini anladığı için böyle alçak sesle konuşuyordu.. Ve herhalde yapay çağlayandan akan suyun şırıltısı, başka mikrofon kalmış olması ihtimaline karşı, bir önlemdi..

Böyle düşünmüştüm..

Sonra cemaatinin üyelerine hitaben yaptığı konuşmaların video-bantları yayınlanınca ve bunlar, DGM Başsavcısının iddianamesinde delil olarak kullanılınca, Fethullah Gülen'in, yıllardır hem dinlenildiği, hem de gözetlendiği iyice anlaşıldı..

Devlet büyüklerinin bütün ilgisine ve hem yerli hem de yabancı kamuoyuna iyice açılmasına rağmen, demek Fethullah Gülen, 'tehditler' listesinden hiç çıkartılmamıştı..

Başsavcı Nuh Mete Yüksel'in iddianamesinde, şu suçlamalar bile vardı mesela:

- Fethullah Gülen, hükümetin bilgisi dahilinde, Papa 2'nci Jean Paul'un daveti üzerine 9 Şubat 1998 tarihinde Vatikan'da Papa ile görüşmüştür. Görüşme, İslam ve Hristiyan Dünyalarını temsilen dinler arası diyalog zemininde oluşmuş ve Fethullah Gülen, uluslararası platformda Türkiye'de İslami kesimin lideri olarak gösterilmiştir. (S.17)

Önümüzdeki ay başlayacak olan 'Gülen Örgütü Davası'nın iddianamesinde, Papa ile Gülen'in görüşmesine çeşitli bölümlerde değiniliyor.

Örneğin 'Fethullah Gülen'in Siyasi Hedefleri' bölümünde, şöyle diyor iddianame:

- Fethullah Gülen tüm dinler ve uluslar ile iyi ilişkiler kurarak, onlardan gelecek karşı girişimleri engellemeyi hatta kendini desteklemelerini sağlamayı düşünmektedir. İleride kuracağı şeriat devletini desteklemek üzere, birçok ülkede yönetime gelecek gençleri yetiştirmektedir.

Bugün 'Gülen-Papa görüşmesi', iddianamede sıralanan ve suç oluşturan fiillerin, kanıtı olarak ele alınıyor..

İki yıl önceye dönelim..

Vatikan'da Papa ile 9 Şubat 1998'de görüşen Fethullah Gülen, 27 Şubat 1998 akşamı televizyonda, 'NTV'nin 'püf noktası' programında konuktur..

Taha Akyol ve Cengiz Çandar'ın sorular yönelttikleri programda, gündeme 'sıcak konu' olarak Vatikan Ziyareti de gelir.

Önce konuyla ilgili bir video bantı oynatılır.. Bu bantın metninde, Vatikan ziyaretinin ayrıntıları anlatılır..

Birlikte, bantın içeriğini izleyelim:

Vatikan ziyareti haberi

- Papa 2'nci Urban, 1096 yılında tüm Hristiyan Dünyasını, Kutsal Toprakların kafirlerin elinden kurtarılması için seferberliğe çağırdı. Kimse bu çağrının Müslüman ve Hristiyan dünyası arasında bin yıl sürecek bir düşmanlığın başlangıcı olacağını düşünemezdi.. Ama Haçlı Seferleri Müslüman dünyasının bilincinde derin izler bıraktı. Batılılar ise önyargılarından rönesans ve aydınlanma çağıyla kurtuldular. 20. yüzyılda hoşgörü kültürü daha da güçlendi. 1962 yılında Papa'nın izniyle Vatikan'da toplanan konsül diğer dinlerle ilişki kurma kararı doğrultusunda dinlerarası diyalog kurulunun oluşmasına karar verdi. Bu görüşmeler ışığında II. Jan Paul'un 1978'de Papa seçildikten sonra ilk ziyaret ettiği ülke Türkiye oldu. Polonya'daki Dayanışma Hareketine Sovyetlerdeki Glasnost politikasına destek veren Papa, geçtiğimiz günlerde de komünizmin son kalesi Küba'ya gitti. Ama Türkiye için en büyük sürpriz, Papa'nın Fethullah Gülen'i kabulü oldu. Bu kabulde Gülen'in Fener Rum Patriği Bartelemeus ve diğer kiliselerle, yahudi cemaati ile olan iyi ilişkilerinin ve Türkiye dışındaki açılan okullarının da etkisi olduğu muhakkak. Dinler arasında hoşgörü ve diyalog rüzgarlarının estiği günümüzde bu görüşme toplumun geniş kesimlerince yadırganmadı. Gülen Vatikan'da Papa'ya Demirel'in davetini hatırlatarak kendisine Türkiye'de evsahipliği yapmayı önerdi. İkinci öneri Harran'da üç semavi dinin ihtiyaçlarını karşılayacak bağımsız bir üniversite kurulması. Üçüncü öneri ise Papa'nın Kudüs'ü ziyaret etmek istemesi durumunda Arafat ve diyanet yetkilileriyle görüşerek bunun gerçekleştirilmesi için çaba göstermek. Gülen'in yeni bir anlayış ortaya koyduğu muhakkak ve bu yeni anlayış tartışılmaya devam ediyor.

Ziyarete bir tepki

NTV'nin programında, Gülen'in Vatikan ziyaretini tepki ile karşılayan bir emekli generalin görüşleri de video-banttan yayınlanarak, program-içi denge kuruluyor.

Şöyle diyor emekli general:

- Şimdi geçtiğimiz birkaç gün içerisinde bir olay meydana geldi. Bir zat, bir tarikat şeyhi, Vatikan'da Papa'yı ziyaret etti. Ben şu suali sormak istiyorum: Bu zat kimdir? Kimi temsil etmek için Papa'yı ziyaret etmiştir? Bazı kimseleri temsil etme yetkisini bu zata kim vermiştir? İşin enteresan tarafı bu zat devlet protokolüyle karşılanıyor ve devlet protolüyle uğurlanıyor. Halbuki devletin bir protol yönergesi var. Bu protokol yönergesinde kimin nasıl karşılanacağı, kimin nasıl uğurlanacağı gayet açık bir şekilde ortaya konmuş. Bu zat hangi kişiliğiyle bu devlet protokolü içine girmiştir? Ben bunu devletimden sormak ihtiyacı duyuyorum sıradan bir vatandaş olarak.

Bu video-kasetin gösteriminden sonra, programın yapımcıları olan Cengiz Çandar ve Taha Akyol, sorularını Gülen'e yöneltmeye başlıyorlar..

27 Şubat 1998'e dönüp, programı birlikte izlemeye devam edelim..

İşte sorular ve cevaplar.. 'C.Ç' Cengiz Çandar'ı, 'T.A.' Taha Akyol'u ifade etmektedir.. 'F.G.' de Fethullah Gülen'dir.

C.Ç.: Şimdi tabii emekli general sizi tarikat şeyhi zannediyor ama sizin tarikat şeyhi olmadığınız biliniyor.

T.A.: O şeyden kaynaklanıyor. Tarikat, cemaat ve şeyh kavramlarını bilmemekten kaynaklanıyor.

C.Ç.: Evet. Fakat böyle bir tepkiye maruz kaldığınız zaman ne hissettiniz? Ordaki soru üslubunu bir yana bırakıyorum ama Papa'yla niye görüştünüz? Kim olarak görüştünüz? Hangi hedefe yönelik görüştünüz?

F.G.: Bir kere tarikat şeyhi değilim, şeyh hiç değilim. Türkiye'de bunu Diyanet İşleri Başkanlığından, değişik yerlerde çalıştığım müftülere de sorabilirler. Çünkü şeyhlik meselesi tarikatçı olma meselesi bunlar belli statüleri olan şeylerdir. Ben sadece saf ve düz bir müslümanım. Hiçbir tarikatla alakam olsaydı söylerdim. Ondan kaçınmam. Çünkü belli bir dönemde tasavvufun değişik varyasyonları sayılan tarikatlar 10 asır Türkiye'de yararlı olmuşlar. Her müessesenin içinde yararsız insan zuhur ettiği gibi onun içinde de zuhur etmiştir. Ve bir dönemde bunlar Atatürk tarafından kapatılmıştır. Din adamları camiasında da yararsız insanlar olabilir. Valiler arasında da, devlet adamları arasında da, gözümüzün bebeği askeriyenin içinde de olabilir. Hiçbir müessese bundan eski ifadesiyle müstağni kalamaz. Öyle tarikatlarda olabilir. Ama ben değilim. Çünkü ben bir tarikat şeyhiyim, bir tarikatçıyım dediğim zaman yalan söylemiş olurum. Yalan, küfre eşit bir günahtır. İkincisi ben tasavvuf ve tarikatın ne demek olduğunu çok iyi bilen insanlar karşısında kendime bir makam ve paye veriyor gibi kendimi bir yere oturtmuş olurum. Bu onlara karşı bir saygısızlık olur. Üçüncüsü bunca zaman şimdi aynı misyonu eda etmiyor olabilir. Bunca zaman milletimize yararlı olmuş bir müesseseye karşı saygısızlık yapmış olurum. Bunu değişik platformlarda defaatla arzetmiş olmama rağmen kıymetli paşamız her nedense bu mevzuda belli kimselerin tesiriyle hiç okumadan kimseye sormadan konuşuyorlar.

Tarikat ve Şeyhlik

T.A.: Hocam tarikat ile cemaat arasındaki fark ne? Bunu birçok insan bilmiyor olabilir. Tarikat olunca nasıl olunur, cemaat olunca nasıl olunur?

F.G.: Tarikat, bir insan bir şeyhe intisap eder. Onun seyri süluku vardır. Bağlılık gerektirir, erkanı, disiplini vardır. Evvela bir şeyhe bağlanılır, rüşdünü isbat ederse, kendisini ifade ederse, ona paye verilir, ders verme imkanı verilir. Mevsimi gelince o da başkalarına ders vermeye başlar. Ve bunun bir silsile ile Efendimiz'e kadar gittiği söylenir.

T.A.: Bir de tarikatın özel ayinleri vardır. Sizin öyle bir özel ayininiz yok herhalde.

F.G.: Benim kitapta, sünnette, fıkıh kitaplarında olan ibadet ü taat, evrad-ı ezkar ve tesbihin dışında bir hususum yok. Kalkar namaz kılabilirim, çok da kılabilir deyince yine yalan söylemiş olabilirim. Ama tarikatla alakalı bir yanım yoktur. Bunu hem tarikatçılara bir saygımın ifadesi olarak söylüyorum. Ayrı bir şey. Bugün olmayabilir, kapanmış olabilir. Geçmişte Ahmet Yesevi tarikatçıydı, Mevlana tarikat ehliydi, Yunus Emre bir tarikata Taptuk Emre'ye bağlıydı. Bunların hepsi bir tarikat idi ama ben değilim. Bu büyük zatlara karşı ben de oyum demek bana göre büyük bir saygısızlık. Hem de bir yalan söylemedir. İddia edenler de aynı zamanda hilafı vaki bir beyanda bulunduklarını düşünerek bence Allah'tan korkup tir-tir titremelidirler. Tarikat şeyhi değilim. Evvela bunu bir yere oturtmak lazım.

İkincisi bence bir insanın milleti adına, ülkem ve ülküm adına, herhangi bir insanın ve fakirin bir şey yapması için herhangi bir payeye sahip olmasına gerek yoktur. Ben bir vatandaşım. Milletimin adına yaptığım herşeyi de bir vatandaş olarak yaptım. Vatandaşlığın üstünde de daha büyük bir paye bilmiyorum. Meclisi oluşturan, askeri oluşturan da odur, mülkiyeyi, adliyeyi oluşturan odur, vatandaştır. Ben de uzun zaman severek devletime hizmet ettim. Bir devlet memuruydum sayın paşamız gibi. Şimdi emekliyim, 12 Eylül'den sonra emekli oldum. O da emekli olmuş. Şimdi o da bir yere gidebilir. Ülkemiz adına bazı hizmetlerde bulunabilir. Ben onu takdirle karşılarım. Bir vatandaş olarak burada diyalog ve hoşgörü adına teşebbüslerde bulunduğum gibi Bartelemeus'la görüştüğüm gibi, Ermeni patriğiyle görüştüğüm gibi.. fakat bütün bunları devletime sorarak yaptığımı söyleyebilirim.

Devletin haberi var

T.A.: Vatikan'a giderken devlete haber verdiniz mi?

C.Ç.: Onlar davet etti değil mi?

F.G.: Burada acı bir şey daha söyleyelim. Vatikan'ın temsilcisi Moroviç'in ciddi gayreti oldu bu mevzuda. Hatta bir emri vaki ile ben kendimi böyle bir süreç, eskilerin ifadesiyle bir vetire içinde buldum. Ve böyle bir şeye hayır demeyi çok büyük bir dinin temsilcisi olan Vatikan'daki Papa'ya karşı bir saygısızlık saydım. Türk milletinin centilmenliği ile telif edemedim. Böyle bir fırsat doğmuş. Biz zaten Türkiye'de diyalog arıyoruz, niye değerlendirmeyelim? Ama bunun bir başlangıcı var. Bartelemeus'la görüştükten sonra yine bazıları bu meseleyi tenkite tabi tuttular. Ama o Amerika'da gitti anlattı. Anlattıktan sonra orada bir kardinalle görüşme imkanı bulduk. Burada musevi cemaatle görüşüyoruz. Diyaloğumuz çok iyidir. Onlar da Amerika'da anlattıklarından dolayı ben Amerika'ya gittiğimde tedavi amaçlı mütevazı bir evde kalıyordum. Oraya gelip benimle görüştüler musevi cemaati. Çok alaka gösterdiler. Burada açacağınız okullara destek olalım, dediler. Madem birileri dinler arası, medeniyetler arası çatışmadan bahsediyor. Biz bu hareketi bir dalgakıran gibi görüyoruz, sizinle beraber olalım, dediler. Değişik platformlarda bu mesele görüşüldü. Bu iş aynı zamanda karşımıza Papa'yla görüşme sürecini çıkardı. Ben de kendimi böyle bir süreç içinde bulunca biraz da ister istemez o tasavvuf geleneğinden gelen tevafuk dedim eskilerin ifadesiyle bir 'vechi rahmet var' dedim. Bir vatandaşım, düz bir vatandaşım, diyerek böyle bir şeye 'evet' dedim. Sonra davet ettiler kalktık oraya gittik. Hatta Moroviç gelmeyecekti. Tercüman olarak o da bizimle beraber refakat etti. Moroviç dendi, geldik buraya medyadan bazıları aldılar hatta MİT raporu gibi aksettirdiler, Abromoviç ile görüşüldü şeklinde intikal ettirdiler. Abromoviç musevidir. İşte onunla görüşüldüğüne göre demek bunun altında şu mülahazalar var... Bir dönemde CIA'nın başına gelecekti. Demek bunların CIA ile alakaları var, diye teoriler üretildi. Değişik vehimlerle senaryolar üretildi ama bunların hiçbirinin aslının olmadığını ma'şeri vicdan biliyor. Ben de biliyorum.

Bunu Allah da biliyor. Ben böyle bir mülakattan şu anda pişman değilim. Zuhur etse bir kere daha giderim. Hatta ayrılırken arkadaşlara dedim. Ben ölebilirim, Papa da ölebilir. Fakat bence bu süreç devam ettirilmeli. T.A.: Papa'yla görüşme, esas itibariyle dinlerarası diyalog açısından önemli. Yoksa bir müslümanla bir hristiyan her zaman görüşebilir. Siz bu dinlerarası diyalogtan ne bekliyorsunuz? Ne olur yani dinler arası diyalog olmasa da, Haçlı seferlerinden bu yana devam eden, işte onlar gavur biz müslümanız veya onlar bize barbar diye bakmaya devam etseler. Bir de siz dinlerarası diyalogla yetinmediniz, Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne kabul edilmesi mevzuunda Papa'ya gayret etmesi için telkinde bulundunuz. Yani siz öyle bir din adamısınız, öyle bir cemaat liderisiniz, öyle bir İslami düşünce hareketinin liderisiniz ki, Papa'yla bir dini diyalog başlatıyorsunuz ve Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne girmesini istiyorsunuz. Niye?

Ecevit ve İsmail Cem

F.G.: Bir husus kaldı zannediyorum. Yaptığımız bu şeyden devletin haberi vardı. Amerika'da bulunduğumuz zaman sayın hariciye vekilimiz Cem Bey'le arkadaşımız görüştü. Böyle bir sürecin başladığını söyledi. O da böyle bir şeyi istihsan etmişlerdi, güzel görmüşlerdi. Hatta kardinalle görüşme bu mesele için ilk adım olarak sayılıyordu. Vatikan tarafından davet edildikten sonra da gitmeden bir iki gün evvel Sayın Ecevit ile görüştük. İstanbul'daki evine gitmiştik. Kendileri, önümüzdeki günlerde Vatikan'a gideceksiniz, dedi. Dinlerarası diyalog adına daha doğrusu değişik din müntesiplerinini diyaloğu adına iyi bir şey olacağına inanıyorum, dedim. O da, çok isabetli olur, dedi. Bu açıdan devletin üst kademesindeki yetkililer bu meseleyi biliyorlardı.

T.A.: Tabii Ecevit bir entelektüel olduğu için, kimin adına gidiyorsun, yetki belgen var mı, demiyor.

F.G.: Evet. Oraya gitmek için ben şahsen bir yetki belgesine ihtiyaç olduğu kanaatinde de değilim. Ben milletim adına birşeyler yaparken bunu devletime haber vererek yapıyorum. Yanlış bir şey olmasın. Bartelemeus'la görüşürken de bir arkadaşımla Güvenlik Kuruluna telefon etmiştim: Ben Selanik'te bir okul yapmalarını teklif edeceğim bu meseleyi nasıl karşılıyorlar?

Ben isimlerini tasrih edemeyeceğim.

Oradan gelen cevapda, çok isabetli olur, denmişti. Bu açıdan devletimle herhangi bir tenakuza düşmeyi hiçbir zaman düşünmedim, aklımın köşesinden geçirmedim.

İşte böyle, devletin haberinde oraya gittik. Tekliflerimizi arzettik. Malum, son zamanlarda medeniyetlerin diyalogların çarpışmaları gelecekte sözkonusu ediliyor.

Ve geleceğe adeta kızıl kıyamet şeklinde bakılıyor. Orda da bu meseleyi izah ettim.

Arkasındaki insanlara, onların vehimlerini, hayallerini hem Papa'ya arzettim. Papa'dan evvel konsülde bu meseleleri görüşürken daha uzun boylu bir buçuk saat kadar görüşmemiz oldu. Onlar o görüşmelerin metnini de Papa'ya gönderdiler. Papa'ya da meseleleri arzettik. Aynı zamanda ben bazı meseleler unutulur diye bir de mektup halinde onları akşamdan bir arkadaşa İngilizce'ye çevirttim. Takdim ettik.

Bir El Düğmeye Basıyor: Kasetler ve Raporlar Dökülüyor

Son dönemin gazete arşivlerini karıştırdığınız zaman, hemen hergün ya manşetlerde, ya değişik konulu haberlerde, ya da köşe yazılarında mutlaka 'Fethullah Gülen' adının geçtiğini görürsünüz..

Ama bu isim, 1999'un Haziran ayında, birdenbire Türkiye'nin gündemine adeta tek madde olarak oturdu.

18 Haziran 1999'a gelinirken, birden birileri Fethullah Gülen'in işini bitirmek için düğmeye bastılar.. Ve o gece ATV'deki Ali Kırca'nın programında, Gülen'in 1993 Haziranı'nda yaptığı bir konuşmanın kaseti yayınlandı..

Daha sonra Hürriyet gazetesinin bir haberine göre, ATV'ye kaseti emekli Orgeneral Kemal Yavuz vermişti..

Bu dehşetengiz kasetin içeriği, DGM Başsavcısı Nuh Mete Yüksel'in iddianamesinin de ana delillerinden biri oldu.. Daha sonra, aynı tür bir 'Gülen kaseti', NTV kanalına da verildi ve yayınlandı..

Kasetlerdeki konuşmalarında, Gülen, devleti, yargıyı, emniyeti ve tüm kurumları sabırla ele geçirmeye çalışan bir siyasal eylemci görüntüsü veriyordu.. Bu kasetlerin içeriğini, yandaki sütunlarda okuyabilirsiniz..

Ancak kasetlerin içeriği kadar, yankıları da ilgi çekiciydi..

Acaba bu kasetler, görev süresinin uzatılmasını bekleyen Süleyman Demirel'i siyaseten vurmak için mi elaltından verilmişti televizyon kanallarına?.. Çünkü Cumhurbaşkanı Demirel de, Gülen'in elinden 'Hoşgörü Ödülü' alan siyasi figürlerden biriydi..

Bu arada, kendisine verilen 'Hoşgörü Ödülü'nü reddeden ve Cumhurbaşkanlığı için adı dolaşan eski Genelkurmay Başkanı Orgeneral Karadayı'nın işine yarayabilir miydi Demirel'in yıpratılması?

23 Haziran günkü yorumunda, Yeni Şafak yazarı Taha Kıvanç, şunları yazıyordu:

-Fethullah Gülen'i seven sevmeyen herkesin kaset yayımlandığı andan beri sorduğu sorular var: Böylesine dehşetengiz bir konuşma nasıl oldu da bu kasete alındı? Hadi kasete alındı, nasıl oldu da saklandı? Hadi saklandı, nasıl oldu da ilgisiz ellere geçebildi?

Kasetteki konuşma 1993 Haziran ayında yapılmış. Kasetin en az iki yıl önce dışarıya sızdığını da öğrendim. Bu demektir ki, kaseti ele geçirenler, ellerinde bir saatli bomba tuttuklarını epeydir biliyorlardı. Acaba bu süre içerisinde, kaset uslu uslu kasada mı durdu, yoksa kısa süreli yolculuklara çıktı mı? Kasetin ellerinde olduğunu Fethullah Hoca ve cemaatine de duyurdular mı? Duyurdularsa, onlar ne tepki verdi? Kişiler veya tavırlar konusunda pazarlıklarda bu kaset rol oynadı mı?

Kasetin gelecek mayısta yapılacak Cumhurbaşkanlığı seçimini etkileyecek gücü var, ama acaba daha yakın tarihteki olaylarla irtibat kurmak çok mu yersiz olur? Kaseti cumartesi günü manşetinden kullanmış gazetelerden biri, önemli bir devlet kurumundan aranmış ve 'Nereden çıktı bu kaset?' diye sormuşlar... Kaseti açıklayanların kimliklerinden hareketle onu piyasaya sürdüğü düşünülebilecek bir devlet kurumu bu. Demek ki, sızdırma o kurumun işi değil. Hatta soruş tarzından o kurumun kasetin açıklanmasından fazla mutlu olmadığı da düşünülebilir. Çünkü bu, daha yakın bir tarihte gerçekleşecek bir devir-teslim olayını müthiş etkileyebilecek bir gelişme.

Bu sırada, 'Batı Çalışma Grubu' tarafından hazırlandığı iddia edilen 'Gülen Raporları' da gazete manşetlerine yansımaya başlamıştı..

Haziran'ın ikinci yarısında, bazı gazete manşetlerinden örnek verelim..

Sabah: Fethullah Hoca'ya idam talebi Fethullah'ın ölüm komandoları

Posta: Dünya imamı Fethullah

Star: Fethullah Hoca raporu: DEPREM

Aynı sırada toplanan Millî Güvenlik Kurulu'nun gündeminin öncelikli maddesinin de 'Gülen Raporu' olacağı gazete manşetlerindedir..

Daha sonraları, bu raporların 'Telekulak Çetesi' diye adlandırılan bir grup emniyet mensubu tarafından hazırlandığı iddiaları da, basında yer alır.

Kasetlerin, raporların elden ele ve kanaldan kanala dolaştığı bu dönemde, iktidardaki politikacılar ve bir kesim aydın, olaya tepki koyar..

Örneğin Başbakan Ecevit, 'Nerede Devlet Ciddiyeti' başlığı ile verilen bir demeçle, kaset ve raporların medyaya sızdırılmasına tepki gösterir..

Şöyle der Ecevit:

Ecevit'in tepkisi

Gülen'in kasetini ilk kez televizyonda gördüğünü belirten Başbakan 'Ellerinde böyle belgeler bulunan kamu görevlilerinin, kamuoyuna medya yoluyla bu tür raporları yansıtmak yerine Başbakanlık Takip ve Koordinasyon Kurulu'na veya kendi bakanlıklarına vermesi gerekirdi. Bu devlet ciddiyetiyle bağdaşmayan bir olay' dedi.

Kanal D'de yayınlanan, Fatih Altaylı'nın sunduğu 'Teke Tek' adlı programda konuşan Ecevit, Fethullah Gülen'in televizyonlarda yayınlanan kasetinden daha önceden haberdar olmadığını bildirdi. Başbakanlığa kaset konusunda bir bildirimde bulunulmadığını bildiren Ecevit, şöyle konuştu: 'Aslında Başbakanlığa bağlı uygulamada, Takip Koordinasyon Kurulu var. Bunun başta gelen işlevleri, devlete karşı etkinlikler konusunda, laiklik karşıtı eylemler konusunda, bölücü akımlar karşısında, terörist eylemler karşısında gerekli izlemeyi yapmak. Dolayısıyla ellerinde böyle belgeler bulunan kamu görevlilerinin, kamuoyuna, medya yoluyla bu tür raporları yansıtmak yerine bu kurula veya kendi bakanlıklarına vermesi gerekirdi. Ama öyle olmadı. Son günlerde yaygınlaşan bir uygulama ile doğrudan doğruya medyaya bazı şeyler, kimi kamu yöneticileri tarafından sızdırılıyor. Tabii sızdırılması sonuç olarak iyi olmuş olabilir, kötü olmuş olabilir. Bu, devlet ciddiyetiyle bağdaşmayan bir olay.'

'Gülen'in kasetleri kamu görevlileri tarafından mı sızdırıldı?' sorusu üzerine Ecevit, 'Bunu kesin bilmiyorum. Basına yansıyan bir raporu oldu Ankara'daki emniyet görevlilerinin. Ben bunu kastederek söyledim' diye konuştu.

'Devletin her kademesinde laiklik karşıtı akımlara karşı ciddi kaygı ve kuşku var' diyen Başbakan bu hassasiyetin MGK gündeminde de bulunduğunu bildirdi. Fethullah Gülen'le kendisinin de görüştüğünü bildiren Başbakan Ecevit izlenimlerini şöyle anlattı: 'Kendisi son yıllarda yaptığı açıklamalarda, -bunlar samimidir, değildir tartışılabilir- laiklikle ters düşmemeye özel bir özen göstermiştir. Çağdışı bir akımı temsil ettiği izlenimini vermemiştir.'

Rusya neden izin verdi?

Gülen'in tavsiyesi ile açılan okullardan birinin de Moskova'da olduğuna dikkat çeken Ecevit, 'Laiklik karşıtı bir eğitim verilseydi Rusya herhalde bu okulları misafir etmezdi' dedi. (23 Haziran 1999-Zaman)

Başbakan Ecevit, daha sonra da (1 Temmuz 1999'da), 'Gülen Raporu'ndaki iddiaları, DSP'nin grup toplantısında ele alacaktır..

İşte o günkü Milliyet'in haberi:

-Dinsel akımların hepsinin laikliğe karşı görünmediğini vurgulayan Ecevit, 'Bazıları belki takiye yaparak, laikliğe karşı açık tavır almaktan kaçınıyorlar. Takiye giderek içtenliğe de dönüşebilir. Yeter ki, laikliği gerçekten benimseyen veya takiye yaparak da olsa benimsermiş gibi görünen dinsel topluluklar, laik demokratik rejimi yıkmak için açıktan uğraş veren topluluklarla bir safa, bir cepheye ve dayanışmaya itelenmesinler' diye konuştu.

Koalisyonun ortağı ANAP'ın Genel Başkanı Mesut Yılmaz ise, 'Gülen kasetleri'ne, daha şiddetli tepki göstermiştir.

22 Haziran 1999 tarihli 'Zaman' gazetesinin, Mesut Yılmaz'ın ANAP grubundaki konuşmasına ilişkin haberi de şöyle:

-ANAP Genel Başkanı Mesut Yılmaz, Fethullah Gülen'e tuzak kurulmuş olabileceği ihtimalini gündeme getirdi. Partisinin Meclis Grubu'nda konuşan Yılmaz, kasetlerin ortaya çıkış şeklinin vatandaşta şüphe uyandırdığına dikkat çekerek, 'Bu kasetler acaba uzun süre elde tutulduktan sonra belli zamanlama ile mi ortaya çıkarılıyor? Eğer ortada işlenmiş suç varsa, deliller varsa, devlete düşen görev hiçbir kimseye tuzak kurmadan gereğini yapmaktır' dedi. 'Devlet gibi devlet olmanın gereği vardır' açıklamasını yapan Mesut Yılmaz'ın açıklamaları şöyle:

'Devlet kimseye tuzak kurmaz. Tuzak kurarak devlet yönetmek olmaz. Bunları bir varsayım olarak söylüyorum: Bu kasetler basına MİT'ten, Emniyet'ten veya başka bir devlet kurumundan kendi tayin ettiği zamanlama ile veriliyorsa durum vahim demektir. Devlet suç yaratmaya çalışıyor, tuzak kuruyor demektir. Böyle devlete vatandaş güven duymaz. Ortak şüphe doğmuştur. Kasetin bütünü dikkate alınarak inceleme yapılmalı. Ortada laik cumhuriyete karşı eylem, niyet, girişim varsa bu suçtur. Bunu izlemek emniyetin, gereğini yapmak yargının görevidir.'

Fethullah Gülen'den 'din büyüğü' olarak bahseden Yılmaz, Gülen'in toplumun her kesimi tarafından sevgi odağı haline gelmesinin altında devlete ve rejime bağlı, hoşgörülü yaklaşımının etkili olduğunu söyledi. Türkiye'de kasetlerden sonra olağanüstü korku havasının yaratılmak istendiğine dikkat çeken ve herkesi sağduyulu ve soğukkanlı olmaya davet eden Yılmaz, sözlerini şöyle sürdürdü: 'Her zaman Cumhuriyet'in temel niteliklerini koruyacağız. Bunu adam gibi, devlet gibi yapacağız. Rejimi savunmaya varız. Abartma ve yanlışlıkları da ortaya koyacağız. Devlet, medya ve vatandaş serinkanlı, akıllı olmalı. Gördüğüm tehlike şudur: Cumhuriyet'i koruyacağız derken demokrasiyi, insan haklarını bir yana itip çağ dışı tedbirler alırsanız Cumhuriyet'in en önemli temeli olan, demokrasiyi var eden vatandaşı mahrum bırakırsınız. Rejim korunurken, vatandaşların haklarına tecavüz edilmemelidir.'

Basındaki köşe yazarları da, kasetler ve raporlar konusunun üzerine giderler..

24 Haziran tarihli 'Hürriyet'ten Cüneyt Ülsever'in yazısından alıntı yapalım..

Bir toplumsal paranoya

-Gelelim Fethullah Hoca kasetlerine. Bu kasetlerde geçen sözleri yorumlamak için bazı malum konuları yeniden ilan etmek gerekiyor:

1) Ülkemizin geleneğinde merkeze tepkiler birer halk dini olarak gelişmiş tarikat ve cemaatler ile yaşanmıştır ve yaşanmaktadır. Bu unsurlar millet indinde entellerin o pek beğendikleri sivil toplum örgütlerinin gerçek temsilcileridir. Ancak aynı temsilciler Osmanlı'nın yerleştirdiği devlet geleneği içinde, bazı istisnaları hariç, devlete alternatif olmak iddiasında olmamışlardır.

2) Fethullah Hoca cemaati ideoloji (inanç) boyutunda güçlü bir İslami içtihada (yoruma) dayanır.

3) Bu yorum Bediüzzaman Said Nursi'nin içtihadından yola çıkar. Said Nursi'nin çeşitli siyasal denemeleri hüsranla bitmiştir. Bu tarihi ders, evrimsel gelişimi içinde, medeniyet lokomotifine binebilmek için tek yolun Batı'nın ilmini İslam'a kazandırmayı hedefleyen bir miras bıakmıştır.

4) Her ideoloji (komünist, liberal, sosyal demokrat vb.) gibi bu cemaatin de gönlünde bir vuslat günü (G-day) vardır.

5) Ancak bu iktidar günü, bazılarının alıştığının tersine topla-tüfekle Ankara'nın fethi değildir. Bu fetih ilimle irşad olmuş gönüllerin İslam geleneğinde toparlanmasıdır. Açıkçası, hedef bir zihniyet evrimidir!

6) İktidardan darbeyi anlayan zihniyet ise geleneğinde gönüllere-zihniyete hitap ederek egemen olmayı, daha doğrusu egemenliği millete teslim ederek onun temsilcisi olmayı hiç bilmediği için her türlü sivil hareketten ürkmektedir. Bunun için hep bir umacı yaratarak ve milleti bu umacıdan koruyarak meşruiyet kazanmaktadır.

Son umacı Fethullah Hoca cemaati Türkiye Cumhuriyeti'ne hayırlı olsun!

24 Haziran 1999 tarihli Sabah'ta da, Gülay Göktürk 'Gülen kasetleri'ne şöyle yaklaşır.

Devleti ele geçirememek

Şu 'devleti ele geçirmek' suçlamasının, bu kadar sık ve bu kadar yoğun gündeme gelmesi bir şeyleri kanıtlamıyor mu sizce?

Malum, kendinize ait olan bir şeyi ele geçiremezsiniz; ancak sizin olmayan bir şeyi ele geçirebilirsiniz.

Demek ki, toplumun o kadar geniş bir kesimi devleti 'kendisinin' olarak görmüyor ki, ele geçirmek için sürekli faaliyet halinde. Demek ki bizim devlet, o kadar geniş bir kitleyi dışlamış; üstünde yükseldiği toplumdan o kadar kopmuş ki, gün aşırı 'ele geçirilme' tehlikesi atlatıyor!

Bunda bir gariplik yok mu?

Elbette var ve bu gariplik, bugün Fethullah Gülen kasedi dolayısıyla yine gündemde olan şu 'devleti ele geçirme' kavramı üzerinde biraz düşünmeyi gerektiriyor.

Bana kalırsa Türkiye'nin sorunu, devletin ele geçirilmesi değil, ele geçirilememesidir. Bir zamanlar devleti ele geçiren bir zümrenin, bunu ilelebet sürecek bir imtiyaz olarak görmesi, bu imtiyazı kimseyle paylaşmaya razı olmamasıdır. Sorun, toplumda varolan değişik eğilimlerin, toplumsal güçlerin, hatta sandıktan çıkan hükümetlerin bile, bir türlü devleti ele geçirmeyi başaramamasıdır.

Aslında devleti ele geçirmeye çalışmayı suçların en büyüğü olarak ortaya koyanlar, her seçimin devletin büyük or anda el değiştirmesi için yapıldığını da unutmuş görünüyorlar. Unutmakta da haklılar, çünkü Türkiye'de böyle bir şey olmuyor. Meclis el değiştiriyor, hükümet el değiştiriyor, yani milli irade değişiyor ama, devlet aynı zümrenin elinde kalıyor ve bütün temel meselelerde milli irade ne derse desin o zümre bildiğini okumaya devam ediyor.

Oysa, demokratik devletlerde, sivil toplum içinde varolan her türlü gücün, politik toplumda yansımasını bulması doğaldır. Devlet, toplumdan ve toplum içindeki güçlerden bağımsız, tepelerde bir yerlerde konuşlanmış bir varlık değil, o toplum üstünde yükselen bir organizmadır. Sivil toplum içindeki her güç, her eğilim, beğenelim ya da beğenmeyelim, politik toplumda da yansımasını bulabilmelidir. Zaten, politik toplumla sivil toplumun ayrılmazlığı da buradadır. Devlet ancak toplumla kurduğu bu organik bağlar sayesinde canlılık ve dinamizm kazanır. Dini örgütlenmeler, cemaatler ve tarikatlar da sivil toplumun bir parçasıdır ve onların da, kendi Türkiye projelerini hukuk düzeni içinde ve yasal sınırlar dahilinde, devlet katlarına taşıma hakları vardır.

Peki bunu gizli kapaklı bir biçimde yapabilirler mi?

Gülen Cemaati'nin devlet içindeki kadrolaşma faaliyetinin gizli kapaklı bir biçimde yürütmesini ihanet olarak görenlerin, önce şu soruya cevap vermesi gerekir: Türkiye'de bir yargıç, bir vali ya da bir general, göğsünü gere gere Fethullah Gülen Cemaati'ne mensup olduğunu deklare etme özgürlüğüne sahip mi? Bunu deklare ederek devlet içindeki görevini sürdürebiliyor mu?

Bu soruya olumlu cevap vermek mümkün olmadıkça, bir Fethullahçı'yı, Fethullahçı olduğunu gizleyerek devlet içinde yükseltmeye kalktı diye suçlamaya hakkımız olamaz.

Bütün bu değerlendirmelerden sonra özetle söylemek gerekirse, suç olan, devleti ele geçirme çabası değil, bunu silahlı bir ayaklanmayla, bir darbeyle, yani şiddet yöntemiyle, zora dayanarak gerçekleştirmeye çalışmaktır. Bu suçun unsurları oluştuysa, Fethullah Gülen Cemaati de yargılanır ve cezalandırılır. Ama suçun unsurları oluşmadıysa, yani şiddet yoluyla bir iktidar değişikliğinin delilleri ortada yoksa, böyle bir faaliyetin bizim hoşumuza gitmemesi, onun suç olduğunu göstermez.

Bundan gerisi politik ve ideolojik bir mücadele konusudur.

Milliyet yazarı Taha Akyol da, 23 Haziran tarihli köşesinde, 'Fethullah Gülen olayı'nı şöyle ele alıyordu..

-ECEVİT, bir entelektüel olarak daima bizim resmi ideolojinin toplumlar dinamikler konusundaki dar kafalılığından yakınmış, halkla anlaşmaya önem vermiş, bu arada 'dine saygılı laiklik' kavramını geliştirmiştir. İşte bu Ecevit 1970'lerde ve günümüzde solu birinci parti yapmıştır.

Ecevit, Fethullah Gülen olayına bakarken de özellikle yurtdışındaki okulların Türk dilini, kültürünü ve Türkiye'nin nüfuzunu yaymak için son derece yararlı olduğunu takdir etmektedir.

'Analitik düşünce' de, topyekün yargılar yerine böyle analizler yapmayı gerektirir.

Din her toplumda 'cemaat' (community) dayanışması olan yapılanmalarla ve derin bir 'hayır işleme' duygusuyla var olur. Bu sebeple her dinin misyonerleri 'memurlar'dan daha motivasyonlu olurlar. Mesut Yılmaz'ın bu konuda 'sosyolojik boyut'un önemini vurgulaması da son derece isabetlidir.

Herhalde Ecevit, Bahçeli ve Yılmaz okul kapatmak, hele de dışarda bu okullardaki ay yıldızı indirmek için iktidara gelmediler! Denetim mi? Elbette!

'Gülen Kasetleri'nden bazı alıntılar

Ankara DGM Başsavcısı Nuh Mete Yüksel'in iddianamesi, Türkiye'nin gündemini değiştiren 'Gülen Kasetleri'ni de, deliller arasında sunuyor. (S. 58-69)

İşte bu kasetlerin çözümlerinden bazı bölümler.. Gülen'i zor duruma sokan bazı cümleler şöyle:

-Arkadaşlarımızın mevcudiyeti İslami geleceğimiz adına bu işin garantisidir. Bu açıdan Adliye, Mülkiye veya başka hayati bir müessesede bizim arkadaşlarımızın mevcudiyeti öyle ferdi mevcudiyetler şeklinde ele alınıp öyle değerlendirilmemelidir. Yani bunlar gelecek adına bizim o ülkelerde garantimizdir. Bizim varlığımızın bunlar nabzıdır.

Zayiata meydan vermeyin

-Daha bunun neye ihtiyacı var, nasıl takviye edilmeli, bu demeli, sürekli o araştırılmalı, daha bir takviye edilmeli, fakat mevcuttan da bir ölçüde taviz verilmemeli derken yani fevkalade korumaya alınmalı, katiyyen zayiata meydan verilmemelidir. Bu açıdan bizim ister bu dairede, ister diğer dairede arkadaşlarımızın korunması çok önemlidir. Bu koruma mevzuunda işte arz ettiğim gibi belki işin esnekliğinden istifade edilebilir.

Esnek olun, sivrilmeden can damarları içinde dolanın.

-Bu açıdan, bir taraftan bu kanun ve kuralları kullanma, biraz önce anlattığım esneklik içinde, diğer taraftan bir kanun ve kural adamı olma imajını uyarmak, yani harfiyen riayet ediyor bunlar denmeli, denmeli ki muntazam terfilerin arkasında bir ölçüde bu vardır. Ve sizin ileriki dönemde daha hayati, daha önemli yerlere gelmenizin arkasında da bu vardır. Yani sivrilmeden mevcudiyetinizi hissettirmeden çok ilerilere gitmek, iş de bu iki müessese de olduğu gibi hayati dinamik bir kısım müesseselerde söz konusudur. Ta ilerilere gitme, böyle can damarları içinde dolaşma ve eğer dönülüp gelinecekse yara alınmadan, hissettirmeden dönüp geriye gelme

-Bir Batılı mütegallip, Şili'de hatırlarsan 15 sene geldi, milletin ense köküne bindi ve bir daha da gitmedi. Hatırlayacaksınız gelince bir daha gitmiyorlar. Aynen bunun gibi dünyanın her yerinde bir kısım aynı firavuniyetlere sebebiyet verilebilir. Dünya firavunlar çağını yaşıyor. Toprak firavun bitirmek için pek mümbit. O öyle bir dönemde tam özümüzü bulacağımız, kıvama ereceğimiz ana kadar, dünyayı sırtımıza alıp taşıyabilecek güce ulaşacağımız ana kadar, o kuvveti temsil eden şeyleri elimize alacağımız ana kadar, Türkiye'de ki devlet yapısı ölçüsüne göre bütün anayasal müesseselerdeki güç ve kuvveti cephemize çekeceğimiz ana kadar, her adım erken sayılır. Her adım 20 günü doldurmadan yumurtayı kırma gibi bir şeydir. Civcivleri terk eden kuluçka gibi, civcivleri doluya, fırtınaya terk etmek gibi bir şeydir ve burada yapılan şeyler bunlardır. Burada yapılan şeyler mikro planda dünya ile hesaplaşma işidir. Bütün bir dünya ile hesaplaşma işidir. Ve dünya ile bir gün hesaplaşacak bu insanların, dünya ile hesaplaşma yollarını öğrenmeleri işidir. Talim ve terbiye işidir. Böylesine feleğin çemberinden çekenler, geleceğin fikir işçileri olarak kendi dünyalarını kuracaklar, fikir mimarları olarak kuracaklar fakat burada böyle defaatle feleğin çemberinden geçmeyen insanlar, kendi acemiliklerine, toyluklarına takılacaklar ve tabii kendi ülkelerinde kendileri de zarar görecek. Biz bugün sesimiz soluğumuz bu. Bunca kalabalık içinde, ben bu duygu ve düşüncemi sizlere sözde mahremiyet içinde anlattım. Ancak sizin mahremiyete sadık, mahremiyet hususunda hassas duygularınıza sığınarak anlattım. Biliyorum, elinizdeki meyve suları boş kutularını dışarı çıkarken bir çöp kutusuna attığınız gibi, bu düşünceleri de açık olma yanıyla çöp kutusuna atıp geçeceksiniz. Arz e debildim mi? Sırrınız sizin esirinizdir. Söylerseniz siz esir olursunuz.

-80 seneden beri amansızca, hatta bu dönem itibariyle de imansızca da diyebiliriz, dinle diyanetle uğraşıyorlar. Değişik hayat üniteleri nazarı itibara alındığı zaman bazı hayat ünitelerinde, bazı birimlerde 80 sene evvel, yani bir başka asra adımımızı atarken, zannediyorum falan müessesede, filan müessesede, bugün olduğu kadar tepeden tırnağa Allah'a inanmış bu kadar inanmış insan yoktur. Mübalağa etmiyorum. Hatta diyebilirim mülkiyede bu kadar inanmış insan yoktur. Müsaade ederseniz diyebilirim adliyede bu kadar inanmış insan yoktur. Müsaade ederseniz diyebilirim bir takım hayati dinamik müesseselerde bu kadar inanmış insan yoktur. Sadece o başı mahirane, meseleyi dağıtmadan, perdeyi yıkmadan ayakta tutma cehdi ve gayreti vardır. Bir enkazı ayakta tutuyoruz.

-O kuvveti temsil edeceğiniz şeyler elinizde olacağı ana kadar, Türkiye'deki devlet yapısı ölçüsüne göre bütün anayasal müesseselerdeki güç ve kuvveti cephenize çekeceğiniz ana kadar her adım erken sayılır, her ad ım yine gününü doldurmadan yumurtayı kırma gibi bir şey.

Gülen Türkiye'ye Dönecek mi?

Fethullah Gülen üzerindeki tartışmaları ve yargıya da intikal eden iddiaları izlerken, hep aynı izlenimi alıyorsunuz.. - Türkiye'de devlet de, siyaset de, toplumun farklı düşünen kesimleri de, hem birbirleri ile, hem kendi aralarında, bitmez tükenmez kavgaların tarafları.

1999'un Haziran ayında medyaya verilen 'Gülen kasetleri' ve 'Gülen Raporu', iktidarda bulunan Bülent Ecevit ve Mesut Yılmaz'ın da tepkilerine yol açmıştı..

'Seçilmişler' ile 'atanmışlar', devlet gücünün kullanılış biçimi üzerinde çok farklı konumdaydılar.. Ama başbakan farklı düşünse de, 'derin devlet', bildiği yöntemden vaz geçmek niyetinde değildi neticede..

Bu dualist (ikili) yapı, en çarpıcı biçimde, kasetler ve rapor olayından 6 ay sonra, Davos'ta sergilendi..

Başbakan Ecevit, yüksek bürokratların ve önemli işadamlarının eşliğinde, İsviçre'nin Davos kentindeki 'Dünya Ekonomik Forumu'na katıldı.

Sonrasını, 27 Ocak 2000 tarihli Hürriyet gazetesinde, Muharrem Sarıkaya imzalı haberden izleyelim.

Haberin başlığı 'N.G.O Fethullah' şeklinde verilmiş.. Alt başlıkta ise şunlar yazılı:

- Davos'ta dağıtılmak üzere Başbakanlıkça hazırlanan Türkiye'nin tanıtım broşürlerinde, isim verilmeden Fethullah Gülen'e övgüler yağdırıldı. N.G.O olarak tanımlanan Gülen'in 154 okulunun dünyanın dört bir yanında yer aldığı belirtildi.

Türkiye'ye yabancı sermaye çekmek için ülkenin potansiyelini anlatan 22 sayfalık broşürde, Türk hükümetinin Balkanlardan Rusya Federasyonu'na, Kafkaslardan Orta Asya'ya, değişik seviyede okul ve üniversite açılışına destek verdiği vurgulandı.

Buna örnek olarak da, isim verilmeden Fethullah Gülen'in okulları gösterildi ve şöyle denildi:

Devlet iftihar ediyor

'NGO'lar (Non Govermental Organizations-Türk vakıfları ve sivil toplum örgütleri), dünya çapındaki faaliyetlerini artırdılar. 34 ülkede 154 okul açtılar. Üstelik de bunlar sadece Türkiye'nin komşularında değil; Tanzanya'dan Kamboçya'ya, Tayland'a Avustralya, Rus Federasyonu ve Moğolistan'a kadar uzanan birçok ülkede yer aldı.'

Fethullah Gülen'le ilgili MGK'da en sert tartışmaların geçtiği bir sırada, Başbakanlık tarafından Türkiye'nin tanıtımına ilişkin Davos metninde Gülen'in okullarından övgüyle söz edilmesi dikkat çekti.

Evet.. Türkiye'nin Başbakanı Gülen'in okullarını ülkesinin dinamizmine kanıt olarak dünyaya anlatmaktadır..

Ve bu okullar, DGM Savcısı Nuh Mete Yüksel'in iddianamesine göre, devleti ele geçirmek için yetiştirilen şeriatçıların yuvalandığı odaklardır..

Acaba kim haklı?.

Tekrar 'iddianame'ye dönelim ve 16-17'nci sayfalarda 'Gülen'in yurt-dışı faaliyetleri'ne örnek olarak verilen okulları hatırlayalım..

'İddianame'ye göre, Fethullah Gülen planlı bir şekilde yurtdışı örgütlenmesine yönelmiştir.

Bu yönelişte:

- Sosyo ekonomik ihtiyaçları fazla olan yeni Türk Devletlerinde taban oluşturmak,

- İran'ın Şii propagandasının etkisini kırmak,

- Finans ihtiyacını karşılayacak olan ticari şirketlerinin, ticari atılımlarını sağlamak,

- Bu devletlerde de ihtiyaç duyulacak bürokratik kadroları yetiştirmek,

- Türk İslam Birliğini oluşturmak, gayeleri güdülmüştür.

- Dünya İslam Birliğini sağlamak amacını güden Fethullah GÜLEN Türk ve Müslüman olmayan ülkelerde de faaliyet göstermektedir.

Bu faaliyetlerinin amacı:

- Kendisine bağlı bürokratik kanalların oluşturulması,

- Globalleşmenin sonucu oluşan bilgi transferini hedefi doğrultusunda kullanma,

- Kendisine bağlı kişilerin refah düzeylerini artırmak ve etki alanlarını genişletmektir.

- Fethullah GÜLEN grubu 1992 yılında başlattığı yurtdışı açılımı sonucu 35 ülkede:

6 üniversite ve yüksekokul,

236 lise,

2 ilkokul,

8 yabancı dil ve bilgisayar merkezi,

6 üniversiteye hazırlık kursu,

21 öğrenci yurdu olmak üzere toplam 279 eğitim kurumunu faaliyete geçirmiştir.

'İddianame', Gülen'in yurtdışı faaliyetlerinin ve okulların nihai amaçlarını da, şöyle yorumluyor:

- Kuruldukları ülkelerde ileride devleti yönetecek nitelik ve nicelikli kadroları yetiştirmek,

- Bu kesimin Türkiye'de kurulacak İslami Devlete sempati ile bakmasını sağlamak,

- Uzun vadede Türkiye'de kurulması planlanan siyasal İslam'a uluslar arası alanda siyasi destek sağlamak,

- Fethullah GÜLEN, hükümetin bilgisi dahilinde Papa 2'nci Jean Paul'un daveti üzerine 9 Şubat 1998 tarihinde Vatikan'da Papa ile görüşmüştür. Görüşme İslam ve Hıristiyan Dünyalarını temsilen dinler arası diyalog zemininde oluşmuş ve Fethullah GÜLEN uluslararası platformda Türkiye'de İslami kesimin lideri olarak gösterilmiştir.

Fethullah Gülen'in cevapları

Sesini ve görüntüsünü taşıyan video-kasetleri ve hakkındaki raporlar, Türkiye'nin gündemini alt-üst ederken, Gülen Amerika'daydı. 21 Mart 1999'da Amerika'ya tedavi amacıyla giden ve halen Pennsylvania'da bulunan Gülen, 22 Haziran 1999 günü, telefonla Show-TV'de, Reha Muhtar'ın haber programına katıldı.

Gülen, önümüzdeki ay başlayacak olan yargılanmasına katılmak için Türkiye'ye dönecek mi, bilinmiyor..

Ancak o programda Reha Muhtar, şöyle sormuştu:

- Hakkınızda dava açılacağı yönünde işaretler var. Hatta idamla bile yargılanacağınız söyleniyor. Bu durumda Türkiye'ye dönmeyi düşünüyor musunuz?

Gülen'in bu soruya cevabı şöyleydi:

- Ben Türkiye hasretlisi bir insanım. Kabe'de olduğum zaman bile Türkiye'yi özlediğim için bir an önce dönmeye çalıştım. Şimdi bende bulunan yüksek tansiyon uçağa binmeme imkan tanımıyor. Hakkımdaki iddialara karşı kendimi savunmak için gerekli araştırmayı yapmak üzere Türkiye'ye gelmek istiyorum. Ölüm ise benim çok arzu ettiğim birşey. Gerçi kendi hayatıma son verecek değilim. Ama hakkımda bir idam kararı çıkmışsa, buna yolda giderken bir inci bulmuşçasına sevinerek gelirim. Bu, Rabbime ulaşmak için en iyi yoldur.

Gülen'in Türkiye'ye dönememesini yüksek tansiyona bağlaması dolayısıyla, onun sağlık durumunu bilmekte de fayda var..

Gülen'in sağlık durumu ile ilgili içerikli bir açıklama, 'Aksiyon' dergisinin 1999 Haziran sayısında (19/25 Haziran) yayınlandı..

Bu açıklamayı aynen aktaralım:

Gülen'in sağlığı

Fethullah Gülen, 1997 yazında geldiği Amerika'da müzmin kalp rahatsızlığı sebebiyle Cleeveland'da muayene oldu. Üç ana damarındaki tıkanıklığın yüzde 70-80'e ulaştığını ifade eden doktorlar, kesin çözüm olmamakla birlikte Gülen'e ameliyat olması teklifinde bulundular ancak sonuna şu ifadeyi ekleyerek: 'Ameliyat olsanız 15 yıl yaşarsınız, olmasanız yine 15 yıl.' Bu açıklamanın ardında, Gülen'in kronik şeker rahatsızlığı sebebi ile damarlara müdahale edilse bile bir süre sonra yeniden tıkanma riskinin büyük olduğu gerçeği vardı. Şüphesiz bu durum ameliyatı tercih etme noktasında kararsızlığa sebep oldu ve Gülen, doktorlara ilaçla tedavi yolunu deneyeceğini, doktorlar da ona mutad aralıklarla muayeneden geçirilmesi gerektiğini ve sürekli kontrol altında tutulmasının hayati önem taşıdığını söylediler.

Yaklaşık iki yıldır bu tedaviye devam eden Gülen, kontrol için gitme vakti geçtiği halde ABD'de ikinci bir muayeneye sıcak bakmıyordu. Tâ ki bir ziyaretle gelen davete kadar. Bu davet kendisini Türkiye'de bizzat ziyaret eden ve ABD'nin seçkin tıp merkezlerinden biri olan Mayo Klinik Dış Münasebetler Müdürü tarafından yapılıyordu. Bir Türk olan ve Türkiye'de özel bir tıp merkezi ile karşılıklı bilgi, teknoloji ve personel alışverişinde bulunmak gayesi ile Türkiye'ye gelen Said Bey, Gülen'i de ziyaret ederek muayene için ikna etmeye çalışmıştı. Amerika'ya döndüğünde gönderdiği Mayo Clinic resmi davet yazısında 22 Mart günü için randevu alındığı ifade ediliyordu.

21 Mart'ta Amerika'ya varan Gülen'e 21-26 Mart tarihleri arasında check-up uygulandı. Alınan ön raporlar, Cleeveland'daki sonuçları doğruluyordu. Değişen fazla bir şey yoktu. Doktorlar, nihai karar vermek için kesin raporların alınmasını beklerken Gülen'e kontrolleri altında ilaçla tedaviye devam etmesi tavsiyesinde bulundular.

Bu esnada Gülen'le tanışan doktorlardan birisi de Amerika'da doğmuş ve büyümüş bir Türktü. Amerika'da çok yaygın olan alternatif tıpla ilgilenen bu doktor ve bu alanda uzman olan arkadaşı muayeneleri sonunda Gülen'e Türkiye'de pek tanınmayan fakat Amerika'da 20 fakültede öğrenimi yapılan Osteopathy ve Homiopathy sahasında selasyon (chealation) tedavisi teklif ettiler. Normal tedavinin yanında uygulanacak olan bu kür tedavisinin hiç bir mahzuru yoktu.

ABD'de resmen kabul edilen bu tedavi yöntemi, kurşun ve metal zehirlenmelerini de önlüyor. Yapılan araştırmalar, bu yöntemle damarlardan kalbe, bacaklara ve beyne kan akışının daha rahat olduğunu ispatlamış. ABD Deniz Kuvvetleri'nde bilhassa kurşun zehirlenmesine karşı kullanılan ve selasyon yönteminde kullanılan ilaçlardan olan Calcium Disodium EDTA, yiyeceklerde antitoksidan olarak da fonksiyon görüyor.

Doktorları, Fethullah Gülen'e 1'er aylık kürler halinde 3 aylık bir tedavi süresi önerildiğini, 10 Mayıs'ta başlayan bu tedavi kürleri çerçevesinde, Gülen'in ayrıca her gün yürüme bandında yürüdüğünü ve çok sıkı bir diyet uygulaması ile kolesterolünün en alt seviyeye düşürülerek, sabah-akşam alınan insülinle de şeker rahatsızlığının kontrol altında tutulmaya çalışıldığını ifade ediyorlar. Gülen'in özellikle bu tedavi aşamasında kalbini zorlayacak, heyecan verecek hadise ve ortamlardan uzak kalması ve yer değiştirmemesi gerektiğini ilave eden doktorlar, ilk bir aylık kürün bitim tarihi olan Haziran'da Gülen'i muayene ettiklerini, kendisine yeni ilaçlar verdiklerini ve şu anda kontrol altına alınan şeker, tansiyon ve kolesterolünün dengede seyrettiğini söylüyorlar.

Gülen kendini savunuyor

Fethullah Gülen'in DGM'de açılan son davaya ilişkin savunması, henüz bilinmiyor.. Ama, geçen yıl medyaya verilen ve DGM Savcısının iddianamesinde delil olarak sunulan kasetlere ve hakkındaki suçlamalara ilişkin, daha önce verilmiş cevapları var.

Bunlar bir ön-savunma niteliği taşıyor..

'Aksiyon' dergisinden alarak, bazı cevaplarını aktarıyoruz..

- Fethullahçılık ve Fethullahçı örgütlenme veya yapılanma konularında ne söyleyebilirsiniz?

İslâm, her türlü -cilik ve -culuk ayırımlarına temelden karşıdır. Nasıl, Hristiyanlığın adı baştan Hristiyanlık değildi ve Romalılar, 'İsa'ya uyanlar' manâsında bir aşağılama ve suçlama olarak 'Hristiyan= Hrist (Krist-Hristos)'a uyan' ifadesini uydurdular; yine nasıl, müsteşrikler, İslâm'ı ilâhî bir din değil de, Efendimiz Hz. Muhammed'in güya kurduğu bir din olduğu imajını vermek için 'Muhammedanism = Muhammedîlik, Muhammedçilik' tabirini uydurdular; aynı şekilde, bugün de bazıları, hem ortada bir suç örgütü olduğu imajını vermek, hem de bazılarını suçlayabilmek için 'Nurcu, tarikatçı' gibi uydurmalara gidiyorlar. -Kabûl edenin de, diyenin de Allah hakkından gelsin- Fethullahçı tabiri de bu uydurmalardan biridir.

Türkiye'de benim kadar ayırımcılık ifade eden kelimelere, tabirlere ve ayırımcılığa karşı ikinci bir insan göstermek zordur. Bunu, defalarca ifade ettim. Ve, böyle bir etiketlemeyi şiddetle, nefretle reddediyorum; hattâ, müsamaha ufkum ve bazı kelimeleri kullanmaya edebim müsaade etseydi, lânetle reddediyorum derdim.

'Fethullahçı yapılanma veya örgütlenme' iddiasına gelince: Bir defa ben, kanun dışı bir insan değilim. Emekli bir memurum. Pek çok kısmı resmî devlet memuru olarak 35 yıla yakın vaaz verdim. Yayınlanmış pek çok kitabım var. Verdiğim vaazların pek çoğunun kasetleri bandrollu olarak piyasada bulunuyor. Ne vaazlarımdan, ne de yazdıklarımdan dolayı hiç bir soruşturmaya uğramadım. Bırakın soruşturmayı, bir ihtar bile almadım. Bir insanın söylediklerinde ve yazdıklarında suç olup olmadığına polis memurları değil, savcılar ve hakimler karar verir. Bunlar, isterlerse bilirkişilerin mütalâalarını da alabilirler ve çok zaman da alırlar. Hele, bazı söylediklerinizden ve yazdıklarınızdan, bizzat suçlamayı yapanların ifadeleriyle 'cımbızla' bazı ifadeler alınacak; sonra bunlara manâlarının bilinmediğini, biliniyorsa çarpıtıldığını ortaya koyacak şekilde anlamlar yüklenecek; hattâ, siz İslâm demişseniz, yerine şeriat konacak; hizmet eri demişseniz, yerine militan konacak ve sonra da bir örgütlenmeden söz edilecek. Bütün bunları da, böyle bir şey görev sahasına girmeyenler yapacak.

DGM kararları var

İkinci olarak, bir insan hakkında, o insanın yazdıkları ve söyledikleriyle alâkalı karar merkezi olan mercîler, yazılanlarda, söylenenlerde, yapılanlarda hiç bir suç unsurunun bulunmadığına defalarca karar vermişler; bu konudaki suçlamalar her defasında kesin olarak reddedilmiş. Buna rağmen, bazıları ve üzerlerine vazife olmayanlar kalkıp, aynı şeyleri tekrar edecekler. Meselâ, İstanbul Devlet Güvenlik Mahkemesi Cumhuriyet Başsavcılığı, 1998/1283 hazırlık ve 1998/209 no.lu kararında, Fethullah Gülen ve arkadaşlarının orduyu ve emniyet güçlerini ele geçirmek için örgüt oluşturdukları iddiasını kesin bir dille reddetmiş ve 'Ortada bir suç unsuru bulunmadığından takibata yer olmadığına, tebligata da gerek bulunmadığına' karar vermiş. Aynı şekilde, bu defa Ankara Devlet Güvenlik Mahkemesi Cumhuriyet Başsavcılığı, 1997/18 hazırlık no ve 1998/24 no.lu kararında da, Fethullah Gülen ve talebeleriyle bağlantılı şeriat düzeni getirmeyi amaçlayan bir örgütün bulunmadığını, dolayısıyla bu konuda adı geçenler hakkında dava açılmasına gerek olmadığını kesin olarak ifade etmiş.

Hangi istihbarat geçerli?

Şimdi, mahkemelerin bu kararları ortada iken, hem de bunlar 1998 yılı içinde verilmiş kararlar iken, polis memurlarının, bazı kelime ve tabirlere kendilerince verdikleri birtakım manâlara dayanarak, ağır suçlamalara gitmeleri, mahkemeleri ve yasaları hiçe sayma manâsına gelmez mi?

Burada daha önemli bir hususu arz etmek istiyorum: Adları telefon dinleme skandalına karışanlar, bir suçlamada bulunuyorlar. Bunlar, bir şehir emniyetinin istihbarat mensupları. Buna karşılık, Emniyet Genel Müdürlüğü İstihbarat Daire Başkanlığı'nın, yani daha üst ve daha yetkili bir makamın, bir gazetede de yer alan çok açık ifadeleri var. Bu makamın 'İstihbarat Bülteni'nde ve 'Terörizm Sorunu ve Türkiye' başlıklı kitabında, 'Müslüman bir kişinin terörist olamayacağı, benim bazı yazılarımdan örnekler verilerek açıklanıyor ve İslâm adına takip ettiğim çizginin hiç bir zaman değişmediği ve bunun ılımlı bir din anlayışına dayandığı, dini siyasî hedeflere alet etmekten uzak, hattâ böyle bir şeye karşı olduğum' vurgulanıyor. Bu görüşlerimden dolayı radikal dînî gruplarca eleştirildiğim ifade ediliyor. Şimdi, bizzat yazdıklarıma, söylediklerime ve yaptıklarıma dayanarak verilmiş bir en üst Emniyet İstihbarat raporu mu geçerlidir; yoksa, büyük bir skandala adı karışanların can havliyle basına sızdırdığı ve yazıp söylediklerini keyiflerince yorumlayanların, verdikleri manâlarla anlamadıklarını ortaya koyanların çelişkilerle dolu iddiaları mı geçerlidir? Kararı kamuoyunun vicdanına ve gerçek hukuk anlayışına, gerçek istihbarat anlayışına havale ediyorum.

Bir diğer önemli husus da, yanlışlıkla fakire atfedilen, fakat temelde her kesimden bu millet evlâdlarının ortaya koyduğu hizmetler, yapılan bir anketle de ispatlandığı gibi, halkımızın büyük çoğunluğunun tasvibine mazhar olmuş hizmetlerdir. Bu çoğunluk ki, içinde siyasî/gayr-i siyasî, Sünnî/Alevî her kesimden insan var. Hattâ, Katolik, Ortodoks, Musevî ve Süryanî cemaatlerinden ve işadamlarından, dahası spor ve san'at camiasından pek çok insan var. Acaba bütün bu insanlar aldanıyor da, sadece adları garip bir skandala karışmış bir-kaç memur mu gerçeği görüyor?

Cemaatten Cemiyete

Fethullah Gülen'in kendi cemaatinin dışına çıkışını, bazıları 'cemaatten cemiyete', bazıları da 'Kozadan Kelebeğe' ifadeleri içinde değerlendiriyor..

'Gülen olayı'nın bu aşamalarını, Prof. Nilüfer Göle yönetimindeki bir 'atölye çalışması'na dayanarak ele alalım.. 'İslam'ın Yeni Kamusal Yüzleri' kitabında (Metis Yayınları), 'Fethullah Gülen cemaat hareketi'ni inceleyen Uğur Gömeçoğlu, şöyle görüyor olayı..

-Said Nursi, İslamî gelişmede kronolojik aşamalar tanımlıyor ve Fethullah Gülen hareketinde de bu tanımlamaların 'naif' izlerini bulmak mümkün. Birey merkezli olarak inancın ıslah edilmesi ve yayılması (iman faslı); sosyo-kültürel yapıların dönüştürülmesiyle toplumsal hayatta inanç (hayat faslı) gibi..

-Said Nursi, ülke üzerinde yaygın bir inançsızlığın egemen olduğundan bahisle, kendisinin 'kış'ta dünyaya geldiğini söylüyor. İleride ikinci aşamada görev alanlar, yani toplumsal yaşamdaki müminler, 'bahar'a denk geleceklerdir.

-Said Nursi döneminde hedef yalnızca bireyken, Fethullah Gülen döneminde hem bireysel, hem kurumsal büyüme olmuştur.. F. Gülen, 1995'te ikinci aşamaya geçtiklerini ima etmektedir.. (Ufuk Turu-E. Can) İkinci aşama aynı zamanda cemaatin inziva ve mahremiyetten, toplumsal açılmaya geçişine tekabül eder. İkinci aşamada 'imanlı bireyler'in birlikteliği toplumsal kurumları ve özellikle eğitim kurumlarını dönüştürür. 'Toplumun kişileşmesi', bu yaklaşımlarda da görülmektedir..

Bunlar Uğur Gömeçoğlu'nun, 1997'de Boğaziçi Üniversitesi'nde, Sosyoloji Bölümü'ne yüksek lisans tezi olarak sunulan çalışmasındaki tespitler..

ÇEŞİTLİ KAYNAKLAR

Elimizde, Latif Erdoğan'ın kaleme aldığı 'Küçük Dünyam' adlı Gülen'in oto-biyografi denemesi ve Eyüp Çan'ın Gülen'le söyleşisinin kitaplaştırıldığı 'Ufuk Turu' var.. Ayrıca, gazetelerde, dergilerde, televizyonlarda yayınlanmış 'Gülen'le söyleşiler' de, Fethullah Gülen grubunun, 'kozadan kelebeğe' uzanan süreci hakkında bilgiler veriyor..

İlk dönemde Fethullah Gülen, 'nispeten' daha rahattır.. Hatta bu rahatlık Cumhuriyet yazarı Oral Çalışlar'ın da dikkatini çekmiş ve Ağustos 1995'te Gülen'le yaptığı söyleşide 'devlet-Gülen ilişkileri' konusunda sorular yöneltmiştir..

20 yaşındayken Edirne'deki bir camie vaiz olarak atanan, camide kalan ve münzevi bir hayat yaşayan Fethullah Gülen, önce bireylerle ilişki kurmuş ve 1979'dan başlayarak 'Sızıntı' dergisi ve daha sonra da 1980'lerden itibaren 'dershaneler'le 'toplum-merkezli' aşamaya adım atmıştır..

Gülen'in halka veya medyaya açılma yılı 1995'tir.. O yılın ocak ayında, önce Hürriyet, sonra Sabah gazetelerinde röportajları geniş biçimde yayınlanmıştır. Aynı yılın şubat ayında 'Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı', bin kişilik bir iftar yemeği vermiş, sonra da aynı vakıf, yine görkemli bir davetle '1995 Hoşgörü Ödülleri'ni dağıtmıştır.


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: Hocaefendi Sendromu
MesajGönderilme zamanı: 06.01.11, 01:00 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 20.01.09, 10:20
Mesajlar: 239
ÖZKÖK-GÜLEN SÖYLEŞİSİ

1995'in ocak ayında Hürriyet'te geniş biçimde yayınlanan Fethullah Gülen söyleşisine başlarken, Ertuğrul Özkök şöyle soruyor..

E.Ö- Siz içine kapalı bir din adamıydınız. Son günlerde dışarı açılma niyetinde olduğunuzu gösteren işaretler var. Neden böyle birşeye ihtiyaç duydunuz?

F.G- Aslında bir gazeteci; televizyonda çalışan bir insan kadar olmasa bile, vazifem itibarı ile hep halkın içindeyim. Vaizler, toplumun içinde olan insanlardır. 20 yaşından önce mesleğe intisap ettim. Edirne'de, Kırklareli'nde, İzmir'de ve Ege'de dolaştım. Uzun zaman gezici vaizdim. Toplum içindeydim. Duyulma, görülme, bilinme, eğer bunlar bir mana ifade ediyorsa, duyulan, bilinen, görülen bir insandım. Fakat gazetelere intikal etmiyordu düşüncelerim, televizyonlara ulaşamıyorduk..

Bilinçli bir cumhuriyet çocuğu olarak, Özkök, birkaç yıl sonra bu 'medyaya açılma'nın neler doğurabileceğine zıt işaretler veriyor 1995'in ocak ayındaki söyleşide..

E.Ö- Ordunun içindeki Fethullahçı denilen subaylardan söz ediliyor. Hatta bu yüzden ordudan çıkarılanlar var. Bu kişilerin sizinle hiç ilişkisi yok mu?

F.G- İçlerinde beni tanıyanlar da olabilir, tanımayanlar da.. Camiye gelmiş, vaaz dinlemiş olabilirler. Bilmem ben. Belki ordunun içinde bu söylentilere inananlar vardır. Bilemiyorum. Fakat kastedilen manada 'Fethullah' yoktur. Dolayısıyla Fethullahçılık da yoktur.

...

E.Ö- Çeşitli dönemlerde içeride yattınız.. Ne kadar süre tutuklu kaldınız..

F.G-Girip çıktığım oldu. En çok 12 Mart Muhtırası'ndan sonra 6,5 ay kadar kaldım. Soldan bazı arkadaşlarla bir koğuşta kaldık..

Evet.. Gülen halka açıldıktan sonra ve görkemli törenlerde yer alınca, 'Acaba Türkiye'de ne değişti?' diye sorular gündeme geliyor.

Cumhuriyet'te '1995 Ağustos'unda yayınlanan söyleşide, yazar Oral Çalışlar, merak edilen konuya girip, soruyor:

DEVLET Mİ TUTUYOR?

O.Ç- Daha önce devlet tarafından sürekli izlenen, kovuşturmaya uğrayan, hapishanelere atılan bir kimse iken, birden farklı bir konuma geldiniz.. Siz mi değiştiniz, yoksa devlet mi değişti?

F.G- ...Meselenin bana ait yönüne gelince, ben dün ne dediysem, bugün de aynı şeyleri söylüyorum. Bu açıdan dünkü yanlışları her iki tarafa paylaştırmak daha isabetli olur kanısındayım. Biz kendimizi anlatamadığımız için yanlış yapmışken, muhataplarımız da bizi anlama ihtiyacı duymadan hakkımızda peşin hüküm vermekle yanlış yaptılar.

O.Ç-Cumhuriyetin kuruluşuyla birlikte tekke ve zaviyeler kapatıldı. İslami kesimin görüşlerine göre, İslamcılar üzerinde ağır baskılar uygulandı. Şimdi ise devlette bir tavır değişikliği var. Örneğin size karşı gösterilen ilgi. Eskiden bu kadar rahat hareket edemiyordunuz?

F.G- Bu tür bir değişiklik, sadece Türkiye sınırlarıyla çerçeveli değildir. Kanaatimce bütün dünyada bu yönlü bir değişim söz konusudur.. Türkiye de, bu umumi değişimden payına düşeni almaktadır. Yani umumi manada Hristiyanlar kiliseye, Yahudiler havraya, Budistler kendi tapınaklarına giderken, Müslümanlar da camiye ve bir bakıma camileri besleyen tekke ve zaviye benzeri yerlere dönüyorlar. Ancak burada şu husus da gözden uzak tutulmamalıdır. Tarikat, İslam'ın ruhî hayatının değişik ekoller halinde zuhurudur. Tasavvufi hayatın, Kitap ve Sünnet'le irtibatlı olarak hayata geçirilmesidir. Tarikat zühd yoludur, takva yoludur. İhlas ve samimiyet yoludur. Bu açıdan, tekke ve zaviyelerin kapatılması, şeklen tarikatlara sekte vurmuş görünse bile, esas itibarıyla o misyon günümüze kadar devam etmiş ve ebedlere kadar da devam edecektir. Tekke ve zaviyelerin kapatılmasına gerekçe gösterilen arızalardan bazıları doğru olabilir. Ama bu arızaların bütüne birden teşmil edilmesi doğru değildir.

O.Ç- Siz bu sözlerinizle, tekke ve zaviyelerdeki kısmî arızaları kabul etmekle, devletin yaptıklarını ve gerekçelerini haklı buluyor sayılıyor musunuz?

F.G- Devletin tarikatlarla ilgili müdahaleleri, şekle müdahalelerdir. Zaten bu manada öze ve asla müdahale söz konusu olamaz. Evet bir dönemde tarikatlar çeşitli baskılara maruz kalmışlardır. Ne var ki, 'Mevlana'ların, 'Yunus Emre'lerin, 'Hacı Bektaş-ı Veli'lerin, 'Şah-ı Nakşibendi'lerin ve daha nicelerinin izini silmek mümkün değildir. Bu gerçeği kabulle beraber, tekke ve zaviyelerin işleyiş keyfiyetinde bazı arızalar da bulunmuş olabilir.

O.Ç- Devlet yanlısı bir uslup kullanıyorsunuz. İslami kesim, cumhuriyet döneminde yapılan değişiklikleri sert bir dille eleştiriyor. Siz ise neredeyse onaylıyorsunuz..

F.G- Her alanda dengeli olmak zorundayız. Aşırılıklardan kaçmak, bir erdem vesilesidir. Ben, burada devletin veya bir başkasının haksız uygulamalarını tasvip ettiğimi söylemiyorum. Ancak en anti-demokratik devletleri dahi, devletsizliğe tercih ettiğimi söyleyebilirim. Bu açıdan da, devlet manasının yıpratılmasına, gözden düşürülmesine karşıyım..

Görüldüğü gibi cemaatten cemiyete geçerken, hazırlıklı, ölçülüdür Fethullah Gülen.. Hareketin (veya cemaatin) meşrulaşması, kurumsallaşması, belli ki çok önemlidir..

Ama Gülen ne kadar dikkatli ve özenli konuşsa da, 'devlet' onun hakkında farklı düşünmektedir..

GÜLEN ASKERDE

Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Vural Savaş'ın kitabından (Militan Demokrasi, Bilgi Yayınları) alıntı yaparak, Jandarma Genel Komutanlığı'nın 'Hizbullah Terör Örgütü ve Diğer İrticai Faaliyetler Raporu'ndan, Fethullah Gülen'le ilgili bölümü görelim:

-Unutulmamalı ki F. Gülen'in nihai hedefi ve rüyası, Türkiye liderliğinde İslam Birliği ve 'Tanrı'nın sözünün topluma egemen olmasıdır.

Şifre kendisinin ifadesi ile üç kademelidir. İman, hayat, iktidar.. Said Nursi onlara göre imani dirilmeyi sağlamıştır. İçinde bulunulan safha ise, imanı hayata geçirme ve yaşama safhasıdır. 'Altın Nesil' de, iktidarı sağlayacaktır.

-Cemaatin tüm çabası Türkiye'deki siyasal ve ekonomik güç dengesinde söz sahibi olmak ve ranta ortaklıktır. İnsanlara yaklaşılırken 'Liberal İslam' anlayışı ile hareket edilmekte, İslam'ın siyasal yüzünü göstermekten ziyade, tüm insanları kucaklayan bir hoşgörü felsefesi olduğu lanse edilmektedir.

-Cemaat tek tip insan yetiştirme gayreti içindedir. Gerçi 1990'larda tahminlerin ötesinde büyüdüğü için, bu amaç biraz sekteye uğramıştır... Büyümenin iki yolu vardır. Okuyan gençler ve esnaf.. Gençler cemaatin insan kaynağını, esnaflar ise lojistik ve para kaynağını oluşturur. F. Gülen'e göre cemaatin lokomotifi Anadolu insanı ve himmetidir. Hiçbir dış katkı yoktur.

-Harp Okulları'na ve askeri liselere sokulacak çocuklar gizlilik içinde eğitilir. Bu çocuklar özel evlere giderler.. Cemaatin örgütlenemediği tek kurum askeriyedir. Son olarak İzmir Maltepe Askeri Lisesi'nden 3, Balıkesir Astsubay Okulu'ndan 2 öğrencinin 'Işık evleri'nde Nur eğitimi aldıkları, okulda dikkati çekmemek için abdest yerine teyemmüm etmeleri, namazı gözle kılmaları, oruç tutmamaları konusunda talimat aldıkları, okul bitene kadar kendilerinden birşey beklenmediği tespit edilmiştir.

Evet.. Gülen'in söyledikleri ve 'devlet'in onun hakkında düşündükleri arasında çok büyük farklar var.

'Orduya sızma' konusundaki iddialar, acaba ne ölçüde doğrudur?..

Çünkü Fethullah Gülen, kendi yaşam deneyleri ile, orduda İslami hayatı sürdürme veya Siyasal İslam'ı canlandırmanın, pek kolay olmadığını bilir..

İşte 'Küçük Dünyam'dan, Gülen'in askerlik anıları..

-1960 yılının 11 Kasım günü Mamak'ta birliğime teslim oldum. O dönem ihtilâl dönemi idi ve ben Talât Aydemir'in birliğinde idim.

Bir gün eğitimde iken, bölük komutanı beni çağırdı. 'Hoca sen misin?' dedi ve ilave etti: 'Benim hanımım hasta. Getireyim onu da, bi oku!' 'Ben öyle okuma filan bilmem. Eğer siz okumanın tesirli olacağına inanıyorsanız, sizin okumanız muvafık olur' dedim. Meğer beni deniyormuş. Beni büyük ölçüde korudu. Rahat edeyim diye beni telsizci yaptılar.

Tam manâsıyla askerlik yapamıyorum ve dolayısıyla askeriyenin yemeği bana helâl olmaz diye düşünüyordum. Giyeceğim elbiseyi dahi bir askerî talebeden satın almıştım.

Kasım ayında teslim olmuştum. Aralık ayında Talât Aydemir hadisesi patlak verdi. Ve Mamak, 15.000 mevcuduyla bu hadiseyi destekledi.

27 Mayıs İhtilâlinin içinde olduğu halde, daha sonra ihtilâli yapanlara karşı bir ihtilâl teşebbüsüne girişen Aydemir, başarılı olmuş olsaydı, Mussolini gibi hareket ederdi. Kendisi de, onu destekleyenler de tamamen diktatör insanlardı. Maneviyatla da alay ederlerdi.

Askerlikte bazen insanın onurunu çok kırıyorlar. Abdest almaya gittiğim için birkaç defa çok ciddî dayak yedim. Birkaç defa da, namaz kılmaktan dolayı bir-iki dakika geciktim diye patlatırcasına ellerime vurdukları oldu.

Birliğe teslim olduktan 8 ay sonra kuralar çekildi. Kuramda Erzurum çıktı. 'Erzurum memleketin, olmaz' diye tekrar kura çektiler. Yine Erzurum çıktı. Yine 'Olmaz' dediler. Üçüncüde Diyarbakır çıktı; 'Sana zulüm olur' dediler. Dördüncüde İskenderun çıktı, 'Hoca yaşadın' dediler.

İskenderun'da da komutanlarla aram iyiydi. Bir de Arif başçavuş vardı ki, onun çok himayesini gördüm. Beni haber merkezine aldı.

Boş vakitlerimi kitap ve Kur'an okumakla geçiriyordum. Burada çok iyi bir komutanım vardı. Bana ısrarla Batı Klasikleri'ni de okumamı tavsiye etti. Onun bu tavsiyeleri sonucu Doğu Klasikleri ile birlikte Batı Klasikleri'ni de okuma imkânım oldu.

Gıdasızlık beni yazın çok hırpalamıştı. Halsizlik başgöstermişti. Sarılık olmuşum. Uzun bir süre hastanede yattım ve ardından 3 ay hava değişimi verdiler. Böylece, 4 yıl önce ayrıldığım Erzurum'a dönme imkânım oldu.

Erzurum'da kaldığım süre içinde Halkevi'ne de gidip geliyordum. Bir defasında orada Mevlâna hakkında bir konferans verdim.

3 ay sonra tekrar İskenderun'a birliğime döndüm. Nihayet askerliğimi tamamlayıp terhis olarak Erzurum'a döndüm ve yeniden Edirne.

'Siyasi İslam' mı 'Sosyal İslam' mı?

Olaya 'Gülen çetesi' şeklinde değil 'Gülen çemaati' olarak baktığınızda, karşınıza 'kentleşme', 'sivil toplumun örgütlenmesi', 'modernleşme' gibi, sosyoloji bilmini doğrudan ilgilendiren başlıklar çıkar..

Bu konulara ilgi duyan ve ürün veren önde gelen isimlerden biri olan Ali Bulaç, İslam dünyasındaki cemaatleşmelere, 'Sosyal İslam' diyor.

Ali Bulaç'ın pek alışılmış 'Siyasal İslam' tanımlamasının ötesine geçerek irdelediği, cemaatlere dayalı 'Sosyal İslam' kavramının 'siyaset'le ilişkisi, şöyle belirleniyor..

-Cemaat devlete muhtaçtır. Çünkü siyasi bakımdan istikrarlı ve bütün toplumsal gruplar karşısında tarafsız bir devlet -bugün buna hukukun üstünlüğüne dayalı demokratik devlet deniliyor- sivil alanın da özgürce gelişmesinin teminatıdır. Her sivil inisyatifi rahatsız eden şey, cemaati de rahatsız eder. Bu da devletin toplumsal gruplar karşısında yanlı davranması -ki bu laikliğe de aykırıdır- ve bu tutumu dolayısıyla tahakkümcü bir karakter kazanmasıdır.

-Kendi varoluş amacına aykırı hareket eden şey, kendi varlık sebebini de ortadan kaldırmış olur. Doğası ve onu ortaya çıkaran sosyal şartlar gereği sivil/medeni bir nitelik olan cemaat, 'devleti ele geçirme'ye veya 'devlete alternatif olma'ya kalkıştığı anda, artık onu var kılan sebebe aykırı olarak, başka bir niteliğe dönüşür. Bir süre sonra pür siyasi ve siyasileştirilmiş bir kimliğe bürünür.

Ali Bulaç'a göre ise...

Ali Bulaç'a göre, cemaat ve benzeri sivil inisyatiflerin zaman zaman devlete ilgi duymalarının iki sebebi var.

1- Devletin demokratik hukuk devleti misyonundan uzaklaşarak tarafsızlığını kaybetmesi. Kendi öngördüğü formatın dışındaki bütün farklı sosyal faaliyet ve zümreleşmeleri tasfiye etmeye matuf politikalar izlemesi.

2- Gerçekte devletin asli fonksiyonları arasında yer almayan eğitim, sağlık ve benzeri toplumsal fonksiyonlara, sivil cemaatlerin talip olması..

Bu iki durumun ortaya çıkması ile cemaatlerin bürokratik mekanizma içinde kendilerini koruyucu mekanizmalar araması, 'cemaatlerin devleti ele geçirme' dürtüleri ile değil, devletin tarafsızlık ilkesine aykırı davranmasıyla açıklanabilir..

Görüldüğü gibi, salt devletçi gözlükle cemaatlere bakarsanız, 'şeriatçı örgütlenmeler'i görmeniz mümkündür.

Ama sosyal bilimlerde, her toplumsal ve siyasal olayın, birden fazla boyutu vardır..

Ali Bulaç'ın 'cemaat'e bakışını, bu tür çok boyutluluğa örnek olarak gösterebiliriz.. (Bulaç'ın bu konudaki son iki makalesi, 28 ve 30 Eylül'de Zaman gazetesinde yayınlanmıştır.)

İfadeler... İfadeler...

Yine arşivlere dalıyorsunuz..

'Aktüel'in haberine göre, Fethullah Gülen'in öldürülmesinin konuşulduğu toplantı 1998'in 12 Mayıs 1998... Bu olaydan bir ay sonra, suikast sanıkları yakalanmış.. Oysa, Fethullah Gülen'in Amerika'ya gidiş tarihi, 22 Mart 1999.. Yani aradan bir yıla yakın zaman geçmiş.. Demek ki, Gülen öldürülme korkusu ile kaçmış değil..

Bir diğer konu 'Bahailik' meselesine ilişkin.. Daha da ötesi, Gülen'in babasının 'Yahova Şahidi' olduğu iddiaları da gündeme getirilmiş..

Bu konuyu anlamak için, Fethullah Gülen'in, 19/25 Haziran 1999 tarihli 'Aksiyon' dergisindeki açıklamalarına bakıyoruz..

SORU- Babanızı Sahabeye cinnet derecesinde bağlı olmakla tavsif ettiğiniz halde, onun oğullarından hiçbirine Sahabe adı vermediği öne sürülüyor. Oğullarından birine Mesih adını vermekle de, Yahova Şahitliği töhmeti dile getiriliyor. Onun sapık bir cereyanı empoze etmeye çalışan biri olabileceği ve bu yüzden köyünden ayrılmak zorunda kalmış olabileceği ihtimali üzerinde duruluyor.

F-GÜLEN- Bir insanın, Sahabe'ye ve bazılarına cinnet derecesinde bağlı olup olmadığı, çocuklarına verdiği isimlerle ölçülmez. İslam'da böyle bir kaide olmadığı gibi, tersi variddir. Sahâbe, Peygamberimiz gibi önceki peygamberlere de cinnet derecesinde bağlı idi. Fakat, çocuklarına onların isimlerinden çok, kendi dönemlerinde geçerli isimleri koyarlardı. İslam'da önemli olan, çocuğa güzel bir isim koymaktır. Acaba, Atatürk'e cinnet derecesinde bağlı milyonlarca insanın kaç tanesinin çocuğunun ismi Mustafa Kemal'dir; hattâ bu polis memurları içinde oğullarına Mustafa Kemal adını veren var mıdır?

Mesih ismine gelince: Mesih, Hz. İsa'nın Kur'an'da geçen bir lakabıdır. Hz. İsa, yalnızca Hristiyanlara ait bir peygamber değildir ki! O, Kur'an'da adı geçen 5 büyük peygamberden biridir ve Müslüman olmak için, her peygamber gibi ona da inanmak gerekir. Onun hakkında, bırakın inanmamayı, kötü bir düşünce bile kişiyi dinden çıkarmaya yeter. Kaldı ki, Ahir zaman'da -manâ ve yorumu ne olursa olsun- onun yeryüzüne ineceğine dair onlarca hadis-i şerif vardır. Demek oluyor ki, onunla İslâm, Peygamberimiz ve âhir zamandaki bazı hadiseler arasında husûsî bir münasebet var ki, onu yorumlamak sosyal tarihçilere veya tarih sosyologlarına düşer. Onu açıklamanın yeri de burası değildir. Kaldı ki, Mesih, manâ olarak, 'seyahat eden, mesh yoluyla dirilten' demektir. Türkiye'de aynı adı taşıyan çok sayıda başka insan da vardır. Böyle bir ismi koymak ile Yehova Şahitliği veya sapık inanç sahibi olma arasında münasebet arayanlar, kendi inanç ve anlayışlarını kontrol etmelidirler. Öte yandan Türkiye'de ismi Mesih olan binlerce insan var. Bu insanları ve onların babalarını samimi Müslüman olmamakla itham etmek ayrı bir saygısızlık değil midir?

SORU- Bir diğer iddia, soyunuzu Selâhaddin-i Eyyûbî'ye ve Hz. Hasan, Hz. Hüseyin yoluyla Hz. Ali'ye dayandırmanız. Güya, Hz. Hüseyin soyundan gelenlere seyyid, Hz. Ali'nin diğer hanımlarının soyundan gelenlere şerif deniyormuş. Siz, ikisine de bağlı olduğunuzu iddia etmekle, cemaati etkilemek istiyormuşsunuz.

F-GÜLEN- Bir insanın hangi soydan geldiğinde, geleceğinde, anne-babasının, doğum yeri ve tarihinin, renginin, ırkının... seçim ve tesbitinde hiç bir rolü ve dahli yoktur. Bu hususlarda tek hakim Kader'dir. Bir insan, Peygamber soyundan geliyorsa, Peygamber soyundan demektir. Böyle olup olmaması elinde değildir.

Tarih boyu, Peygamber soyundan gelenlerin ellerinde sürekli belgeler bulunmuş ve bunlar nesil-be-nesil muhafaza edilmiştir. Benim için böyle bir nisbeti bir arkadaşımız yazdı; kendim şimdiye kadar böyle bir açıklamada bulunmadım ve daima, her türlü iddia gibi, bu tür ayrıcalık kokusu veren iddialardan da kaçındım. Irkı, nesebi değil, inancı, ameli ön planda tutmaya çalıştım.

İkinci olarak, Selâhaddin-i Eyyûbî'nin soyundan geldiğimi hiç söylemediğim gibi, böyle bir şey de söz konusu değildir. Kaldı ki, Selâhaddin-i Eyyûbî'nin soyu ve kökeni bellidir. Basit tarih bilgisi olanlar bile, Eyyûbî kelimesinden hemen bunu anlayabilirler. Üçüncü olarak, Hz. Ali'nin diğer hanımlarından olma çocuklarına şerif denmez; şerif, Hz. Hasan'ın soyundan gelenlere, seyyid de Hz. Hüseyin'in soyundan gelenlere denir. Büyük büyük iddialar ortaya atılırken, hiç olmazsa bu çok basit terminolojik yanlışlar yapılmasaydı!

Görüldüğü gibi Türkiye'de bir olayı anlamak için 'şifre kelimeler'i çözmek de şart..

Bunlardan biri de 'Işık' kelimesi..

Örneğin Gülen'in 'ışık' kelimesini sık kullanması, 'ışık evleri'nin varlığı da, bir 'Işık Tarikatı' meselesini gündeme getiriyor..

Gülen'in 'ışık'la ilgili açıklamaları da şöyle:

F.GÜLEN- Şimdiye kadar, Nurculukla suçlanırken, şimdi Işıkçılıkla suçlanıyorum. Bir defa, ışık kelimesini kullanan tek kişi ben değilim. Bilindiği gibi, Batı'da aydınlanma hareketi oldu. Bugün de, ışığa karşı bir gazete hâlâ sürekli aydınlanmadan bahseder. Aydınlanma, ışıkla olur. Ahd-i Atik, ışıkla ilgili ayetlerle başlar; Kur'an'da da sayılamayacak kadar çok ışık veya aynı manâya gelen kelimeler geçer. Işık, burada ilmin, fikrin sembolüdür. Bunu, herkes böyle anlar ve böyle kullanır. Işık Ordusu şiiri okunduğunda, burada bahsedilenlerin, zihinleri müsbet ilimlerle, kalbleri dînî ilimlerle aydınlanmış, ahlâklı ve milletine bu sahada hizmet etmeyi hayatının gayesi bilmiş insanlar olduğu hemen anlaşılır. O şiirde Şeriat'a, siyasete, devlete yönelik tek bir hece bile yoktur.

İkinci olarak, geçen yıl da bir gazete Işık Üniversitesi'ni benimle alâkalandırmıştı da, adı geçen üniversiteden açıklama gelmişti. Bildiğim kadarıyla bu üniversite, o değilse bile Işık Lisesi, Türkiye'de Selânikliler olarak bilinen bazı vatandaşlarımıza aittir. Onlar ve daha başka ışık kelimesini kullanan başkaları da mı acaba bana atfedilen tarikatin üyesi oluyor? Kaldı ki, Öğretmen Marşımız'da 'ışık' ve 'nur' kelimeleri geçtiği gibi, meselâ yine Atatürk'le ilgili bazı şiirlerde, nesirlerde, hattâ Gençliğe Hitabe'nin cevabında ışık kelimesi, hattâ 'Açtığın ışıktan yolda' tabiri geçer.

Üçüncü olarak, 'Şevk mezhebi yoldur bize' sözünde geçen 'şevk' ile 'ışık' kelimesinin hiç bir alâkası yoktur. Bu iki kelimeyi aynı sanma hatasını ancak, ellerinde bir şey olmayınca, karalama adına suç unsuru arayan ve dolayısıyla görmeleri, idrakleri bulanmış olanlar yapabilir. Yazık çok yazık!..

Erbakan ve Fethullah Gülen

'28 Şubat', nihai değerlendirmede, hem 'Siyasal islam'ı, hem de 'Sosyal İslam'ı, her cephede vurdu..

Refah'ın kapatılışı, Erbakan'ın mahkumiyeti ve yasaklanması, İmam Hatipler'e karşı uygulanan politikalar, başörtüsü meselesi ve nihayet Fethullah Gülen'in çetecilikle suçlanıp, yargıya sevk edilmesi..

Oysa Gülen, 28 Şubat 1997'de verilen 'muhtıra'dan sonra, Erbakan'ı eleştiren ve 'devlet'in (ya da iktidarın) tarafını tutan davranışlarla bulunmuştur..

'28 Şubat muhtırası'ndan bir ay sonra, Kanal-D televizyonunda, Yalçın Doğan'ın Fethullah Gülen'le yaptığı söyleşiyi hatırlayalım..

Bu söyleşiyi dikkatli okuyunca, Gülen'in 'İslamiyet ve devlet' konusunda, Erbakan'a değil Ecevit'e daha fazla ağırlık verdiği görülür..

Söyleşide 'Y.D.' Yalçın Doğan'ı, 'F.G.' Fethullah Gülen'i ifade etmektedir.

Y.D- Şu anda Türkiye'de çok ciddi bir tartışma var. Türkiye'deki laikliğin tehlikeye düştüğü tartışması var. Buna karşılık yeni yeni gösteriler oluyor. Değişik olaylarla karşılaşıyor. Ve laikliğin tehlikede olduğuna inanan çok geniş bir kesim var Türkiye'de. Buna karşılık da Sayın Erbakan, 'Hayır, asıl laik benim. Çünkü bunlara da, bütün bu olaylara izin vermek laikliktir asıl' diyor. Hangisi doğru?

F.G- Sayın Başbakan'ın laik olup olmadığını bilemeyeceğim. Bazılarına, bazı yorumlara göre, fert laik olmaz. Ancak laik düşüncenin olmasını arzu edebilir. Bazılarına göre devlet laik olur, Aytunç Bey gibi bazılarına göre ise, devlet de laik olmaz. 'Esas şahs-ı manevi, kanun, nizam, devletin mevzuatı laikliğe göre tanzim edilmiştir' derler. Bu açıdan, 'Ben laikim' sözü, 'Laisizme inanıyorum veya onu tavsiye ediyorum, onun olması lazım' manâsına kullanılıyorsa, o zaman 'Laikim' demekten farklı bir şey ifade edilmiş olur. Eğer islam'a ait bazı anlayışlara, hatta, Kur'an'ın lekum dinüküm veliyedin gibi ayetlerine dayanılarak İslam'la laiklik arasında münasebet aranıyorsa, bence bu mesele çok büyütülecek bir mesele değildir. 'Laiklik, devletin dine sahip çıkması ama karışmaması, dindarın da dinini yaşarken başkalarına karışmaması şeklinde anlaşılacaksa ve devlet ciddi bir tarafsızlıkla bu meseleyi götürecekse, ortada hiçbir problem yok demektir.'

Fakat zannediyorum, birileri suni problem çıkarıyorlar. Bazan belki laikliğin müdafaası adına bazıları sert davranıyorlar. Bu başkalarını tahrik ediyor. Ama önce kimden başlıyor onu bilemeyeceğim. Bazan da bazıları haksız yere laikliğe hücum ediyorlar, sekülarizme hücum ediyor ve karşı tarafı harekete geçiriyorlar.

Y.D- Peki bu güne kadar Türkiye'de bu tür bir tartışma bu kadar yoğun bir şekilde yaşanmadı. Hemen her gün laiklik tartışması yapılıyor. Yani laiklik elden gidiyor gitmiyor tartışması. Neden bu son aylarda bu kadar yoğun bir biçimde tartışılıyor?

F.G- Belki laikliğin, cumhuriyetin bu ölçüde tehdit altında olduğu anlaşıldı, tebeyyün etti, ya da öyle algılandı mesele.

Y.D- Yani laiklik, o kadar hiç tehdit altında olmadı mı?

F.G- Olmadı, veyahut öyle algılanıyor. Kendilerini demokrasinin, cumhuriyetin, laikliğin muhafızı konumunda göreler tarafından mesele öyle algılanıyorsa, haklıdırlar. Herkes belli bir sorumluluk taşıyor. Sorumluluk taşıyanlar, bu mevzuda tavırlarını ortaya koymalıdır. Çünkü konumları bunun böyle olmasını gerektiriyor.

Y.D- Yani laiklik size göre tehlikede mi, şu anda?

F.G- Ben laikliğin tehlikede olduğunu, olacağını zannetmiyorum. Çünkü büyük çoğunluk, Türkiye'de halinden memnundur. Laiklik aleyhtarları, bir avuç insandan ibarettir. Herkes çok rahatlıkla dinini yaşamaktadır. Sokağa dökülme olmuyorsa, şov yapma olmuyorsa, devletin temel esasları iktisadi, siyasi, kültürel başka şeylere bina etme mülazahası yoksa, zannediyorum herkes din duygusunu, dini düşüncesini çok rahatlıkla yaşayabiliyor ve bu kimsenin de derdi değil.

Finans Kaynakları

(...)

İşte suçlamalar:

- Fethullah Gülen yoğun ve kapsamlı faaliyetlerini yürütebilmek için geniş finans kaynaklarına sahiptir. Bu finans kaynakları genel olarak bilinmekle birlikte diğer irticai gruplara oranla mali ilişkilerini büyük bir gizlilik içinde yürütmektedir.

- Fethullah Gülen müminlerin zengin olmalarını şart olarak görmektedir. Ancak, şahısların tek tek çok zengin olmalarından ziyade büyük sermayeli, ancak çok ortaklı şirketlerin kuruluş şeklinde bu görüşünü uygulamaya koymaktadır. Çünkü çok zengin olan kişi Dünya işleri ile uğraşmaya önem vererek hedeflere ulaşma yolundaki çalışmalarını aksatacaklar.

- Fethullah Gülen grubunun siyasi partilere siyasi destek sağladığı yolunda duyumlar mevcuttur. 1997 yılı Eylül ayında kendisine bağlı Asya Finans Kurumu devletten 533 milyar Türk Lirası teşvik almıştır. Bu iki husus birlikte değerlendirildiğinde finans desteği için siyasi partileri ve bürokratları kullandığı, böylece bu kişiler vasıtasıyla devlet imkanlarından yararlanmasına göz yumulduğu sonucuna varılmıştır.

- Fethullah Gülen eğitime finans sağlamak amacıyla kendisine bağlı kişi ve kuruluşlardan vergilendirme adı altıda aylık ve yılık aidat toplanmaktadır. Özellikle Fethullah Gülen'in Kazakistan'daki okulları için Denizli'deki taraftarlarınca 1 milyon dolarlık kaynak aktarıldığı, Afyon, Malatya, Kayseri ve İzmir illerinde de bu yolda faaliyetler yürütüldüğü bilinmektedir.

- Fethullah Gülen grubu yurt dışındaki üniversite, orta dereceli okul, ilkokul ve dile eğitim merkezlerinden büyük gelir elde etmektedir. Bu gelirlerin bu kurumların finansmanı ve geliştirilmesinde kullanıldığı düşünülmektedir.

Işık Sigorta, Asya Finans gibi büyük kuruluşların gelirleri

- İş Hayatı Dayanışma Derneği İSHAD ve Genç İşadamları Derneği (GİAD) bünyesindeki işadamlarının bağışları da Fethullah Gülen'in finans kaynakları arasında büyük bir yer tutmaktadır. Ayrıca televizyon, radyo, gazete, dergi gibi yayıncılık alanından da büyük gelir sağlanmaktadır.

- Fethullah Gülen'in çalışma sisteminde 'imkanlar nispetinde maddi yardım yapmak, yapamayacaksa bedenen çalışmak' kuralı mevcuttur. Bu bedeni çalışma karşılığında ücret almaması veya ucuz bir ücret aması maliyeti düşürmektedir.

- Dış güçlerin Fethullah Gülen'e verdikleri yurt dışı desteği karşılığında, onu kendi menfaatleri doğrultusunda yönlendirmelerinin kuvvetle muhtemel olduğu unutulmamalıdır.

Savcı Yüksel, bu mali yapılanmanın aşamalarını da, İddianame'sinde şöyle değerlendiriyor (s.27-28):

Esnaf'tan Kaplanlara mı?

- Esnaf üzerinde örgütlenme 1990'larda arttı. Şu anda muazzam bir finansal güçleri var.

- İlk zamanlarda esnaf bölük pörçüktü ve bunların fonksiyonu cemaate para yardımı yapmak, lojistik destek sağlamaktı. Onlar para toplama olayına 'Himmet' derler. En büyük yardım da Ramazan Ayı'nda toplanır. Esnaf büyük bir salonda toplanır cemaatin önemli bir üst düzey elemanı gelir. Duygusal bir konuşma yapar ve insanlar bir sonraki Ramazan Ayı'na kadar verilmek üzere para ve mal taahhüt ederler. Bu himmetin önemlilerini artık Çırağan Sarayı'nda bile yapıyorlar.

- Fakat 5-6 senedir, yeni strateji ile esnafın bir araya gelmesi sonucu 1996 yılında İstanbul'da İSHAD (İşadamları Dayanışma derneği) oluşmuştur. Bu dernek esnafın eğitimi, bir araya gelmesi için toplantılar, yemekler, resepsiyonlar vermektedir.

- Türkî Cumhuriyetlerdeki muazzam iş potansiyeline Türk girişimcilerden evvela Fethullahçılar uyanmıştır. Buralardaki yatırımlarda en büyük pay onlarındır.

- Anadolu Kaplanları denilen yerli girişimcilerin önemli bir kısmı Fethullahçıları desteklemektedirler. Aralarında güçlü iş ortaklığı ve bilgi transferleri vardır. Bu dayanışma dış ticarete de yansımıştır.

Gerçi DGM Savcısı'nın iddianamesinde yer alan hemen her hususu, Fethullah Gülen, çeşitli medyalar aracılığı ile cevaplar vermiştir.

Gülen'in Cevapları

Bu cevaplardan bazılarını, İ. Adil Sönmez'in yayınladığı 'Fethullah Gülen Gerçeği'nden alarak aktaralım (Kaynak Yayınları, İzmir 1998):

İddia: Türkiye Türkiye'de irticanın büyük bir medya ağı var. Fethullah Gülen grubuna ait Samanyolu TV, Zaman gazetesi ve 14-15 dergi de bunların içinde. 163. maddenin kaldırılmasından sonra, irticacı medyada radikal yayınlarda artış ve bu yayınlara yönelme oldu.

Cevap: Türkiye'nin, umûmî nüfusa ve yayın kuruluşlarına nisbetle, irtica ile suçlanan insanların büyük bir medya ağının olduğuna inanmıyorum. Fakat, daha önce geçtiği gibi, dinini, yaşamada biraz daha dikkatli bütün insanlar mürtecî mefhumunun içine alınıyorsa, o zaman, irticanın değil de, dindarların demek daha doru olur. Kaldı ki, meselâ basındaki tiraj durumları ortada. İrtica ile suçlanan kesimin çıkardığı gazetelerin toplam tirajı, irtica suçlamasının dışındaki çok tirajlı gazetelerden biri kadar bile değil.

Yine, irtica ile nasıl bir münasebeti olduğunu bilemediğim haftalık Aksiyon dergisinin, onun sahasında yayın yapan ve belli bir rakamın üstünde satan dergilerin yekûnunun satışına olan nisbeti, sadece 5'te 1. Kaldı ki, bu dergilerin yanı sıra, yine çok sayıda ekonomi dergisi de var ki, bunların da irtica ile alâkası yok. Onlar da hesaba girdiğinde, Aksiyon'un satış nisbeti 10'da 1'e düşer.

Televizyonlar da ortada. Her gün reytingi raporları veren ve kendilerini birinci ilan eden televizyonların hiçbirinin irtica ile alâkası görülmüyor. Kaldı ki, irtica ile alâkası olduğu iddia edilen TV kanallarının reyting sıralamasında adlarını bile anmıyorlar.

Seyredilme ve reklâm yarışına gelince irticanın adı yok; fakat, suçlamaya gelince, irtica bir dev.

İkinci olarak, benimle irtibatlandırılan medya organlarıyla doğrudan münasebetim yok. Ama, onlarla aramda görüş paralelliği olabilir. Buna da bir şey demeğe kimsenin hakkı yoktur.

Üçüncü olarak 163. maddenin kaldırılmasından sonra irticacı denilen medyada radikal yayınlara yönelme iddiası, hiçbir mesnede dayanmamaktadır.

Aynı gazetelerin, meselâ, benimle münasebet kurulan Zaman'ın, Sızıntı'nın, Yeni Ümit'in ve irticacı denilen diğer medya organlarının da, 163. madde kalkmadan önceki sayılarıyla, sonraki sayılarını karşılaştırsınlar. Bakalım, iddia edildiği gibi, gerçekten radikalizme bir yöneliş var mı? Bu iddia, sadece 163. maddeyi geri getirmek için tezgâhlanmaya çalışılan bir bahaneden ibarettir.

Dördüncü olarak, irticacı olmakla suçlanan medya organları, meselâ Samanyolu TV, Zaman gazetesi, Aksiyon dergisi, hattâ Kanal 7, Mesaj TV, şimdiye kadar bu konuda bir ceza almışlar mıdır, herhangi bir kanûnî soruşturmaya tabî tutulmuşlar mıdır? Türkiye Cumhuriyeti gerçekten lâik, demokratik bir hukuk devleti ise, laikliğin, demokrasinin ve hukukun ölçülerine göre davranılması gerekmez mi? Bir yandan lâik, demokratik, hukuk devletini müdafaa şampiyonluğu yapacak, diğer taraftan, devletin bu vasıflarına aykırı hareketi olmayanları bu vasıfların gereklerine aykırı bir şekilde suçlayacak, hattâ, bazılarını irtica ile karalayıp, lâik, demokratik bir hukuk devleti olan Türkiye Cumhuriyeti'ni yıkmak veya düzenini değiştirmek gibi, kanunun en ağır suç olarak gördüğünü isnatlara hedef edeceksiniz, İnsanların, hiç olmazsa bayraklaştırdıkları prensiplere saygılı olmaları gerekmez mi?

İddia: Samanyolu TV, Ramazan ayı boyunca Kâbe'den naklen namaz yayını yapıyor. Böylesine radikal bir yayında bulunan bir TV kanalı, daha radikal pek çok şeyler de yapabilir.

Cevap: Namaz kılmanın, hem de namazda kıble olarak yöneldiğimiz ve hac için her yıl milyonlarca Müslüman'ın her türlü meşakkati göze alarak ziyaret ettiği, semtinde bir vakit namaz kılabilmek için can attığı Kâbe'de namaz kılmanın irtica ile ne münasebeti olabilir? Ramazan ayı gibi, manevî hislerin coştuğu bir ayda, Kâbe'den bu namazları yayınlamak, kimden ne türden bir irticâi tesir yapmış? Yoksa, irtica bir bahane ve bir takıyye sebebi de, asıl hedef, bütün tezahürleriyle dinimiz mi, namaz mı, hac mı, Kâbe mi?..

İddia: Türkiye'de irticanın büyük bir sermaye gücü var. 10'dan fazla özel finans kurumu, bir o kadar holding ve 4000 şirket, yine aynı sayıda vakıf irticanın elinde. Meselâ, bu finans kurumları 1990 yılında 1.7 trilyonluk işlem yaparken, 1997 yılında 340 trilyon liralık işlem yapmış. Bu, çok korkunç bir artış.

Cevap: Bu iddiada iki husus var: Biri, yine yuvarlak rakamlar, bunların hiçbir mesnede dayanmadığını gösteriyor. İkinci olarak, bu iddia, garazın insan gözünü nasıl kör ettiğini ve insan zihnini nasıl dumura uğrattığını gösteren çok önemli bir misal. Çünkü, 1990 yılında 1,7 trilyon, 1997 yılının en az 350-400 trilyonuna eşittir. Bu kadar basit bir gerçeği göremeyen insanların hangi iddiasına inanılır? Ayrıca, 1990 ile 1997 arasında yeni özel finans kurumları da kuruldu. Buna rağmen, bu kurumların gerçek iş yapma kapasitelerinde hiçbir artışın olmadığını, bizzat iddiacıların 'korkunç artış' yorumlarına mesnet yaptıkları rakamlar gösteriyor.

İddia: Asya Finans ve Işık Sigorta, Fethullah Gülen grubuna ait, irticacı finans kuruluşlarındandır ve Asya Finans, devletten yüzlerce milyar liralık teşvik almıştır.

Cevap: Asya Finans ve Işık Sigorta'nın kurucuları vardır, idarecileri vardır, sahipleri vardır. Sonra, irticacı olduklarının delili nedir? Üçüncü olarak, bu her iki müessese de, kanunlar çerçevesinde kurulmuştur, kanunlar çerçevesinde icra-i faaliyette bulunmaktadır ve yine kanunlar çerçevesinde her türlü teftişe açıktır. Ayrıca, devletten teşvik alıp almadıkları bizzat idarecilerinden tahkik edilebilir. Eğer almışlarsa ve devlet ve bunu vermişse, her halde mevcut mer'i teşvik kanunlarına göre alınmış ve verilmiştir. Acaba neden, yarın kendilerini mahçup edecek bir iftiraya başvurmak yerine, işi kaynağından araştırmıyorlar?

İddia: Fethullah Gülen, iş adamlarıyla 'feyiz' denilen toplantılar yapmakta, bu iş adamları ise, diğer gruplarla 'halka' diye anılan toplantılarda bir araya gelmektedir.

Cevap: Buradaki yanlışları düzeltmeğe hangisinden başlamak lâzım bilemiyorum. Feyiz, tasavvufî bir ıstılahtır. Allah'tan kulun kalbine gelen manevî haz, bereket, vâridât demektir. Halka ise, tarikatlarda zikir için bir araya gelen insanların teşkil ettiği şekle denir. Bunların benimle ve dostlarımla hiç alâkası yoktur. Bu, tamamıyla uydurma bir şeydir. Kim uydurmuşsa, çok acemice uydurmuş.

Bu ay başlaması beklenilen 'Fethullah Gülen Örgütü' davasında, bu cevapların daha hukuki ve daha somut olanları, herhalde Gülen'in avukatlarının savunmalarında tekrarlanacak.

Ama bilelim ki, DGM Savcısı, Fethullah Gülen'i bir 'örgütün başı' olarak görüyor..

(...)

Önce Övdüler Sonra Yerdiler

Bazıları gazetecilik için, 'tarihin taslağını yazmak' derler.. Bazıları da, 'gazeteci'yi, 'bilim adamı'ndan ayırmak için, şu ölçütleri kullanırlar..

- Gazeteci güncel gerçeği, bilim adamı ise evrensel gerçeği arar!..

Fethullah Gülen üzerine son yıllarda hiç ara vermeden süren ve hemen her gazeteci

yi ve sosyal bilimciyi yakından ilgilendiren tartışmalar, 'tarihin taslağını yazmak' ve 'güncel gerçeği aramak' konularında, biz gazetecilerin biraz aceleci davrandığımız kanıtladı..

Aynı isimlerin, farklı dönemlerde Fethullah Gülen için neler yazdıklarını hatırlayalım.. Mesele Hasan Cemal, 14 Şubat 1995 tarihli Sabah'ta, 'Fethullah Hocaefendi' başlığıyla şunları yazmış:

Fethullah Hocaefendi

Geçen Cumartesi günü, Polat Renaissance Oteli'nin bir toplantı odası. Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı'nın iftar yemeğinden sonra Fethullah Gülen Hocaefendi'yle sohbet ediyoruz.

25-25 kişilik bir grup. Bazı yazarlar, gazeteciler, akademisyenler ve siyaset adamları. Yalım Erez, Çevre Bakanı Rıza Akçalı, yüz yaşına merdiven dayamış Kasım Gülek...

Birden kapı açılıyor. Uzun boylu, kıvır kıvır sarı saçlı, blucinli genç bir kız, elinde mikrofonu, arkasında kameramanıyla odaya dalıyor.

- Fethullah Bey, size bazı sorular sorabilir miyim?

Herkeste hafif bir şaşkınlık...

Dini bir cemaatin lideri Hocaefendi'ye Fethullah Bey diye hitap eden televizyoncu merakla seyrediliyor. O, gayet rahat. Hocaefendi'nin yanına diz çöküyor, bir elini koltuğun kenarına koyup, sorularını sıralıyor.

- Fethullah Bey, sevgi hakkındaki görüşleriniz?

- Sevgililer Günü hakkındaki düşünceleriniz?

Çevre rahatsız, kıpırdanıyor.

Ama Hocaefendi rahat... Burnunun dibinde, elinde mikrofon kendisine aşk hakkındaki düşüncelerini soran blucinli genç kız.. Soruları sükunetle yanıtlayan bir cemaat lideri...

İlginç bir görüntü!

Ve bu ilginç görüntünün, kendi kendisiyle daha barışık, daha hoşgörülü bir toplumun ipuçlarını verdiği de söylenebilir.

Refah, totalci bir anlayışı temsil ediyor. Yani, 'Gerçek benim tekelimde. Bütün İslâmî cemaatler de benden yana olmaz zorunda' diyor. Neredeyse 'Refah eşittir İslâm' demeye getirdiği de söylenebilir.

Fethullah Hocaefendi, bu görüşü paylaşmıyor. Bağımsız kalmaya, kendi özgürlük alanlarını korumaya özen gösteriyor. Refah'ın tam anlamıyla politize olması, Fethullah Hocaefendi'nin cemaati için rahatsızlık kaynağı. İslâm kimsenin tekelinde değildir görüşünü savunuyor.

Hemen akla gelen soru şu:

Aynı Hasan Cemal'in, 22 Haziran 1999'da 'Milliyet'teki yazısının başlığı ise 'Fethullah Hoca'nın Takiyyesi' şeklindedir.

Hoca'nın Takıyyesi

- Fethullah Hoca, takıyyeci mi değil? Yani kendisine ve cemaatine bugün zarar gelmesin diye gerçek düşüncelerini saklıyor mu? İdeallerini uygulayacak ortamı yakalayıncaya kadar saman altından su yürütmenin mi peşinde?

Bir başka deyişle:

Yarın laik demokratik cumhuriyeti yıkmak için bugün onun nimetlerinden mi yararlanıyor? Toplum içinde örgütlenmenin, devlet içinde kadrolaşmanın yollarında yürürken nihai hedefini gizliyor mu?

Yani takıyye mi yapıyor? Fethullah Hoca'nın olay yaratan kaseti tipik bir takiyye örneğidir.

Şu sözler Hoca'nın:

'Adliye'de, Mülkiye mevcut olanlar mevcudiyetini korumasalar, arkadan gelenlerin mevcudiyetini koruyamayız. Bir taraftan o kanun ve kuralları kullanmalı, bir taraftan da kanun ve kural adamı olma imajını kullanmalı, Yani sizi görme 'Bunlar kurallara harfiyen riayet ediyorlar' demeli. Taa ilerilere gitme, can damarları içinde dolaşma ve eğer sonra dönülüp gelinecekse yara almadan geriye gelme meselesi. Cepheli öğrenmeleri lazım arkadaşlarımızın. Hukuk sistemini didik didik etmelidirler. Sismetin püf noktalarını bilmeleri lazım. Biz de çalışıp onları istifade edecekleri mevkilere getirmeliyiz. Bize yüzde yüz ters olan insanlarla çalışmalı. Aynı görüşteymişiz gibi konuşulabilir.

Şef döneminde çarşaflı kadınları bile astılar. Milleti kırıp geçirdiler. Dikkatli olmalıyız. Erken harekete geçersek, tepemize binerler. Durmadan hazırlanmalıyız. Zaman gelince, uygun boşluk bulunca maratona geçerez.'

Hoca'nın direktifleri böyle... dindar cumhuriyet...

Yandaşlarına ne diyor Hoca?

'Kanun ve kuralları kullanın' diyor. Etrafa öyle bir görüntü vermelerini istiyor ki, 'Sizin yüzde yüz ters düşünen insanlarla dahi aynı görüşteymiş gibi konuşun' diye akıl veriyorlar onlara, 'Durmadan hazırlanalım, bu bir maratondur' diye devam ediyor. 'Zaman gelince harekete geçeriz, erken davranmayın' dedikten sonra derhal ekliyor:

'Yoksa tepemize binerler!'

Hocaefendi, takıyyenin dikalasını yapıyor.

Peki, neden öyle yapıyor?

Neyi saklıyor?

Nihai hedefi mi?

Ne olabilir Hoca'nın nihai hedefi?

İslami esaslara göre tanzim edilmiş bir toplum ve devlet düzeni mi? Bir dindar cumhuriyet Fethullah Hoca'nın gönlünde ideal olarak yatmıyor mu?

Kadın-erkek ilişkilerinin İslami esaslara göre düzenlendiği bir hukuk sistemi istemez mi Hoca? Yargı sisteminde din kurallarının şöyle ya da böyle geçerli olduğu bir düzen gönlünde yatmaz mı? Din kurallarının yasama alanına kıyısından köşesinden bulaştırılması işine gelmez mi?

'Ben dinimi yaşarım' mantığının devlete, kamu alanına sokulmasını istemez mi? Örneğin kamuda çalışma saatlerinin buna göre düzenlenmesini...

Bu ve buna benzer soruları geçen yılki bazı yazılarımda da Fethullah Gülen ve yandaşlarına sormuştum. Cevap gelmemişti.

Niye?

İslamiyet'i esas alan cumhuriyet fikri, bütün dini tarikat ya da cemaatlerde mevcut, Özünde hepsi, dinin hem öbür dünyayı hem bu dünyayı, bir bütün olarak, yani devletiyle, toplumuyla her şeyi düzenlediği bir geleceğin özlemiyle yaşıyorlar. Dinde uhrevi ve dünyevi ayrımını reddediyorlar.

Özünde hepsi bir.

Laikliği, laik cumhiriyeti, cumhuriyet devrimini, Atatürk'ü bu nedenle sevmiyorlar.

Kimileri, bunu açıktan yapıyorlar.

Kimileri de demokrasiyi kullanarak...

Demokrasinin nimetlerinden yararlanırken kendi gerçek duygu ve düşüncelerini gizliyorlar. Daha sessiz ve derinden gidiyorlar. Hoca'nın dediği gibi bir maraton bu... Bu yüzden de kimileri radikal İslam, kimileri ılımlı İslam kategorisine giriyor.

Mücadele yöntemi...

Laik demokratik cumhuriyet açısından bu akımlar başıboş bırakılamaz. Hiç kuşkusuz mücadele edilmeli.

Ama nasıl?

Radikal ile ılımlı aynı kaba mı konsun?

Kimi diyor ki:

'Radikal islam, ılımlı İslam ayrımı gereksiz. Çünkü her iki nehir de aynı yere akıyor sonunda...'

Her ikisinin de son tahlilde laik demokratik cumhuriyeti sevmedekileri konusunda herhangi bir kuşkum yok. Ancak her ikisi de aynı kaba konarak aynı mücadele yöntemleri mi kullanılsın? Düşünmekte yarar var.

Bütün cemaat ve tarikatlar, Batı'da olduğu gibi bizde de hukuk devletinin denetimi altında tutulmalıdır. Dinle siyaseti, dinle ticareti, dinle genel ahlakı, sapkınlığı karıştırıp karıştırmadıklarına bakılmalıdır.

Son söz:

Laiklik, demokrasinin altyapısıdır. Altından çektin mi, çöker. Laiklik, demokrasiyi oyununun vazgeçilmez kuralıdır. Demokrasiyi bir ara istasyon, bir araç olarak görenlerin, bunun için takıyye yapanların, bu gerçeği içlerine bir an önce sendirmeleri gerekiyor. (22-6-99 Milliyet)

Tarihin taslağını yazmak konusundaki aceleci davranan bir başka gazeteci-yazar da Güngör Mengi'dir. Mengi'nin 15 Şubat 1995'teki yazısının başlığı 'Yeni Bir Dönem' şeklinde

Yeni Dönem

Fethullah Hoca'yı devlet komplosunun maşası gibi göstermek haklı değildir.

Çünkü Fethullah Gülen'i RP ile karşı karşıya getiren yorumlar Refah tehlikesi doğduktan sonra üretilmiş değildir.

'Herkesi kendi konumunda kabul ederek kimse kimseye dininden dolayı, kimseye de dinsizliğinden dolayı ta'nda (yerme) bulunmayacaktır. Kimse kılığından kıyafetinden dolayı ta'na maruz kalmayacaktır..'

Sanatın içine tüküren, yangın felaketine uğrayan yurttaşları bile inançları temelinde ayıran RP'li belediyeler, devlet yönetimi RP'nin eline geçtiği zaman neler olabileceğini düşünen vatandaşları dehşete düşürüyor.

Fethullah Gülen'in yukarıya aldığım sözleri tabiî ki halkta ümit ve heyecan yaratıyor.

Çünkü halk dini siyasî emellerinin kılıcı ve kalkanı olarak kullanan, İslâm'ı tekeline almaya çalışarak en tehlikeli bölücülüğü yapan Refah'a karşı toplumsal tepkinin örgütlenmesini uzun zamandır özlüyordu.

Fethullah Hoca'nın başlattığı tartışma, dinci köktenciliğe karşı devletin sağladığı güvenceden çok daha sağlam bir sigortayı sisteme kazandırabilir.

Fethullah Hoca'nın açtığı kapı, İslâm'ı kendi ulusal kimliğimizle yaşama imkânını bize kazandırmak yolunda aşama olabilir.

Dini Refah'ın tekelinden kurtarma çabalarının toplumdan büyük destek gördüğünün anlaşılması sebebiyle öbür partileri harekete geçirebilir..

Laikliği yıllarca yanlış anladık, laikliği siyasette dinle ilgilenmemek sandık. O nedenle dini savunmasız bıraktık.

Kültürün temelini oluşturan bu büyük güç, o yüzden sömürücülerin oyuncağı oldu. Toplumun yolunu açmak, barışı ve hoşgörüyü güven altına almak için dinin çağdaş kafalar ve kurumlar tarafından sahiplenilmesi gerekiyor. Son günlerin gelişmeleri bu ihtiyacı bize öğrettiyse ne mutlu... (15-2-1995 Sabah)

Aynı Güngör Mengi'nin 20 Haziran 1999 tarihli Sabah'taki yazısı ise 'Uyandık mı?' diyor.

Uyandık mı?

- Atatürk 'Din lüzumlu bir müessesedir: Dinsiz milletlerin devamına imkan yoktur' demişti.

Ona göre 'temeli sağlam bir dinimiz var' dır. Fakat yüzyıllar boyu ihmale uğramıştır.

Bu yüzden de siyaset, menfaat ve istibdat aracı haline gelmiştir. 'Softa sınıfının din simsarlığına müsaade edilmemelidir.'

Laiklik ilkesi işte bu nedenle yani hem milleti, hem devleti ve hem de dini korumak için sistemin temel direği yapılmıştır. Cumhuriyetin 76. yılındaki tablo, emanetin korunamadığını gösteriyor. Gelmiş geçmiş iktidarlar, dini siyasetten kurtaramamıştır. Bunun için gerekli eğitim altyapısını kuramamış, bu fırsatçıların yolunu tıkayacak ekonomik ve sosyal kalkınmayı sağlayamamışlardır. Ölçüsü kaçırılan baskıda başlarda dini, fikir fukaranın uyuşturucusu, daha sonraki yıllarda tepki birikimi ile dopingi yapmıştır. Siyasetin ortak günahı ile din, siyasetin önlenemez malzemesi durumuna gelince, Siyasi İslamcı akımlar arasında 'ehven-i şer' tercihlerine yöneliş başlamıştır.

Sürekli 'hoşgörü ve diyalog' diyen, okullarına Atatürk resimleri asan Fethullah Hoca laik düzenine açıktan meydan okuyan Erbakan'a karşı tercih edilmiş, Başbakan hatta Cumhurbaşkanı tarafından korunmuştur.

Cum gecesi ATV'de yayınlanan Fethullah Hoca kaseti, şu gerçeği öğretmiş olmalıdır; Laik devlet bu temelden sapmak için herhangi bir ahlâki ve siyasi sebebe sahip değildir. Bu alanda kötünün iyisi olamaz.

Devlet laik bir devlet gibi davranacaktır.

Bunun azı, fazlası olamaz.

Aksi halde millet değil, cemaatler topluluğu haline geliriz.

Ne süreyle?

Demokrasi içinde yaşıyor rüyasında sıçrayarak uyandığımız güne kadar.

Birçok politik lider, aydın ve yaygın bir kitle, Fethullah Hoca'nın inançla aklı birbirinden ayırabilen Atatürk inkarcılığına düşmeyen, cumhuriyet ve demokrasi ile barışık bir düşünce ve inanç sistemini temsil ettiğine inanmaya başlamıştı.

Atv'de yayınlanan bant, bunlara uyandırmış olmalıdır.

Çünkü Fethullah Hoca'nın müritlerine, din devleti kurma yolunda sabırla çalışmalarını, devlet içinde kozalarını örmelerini, okullarını, yurtlarını medrese, tekke, zaviye gibi kullanmalarını öğütlüyor ve cihat için düğmeye basılacak anı beklemelerini söylüyordu:

'Müslümanlar'ın belli bir noktaya ve kıvama gelecekleri ana kadar bu şekilde hizmete devam etmeleri şarttır. Huruç diyeceğim çıkışlar yaparsa dünya, Cezayir'deki gibi başlarını ezer!'

Bu ders yalnız müritlere değil herkese:

Din, siyaset ve menfaat aracı olarak kullanıldığı zaman, belli bir noktadan sonra istibdat aracı olacaktır.

Bu bilinen gerçeği biz Atatürk'ten 60 sene sonra yeniden öğreniyoruz.

İnşallah yine unutmayız ve bu defa dine, siyaset dışında özgür ve bağımsız bir alan yaratarak takıyyecilerin halkı kandırmalarının önüne geçeriz! (20-06-Sabah)

95 yılındaki Gülen'e bakış açısı ile 99 yılındaki bakış açısı arasındaki farkın sebeplerinden biri, Türkiye'de 28 şubat post-modern müdahale süreci ise, diğeri de elbet bir anda kamuoyunda yankılanan 'Gülen kasetleri'dir..

'Gülen kasetleri', içerikleri ile bazılarını 'amma da yanıldık' duygusuna elbet itmiştir. Ama olayı, daha soğukkanlı ve evrensel gerçeğe daha yatkın biçimde yorumlayan 'gazete yazarları' da vardır..

İşte Kürşat Bumin'in 22 Haziran 1999'da Yeni Şafak'ta yayınlanan yazısı.. Başlık 'Asıl mesele hangisi? Devleti ele geçirmek mi, yoksa toplumu ele geçirmek mi?'

Devlet mi Toplum mu?

Şerif Mardin, 'Bediüzzaman Said Nursi Olayı' adlı kitabının 'Giriş' bölümünü şu satırlarla bitiriyor: 'Nurcu hareketin entelektüeller tarafından bir kalemde reddedilmesi bu paradoksa yol açmıştır: Entelijansiya, bu hareketin sosyolojik dinamiğini kavrama yönünde hiçbir girişimde bulunmamıştır. Böylesine yalınkat bir tutum alanlar arasında, Kemalistler başta gelmektedir. Bu yüzden de ortada, Nurcu hareketin nesnel olarak belirlenebilir bir alan içerisinde hareket edebilme yeteneğine ilişkin herhangi bir çalışma bulunmamaktadır.' Bilindiği gibi, Mardin'in kitabı bu hareketi 'anlama' çabasına yönelik ilk çalışmadır. Bu arada Mardin'in, sırf, 'bilimsel çalışmaya uygun olmayan' (!) böyle bir çalışma konusun geçtiğinden dolayı 'meslektaşları' tarafından nasıl eleştirildiğini hatırlayalım.

Mardin'in, ülke 'entelijansiya'sının 'Nurcu hareket'i anlama çerçevesinde gösterdiği kayıtsızlığı eleştiren bu önemli satırları başka 'toplumsal vakıalar'ımızla da ilişkilendirilebilir. Biz neyi 'anlamaya' değer buluyoruz ki? 'Entelijansiya' için birey gibi toplum da, bireysel hayat gibi toplumsal hayat da o kadar yalın ve kolay anlaşılabilir ki; dünyayı anlamaktan kolay ne var... Hayat sırlardan, sembollerden, bilincin farklı katmanlarından ibaret değil; herşeyin 'bilimci' bir açıklaması hazır. Merak edilecek hiçbir şey yok; hayat işte bunlardan, yemekten, içmekten ve gezip dolaşmaktan -ve bu arada tabii ki 'çağdaş medeniyetler' seviyesine ulaşmaktan- ibaret. Şerif Mardin çok haklı, dört komşunuzdan ikisinin bir 'cemaat'e dahil olduğunu hissettiğiniz bir toplumda bunları anlamaya çalışmak olacak iş mi şimdi?

Şerif Mardin'in kitabını tekrar karıştırmamın nedeni, 'Son marifetleri' saymakla bitirilemeyen Fethullah Gülen'e ait olduğu ileri sürülen 'kaset'le yaklaşık bir haftadır milletçe içine itildiğimiz tartışma.

Fethullah Gülen'in konuşmasında sıkça yer alan 'mülkiye, adliye' gibi sözcüklerle örülmüş devlete nüfuz etme siyasetini ben de uygun bulmadım. Uygun bulmamamın nedeni tabii ki DGM savcısının sözünü ettiği Türk Ceza Kanunu'nun 146. maddesi değil! Bir din alimini 'mülkiye ve adliye'nin bu kadar meşgul etmesini uygun bulmadım. Ben de ('Dışarıdan gazel okumak' olduğunun farkındayım!), ömrünü İslamî ilimlerin incelemesine hasretmiş bir kimsenin devletin valisi ve kaymakamını işe karıştırmadan insanların doğrudan ahlakına seslenmesini tercih eder, hiç sevmediğim 'Kung-fu' gibi oyunların her ne biçimde olursa olsun dini/ahlaki bir söylemde yer almamasını beklerdim. Ama bütün bunlar benim tercihim. Yoksa, çok sayıda insanı toplayan ve birçok alanda faaliyeti olan bir 'cemaat'in devletin hangi değerler üzerine oturması yolunda bir düşüncesi olmasından tabii ne olabilir? Mesele istemekten ibaretse, aile ve iş yaşamlarına hâkim kılmaya çalıştıkları değerlerin, 'mülkiye ve adliye'de yer alan kadrolarca benimsenmesini istemelerinde de bir olağanüstülük yok. Onlar da toplumun, hatta insanlığın tümünü kucaklayabilecek bir öğretiye sahip olduğunu iddia eden her toplumsal hareket gibi hayatın her alanına yönelik hazırlıklara ve beklentilere sahip olacaklar; geçenlerde Murat Belge'nin sözünü ettiği gibi Gramsci'nin 'organik aydınları'nı hatırlatır bir biçimde eğitim ve öğretimle ilgileneceklerdir. İşe 'fesad' karıştırıp 'erbab-ı fesat' oluşturmadıktan ve de reşid olmayanların aklını çelmedikten sonra ne sakıncası olabilir? İş güç sahibi koskoca insanlar paralarını, zamanlarını nereye harcayacaklarına, dünya ve ahiret için neyin iyi neyin kötü olduğuna tabii ki kendileri karar vereceklerdir. Bu yalnızca onlar için değil, bütün 'cemaatler' için böyle olmaktadır. Demokratik bir rejimin bir anlamı ve değeri varsa bunun için var. Bizdeki yanlışlık, fikir hareketi diyebileceğimiz bütün bu arayışları türlü çeşit baskıyla gizliliğe ve dolayısıyla 'ikiyüzlülüğe' itip, son bir örnekte olduğu gibi Fethullah Gülen'i Reha Muhtar'ın canlı yayında sorguya çekmesine zemin hazırlamaktır. Bu cemaatin sahip olduğu okulları da benzer bir biçimde değerlendirmek gerekir. Kişisel olarak hiçbir sempati beslemediğim bu okulların durumu daha da ilginçtir.

'Müsbet bilimler' ve bir 'ahlak öğretisi'nin işbirliğiyle işlediği anlaşılan bu okullar, şaşırtıcı bir biçimde resmi okullarımızı hatırlatmaktadır. Bizdeki resmi 'Okul'un - 'ahlak öğretisi' faslının içini başka türlü doldurursanız- bu çerçevenin dışında mı işlediğini sanıyoruz.

Tabii ki her eğitim 'normatif'dir; ama benim için eğitim biçimleri 'hümanist bir eğitim' barındırmadıktan sonra yalnızca 'ahlak öğretileri'nin farklı oluşu ile birbirlerinden çok uzaklaşmaz. Fethullah Gülen'in kamusal hayata soğuk savaş döneminde iktidarlarca en fazla kullanılan örgütler arasında yer alan 'Komünizmle Mücadele Derneği'nin bir şubesinin kurucuları arasında yer alarak katılması, ya da bugün kendisine karşı gelişen 'komplo'nun baş aktörleri olarak yine 'komünistler'i görmesi de hiç hoşuma gitmiyor. Ama ne yapalım ki bu da onun düşüncesi!

Son söz olarak belki şunu söyleyebilirim: Dikkat ederseniz bizde yıllar hep 'Devleti ele geçirme' suçlaması ve 'endişesi'ni dinleyerek geçiyor. Oysa hayatta bir de 'Toplumu ele geçirme' meselesi yok mu? Ve bu ikinci mesele, bütün dünya toplumlarında olduğu gibi bizim de asıl meselemiz olmak durumunda değil mi? Tabii ki öyle, ona ne şüphe!

Gülen-Asker Satrancı mı?

Her toplumsal olaya olduğu gibi, 'Fethullah Gülen Olayı'na da, çok farklı bir bakış açıları var.. Şu ada olayı bir 'çeteleşme' şeklinde gören 'devlet' adına, Savcı Nuh Mete Yüksel'in bazı tahlillerini ve öngörüler arasında 'Gülen'in ölümü ve sonrası' gibi maddelerin de bulunduğunu vurgulamalıyız..

İşte 'İddianame'nin bir bölümü (s.28-29):

- Fethullah Gülen'in cemaate yansıyan bu doğrultudaki görüntüsü ve onun Müslümanlar dahil tüm insanlığı karanlıktan kurtaracak Mehdi pozisyonu bence üzerinde durulması gereken bir noktadır ve cemaatin pimi buradadır. Bu pim oynatılırsa cemaat büyük bir darbe yer. Herhangi bir şekilde Fethullah Gülen'in Amerika'dan destek aldığı ispatlanabilirse, ben çözülmeler olacağına inanıyorum.

- İstihbarat konusunda hayatiyetin farkındalar. Direkt bilgim olmamakla beraber devletin istihbarat örgütlerine eleman sokmaya çalıştıklarına inanıyorum.

- Siyasetle olan ilişkilerimde yeterince güçlenmedikçe Türkiye'deki güç dengesine direkt temas etmekten, katılımcı olmaktan ve açıkça parti desteklemekten kaçınmaktadırlar.

- Siviller radikal İslam'ın alternatifi olarak, bir ılımlı İslam teşkilatı olarak görülen Fethullahçılar'ı, gerek sahip oldukları oy patonsiyelinden dolayı, gerekse sahip oldukları siyasal ve finansal güçten dolayı himaye etmektedirler.

Mehdi Pozisyonu

- Cemaatin asıl gayesi sadece bir eğitim hareketi, üç yüz yıldır boyunduruk altında yaşamış ülkeyi bundan kurtarma ise, askeriyeye girme çabaları telaffuz edilmeyen ama kabul edemedikleri laiklik gibi hassas konularda niyetlerinin o kadar basit ve saf olmadığını gösteriyor.

- Sivil örgütlenmesini ne yazık ki sağlıklı şekilde gerçekleştirememiş Türkiye'de, askerlik kurumu olmasaydı bugün hayalini kurdukları İslam Devletini tesis etmiş olacaklardı.

- Benim gözlemim şu anda Türkiye'de Fethullahçılar ile askerler arasında gizli bir satranç oynanıyor. Cemaatin askere bakışı bellidir. Askerliği her fırsatta övdükleri halde büyümeleri önünde tek engelin askerlik kurum olduğunun farkındalar. İstihbarat kaynaklarının bunları öğrenmesi ve çok iyi değerlendirmesi lazım.

- Diğer önemli bir unsur da gençliğini, üniversite yıllarını cemaatle geçirmiş, ancak daha sonra cemaatten aktif olarak ayrılmış bir sürü insanın örgüte karşı negatif bakışlara sahip olmaya başlamasıdır. Çünkü bu insanlar 10 sene sonra örgütün değişmeye başladığına şahit olmuş, geçmişte kendilerine söylenen şeylerin bugün geçersiz kılındığını görmüşlerdi.

- 10 sene önce bir örgüt mensubunun bir kız arkadaş edinmesi hayal bile edilemezken, bu gün bu konuda fetva vermektedirler. Değişik ilkelere sahip bir örgütten de insanlar kuşku duymaya başlıyor ve baştakinin samimiyetinden şüphe etmeye başlıyorlar.

- Şahsi görgüm, örgüt Türkiye'de tabii sınırlarını zorlamış ve anti tezi ile yani laik kesimle gerek içtimai hayatta, gerekse iş dünyasında yüz yüze gelmiştir.

- Yakın geçmişte Refah Partisi ve yandaşlarının uğradığı akıbetten ders alarak radikal davranışların ne zararlar getirdiğini görmüş ve Fethullah Gülen'in sık sık tekrarladığı hoşgörü felsefesini ve politikasını cemaatin amblemi olarak nazara vermiştir.

- İkinci olarak istihbarat konularında ne kadar uğraşılsa azdır. Örgütün bir sonraki adımının bilinmesi lazım.

- Örgüt içindeki hesaplaşmalar ve rant kavgaları basına yansıtılabilir.

- Fethullah Gülen'in her kaseti o kadar masum değildir. Bunlar televizyonlarda yayınlatılabilir. Öncesi, 1980 öncesi kaydedilmiş kasetler çok daha radikaldir.

'İddianame'nin en ilginç bölümlerinden biri bu..

En önemli gözlem de, 'Fethullahçılar ile Askerler arasında bir satranç oynandığı'na ilişkin olanı.. Savcı, 'Gülen Örgütü' ile sivil toplumun mücadele edebileceğine pek ihtimal vermiyor gibi..

Çünkü 'Türk halkı'da, 'Küçük burjuvazi' de, araştırma ve analiz yetisinden yoksun. (s.29)

- Araştırma ve analiz yetisinden yoksun Türk halkı ve küçük burjuvazisi bu maskeye hemen inanıyor ve çabuk verilmiş kararlarla 'Ilıman İslam' olarak gördükleri örgütü destekliyorlar. Ama örgütün diğer bütün dinci örgütlerden daha akıllı olduğundan ve artık güce ulaşana kadar bu hoşgörü maskesini taktıklarının farkında değillerdir.

- Fethullah Gülen'in ölümü cemaate şüphesiz ki önemli bir boşluğa yol açacaktır. Çünkü cemaatin her ferdi hissi bir rabıta ile liderlerine bağlıdır. Ama sahip oldukları maddesel güçle çıkar, örgütü hayatta tutmaya yeterlidir. Bu konuda sivil örgütlerin ve askerlik kurumunun politikalar üretmesi gerektiğine inanıyorum. Örgüt demokratik ortam içinde eritilme potansiyeline sahiptir. Gülen sonrası cemaat parçalanabilir ve siyasal bir güç olma yolu tıkanabilir.

- Örgütün politikalarına karşı ancak politika üretilerek karşılık verileceğine inanıyorum. Birinci politika örgütü Türk kamuoyunda mercek altına almaktır. Fethullah GÜLEN ve izleyenleri sistemli bir şeklide cemaati ve hedeflerine kamuoyunda tartışmaktan kaçınmakta, ya kendilerin ne istediklerini bilmemekte, ya da ne istediklerini telaffuz etmemektedirler.

Gelelim araştırma ve analiz yetisinden yoksun Türk halkının, 'Gülen Olayı'na yaklaşımına..

Örneğin zamanın Cumhurbaşkanı Demirel, 'Gülen Örgütü' içinde gösterilen 'Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı'ndan 'Ulusal Uzlaşma Ödülü'nü aldıktan sonra, 25 Aralık günü şu konuşmayı yapar.. 26 Aralık 1997 tarihli 'Milliyet'ten, özetleyerek aktaralım..

Unutmayalım ki, Gülen'in 'Onursal Başkan'ı olduğu bu vakfın toplantısında konuşmaktadır Cumhurbaşkanı..

- Birbuçuk saat içinde anlamlı anlar yaşadık, ibretli, ders dolu bir geceydi. Tarihimizin derinliklerinden gelen direktifleri hatırladık. Hoca Ahmet Yesevileri, Hacı Bektaş-ı Velileri hatırladık. Bunlar bizim büyük medeniyetimizin mimarlarıdır. Hep barış içinde yaşamayı, birlikte, beraberlikte olmayı bize tavsiye etmişlerdir. Büyük Atatürk'ün 'yurtta barış, cihanda barış' vecizesiyle geçen 75 senede içte, dışta, barışta yaşamayı başardık. Bu ülkenin insanları hangi kökenden gelirse gelsin bin sene içinde bu toprakları vatan yapmışlardır. Ona sahip oldukları sürece mutlu olmuşlardır.

Dünyanın çalkantılardan geçtiği bir dönemde birlik, beraberlik, kardeşlik, dirlik, düzenlik bizim vatandaşımızın sahip çıktığı en önemli kavramdır. Sözde değil hayata geçirmiştir bunu. Aramıza tefrika sokmayın.

Sizi birbirinize düşürmek isteyenler olursa karşı çıkın. Hangi inançta, hangi etnik kökenden gelirseniz gelin hepiniz bu yüce milletin ferdisiniz.

Devlet sizindir. Bedeli ecdadımız tarafından ödenmiştir. İçten birbirimize sarılalım. Bu istikametteki gayretleri takdirle karşıladım. Bu türden çok öğretici olmuştur.

Gönül isterdi ki bu töreni Türkiye'den herkes izleyebilsin. Bu ülke bize emanettir. Biz bu emaneti bizden sonra gelecek nesillere götüreceğiz. Vatandaşlarım bunu idrak edeceklerdir. Dost arıyorsak, bize dost kendimiziz. Kendi kendimizi yıpratmazsak bizim bileğimizi kimse bükemez.

Bizim milletimiz barışsever, huzursever, iyiliksever yüce bir millettir. Yüzde 99.9'unun Müslüman olduğu milletimizin her ferdi hep barış ister. Çünkü Müslümanlık, barış dinidir ve barış tavsiye der. Barış içinde yaşamayı başarmak bizim nesillerimizin görevidir.

Bu plaketi Türkiye'nin bölünmez bütünlüğüne, Türk milletinin mutluluğuna, barış içinde yaşamasına verilmiş sayıyorum. Çünkü ben Türk devletini, milletin birliğini, bütünlüğünü temsil ediyorum. Türk milletinin birliğini, dirliğini güçlendirecek bu akşamki gibi hareketlerin hepsinin de yayındayım. Meclis bana Cumhurbaşkanlığı görevini tevdi ettikten sonra ülkenin her köşesinin ve her kişisinin devlet başkanıyım. Hepimizi sevgiyle kucaklıyorum.'

Bu konuşmayı yapan, araştırma ve analiz yetisinden yoksun Türk halkının, en deneyimli ve en usta sayılan Cumhurbaşkanlığı makamına kadar çıkmış politikacısı Süleyman Demirel'dir.

'Küçük'mü, 'büyük'mü olduklarına bizim karar veremeyeceğimiz iki burjuvanın (veya sermaye sınıfı üyeleri), Gülen hakkındaki konuşmaları da şöyle:


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: Hocaefendi Sendromu
MesajGönderilme zamanı: 06.01.11, 01:01 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 20.01.09, 10:20
Mesajlar: 239
Jak Kamhi Konuşuyor

O (Gülen) ecdatlarına yakışır güzel bir şekilde, onların yolunda.. Türkler asırlar boyunca bütün insanlara sevgi ve saygı göstermişlerdir. Ne din savası, ne baskı, gittikleri yerlerde, tersine, insanları hürriyetlerine kavuşturmuşlar. Geçenlerde Macaristan'a gittim. Hep Türkleri methediyorlar, Romanya'ya gittim, yine ayni sevgiyle karşılıyorlar. Fethullah Gülen Hoca'nın 'hoşgörü' girişimini epey zamandır izliyorum ve bunu alkışlıyorum. Bugün, toplumumuzun bu güzel değerlerini, dünyaya layık olduğu gibi tanıtabiliyoruz. Başka yerlerde yasanmış büyük felaketler Almanya'da olmuş olaylar, binlerce sene silinmeyecek olaylardır. İkide bir gündeme geliyor. Tarihte hiçbir şey silinmez. Fethullah Gülen'in hareketleri alkışlanabilecek bir girişimdir. İlave edeyim ki, eğer o hoşgörüyü ecdatlarım Osmanlı'dan ve Türkiye'den görmeseydi hayatta olmazdım.

Başka zaman da söylediğim gibi Gülen'in yaklaşımları çok güzel. Mesela, Harran'da okul konusu hem o yörenin hakkı, hem de bunu yapmak gerekiyor. Çok güzel bir şey olur. Bu bir nevi, Vatikan'ın, Kudüs'ün ve Mekke'nin bir yere toplanmasına benzer. Çünkü, Hz. İbrahim (a.s.), bütün bunların hepsinin üstünde idi ve orada idi. Bu konuda başarılı olabilmesi için sonuna kadar yanındayız. Her yönüyle faydalı öneriler. Bölgenin istikrara, bir barışa kavuşması gerekiyor. Maalesef, barışı istemeyen bazı kuvvetler var. Bir yanda barış masasına oturuluyor, bir yandan insanlar olduruluyor.

Türkiye'nin de bölgede önemli roller düşüyor. Türkiye, gerçekten bundan dolayı da eleştiriliyor. Türkiye bugün laik ve demokratik bir cumhuriyet olmakla, bu sistemin en müspet bir sistem olduğunu ispatlıyor. Basta Türkî ülkeler tarafından anlaşılmıştır ki; onları başarıya götürecek sistem budur. En mükemmel sistem Türkiye'de. Demokrasi, serbest ekonomi, açıklık, şeffaflık sistemimizdedir. Diğer bölge ülkeleri de Türkiye'nin örnek teşkil etmesiyle daha acık olurlar ise istikrar gelecektir. (11 Mart 1998-Zaman Gazetesi)

Üzeyir Garih'in 2 Ekim 1996'da Zaman'da yayınlanan sözleri de şunlar:

- Ulu Tanrı insanı adeta bir biyolojik bilgisayar olarak yaratmış, içine bir psikolojik program yapmış, bu saldırganlık, savunma, hırs ve bencillik esası üzerine kurulmuştur. Fakat bunu düzenleyen eğitim, din ve imandır, Öyle zannediyorum ki insan sevgisi, Allah sevgisi, insanın bu duygularını bir yerde yatıştıracaktır. Bu ancak eğitimle mümkün olabilir. Eğitime önem veren Sayın Hocam'a özellikle teşekkür etmek istiyorum.

Bir de, Fethullah Gülen'in simgelediği 'hoşgörü ortamı'nı önce destekleyen ve 28 şubat sürecinde pişmanlıklarını itiraf edenler var.. Bunlar, 'sonradan' araştırma ve analiz yetisine sahip olanlar sınıfına alınabilir..

'Akşam' yazarı, Rıza Zelyut'un, 25-26 Aralık 1997'deki yazdığı cümleleri alalım önce.. Zelyut, gruplar ve cemaatler arası diyaloğu savunan bir yazardır ve 'Hoşgörü Ödülü' sahibidir.

- Bir gazeteci kardeşim, eskiden kama ve yurtdışından ithal edilmiş olan sağ-sol kutuplaşmasına esir olmuş önyargılarıyla bir ara bana çıkışmak istedi: 'Senin ne işin var burada?' Bu soruya verdiğim cevap çok boyutluydu.

Bir: Benim yerim, uzlaşma neredeyse orasıdır.

İki: Önyargılı olmak insanı köreltir.

Üç: Hele ön yargılar zıtlaşma içeriyorsa, bu insanın kalbini karartır.

Dört: Eskiden olmuş olayları bugün deşelemek kimseye yarar sağlamaz.

Beş: Dün öyle düşünen bir insan bugün böyle düşünebilir. 'İnsan 7'sinde ne ise 70'inde odu' sözü, toplumsal psikolojiye göre yanlıştır. Bu söz eğitimin insana hiçbir şey vermediğini, kabul etmek anlamına gelir.

Bu yüzden de, eskiden o şöyle diyordu, bu yüzden kötüdür, gibi basmakalıp düşüncelerle insanların bugününü mahkûm etmeye hiç kimsenin hakkı yoktur.

Altı: Eskiden kalma, bize dışarıdan şırınga edilen ayrıştırıcı, kışkırtıcı, zıtlaştırıcı kavramlara artık güle güle demenin zamanıdır. Sağ-sol gibi ölmüş kavramlarla bugünü yargılamak, gelişmeyi, değişmeyi göremeyen insanların kurtuluş reçetesidir.

Yedi: Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, geçmişteki siyasal yaşamında ne yapmış, ne söylemiş olursa olsun, bugün benim gönlümdeki 'devlet adamı'dır. Onun izinde olmak, iyidir.

Sekiz: Fethullah Gülen'in dinî duyarlığı yüksek bir kesime manevî kılavuzluk ettiği doğrudur. Ama bu kılavuzluk eğer hoşgörüye, diyaloga aşıksa ve ulusal uzlaşma yaratmaya yönelikse neden ben onun uzattığı eli sıkmayayım? Nereye kadar eski düşmanlıkları kalbimizde besleyip büyüteceğiz? Ne kazandırdı şimdiye kadar bize bu zıtlaşma, bu rakip yaratma yarışı da, bundan sonra ne kazandıracak?

Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı, gerçekten de diğer kuruluşlara örnek olacak çalışmalarıyla önderliği üstleniyor. Bu insanların arkasında Fethullah Gülen Hocaefendi var diye işkillenip, zehir hafiye pozlarında suç unsuru arayacağımıza, onlardan ders almaya bakalım. Ulusal uzlaşma gibi bir büyük davayı eğer onlar gündeme getirmişse, önüne kuyu kazmak yerine biz de destek olalım.

İslâm dinini, Refah Partisi ile özdeş sananlar, Fethullah Hoca'yı ve o insanların dünya ve din anlayışlarını da Refah'la özdeşleştiriyorlar. Bu yanlış değerlendirme yüzünden dinî duyarlığı yüksek her insanı Refah damgası ile damgalayıp, bir kenara itmeye kalkışıyorlar. Gerçeğin böyle olmadığını ancak, kendi korkularının esiri olmaktan kurtulanlar anlıyorlar.

'Türkiye'de Fethullah Hocaefendi'nin adıyla somutlaşan bu ödül, ülkedeki siyasal havanın yumuşatılmasında, gruplar ve cemaatler arasında diyaloğun başlatılmasında çok önemli bir rol oynadı' 159

Zelyut'tan Yeni Yazı

Zelyut'un Gülen hakkındaki ikinci yazısının tarihi 21 Haziran 1999... 'Gülen kasetleri' ve 'Gülen Raporu' yayınlandıktan sonra yazılmış...

- Birbiriyle çatışan değil...

Birbiriyle anlaşan...

Birlikte çalışan...

Ve başaran...

Türkiye'de görmek istediğim genel insan manzarası bu idi.

Bunun yolu da içine kapanık değil, birbiri ile ilişkili bireylerden geçiyordu. Diyalog, her güzelliğin başıdır.

Birlikteliğin diğer şartı da bireylerin (grupların-toplulukların-toplumlara) birbirlerini hoş görmesidir.

Diyaloğa ve hoşgörüye vurgu yapan her çabayı, bu yüzden saygıyla-coşkuyla karşıladım, elimden geldiğince ona destek oldum.

* * *

Türkiye'de diyalog ve hoşgörüye vurgu yapan Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı, geçen yıl diyalog ve hoşgörüye katkılarım nedeniyle bana da basın dalında ödül verdi. Aynı törende Sayın Cumhurbaşkanımıza da diyalog-hoşgörü ödülü verildi. Bu ödüle geçen sene layık görülen diğer bir siyasetçi de Sayın Bülent Ecevit oldu.

Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı, Fethullah Hoca'nın manevi liderliğindeki bir kuruluştur. Biz, gerek bu vakfın yöneticileri ile; gerekse Fethullah Hoca ile birkaç kez sohbet ettik. Bu söyleşilerimizde ana konu Türkiye'deki değişik topluluklar arasındaki diyaloğu ve hoşgörüyü geliştirmekti. Bu çabaya ben içtenlikle omuz verdim. Bu çabalarım sırasında bana yönelik eleştirilere göğüs gerdim.

Çünkü, Türkiye'nin diyalog ve hoşgörüye çok ihtiyacı olduğunu biliyordum. Bu ihtiyaç hala şiddetle kendini hissettiriyor.

Fethullah Hoca'nın özel sohbetinde söylediklerini duyunca, doğrusu çok yaralandım.

Meğer 'diyalog'da, 'hoşgörü' de, belirli noktaları ele geçirmede bir 'kamuflaj elbisesi' imiş. Fethullah Hoca, eğitim yoluyla elde ettiği mücahitleri, 'sistemin damarları'na şırınga etmiş. Onlara, dediği şu: 'Sistemin damarlarında en uç noktalara kadar gidin, larvalarınızı bırakın, çaktırmadan geri dönün!'

Bütün o uzlaşı ve hoşgörü gösterileri, 'Yasadışı' olanı 'yasal gibi göstermek' uğruna yapılan takıyye imiş.

Fethullah Hoca'nın konuşmalarını ele alın, onun kan damarlarında gezinin, varacağınız nokta, 'modern bir takıyye' olacaktır.

* * *

Laik sistemi 'direkt vuruş'la alt edemeyeceklerini görenler, taktik değiştirmişler: Eğitim... Türkiye'nin zeki ama yoksul çocuklarını kendi ideolojilerine göre yetiştiriyorlar. Bunları emniyet, adalet, eğitim, yüksek bürokrasi kademelerine 'modern giysiler' içinde yerleştiriyorlar. Hiç acele etmeden... Bunları Fethullah Hoca söylüyor, iddia değil...

Öbür yandan, toplumun geneline 'olumlu, yumuşak, sıcak' mesajlar verilerek, doğacak tepkiler absorbe ediliyor. Bu iş için de toplumun derin özlemi ve ihtiyacı olan, 'diyalog', 'hoşgörü' kavramları istismar ediliyor.

Gazetelerde, bizim gibi 'diyalog-hoşgörü' çağrısı yapan yazarlar, kontrole alınıyor ve bu hareketin dolaylı savunucuları haline getiriliyor.

* * *

Laik-demokratik Cumhuriyete derinden bağlı bir yazar olarak, şu an aldatılmış olmanın ince sızısını duyuyorum içimde. Bu yüzden geçen yıl aldığım o 'kamuflaj' ödülünü reddediyorum. Sanıyorum ki Sayın Cumhurbaşkanımız ve Sayın Ecevit de benimkine benzeyen duygular içindedirler. Kendilerinin açıklamalarından bu sonucu çıkartabiliyorum.

* * *

Bir yandan din istismarı...

Bir yandan hoşgörüyü takkıye aletine çevirme...

Bizde, aldatılmışlık duygusu...

Buna karşın yaptığımın doğru olduğuna yüzde yüz inanıyorum.

Diyalog ve hoşgörü her zaman savunacağım kutsal değerlerimdir. (21-6-99-Akşam)

Aldatılmış, iğfal edilmiş, tahlil ve analiz yeteneğinden yoksun oldukları iddia edilen bu isimler topluluğu, görüldüğü gibi bazan günah çıkartabiliyor.. Ama olay sadece aldatılmak mı, yoksa meselenin bir de sosyolojik yönü var mı?

'Devletin Düşmanı' mı 'Toplumsal Gerçek' mi?

Fethullah Gülen'le toplumun değişik kesimleri ve bu arada 'devlet' (ya da savcılar) değişik açılardan bakıyor.. Gençlerimizdeki 'kökten-devletçi' bilgilere göre, 'devletin dışındaki herhangi bir olgu'nun güçlenmesi, örgütlenmesi ve zenginleşmesi, her an, yasa-dışılığa dönebilir.

Bu açıdan bazı kesimler için, 'Gülen Olayı', bir 'çeteleşme'ye veya 'devleti ele geçirmek için örgütlenme'ye dönüşebilecek bir girişimdir.

Bu bakış açısından 'din' de, bu tür çeteleşmelerde kullanılabilen, bilinçsiz toplumun saf ve temiz duygularını istismar etmek için kullanılan bir 'araç' olabiliyor.. Bu bakış açısından ele alındığında, din, 'kul ile Allah arasındaki bireysel bir ilişki' olarak kaldığı zaman tehlikesizdir...

'Devlet' de, 'din'i bu açıdan yorumlayan, anayasal ve yasal mevzuata zaten sahiptir..

Anayasa hukukçusu Prof. Dr. Mustafa Erdoğan, Türk mevzuatındaki ve 'devletin din siyasete'ndeki bakış açısını daha kolay anlayabilmek için, bir 'sözlük' gerektiğini vurguluyor.

Prof. Dr. Erdoğan'ın, inter-netteki 'liberal-dt.org.tr' sitesindeki '1982 Anayası'nda din Özgürlüğü' başlıklı makalesinden alıntı yarak, 'sözlük'e bakalım...

İşte bazı kavramlar ve karşılıkları:

a) 'Dinin Siyasete Karış(tırıl)maması'

Anayasanın Başlangıcı 'laiklik ilkesinin gereği olarak kutsal din duygularının Devlet işlerine ve politikaya kesinlikle karıştırılamayacağı'nı öngörmektedir. Bu ifade Anayasanın bireysel-vicdani bir mesele olarak kalmak ve devlet ve kamu hayatına ilişkin iddialarda bulunmamak şartıyla, dini 'kutsal' saydığını açıkça göstermektedir. Bu anlayışa göre, dini inanç saikiyle hareket edenlerin kamusal ve siyasal alanlarda aktif olmak istemelerine, böyle bir durum 'laiklik ilkesi'ne aykırı olduğu için izin verilemez. Türk laikliği açısından din sırf bir 'duygu'dan ibarettir.

b) 'Devlet Sisteminin Dine Dayandırılmaması'

Bu ibarede Türk laikliğini karakterize eden başka bir anayasal kavram saklıdır. Anayasanın 14. maddesine göre, bir temel hakkını kullanan herhangi bir kişi eğer din veya mezhebe dayanan bir 'devlet düzeni kurmak amacı' güderse, o kişi bu hakkı 'kötüye kullanıyor'dur. Başka bir ifadeyle, Türk laikliğinde, devlet -varsa- somut eyleminden herhangi bir tehlike doğup doğmadığına bakmaksızın, sırf güttüğü amaçtan dolayı bir kişiyi cezalandırabilir. Bu maddenin mantıki sonucu sivil ve kamusal hayatta ortaya çıkan dinî saikli eylemlerin yasadışı sayılması ve cezalandırılmasıdır.

c) 'Din İstismarı ve Sömürüsü'nün Yasak Olması

Din özgürlükleri bakımından, söz konusu 14. madde ile aynı mantığa dayanan 24. madde (beşinci fıkra) din özgürlüklerinin kullanımına ilave bir kısıtlama getirmektedir. Buna göre: 'Kimse, Devletin sosyal, ekonomik, siyasî veya hukukî temel düzenini kısmen de olsa, din kurallarına dayandıramaz veya siyasi veya kişisel çıkar yahut nüfuz sağlama amacıyla her ne suretle olursa olsun, dini veya din duygularını yahut dince kutsal sayılan şeyleri istismar edemez ve kötüye kullanamaz.' Bu hükümden üç sonuç çıkarılabilir. Birincisi, politikacılar ve siyasî partilerin siyasî faaliyet yaparken herhangi bir dinî inanç veya görüşe atıfta bulunmaları yasaktır. Kamusal ve siyasal söylemde dine dolaylı bir atıf bile dinin siyasî nüfuz sağlama amacıyla 'kötüye kullanımı' veya 'sömürülmesi' sayılmaktadır. Mamafih, gerçek şudur ki, herhangi bir dindar Müslüman'ın politikada kendi taraftarlarıyla paylaştığı dinî inançlara atıfta bulunmaması imkânsızdır. Esasen, bütün politikacılar, hangi görüşten olurlarsa olsunlar, seçmenlerini motive etmek ve harekete geçirmek için onlarla paylaştıkları kavram ve fikirlere kaçınılmaz olarak atıfta bulunurlar.

İkinci olarak, 24. maddede kullanılan 'kişisel çıkar için' ibaresi bu yasağın sadece siyasi özgürlükler için değil sivil özgürlükler -özellikle ifade ve toplanma/dernek kurma özgürlükleri- için de geçerli olduğunu göstermektedir. Bu ise yasağın sözgelişi dinî bir vakıf kurmak veya gazete çıkarmak isteyen dindarlara da uygulanabilmesini mümkün kılmaktadır. Aslında, dinî olmayan girişimlerde bulunan kişiler bile, dinî fikir ve kavramların onların dünya görüşlerinin bir parçası olduğu durumlarda, bunlara atıf yaparlar.

Üçüncüsü, ilginçtir ki, bu madde dindarların 'sosyal düzen'le ilgili herhangi bir iddiada bulunmalarını da yasaklamaktadır. Oysa, dinin sırf bir vicdan meselesi sayılması ve toplumsal hayatla ilgili taleplerinin bulunmaması semavî dinlerin niteliğiyle bağdaşmamaktadır. Burada, Anayasanın toplumsal düzeni 'devlet'in kapsamında mütalaa ettiğini de ayrıca kaydetmek gerekir. Özerk sivil toplum anlayışı Türk anayasasına büsbütün yabancıdır.

d) 'Laik Cumhuriyet'

Anayasa sık sık Türkiye Cumhuriyeti'nin 'laik' niteliğine atıfta bulunmaktadır (m. 2, 68, 174).

Bizzat Anayasanın lafzına göre, laiklik veya 'laik cumhuriyet', Türkiye'nin sosyo-politik sisteminin en önemli unsurudur. Ne var ki, Türkiye'de laiklik devletin dini doktrin karşısında tarafsız bir tutum takınması ve dinle devletin ayrılması anlamına gelmemektedir. Aksine, laiklik devletin dini hayatı kontrol etmesini ve laik yasama ve uygulama aracılığıyla toplumu laikleştirmeye yönelik devlet siyasetini ifade etmektedir. Bundan dolayı, Kemalist 'İnkılap Kanunları'na anayasal dokunulmazlık sağlanmıştır ve din işlerini yürütmekle görevli bir kamu idaresi birimi -Diyanet İşleri Başkanlığı- vardır.

e) Diyanet İşleri Başkanlığı

Anayasa'nın 136. maddesine göre, 'Genel idare içinde yer alan Diyanet İşleri Başkanlığı, laiklik ilkesi doğrultusunda, bütün siyasî görüş ve düşünüşlerin dışında kalarak ve milletçe dayanışma ve bütünleşmeyi amaç edinerek... görevleri yerine getirir.' Buradaki ana fikir, devletin İslam dinini din olmaktan ziyade ulusal bütünleşmenin bir aracı olarak gördüğüdür. Anayasa koyucu İslam'ı önce laikleştirmekte sonra da onu açıkça Türkiye'nin milli 'ethos'unun bir parçası haline getirmekte, adeta 'millileştirmekte'dir. Gerçek bir din ve devlet ayrılığı yoktur. Aksine anayasa ikisinin alışılmadık bir kaynaşımını öngörmektedir. Sonuç olarak, devlet din işlerinin 'laiklik ilkesi doğrultusunda' yerine getirileceğinde ısrar etmekle sadece dini laikleştirmiş olmamakta, aynı zamanda paradoksal olarak İslam'ı toplumsal bütünleşmeyi ve siyasî meşruluğu sağlamakta kullanmaktadır.

Prof. Dr. Mustafa Erdoğan'ın mevcut mevzuatı tarayarak hazırladığı bu 'sözlük'e uygun bakış açısını, DGM Başsavcısı Nuh Mete Yüksel'in 'İddianame'sinde de doğal olarak buluyoruz.

Neticede savcılar da, yargıçlar da, yürürlükteki yazılı hukuka göre, fiilleri ele alır...

İşte 'İddianame'deki bazı suçlamalar.

Siyasi Hedefler...

- Fethullah Gülen ilk etapta devlete karşı savaş vererek hedeflere ulaşmanın yıpratıcı olacağını teşhis etmiş, bu nedenle mevcut sistemi yıkma yerine, devlet modeline uygun bir örgütlenme ile devlete alternatif bir sistem kurmayı hedeflemiştir.

- Bu nedenle tüm devlet organlarında yerel yönetimlerde sivil sektörde örgütlenmeyi hedeflemiştir.

- İleride devlet yönetimini kontrol altına alabilmek için kısa vadede tüm kadrolara yandaşlarının getirilmesi veya bu kadroları işgal edenlerin kendisine bağlanmasını hedeflemektedir. Uzun vadede ise tam bir kontrol sağlayabilmek amacıyla eğitim sektöründe yoğun bir faaliyet göstererek teşkilatlanma ve kadrolaşmayı yaygınlaştırmayı amaçlamaktadır.

- İlim ve modern imajı ile siyasi partiler ve hatta Atatürkçü laik kesim içinde desteğini artırmaya çalışmaktadır.

Böylelikle Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde yandaşlarının mutlak çoğunluğu elde etmelerini sağlarken, hedeflediği teokratik diktatörlüğe yumuşak geçişi sağlamak için Başbakanlık sistemini desteklemektedir. Fethullah Gülen hiçbir kuvvet tarafından geri adım atmayı zorlanamayacağı bir duruma ulaştığında Atatürk ilke ve inkılaplarını ortadan kaldırmayı, laik demokratik, sosyal hukuk devletini ortadan kaldırarak şeriat devleti kurmayı hedeflemektedir.

- Çizilen hoşgörü ve barış tabloları ile bazı devlet çevrelerini etkileyen Fethullah Gülen, hedefine ulaşıncaya kadar kamuoyu faaliyetlerine destek verdiği imajını yaratarak, toplumun gerçeği görmesinin önünü, ılımlı görünüşü ve demokrasi şemsiyesine sığınarak kesmektedir.

Cumhuriyet düzenine 'Kefere düzeni' diyen bu şahıs, bugün bu düzeni ister görünerek, bazı kesimleri bu davranışına inandırabilmektedir.

- Fethullah Gülen oluşturduğu öğrenci seçme ekipleri ile köy ve semtleri dolaşarak zeki ve becerikli öğrencileri seçmekte, sağladığı imkanlar ile kendisine bağlamaktadır. Fethullah Gülen'in düşünceleri öğrencilere evlerde, okullarda, kamplarda beyin yıkama metotları ile öğretilmektedir. Bu toplantılarda Atatürk devrimleri ile toplumun islam'dan ve inançtan uzaklaştırıldığı için Deccal (Ahirzamanda ortaya çıkacak fitnenin başı) olarak tanıtılmaktadır.

- Fethullah Gülen sahip olduğu imkanlar ile semavi dinlerin temsilcileri ile başlattığı diyalog vasıtası ile 'Dünya Dinler Birliği' adı altında bir oluşuma zemin hazırlamış ve bu oluşum yönünde İslam dininin temsilcisi olma yönünde uluslar arası alanda izlenin ve karşılıklı çıkarlara dayanan bir stratejinin ilk sayfalarına da açmıştır.

- Fethullah Gülen faaliyetlerinde gösterdiği gizlilik, taraftarlarının kendisine bağlılığı, etkili, kararlı ve merkeziyetçi yönetimi ile ülkemizin en güçlü irticai yapılanmasıdır.

- Fethullah Gülen şeriat düzeni hedefine ulaşmak için özellikle gençlik kesimini sabırlı bir yöntem ile kendisine bağlamayı hedefleyen bir strateji takip ederek bunlar vasıtasıyla toplumun bütününe hakim olmayı ve diğer yönden yürütme ve yasama erklerini hedefi doğrultusunda kullanmayı amaçlayan bir politika izlemektedir.

- Fethullah Gülen grubunun özellikle eğitim alanında zaman zaman devletten de ileri imkanlara sahip olduğu gözlenmektedir. Fethullah Gülen grubu planlı, programlı, sinsi çalışmalarının önünde tek engel olarak Türk Silahlı Kuvvetleri'ni görmektedir.

- Türk Silahlı Kuvvetleri'ne karşı uyguladığı politika, hoş görünme, Türk Silahlı Kuvetleri'ne karşı bazı politikacılardan alınmış tavizlere, polisi güçlendirme, böylece denge sağlamak, etkinleştiği polis camiasını gerektiğinde Türk Silahlı Kuvvetleri'ne karşı kullanma şeklindedir.

Türk Silahlı Kuvvetleri'ni ele geçirme amacıyla sızma politikasını sessiz ve derinden devam ettirmektedir.

Türk Silahlı Kuvvetleri mensupları arasına sızma çalışmalarının yanısıra subay ve astsubay çocuklarını kendi okullarına ve dershanelerine kaydettirmeye, yetiştirilen bu çocukları askeri okullara sokmaya çalışmaktadırlar.

Fethullah Gülen tarafından, Silahlı Kuvvetler içinde yapılanabilmek ve ileride etkinliğe kavuşabilmek amacıyla yeni projeler üretilmeye başlanmış, bu çerçevede askeri okullarda okuyan öğrenciler önce fiili hedef olarak belirlenmiş kültür düzeyi yüksek, kendine bağlı, türban takmayan bayanların askeri öğrenciler ile tanışmaları ve evlenmelerinin sağlanabilmesi için gerekli vasatı sağlayacak bir yapılanmaya gitmiştir. Fethullah Gülen bu yöntem ile 10 yıl içinde Türk Silahlı Kuvvetleri içinde söz sahibi olacağı bir konuma gelmeyi planlamaktadır. Burada 'iddianame'deki suçlamaları da okuduktan sonra, tartışmamız gereken konulardan biri, tabiî ki 'din ve İslam dini nedir' şeklinde beliriyor.

Önce şu gerçeği vurgulayalım...

- Dinler ve özellikle İslam, sadece 'inanç' ve bireyle Allah arasındaki 'özel ilişki' değildir. Özellikle İslam, günlük yaşama, geleneklere ve toplumsal ilişkilere en derin biçimde girmiştir.. Mezhepler, tarikatlar, cemaatler de, bu açıdan, toplumsal birer oluşumdur.

Değerli sosyolog Prof. Dr. Nilüfer Göle, toplumsal bir gerçek olan İslam'ın, Fethullah Gülen Hareketi ile de gündeme gelen yeni yapılanmasını şöyle yorumluyor..

Prof. Dr. Göle'nin 'İslamın Yeni Kamusal Yüzleri' adlı kitaba yazdığı ön-sözden alarak, konuyu irdeleyelim (Bir Atölye Çalışması-Metis Yayınları-200)

İslam'ın Yeni Yüzleri

- Bugünkü İslami hareketleri Batı modernliği karşısında dinsel hatta medeniyetsel bir farklılık iddiası belirliyor. Batılı yeni toplumsal hareketlerden farklı olarak İslami hareketler topyekûn değişim stratejileriyle ortaya çıkmış, bu nedenle sivil toplumun üyesi ve çoğulculuğun bir öğesi olarak değil, totaliter ve tekçi hareketlerin miras çizgisinde birleşmişlerdir. Özellikle İran İslami Devrimi'yle birlikte, tüm toplumun yukarıdan aşağıya, yönetim biçiminden bilime, yaşam biçimlerine, kişilik oluşumuna ve inanç dünyasına kadar islamileştirilmesini amaçlamışlardır. Ancak İran Devrimi'nin bizzat kendisinin bugün geldiği aşama, devrimle gelen farklılık iddiasının ancak zorlayıcı, baskıcı ve kapalı rejimlerle mümkün olduğunu ortay koyuyor ve İslami hareketlerin, tekçi projelerinin sınırlarını görmeleri, özelleştirilerini yapmaları için iyi bir örnek oluşturuyor. Nitekim Siyasal İslam'ın sonu, Post-İslamizm gibi tezler de İslami hareketlerin giderek siyasal devrimci emellerinden vazgeçtikleri olgusuna işaret ediyor.

- Siyasal İslam yerine Kültürel İslam hareketin dinamiklerinin daha belirleyici olduğunu başka bir yerde ileri sürmüştüm. Bu nedenle İslami hareketleri devrimci sol hareketlerin merceğinde okumak yetersiz kalmaktaydı. Kadınların yeni toplumsal aktörler olarak İslami hareketler içinde yer alması, başörtüsü simgesi, kamusal alanda İslami farklılık ilkesinin sergilenişi, ahlaki konulara verilen önem, cinsellik ve gödenin siyaset alanına girmesi gibi konular yeni İslami hareketleri belirlemekte ve farklı bir sosyolojik analiz gerektirmekteydi. Sınıfsal çelişkilerin ekonomi-politik bir temellendirme ile ifade bulmadığını, daha ziyade kültürel-politik alanda yer aldığını görmekteyiz. Habitus diyebileceğimiz, yaşama biçimlerinin şekillendiği ve toplumsal farklılıkların temellendiği alan, modernist ve İslami kesimler arasındaki en önemli çatışma ekseni olarak karşımıza çıkıyor. Bu nedenle İslamcı/modernist çelişkisi 'Müslüman toplum-laik devlet' ekseninde değil, yatay bir toplumsal ilişki olarak gündelik yaşam biçimlerimizde, zevk tanımlarımızda, katın-erkek ilişkisi anlayışımızda, bedenlerimizi sergileyiş biçimlerimizde, iç mekanlarımızı nasıl kullandığımızda, inanç ve dünyevi işlerimizi nasıl düzenlediğimizde tanımlanmaktadır. Diğer yandan bu yaşamsal alan bilinçli bir biçimde yeniden kurgulanmaktadır. İslami hareket Müslüman kimliğin yeni bir tanımına, modern dünya içerisinde farklı bir konumlanışına talip olmaktadır. Kamusal alanda farklılığını talepkâr bir biçimde görünür kılmaktadır. Böylelikle, Türkiye'de modernleşmenin taşıyıcılığını yapan, burjuvaziden ziyade Aydınlanmacı seçkinlerin oluşturduğu ve liberal görüşten çok devlet otoritesi altında gelişen kamusal alanın homojen yapısını ve laik kurallarını zorlamakta, politik çatışma yaratmaktadır.

İslam'ın Modernliği

Görüldüğü gibi 'din'i de, sadece ceza yasaları ve iddianamelerle yorumlamak, yeterli değil..

Prof. Dr. Nilüfer Göle, 'İslam'ın modernliği'ni ele alırken, bu olaydan tüm toplumun nasıl etkilendiğini de yorumluyor..

- Çatışmacı bir biçimde de olsa, bugün İslami ve modern kesimlerin, söylemlerin, yaşam biçimlerinin birbiriyle konuşmaya başladığı, birbirinden etkilendikleri ve böylelikle değişime uğradıkları gözlemlenmektedir. İslam, vicdan, aile ve cemaat dünyalarından çıkıp, eğitim, piyasa ekonomisi, iletişim, tüketim ve sivil topluma doğru açıldıkça modern toplumun gereksinimleri ışığında kendi yasakçı sınırlarını aşmak zorunda kalmakta, ama aynı zamanda bu alanları da değişime uğratmaktadır. İslam ve modern mekânlar arasında örülen, örtüşen ilişkiler ya da çekilmekte olan yeni sınırlar, duvarları bu atölye çalışmasının ilgi alanı içinde. İslam'ın modernliğin eleştirisinde nereye kadar yeni bir kültürel ve sosyal kaynak oluşturabileceği, ya da tersine, bireyci-hazcı toplumun, piyasanın dayattığı dünyevi günlük zamanın, iletişim şeffaflığının tüm farklılık arayışlarını nereye kadar silip süpüreceği sorusu bu atölye çalışmasının göğüslediği bir soru değil; ama kuşkusuz araştırmaların sonucunda zihinde oluşan bir soru bul.

- İslami hareketlerin siyasi iktidar stratejilerinin ötesinde kültürel bir boyut taşıdığı tezi bu soruyu ister istemez sordurtuyor: İslam'ın modernlikle eleştirel karşılaşmasında, gelenek ve dinin yeniden harmanlanması sonucu söyleyebileceği yeni bir söz, yaratabileceği bir etik-estetik anlayış, yeni bir özne toplumsallık ilişkisi, yeni bir medeniyet kaynağı olabilir mi? Modernliği kayıtsız şartsız kabul etmiş bir toplumda bu soruyu sormak yadırgatıcı olabilir. Ancak unutulmamalıdır ki modernliğin en önemli özelliği modernliğin eleştirisin birlikte geliştirmesidir. Modernlik, sürekli olarak kendi kendini gözden geçiren -ütopyalar adına totaliter canavarlar doğurmuş, sanayi adına çevreyi kirletmiş, iş adına bireyi yabancılaştırmış, rekabet adına eşitsizlikler üretmiş olmak gibi- hatalarını aşmaya çalışan bir programdır. Marksizm, çevrecilik, feminizm, post-modernizm, insan hakları ve son olarak da Seattle'da ortaya çıkan küreselleşme karşıtı protestolar, içerden oluşan eleştirinin örneklerini oluşturuyor. Modern toplumlar modernliğin eleştirisiyle birlikte, alternatif arayışlarıyla kendilerini sürekli aşmaktadırlar. Batı-dışı toplumlarda ise modernliğin eleştirisinden çok modernliğin reddinin ve inkârının yasakçı bir biçimde dayatılmak istendiğini görüyoruz. Türkiye toplumun özelliği ise modernliği artık içerden, sadece dikey, yani dayatmacı değil, yatak bir biçimde yani toplumsal aktörler arası etkileşimle birlikte, sadece kurumlar düzeyinde değil aynı zamanda toplumsal muhayyilenin kavramlarını sahiplenerek yaşamak oluşudur.

Göle'nin ön-sözün yazdığı 'Atölye Çalışması'nda Fethullah Gülen Hareketi de, 'İslamın Yeni Yüzleri' arasındadır...

Prof. Göle, 'Gülen Hareketi'ni, Savcı Yüksel'den farklı değerlendiriyor ve şöyle diyor:

- Kutsal söylem ve dini inançlarla dünyevi çıkarlar arasında köprü kuran Fethullah Gülen Hareketi, modern eğitim, ticaret medya kurumlarına İslami bir maya katıyor. Radikal İslamcı hareketlerden farklı olarak sistem karşıtı, devlet muhalifi olarak konumlanmayan bu hareketin, dindar ve muhafazakâr Müslüman kimliğini nasıl önce cemaat bazında yeniden ürettiğini, yaygınlaştırdığını ve nihayet kendi kamusal kurumları aracılığıyla bu kimliğe meşruiyet kazandırmaya çalıştığın görüyoruz.

Sosyoloji bilminin bu bakış açısını biliyoruz. Savcıların bakış açısını da biliyoruz.. Acaba Fethullah Gülen, kendisine hangi açıdan bakıyor?

Gülen ve Kendisi

'Kanal-D' de yayınlanan programda, Yalçın Doğan'ın sorularına cevap verirken, kendisini de yorumlamaya çalışıyor:

Y.D- Bir şey sormayı unuttum size. Siz ne kadar geniş bir kitleye rehberlik ediyorsunuz, onlara yön veriyorsunuz?

F.G- Evvelâ, o rehberlik meselesini müsaadenizle kabul edemeyeceğim. Hiçbir zaman rehber olamadım. Hele iyi bir rehber hiç olamadım. Kitle meselesine gelince: Millet beni cami kürsülerinde tanıdı. Bazan çok geniş bir alanda vaaz etme imkanı oldu. Mesela İzmir'e tayin edildiğimde, Diyanet beni bölgede istihdam etti. Türkiye'de vaaz veya konferans için gitmediğim bir-iki vilayet vardır. Bu açıdan geniş kitleler tarafından hakkım olmadığı, liyakatim olmadığı halde tanınma maruziyeti mi diyelim, mağduriyeti mi diyelim, mazhariyeti mi diyelim bilemeyeceğim ben. Böyle bir tanınma söz konusudur. Ama fakiri tanıyan bu insanlar arasında siz, eğitim dediğiniz zaman bu eğitime yönelecek; himmetlerinizi, imkanlarınızı bir araya getirerek finans kurumları veya banka gibi şeyler tesis edin dediğiniz zaman sözünüzün, sazınızın geçtiği dairenin çerçevesini şimdi bilemeyeceğim, öyle bir test yapmadım, anket yapmadım; ne kadar insan kabulleniyor, ne kadar insan seviyor? Bunu test etmedim. Fakat bir yönüyle de o beni rahatsız ediyor. Bana göre cemaatin önünde bir rehber gibi bakılması, hatta daha mübalağalı olarak, bir lider gibi bakılması, bir cemaati sevk ve idare etme mevkiinde bir insan gibi bakılması, bağışlarsanız bana hakaret gibi geliyor.

Y.D- Estağfirullah

Çok samimi söylüyorum. Bunları bana böyle saygısızlık yapılmış gibi kabul ediyorum. Ben düz bir insanım ve ondan çok hoşnudum. Hazreti Ali'nin mülahazasıyla, 'Künındennesi, ferden minennâs. İnsanlar yanında insanlardan bir insan olsun'. Hatta şimdilerde Rabbim'le başbaşa kaldığım zaman dileklerimde, münacaatlarımda 'Bunlar bana göre çok fazla, emanetini al, beni bu ağır, hacaletli yükten kurtar' dediğim çoktur.

Y.D- Bunlar sizin tevazunuz herhalde.

F.G- Estağfirullah.

Unutmayalım ki bu görüşler, 28 Şubat muhtırasından sonra açıklanmaktadır ve o söyleşide Fethullah Gülen, 'Erbakan Hükümeti'nin ayrılması gerektiğini söylemektedir.

'Fırtına'nın gelmekte olduğunu hissetmiştir.

F.G- Askerlerimiz bir yönüyle yaptıkları şeylerden ötürü, bazı çevrelerce belki antidemokratik davranıyor sayılabilirler. Ama onlar konumlarının gereğini, Anayasa'nın kendilerine verdiği şeyleri yerine getiriyorlar. Hatta dahası, ben zannediyorum onlar, bazı sivil kesimlerden daha demokrat, biraz evvel arzettiğim mülahazalar açısından herhalde onların temsil ettikleri kuvvet, şu partiler arasında birbirini istemeyen insanların elinde olsa, bir gece hızlıca bir baskınla gelirler hasımlarını, bertaraf eder ve yerlerine otururlar. Evet kuvvet ellerinde olduğu halde, çok mantıki davranıyorlar, çok muhakemeli davranıyorlar. Epey zamandan beri his öne çıkmıyor burada ve kuvvet,güç gösterisi şeklinde öne çıkmıyor. Bana demokraside daha dengeli geliyorlar. O açıdan öyle bir tehlikenin de olup olmadığını söyleyemeyeceğim. Başta arzettim. Ustura sırtında yaşanıyor. Bir kriz var. Geçmiş krizlerden daha büyük bir kriz. Ne olacağı belirsiz Eskiden işin ne olacağı biraz belirliydi. Şimdi belirsiz olduğundan dolayı belki hepimiz birer kaos yaşıyoruz. İnşallah neticesi hayırlı olur.

Said Nursi'den Fethullah Gülen'e..

Türkiye garip bir ülke.. Bir örneği 'Said Nursi Olayı'nı ele alarak verebiliriz bu garipliğe.. Bir yandan 'Said Nursi Uluslar arası Sempozyumları' yapılır, bilimsel tebliğler yayınlanır.. Bir yandan da Devlet (veya savcılar), Said Nursi'yi Cumhuriyetin en ciddi tehdidi olarak sunarlar..

Tıpkı 'Sözde Ermeni Soykırımı' iddialarında olduğu gibi, 1900'lü yılların ilk dönemine, 31 Mart 1908'e dayanan suçlamalarla, Said-i Nursi ele alınır..

'İddianame'ye göre Said-i Nursi, hem 'Kürtçü', hem 'Şeriatçı', hem 'Tarikatçı', hem de 'gerçek İslam'a aykırı' bir olgudur..

- Nurculuk hareketinin kurucusu olan Said-i Nursi 1873 yılında Bitlis İli'nin hizan İlçesi'nin Nurs Köyünde dünyaya gelmiştir.

- Önceleri Said-i Kürdi olarak tanınan ve bu ünvanını kullanan, soyadı kanunu çıktıktan sonra doğduğu köye izafeten Nursi soyadını alan Said-i Nursi ilmi kariyeri olmayan bir kimsedir. Nitekim Nur risalelerinden Tizyak adlı risalenin 68'nci sayfasında risalelerini kendisinin yazmadığını, bunları yardımcılarının (Nur Şakirtlerinin) yazdığı bildirilmektedir.

Meşrutiyetin ilanından sonra Bitlis havalisinde, Şeyh'lik faaliyetlerine başlamış, bilahare İstanbul'a gelerek siyasi faaliyetlere katılmış, İttihad-ı Muhammed-i Cemiyetinin kurucuları arasında yer almıştır.

- 31 Mart vakasından evvel Derviş Vahdeti ile irtibat kurmuş, o tarihte çıkan Volkan Gazetesindeki yazıları ile 31 Mart Vakıasını körüklemiş, yine o tarihlerde kuruluş bulunan 'Kürt Teali Cemiyeti'ne girmiştir. 1912 yılında yazdığı bir kitabında 'Uyan ey Selahaddin Eyyübi'nin torunları Kürtler' diyerek Kürtleri Türklere karşı tahrik gayreti içine girmiştir.

Mektubat adlı risalesinde ise 'Kendisinin Türk olmadığını, Türklük ile münasebetinin bulunmadığını, Türkiye'de Kürt milleti diye ayrı bir milletin olduğunu' ileri sürmüştür.

- İstiklal Savaşı sırasında, Ankara'nın halifeyi kurtaracağı inancıyla Ankara'ya gelmiş, ancak laik bir devlet düzeninin kurulması ve Cumhuriyet ilanı üzerine Ankara'yı terk ederek Van'a gitmiştir. 1925 yılındaki Şeyh Said isyanından sonra İsparta Barla'da daha sonra Kastamonu, Afyon ve Emirdağ'da mecburi iskana tabii tutulmuştur. Afyon, Denizli ve Eskişehir Cezaevlerinde mahkum olarak yatmıştır.

Said-i Nursi 23 Mart 1960 tarihinde Urfa'da vefat etmiştir. Ancak yetiştirdiği talebeleri (Nur Şakirtleri) onun felsefesini günümüze kadar taşımışlardır.

Nurculuk, bir tarikat faaliyeti olarak karşımıza çıkmasına rağmen, Nurcular bu hareketin bir tarikat olmadığını, Kur'an-ı Kerim'in 20'nci yüzyılda tefsiri üzerine kurulmuş bir okul olduğunu ve sayısı 130'lara varan Nur risalelerinin de kur'an-ı Kerim'in tefsirini kapsadığını ifade etmektedirler.

Günümüzde Nurcular, 'Gazeteciler, Şuracılar, Fethullah Gülen'ciler, Yazıcılar' olarak faaliyet göstermektedirler. Ancak Yazıcılar grubunun etkinliği azalmıştır.

Nurculuğun Laik Cumhuriyete ve Atatürk'e karşı bir hareket olduğunu görebilmek için Nur Risalelerine bakmak gerekmektedir. Barla Mektupları sayfa: 53. Atatürk'ü kastederek 'Tek gözlü deccal, ya iman et, ya bütün dünyanın maskarası olacaksın' denilmiştir. Bu husus Metin Toker'in 'Sağda ve Solda Vuruşanlar' isimli kitabın 96'ncı sayfasında yer almıştır.

'Sönmez' adlı risalede (Sayfa: 21-22), Atatürk kastederek 'Ayasofya Camii'ni puthaneye, meşihat makamını kızlar lisesine çeviren bu adamı sevmemenin bir suç olması imkanı var mı?' denilmiştir.

'Mektubat' adlı risalede (Sayfa: 401) 'Türkiye kuruluşu itibariyle dinden uzak kalmış ve dine karşıdır. Laiklik ve dinsizlik arasında hiçbir fark yoktur. Hıristiyanlık dünyevi esaslara sahip olmadığı için, din ile dünya esaslarını birbirinden ayırır. Reform hıristiyanlıkta mümkündür. Türk inkılapları dahi hıristiyan reformlarının taklidinden ibarettir. Zira İslamiyet hiçbir reforma ihtiyaç göstermeyecek kadar mükemmeldir' denilmiştir.

Said Nursi Risaleleri

'Tiryâk' risalesinde (Sayfa:65), 'Türkiye'nin siyasi rejimi Nur saadetini söndürmeye çalışmaktadır. Kemalistler seviyesiz, anarşist kimselerdir' denilmiştir.

'Mesnevi-i Nuriye' risalesinde (Sayfa:80-82), 'Alem-i İslam'da yapılacak inkilaplar, İslam'i esaslara uygun olmak zorundadır. Aksi taktirde gayri meşrudur, bu bakımdan Meclis aynı zamanda hilafet görevi görmelidir' denilmiştir.

'Mucize-i Kur'aniye' isimli risalede (Sayfa: 191-192), 'Müslümanlara Kur'an dışında bir Anayasa lazım değildir, 1347 yılında felsefenin tahakkümü ile bu dindar millete ehemmiyetli tahayyüşler düçar kılınmıştır ve Anayasa'da devlet dininin İslam olduğu yolundaki hüküm kaldırılmıştır. Bu durumda gerçek kanuni esasi tatbik edilmediği gibi, Kur'an da belirtilen Şer'i inkilapta tahakkuk ettirilememiştir. Halbuki kur'an, Cumhuriyet Anayasası gibi birkaç kişinin iradesi değil, ilahi bir iradenin sonucudur' denilmektedir.

'Münazarad' risalesinde (Sayfa:90-100), 'İslam devleti için tek milliyet İslam milliyetidir. İslam devleti sonunda bütün dünyayı hakimiyeti altına alacak ve İslam yapacaktır' deniliştir.

'Mektubat' risalesinde (Sayfa:403), 'İslam dininde inkilap yapmak, şeriat aleyhtarlığı olduğu için, İslamiyet dairesine aykırı, inkilaplar da İslamiyete aykırıdır' denilmektedir.

'Hanımlar Rehberi' risalesinde (Sayfa:57) 'Çok kadın ile evlenmek İslami olduğu gibi Taaddüdü Zevcat tabiata, akla ve hikmete muafıktır' denilmektedir.

- Bu durumda Nurculuk: Türkiye Cumhuriyeti'nin tamamen şeriat esaslarına ve İslami prensiplere göre idare edilmesini, hilafet ve saltanatın geri getirilmesini, inkılapların geçici olduğunu, Kur'an dışında bir anayasaya ihtiyaç bulunmadığını savunmaktadır.

Ancak Nurcular günümüzde risalelerden suç unsuru taşıyan kesimleri ayıklayıp baş taraftarına mahkemelerin beraat kararlarını eklemekte ve bu şekilde dayatmaktadırlar.

D.G.M. Başsavcısı Nuh Mete Yüksel'in iddianamesinde kaynak olarak gösterilen diyanet İşleri Başkanlığı'nın 'Nurculuk Hakkında' isimli yayını da, 'Resmî din'in 'Said Nursi Olayı'na bakış açılarını vurguluyor..

Diyanet İşleri ve Nurculuk

Diyanet İşleri'nin bazı saptamaları şöyle:

1- Ayet-i kerimelerin tefsirinde, mananın tahammül edemeyeceği tarzda batnî ve indî manalar verilmeye çalışıldığı, ebcet hesabı ve Tevafuklarla manalar verildiği, bunların müslümanlık esaslarına göre dini ve ilmi kıymeti olmadığı,

2- Nur risalelerini toplu olarak okumanın bir nevi hizipçilik olduğu,

3- Bir kısım ayetlerin islamlığın reddettiği hurifilik usüllerine göre tefsirine kalkışıldığı,

4- Risale-i nurun mukaddesat arasına katılmak istendiği, yalnız nurcular için dua yapılarak müslümanlar arasında bir zümre meydana getirildiği, tefrikaya yol açıldığı,

5- Said-i Nursi'nin ve eserlerinin hariküladeliği ve kerametleri hakkında indî tevillerle mübalâğâlı ifadeler kullanıldığı,

6- Kur'an-ı Kerim'in harflerinden bir takım manalar istihracına kalkılmak gibi ulemanın ekseriyetince benimsenmeyen bir yol tutulduğu, Asayi Musa adlı eserinde ayet ve kelamı indî olarak tevil ederek bunların risalei nuru tebşir ve tebliğ ettiğinin iddia edildiği.

7- Bu gibi tevil ve iddiaların islami esaslara uymadığı,

8- Nur risalelerinde kütrçülüğü körükleyen sözler bulunduğu belirtilmiş ve 22-23 sayfalarında 'Nurculuğun inanış ve telakkileri, islam dininin, kur'an-ı Kerim'in ve sünneti seniyyedeki kaide ve formüllere uymayan bir akide tarzı olmuştur. Nurculuk dini meselelerde işi çığırından çıkaran bir istismara ilaveten milli ve içtimai konularda birlik fikrini baltalayan bir zihniyeti temsil etmiştir. Risalelerde gösterilen sırf dini ifadeleri bile yapılan aşırı teville ve keyfi görüşlerle yukarıda örnekleri ile belirttiğimiz gibi manevi, milli bütünlüğümüzü bozan, gerçek itikatı gölgeleyen bir hal almıştır. Bu risaleleri okuyanlar kendilerini bütün müslümanlardan üstün görmüşler, yalnız ve yalnız nurcu olanları cennete ehil, nur risalelerini günahlara kefil saymışlar ve netice olarak da nur risalelerini okumayı ibadet haline getirmişlerdir. Ey müslüman kardeş; dine yararlı telif irşatta bulunanlar Peygamberin hizmetkarı durumunda bulundukları için Kur'an-ı Kerim'de Peygamber Efendimize hitap edilmiş ayetleri, onların şahsına atfetmek yakışık olmaz. Böyle bir tevazuu benimsemek bile müslüman tevazuuna sığmaz. Nur risalelerini Kur'an'ın en mükemmel tefsiri addetmek Allah kelamını kıyamete kadar, ondan sonra gelecek şeylere ve bütün ilimlere şumulünü bilmemek demektir.'

Bu yazı dizisini hazırlamaktaki amacımız, Fethullah Gülen'e dönük polemiklerde bir taraf olmak değil.. Sadece objektif bir çerçeveden, olayın çeşitli taraflarının bakış açılarını yansıtarak, tabloyu ortaya çıkartmak istiyoruz.

Bu açıdan, Savcı Yüksel'in iddianamesine kaynak olarak kullandığı Metin Toker'in 'Sağda ve Solda Vuruşanlar' kitabında, şimdi Fethullah Gülen'i 'rejim düşmanı' ilan edenlerin, 1970'li yıllarda 'rejim düşmanı' ilan edenlerin, 1970'li yıllarda 'rejim düşmanı' olarak görüldüklerini hatırlatmakta yarar görüyoruz.

Ve iddianamelerden, biraz da bilin adamlarına dönerek, Nurculuğu anlamaya çalışalım..

Dr. Yalçın Akdoğan, 'Siyasal İslam' adlı çalışmasında, Nurculuk ve Süleymancılık akımlarını, 'Sosyal İslam'a örnek olarak gösteriyor. (a.g.e. Şehir Yayınları 2000)

Prof. Şerif Mardin'in 'Bediüzzaman Said Nursi Olayı' adlı çalışmasında sık sık atıfta bulunan 'a.g.e. İstanbul-İletişim 1992) DR. Akdoğan'a göre Nurcu hareketin başarı sebeplerinden biri şu:

- Nurcu hareket gücünün bir bölümünü Cumhuriyet döneminin bazı başarısızlıklarından aldı. Bu başarısızlıkların önde geleni, Cumhuriyetçi laik ideolojinin, bir dünya görüşü olarak İslam'ın yerini almamasıydı.

Dr. Akdoğan'ın 'Nurculuk' hakkında gözlemlerini izlemeye devam edelim.

- Nurculuk hareketinin başarısında Cumhuriyet'in kurulmasından sonra okur-yazar oranının önemli ölçüde artmasına borçlu oldukları iddia edilebilir. Said Nursi'nin yazılarında göze çarpan modernist konular ve kendisinin önemli ölçüde din ve ilmin uzlaştırılması noktası üzerinde durması, Nurculuk hareketinin yeni bir ihtiyaca cevap vermekte olduğunu gösterir.

Sözlü kültürün hakim olduğu Osmanlı geleneği yerine Risale-i nur cemaati yazılı kültürün esas olduğu bir yapılanmaya geçiyordu. Nur risaleleri latin harflerle çok hızlı bir şekilde Türkiye sathına yayılıyor ve geniş bir okuyucu kitlesi buluyordu. Cemaatin gelişmesi yeni bir 'okuma' kültürü geliştiriyordu.

Bu hareketler 1950'lerdeki gibi dine sempatik hükümetler tarafından bile denetlenmeyen ve düzenlenmeyen bağımsız bir İslam'a halkın gösterdiği ilginin devam ettiğini ortaya koydular. Devletin dini dışladığı dönemde veya denetim altındaki dinin toplumu tatmin edemediği ortamda halkın önemli bir bölümünün teveccühü bu sivil ve otantik dini anlayışlar üzerine oldu.

Halkın Nur eserlerine ve cemaatine yönelik sempatisi mevcut yönetimler tarafından kısmi olarak desteklense dahi, genel olarak ciddi bir tepkiye karşılandı. Bediüzzaman Said Nursi ömrünün büyük bir kısmını sürgün veya hapishanede geçirdi. Mevcut düzene düşünsel bir direnç gösteren Said Nursi'nin çalışmaları ideolojik bir tehlike olarak algılandı.

Said Nursi ve taraftarlarına yönetilen suç, dine dayalı gizli bir cemiyet kurmak ve Risale-i Nur'u halka telkin yoluyla laik devletin temellerine zarar vermek idi.

Bediüzzaman ise yaptığı savunmalarda çağın fikir ve inanç hürriyeti ilkeleri üzerine oturduğunu, kendi hareketlerinin ise düşünsel bir boyuttan öteye geçmediğini vurgulamıştır.

'En birinci ithamları, beni rejim aleyhtarı olarak telakki etmeleridir. Malumdur ki, her hükümette muhalifler bulunur. Asayişe, emniyete dokunmamak şartıyla, hiç kimse vicdanıyla kabul ettiği bir fikirden, bir metoddan dolayı mesul olamaz. Bu hukuki bir mütearifedir.'

Evet.. Dr. Yalçın Akdoğan'ın ve diğer bazı araştırmacıların 'sosyal islam'a örnek olarak verdikleri 'Nurculuk', neticede siyasetin tartışmaları içinde yol-ayrımlarına girmiştir.

Uğur Kömeçoğlu, 'Nur hareketinin Amaçlanmamış Sonuçları' başlığı altında, bu yol ayırımlarını şöyle anlatıyor (Bir Atölye Çalışması, Metis Yayınları- İstanbul 2000):

Nur Hareketinin Amaçlanmamış Sonuçları

- Said Nursi, siyasetle meşgul olmayı İslami bir toplumun tesisi yolunda yararlı bir araç olarak görmüyordu. Devlet mekanizmalarının kontrolü Nursi'nin öğretisinde önemli bir yer tutmamıştır. Ancak bütün toplumsal hareketlerde olduğu gibi Nur hareketi de kendi içinde bazı planlanmamış deneyimler yaşamıştır. Siyasal değişimler hareketi büyük oranda etkilemiştir. Değişim hareketin bölünmesi ve siyasallaşmasıyla kendini göstermiştir; bu iki durum birbirine dışlayan gelişmelerde değildir.

Siyasetin Nur hareketinin içine girişi ilkin Nursi'nin son dönemlerinde Demokrat Parti iktidarında gerçekleşti. Said Nursi için önemli olan gelişme yazılarının serbestçe yayılması ve Nur derslerinin özgürce yapılmasıydı. Nursi aktif siyasete ve herhangi bir partinin koşulsuz desteklenmesine karşı olsa da bu strateji onu hükümet çevrelerinden tamamen uzak tutamadı.

Demokrat Parti (1950-60) dinin yayılmasına ve İslam'ın özgürce yaşanmasına karşı değildi. Said Nursi 1946 seçimlerinde açıkça Demokrat Parti'yi desteklemiştir. Hatta bizzat oy kullanmak için seçim bölgesine gitmiştir. Bu, siyasetten uzak durma kararından döndüğünü göstermiyordu. Nursi ve talebeleri İslamcı partilerin siyasal amaçları için dinin kullanarak İslam'a zarar verebilecekleri düşüncesiyle daima bu partilere karşı kuşkuyla yaklaştılar. Nursi DP'yi siyasal bir amaçtan çok pragmatik gerekçelerle destekliyordu. 'Ona göre DP inançsızlığın etkisini azaltan bir yönetimdi. Nur hareketi daha esnek bir rejimin bütün toplumsal avantajlarını kullanmaya çalışmıştır.' (Mardin)

Ancak Türkiye'de sağ partiler için bile daima halkın dini hassasiyetleri ile hükümet politikaları arasında aşırı hassas bir denge olagelmiştir. DP dini ibadetler konusunda CHP kadar baskıcı değildi. Merkez sağ bir partinin desteklenmesi yolundaki tavır Nursi'nin ölümünden sonra talebeleri tarafından da benimsendi. Ancak saf pragmatik hesaplardan uzaklaşarak siyasete girdiler.

Değişen etnik ve politik konjonktür Nurcuların tavrını dönüştürmüş ve hareketin bölünmesine ve siyasallaşmasına yol açmıştır. Menderes'in idamından sonra yeni merkez sağ parti Adalet Partisi'ydi ve Nur hareketinin büyük bir bölümü 1960'larda bu partiyi desteklemiştir.

1960'ların sonunda ise bir grup Nurcu, İslamcı Milli Selamet Partisi'ni destekledi. Bu siyasal bölünme daha çok AP'nin büyük iş çevrelerini destekleyen politikalarına bir tepkiydi. Bazı Nurcular MSP'nin kuruluşunda yer alarak sonraları meclise de girdiler (Yavuz, 1996)

Benzer siyasal ve ekonomik oluşumlar 1960'lar ertesinde iyice bölünen nur hareketinin planlanmamış sonuçlarının somut örnekleridir. Örneğin nurcuların Yeni Asya grubu, ülkedeki merkez sağın önde gelen liderlerinden Süleyman Demirel'e verdiği takıntısal destekle meşhurdur. Bu, F. Gülen'in Yeni Asya grubundan kopmasının nedenlerinden de biridir.

Bölünmenin diğer bir sebebi de Said Nursi'nin kullandığı ontolojinin doğasında yatıyor. Bu, sufi geleğenin tersine sözlü bir kültürün ürünü değildi. Farklı yazılı söylemlere zemin hazırlayan bir mantık etrafında gelişiyordu. Nitekim hareketin farklı kollarının yayın sektöründe kendi gazete ve dergileri bulunuyor. Çoğul çıkarlar risalelerin çoğul yorumunu doğurmuştur. Esas metin her takipçisi için aynı olmuştur, ama yorumlar farklılaşmıştır. Örneğin bir Nurcu grup olarak F. Gülen cemaatinin ayrımsal özelliği Türk ulusu ve devletin tarihsel rolüne yaptığı vurguda yatar. Gülen, Türklüğü İslami dirilişin koruyucu ve öncü bir figürü biçiminde yorumlayarak milliyetçilik çağında İslam'ı ve Müslüman kimliği yeniden şekillendirmektedir.

1980 ve 1990'larda üç ana Nurcu grup belirginleşir: Fethullah Gülen'in takipçileri, Yeni Asyacılar ve Yeni Nesil grubu. F. Gülen cemaatinin kültürel ve uluslar arası açılımına göre diğerleri ikincil kalır. Bölünme sebepleri daha derin, çok yönlü ve ayrıntılıdır.

Ümmetçi Değil, Milliyetçi...

Çok kültürlüğünün toplumsal toplumsal hayatımızda ağırlıklı olduğunu, yüzyıllardır görüyoruz... Belki de Osmanlı'nın kendine güveninden ötürü, imparatorluğun resmi dini olan İslam, son dönemlere kadar, anti-emperyalizmin itici gücü biçiminde alınmadı..

Sadece 'modernleşme'ye (veya Batılılaşma) karşı, gelenekçiler bir ölçüde İslam'ı da kullandılar.

1950'lerden başlayarak önce Arap dünyasında, sonra da İran'da olduğu biçimde, 'anti-emperyalizmin'in 'İslam'la birlikteliği, Osmanlı-Türk toplumsal hareketlerinde görülmedi..

Cemal Abdülnasır'la simgelenen Arap anti-emperyalist hareketlerindeki gibi, 'sosyalizm-milliyetçilik-İslam' sentezi ise, bize hiç yansımadı..

Kendi içinde bir 'cemaat' olarak algılanan, fakat 'devlet'in veya savcının gözünde 'Siyasi islam'ın eyleme geçmiş bir örgütü biçiminde değerlendirilen Fethullah Gülen Grubu da, bu açıdan, farklı bir yapıda..

Örneğin Gülen'in 'Türklük' kavramına verdiği ağırlık ve 'İslam içinde Türk olgusu'na bakışı da dikkat çekici nitelikler taşıyor..

Gülen'in 1995 yılı '19 Ekim'inde, Hollanda'nın 'N.M.O' (Müslüman Yayın Grubu) televizyonuna verdiği mülakattan, bu konudaki alıntıya göz atalım...

Türkler ve Araplar

Soru: İslam, ilk olarak Arabistan'da yayılmaya başladı. Türkler daha sonra Müslüman oldular. Türkler'le Araplar aynı dini paylaştıkları halde birbirlerine sempatik bakmadıkları gibi nefret bile etmektedirler. Bunun nedeni nedir sizce?

Cevap: Aklıma geldiği kadarıyla birkaç sebep söyleyebilirim: Bunlardan biri, herkesin mahiyetine konulmuş bulunan milliyetçilik duygusunun dengelenemeyip, su-i istimal edilmesidir. Araplar, Farslar dine vaziyet edince, kendilerini kavm-i necib görmüşlerdir. Türkler de hicrî 5. asırdan itibaren belli ölçüde kavm-i necib şeklinde görülmeye başlanmıştır. İşte o zaman burada denge korunamamış, dolayısıyla herkes, kendi milletini sevip müsbet milliyetçilik anlayışıyla konuya yaklaşacağına, öyle yapılmayıp, başkalarının tahkir ve tezyifi esas alınmıştır. Evet sanki, herkesin milletine olan sevgisi, başkalarına düşman olmayı gerektiriyormuş gibi, milliyetçilik anlayışı hep diğerlerine düşmanlıkla beslenmiştir. Oysa ki, değişik milletlerin pekçoğu -farklılıklar mahfuz- kendi dönemlerinde dine ciddi hizmet etmişler; hayat ve aktivitelerini kaybedince de kenara çekilip, sahayı başkalarına bırakmışlardır.

İkinci olarak iştişrak (oryantalizm) zikredilebilir. Bazıları, bunun 100 sene önce ortaya çıktığı kabul ederler. Bunlar iştişrak tarihini çok yakın dönem itibariyle ele alıp inceliyorlar. Ama buna göre iştişrakın 1100-1200 senelik tarihî bir geçmişi var. Kanaatimce, Müslümanlar'ın iştişrakla ilk defa tanışmaları, Batı düşüncesi ve Grek felsefesinin olduğu Abbasî dönemine rastlar. Ve bu, daha sonra da sürüp gitmiştir.

Müslümanlar arasında ayrılıkların körüklenmesinin boyutlarını, yakın tarihte yaşadıklarımızla daha iyi anlıyoruz. Almanlar'ın, İngilizler'le aralarındaki bir meseleden dolayı, Araplar'ı tahrik etmek maksadıyla yaptıkları İngiliz casusu Lawrens'in faaliyetlerini anlatan film bile, Arap-Türk münasebetlerinin ne kadar derin ve köklü olduğunu gösteren ayrı bir belgedir. Araplar'a gidip, 'Türkler sizi eziyor, sömürüyor' derler. Onlar da, bu oyuna gelir ve senelerce kendilerini koruyan, himaye eden Türk askerlerini arkadan vururlar. Şimdi yürekleri yanıyor ve geçmişte yaptıkları böyle bir hatanın utanç ve pişmanlığını yaşıyorlar ama, Türk milleti de, arkadan hançer yemiş bir millet olmanın hasıl ettiği duygularla, Araplar'a karşı antipati besliyor.

Meselenin bir diğer yanı da, dünya haber ağrılarının Batı'nın elinde olması ve İslam dünyasındaki haberlerin yorumunun da tamamen bu yabancı medya tarafından yapılmasıdır ki, böyle bir sistem hep İslâm dünyasındaki hadiselerin yanlış intikal ettirilmesi şeklinde tecelli ediyor. Meselâ bu haber ağları, Cezayir, Sudan vb. İslâm ülkelerindeki hadiseleri yorumlarken, islâm'ı kaba bir sistem, Müslümanlar'ı da birer terörist suretinde resmediyor ve bu, bütün dünyaya bu şekilde aktarılıyor. Haliyle, Batı insanının nazarında Müslümanlar'ın birer terörist suretinde resmediyor ve bu, bütün dünyaya bu şekilde aktarılıyor. Haliyle, Batı insanının nazarında Müslümanlar'ın birer terörist, İslâm'ın da bir kavga ve terör dini olduğu imajı meydana geliyor. Bu imaj, İslam'ın dünyada itibar kaybetmesinin yanında, İslâm ülkelerinin de kendi aralarında birbirlerine düşmeleri için birer sebep olarak kullanılıyor.

Görüldüğü gibi, iç ve dış birçok sebep, İslâm ülkeleriyle aramızdaki münasebetlerin hiç de iyi olmadığını gösteriyor. Ama öyle inanıyorum ki, küreselleşen bir dünya, bizi bir ölçüde Batılılar'la entegrasyona itecektir. Bu vesileyle, birbirimizle anlaşacak, uzlaşacak ve asırlardan beri devam edegelen bu kini, iğbirarı, nefreti bir yere gömecek, bir daha hortlatmamak için de üzerine çok ağır taşlar koyacağız. Benim bu husustaki inancım budur.

Bu mülakattan aldığımız cümleleri ile Fethullah Gülen, bir 'ümmetçi'nin değil, bir milliyetçinin bakış açısı ile 'İslam-Türklük' ilişkilerini değerlendirmekte..

Daha derine inince ve 'Gülen Okulları'nın Asya'daki yaygınlıkları konusu incelenince, Gülen'deki 'Türk-İslam' ağırlıklı yaklaşım iyice görülür...

'NTV'de 27 Şubat 1998'de yayınlanan 'Püf Noktası' programında Cengiz Çandar ve Taha Akyol soruyor ve Fethullah Gülen cevaplıyor.

İslamiyet-Asya-Türkler...

Sizin hayat hikayenizden ziyade bu şekilde bir hareketi başlatmanıza gıda kaynağı teşkil eden fikri kaynakları soruyorum. Yani İslam herkes için fakat İslam adına hareket edilen, İslam adına oluşturulan cemaatlerin hepsi sizinki gibi değil. Sizin hareketinizin özelliğini oluşturan fikir kaynaklarını mesela siz Batı medeniyetine, dinler arası diyaloğa, dinin politik bir doktrin haline gelmemesine özen gösteriyorsunuz. Bu herhalde birtakım fikrî kaynaklardan geliyor.

C.Ç: Ben şöyle tamamlayabilir miyim izin verirseniz. Bir vesile ile diyorsunuz ki, denilebilir ki Müslümanlık Mekke'de Medine'de zuhur etmiş, Afrika'dan çıkıp bir yol takip etmiş Asya steplerinde konak kurmuş, dinlendikten sonra bir kavis çizerek Küçük Asya'ya Anadolu'ya gelmiştir. Buradan sizin Asya'ya dönük ve Türk gelenekleriyle süslenen bir Müslüman akıma, Müslüman cereyana bağlı olduğunuz Taha Bey'in ifade ettiği fikri gıdalarınızı bu pınardan aldığınız anlamı çıkarabilir mi?

F.G: Biraz evvel kısaca arzetmeye çalıştığım gibi babam o duygu ve düşünce ile dolu bir insandı. Osmanlı ve Selçuklu tarihini mütalaa ederken onun o dolu dolu gözleri ve kaybedilmiş bir şanlı geçmişi, muhteşem bir maziyi her mütalaa edişinde adeta bir mana olmuş ruh olmuş içime akmıştır. Onun kendi çevresi ve arkadaşları vardı. O da çok okuyan bir insandı. Rençperlik yaptığı halde imamlığa geçmeden evvel her gün beş-altı saat kitap okurdu. Tarlada da evde de okurdu. Sonra onun bir diğer yanı, tarikatların her zaman münakaşası yapılabilir. İslami tasavvufi hayata eskiden züht, takva, ihlas diye mektepleşen ekolleşen ve daha sonra tarikatlarla değişik sistemlere ulaşan bu hayata karşı açık bir insandı. Görüşüp konuştuğu insanlar da öyleydi. Onun o muhteşem millet düşüncesi şanlı fakat şu anda bahtsız bir millet. Dünya muvazenesinde önemli bir yeri olması lazım. Fakat şu anda bir yönüyle gemiyi kaçırmış bir millet duygu ve düşüncesi biraz da belki hassasiyetimle bende daha değişik bir değerlendirmelere ulaşmıştır. O çocuk yaşta hicranla hep muhteşem geçmişimi düşünmüş ve şimdi âlemin gözünün içine bakışımı ve muvazenedekilerin bu mevzuda bizi yönlendirmesini gözetlemesini görmüş hicranla çok defa iki büklüm olmuşumdur. Belki de bu bir tepkidir. O andaki şartlar milletimizi o hale getirmişti. Çünkü böylesine muhteşem olan bir millet bir gün yine tıpkı bir ağacın bünyesinde bir kurdun kelebeğe metaformozla dönüşmesi gibi bu millet de kabuğunu kıracak yeniden bir metaformozla şekillenecek ve tıpkı oradaki söğüt gibi dünyanın dört bir yanına dal budak salacak bir ihtişamla kendisini hissettirecektir diye düşünme belki o küçük yaşlarda başlamıştı. Ama talebelik dönemimi hatırlıyorum Arapça metinleri okurken bunu belki hiçbir yerde açmadım. Tespihim elimde o metni ezberlerken çok defa o tesbihimi çevirirken Cenab-ı Hakk nasip eder mi yeniden bir kere daha o harita değiştirmesi gibi bir daha milletimiz dünyanın dört bir yanına dervişleriyle açılsın o ruh ve manayı götürsün. Kendisini değişik platformlarda ifade etsin ve biz kaybettiğimiz devletler muvazenesindeki o yerimizi bir kere daha ihraz edelim mülahazasını çok aklımdan geçirmişimdir.

T.A: Sanıyorum okullar projesi bir bakıma Avrasya'nın hemen hemen her devletinde gerçekleştirdiğiniz okullar projesinin bir bölümü bu. Okullara girmeden önce ben size parantez içi bir soru sormak istiyorum. Anlattığınızdan bizim anladığımız zaten tavırlarınızdan da gördüğümüz siz kökü bu topraklarda olan bir İslamiyet'i temsil ediyorsunuz. Bu özellikle sosyalizmin çökmesinden sonra Ortadoğu'da ortaya çıkan Hamas, İslami cihad gibi radikal İslam, politik İslam, fundamentalist İslam denilen hareketlerle fikrî bir bağlantıdan öte bir sempati bağlılığınız bile yok benim anladığım. Çünkü bu terminoloji siyasi İslam denilen Ortadoğu radikalizminin terminolojisi değil.

F.G: Cengiz Bey'in de (Çandar) meseleyi açarken ifade buyurdukları gibi İslam Ceziretülarapta zuhur etmiş, Asya steplerine intikal etmiş, orada temerküz etmiş, duygusu ve düşüncesiyle ekonomik tabirle ifade edeyim tahaşşüt etmiş (birikme, toplanma) adeta ve oradan bir kere daha bükülerek Anadolu'ya küçük Asya'ya gelmiş ve bir gün büyük Asya'ya analık yapabilecek ona bazı şeyler bırakmış, miras bırakmış ve vakti gelince o mirasın gereklerini yerine getirsin diye düşünmüş. Bu bakımdan ben bir yönüyle 'İnsanlığın İftihar Tablosu'nu Mehmet Akif'in ifadesiyle 'Medyun ona cemiyyeti medyun ona ferdi medyundur o masuma bütün bir beşeriyyet' derken ona karşı medyuniyetimi ifade ederken İslamiyet'in hem fıkıh olarak hem hukuk olarak hem kelam olarak, hem tasavvufi düşünce olarak esas Asya'da geliştiğini, oradan dünyanın dört bir yanına dağıldığını, dal budak saldığını düşünerek, görerek şimdilerde şurada burada mini mini teşekkül etmiş, bir kısım akımlara ihtiyaç hissetmeyecek kadar zengin bir kültürün mirasçılarıyız. Hatta bu açıdan öyle bir zengin kültür ki belki bazen de biraz balapervezane bir hal alarak adeta milletim olarak kendi insanım olarak kendimi yeryüzü mirasçılarından bir tanesi olarak görüyorum.

Hele dünyanın değişik yerlerini gezip gördükten sonra görüp anladığım şu oldu ki, Türklerin Asya'da şekillendirdiği, yorumladıkları, seslendirdikleri bu anlayışı eğer çok iyi platformlarda çok iyi ifade merkezlerinde dünyanın değişik yerlerinde ifade edilse bir büyük mütefekkirin dediği gibi 'sair dinlerin salikleri belki küre-yi arzın bazı kıtaları bu ilelmerkez güce koşacaklar, onun vesayetine girecekler' diyor. Buna inancımı hiç kaybetmedim. Zaman geçtikçe inancım daha bir pekişiyor. Taha Bey buyurdular, Hamas'ın tutarsız hareketlerini hatta İhvan'ın bu mevzuda tenfir edici davranışlarını bu tabiri bizzat Efendimiz kullandığı için buyurur ki 'yessiru vela tuassiru beşşiru vela tüneffiru=kolaylaştırın zorlaştırmayın, insanları müjdeleyin, kendinize çekin, nefret ettirip kaçırmayın' tabirine dayanarak ifade ettim. Bunları gördükçe ve insanlığın esas Türk milletinin bin seneden beri geliştirdiği onun geçmişi de var esasen. İsmail Hami Danişmend ta Hz. İbrahim döneminden Türkler Müslümanlığa girmişti. Ve Hz. İbrahim'in getirdiği esaslar tevhit esasları olması itibariyle aynı zamanda Efendimizin de beslendiği kaynaktı. Aynı kaynaktan geliyordu. Bu kanaate ben de katılıyorum. Böyle çok köklü düşünce ve cereyan dünyanın hiçbir yerinde olan hiçbir cereyana ihtiyaç bırakmayacak kadar zengin zannediyorum. Bize düşen şey buna evirip çevirip değerlendirmek, yeni terkip ve tahlillerle yeni boyutlara ulaştırmak ve insanlığın istifadesine kabul görebilecek platformlarda onu gürül gürül ifade edebileceğimiz adreslerde ifade etmek.


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: Hocaefendi Sendromu
MesajGönderilme zamanı: 06.01.11, 01:03 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 20.01.09, 10:20
Mesajlar: 239
Devlet Kararsız

Peki, Gülen'in Türk milletinin yeniden insanlığın ufkuna ışık saçacağı günlere dönük 'okullar projesi'ne devlet nasıl bakıyor..

Elimizde Milli Eğitim Bakanlığı yurt Dışı Eğitim Öğretim Genel Müdürlüğü'nün Dışişleri Bakanlığı Kültür İşleri Genel Müdürlüğü'ne hitaben kaleme alınmış, 19 Ocak 1998 tarihli ve 'B.08.0.YEG.18.04.02' sayılı bir resmi yazısı var.. İmza, Bakan Adına Genel Müdür, Aysal Aytaç'ın..

Yani 'Gülen Kasetleri' ve 'Gülen Raporu' kamuoyunda tartışıldıktan sonra yazılmış bu resmi yazı..

İLGİ: Zaman Türk Kamboç Koleji Müdürlüğü'nün 07.01.1998 tarihli yazısı.

İlgi yazıda, Feza Gazetecilik A.Ş'ye bağlı olarak Anadolu Liselerimiz statüsünde eğitim vermek üzere Kamboçya'nın başkenti Phnom Penh'de Zaman Türk Kamboç Koleji açıldığı, okulun 1998-1999 öğretim yılında iki sınıf ile eğitim öğretime devam edeceği, kültürümüzü tanıtmak amacıyla Laos ve Vietnam Büyükelçilikleri'nin bilgilendirilmesi talep edilmektedir.

Adı geçen şirket temsilcileri, 9-10 Ocak 1995 ve 3 Mart 1997 tarihlerinde Bakanlığımız'ca düzenlenen 'Yurt Dışında Açılan Özel Öğretim Kurumları Temsilcileri Toplantıları'na katılarak yurt dışındaki eğitim öğretim faaliyetleri ile ilgili bilgiler vermişlerdir.

Buna göre Feza Gazetecilik A.Ş.; Kazakistan'da açtıkları 6 okulda 1217 öğrenciye, Nahçıvan'da açtıkları 3 okulda 1217 öğrenciye, Nahçıvan'da açtıkları 3 okulda 64 öğretmenle 453 öğrenciye, Kuzey Irak Erbil'de açtıkları 2 okul, 1 merkezde 26 öğretmenle 184 öğrenciye Türkiye Cumhuriyeti Milli Eğitim Bakanlığı'nın ilke ve amaçları doğrultusunda eğitim öğretim hizmeti verilmesini sağlamakta, öğrencileri, dünya çapındaki bilim olimpiyatlarında altın madalyalar kazanmaktadır.

Bu bilgiler dikkate alınarak, Tayland ve Vietnam'da okul açmak isteyen Feza Gazetecilik A.Ş.'nin ilgili ülke büyükelçiliklerimize tanıtılması hususunda gereğini arzederim.

Devletin Milli Eğitim Bakanlığı'nın yazısında, okullar böyle anlatılıyor..

Ya DGM Savcısı'nın İddianamesinde ne deniliyor 'Gülen Okulları' için?.. (S.69-71)

Asya'daki Okullar

Yeni Hayat İsimli derginin Haziran 1999 tarihli sayısının 25'inci sayfasında yayınlanan ve Türk Cumhuriyetleri'ndeki Fethullah Gülen grubuna mensup bir kişinin Türkiye'de ağabey adını verdikleri kişilere yazdığı mektuplardan birisinin bazı bölümleri aşağıya alınmıştır.

... oradaki Mevlan Firdevs rüyasında Türkiye'ye gitmiş. Bin büyük dershanede nurani yüzlü bir zat Özbekistan'dan geldiğini öğrenince 'Kardeşim risaleyi Nur Özbekistan'a bir güneş gibi doğdu. Hazreti Üstad'ın her talebesi bir güne gibidir, kıymetini bilin' demiş. Üç ay Risale-i Nur'u anlama mücadelesi veren Mevlam Firdevs anlamaya başladığı günlerde gördüğü bu rüyayı bir teşvik ve tebrik olarak kabul ediyor.

Hakikaten bu nur güneşinin tesiri sadece Özbekistan'da değil Kırgızistan, Kazakistan ve Türkmenistan'da da görülüyor.

Kırgızistan'ın başşehri Bişkek'te yeni açılan dersane dolup taşıyor. İlahiyat Fakültesi'nde okuyan Süleyman isimli Kırgız genç Cuma namazından sonra Allah'a ağlayarak yalvarmış: 'Yarabbi, Bu kadar fikir cereyanları içinde bana en doğru yolu göster, ben de o yolda gideyim' diye dua etmiş, çıkışta kardeşlerden biri yanına gelerek tanışmış, hemen yakında bulunan dershaneye çay içme teklifinde bulunmuş. Süleyman, Nur hizmetine böyle girmiş, şimdi kitap elinden düşmüyor. Dershanede bulunan vakıf kardeş, Haşime 'Ağabey o kadar çok genç getireceğim ki başını kaşıyacak vakit bulamayacaksın' demiş ve öyle de yapmış.

Türkmenistan'ın başkenti Aşkabat'ta halen iki dershane mevcut. Ayrıca ev dersleri, köy dersleri, kaza dersleri devam ediyor.

... bu vesile ile tanıştığımız Seyit olan Türkmenistan Tarım Bakan Yardımcısı, Regaip Gecesi dershaneye gelerek derse bir müddet iştirak etti. Daha sonra evine yaptığımız ziyarette Rusça 'küçük sözlerden' okumasını istedik. Birinci sözü okuyup bize tercüme etti. İzah tarzını çok enteresan bulduğunu söyledi. Kitabı kendisine hediye ettim. İrtibatımız inşallah devam edecek.

... geçen yıl burada bu yılda Kızıl Ordu'da kitap okuma programına iştirak eden Merv'li Cari kardeş, yüksekokulda okuyor. Okul açılınca, okulda yoğun bir hizmete başlamış. Müdür çağırarak, 'O kitaplardan okumayacaksın' demiş, Cari kardeş 'Okuyacağım' deyince müdür 'Okumayacaksın' diye tekrar etmiş. Cari, 'Kıyamet günü sizin bana bir faydanız olabilir mi? Bunlar ebedi hayat kurtaran kitaplar, biz okuyacağız' demiş. Bir hafta sonra müdür tekrar çağırarak 'Sen ebedi hayat kurtaran o kitaplardan balalara oku, ayrıca bizim eve gel, bana da oku, fakat hiç kimseye söyleme' demiş, gösterdiği sabır ve sebatın mükafatını görmüş.

Yine Merv'in Sakaray kazasında bir dershanemiz var. Burada Seyit Muhammet Hoca küçük sözler ve tabiat risalelerini tercüme etti. Cemaatin ev dersleri bir hayli çoğaldı.

... üç yıl aradan sonra bazı gazetelerde tercüme edilen kitaplardan İktibaslar çıkmaya başladı. Kitap tercüme hizmet ise yetişen kardeşler tarafından devam ettiriliyor. Başta Özbekçe, Kazakça, Kırgızca, Tacikçe ve Türkmence on dolayında kitabı Ocak ayı içinde baskıya göndereceğim.

... muhterem ağabeyler, Türkmenistan diğer devletlere göre çok farklılık arz ediyor. Evvela umumi manada yumuşak hava ve müsamaha hizmetin intişarına doğrudan tesir ediyor. Burada firmalarda çalışan kardeşler ve esnafın varlığı, bilhassa Kütahya mezunu kardeşlerin istihdamı nazara alındığında bizim buraya daha fazla zaman ayırma zarureti ile birlikte, Türkiye'den bir vakıf kardeşin istihdamı da şart olmuştur.

Bugüne kadar kitap baskıları ve alımları ve mülk alımları için duaları ve maddi hizmetleri ile yardımcı olan ağabeylerimizi tebrik ve teşekkür için Kentav'da bulunan ve bir yılda külliyatı yedi defa deviren Kurban Muhammet kardeşin rüyasının ikinci bölümünü yayınlıyoruz. Kurban Muhammet anlatıyor. ''Bulunan dershaneye taşındığımız gün rüyamda Efendimiz'i net olarak gördüm. Sonra güneş gibi birden parladı. Daha bakamadım. Başımı yere eğdim... birden orada üstadımızı gördüm. Üstadımız dershane açılınca geleceğim demiştim dedi. Sonra cebinden bir anahtar çıkararak orada bulunan bir binanın kapısını açtı. İçeriden nur yayılıyordu. Üstadımız içeriye girdiler. Bir takım külliyat ile geldiler. Al külliyatınızı dediler. Üstad hazretleri parmağı ile işaret edip bana dönerek, her dershanenin anahtarı Efendimiz'dedir. Her dershanenin külliyatı Efendimiz'dedir. dedi. Bu rüyayı dinleyenlerde şöyle bir kanaat hasıl oldu ki, hizmetlere yardım edenlerin sa'yine Efendimiz'in bereketi giriyor.

Gülen'den Çevik Bir'e Mektup

Fethullah Gülen, çok kısa süre içinde Türk medyasında 'en çok övülen' ve 'en çok yerilen' isimli olmak ünvanını, herhalde uzun yıllar elinden bırakmayacak...

1995'ten başlayarak yoğun bir halkla ilişkiler kampanyası ile kamuoyuna açılan ve video bantları ile da, kamuoyunda yoğun biçimde 1998'den itibaren medyatik linçlere hedef olan Fethullah Gülen, şimdi devleti ele geçirmek için örgüt kurmak iddiası ile yargılanıyor.

Türk siyaset ve toplum hayatını derinine etkileyen '28 Şubat süreci', Gülen'in kamuoyundaki konumunu en derinine etkileyen itici-güç biçiminde görünüyor.

Gülen de bunun bilincinde olmalı ki, kendisine karşı yıpratma ve suçlama kampanyalarının açılması ile, 'devlet'e karşı bağlılığını ve 'ordu'ya karşı duyduğu sevgiyi vurgulayan mesajlarını yoğunlaştırdı..

1997'yi 1998'e bağlayan yılbaşında, o dönemin en çok sesi duyulan generali olan Çevik bir'e gönderdiği mektup-mesaj, bu çabalarının bir kanıtıdır.

Çevik Bir'e Mektup...

Gülen'in Orgeneral Çevik Bir'e gönderdiği mektubu aynen verelim:

- Genel Kurmayımızın çok değerli ikinci Başkanı

Sayın Komutanım

Son günlerde medyamızda yeniden gündeme gelen ve yanlışlıkla ismimle birlikte anılan okullarla ilgili olarak, şu birkaç satırla huzurlarınızı işgal edeceğim için yüksek af ve hoşgörünüze sığınıyorum.

'Yanlışlıkla ismimle birlikte anılan okullar' ifadesini kullandım. Bir defa, bizzat Atatürk gibi, bir enkazın üzerinde büyük bir devlet kurmuş askerî, siyasî ve idarî bir dâhî bile, 'Benim naçiz vücudum elbet bir gün toprak olacaktır. Fakat Türkiye Cumhûriyeti, ilelebed pâyidâr kalacaktır' derken, vatan, millet ve ülkeye hizmet aşkın tıpkı İstiklâl Harbimiz yıllarında olduğu gibi İstiklâl Harbimiz yıllarında olduğu gibi şahlanan insanımızın ortaya koyduğu bir hizmetin, benim gibi, ne askerî, ne idarî hiçbir dehası bulunmayan ve 'naçiz vücudu toprak olup gidecek' aciz bir insana mal edilmesi, o insanların hizmet, aşk ve şevklerinin ve gayretlerinin mahsûlünü gasp etmek manâsına geleceği için, 'yanlışlıkla ismimle birlikte anılan okullar' dedim. Mutlaka mâlum-u âlîleriniz olduğu, âcizâne her zeminde fedalarca tekrarladığım ve itiraf edecekleri üzere, bu okullarla alâkam, sadece bir teşvik, bir çağrı ve bazılarının yanlışlıkla hakkımda taşıdıkları hüsn-ü zannı ülkeme ve devletime hizmet adına bir kredi kartı gibi kullanmaktan ibarettir.

Değerli Komutanım, Kahraman ordumuzun şerefli bir mensubu ve en yüksek rütbede bir komutanı olarak takdir buyuracağınız üzere, bilhassa Kars, Erzurum, Ardahan gibi serhat şehirleri sık sık düşman işgaline uğradığı için, bu şehirler hakkında milliyetçilik duyguları çok ileridir. Birinci Dünya Harbi'nden çıkmış, Kurtuluş Savaşı'nı vermiş bir ülkede, ikinci Dünya Harbi'nin hemen arkasında Sovyetler Birliği tarafından tehdit altında tutulan bir doğu vilâyetimizde çocukluğu geçmiş ve büyük acılar içinde büyümüş bir insan olarak, çocukluğumdan beri içimde uyanan milliyetçilik ve ülkeme hizmet duygularımı, resmî bir Diyanet görevlisi olarak görev yaptığım hemen her yerde ve cami kürsülerinde dile getirmeğe çalıştım. Fırsat bulduğum her defasında, insanımızın ruhunda taşıdığı kabiliyetleri, vatan ve millet sevgisini ateşlemeğe ve onları, dünyada, hattâ Ahiret'te bile hiçbir karşılık beklemeden devletimize ve milletimize hizmete davet ettim. Batı, Rönesansını ilme ve sanata açılarak yaptığı ve dünya devletleri arasında geri planda kalışımızın en büyük üç sebebi cehalet, fakirlik ve tefrika olduğu için, cemaati her defasında çocuklarını okutmaya, bilhassa müsbet ilimlerle zihinlerini aydınlatıp, bağnazlıktan ve hurafelerden kurtulmaya, çalışıp kazanmaya ve devletimize ve kanunlara bağlılık içinde iç bütünlüğümüzü korumaya çağırdım.

Bu şekilde teşvik ettiğim insanlardan bazıları, devletimiz özel okullar açılmasına izin verince, değişik yerlerde bir araya gelip, birbirleriyle yarış içinde malûm-u âlîleriniz olan okulları kurdular. Verdikleri eğitim ve gerçekleştirdikleri başarılarla kendilerini Türkiye'mizde ispat eden bu okulların benzerlerini, Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra Türkî Cumhuriyetlerde ve ardından, küçülen bir dünyada, ülkemizin önünü açmak ve dünyanın her tarafında ülkemiz adına lobiler oluşturmak, her yerde Türkiye dostluğunu mayalamak için gidebildikleri her yerde açmaya çalıştılar.

Tamamen Türk eğitim sistemine bağlı olarak faaliyet gösteren bu okullarda eğer, Türkiye Cumhuriyeti'nin lâik, bağımsız ve sosyal bir hukuk devleti özelliğinin aksine bir faaliyet varsa, devletimizden önce ben, bu okulların açılmasını teşvik etmiş bir olarak kapatılmalarını teşvik ederim. Eğer, bazılarının iddia ettiği gibi, bu okullarda herhangi bir dış ülkeden veya ülkemize düşman kuruluşlardan alınmış tek kuruşluk destek varsa, zaten hastalıklarla sonuna gelmiş hayatımı bizzat kendi ellerimle noktalarım. Bununla birlikte, devletimiz, zaten kendisinin olan bu okulları dilediği zaman devralabilir. Kaldı ki, bu okullar zaten devletimizin olduğu için, böyle bir devirden söz etmek bile abestir. Türkiye Cumhuriyeti'ni koruma ve kollama vazifesini deruhte etmiş şanlı ve kahraman ordumuzun seçkin ve şerefli bir mensubu ve Genel Kurmayımız'ın İkinci Başkanı olarak, ne zaman, nerede ve ne şekilde arzu buyurursanız bu okulları şereflendirebilir ve her türlü teftişi yapabilirsiniz.

Böyle bir mektupla kıymetli vakitlerinizi işgal etme sû-i edebinde bulunduğum için tekrar özür diler, yeni yılda sıhhat ve afiyet dileklerimle birlikte, en derin yaygılarımın kabûlünü arzederim efendim.
Fethullah Gülen

Rahatlatan Mesaj

Aynı dönemde, 'Hürriyet'te yayınlanan ve 'Moskova' mahreci ile verilen Ferai Tınç imzalı bir köşe-yazısında, 'Fethullahçıları Rahatlatan Mesaj' başlığı altında şunlar anlatılıyor:

Kapısında ''Television Room'' yazılı odaya girmeden önce, ayakkabılarımızı çıkartıp bize verilen terlikleri giyiyoruz. Fethullah Hoca'yı ilk kez gördüğüm Altunizade'deki FEM Dersanesi'nin beşinci katındaki gibi.

Leninski Prospekt'te 32 öğrencinin eğitim gördüğü Rus-Türk okulundayız.

Önce öğretmenler, idareciler ve İstanbul'dan bizimle gelen ev sahiplerinden bilgi alıyoruz.

Gazeteci ve öğretim üyelerinden oluşan grubumuzda emekli bir hava kuvvetleri komutanının bulunması, tartışmaları daha da ilginçleştiriyor.

Emekli de olsa bir paşanın, yıllardan beri devam eden okul ziyaretlerine katılması ilk kez görülüyor.

En çok merak edilen konu, değirmenin suyu.

Bu okullar nasıl finanse ediliyor?

''Fethullah Hoca'nın çevresindeki işadamları tarafından.''

Aralarında büyük işadamları da var. Ama tek tek. Esnaf ve tüccar ağırlıkta.

Bu okulların iki işlevi olduğunu anlıyorum.

Birincisi, esnaf ve orta seviyedeki tüccar, bu okullar sayesinde etki alanına sahip bir cemaat şemsiyesi ve dayanışması altında yeni pazarlara açılma fırsatı yakalıyor. İkincisi, bireyselliğin ve yırtıcı rekabet ortamının insanı mahkûm ettiği yalnızlığa karşı, özellikle Anadolulu gençler ''Türk bayrağını dalgalandırma'', ''Topluma sevgi aşılama'' misyonu etrafında cemaatin kanatları altına toplanıyor. Ekip ruhu içinde başarı ön plana çıkıyor.

Sorularımıza verilen yanıtlarda, Fethullahçıların okullar aracılığıyla Türk bayrağını dalgalandırma misyonunda devletin desteğini de aldığını öğreniyoruz.

''Bunlar yapılırken Türkiye Devleti ile çok sıkı işbirliği içindeyiz'' diyor ev sahiplerimiz.

Peki, o zaman neden son Güvenlik Kurulu toplantısında Fethullah'ın okulları masaya yatırılıyor?

İşte burada şimdiye kadar bilmediğimiz bir iddia ortaya atılıyor:

Fethullah Hoca adına bir grup, bir süre önce Genelkurmay İkinci Başkanı Orgeneral Çevik Bir'e gidiyor ve okullarla ilgili bilgi veriyorlar.

Orgeneral Bir onları dinledikten sonra, ''Biz diyalogsuzluğun kurbanı olmuşuz'' diyor.

İddiaya göre, Genelkurmay'ın oluşturacağı bir heyet, yakında bu okullara inceleme ziyaretlerinde bulunacak.

Genelkurmay kaynaklı bu mesaj, Türkiye dışındaki 200 okulda görev yapan beş bin öğretmeni ve okulları finanse eden işadamlarını rahatlatmışa benziyor.

(...)

Bütün bu bilgi, belge ve yorumlardan çıkan bir gerçek var.. her konuda olduğu gibi, 'Fethullah Gülen Olayı'nda da, kamuoyu şekillendiriliyor.. Bu şekillendirmenin, hangi merkezlerden yapıldığı ise, değişken bilgilere dayanıyor...

24 Haziran 1999'da 'Yeni Şafak'taki yazısında, Nazlı Ilıcak bu konuyu irdeliyor..

Yazının başlığı, 'Gülen, B.C.G. ve Aydınlık'

Aydınlık ve Gülen

Yazıyı birlikte okuyalım:

Fethullah Gülen'e yönelik saldırılar sona ermiyor. Laikliğin kalesi gibi görülen Başbakan Ecevit bile, bu hücumlardan nasibini aldı. Ecevit, öfkeden sesi titreyerek kendini müdafaa ederken, Merve Kavakçı olayına atıf yaptı ve 'Daha kısa bir süre önce, laiklik ilkesine ne kadar bağlı olduğumu ispat etmedim mi?' diye sordu.

Hukuk devleti ilkesini bir kere çiğnediniz mi, başkalarına da bu yolu açmış olursunuz.

Kimine göre başörtüsü, kimine göre Fethullah Gülen, laiklik karşıtı bir sembol.

Esas itibariyle her iki iddia da, yasal zemine oturmuyor. Şahsi kanaatle tehdit değerlendirilmesi yapıldığı takdirde, bir başkası da, sempati duyduğunuz bir dini lider vasıtasıyla sizi hırpalamaya çalışır.

Bu yüzden, hukuk devleti, demokrasi, insan hakları, bireysel özgürlük, din ve vicdan hürriyeti diyoruz. Bu yüzden üniversite kapılarındaki 'ikna odalarına' karşı çıkıyoruz.

Gazetelere yansıdı. Meğer, geçtiğimiz yıl, Çevik Bir, o tarihte Başbakan yardımcısı olan Bülent Ecevit'i ikna etmeye çalışmış fakat, onun fikrini çelememiş. Fethullah Gülen hakkında belge ve bilgi toplama gayreti, işte o günden sonra hız kazanmış.

Üniversite kapılarında ikna odalarına göz yumulursa, birileri de siyasetçileri ikna etmeğe çalışır. 'İkna edemezse' kasetli senaryolarla 'Silahsız kuvvetleri' (basını) onların üzerine salıverir.

Fethullah Gülen'in laik cumhuriyete karşı bir tehdit olduğu 28 Şubat'tan beri söyleniyor. Hatta meşhur 28 Şubat kararları içinde, vakıf okullarının devri meselesi de yer almıştı. Ama, özel mülkiyete aykırı olacağı ve hukukla bağdaşmayacağı için, o konuya el atılmadı.

Bugünkü gelişmelerin işaretlerini, Doğu Perinçek'in Aydınlık dergisinden de alıyorduk:

Aydınlık 1 Şubat 1998: Nur tarikatı tasfiye edilecek. Fethullaçılar 8 ayda bitirilecek.

Aydınlık 6 Eylül 1998: Genelkurmay'ın yeni dönem hedefi, Fethullah'ı bitirmek.

Genelkurmay kaynakları: 'İrtica yeni dönemde, PKK'dan daha perişan duruma düşecek. Fırtına gibi operasyonlar, arka arkaya gelecek.'

Harekât planında Fethullah Gülen'i tutuklamayı gerektiren suçlardan yargılanması da var. Harekât başladı. Sonuçları kısa sürede kamuoyuna yansıyacak.

Aydınlık 10 Ocak 1999: Devlete sunulan rapor: Emniyet Genel Müdürlüğü Personel Dairesi'nin % 95'i Fethullah cemaatine mensup. Örgütlenme, amirler ve polis memurları olarak iki koldan yürüyor. 28 Şubat'tan sonra 'parola' sistemi değiştirildi.

Aydınlık'tan İçişlerine

İşin ilginç tarafı bu rapordan bir adet de, İşçi Partisi yetkililerine ulaştırılıyor. İşçi Partisi Genel Başkan Vekili Hasan Yalçın, 'Fethullah Hoca Cemaati ve Emniyet Teşkilatı' başlıklı 10 sayfalık bu belgeyi İçişleri Bakanlığı'na sunuyor.

Rapor Aydınlık'ta yayınlanır yayınlanmaz, Batı Çalışma Grubu -ki biz bu hukuk dışı yapılanmanın lağvedildiğini sanıyorduk- Başbakanlık Takip Kurulu'na yazı yazarak, Polis'teki Fethullahçı yapılanmanın izlenmesini istiyor.

Görüldüğü gibi, Devlet içinde Hafiye Teşkilatı şeklinde bir örgütlenme var.

Aydınlık dergisine, bir yerlerden (!) bir rapor geliyor. Büyük ihtimalle kaynak Batı Çalışma Grubu. Sonra Batı Çalışma Grubu, Aydınlık'ta yayınlanan bu raporu, ihbar kabul ederek, Başbakanlık Takip Kurulu'nu uyarıyor. Ankara Emniyet Müdürü Cevdet Saral, bu işle görevlendiriliyor. Cumhurbaşkanı'nın ve Başbakan'ın telefonlarını dinliyor. İş meydana çıkınca, (Telefon dinleme haberi bir yerlerden sızdırılarak Hürriyet'te yayınlandı) Saral, Fethullahçıları izlerken Demirel ve Ecevit'in telefonlarına ulaştığını ileri sürüyor. Ve 'irtica konusunda hassas yerlere' sürekli bilgi aktardığını beyan ediyor. Böylece askerle temas halinde bulunduğunu ihsas ediyor.

At izi, it izine karışmış durumda. Ast-üst ilişkileri bozulmuş. Anlaşılıyor ki, Fethullah Gülen operasyonu, Cumhurbaşkanı ve Başbakan'ın malûmatı dışında cereyan etti. Kaldı ki, Ankara Emniyet Müdürlüğü'nün daha sonra açıklanan raporunda, telefon dinleyerek elde edilen bir bilgi de göze çarpmıyor.

Sadece Fethullah Gülen'in kitabından alıntılar ve Gülen'in düşüncelerinin yorumları rapor diye kamuoyuna yansıdı.

Fethullah Gülen'e karşı yürütülen kampanya tam bir cadı avı.

Son cadı, Hollanda'da 1610'da, İngiltere'de 1684'te, Amerika'da 1692'de, Almanya'da 1775'te yakıldı.

Bizde ise bu süreç, halâ devam ediyor.

Türkiye'de insanların zihinlerini ve kavramları karıştıran merkezlerin yarattığı ortama ilişkin sorular, hiç bitmeyecek gibi..

'Gülen Sendromu'nu kaleme aldığımız günlerde, gazete arşivlerini karıştırırken, bu tür sorularla hep karşılaştık.

10 Ağustos 2000 tarihinde 'Hürriyet'te yayınlanan, Enis Berberoğlu'nun 'Demokrasi Kişi Değil Kurumdur' başlıklı yazısı da, bu sorularla doluydu..

Gülen desteklenmedi mi?

İşte Berberoğlu'nun Yazısı:

BAŞKENTTE yeni ve bıkkınlık getirecek siyasi krizin ayak sesleri duyuluyor sanki... Koalisyon ortağı partilerin liderleri acil olarak toplanıyor, medya mütefekkirleri memur kararnamesini geri çeviren Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer'i oyunbozan ilan ediyor...

Ama her nedense siyaseten işin sonunu düşünmeyen hükümet yerine hukuka uygun karar veren Cumhurbaşkanı'nın hedef seçilmesi kimseyi şaşırtmıyor...

Çünkü bu ülkede ne yazık ki her meseleye hukuk yerine siyasi fayda ekseninden yaklaşma alışkanlığı hâkim.

Daha açıkçası hukuk siyasi hasmı koruyorsa kötü, tasfiyesine cevaz veriyorsa iyi gibi bir kuş mantığı geçerli...

Kurumlar yerine kişilerle uğraşma merakı sadece cumhurbaşkanı ile sınırlı kalmıyor... 28 Şubat'ın iki ünlü ismi Tümgeneral Erol Özkasnak ile Fethullah Gülen'in aynı anda gündeme gelmesi sadece tarih veya talihin cilvesi mi sayılmalı, bilemeyiz...

Kokusu Cumhurbaşkanı tarafından geri çevrilen memur kararnamesine de sinen 28 Şubat süreciyle ilgili rivayet muhtelif ama sanırız şu basit tespite pek itiraz eden çıkmaz...

Refahyol hükümetine, sırasıyla;

1) Avrupa ile entegrasyonu hedefleyen iş dünyası ve demokrat kamuoyu,

2) Necmettin Erbakan'a başbakan/komutan demeyi içine sindiremeyen Silahlı Kuvvetler,

3) Refah Partisi'ni uzun vadeli plan/çıkarları açısından tehdit sayan bazı İslami hareketler muhalefet etti...

Aradan geçen üç yılın bilançosu kabaca çıkarıldığında...

Avrupa ve demokrasi hedeflerinde küçümsenemeyecek yol alındı. Helsinki'den sonra hiçbir şey eskisi gibi kalamadı. 28 Şubat'ın mağrur partileri son seçimden mağdur çıktı. Ama diğer iki cephede işler biraz karıştı...

28 Şubat'ın sembol isimlerinden Orgeneral Çevik Bir'in ardından Tümgeneral Erol Özkasnak da Şûra'da emekliye sevk edildi...

Kurum ve kişi formatına uygun düşen sorular bellidir:

1) 28 Şubat süreci iki generalin kişisel suçu mudur, yoksa kurumsal bir tepki midir?

2) 28 Şubat koşulları altında bugünkü komutanlar farklı mı düşünecek, hareket edecekti?

3) Bugünkü koşullarda emekliye ayrılan komutanlar 28 Şubat sürecindeki gibi mi davranırlardı?

Geçelim Fethullah Gülen'e... Gülen'i 28 Şubat sürecinde ''Refah yanlış yapıyor'' dediği için baş tacı eden siyasiler ve medya bu kişinin cemaat/kanaat önderi olduğunu zımnen kabullenmedi mi?

İki cumhurbaşkanı, üç başbakan bu kişiden oy dilenmedi mi? Kurumu ve cemaatine sırnaşılırken kişiyi hapse atmak akıllı çözüm mü? Bu soruların yanıtlarını kafanız karışmadan veriyorsanız, kurumları tartışmak yerine kişilerle uğraşmaya devam edin, bizce mahzuru yok.

Evet.. 'Fethullah Gülen Sendromu', bu tür sorular, iddianamelerve suvunmayanya dolu..

Cemaat mi, Devlet mi Daha Modern?

Cumhuriyet'le birlikte sürekli gündemde olan 'modernleşmek', elbet sadece ileri teknolojinin araçlarını kullanmaktan öteye boyutlar içerir..

Modernleşmenin, demokratikleşmek, hukukun üstünlüğünü kabul etmek, sivilleşmek, insan hak ve özgürlüklerini egemen kılmak gibi boyutlar taşıdığını da gördük..

Bu arada sosyologlar, cemaatlerin çağdaş iletişime girmesini ve kentleşmenin cemaatlere yansımasını da modernleşmenin içeriğinde ele aldılar.

Örneğin sosyolog Prof. Dr. Nilüfer Göle, Fethullah Gülen olayını, 'geleneksel bastırılmışlık ile modern taşkınlık' arasındaki ilişkilere bağlıyor:

- Türkiye'de yaşayan bizler son 20 senedir bir sarsıntıya tutulduk. Çağı yakalamak ile kendimizi tanımak arzusu arasında gidip geliyor, hırs, öfke ve heyecan arasında dalgalanıyor, dünya ile ruhumuz arasında kendimize el yordamıyla bir yol açmaya çalışıyoruz. Henüz resmedilmemiş kimliğimiz, netleşmemiş desenimiz üzerine kavga veriyoruz.

Türkiye geçmişiyle geleceği, gelenek ile modernlik, kendisiyle dünya arasındaki ilintilileri kuramadıkça, Fethullah Gülen hocaefendinin deyişiyle, bunlar arasındaki 'metafizik gerilimi' tutamadıkça, taşkınlaşmaktadır; şiddet ve göbek atmaya başvurma bunun bir tezahürüdür. Fethullah Gülen'in düşüncesi bireyin tanımında tevazuyu, toplumsal dokuda muhafazakarlığı, medeniyet kurulmasında da İslâm'ı cazip kılmaktadır. Geleneksel bastırılmışlık ile modern taşkınlık arasında örselenmiş bireye Allah ile münasebetini kaybetmemiş insanların tevazuu ve hoşgörüsünü örneklemektedir. Batı bireyinin akılcı küstahlığı ve yalnızlığı karşısında, imanı ve marifeti 'kalp kültürü'ne birleştiren 'muhabbet' insanlarını müjdeleyerek yeni bir özgüven kapısı açmaktadır.

Türkiye'de ilk defa mühafazakâr düşünce ile siyasi liberal hoşgörünün derin bir terkibine şahid oluyoruz. (Zaman-27-8-1995)

Yeni Milliyetçilik...

Prof. Dr. Nilüfer Narlı'ya göre ise, Gülen Olayı, 'Pan-İslamcılık'tan Yeni Milliyetçilik'e geçiş'tir:

- Fethullah Hoca, İslâmî görüşlerini Said-i Nursî'nin Nurculuk ekolünden türetmiş olmakla beraber, Said-i Nursî'nin milliyetçiliği yadsıyan Pan-İslâmcılık anlayışından oldukça uzaklaşmıştır. Fethullah Hoca'nın 'İslâmî' anlayışı, 'yeni milliyetçilik' ve 'yeni Osmanlıcılık' ile harmanlanmış farklı bir Nurcu anlayıştır. 'Yeni milliyetçilik' ve 'yeni Osmancılık' ile harmanlanmış farklı bir Nurcu anlayıştır. 'Yeni milliyetçilik' şöyle tanımlanabilir: Türklerin, Sovyetler'in dağılmasından sonra değişen dünyada ortaya çıkan Türk Cumhuriyetleriyle giderek artan bir yakınlaşma arzusu ve Türkiye'deki ayrılıkçı terörün yarattığı öfke sonucu şekillenen, kökleri Pan-Türkçülüğe dayanan bir milliyetçilik. Yeni Osmanlıcılık ise, 1980'lerde Osmanlı geçmişine duyulan ilginin artmasıyla bugünkü sorunlara çare ararken, sık sık Osmanlıya referans verilmesi ve şanlı geçmişin özlemle anılması.

1995 Ramazan ayındaki iftar yemeklerinde sergilenen 'modernist', 'toleranslı' İslâm anlayışı, son yıllarda İsl3ami hareketin güçlenmesi sonucu, 'Biz müslüman değil miyiz?' feryadıyla kimlik krizini dışa vuran kişiler için Fethullah Hoca bir referans insanı oldu. Hoca'nın bu çıkışı, milliyetçiliği yadsıyan Pan-İslâmî görüşleri öne çıkaran 'radikal' siyasî söylemi benimseyen çevrelerce hoş karşılanmamıştır. Bu çevreler, Hoca'nın talebelerinden, 'Kemalist İslâmcılar' olarak söz etmişler, kendisini 'devletle işbirliğine girmekle' suçlamışlardır. (Cumhuriyet-16 Ağustos 1995)

Laiklik konusunda en tavizsiz tutum sergileyenlerden biri olan Oktay Ekşi de, Gülen'in bir cemaat iledir kimliği ile, siyasi liderlerle görüşmesinin 'laiklik adına' eleştirilmesini yanlış buluyor:

- Son günlerde CHP'de 'Fethullah Hoca' krizi çıktı. Bildiğimiz gibi Fethullah Gülen isimli din adamı -belli ki kendisine saygı duyan hayli geniş bir de kesim var- geride kalan Kurban Bayramı günlerinde, Başbakan Yardımcısı CHP Genel Başkanı Hikmet Çetin'i evinde ziyaret etmek istedi.. Bu bir 'bayram tebriği' nitelikli bir istek. Nitekim Çetin de kabul etmiş ve görüşmüşler.

Görüşmelerde Fethullah Hoca, Hikmet Çetin'den bir istekte mi bulunmuş? Örneğin, 'Anayasanın şu 24. maddesinin son fıkrasını korumak istiyormuş gibi görünüyorsunuz. Oysa laikliği korumayı beceremiyorsunuz. Bari tümden vazgeçin de Laik Cumhuriyetin defterini kolayca dürelim mi' demiş?

Hayır iki tarafın da söylediğinden anlaşılan o ki, aralarında siyasetin 's' harfi bile geçmemiş. Nitekim Fethullah Hoca'nın dünkü gazetelerde yayınlanan bir açıklaması var. Sağlam dokulu bir mantık örgüsüyle demiş ki, '(...) kaderimin bir parçası bildiğim devletimin ve milletimin kaderini bir ölçüde elinde tutan idareciler ve siyasî liderlerle yaptığım görüşmelerin yadırganmasını, bu çevrelerin taşıdıkları sıfat, bulundukları konum ve ihraz etmiş oldukları seviye ile telifte güçlük çektiğimi itiraf etmeliyim.'

Adam diyor ki, ben bu ülkenin vatandaşıyım. Bu devletin emekli bir memuruyum. Beni yönetenlerle konuşmamda ne sakınca var?

Üstelik 'görüşme' talebi kendisinden gelmiş. Dahası... Ziyarette bulunmak için, her iyi dilekli insanı, ötekine bu dileğini iletmesine olanak sağlayan bir dinî bayram gününü seçecek kadar da dikkatli davranmış.

Hikmet Çetin'i bu yüzden eleştirenler, bayram günü kendilerini ziyaret etmek için, Fethullah Gülen isimli zattan değil de, toplum için, ailesi için, insanlık için yüz karası sayılacak olaylara bulaşmış bir kişiden 'Sizi ziyaret etmek istiyorum' diye bir teklif gelse, reddedebilirler miydi? Reddetseler 'insanlık' açısından ötekinden daha aşağı bir duruma düşmezler miydi?

'Laiklik' konusunda yıllardır yapılan uyarıları alay konusu yapanlar bu duyarlılığı bugün 'laiklik' adına gösteriyorlarsa, bilsinler ki yanlış yerde, yanlış zamanda, yanlış kapı çalıyorlar. (Hürriyet-23-6-1997)

Fethullah Gülen Cemaatinin kamuoyuna açılmasından başlayarak, konuyu önemli bir sosyal olay biçiminde gören ve televizyon haberciliğine de konu eden Mehmet Ali Birand ise, konu '28 Şubat gündemi'ne girdiği andan başlayarak görüş açıklamış..

Herkes Düşman mı?

Birand'ın bu konudaki yazılarından biri, 11 Mayıs 1997 tarihli:

- Laik kesim ile İslamcılar arasındaki gerilim bütün hızıyla sürüyor. Cepheleşmeye doğru kayıyoruz... Bizler tüm İslamcılar'ı, hatta dindarları ve politik İslâm peşinde koşup bunu kullanmak isteyen radikalleri aynı potanın içine koyuyoruz. Aralarındaki farklılıkları görmezden geliyoruz. Oysa onların arasında da çok farklı renkler var. Liberal yaklaşımı benimseyenler, ülkenin sistemini değiştirme peşinde koşmayanlar, gerçek demokratlar da var. Bunu açıkça da söylüyorlar.

Bence bu kategorinin en belirgin örneği de Fethullah Hoca'dır.

Oysa bakıyoruz, bazılarımız Fethullah Hoca'nın temelde, Refahlı radikallerden pek farklı olmadığı, onun hedefinin de şeriata dayalı bir düzen kurmak, Türkiye'yi dine dayalı bir devlet düzenine sokmak olduğunu söylüyorlar ve 'Fethullah Hoca daha tehlikeli, zira yavaş yavaş hedefe varılması gerektiğine inanıyor. Refah'ı da bundan dolayı, yani çok acele ettiğinden dolayı eleştiriyor' diyorlar. Bence bu tutum hatalı.

Laik kesim, kendi dışlarında kalan tüm dindar çevreleri bir blok halinde görmemeli. Nüansları kaçırmamalı.

Fethullah Gülen bu köşede sık sık övülmüş bir kişidir. Uzlaşı ve hoşgörü dolu, İslam'ın gerçek değerlerini gösteren, Türkiye'yi dine dayalı bir sistemle yönetmeyi değil, gerçek dindarlara saygı gösterilen bir ülke olması için çalışan bir yaklaşım ile ön plana çıkmıştır.

Fethullah Gülen'in çalışmalarını incelediğiniz zaman, bambaşka bir dindar ile karşı karşıya kalıyorsunuz. Şimdi böyle bir insanı da dışlarsak, bu işin sonu nereye gider?

Bindiğimiz dalı kesmiş olmaz mıyız?

Eğer Türkiye'yi şeriattan korumak istiyorsak, mücadele şekli bu değildir. Başkalarını karalamak, dövmek yerine, gelin bizler de inançlarımızı savunalım, topluma laikliği iyi anlatalım. (Sabah-11-5-1997)

Birand''ın ikinci yazısının tarihi ise 15 Ocak 1998 ve başlık 'Fethullah Gülen Muamması':

İslam'a ağırlık veren grupların giderek artan şekilde geliştikleri, serpildikleri ve güçlendikleri... Bunlar iki gruba ayrılıyorlar.

1. Siyasal İslam'ı kendilerine ideoloji olarak seçenler toplumu İslâmîleştirmenin yolunu 'cihad' ile deniyorlar.

Yani, İslâmî bir devrim peşinde koşuyorlar. Çağdaşlıkla kavga ediyorlar. Demokrasiyi benimsediklerini ileri sürmelerine rağmen, hiçte demokratik olmayan bir yaklaşım içinde hareket ediyorlar.

2. Diğerleri ise, geleneksel İslâmî savunuyorlar. Yani bireyin dine önem ve öncelik vermesini sağlamaya çalışıyorlar. Toplumlarda radikal değişiklikler yaratmak peşinde değiller. Zamanla, anlatarak, eğiterek İslami anlayışı bireye indiriyorlar. Kavga yerine hoşgörüyü, uzlaşıyı tercih ediyorlar..

Bu iki yaklaşım arasında karşılıklı ve sert bir eleştiri kampanyası sürüp gidiyor.

Fethullah Gülen ikinci gruba giriyor

Fethullah Gülen'in etrafını çevirenler ikinci gruba giriyorlar. İslami rengi ağır basan bu cemaat 3-4 milyonluk bir topluluğu etkiliyor.

Vakıflarıyla, medyası, ticaret-finans kurumları ve eğitim kadrolarıyla çok etkin bir dev mekanizma oluşturulmuş.

Kendine özgü, yumuşak yaklaşımlı bir mekanizma. İşte sorunlar da, bundan kaynaklanıyor.

Bir türlü damga vuramıyoruz. Oysa, alışkanlığımız var. Ya irticacı, yani kötü veya laik, yani iyi damgası vuramazsak rahat edemiyoruz. Ya din devleti kuracağına karar vermeliyiz veya cumhuriyetçi ve Atatürkçü olduğuna inanmalıyız.

Hepimizin içini bir kurt kemiriyor.

Fethullah Gülen'e net bir damga vuramamanın sıkıntısı içindeyiz.

(Sabah-15-1-1998)

Bütün bu değerlendirmeler, yazar Etyen Mahçupyan'ın yorumu ile, 'modenleşme'ye ilişkin kararsızlıklara dayanıyor..

Mapçupyan, 22 Haziran 1999'da 'Radikal'de yayınlanan yazısında cemaat ile devlet arasındaki ilişkileri şöyle yorumluyor.

Cemaat ve Devlet

- Türkiye toplumunun bir 'olgunluk'tan ziyade, kendi devletini çok iyi tanımaktan ve onun karşısında güçsüzlüğünün farkında olmaktan kaynaklanan bir atalet ve sosyal depresyon durumu yaşadığını söylemek mümkün. Bu noktaya bir anda gelinmedi. Arkamızda yüzlerce yıllık bir 'devlet deneyimi' var. Yani aynı devlet zihniyetini süreklilik içinde yaşamaktan gelen bir içsel bilgiye sahibiz. Çünkü cumhuriyet ve modernleşme sadece toplumsal yapı içindeki reformlarla sınırlı kaldı; cemaatçi yapıyı kırıp vatandaşlığı yarattı, ama devletle toplum arasındaki ilişkiyi aynen korudu. Öte yandan devletin kurumsal yapısında daha 'rasyonel' modellere geçildiyse de, devletin iç işleyişinde geçmişten gelen ataerkil yapı sürdürüldü. Devlet, siyasetin esas alanı olmaya devam etti ve hamilik müessesesi çerçevesinde hareket eden devlet içi odakların enformel siyaseti devletin kimliğine damgasını vurdu.

Diğer bir deyişle, Türkiye'de bugün bile siyasi partilerin siyaseti, günümüz dünyasına uyum zorunluluğundan kaynaklanan ve devletin kerhen katlandığı bir 'vitrin' mahiyetinde.

Toplumun temel meseleleri bürokratik mekanizmanın inisiyatifine kaldığı ölçüde, asıl siyaset devletin iç alanına girilince başlıyor ve hizipler eliyle yürütülüyor.

Dolayısıyla siyasi alan açısından bizim 'çağdaşlaşmamızın' iki önemli özelliği var: Birincisi, siyaseti aynen Osmanlı gibi devlet tekeli altına almış bir yönetim zihniyetinin egemenliği. İkincisi ise toplumun vatandaşlar olarak homojenize edilmesinin sonucunda, bu devletin zihniyetine direnecek bir toplumsal muhalefetin engellenebilmesi.

Modernleşmenin sadece cemaatler düzleminde geçerli olup devletin işleyiş mantığını değiştirmemesi, sonuçta geçmişe oranla daha da tahakkümcü bir devlet-toplum ilişkisiyle sonuçlanmış gözüküyor. Böylece cemaatleri yasaklayan bir düşüncenin taşıyıcıları, bizzat kendilerini cemaatleştirmiş oluyorlar. Cumhuriyet'in iktisadi ve sosyal tarihi, devletin adım adım bir cemaat haline gelmesinin ve siyaseti kendi içine çekerek rant sistemleriyle bütünleştirmesinin de tarihi. Bugün devlet Osmanlı toplum modeline benzer bir yapılanma içinde: Tüm iç kurumlar birer cemaat olarak çalışıyor; her birinin içinde açık veya gizli hizipler ve hizipler arasında kurumsal yapıları aşan enformel bağlar mevcut. Dolayısıyla çok da endişelenmeyin: Onların birbirlerini dinleme ihtiyaçları bizleri dinleme arzularından çok daha fazla. (Radikal-22-6-1999)

Yazar Murat Belge ise, Gülen konusunda karmaşık düşünceler içinde bulunanlardan biri.. 'Radikal' deki yazısında, şöyle yorumluyor olayı:

- Şu aşamada, Gülen'in kasetlerini dinlemiş biri. 'İşte gördünüz. Adam sinsi ve uzun vadeli bir plan kurmuş. Bunu gerçekleştirmek için de geniş bir örgütlenmeye girişmiş, adım adım ilerliyor. Hedefi siyasi iktidarı ele geçirmek. Ama neyse ki suçüstü yakalandı,' diyebilir. Buna bu düzeyde karşı çıkıp, 'Hayır, öyle bir durum söz konusu değil,' demek doğrusu çok zor. Ama tartışmanın kanalını değiştirmek ve şunları sormak da mümkün: 'Evet, peki böyle yapmışsa ne olmuş? Siyaset yapmak bu değil mi? Örneğin bir sol siyasi önder de aynı ilkeleri salık vermez miydi? Varolan siyasi/hukuki düzen, vicdanen meşru sayılan bir görüşü yasaklıyorsa, o görüşe inanan insanın nasıl bir politika yapmasını bekliyorsunuz?'

Bu gibi soruları da 'saçma' diye bir kalemde silip atmak doğru olmaz. Ama ben konuyu mümkün olduğu kadar 'hukuk' çerçevesinin dışında ve 'siyaset sosyolojisi' çerçevesinin içinde ele almak istiyorum. Özellikle şu nedenle: Gülen'in konuşmalarının hukuk içinde tartışılması karşıt yaklaşım uçları yaratabiliyorsa, bunun bir nedeni de Gülen'in yürüttüğü politikanın kendisinin ciddi bir 'karma' nitelik taşıması.

Bu politikanın özünde, Türkiye'nin ve Ortadoğu'nun 'kabailistik' diye karakterize edebileceğimiz siyasi gelenek yatıyor. Şu veya bu nedenle düzenin 'kabul edilemez' saydığı bir politik görüş (bu, belirli nedenlerle, sadece bir 'klik' sorunu da olabilir), ister istemez, gelenek olarak 'illegal' denecek bir çekirdek biçiminde örgütlenir. Bunun altında yatan temel etken, böyle ülkelerde kitlelerin nihai belirleyici olduğu demokratik bir siyasi geleneğin varolmamasıdır. Bugünlerde basından izlediğimize göre hükümetin DSP ve MHP kanatları arasında, devlete kadro almak için uygulanacak sınav yöntemi konusunda ciddi bir tartışma sürüyor. Niye? Çünkü böyle toplumlarda 'kadro' son derece önemli. Yani, bugün Gülen bağlamında tartışmadan kopuk ya da bağımsız değil. (Radikal-22-6-1999)

Bütün bu yorumları, 'gününde' değil, bu çalışmada verdiğimiz biçimde 'bir arada' okuduğunuz zaman, 'Hocaefendi Sendromu' ile neyi ifade etmek istediğimizi görürsünüz..

Sosyal olayları, sadece medyatik kampanyaları, sadece medyatik kampanyalar, suçlamalar ve iddianameler içinden izlemek, sağlıksızdır..

Cemaatler, Türkiye'nin bir gerçeğidir..

Bunları anlamaya çalışmak, çağdaş aklın gereğidir..

Toplumda yıllardır ve olumsuz yönleri ile tartışılan ve bağlı kurumları ile bir ülke gerçeği haline gelen Fethullah Gülen Cemaati'ni anlamak, Türkiye'yi de anlamamızı sağlayacaktır..

Türkiye'de Herkes Suçlu mu?

DGM Savcısı Nuh Mete Yüksel'in 'İddianame'sindeki bazı suçlamalar, aslında şaşırtıcı.. Örneğin 'İddianame'ye göre, Fethullah Gülen'in Onursal Başkanı olduğu Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı'nın 'Abant Toplantıları'da, laiklik ve devlet kavramlarına karşı düşüncelerin şekillendirildiği bir eylemin mekanı..

18-19 Temmuz 2000 tarihinde Abant Toplantısı (Platformu)'nın nihai bildirisini aynen alıntılıyan iddianame, şu suçlamaları gündeme getiriyor (s.75-76)

- Görüldüğü gibi sanık Fethullah Gülen'in onursal başkanlığı yaptığı bu toplantıda laiklik ve devlet kavramları erozyona tâbi tutulmuş, hak ve özgürlüklerin tanımı ve sayımında laikliğin kısıtlayıcı bir ilke olarak yer almaması gerekir denilerek, yasalarımızda yer alan laikliği koruyucu düzenlemelere karşı çıkılmıştır.

- Bildiride vatandaşların inançlarını hayata geçirmeleri karşısındaki engeller kaldırılmalıdır denilmektedir. Günümüzde vatandaşlarımız esasen inançlarını yaşamakta, ibadetlerini tam bir serbestlik içinde yapmaktadırlar. Eğer inançların hayata geçirilmesinden maksat siyasi, hukuki ve iktisadi alanlarda düzenlemeler yapılması ise bunu yapmaya hiçbir kimsenin gücü yetmeyecektir.

- Yine bildiride toplumdaki birtakım sıkıntıların temelinde vatandaşların yaşama tarzlarına müdahale yatmaktadır. İnsanlar inançların yaşama tarzlarına müdahale yatmaktadır. İnsanlar inançlarına göre yaşama haklarını kullanmalıdır, laiklik kadına karşı ayrımcılık şeklinde sonuç doğurmamalı, onu kamu alanındaki haklarından mahkum etmemelidir şeklindeki kararlarla üstü kapalı olarak türban ve başörtüsü konusunda aşırı dinci çevrelere destek verilmiştir.

- Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı'nın Abant Toplantısı'nda oluşturulan 3'ncü çalışma grubunun çalışmaları sırasında verilen iki öneride 'laiklik teriminin tıpkı tam karşıtı olduğu teokrasi terimi gibi karanlık bir terim olduğu' belirtilerek bu deyimin yani laikliğin Anayasa'dan çıkartılması istenmiştir. Verilen üçüncü bir öneride ise laiklik ilkesi bir kazanım olduğu düşünüldüğünden terim olarak korunuyor ve diyanet İşleri Başkanlığı'nın bir devlet birimi olmaktan çıkarılarak dinler ve inançların topluluklara bırakılması istenmiştir. Fethullah Gülen'e bağlı Gazeteciler ve Yazarlar vakfı Abant Toplantısı'nda devlet ve laiklik kavramları aşındırılıp aşırı dinci faaliyetlere destek verilerek hedefe giden yolda ilerleme kaydetme çabaları mevcuttur.

Savcı, bu suçlamalarına kanıt olarak da, 'Abant Bildirisi'ni bazı maddelerini siyah dizdirerek veriyor (s.74-75)

Tehlikeli Görüşler...

İşte 'savcı'nın 'laiklik' ve 'devlet' kavramları açısından tehlikeli gördüğü maddelerden bazıları.

4- Devlet, metafizik veya siyasi anlamda kutsallığı bulunmayan beşeri bir kurumdur. Devlet, bireylerin doğal, insani ilgi ve ihtiyaçlarını yerine getirmek için var olup, ereğini ve işlevini bu ilgi ve ihtiyaçlarda bulur. Yaşama, güvenlik, adalet, özgürlük, bilgi ve ihtiyaçların en temel ve doğal olanlardır. Devletin her türlü ideolojiye, inanç ve felsefi görüşe eşit mesafede bulunması gerekir. Devletin totaliter, otoriter, sert, dayatmacı bir resmi ideolojisi olamaz. Yukarıda zikredilen devletin ana görevlerini milletin emrinde oldukları bilinci ile ve yetki gaspına neden olmadan yapmak zorundadırlar. Demokrasi, insan hakları, özgürlük ve barış içinde yaşama gibi değer ve talepleri bir ideolojinin unsurları olarak görmüyoruz. Devlet, bütün dinlerin, inançların, dini yorumların önündeki engelleri kaldırır. Din ve vicdan özgürlüğünün, dini inançların gereklerinin serbestçe yerine getirilmesini herkes için güvence altına alır.

6- Devlet, hukuk devleti çerçevesi içerisinde dini inançları ve felsefi kanaatlar konusunda tarafsız bir konumda olmalıdır. Vatandaşların inanma ve inanmama hakkını korumalı ve inançlarını hayata geçirmeleri karşısında duran engelleri ortadan kaldırmalıdır. Laiklik esas itibariyle bir devlet tutumudur. Laik devlet, dini tanımlamaz, bir din siyaseti de gütmez. Temel hak ve özgürlüklerin tanımı ve sayımında laikliğin kısıtlayıcı ibr ilke olarak yer almaması gerekir.

7- Türkiye'nin kısım güncel sıkıntıların kaynağında, vatandaşların yaşam tarzlarına müdahale ve bu konudaki hassasiyetleri yatmaktadır. Laiklik din karşılığı değildir. Yaşam tarzına müdahale edilemez biçiminde anlaşılmalıdır. Laiklik bireylerin özgürlük alanını genişletmeli, özellikle kadına karşı ayrımcılık şeklinde sonuç doğurmamalı, onu kamu alanındaki haklarından mahrum etmemelidir.

9- İnsanların dini ve felsefi inanç ve kanaatleri ile inançlarına göre yaşama haklarını kullanmaları açık ve yasallığını hukukun üstünlüğü ilkesinden alan bir kamu düzeni kuralı olmadıkça, kimsenin cezalandırılmasına, kamu görevinden uzaklaştırılmasına, eğitim ve diğer kamu haklarından yoksun bırakılmasına sebep veya gerekçe kılınamaz. Laiklik ilkesi insan haklarında mutlak eşitlik ilkesi ile adalet ilkesinin tarafsız uygulanmasından, hiçbir dini ve felsefi görüşe ödün vermeme anlamında teminata kavuşturulmalı, ikinci aşamada da bütün mevzuat gözden geçirilmeli, vatandaşların ciddi boyutlara varan edişe ve ıstırapları giderilmelidir.

Bu maddelerde ifade edilen düşüncelerin 'Siyasal İslam'ın devlete ve laikliğe karşı tehdit oluşturduğunu varsaymak, en fazla 'liberal düşünce'nin tepkisine yol açmakta..

Rejimi Korumak...

Örneğin, 'Liberal Düşünce Topluluğu'nun Başkanı Prof. Dr. Atilla Yayla'nın, devletin rejimi korumak konusundaki davranışlarına bakış açısı özetle şöyle (Liberal-dt.org.tr)

- Son yıllarda toplumsal değişmeye paralel olarak Türk politikasında İslamın yükselişe geçmesi ve sosyo-politik sistemin hatırı sayılır aktörlerinden biri haline gelmesi karşısında kimi akademisyenler, büyük medya ve genel olarak devlet seçkinlerinin bir süredir alarm psikolojisi içine girmiş olduğu biliyor. Zaman zaman aynı ruh hali 'sistem karşıtı' olduğu varsayılan başka siyasi hareketler -sosyalizm, Kürtçülük gibi söz konusu olduğunda da yaşanmaktadır. İlginç olan nokta, vaktiyle devletin bu tutumundan zarar görmüş olan kimi sol-sosyalist çevrelerin de İslam'a karşı devletçe başlatılmış olan bu seferberlik havasına kedilerini kaptırmaları. Hatta, bunların bir kısmı, daha da öteye giderek, ya devleti dindarlara karşı açıkça tahrik ediyor, ya da devletçi sektöre 'demokrasinin korunması' konusunda gönüllü 'teorik' destek sağlıyor.

- Aralarında kimi akademisyenlerin de bulunduğu, sözcülerinin fazlasıyla ciddiye aldıkları bu teorik desteğin özü şu -ki bu ikinci kez oluyor-: Başta belirttiğimiz gibi, diyorlar ki, demokrasinin kendisini yıkmak isteyen 'sistem karşıtı' hareketlere karşı kendini savunmak hakkı vardır. Bu çerçevede Alman Anayasa Mahkemesi'nin yaklaşık yarım asır önceki bir içtihadına atıf yaparak, demokrasinin 'militan' olmak zorunda olduğunu ileri sürüyorlar. Onlara göre, 'sistem karşıtı' veya 'aşırı' ideolojik hareketlere karşı tedbir almaması demokrasinin kendi ölümünü hazırlaması demektir. Hemen şunu belirteyim ki, bu dramatik hikayenin hakikatle hemen hemen hiçbir ilgili yoktur. Garip bir şey var: Bir-iki akademisyenin bu konuda yazıp-söylediklerine bakınca sanırsınız ki ortada gerçekten de 'militan demokrasi' diye evrensel bir teori var!.. Aslında ciddi bir argüman sayılamayacak olan bu muhakeme tarzının, 'demokrasinin korunması'yla ilgili bu galat-ı meşhurun, analitik bir sorgulama karşısında ayakta durması mümkün değildir. Bir kere, bu akıl yürütmenin kendisi teorik olarak demokrasiyle ilgili olmadığı gibi, 'demokratça'da değil. Sebebine gelince...

- Demokrasiyle ilgili değil; çünkü, bu, herhangi bir ülkedeki -demokratik olması şart değil- yerleşik düzenin olduğu gibi devamını isteyenlerin başvurabilecekleri türden bir mantık. Nitekim, öyle de oluyor: Bütün otoriter ve totaliter rejimlerin egemenleri muhaliflerini saf dışı etmek istediklerinde bun mantığa sarılıyorlar. Bu argüman demokratça da değil; çünkü, demokrasi içinde farklı söylemlerin meşru olarak var olma ve yöntemlerle olabilir. Çünkü, şiddetin devreye girdiği yerde 'söz'ün yeri yoktur; orada demokrasinin gıdası olan 'konuşma' ve 'tartışma' yapılamaz. Dolayısıyla, demokratik bir rejimin şiddet hareketlerine mukabele etmesi zorunludur. Bir şartla ki, başkaları ne yaparsa yapsın, demokratik rejimler bu tür meydan okumaların üstesinden ancak hukuk yoluyla gelebilirler, çetecilikle veya 'devlet terörü'yle değil.

- Türkiye'de 'demokrasinin kendini savunma hakkı'ndan söz edenlerin meramının bu olmadığı açıktır. Çünkü, terörizme veya şiddetin herhangi bir biçimine devletin karşılık vermesi konusunda ne Türkiye'nin içinde ne de uluslar arası camiada bir ihtilaf vardır. Bu husustaki uyuşmazlık, mukabelenin yöntemiyle ilgilidir. Ne yazık ki, Türkiye'de devlet bu işi yaparken, zaman zaman kendini hukukla bağlı saymama eğilimi içine girmektedir ki, bu da demokrasiyi toplumdan değil olsa olsa devletin kendisinden korumak gerektiğini bir kere daha hatıra getirmektedir.

- 'Sistem karşıtı' hareketlerle kastedilen eğer 'aşırı' sayılan kimi ideolojik gruplar ise, o zaman 'demokrasinin kendini savuma hakkı'na sahip olduğu iddiası büsbütün temelsizdir. Çünkü, böyle bir iddia, doğrudan doğruya, demokrasinin temelini oluşturan ifade özgürlüğünün ve siyasi katılmanın asli birer yurttaşlık hakkı olarak varlık ve meşruluğunu reddetmektir. Doğrusu şu ki, bir demokraside, yasaklanması ve dışlanması gerektiği anlamında, 'aşırı' görüş yoktur; bütün felsefi, dini ve ideolojik pozisyonların barışçı yöntemlerden ayrılmadıkları sürece kendilerini serbestçe ifade edebime ve kamusal tartışmaya -bu arada, siyasete- katılma hakkı demokrasinin özünü oluşturur. Aksi halde o rejimin adı demokrasi olmaz.

- Yönetim ve iktidar mevkiinde olanların veya kimi toplumsal kesimlerin, hatta toplumun büyük çoğunluğunun barışçı yoldan ifade edilen herhangi bir siyasi görüş veya tutumu 'yanlış', 'tehlikeli' veya 'zararlı' görmeleri, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin de müteaddit kararlarında işaret edildiği gibi, onu demokrasinin dışına çıkarmaz. Demokraside bu tür pozisyonlar 'sistem dışı' değildir. Bunlar ancak onlardan başka bir görüşe peşinen angaje olmuş otoriter veya totaliter rejimlerde (yeni, ideolojik devletlerde) 'sistem dışı'dırlar. Demokraside ise, tam aksine, 'ortak iyi'nin sağlıklı bir biçimde tespiti için bütün farklı ('aykırı', 'muhalif') görüşlerin -ister grup, ister dernek, isterse siyasi parti hüviyetiyle olsun- kamusal tartışmaya katılmalarının güvence altında olması şarttır. Bundan dolayı, ihtiyacımız olan şey, demokrasiyi 'aşırı' görüşlere karşı 'korumak' değil, barışçı yollardan ayrılmadığı sürece her türlü görüşün kendini ifade etmesini ve örgütlenmesini güvence altına almaktır. Kaldı ki, 'aşırı' yaftasını kullanmayan bir kere başladınız mı, statükoya muhalif olan her hareket -temsil etmesi muhtemel kimi evrensel değerleri görmezlikten gelerek- bu şeklide yaftalayıp etkisizleştirme ihtimali vardır.

- Aslında bakarsanız, demokratik rejimlerde 'aşırı görüşler' söyleminin -belki faşizm dışında- tümüyle terk edilmesi gerekir. Çünkü, bir görüşü 'aşırı' olarak nitelemek ahlaki tartışmayı imkansız kılmaktadır. Bir demokraside hiçbir görüş alternatifleriyle tartışmaya girmeden 'aşarı' ('zararlı', 'tehlikeli'...) olarak nitelenemez. Aksi durum, diğer görüşleri 'aşarı' ('zararlı', 'tehlikeli'...) olarak nitelenemez. Aksi durum, diğer görüşleri 'aşırı' olarak niteleyebilmek avantajına sahip olanların -genellikle egemen konumda olanlar- bütün muhalif görüşleri gayrimeşru olarak yaftalayıp tartışma dışı bırakması demektir.

Meseleye pratik açıdan bakıldığında da, 'militan demokrasi' anlayışının aslında demokrasi için bir tuzak olduğunu görmek zor değildir. 'Militanlaşan' bir demokrasinin, sözde kendini korumak adına, zamanla demokrasinin, sözde kendi korumak adına, zamanla temel (sivil ve siyasal) özgürlükleri baskı altına alması ve en sonunda demokrasi olmaktan çıkması kaçınılmazdır. Bu yolun son durağı faşizmdir. Böyle bir durumda da korunan aslında demokrasi değil, demokrasiyi korumaktan söz edenleri avantajlı kılan yerleşik düzen olur.

- Türkiye örneği bunu, zihni kapasitesi dümura uğramamış olan herkesin anlayabileceği kadar yalın bir biçimde göstermektedir. Nitekim, bütün kanıtlar gösteriyor ki, Türkiye'de 'demokrasinin kendini koruma hakkı'ndan söz edenler aslında kendilerinden yana taraflı olan kurul düzeni ve güç ilişkilerini değişmez halinde ne büyük sermaye ve onun medya uzantısı devletin tasarrufunda olan kamu kaynaklarını yağmalamaya devam edebilir, ne sivil ve asker kanadıyla kamu bürokrasisi vesayetçi konumlarını sürdürebilir, ne de devletçi seçkinler ayrıcalıklı statülerini koruyabilirler. Dikkat edilirse, Türkiye'de, sözümona 'sistem karşıtı' toplumsal ve siyasal hareketlerin bastırılmasını talep edenler menfaatleri bu düzenin değişmemesine sıkı sıkıya bağlı olan kişi ve kesimlerden başkası değildir. Onlar bu taleplerini çıplak olarak ifade etselerdi herhangi yadırganır ve eleştiriye maruz kalırlardı. Bunun yerine, dahi akıllıca davranarak, 'demokrasinin korunması' söylemini bu meşruluk kalkanı olarak kullanmayı tercih etmektedirler. Mesele bundan ibarettir.


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: Hocaefendi Sendromu
MesajGönderilme zamanı: 06.01.11, 01:03 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 20.01.09, 10:20
Mesajlar: 239
İslam ve Laiklik

'Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı'nın çeşitli faaliyetleri ve 'Abant Platformu'na gelince, bunlar da, bir suç örgütünün gizli ve yıkıcı eylemleri, herhalde değil.

Örneğin Abant Toplantıları, 14 Haziran 1998'de, yine vakfın öncü organizasyonu ile yapılan 'İslam ve Laiklik Sempozyumu' kararları üzerine, vücûda gelmiş.. İslam ve Laiklik Sempozyumu'na katılan, konuşma yapan ve 'sonuç bildirisi'nin yazılmasına katkıda bulunan isimlere baktık.

İşte bazıları.. Taha Akyol, Prof. Dr. Atilla Yayla, Prof. Dr. Mustafa Erdoğan, Prof. Dr. Niyazi Öktem, Prof. Dr.Hüseyin Hatemi, Prof. Dr. Mehmet Aydın, Prof. Dr. Yaşar Nuri Gündekin, Doç. Dr. Durmuş Hocaoğlu, Yasin Hatipoğlu, Oktay Ekşi, Yılmaz Karakoyunlu, Rıza Akçalı, Ali Bulaç, Dr. Gaffar Yakın

Sonuç Bildirisi...

Bu sempozyumun bildirisi de şöyle:

- 'Türkiye dünyanın yeniden yapılandığı günümüzde, Türkiye'nin 21. asırda daha güçlü olabilmesi için, laikliğin ve İslam'ın içinde yaşadığımız koşullara göre yeniden yapılanması gerekmektedir. Laiklik anlayışı yeniden yapılanması gerekmektedir. Laiklik anlayışı bugün modern Batılı ülkelerde sadece din-devlet anlaşılmamaktadır. Çağdaş demokratik ülkelerdeki laiklik anlayışının temel özellikleri şunlardır.

* Laiklik tarafsızlıktır. Devlet, tüm dinler, inançlar ve düşünce akımları karşısında tarafsızdır.

* Laiklik ferdi değil, devleti sınırlayan bir unsurdur. Devlet dine müdahale edemez, bilakis din ve vicdan özgürlüğünü garanti altına alır.

* Laiklik, amaç değil araştır. Asıl amaç özgürlükler ve toplumsal ve insan haklarının güven altına alındığı çoğulcu toplumu oluşturmaktır.

* Laikliğe, laikperestlik olarak algılayan jakomen yaklaşım, çağdaş Batı dünyasında kabul edilemez bir tutumdur. Çağdaş dünyada devlet dine karışmaz, farklılıkları zenginlik olarak kabul eder.'

Son 5 asırdır Batı dünyasında gelişen sosyokültürel değerlerin istilasına maruz kalan İslam dünyasının, kendi kültürel kaynakları açısından demokrasi, insan hakları, laiklik, çoğulculuk gibi çağdaş değerleri yorumlayarak, kendi mensuplarına açıklamalar getirmek zorunda olduğunu ifade eden konuşmacılar, İslam düşüncesinde yeni yorumların yazılmasının gerekliliğine işaret ettiler. Bu konudaki görüşleri kısaca şöyle sıralayabiliriz:

* Toplumumuzda uzun yıllardır din ve laiklik problemi vardır. Bugünkü genel kabullere göre, toplumun büyük kesiminde görülen din anlayışı, çağın ihtiyaçlarına cevap verebilecek konumda değildir. Aynı zamanda İslam'la çatışarak, İslam'ı dışlayarak, yok sayarak çağdaşlaşmayı gerçekleştirmek de mümkün değildir.

* Teokratik, yani din tarafından belli kalıplar altına alınmış bir fikri, uygulanabilir, dinî temelleri olan bir kavram değildir. Din değil, Müslümanlar siyaset yapmalıdır.

* Dinî alana baskı ve zorlama olamaz.

* Din şüphesiz ki vicdan işidir ama sadece vicdan işi değildir. Dünyaya ait, her zaman için geçerli zaman üstü prensipleri de vardır.

* İslam dini, halkın yönetime katılımını (bey'at, meclis, istişare vb. usullerle) öngörmektedir ki bu durum demokrasi ile uyumludur.

* Dünya işlerini düzenleme özgürlüğü insana verilmiştir. Kozmik manada yegane hüküm sahibi Allah'tır.

* İslam aklı kabul eder, bütün hükümleri aklidir ama akıl vahyin sınırlarını zorlamaz.

* İslam'da din ve vicdan özgürlüğü mevcuttur. Din zorlama ve dayatma kabul etmez. Ruhban sınıfı yoktur, kul ile Allah arasına kimsenin girmesi söz konusu değildir.

* İslam tarihi ve içinde yaşadığımız şartlar, gerekçeli biçimde değerlendirilmek zorundadır.

* Müslüman aydınların, demokrasi, laiklik, çoğulculuk, ve benzeri konuları tartışmaya devam etmesinde çok fayda vardır.

İlk Abant Toplantısı, bu sempozyumdan sonra, 16-19 Temmuz'da yapıldı..

Katılanlar arasında 'Siyasi İslam'a hiç ilişkili olmayan bilim adamları, yazarlar ve düşünürler de vardı..

İşte bazı isimler..

Prof. Dr. Toktamış Ateş, Prof. Dr. Elizabeth Özdalga, Dr. Mehmet Ali Kılıçbay, Şeref Oğuz, vb.

Şimdi DGM Başsavcısı'nın iddianamesinde, suç oluşturan fiillerin kanıtı olarak sunulan Abant Bildirileri, işte bu geleneğin bir ürünü..

Yani, uzlaşma, hoşgörü, laiklik ve dinin demokrasi içinde birlikteliğinin yollarının üretilmesi..

Demirel'e Ödül...

Abant Toplantıları'nı düzenleyen ve her yıl hoşgörü ödülleri dağıtan Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı'nın tanıtım kitaplarında da, geçen yıla kadar Cumhurbaşkanı olan, Hoşgörü Ödülü sahibi Süleyman Demirel'in sözleri var.

Fethullah Gülen'in Onursal Başkanı olduğu Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı'ndan 'Hoşgörü Ödülü'nü alırken, şöyle demiş Demirel:

- Türk milletinin birlik ve beraberliğini pekiştirecek bu gibi hareketlerin yanındayım...

Hangi inançtan, etnik kökenden gelirseniz gelin, bu vatan ve bu devlet sizindir. Bedeli sizin tarafınızdan ödenmiştir. Ben bu ülkenin her köşesinin ve her kişisinin Cumhurbaşkanıyım. Gelin birbirimize sarılalım.

Yapılan takdirde karşılıyorum. Bu ve benzeri programlar çok öğretici olmuştur.

Bu ödülü Türkiye'nin bölünmez bütünlüğüne, Türk milletinin mutluluğuna, barış içinde yaşamasına verilmiş sayıyorum.

Ama şimdi, 'Gülen Örgütü'nün tüm kuruluşları gibi 'Vakıf' da yargı önünde..

Gülen'i Suçlamak Yeter mi?

Türk kamuoyunun yıllardır gündeminde bulunan 'Fethullah Gülen olayı'nı irdelemeye çalıştığımız bu yazı-dizisinde, Gülen hakkındaki görüşleri ve bu arada DGM Savcısı Nuh Mete Yüksel'in iddianamesindeki suçlamaların özünü, birarada değerlendirdik.

'Gülen davası', yasaların bu olaya ne tür uygulanacağı tartışmalarından öteye, Türkiye'deki laiklik anlayışının farklı yaklaşımlarını da, kamuoyunun dikkat odağına getirecek..

Bu açıdan Savcı Yüksel'in iddianamesinde yer alan kaynakların ve suçlamalarla birarada okunması, sosyal bilimler açısından da Gülen hakkındaki lehte ve aleyhte yorumlarla birarada okunması, sosyal bilimler açısından da, olayın boyutlarını anlaşılması açısından da, önemlidir.

'Din', 'devlet', 'laiklik', 'cemaatler' ve 'suç' gibi kavramların birarada kullanılmasına alışkınız..

Ancak olaya, sadece ceza hukuku açısından bakmayan hukukçular ve yargıçlar da var.

Örneğin şu anda Yargıtay Başkanı olan Doç. Dr. Sami Selçuk, '2000-2001 Adli Yılı Açış Konuşması'nda, 'Laiklik' konusunda çok geniş yer verdi. Bu konuşmadan bazı alıntılar yapmayı da, 'Fethullah Gülen olayı'nın anlaşılmasına yardımcı olacağına inandığım için gerekli gördüm...

İşte Sami Selçuk'un 'laiklik' konusundaki bazı değerlendirmeleri (Özlenen Demokratik Türkiye, Yeni Türkiye Yayınları, Ankara 2000)

Laiklik ve laisizm

- Çoğunculuk, düşünce ve inançlar karşısında devletin yansızlığını gerektirir. Devletin bu konuda ne dayatacağı resmi bir görüşü, ne de dini vardır. Bunlar özgür yurttaşların özgür tercihlerine bırakılmıştır. Böylece çoğulculuk devletin yansızlığını, yansızlık da laikliği gerektirir. Devlet düşünceler karşısında yansız olursa, düşünce özgürlüğü, dinler karşısında tarafsız olursa, laiklik sağlanmış olur. Laik devlet hiçbir dine karşı değildir. Hiçbir dini de kayırıp, korumaz. Belli bir iyiyi, yaşam biçimini kimseye zorlamaz. Belli bir dünya görüşünü veya dini resmileştiren bir devlet, bunların dışındakileri önceden mahkûm etmiş ve bir noktada bunlara karşı zor kullanması kaçınılmaz hale gelmiş olur.

- Teokrasi de, laisizm de dinlerarası ve devletle dinler arası çatışmalara yol açmışlardır. O nedenle laiklik de çoğulcu olmalı, laisizme dönüşmemelidir. Laiklik bireyi değil, devleti sınırlar. Teokrasi, laikliğin karşıtı ve düşmanıdır. Demokrasinin seçeneği değil, yadsınmasıdır. Nasıl şovenizm ulusçuluğun yozlaşmış biçimiyse, laisizme de laikliğin yozlaşmış biçimidir.

- Tarih ve edebiyat, Eski Yunan, Roma Türk, Çin, Mısır söylencelerinden, Ortaçağ öykülerinden; felsefe Ermiş Augustinus'dan, Aquino'lu Thomas'dan, Gazzali'den vazgeçemez.. Devlet/kilise (din) ayrılığı, ikisi arasındaki diyalektiği kopartmamakta, egemenlik alanlarını düzenlemektedir. Dinsiz birey olabilir, ama Atatürk'ün deyişiyle dinsiz toplum olmaz. Olmamıştır da.. 1789-95 arasında Fransa'da, Stalin 'Rusya'sında, Pol Pot 'Kamboçya'sında, Polonya'sında, Pol Pot 'Kamboçya'sında, Polonya'da dini yasaklama ve toplumu dinsizleştirme girişimleri ters sonuçlar vermiş, dinler güçlenerek dönmüşlerdir.

Bu görüşler, bir ceza hukukçusu olan Yargıtay Başkanı Sami Selçuk'un..

'Fethullah Gülen olayı'na farklı yaklaşımlar da, acaba 'laiklik' ile 'laikçilik' (veya laisizm) arasındaki gerginliği mi yansıtıyor?

Neticede Fethullah Gülen cemaati, okulları ve vakıfları ile, sosyal ve kültürel islam'dan kaynaklanan bir tabloyu yansıtmakta..

Bu açıya, dünyadaki benzer örnekleri ele alarak, ilgi çekici bir yaklaşım getiren Fehmi Koru'nun, 9 Eylül 1997'de Zaman'da yayınlanan 'Türkiye'nin Övünücü' başlıklı yorumunu okuyalım:

Mother Teresa..

- Kısa süre önce ölen 'Mother Teresa' (Teresa Ana), Hindistan'ın Kalküta kentinde misyonerlik faaliyetlerinde bulunan bir rahibeydi. 20. yüzyılın ikinci yarısında yaldızı dökülen Katolik Kilisesi, onun fakir fukaraya yaptığı hizmetleri, akıllı bir kampanyayla dünyanın ilgisine sunduktan sonra, beyaz üzerine mavi çizgili sarili 'Teresa Ana' bütün dünyanın tanıdığı 'uluslararası bir sima' haline dönüştü. Nobel barış ödülü, 1979 yılında, 'İnsanlığa yaptığı hizmetlerden ötürü' ona verildi. Vatikan, kendi 'imaj' mekanizmasının parlattığı sıradan bir rahibeye, ölümünden sonra, 'azize' statüsü kazandırma hazırlığında.

Rahibe Teresa'nın Hindistan gibi fakir bir ülkede yaptığı hizmetleri küçümsediğimiz sanılmasın. Tersine, Avrupa'nın bir ucunda (Arnavutluk) doğmuş bir kadının, fakirliğin diz boyu olduğu, hastalıklarla becelleşen bir ülkenin (Hindistan) insanlarına yardım elini uzatması takdire şayan bir davranış elbette. Kilisenin imaj parlatımında oynadığı rolü, Teresa'nın eli kanlı diktatörlerden bile para yardımı geldiğinde geri çevirmemesini kıyasıya eleştirenlere biz katılmıyoruz.

Ancak, bizim anlamadığımız, Teresa'nın Hindistan'da gerçekleştirdiği fakirlere aş, hastalara ilaç sağlamakla sınırlı hizmetlerin çok daha kapsamlısını ülkemiz merkezli bir gönüllü hareket olarak başlatan Fethullah Gülen Hocaefendi'nin çabalarının haksız hücumlara maruz bırakılması. Haftalık bir dergi, son sayısında, 'tehlike'ye dikkat çekmek için, Hocaefendi'nin yönlendirmesiyle çeşitli ülkelerde faaliyete geçmiş okulların listesini yayımladı. 200'e yakın okulun yer aldığı listede, Türk veya Müslüman özellikli Azerbaycan'dan Tacikistan'a uzanan Orta Asya coğrafyasındaki ülkeler yanında, Türk veya İslam unsurların söz konusu olmadığı Macaristan, Rusya, Çin, Tayvan gibi ülkeler de bulunuyor. Bu arada, Fas, Sudan, Endonezya ve Güney Afrika'da da okul hizmetleri verildiğini öğreniyoruz.

Katolik Kilisesi'nin, Batı ülkelerinin ve çeşitli gönüllü kurumların da desteğini alarak oluşturduğu 'Teresa Ana Efsanesi' ile karşılaştırıldığında, mukayeseye direnen müthiş başarılı bir hizmet örneği sunuyor Fethullah Hocaefendi. Bunu Vatikan gibi zengin ve örgütlü bir din kurumu adına değil, Türkiye merkezli bir fedakarlık hizmet halkası biçiminde gerçekleştirmesi çok önemli. Teresa Ana'nın kişiliğinde sergilediği mahviyet, çileye katlanma, kimseden bir şey beklememe felsefesinin çok daha derinini kişiliklerinde yaşayan genç-yaşlı bizim insanlarımız, binlercesi, dünyanın her tarafına yayılmış durumda.

Eğitim kurumlarının, hizmet verdikleri ülkelerde, Türkiye'den ulaşan olumsuz etkilere rağmen, büyük bir hüsn-ü kabul görmeleri dikkat çekici. Sayıların her yıl artmasının açığa vurduğu gerçek şu: Hizmet sunulan kişiler ve devletler, hizmet-eri insanlarımızdan daha fazlasını talep ediyorlar...

Türkiye'den dünyanın dört bir yanına ulaşan eğitim faaliyetleri, bir başka ülkeden neş'et etse veya hizmetleri yönlendiren Fethullah Gülen Hocaefendi bir başka ülkenin insanı olsa, inanıyoruz ki, bu örnek ayakta alkışlanırdı. Bir rahibeden 'Teresa Ana Efsanesi' çıkartan Batı Dünyası, Hocaefendi etrafında halkalanan gönül-erlerini birer 'fedakarlık abidesi' haline dönüştürürdü. Bizde ise, bazı çevreler, olanı yok etme, iyiyi kötü gösterme kara niyeti besliyorlar. Garip bir ülkeyiz.

21. yüzyıla girerken, ülkemiz, yüz ağartacak bir konumda değil; dünyaya 'örnek' olarak sunabileceğimiz bir üstünlüğümüz yok. 'İleri' olmak için aranan özelliklerde epey gerilerde kalıyoruz. Dünyaya sunabileceğimiz belki de tek 'üstün hizmet anlayışı' örneği olan yeryüzünün dört bir köşesine yayılmış 'bizim' okullarımızı da, ayıbımızmış gibi, gözlerden saklamaya çalışıyoruz.

Kalküta insanına ömür boyu hizmet sunan Nobel ödüllü Teresa Ana'nın ölümü, Bakü'dan Kunming'e, Moskova'dan Hartum'a uzanan coğrafyada kalıcı eserlerin banilerinin haklarının da teslim edilmesi gerektiğini güçlü bir biçimde hatırlatıyor.

Kimse hatırlatmıyor, bari biz önce davranalım: Türkiye bir gün 'Nobel ödülü' kazanacaksa, bu fırsatı ona sağlayacak 'İnsanlığa yapılan hizmet' olarak anılmaya değer tek örnek, dünyanın her tarafına uzanan eğitim hizmetleridir. (Zaman-9-9-1997)

Fethullah Gülen'e yakınlığı ile bilenen yazar Hüseyin Gülerce ise, şöyle yaklaşıyor olaya... 'Zaman'dan alıntı yapalım.

O Kaset..

Fethullah Gülen hakkındaki 'örgüt' dâvasına önümüzdeki ay ortasında Ankara 2 No'lu DGM'de başlanacak.

Sayın Gülen'i çok yakından tanıyan, onun arkadaşlığı ve dostluğu şerefini kazanmış biri olarak diyebilirim ki, bu dâvânın kendisini en çok üzen taraflarından biri, Türkiye'nin gerçek gündeminin saptırılması amacıyla kullanılma plânıdır.

Avrupa Birliği üyeliği hedefinde Türkiye'nin ciddi adımlar atacağı önümüzdeki birkaç ay, ülkemiz için son derece hayatîdir. Ekonomik ve siyasî istikrarın korunması da en az o kadar önemlidir.

Bu açıdan Türkiye'de sağduyu sahibi herkesin, Gülen dâvâsını, gerçek gündemi saptırmak isteyenlere malzeme yapmama gibi bir sorumluluğu bulunmaktadır. Şahsen ben üzerime düşen sorumluluğu yerine getirmek için malûm 'o kaset' üzerinde bir daha durmak gereğine inanıyorum.

Çünki 18 Haziran 1999 tarihinde atv ana haber bülteninde Ali Kırca tarafından ilk defa yayınlanan o kaset, Sayın Gülen ve hizmetleri aleyhine bir 'düğmeye basma'nın en esaslı malzemesidir.

O kaset sayesinde; Sayın Gülen'in devleti ele geçirmek için gizli bir örgütlenme içinde olduğu, sinsice hareket ettiği, Cezayir'deki gibi erken bir huruçtan sakınılması gerektiğini tavsiye ettiği, kuvvet dengesinin olmadığı yerde tekniğe başvurmayı önerdiği hususları; bir yargısız infaz atmosferinde ve bir linç psikolojisi ile toplu bir saldırı biçiminde yayınlanmıştır.

İki noktayı belirtip, asıl konuya geçmek istiyorum.

Medya dahil her yerde kulağı olan devletin istihbarat birimleri, bir devleti ele geçirme örgütünü şimdiye kadar çoktan tespit ederlerdi, bu bir. (Ben, zaaf gibi görülen durumlarda devletin başka mülahazaları olduğuna inanıyorum.)

İkincisi; önemli bir hukuk kaidesi; 'İnsanlar niyetlerine göre değil, eylemlerine göre yargılanır.' der. Kaldı ki AB'nin demokrasi anlayışında bugün geldiği nokta; düşünceyi ifade hürriyeti açısından eylem söz konusu olmadığı sürece en tehlikeli fikirlere bile tahammül gösterme aşamasıdır.

Ancak bugünkü yazımda ben bu hususların da üzerinde durmak istemiyorum.

Üzerinde durmak istediğim husus; eski komünistlere, darbelere icazet veren anayasa profesörlerine, askeri, bir ihtilâle sevk etme görevini yaptığını, yazdıkları kitaplarda açıkça ifade edenlere gösterilen müsamahanın, 'değişme hakkı'nın, neden Sayın Gülen'e gösterilmediğidir.

Bu ülkede devleti yıkmak için silahlı örgüt içinde yer alanlar daha sonra devlet kademelerine, hatta bakanlık koltuklarına geldiler.

Neden onların, binlercesinin başına mazilerini kakmadık?

Çünki Türkiye, 1960, 1971 ve 1980 müdahalelerinden önce bir kutuplaşma ve gerilim anaforunun içindeydi. İnsanlar ellerinde olmayan sebeplerle kendilerini hiç de arzu etmedikleri konumlarda buldular.

Geçmişte insanlar siyaseti bile bir kan davası haline getirmişti. Demirel'le Ecevit bir türlü anlaşamamıştı.

Ama ikisi de sonra değişti. Biz onların da değiştiğini kabul ettik.

Pekiyi Sayın Gülen'in niye değişme hakkı yok?

O kaset üzerine, kasetin avt'de yayınlanmasından 4 gün sonra ZAMAN gazetesinde yayınlanan röportajda Sayın Gülen'e soruyu çok net sorduk: 'Diyalog ve hoşgörü çağrısıyla kamuoyunun önüne çıktığınız 1995 yılından önceki Fethullah Gülen'le 1995 yılından sonraki Fethullah Gülen arasında bir farklılık görüyor musunuz? Sizin için de bir değişimden, bir söylem farklılığından bahsedilebilir mi?'

Sayın Gülen'in cevabı aynen şu olmuştur:

'Herkes gibi düşüncelerimde, tavırlarımda ve davranışlarımda farklılıklar, değişmeler olabilir. Bir zamanlar, hadiselerin ve şartların tesirinde kalarak, sert ifadeler kullanmış, bugün benimsemediğim görüşler serdetmiş olabilirim. Bunlar için de Rabb'imden bağışlanma dilerim. Yanlış yaptığımın yanlış olduğunu itiraftan çekinmediğim gibi, bana doğru gösterildiğinde ona tâbi olmaktan da çekinmem.' (ZAMAN, 23 Haziran 1999)

Sayın Gülen'le ilgili çok önemli bir nokta daha var.

O kaset, en az 10 yıllık. Konuşmaların pek çoğunun başı sonu kesilerek hazırlandığı da belli. Sayın Gülen'in kime, hangi atmosferde, hangi ruh haliyle konuştuğu da açık değil.

Ama açık ve kesin bir gerçek var. Sayın Gülen'in fiilleri, yaptıkları ortada ve onlar herkesin takdirini kazanıyor.

Yani Sayın Gülen'in o sözleri söylediği kabul edilse bile, o sözlerin tam aksi davranmış ve bütün toplumun beğenisini kazanan yurtdışı eğitim hizmetlerinin gerçekleşmesine önayak olmuş, diyalog, sevgi, hoşgörü diyerek ülkemizin; yeni kutuplaşmaların ve gerilimlerin kuyusuna düşmesini ciddi boyutta engellemiş.

Diyelim Sayın Gülen, Sırplar Bosna'da Müslüman kadınları, kızları akıl almaz işkencelerle, vahşetlerle katlederken, 'yılanın başı Vatikan..' demiş ('Vatikan'ın içinde Sırpların günahlarında pay sahibi olanlar kesinlikle yoktur.' diyebilir misiniz?)

Ama aynı Gülen Vatikan'da Papa ile görüşmüş ve medeniyetler çatışması umanların oyunlarını bozarak, dinlerarası diyalog için kapılar aralamış. Şimdi söz mü aslolan, fiil mi? Lâf mı, davranış mı?

Sonra hepimiz insanız. Herkes vicdanına sorsun. Trafikte direksiyon başında değişmeyen kaç kişi var? Benim gibi hoşgörü ile hemhâl bir adam bile, altında bir tank olmasını kaç defa istemiştir!.. Şimdi gerçek ben o muyum? Direksiyonda iken kaç kişi bir kasetinin olmasını ister?

Şartlar, ortam, gerilimler, sıkıntılar, acılar insanları etkiler.

İşte geçenlerde Hıncal Uluç yazdı. Bir Fransız tatil kasabasında trafik lambaları bile yokmuş. Neden? İnsanlar birbirlerine karşı o kadar saygılı bir ortam oluşturmuşlar ki, kavşağa gelindiğinde kural ışıklar değil, karşılıklı saygı ile belirlenmiş.

Geliniz Türkiye'ye de; insan hakları, hukukun üstünlüğü ve demokrasi konularında öyle bir atmosfer teneffüs ettirelim ki, insanlara sonradan pişmanlık duyacakları konumlar biçilmemiş olsun.

İnsanlarla değil, sistemle uğraşalım...

Ve bir 'liberal' yazarın, Cüneyt Ülsever'in 23 Eylül 2000 tarihinde, 'Hürriyet'te yayınlanan, 'ABD'nin Türk Laiklik Sistemine Bakışı' yazısı ile, 'Gülen Olayı'nın Amerika'dan nasıl görüldüğünü hatırlayalım.

Gülen ve Hoşgörü..

ELİMDE bir rapor var. Adı ''Dini Özgürlük Raporu-Türkiye''. Rapor ABD Dışişleri Bakanlığı (State Department) tarafından hazırlanmış.

Bir yabancı gözüyle ülkemizde dini özgürlüklerin nasıl algılandığını göstermesi açısından ilginç.

* * *

Rapor özünde; Türkiye'de dini özgürlüklerin Anayasal güvence altında olduğunu, ancak hükümetin kamu binalarında ve başta üniversiteler olmak üzere devlet tarafından yönetilen kurumlarda dinsel ifade açısından bazı kısıtlamalar uyguladığını belirtiyor.

Rapora göre; tesettürün çok tartışıldığı ülkemizde, hükümet bazı önemli İslamcı siyasilere, işadamlarına ve yazarlara, esasında siyasi bir tavır olmasına rağmen, konuşarak ''din yolu ile nefreti körükledikleri'' için hukuki yaptırım uygulamaya çalışıyor.

Yine rapora göre; Anayasa ''laikliği'' savunmasına, din ve vicdan, ibadet ve ifade özgürlüklerine yer vermesine rağmen, ülkenin birliği ve beraberliği açısından bazı engelleri de kapsıyor.

Raporda ele alınan tarihler itibarıyla, askeriye ve adliyenin, ülkedeki diğer laik elitten de destek alarak, laik cumhuriyete karşı bir tehdit olarak gördükleri İslami kökten dincilere karşı özel ve resmi kampanyalar yürüttükleri vurgulanıyor.

* * *

Başörtüsü takmaları nedeniyle bazı hemşire ve öğretmenlerin devlet dairelerinde işlerini kaybetmeleri, bazı öğrencilerin üniversiteye kayıt yaptıramamaları, raporun ''Hükümetin Dini Özgürlüklere Getirdiği Sınırlamalar'' bölümünde ele alınmış.

Yine aynı başlık altında; 1999 Kasım'ında Malatya Üniversitesi'nde tesettür lehine gösteri yaptıkları için tutuklanan 48 kişiye, Merve Kavakçı'nın yaşadığı serüvene, 1999 Mayıs'ında Fazilet Partisi için açılan kapatma davasına, Erbakan'ın 312'den yargılanmasına, Heybeliada'daki ruhban okulunun açılmamasına, imam hatip okullarına engel olabilmek için 8 yıllık kesintisiz temel eğitim yasasına, Kuran kurslarının Diyanet denetimine alınışına yer verilmiş.

* * *

''Hükümetin Dini Özgürlük Suiistimalleri'' başlığı altında yer alan bölümde ise Akit Gazetesi'nin ve Cuma Dergisi'nin kapatılması ve Recep Tayyip Erdoğan'ın aldığı ceza vurgulanmış.

''Dini Özgürlüklere Saygıda Kaydedilen Gelişmeler'' bölümünde ise, Cumhurbaşkanı'nın ilk kez yayınladığı Noel mesajı, bir özel vakıf (Fethullah Hoca cemaatine bağlı Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı-CÜ) ile Kültür ve Turizm Bakanlıklarının Harran'da Nisan 2000'de ortaklaşa düzenledikleri ve tüm dinlerin temsil edildiği ''Ortak Atamız Hz. İbrahim'' semineri, Mayıs 2000'de Diyanet tarafından düzenlenen iki uluslar ve dinler arası toplantı ve 16 Haziran 2000'de Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Nuri Yılmaz'ın Papa ile buluşması vb. vurgulanmış.

Rapor, bazı ufak nahoş olaylara rağmen, Türkiye'nin, genel anlamıyla dini azınlıklara karşı Lozan Antlaşması'nın şartlarına uyduğunu belirtiyor.

* * *

Rapora göre; Türkiye'nin % 99'u, çoğunluğu Sünni olmak kaydıyla Müslüman. 12 milyon Alevi var. Türkiye'de 50 bin Ermeni, 25 bin Yahudi, 3 bin Rum, 3 bin Protestan, 10 bin Bahai, 15 bin Süryani yaşıyor.

Meraklısına duyurulur!

'Fethullah Gülen Örgütü Davası', acaba olayın bu boyutlarının tartışılmasına da vesile olacak mı?

Göreceğiz..

Şimdi Gülen Cemaati Suskun!

Fethullah Gülen de, 'cemaat'de şu an suskun.. 1995-2000 arasında, medyayı ve kamuoyunu derinine etkileyen halkla ilişkiler kampanyası, yerini, sessizliğe bırakmış durumdu..

Övgüleri ile Gülen'i yere-göğe sığdıramayan politikacılar, işadamları, gazeteciler de suskun.. Bazılar da, 'aldatıldık' çizgisinde, Gülen'i yermekteler.. 'Hoşgörü ve uzlaşma'nın simgesi olarak sunulan, İslam'ın demokrasi ve modernleşme ile kaynaşmasının kanıtı olarak gösterilen Fethullah Gülen, Amerika'daki inzivasından, Türkiye'deki yargılanmasını izliyor.

Görkemli 'uzlaşma ödülü' törenleri, 'tarih buluşma'lar, her kesimin konuk edildiği 5 yıldızlı iftarlar, hiç olmamış gibi, geride kaldı.. Mümkün olsa, bunlar unutturulacak.. Şimdi o ünlü okullar, devletin suç kanıtları listesinde.

28 Şubat post-modern müdahalesi, hem 'siyasi İslam'ın temsilcisi Refah Partisi'ni ve Erbakan'ı hedef aldı.. Hem de, bir dönemde Refah'a alternatif olarak sunulan 'sosyal İslam'ın temsilcisi Fethullah Gülen hedefte..

28 Şubat 1997'de, Türkiye'deki yön değişikliğini, Fethullah Gülen'in çok kısa sürede anladığını görüyoruz..

Nitekim 23 Aralık 1997'deki 'Hürriyet'in manşeti, 'Fethullah Hoca okulları devrediyor' şeklindeydi..

23 Aralık 1997'deki 'Hürriyet'in menşeti, 'Fethullah Hoca okulları devrediyor' şeklindeydi.

23 Aralık 1997 tarihli Hürriyet haberini okuyalım:

Cemaat lideri Fethullah Gülen, kendisine yakın kişilerin açtığı bütün okulları Milli Eğitim Bakanlığı'na (MEB) devretmeye hazır olduğunu açıkladı. 'Fethullah Hoca' olarak da tanınan Gülen'in bu kararı almasında, okulların, bazı kişiler tarafından 'irtica yuvası' gibi gösterilmesinden duyduğu rahatsızlığın etkili olduğu öğrenildi.

Türkiye'nin yanı sıra Belçika'dan Malezya'ya kadar Gülen ve yakınlarına bağlı olarak faaliyet gösteren 1000'in üzerinde okul, yurt, dershane ve öğrenci evi bulunuyor.

Gülen'in, kararını bugün hükümete ve ilgili kuruluşlara iletmesi bekleniyor. Gülen'e çok yakın bir kişi Hürriyet'e, ''Hükümet istediği takdirde, yurtiçi ve dışındaki 300'e yakın okulu bakanlığa devrederiz'' dedi. Fethullah Hoca kararını, önceki gün biraraya geldiği yakınlarına, ''Bu okulları açan arkadaşlarımız, bir fedakarlık yaparak, okulları devreder mi?'' sorusunu sordu. Okulları açan ve finanse eden kişilerden ''evet'' cevabı gelince, karar dün yürürlüğe konuldu.

Özellikle Türk Cumhuriyetleri'nde büyük bir eğitim ordusuna sahip olan Fethullah Hoca yandaşlarının, örneğin Özbekistan'da 3 bini aşkın öğrenciye eğitim veren 17 eğitim kurumu var. Türkmenistan'da ise Fethullahçılar'ın 300'e yakın öğrencisi olan bir üniversitesi, 3 bine yakın öğrencisi olan 13 lisesi bulunuyor.

Gülen ve yakınlarının kontrolündeki okulların yönetimi, Çağ Öğretim İşletmeleri adlı bir anonim şirket tarafından yürütülüyor. Özel Fatih Eğitim Kurumları ismi altında çok sayıda ilk ve orta öğretim kurumu faaliyet gösteriyor.

Fethullah Gülen'in yurt dışındaki eğitim faaliyetleri devlet tarafından da destekleniyor. Örneğin geçen mart ayında da Hoca yandaşlarının Bangladeş'te hizmete soktukları 'Uluslararası Ümit Okulu'nu Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel açmıştı. Fethullah Hoca cemaati önümüzdeki günlerde Belçika'da da bir okul açmaya hazırlanıyor. Yurtdışındaki okullar arasında Rusya, Doğu Avrupa ülkeleri, ABD, Malezya ve Kamboçya gibi ülkeler dahil olmak üzere 200 civarında okul bulunuyor.

Önemli bir medya gücüne de sahip olan Fethullah Hoca'nın kontrolünde olan yayın kuruluşları arasında Zaman Gazetesi, Samanyolu Televizyonu, Burç FM, Sızıntı ve Yeni Ümit isimli dergiler bulunuyor.

Kaya-Çevik Bir...

Bu haberin iç-yüzünü ve devamını, Fethullah Gülen'e yakınlığı ile bilinen ve Zaman gazetesinin yayıncısı olarak da görev yapan, Alaeddin Kaya, şöyle anlatıyor. Kaya'nın anlattıkları, 28 Şubat'ın ünlü generali Çevik Bir'e, Fethullah Gülen tarafından yazılan ve bizim de yayınladığımız 'mektup'a ışık tutuyor.

Kaya'nın anlatımı ile olay şöyle:

- O tarihte, Zaman gazetesinin Genelkurmay'ın basına açık faaliyetlerine alınmamasını görüşmek amacıyla ve Devlet Bakanı Işılay Saygın'ın aracılığı ile, Çevik Paşa'dan randevu aldım..

Tesadüfen, o günkü Hürriyet'in manşetinde, 'Gülen okulları devrediyor' şeklindeki haber vardı..

Çevik Bir, Sordu..

- Bu okulları almak için kaç para isterler?

Şaşırdım..

- Bu okulları açanlar, vatan, millet için çalışıyor. Buna göre beş para istemezler..

Işılay Hanım söze karıştı.. Şöyle dedi.

- Paşam bu kadar başarılı okulları kapattıracaksınız.. Dillere destan bu okullarda da Milli Eğitim okullarının sorunları ile karşı karşıya kalacak..

Sonra bu formül üretiyor. Madem askerlerin bir bölümü bu okullardan kuşkulu. Her okula muvazzaf veya emekli bir asker, müdür muavini olarak gönderilsin.

Çevik Bir soruyor..

- Hoceefendi bu okulları gezmemize kabul eder mi?

Şaşırıyorum..

İşte Fethullah Gülen'in, Çevik Bir'e yazdığı, 1997-1998 yılbaşı tarihli mektup, Kaya'nın Gülen'e anlattıkları üzerine kaleme alınıyor..

Hatırlanacağı gibi, Fethullah Gülen, Çevik Bir'e yazdığı mektupta, şunları söylüyor:

- Tamamen Türk eğitim sistemine bağlı olarak faaliyet gösteren bu okullarda eğer, Türkiye Cumhuriyeti'nin lâik, bağımsız ve sosyal bir hukuk devleti özelliğinin aksine bir faaliyet varsa, devletimizden önce ben, bu okulların açılmasını teşvik etmiş biri olarak kapatılmalarını teşvik ederim. Eğer, bazılarının iddia ettiği gibi, bu okullarda herhangi bir dış ülkeden veya ülkemize düşman kuruluşlardan alınmış tek kuruşluk destek varsa, zaten hastalıklarla sonuna gelmiş hayatımı bizzat kendi ellerimle noktalarım. Bununla birlikte, devletimiz, zaten kendisinin olan bu okulları dilediği zaman devralabilir. Kaldı ki, bu okullar zaten devletimizin olduğu için, böyle bir devirden söz etmek bile abestir. Türkiye Cumhuriyeti'ni koruma ve kollama vazifesini deruhte etmiş şanlı ve kahraman ordumuzun seçkin ve şerefli bir mensubu ve Genel Kurmayımız'ın İkinci Başkanı olarak, ne zaman, nerede ve ne şekilde arzu buyurursanız bu okulları şereflendirebilir ve her türlü teftişi yapabilirsiniz.

Böyle bir mektupla kıymetli vakitlerinizi işgal etme sû-i edebinde bulunduğum için tekrar özür diler, yeni yılda sıhhat ve afiyet dileklerimle birlikte, en derin, saygılarımın kabûlünü arzederim efendim. Fethullah Gülen

Özkasnak Açıklaması...

Böyle bir dönemin tartışmaları sonucu, şimdi Fethullah Gülen, tüm hayatı, düşünceleri, okulları, vakıfları ile yargı önünde..

Ve Alaeddin Kaya'nın Çevik Bir'le yaptığı o görüşmeyi, '28 Şubat'ın diğer bir generali olan Erol Özkasnak, 3 Ekim 2000 tarihli 'Sabah'ta şöyle değerlendiriyor:

- Erol Özkasnak, yazacağı kitabın ayrıntılarına girmedi, sadece o günlerden bir anısını aktarmakla yetindi. Muhtemelen kitapta da yer alacak anıyı Özkasnak şöyle aktardı:

'Fethullah Hoca'nın ekibinden belki de sağ kolu olan Alaattin Kaya vardı. Zaman Gazetesi'nin sahibi görünen. İkinci başkanımız Orgeneral Çevik Bir'in yanına geldiğini ve görüştüğünü söylediler. Apar topar yanına çıktım. 'Komutanım ne yaptınız siz? Kim bu adam biliyor musunuz?' diyerek Kaya'nın kim olduğunu anlattım. İzmir'den bir bayan milletvekilinin Çevik Paşamdan aldığı randevuya eşlik etmiş o zat. Hemen gazete ve televizyon yetkililerini aradım. Görüşmenin kapsamını anlatıp bayan milletvekilinden söz ettim. Gazete ve televizyonlar bu haberi görmediler. Ancak daha sonra bir televizyon kanalının gece haberlerinde bu zatı canlı yayında röportajda görünce kan beynime çıktı. Genelkurmay'dan söz ediyor, görüşmeyi anlatıyor, Yazarlar Birliği olarak bazı komutanlarımıza verilecek ödüllerden söz ediyor, askere methiye yapıyor. Sabahı zor ettim. Değişik bir sistem ile alınmış bir randevu idi. Elbette gözümüzden kaçtı.'

Görüldüğü gibi gayet karmaşık ilişkiler ve cepheler, karşı-karşıya geliyor Fethullah Gülen olayında..

Alaeddin Kaya-Çevik Bir görüşmesi ertesinde, 'Hürriyet'te yayınlanan Ertuğrul Özkök imzalı, 'Fethullah Hoca'dan Hükümete Mesaj' başlıklı haber-yorumu hatırlamakta da fayda var.

24 Aralık 1997 tarihli Özkök'ün yazısını da birlikte okuyalım:

- Dün Milli Güvenlik Kurulu İslami sermaye konusunu ele alırken, aynı saatlerde ilginç bazı gelişmeler oluyordu.

Hürriyet'in dünkü manşetinde yer alan haber büyük yankı uyandırdı.

Fethullah Gülen'in kendisine yakın kişilerce açılan okulları, Milli Eğitim Bakanlığı'na devredebileceği haberi, dün Ankara'da en çok konuşulan konulardan birisiydi.

Perde arkasında ilginç bazı gelişmeler var.

Zaman Gazetesi'nin sahibi Alaettin Kaya, dün Ankara'da ilginç bazı temaslarda bulundu.

Alaeddin Kaya, Fethullah Gülen'in en yakınındaki iki kişiden birisidir.

Temasların tek amacı vardı.

Bu da, dünkü Hürriyet'in manşetinde yer alan haberde anlatılan konuydu.

Fethullah Gülen, kendisine yakın kişilerce açılan okullar hakkında ortaya atılan iddialardan rahatsızdı.

Bunun nedeni okullar ve yurtlar için, ''irtica yuvaları'' söylentileriydi.

Fethullah Gülen ve çevresi geçen pazar günü sürpriz bir karar alarak, bu okulların Milli Eğitim Bakanlığı'na devredilmesi önerisini götürmeye karar veriyorlar.

Kaya, dün önce Milli Eğitim Bakanı'nı arayarak bunu iletiyor. Ayrıca başkentte hükümete yakın başka çevrelerle görüşüyor ve okulların karşılığında herhangi bir para talepleri olmadığını da iletiyor. Kaya, şunları söylüyor:

''Bu okulların başarısı, teknik altyapıları ve özellikle de öğretmen kadrosundan gelir. ODTÜ ve onun benzeri iyi üniversite mezunlarını öğretmen olarak istihdam ediyoruz. Bu uygulama devam ettirilmeli'' diyor.

Söz konusu okulların başarısı İslami kesimle ilgisi olmayan birçok insan tarafından dahi teslim ediliyor. Bu kişilerden birisi, Bülent Ecevit.

Yurtdışındaki okullarda, o ülkelerin önde gelen yöneticilerinin çocukları bile eğitim görüyor.

O nedenle bu okulların özelliğini bozmayacak bir sistemin bulunmasında yarar olabilir. Sanıyorum bu konuda bir çalışma yapılacak.

Dün öğleden sonra, bir bakan aracılığıyla Gülen'in kararı Bakanlar Kurulu'na iletiliyor.

Gülen ile Refah Partisi arasındaki ilişkiler de iyi değil. Önceki gün konuştuğum, Fethullah Hoca'ya çok yakın bir kişi, ''İslam'ın partisi olmaz'' diyor.

Ama Refah Partisi'nin kapatılmasını da doğru bulmuyor.

Fethullah Gülen'in Çiller Ailesi ile ilişkisi de eskisi gibi değil. Tansu ve Özer Çiller, üç-dört aydan beri Gülen'le ilişki kurmak istiyor. Ancak bunu başaramıyor.

Bu arada çok tanınmış bir reklamcıyı devreye sokup bu ilişkiyi yeniden kurmak istediler. Ama sonuç alamadılar.

Gülen, Samanyolu TV ve Zaman Gazetesi'nin imajı için Nail Keçili ile bir görüşme yaptı. Fethullah Hoca için bir imaj yenileme dönemi başlıyor.

Son gelişmeler Gülen'in Amerika ziyaretindeki bazı ilginç gelişmeleri de ortaya çıkardı.

Fethullah Gülen, geçirdiği kalp rahatsızlığı nedeniyle New York'a gittiği sırada, dünyanın en önemli Musevi örgütü olan ADL (Anti Defamation League) Başkanı ile görüştü.

Söz konusu örgüt, geçtiğimiz hafta Başbakan Mesut Yılmaz'a önemli bir ödül verdi.

Bu görüşme sırasında ikisi arasında sıcak bir ilişki kuruldu.

Şimdi bu görüşmelerin ilginç bir devamı geliyor.

ADL adlı Musevi örgütü, Fethullah Hoca'nın bir kitabını ABD'de İngilizce olarak yayınlatacak.

Şu günlerde kitabın çevirisi yapılıyor.

Görüldüğü gibi, devletin ve siyasetin yoğun ilişkiler ağında, çoğunu kamuoyunun pek bilmediği pazarlıkların konusudur 'Gülen Olayı'..

Karar Tarihin

'Hocaefendi Sendromu'nu hazırlarken, değişik zamanlarda yayınlanmış, ama birbirlerini tamamlayan haber ve yorumları biraraya getirdik..

Karar, tarihin, toplumun ve şimdilik yargının olacak..

Son sözü, kendisini anlatmak için o dönemde sürekli çaba gösteren Fethullah Gülen'e bırakmanın doğru olacağını düşünüyorum..

'Okullar'ını şöyle anlatıyor NTV'deki söyleşinde:

F.G- Ben bu hususa girerken evvela bir meseleyi açıklamak, vuzuha kavuşturmak istiyorum. Bu okullarla münasebetimi çok değişik platformlarda ifade ettim. Sadece bir teşvikçi olmadan öte değildir. Fakire inanan, itibar eden insanların var olduğunu gördüm. Bunu bir kredi gibi kabul ettim. Böyle bir şeyi israf etmemeye çalıştım. Madem insanımız çok civanmert. Güvendiğine itimat ettiğine dayanıyor. Onun bu itibar kredisini çok isabetli yerlerde kullanmak lazım. Bazıları da öyle bir teveccühe hakkım yoktu ama bir büyüğün dediği gibi 'Değildir bu bana layık bu bende, bana bu lutf ile ihsan nedendir' der kendi hakkında hayretini ifade eder. O vaazlar o kadar teveccühe esas teşkil etmemeliydi. Fakat millet geldi dinledi. Ben de baktım dinliyorlar. Bunlara ne demeliyim ki hakikaten büyümesini arzu ettiğim milletimin büyümesine yardımcı olsun bu millet. Ve bu millet verdiği şey hakikaten yerine gitsin. Bu açıdan netice itibariyle her şey ilme bağlıdır. Gelecekte zimamı ele geçirecek ilimdir. İlimsiz hiçbir şey yapılamaz. İlimsiz hiçbir yere varılamaz. Bunu batılıların bir yönüyle elimizden her şeyi aldıktan sonra aynı zamanda bizi hiçbir şey yapamaz insanlar gibi gösterip ademe mahkum etmelerinde anladım. Sanki biz hiçbir şey yapamayız gibi elimizden hiçbir şey gelmezmiş gibi hatta biraz da dışa mazeret bulmak için bu iş gavurların işi, biz onlar yapsınlar onu kullanalım gibi mülahazaların çok tekrar edildiği bir ortamda yaşadım ve bunların hepsi bana dokunuyordu. Bir dönemde dördüncü hicri asırda Rönesans gerçekleştirmiş bir millet niçin bunu tekrar etmesin? Tarihi tekerrürler devri daimi içinde değişik fasılalarla belli şeyler hep tekerrür edip durmuştur. Bir kere daha niye tekerrür etmesin? Bu mülahazalar, diğer taraftan da halkımızda gördüğüm o civanmertlik, o cömertlik, o milletimizi büyütme mevzuundaki azim ve kararlılığı cami kürsülerinden, konferanslarda değişik platformlarda hep ifade etmeye çalıştım. Bu teşvik gönlüme göre oldu mu olmadı mı o mevzuda bir şey demeyeceğim. Demek ki gönlümün derinliği o kadardı, ancak o kadar müessir olabildim. Ama milletimizin civanmertliğine, milletimizin vefasına gelince o derindi. Hiçbir söz adeta yere düşmedi. Evvela bunu tespit etmek lazım. Ben sadece civanmert bir milletin yanında, sağında, solunda, arkasında -önünde hiç olamadım- teşvikçi gibi oldum. Okulları milletimiz açtı. İstiklal mücadelesini gerçekleştiren milletimiz.. yoklukta varlık cilvesi gösteren milletimiz.. bir batılının ifade ettiği gibi her milletin müdafaadan ümidinin kesildiği yerde taarruz başlatan milletimizin yaptığı şeylerdir. Topyekün milletimizi şükranla yadediyorum. Şu anda onların yaptıkları okulların sayısını bilmiyorum. Onu milli eğitime sormak lazım. Onların bütün kayıtları milli eğitimde vardır çünkü milli eğitim, o da onun civanmertliği her sene dünyanın değişik yerlerindeki müdürleri, genel müdürleri çağırdılar. Onlardan brifing aldılar. Bir yönüyle yabancı misyonlarımız gibi arkadaşlarımız döndü. Dünyanın değişik yerlerinde vazifelerini yaptılar.

Son Güncelleme ( 23.12.2006 )

http://tr.fgulen.com/content/view/164/13/


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
Eskiden itibaren mesajları göster:  Sırala  
Yeni başlık gönder Başlığa cevap ver  [ 5 mesaj ] 

Tüm zamanlar UTC + 2 saat


Kimler çevrimiçi

Bu forumu gezen kullanıcılar: Hiç bir kayıtlı kullanıcı yok ve 2 misafir


Bu foruma yeni başlıklar gönderemezsiniz
Bu forumdaki başlıklara cevap veremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı düzenleyemezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı silemezsiniz

Geçiş yap:  
   Powered by phpBB © 2000, 2002, 2005, 2007 phpBB Group

Türkçe çeviri: phpBB Türkiye