Sufiforum.com

2009'da başlayan SUFİFORUM'da İslam; İslam Tasavvuf Geleneği ile ilgili her türlü güncel ya da 'eskimez' konular yer almaktadır. İçerik yenilemeleri tasavvuf.name sitesinden sürdürülmektedir. ALLAH YÂR OLSUN.

Giriş |  Kayıt




Yeni başlık gönder Başlığa cevap ver  [ 2 mesaj ] 
Yazar Mesaj
 Mesaj Başlığı: Zaman Gazetesi Yazarı Ali Ünal'dan Tartışılacak Açıklamalar
MesajGönderilme zamanı: 10.11.10, 12:39 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 20.01.09, 10:20
Mesajlar: 239
Zaman Gazetesi Yazarı Ali Ünal:

"CUMHURİYET, İSLAMİ GEÇMİŞİMİZE CEPHE ALARAK GELİŞMİŞTİR"


"HOCA EFENDİ’DE ÇOK ÜST SEVİYELERDE VELAYET VARDIR YANİ VELİLİK”,
HOCA EFENDİ, İSLAM TARİHİNDE YETİŞMİŞ EN BÜYÜK VELİLERDEN BİRİSİDİR.”


Zaman Gazetesi Yazarı Ali Ünal, Hülya Okur'a konuştu. Nur cemaati ve Fethullah Hoca'ya yakınlığı ile bilinen Ünal, bir çok konuya dair çarpıcı açıklamalarda bulundu:

“Liberalizm tam bir irticadır.
Erbakan lider olmamalı, Fethullah hocayı Amerika besliyor diyenler tarihe baksın.
İslam ceza hukuku suç oranlarını azaltır..."


25.10.2010

"Herhalde elinde servet olsa ne yapacağını bilemez halde sorardı insanlara, bu ne işe yarıyor diye?
Bence dünyaya bağlaması ihtimali olan bir malı olsa derhal onu sadaka verecek bir şahsiyet.
Dünya üzerinde gözünün kalacağı tek bir nokta bırakmamış, zillete düşmeyerek sadece kendi şeref ve haysiyetini değil Müslümanların tamamı için bunu yapmayı başarmış, sadece örtünmenin konuşulduğu bugünlerde edebi vakarlı bir yürüyüşü de buna dahil edecek bir tavır ortaya koymuş, saklı olduğu yuvasından, ancak insanlığa faydalı olmak için çıkmayı bekleyen ve yine bana göre İslam'ın en saf ve temiz kahramanı Ali Ünal sizlerle....


***

“BENİM HAYATIM BİRAZ, DOĞUMUM GİBİ ÇOK AİLEME YÜK OLMADAN GEÇTİ”

1955 Uşak doğumlusunuz. Bir yazınızda “İnsanların hayatında olup-bitenlerle "tabiat"ta olup bitenler arasında temelde fark yoktur.” diye yazmıştınız. Sizin yazınızı kışa çeviren veya kış ortasında güneş açtıran hayatınız nasıl bir döngüye sahipti?

Resmi olarak öyle 19 Ocak 1955, gayri resmi bir ay önce. Annem söyler: “Sen doğarken, baban namaza gitmişti dedi, önce az bir sancı oldu, teyzemi çağıracaklardı, o gelmeden sen ağrısız, sancısız oldun.” Benim hayatım biraz, doğumum gibi çok aileme yük olmadan fakat daha ziyade başka insanların yüklerini yüklenerek geçti. Zaten babam köyde imamdı, aynı zamanda çiftçilik yapardı, manifaturacılık yapardı, bizi de yardımcı olarak götürürdü. Köy şartları içinde şimdikilerin pek anlayamayacağı şartlarda geçti ama bizim hiç şikayetimiz olmazdı, o bakımdan ben o günlerimi arıyorum, eski günler daha tabiydi, şimdi her şey değişti.

7 yaşında ilkokula giderken birinci sınıfta eğitmenimiz vardı, annem kayda götürdüğünde, bana bakmış, -Bu çok okuyacak birine benzemiyor! demiş. İlkokulu köyde bitirdim. Bir sene kadar ortaokulda okudum fakat bayan bir matematik öğretmeni vardı, onun kadrine uğradım. Hakarete tahammülü olmayan bir yapım var, o bakımdan çok sık da iş değiştirdim. O öğretmen yüzünden terk ettim ortaokulu. Uşak İmam Hatip’e girdim, bir sene İmam Hatip’te kaldıktan sonra Konya İmam Hatip’te devlet parasız yatılı bitirdim daha sonra. 77’de de Erzurum Atatürk Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı’nı bitirdim. Arkasından bir buçuk yıl kadar Uşak İmam Hatip Lisesi’nde İngilizce öğretmenliği yaptım, sonra bir sürgün üzerine Eşme Lisesi’nde bir ay kadar İngilizce öğretmenliği yaptım. 12 Eylül’den önce Adapazarı’nda şimdiki İlahiyat fakültesi o zaman DMMA’ydi. Orada imtihanını kazanıp 10 ay kadar İngilizce okutmanlığı yaptım. 12 Eylül’ün ardından askere geldim İstanbul’da Halıcıoğlu Personel Okulu’na. O zaman 4 aylık kısa dönem başlamıştı fakat dilci ve hukukçuları uzun döneme aldılar. Eğitimi orda tamamlayıp, 1 yıl da Kuleli Askeri Lisesi’nde yedek subay öğretmen olarak askerliğimi yaptım. 82 Nisan’ından sonra bir buçuk sene kadar İran Başkonsolosluğu’nda çalıştım. Sonra 83 Kasımında Ali Bulaç, Ali Kemal Temizer vardır Beyan Yayınlarının sahibi, bir de şimdi ilahiyat fakültesinde felsefe profesörü olan İlhan Kutluer, Ahmet şişman da başta direktör olarak beraber İnsan Yayınları’nı kurduk. O döneme kadar zaten birçok yayınevinde kitaplarım, telif ve tercümelerim yayınlanmaya başlamıştı. İlk tercümeyi üniversite 3’te yapmıştım. Haftalık Sebil, günlük Milli Gazete aylık Düşünce dergisinde yayınlanmıştı o tercümem. O zaman Erzurum’da Milli Türk Talebe Birliği bünyesinde ‘Talebe’ diye bir aylık dergi çıkartıyorduk, tercümeler yapıyordum o dergiye. Bunlar, Milli Gazete tarafından iktibas edilmişti. İnsan Yayınlarında çalışırken, genellikle gönlüm nereye hükmederse orada bulunmayı, çalışmayı tercih ettiğim için İstanbul’dan ayrıldım. 1984’te. Salihli’ye yerleştim. Orada bir işim yoktu ama İnsan Yayınlarında kitap ve tercümelere devam ediyorum. O arada benim gıyabımda Eşme İmam Hatip’te müdür olan bir arkadaş benim adıma müracaat etmiş, Eşme’ye benim tayinimi çıkarttı öğretmen olarak. 2,5 sene kadar Eşme’de öğretmenlik yaptım, sonra Turgutlu Özel Gündüzalp Koleji’nden teklif geldi, orada da 5 yıl kadar öğretmenlik yaptım. 93 Kasım’ında öğretmenliği bıraktım. 96’dan itibaren Zaman’da haftada bir gün yazıyorum; onun dışında bazı yayınevlerinde kitap telif ve tercüme çalışmalarım oluyor. Bu arada Sızıntı Dergisinin 9 sene yayın heyetinde bulundum, 4 sene Yeni Ümit’te yayın yönetmenliği yaptım, üç ayda bir çıkan –şimdi 2 ayda bir çıkıyor– Fountain isimli İngilizce derginin 4 sene kadar fiili yayın yönetmenliğini yaptım, 2,5 sene kadar da yayın heyetinde çalıştım. 1 sene kadar Yağmur Dergisinde bulundum. Şimdi Zaman’da haftada bir gün yazmanın dışında kitap telif ve tercüme ile uğraşıyorum sadece.

“İSLAMCILARLA DA HER KONUDA FİKİR BİRLİĞİM YOKTU”

O kitaplardan biri…’Mekke Rasullerin Yolu’“İnsanlık tüm dertlere çare olacak mükemmel bir sistemin sıkıntısını çekmiştir. Yoksa niye hala arasınlar ki?” diye yazmışsınız bu kitapta. Esas olarak siz, İslam'ın bir 'din' olarak algılanması ve ideoloji haline getirilmemesi gerektiği üzerinde durmuyor musunuz?

O kitap, ilk dönem kitaplarımdandı. Daha sonra o kitaplarımdaki hareket noktam olan bazı görüşlerime çok katılmadığımı ilanla belirttim. O dönemin şartları ve biraz İran devriminin tesiri içinde bakış açım biraz İslamcı denilen fakat İslamcılarla da her konuda fikir birliği olmayan bir mahiyetteydi. İslamcılık akımının doğuşundan itibaren, 19’ncu asrın sonlarında Mısır’da başlamıştır, doğuştan itibaren üç temel hususta muhalefet tavrı vardır, bunlardan birisi, maziye, koskoca İslam geleneğine, Asr-ı Saadet dönemine kadar siyasî açıdan olumsuz bakar. İkinci olarak, İslam dünyasının bütün dertlerine sosyal ve siyasi noktada yaklaşmıştır. Hilafetin saltanata dönüştüğünü ve bu dönüşmeyle her şeyin bozulmaya başladığı iddiasıyla çözümü siyasette aramıştır. Üçüncüsü de, çok değerli insanlar yetişmiştir bu akımda, fakat manevi derinlik çok yoktur. Daha ziyade siyasi, ideolojik bir yaklaşım söz konusudur. Tasavvufa karşı bir tavır oluşmuştur. Ben bu üç muhalefet noktasından ikisine hiç katılmadım. Ama Hilafet’in saltanata dönüştüğü ve yönetimin bozulduğuna katılıyordum ve o dönemki çalışmalarımda bu ve siyasi yaklaşım biraz eksen tekil ediyordu. Cemil Meriç’in çok hoşuma giden bir ifadesi vardır; ‘Zafer sabahlarından, bozgun akşamlarına’ der. 11 asır dünyaya hükmetmiş bir dinin mensuplarının 3 asır önce bir mağlubiyetten sonra, Arif’in ifadesiyle, mezelletler, tagallüpler, meskenetler diyarı haline gelmesi her sorumluluk sahibi Müslüman’ı elbette meşgul etmiştir, az biraz düşüneni meşgul etmiştir son asırlarda. Dolayısıyla İslam dünyasının problemleri ve bunların çözümü konusunda İslamcı bir tavrım vardı. Eski kitaplarımda bu tavır görülür. Böylesi ideolojik ve muhalefet tavrında kutuplaşma oluyor, oysa İslam bir tebliğ dini. O bakımdan, insanlarla buluşacağımız bir nokta, bir ortak payda bulmamız gerekiyor. Fakat İslamcı akım, İslam’ı Müslümanların dışındaki insanlara tebliğ etmek yerine tarihi, İslamî geleneği, diğer Müslümanları tenkitle meşgul olmuştur. O bakımdan ben bu tavır ve yaklaşımı terk ettim. Din, temelde zihinlerin ve kalplerin iknasına ve inşasına dayanır. Bediüzzaman’ın tabiriyle: “Akla kapı açar, iradeyi elden almaz”. Yani kimseyi Müslüman ol diye zorlamaz fakat herkese İslam’ın götürülmesini emreder. Bu yaklaşımın çok önemli olduğunu daha sonra Allah fark ettirdi. İslam’a ideolojik ve muhalefet yaklaşımı yerine tamamen dinin kendi içinden, müspet ve yapıcı bir yaklaşımla anlatılmasının doğru olduğunu anladım.

“DİNİN KENDİ İÇİNDEN BİR YAKLAŞIMLA ANLATILMASININ DOĞRU OLDUĞUNU DAHA SONRA FARK ETTİM”

Din mevzuu, benim en çok üzerinde en çok durduğum konulardandır. Bu konuda yayınlanmış bir çalışmam da var Din Etrafında isimli. Din, bizde çok yanlış anlaşılıyor. Her şeyden önce, aydınımızdaki yaklaşım batıdan ithal olduğu için Hıristiyanlık temelli yaklaşılıyor dine. Hıristiyanlık zamanla tahrife uğramış. Papalığa bir kutsallık ve yanılmazlık verilmiş; inanmakla bilmeyi birbirinden ayıran, inanmayı dogma haline getiren ve inanmada akıl ve mantıkilik aramayan bir din haline gelmiş Hıristiyanlık. Cemil Meriç’in ifadesiyle, müstağrip aydınımızın İslam’a yaklaşımı da maalesef bu aynı yaklaşımdır. İkinci yaklaşım, yine aydınımızın büyük çoğunluğuna hakim olan laik-bilimsel yaklaşımdır. Bu da, dine sadece Allah ile kul arasında bir vicdan işi, dogmatik bir kabul olarak bakar. İnansan da inanmasan da olur, inanırsan senin için antidepresan vazifesi görürse iyidir. Yoksa dinin ve inanmanın taşıdığı ilmi bir hakikat yoktur, din tamamen dogmatik inançlar bütünüdür… Üçüncü bir yanlış yaklaşım, dine siyasi yaklaşımdır. Bu da dini kudsiyetinden adeta koparır, onu sosyal-siyasal bir ideoloji olmaya indirger. Oysa din, Allah tarafından gönderilmiştir, insanın hayatı neden ibaretse onun tamamına bakar; zihni ilimlerle, kalbi imanla tatmin eder, bunların yanı sıra hisleri de tatminle hayata yön verir, imanda tahkik arar, hem aklı, hem kalbi, hem hisleri iman ettirir; karakter ve toplum inşa eder. Dine ideolojik bakmak ne kadar yanlışsa parçalı, Batı’dan gelen dini bakış açısı ile bakmak da o kadar yanlıştır.

“TÜRKİYE’DE HİÇBİR ZAMAN SİYASET OTURMADI, OTURTULAMADI”

Din Etrafında kitabınızdan bahsettiniz. Burada bazı yaklaşımların ilahi dini anlamakta yetersiz kaldığını belirtmiştiniz. Burada Şiîlik ve Haricîlik gibi İslâm tarihinde oluşmuş yapıları iki siyasî mezhep olarak vurgularken aslında, siyasete İslam’ı değil, İslam’a siyaseti bulaştırmanın yanlışlığına mı dikkat çekmeye çalışıyorsunuz?

İslam’ın özünde, insanın kendisiyle mücadelesi vardır. Bugün, ‘kendi ile barışık olma’ tabiri var. Belli bir seviyeden sonra, nefis ‘Mutmainne’ hale gelince, yani artık şüphe kalmamış, kalb imanla doygunluğa ulaşmış, insan bütün düşünce ve inanç problemlerine kalbinde çözüm bulmuş… Bu seviyeye gelinceye, nefs-i mutmainneye, hatta daha öte nefs-i raziye ve marziyeye ulaşıncaya kadar insan kendisiyle mücadele halindedir. Alman şairi Schiller ‘in çok güzel bir sözü vardır:”Herkes evinin önünü temizlerse, bütün sokak temiz olur”. Modern sosyoloji, insana bir nesne olarak bakıyor. Toplumsal hadiseleri öne alıp, ferde bu hadiselerin nesnesi gibi bakar. Dolayısıyla çözümü ya siyasette arar, ya sosyolojide arar. Mesela psikolojiyi hiç nazara almaz, psikoloji de sosyolojiyi nazara almaz, toplumu nazara almaz, insana fert olarak bakar. İslam, bütün bunların ortasıdır. Siyaset, daha ziyade menfaat üzerine olur. Her ne kadar siyaset Arapçada, ‘seyis’ kelimesiyle alakalıdır; at bakıcısı yani terbiye eden demektir. Fakat bunun Batıdaki karşılığı, politika çok yüzlülük demektir, yani bir yalan sanatıdır. Siyaset Türkiye’ye böyle girmiştir. Bir imparatorluk Türkiye’sinden sonra tepeden empoze bir sistem yerleştirmeye çalışılınca Türkiye’de siyaset oturmadı, oturtulamadı. Ve çok samimi dindarlar siyasete iltifat etmedi. Bununla iltifat eden dindarlar samimi demek istemiyorum. Yani dine din olarak bakan, onu siyasetle çok bağdaştıramayan dindarlar siyasete iltifat etmedi. Beiüzzaman, “Devlet kademesi, memurluk geçim sahası değildir, hizmet sahasıdır, onu geçim sahası olarak görmek dilenciliktir “der. Bu, çok enfes bir tesbit. Peygamber Efendimiz (s.a.s.), “Kavmin efendisi, ona hizmet edendir” buyurur. Yani, idarecilik halka, millete hizmetçiliktir aslında, siyaset de halka hizmet sanat ve mesleği olmalıdır. Öyle olmayıp da, insanların kendi menfaatlerini, makam ve statü ihtiraslarını tatmin aracı haline gelince, işgal edilen makamları, menfaat ve siyasi gayeleri tatmin vasıtasına dönüşüyor. O bakımdan, özellikle demokratik sistem, faziletli ve iyi eğitilmiş insanlar istiyor. Bunu derken, siyaset kurumunu tenkit etmiyorum, yanlış anlaşılmamalı; siyaset kurumunun da yerli yerine oturması lazım. Hizmet yarışına dönüşmesi lazım. Siyasetin dışındaki arayışlar ise hiçbir zaman gündemimizde olmalı; onlar bizi çukurun da çukuruna itiyor, itti ve siyaset kurumunun oturamamasının en önemli faktörlerinden oldu.

“AK PARTİ’NİN EN BÜYÜK BAŞARILARI; TOKİ EVLERİ VE METROBÜS OLARAK GÖSTERİLİYOR.
BEN İKİSİNE DE KARŞIYIM”

Bir parti, 4 sene iktidarda kalıyor, çünkü 4 senede bir seçim var. Dolayısıyla planlarını 4 sene için yapacaktır, çünkü 4’ncü senenin sonunda yine seçim var. Bu da, çok yönlü düşünmeye, uzun vadeli planlar yapmaya mani oluyor. AK Partinin en büyük başarıları, TOKİ evleri ve İstanbul’da Metrobüs olarak gösteriliyor. Ben temelden, teorik olarak ikisine de karşıyım. TOKİ evlerine niye karşıyım, şehircilik açısından karşıyım. Belki kiracılar, ev sahibi olmak isteyenler için iyi.. Fakat böyle şehir olmaz. İstanbul’a bakıyorum, diyorum ki, “Dünyada ne kadar şehir çirkinleştirme uzman varsa hepsi buraya toplanmış.” İstanbul, dünyanın en çirkin şehri, hatta köyü. Trafiği ile, sokaklarıyla, binalarıyla hiçbir master planı olmayan bir yapılaşma ve şehirleşme var. TOKİ de buna katkıda bulunuyor. Kibrit kutusu, gökdelen gibi evler dikiyor, insanları burada gayri insani şartlarda yaşamaya mahkum ediyor ikinci çok önemli zararı da, İstanbul’dan, büyük şehirlerden geriye göç gerekiyor aslında. Mesela bugün bir et problemi yaşıyoruz. Güneydoğu’da, Doğu’da hayvancılık bitiyor; çünkü oradan sürekli göç var, terörün de sebebiyle. Büyük şehirlere sürekli göç, plansız yapılaşma ve şehir yaşanmaz hale geliyor. Misalimizdeki TOKİ evleriyle şehrin nispeten kolay yaşanılır olması, insanların şehre akın etmesine ve Anadolu’nun boşalmasına yol açıyor. Bence bu en acil problemlerimizden biri. Büyük şehirlerden geriye göç sağlanmalı. Herkes bunu dile getiriyor ama büyük şehirler sürekli kalabalıklaşıyor, TOKİ de buna hizmet ediyor. Çünkü iktidarların planları 4 senelik, 25-30 senelik değil.

Metrobüs meselesine gelince: Raylı sisteme neden geçilmiyor? Bir tramvay 15-20 metrobüs demek. Dolmuşçuluk batıda hangi ülkede, büyük şehirlerde var?

Dine de siyasi olarak yaklaşıldığında, dini, şahsi menfaatlere, parti menfaatlerine alet etmekten kurtaramazsınız. Bu da dine en zıt şeydir. Dinin tek bir maksadı vardır: Cenabı Hakkın rızasını kazanmak.

“ANNE-BABA BİR NEVİ İMAMDIR, OKULDA ÖĞRETMEN İMAMDIR…”

Peki, liderlik konusunda Peygamber, İslam ümmeti için politik bir mekanizmayı ifade etmez mi?

Ona politik demeyelim. Bunun İslam’daki adı; imamettir, ikinci bir adı, hilafettir. Esas imamettir, rehberliktir bu. Bir çocuk evde anne-babanın, okula gittiğinde öğretmenin rehberliğinde yetişir. Liberaller buna karşılar ama herhalde anne-baba ve öğretmene itiraz etmezler. Daha sonra da okuduğu kitaplar, rehber kabul ettiği kitaplar…Hiç kimse kendi iradesini 15-20 yaşına kadar bir şey okumadan, etkilenmeden yönlendirmez, bir tercih yapmaz. Cizvitler vardır Hıristiyanlarda ve derler ki, “Çocuklarınızı 6 yaşına kadar bize bırakın, sonra ne yaparsanız yapın!” Çünkü şuur altı oluşması bu yaşa kadardır. Dolayısıyla rehbere hayatımızda ihtiyaç vardır. Bunun adı, imam, rehberdir. Anne-baba bir nevi imamdır, okulda öğretmen imamdır, hadis-i şerifte buyrulduğu gibi, herkes sorumluluk mevkiinde bir nevi rehberdir.

“PEYGAMBER EFENDİMİZ, TIPKI REFERANDUM GİBİ ASHABININ KARARINA BAŞVURURDU”

Başbakan’a imam diyemeyiz ama?

Kavram manasıyla değil, kelime manasıyla diyebiliriz: “Başbakan, Bakanlar Kurulunun imamıdır.” Bu manada onlara öncülük yapar. İmam da öncü demek. İslam’da mesele politik değil. İslam’da zaten ayrışma olmaz. Her şey iç içedir. Süt gibi! İçinde aynı anda su da vardır, aynı anda yağ da vardır, aynı anda yoğurtta vardır. Vücut gibi, bir bütündür. Dolayısıyla Peygamber Efendimizin oradaki konumunu, mevcut politik liderlik gibi algılamamak lazım. Bir de şu var: İslam’da onu din olarak kabulde; iman esasları, itikat esasları, ahlak-ibadet esaslarında bunları kabul edip etmemede, kişilerin bir başkasına biat etmesine, rehberliğini kabul etmesine gerek yok. Çünkü bunlar temeldir, şahsi tercihimizdir; inanıp inanmamak, ibadet edip etmemek, ahlaklı olup olmamak, haram ve helallere uyup uymamak. Bunlar tercihimizdir. Bu tercihimize göre, dünyada da karşılığı vardır ama esas karşılığı ahirettedir. Fakat bir toplum sözleşmesi olacaksa, siyasi yanı da olan bir sistem oturtulacaksa İslam bunu, fertlerin iradesine bırakır. Mesela ben tercih edeceğim idareciyi kendim seçerim. Çünkü Kuran-ı Kerim’e baktığımız zaman, çok Peygamberler gelmiştir. İslam’ı, ahlak, ibadet, iman olarak tebliğ etmişlerdir. Fakat kavimleri inanmayınca, inançsızlıkta diretince, bir de bu diretme çok büyük zulümlerle birleşince pek çok kavim helak edilmiştir. Ama bu Peygamberler de, imamlıklarını devamlı yerine getirmişlerdir. Sadece Efendimizin hayatında bir hicretle devlet kurulduğunu görüyoruz, başka Peygamberlerin hayatında yok bu. Hz Yusuf’un hayatında vardır ama orada bir iç dönüşüm vardır. Hz Musa’nın hayatında benzer bir fonksiyon görürüz fakat onun hayatında böyle bir tamamlanma olmamış, 3,5 asır sonra Hz. Davut, Hz. Süleyman zamanında İsrail oğulları bir devlet oluşturabilmişlerdir. Burada İslam’ın getirdiği prensip şudur: Eğer ferdi hayattan, toplum hayatına bir sözleşme ve bir devlet olarak da dönüşme olacaksa bu, tamamen insanların iradesine, hür tercihine ve seçmesine bağlıdır. Çünkü Peygamber’e Medineliler biat ederken, Hz Abbas’ın söylediği çok önemli bir şey var: “Siz neye biat ettiğinizi biliyor musunuz, bu işin arkasında malınızdan canınızdan olabilirsiniz.” Çünkü devlet otoritesi oluşturmak, beraberinde devlete itaati de getirecektir. Peygamber Efendimiz de her bir sefere çıkacağında her kritik ortamda yeniden ashabına, “Gidiyor musunuz, gitmiyor musunuz, benimle var mısınız yok musunuz?” diye her defasında biat almıştır. Biat da bugün yanlış anlaşılıp yanlış takdim ediliyor. Biat, alışveriş demektir. Yoksa kati teslimiyet değil, alışveriş demek. O bakımdan Peygamber Efendimiz, ne savaşlara çıkarken ne ashabını zorlamıştır ne de bir kuralı empoze tatbik etmiştir. Alışveriş yapmıştır; kabul edenler arkasından gelmiş, etmeyenler gelmemiştir. İslam’ın devlet anlayışını anlamak için bunlar son derece önemli. Tıpkı referandum gibi, halkın kararına başvurmaktır. Başvururken bunu güçle kabul ettirmez. Burada önemli olan bilhassa rehberin manevi gücüdür.

“FETHULLAH HOCAEFENDİ “CEMAATİ”NDE “BİR İMAM, CAMİ İMAMI NASIL YAPAR BUNLARI?” DİYORLAR”

Mesela Fethullah Hocaefendi “cemaati”nde “bir imam, cami imamı nasıl yapar bunları?” diyorlar. Fethullah Hocaefendi gibi veya bir Tarikat liderinin arkasından gidiliyorsa veya cemaatler bir rehberin arkasından gidiyorsa, burada bir zorlama katiyen yoktur. Buradaki o insanları arkasından götüren, arkasından gidilen insanlardaki manevi güçtür. Nasıl güneşin bir çekim gücü var, etrafında gezegenleri döndürür, bunun gibi. Bu tür zatların manevi, cazibe-i kudsiye denilen, kutsal çekim gücü vardır; insanlar buna tutulur; böyle insanların arkasından zorlama ile gidilmez. Dolayısıyla rehberiyet buna dayanmıştır. İslam tarihine baktığımız zaman özellikle insanlar, mesela Hz.Ali’den sonra, dört halifeden sonra, halifelerin değil ulemaların arkasından gitmiştir. Mürşitlerin arkasından gitmiştir. Hişam ibn Abdülmelik, Emeviler’in çok kuvvetli halifelerinden birisiydi. Hacca gelip, tavaf ederken, kimse halife var diye bakmaz. Fakat Hişam bakar ki bir insanın etrafında herkes kümeleniyor, dikkatini çeker, “Ben halifeyim kimse bana dönüp bakmıyor, bu kimdir?” deyince, Ferazdak diye o dönemde çok meşhur bir şair vardır, etrafında kümelenilen insanın kim olduğunu tanıtan övgü dolu bir şiirle ifade eder, o, Hz. Hüseyin’in oğlu Ali Zeynel Abidin’dir. Herkes onun peşinden gidiyor, halifeyi takan yok affedersiniz. Dolayısıyla İslam tarihinde bunu çok görürüz. Sadece Ömer bin Abdülaziz gibi, Abbasilerde Mehdi gibi idareciliği hizmette gören halifeler halkın tam kabulüne mazhar olmuştur. Aynı zamanda Ömer bin Abdülaziz büyük hadis alimidir. Bunlar çok sevilmiştir.

“TAYYİP BEY’İN ARKASINDAN NİYE GİDİLİYOR, ÇÜNKÜ İNSANLAR ONU KENDİLERİNDEN GÖRÜYOR, HİS PAYLAŞIMI VAR. “

Osmanlılarda bazı padişahlar çok sevilmişse güçlerinden, tahakkümlerinden dolayı değil, bunlar bizzat insanların kalplerinde kurdukları otoritedendir. Maddi zorlama insanları münafık yapar. Aynı zamanda dalkavuk yapar. İnsanları çok baskı altında tuttuğunuz zaman, bu insanlar zamanla güven vermez hale gelir. Bu defa güce karşı münafıklık yapar fakat gerçekte kabullenmez. Türkiye’de, Cumhuriyetçiyiz diyenler bunları anlamıyor. Mesela Tayyip Bey’in ( çok politikalarını tasvip etmem ayrı konu) fakat niye arkasından gidiliyor. Çünkü insanlar onu kendilerinden görüyor, his paylaşımı var.

“HOCA EFENDİ İLE İLK KARŞILAŞMAMIZDA BENDE İTİMAT TELKİN EDEN İKİ HADİSE OLMUŞTUR.”

Hak ile yeksan arasında bir gökkuşağı olarak tanımladığınız İbrahim Canan hoca ile yaptığınız bir konuşmada, siz Gülen Hocanın şahsına odaklanmaktan çok düşünce pratiğini incelemek gerektiğini söyleyince, Canan Hoca, “O söyleyince sözlerin tesiri artıyor, İnsanlar, onun şahsî kemalâtına da tutuluyor” demişti. Sizin Fethullah Hocayı erenler sınıfına koymakta yaşadığınız bir tereddüt var mı?

Hoca Efendi ile yolum çok kesişti hayatımda. Mesela 66’da ilkokulu bitirdiğimde, babam, rahmetli, ağabeyim de kestane pazarında Hoca Efendi gelmeden kalmıştı. Bu münasebetle, “Bir oğlum daha var, onu da alır mısınız?” diye kestane pazarına yazdı. Onlardan da –Yaşı küçük! diye cevap geldi. Göndermedi, gidemedim fakat iki ay sonra mektup geldi çocuğu getirin diye, bu defa ben okula başlamıştım, gitmedim, olmadı. O zaman Hoca Efendi kestane pazarına gelmişmiş, öyle bir karşılaşma olmadı, gitseydim, 67’den beri belki bir tanışmamız, beraberliğimiz olacaktı. 69-70 yıllarında Ağabeyim Hoca efendinin yanında kalmıştı, kampa götürdü, sabah ve ikindi namazında uzun tesbihat vardır, ben o zaman çocuk olduğum için o ağır gelirdi, kaçardım dağlara falan, 3 hafta kadar kaldım, çocukluk nedeniyle bende herhangi bir katılım olmadı. Hoca Efendi ile de karşılaşmadık zaten. 76’da ben Erzurum’da okurken, Hoca Efendi, Altın Nesil konferansına geldi. Ben de köydeydim, yine bir karşılaşmamız olmadı fakat ancak 1989’da Hoca Efendi ile müşerref olabildim. O zamana kadar da, ben çocukluğumdan beri çok geniş kapsamlı okuyan bir insanım. O dönemlerde kısmen İslamcı bir eğilimim de olsa Hoca Efendiyi de okuyordum. 79’dan itibaren Sızıntı’nın baş yazıları, Ölçü ve Yoldaki Işıklar kitabını oluşturan çerçeve yazılarını, orta sayfadaki yazılarını o zamanlar da okuyordum, bazen kasetlerini dinlerdim, takip ederdim. Hoca Efendi ile İlk karşılaşmamızda bende itimat telkin eden iki hadise olmuştur. Bunlardan birisi ben çok soran bir insanım. Belki Hoca Efendinin arkasında 45 senedir bulunan insanlar, benim sorduğumun 1/10’ini sormamıştır. Hoca Efendi de ilmi sohbetlerden hoşlanır. Belki şu ana kadar 10 bine yakın soru sormuşumdur bir araya geldiğimiz zamanlarda. Ben içime takılan meseleleri çözmeyince rahatlamam. Sabaha kadar kütüphanede o konu ile ilgili araştırırım.

“ŞİİLİĞİ BENİM KADAR ETRAFLI, HER ŞEYİYLE İYİ BİLEN YOKTUR.”

İran devriminden sonra Şiilik mevzuu beni çok meşgul etti. 5 yıl kadar araştırdım. Türkiye’de Şiiliği benim kadar etraflı, her şeyiyle iyi bilen yoktur. Çünkü kendi kaynaklarından araştırdım, Sünni kaynaklardan değil. Hoca Efendiyle ilk karşılaşmamızda sorduğum ‘ilk’ soru şuydu. Hz. Ali efendimiz, Hz. Ebubekir efendimize niye 6 ay geç biat etti? Hoca Efendinin cevabı hiçbir yerde göremediğim, bulamadığım çok ikna edici geldi. Demek ki Hocaefendi’de mükemmel ilim var. Bu, kitaplarından da anlaşılır. Kitaplarının çoğu gerçi konuşmalarından oluşmuştur, konuşmaları kasetlerinden çözülür, kendisi tamamen gözden geçirir, yayınlanmadan önce son bir daha bakar. Dolayısıyla kaleme aldığı kitap sayısı azdır. Fakat ilmi seviyesi kitaplarında da çok bellidir. Oradaki cevap beni son derece tatmin etti. İki şey söyledi: Birisi Hz. Ali, Hz. Fatıma validemizin vefat edeceğini biliyordu, çünkü Efendimiz söylemişti bunu vefatından önce. Hz Fatıma validemiz ile Hz. Ebubekir arasında Fedek arazisi konusunda bir anlaşmazlık olmuştu. Dolayısıyla Hz Fatıma validemizde Hz. Ebubekir’e karşı bir kırgınlık yaşandı. Bir Peygamber kızı. Hz. Ali efendimiz, böyle bir hanımını az kırgın olduğu bir zata biatla vefatında önce üzmek istemez. Dolayısıyla vefat edeceğini bildiği için de beklemiştir, onu kırmayayım diye” dedi. İkincisi dedi, bu çok önemli, Hz Ali’nin dehasını gösteren çok önemli bir duruş. HZ. Ebu Bekir’in seçilmesi hadisesinde ortam gerilmişti, kutuplaşmalar olmuştu. Bir yanda Hz Ebubekir’e biat edenler var, bir yanda Hz. Ali tarafını tutan ciddi bir gurup var. Bir tarafta bundan faydalanmak isteyen münafıklar, yeni Müslümanlar var. Mesela Ebu Süfyan yeni Müslüman olmuş, Hz Ali’ye, ‘Sen niye biat ettin, Haşimi gibi bir soydan geldiğin halde, Teymi gibi zayıf bir kabileden gelen Ebubekir’e biat ettin, niye böyle bir zelilliği kabul ettin?” gibi tahrik edici bir şey söylüyor, -Emret, 100 bin askerle doldurayım Medine’yi!. Hz Ali de onun teklifini samimi bulmuyor hiçbir zaman. “Benim buradaki meselem; kavga, savaş, kabile meselesi değil” diyor. Fethullah Gülen Hocaefendi: “Böyle bir kutuplaşmada Hz. Ali hemen biat etseydi, arkasındaki insanlar Hz. Ali’yi dinlemezdi, onların muhalefetinin yatışmasını bekledikten sonra, o muhalefet yatıştı, ondan sonra gitti biat etti, bu defa biat etmeyen kalmadı” dedi. Bu çok ikna edici bir cevaptı. Hz. Ali’ye yakışan da budur. Ben bu izahı başka yerde görmedim, bu bir tarih, hadise yorumudur, gerçek yorumdur.

İkinci hadise: Hocaefendi, ‘Sonsuz Nur’ kitabına malzeme teşkil eden vazlar veriyordu Cuma günleri. Çamlıca’da bir evdeydik. Samsun’dan gelen bir gurup vardı, soru sordular: “Hocam biz bazı Müslümanları ziyaret ediyoruz, başka cemaatten Müslümanları ziyaret ediyoruz, bize çok iyi davranıyorlar fakat ayrıldıktan sonra arkamızdan başka türlü konuştuklarını duyuyoruz. Nasıl davranalım bunlara karşı?” Hoca Efendi üç şey söyledi, hiç unutmuyorum: “Peygamber Efendimizin hadislerinde bana birisi kötülük ettiğinde ben ona nasıl davranırım, 5’nci, 10’uncu, 20’nci defa kötülük ederse, sen de kötülük edebilirsin dediğini okumadım. O daima “iyilik et!” diye cevap vermiştir. İkincisi dedi, ne niyetle gidiyorsunuz ziyarete? Bunlar Müslüman kardeşlerimizdir, ziyaret edilmeli, Müslümanlar sevilmeli bu niyetle mi gidiyorsunuz, ‘Bunları da idare edelim” diye mi gidiyorsunuz? Müslüman idare edilmez, Müslüman sevilir, niyetlerinizi kontrol edin, dedi. Üçüncüsü diğer Müslümanların haklarında dua ediyor musunuz? Ben Türkiye’de hangi Müslüman gurup, cemaat kim varsa hepsinin başlarındaki insanlara ta cedlerinin cedlerine varıncaya dua ederim, dua ediyor musunuz?” Bu cevap bana yetti.

"HOCA EFENDİ’DE ÇOK ÜST SEVİYELERDE VELAYET VARDIR YANİ VELİLİK”,
HOCA EFENDİ, İSLAM TARİHİNDE YETİŞMİŞ EN BÜYÜK VELİLERDEN BİRİSİDİR.”


Bizi tarihte yıkan tefrika olmuştur. Osmanlıyı Viyana’da mağlup eden tefrikadır. Hz. Ali’yi Sıffin Savaşında tam muharebeyi yenecekken geri çeken tefrikadır. Tarihi değiştiren tefrikalar olmuştur ve İslam ümmetinin en büyük imtihanı; tefrika ve ihtilaflardır. Ben de Allah’a hamd ederim, hayatım boyunca hiçbir Müslüman gurup aleyhinde bulunmadım, bulunmam, birisi konuşursa sustururum, benim için yazılanlara cevap vermem. Hz Habil’in, Kabil’e bir sözü vardır:” Sen beni öldürmek için elini uzatsan da ben seni öldürmek için elimi uzatmam” Bence bir Müslüman’ın bir Müslüman’a karşı tavrı bu olmalıdır. Hoca Efendinin bu cevabı benim için çok tatmin edici oldu. Daha sonra çok sık beraberliklerimiz oldu. Benim Hoca Efendi’de en fazla gördüğüm –ki eren tabirinin bizdeki kullanımında küçümse de vardır, hatta meyhane edebiyatında da geçer bu tabir– Hoca Efendi’de çok üst seviyelerde velayet vardır yani velilik. Çok üst seviyededir; bunu, tecrübe etmeyen, onun yanında kalmayan bilemez.

Hoca Efendi –benim şahitliğime gerek yok ama– açık bir şekilde söyleyebilirim: ”Hoca Efendi, İslam tarihinde yetişmiş en büyük velilerden birisidir.” Zaten o cazibe-i kutsiye, Allah’la münasebetin verdiği velayet olmasa, insanlar öyle pek ilmin arkasından da gitmez.

“BEN BEDİÜZZAMAN’A, FETHULLAH GÜLEN HOCAEFENDİ’YE ŞAHSÎ KEMALÂTLARIYLA BAKMAM”

Şu da var ki, Hoca Efendiyi veya bu tür zatları tanımada için velayetlerini öne çıkarmak subjektif kaçar, avam halk, şeyhlerde keramet arar. Keramet, büyüklük alameti değildir. Cenabı Allah en ami müminlerde de çok keramet yaratır. Hatta hayvanlarda bizim için keramet sayılacak bizden daha öte kapasiteler bulunabilir. Bu husus, Bedizzüman’ın çok üstünde durduğu bir şeydir. Peygamber Efendimiz bile mucizeleriyle Peygamber değildir. O mucizeler gerektiği anda, mecbur kalındığı anda gösterilen şeylerdir. Yoksa onun yaptıklarının ne kadar doğru olduğuna, ilmine, karakterine, ahlakına bakmak lazım. Bediüzzaman’a, Fethullah Gülen Hocaefendi’ye şahsî kemalâtlarıyla bakmam. Şahıs olarak bakmak, Fethullahçılık, Bediüzzamancılık doğurur. Bu da diğer Müslümanlarla arada zıtlaşmaya yol açar. Biri der ki, “Benim liderim, benim imamım, benim mürşidim daha büyük veli, daha kerametli!” Bunlar çok avami şeylerdir.

Bediüzzaman’ın söylediği bir şey var, insanlara bakarken düşünce dünyaları ile, yaptıklarıyla, karakterleriyle bakmak lazım. Yarın insanlar, Fethullah Gülen Hocaefendiyi kerametleriyle, veliliğiyle bilmeyecek, çünkü görmediler onu. Onun arkasında bıraktığı mirasa bakacaklar, karaktere bakacaklar.

Bediüzzaman, Peygamber Efendimiz’le ilgili şu değerlendirmede bulunur: “O dönemde –Cahiliye dönemi diyoruz– ümmi bir kavimde, alabildiğinde mutaassıp, adetlerine sımsıkı bağlı, son derece gaddar, hiçbir zaman birlik oluşturamamış, yılın sekiz ayında savaşan, hayatları çapul, ganimet birbirini soymakla geçen böyle bir toplumda Peygamber Efendimiz 23 senede geleceğin tarihini değiştirecek ve tarihin görmediği ihtişamda medeniyet meydana getirecek bir kadro meydana getiriyor.” Bugün sigara öldürür yazısı, sigara aleyhindeki kampanyalar ne kadar mani oluyor sigara içimine? Cumhuriyet’le ilgili sloganlar…yüzde bir bile tesir etmiyor…İşte Bediuzzaman devam eder: “Sigara gibi küçük bir âdeti bile güçlü bir hükümet, güçlü bir hakim, uzun yıllar çalışarak çok küçük bir guruptan ancak kaldırabilir. Ama o zat, Hz. Peygamber Efendimiz (s.a.s.), 23 senede o insanların tamamını her bakımdan değiştirdi. Onları zamanın medeni milletlerine üstad yaptı. Bugün alın 100 pedagogunuzu, 100 filozofunuzu, 100 psikologunuzu gidin bugünkü Arabistan’a (Hatta ben diyorum, gidin Londra’ya, Paris’e, New York’a, Brüksel’e) o zatın 23 senede yaptığının yüzde birini 100 senede yapabilir misiniz?” Peygamber Efendimizi tanımak için, peygamberliğini kabul için yeter bu, bence başka delile gerek yok. İşte, insanları tanımada objektif olan budur. Herkes için geçerli olan budur. Dolayısıyla Fethullah Gülen Hocaefendi’ye bakarken de böyle bakmak lazım. O’nun büyüklüğünü kerametleri göstermez, yaptıkları gösterir.

“REFERANDUMDA DEĞİŞİKLİK YAPILIRKEN DE DİN NAZARA ALINMADI”

“Fethullah Gülen’in son yarım asrın şartlarında İslam’ı temsil ettiğini kavramak, bir manâda kendi pratiği içinde şekillenen İslâm'ın ve İslâm fıkhının ürettiği veya dayandığı usulü iyi bilmeyi gerektirmektedir.”diyorsunuz. Fethullah Hoca, İslam’ı da pratik hale getirdi mi sizce?

Sağ olun, iyi sorular hazırlamışsınız. Seyyid Kutup’un çok enfes bir tespitidir: “İslam fıkhı, kitaplarda yazılı kaidelerden ibaret değildir ” der. Bugün en yanlış anlaşılan bu: “İslam, teori değildir, İslam pratiktir” Bugünkü insanlar dini sadece dogmatik bir şey olarak gördükleri için, gerek Hoca Efendinin başarısını, muvaffakiyetini gerek İslam’ı tanımıyorlar. Tanıyamayınca arkada başka başka güçler arıyorlar; kimisi Amerika diyor, kimisi değirmenin suyu diyor. Bilmedikleri için başka şeylerde arıyorlar. Din, bir tecrübedir. Bediüzzaman’ın çok enfes bir tespiti var: Vicdanın dört rüknü vardır, vicdan dört temele oturur, bu dört rükün, ruhun da duyularıdır. Bunlardan birisi his, biri irade, biri zihin, biri kalp. İslam, bunun dördünü de tatmin eder, dördüne de yol gösterir. Bir insanı hem hissen, hem kalben hem zihnen tatmin edeceksiniz, bu tatminle iradesine yol verecek. Bu tatmin olmazsa insan topal olur, aksak olur. Din, dört noktada da insanı tatmin eder. İlimleriyle zihni tatmin eder, ahlakıyla, ibadetiyle, imanıyla kalbi tatmin eder, aynı zamanda hisleri de tatmin eder. Ondan dolayı İslam tarihinde, Müslümanlar din uğruna çok rahat canlarını vermişlerdir. Çünkü mutmaindir, iradesini rahatça şehadete yönlendirir. Din, pratiktir. Bugün İslam’a bu pratik içinde bakamayan insanlar teori içinde bakınca, bütünüyle İslam fıkhına bugünden bakınca bocalıyorlar. Bu defa İslam’ın bazı ahkamı için; “Bunlar bugüne uymuyor, bugünün dünyası bunları iyi görmüyor, bunlar sevilmiyor, bunlar İslam’dan uzaklaştırır” diyen insanlara doyurucu cevap veremiyorlar. Yaklaşım yanlış. Ben kalkıp da faiz konusunda teorik konuşurum, fakat insanlara faiz haram derken, onlara faizsiz bir sistem tavsiye etmiyorsam o insan bocalar. Pratikle teori arasında bocalar. İslam böyle yapmamıştır. Medine’de bile faizin kaldırılması 10 sene almıştır. İçkinin yasaklanması 6-7 sene almıştır. İslam, münafık üretmez, mümin üretir. Dolayısıyla İslam’ın bir başlangıcı vardır: “La ilahe İllallah” Hocaefendi, Peygamberimizin “La ilahe İllallah deyin kurtulun” hadisini nakledince kıyamet kopuyor. Bir insan düşünün, hiç dinle alakası yok, İslam’ı duymamış, buna diyeceğiniz birinci şey, “La ilahe İllallah” ”Allah’tan başka Rab, Allah’tan başka yaratıcı, ilah yoktur.” O insan ilk önce bunu kabul ettiği zaman arkasından ahret dersiniz, peygamberlik dersiniz, melek dersiniz, kitap dersiniz. Allah’ı kabul etmeyen, diğerlerini zaten kabul etmez. Bir insana “Allah” dedirttiğiniz zaman, o gün vefat edebilir, ama artık imanın kapısından içeri girmiştir, kalkıp da buna siz, ‘kurtulmaz’ diyemezsiniz ki! Dolayısıyla bu tedricilik, inşa anlaşılmıyor. “La ilahe İllallah” da fıkhın içine girer, fıkıh İslam’ın tamamını kapsar. Dinde fıkıh, özünü kavrama demektir. Bu da pratikle olur. Bir araba ile yolda gidiyoruz, giderken, bu yolun karşıma çıkarttığı şartlara göre davranırım. İşte fıkıh denen şey, şartlarına göre yolda gidebilme, İslam’ı pratiğinde yaşayıp kavrayabilmedir. Burada önemli olan şudur: yapılan şeylerin dine aykırı olmaması. Fakat başka Müslümanlar benimle aynı kulvarda yürümüyor, fakat benim bazı tavırlarımı tenkit ederse yanlış yapar. Aynı yolda, aynı araba ile gitmiyoruz, aynı şartlarda değiliz. Dolayısıyla yoldan çıkmadan dinde gidebilmek önemlidir.

“ANAYASA, KANUNLAR YAPILIRKEN KİMSE ‘DİN NE DİYOR?’ DEMİYOR”

Mesela şu anda Türkiye lâik. Anayasanın temellerini, İslam’ın iman esasları, ibadet esasları, muamelat esasları oluşturmuyor. Referandumda değişiklik yapılırken de Din nazara alınmadı. Anayasa, kanunlar yapılırken kimse ‘din ne diyor?’ demiyor. Kanunları, ceza hukukunu uygularken, İslam şunları haram mı etti, helal mı kıldı düşünülmüyor. Bu ülkede rızamızla yaşıyorsak, anayasaya da, kanunlara da evet diyoruz. Evet dediğimiz kanunlara da uymakla mükellefiz. Ya kendi kanunlarınızı yapacaksınız yapabiliyorsanız, ya da evet dediğiniz yasaya, kanunlara uyacak, İslamî faaliyetinizi bu kanunlar çerçevesinde yürüteceksiniz.

“ONLARDA ALİ SEVGİSİ DEĞİL ÖMER DÜŞMANLIĞI VAR”

Siz böyle söylerken, özellikle Aleviler tam tersini iddia ediyor. Özellikle de din ile yönetildiğimiz dillendiriliyor. Siz Alevi açılımından sonra yazdığınız bir yazıda Aleviliği İslam’ın içinde görmeyenler ve din derslerinin kaldırılmasını, diyanet işlerinin lağv edilmesini isteyenlere sistemin aslında Sünnilerin lehine çalışmadığını anlatmaya çalışmıştınız.

Katiyen çalışmıyor. Şiiler için Sünnilerin söylediği bir şey vardır. “Onlarda Ali sevgisi değil Ömer düşmanlığı var”. Şiiler İslam Ümmeti içinde azınlık olarak kalmıştır. Azınlık psikolojisinde kendi çizgilerinin müspetlerine, yani kendi inanç ve görüşlerine, doğrularına vurgu yapmaktan ziyade, cephe oldukları çoğunluğu çürütmeye çalışma vardır. Halbuki bu, çok yanlıştır. Ben kendi müspet değerlerimle, doğrularımla ortaya çıkarım, başkalarını yok etmeye çalışarak değil. Maateessüf Alevilerin bazılarının Türkiye’de böyle bir tavrı var. Büyük çoğunluk din dersine taraftarsa, buna karşı olmak niye? Sünnilere verilen hakların onlardan geri alınması değil yapılması gereken. Alevilerin hakları neyse onları vermeye çalışmak. Çoğunluğun haklarını sağlarken, azınlığın haklarını ellerinden alarak değil, onların da haklarını tanıyarak. Veya azınlığın haklarını sağlarken çoğunluğu haklarından ederek değil, onları da gözeterek ne yapılacaksa yapmak lazım.

“ALEVİLİK AYRI BİR DİN Mİ? İSLAM İÇİNDEKİ YERİNİ TESPİT ET!”

Din dersini devlet okutmalı mı okutmamalı mı, bu tartışılır. Fakat din dersi yasaklansın, diyanet ortadan kaldırılsın diye ortadan çıkmak, bu “her şey bana göre olsun” demektir. Daha da ötede, “Benim dışımdakilerin bir hakkı ve sözü olmasın” demektir. Siz Alevi olarak, kendi adınıza, Alevilik adına talepleriniz nedir; düşüncen, inancın, dünya görüşün, hayat tarzın nedir? Bunları ortaya koyun. Taleplerinizi bu doğrultuda yapın. Ama bu konuda, “Cem evleri ibadethane olsun” dışında bir şey söylemiyorlar takip ettiğim kadarıyla. Bir de “Madımak müze olsun” diyorlar. Madımak’ta Alevileri katleden Sünniler değildi, bunun provokasyon olduğu bilinen bir şey. Cem evleri niye ibadethane olsun derken, ben tabi olarak sorarım: ”O zaman Alevilik ayrı bir din mi? İslam içindeki yerini tespit et!” Onlar da diyebilirler, “Biz Müslüman değiliz, biz ayrı bir diniz, cem evi ibadethane olsun.” Bir yandan “hem Müslüman’ım hem cem evi ibadethane olsun” diyorsanız bu, bence samimiyet değildir. Hem Müslümanlığını kabul edeceksin, hem de camiden ayrı cem evi kabul edeceksin. Cem evi ile cami aynı manaya geliyor zaten. Cami, tamamen Arapça, cem evi, Arapça-Türkçe. Yani cem, toplanma, cami, insanları bir araya toplayan mekan demek. Burada caminin karşısına cem evini çıkartmak çok yanlıştır.

“BENCE NÜFUS CÜZDANINA ‘MÜSLÜMAN’YAZDIRILMASIN”

Din temelinde Müslümanları bölmedir. Eğer sen İslam’ın içinde kendini kabul ediyorsan, bu noktada cem evi bir dergâh olur en fazla, tekke olur, zaviye olur. Ama İslam’ın dışında kabul ediyorsan evet, cem evi ibadethane olur. Burada kendimiz ne isek, samimi olarak ortaya koymalıyız. Bence nüfus cüzdanına ‘Müslüman’ yazdırılması biz Sünnilerin isteği değildir, yazdırılmasın bence. Çünkü içimizde Müslüman olmadığı halde, Müslüman ismi taşıyan çok var. İttihat terakkinin politikasıydı bu. Türkiye’de ittihat terakki iktidara gelinceye kadar hiçbir şehir ve köyün isimleri değiştirilmemişti. Ama ittihat terakki Türkçülük akımı ile bunları değiştirdi. İyilik yapmadı Türkiye’ye ve kendi sistemine. Herkes Türk ise Türk olarak çıksın, alevi ise ayrı bir din kabul ediyorsa öyle çıksın, Sünni ise öyle çıksın. İslam’da da böyledir. İslam, Hıristiyan’a Yahudi denmesini istemez. Tam tersine bu, insana hakarettir. Herkes ne ise o olarak ortaya çıksın. Hepimizi bağlayan Türkiye’nin bir Anayasası var. Kanunları var. Bu çerçevede herkese ne tanınması gerekiyorsa tanınır. Burada açık ve samimi olunmalıdır. Ve kendi hakkını isterken de kimse benim hakkıma tecavüz etmemeli. Türkiye’nin kanunları çerçevesinde diyanet nasıl olsun, olsun mu olmasın mı, din dersleri mecbur olsun mu olmasın mı…bunlar ondan sonra tartışılır. Başta temellerde anlaşılmadıkça, birbirimize samimi olmadıkça, iki yüzlü davranırsak hiçbir sonuç üretilmez.

“CUMHURİYET, İSLAMİ GEÇMİŞİMİZE CEPHE ALARAK GELİŞMİŞTİR”,
“CUMHURİYET, OSMANLI GEÇMİŞİMİZİ KENDİSİNE RAKİP GÖRDÜ.”

Peki diyalog konusu üzerinde çok duruyoruz. Hatta aydınların kaleminden Fethullah Gülen’in anlatıldığı “Diyaloga Adanmış Hayat” isimli kitap var. Diyalogsuzluk sadece aleviler mi diye soruyu bağlayacağım ama bu diyalog meselesini, Hıristiyan'a hoşgörü, Müslüman'a tuzak şeklinde algılayanlar, ihanet olarak görenler, hatta ''post modern misyonerlik'' adını verenler oldu…Diyalog üzerine adanmış hayatın diyalogsuz kaldığı konular neler?

Bizim Türkiye’deki Cumhuriyet dönemi Müslümanlığımızı belirleyen Milliyetçilik olmuştur. Çünkü Cumhuriyet bir noktada iki yüzlülük yaptı. Aslında Cumhuriyetin kuruluşundaki ana mücadele, bir bakıma geçmişimize karşıdır. Bu, Bursa yolunda bir mezar taşında bile vardır, “Osmanlı’ya karşı mücadelelerde şehit düşmüş askerler” yazar. Cumhuriyet, normalde Osmanlı, İslami geçmişimize cephe alarak gelişmiştir, temelinde bu vardır. Cumhuriyet, kendini yerleştirmek için geçmişimize savaş açtı. Çünkü burada halkın ikna edilmesi gerekiyordu. Yani halkın Cumhuriyeti benimsemesi için. Cumhuriyet, Osmanlı geçmişimizi kendisine rakip gördü. Dolayısıyla ona karşı savaş açtı, tarihimizi kötülemenin altında yatan sebep budur. İkincisi, Cumhuriyet kendisini kabul ettirmek için İstiklal Savaşını çok fazla öne çıkartarak, bu defa Batı’ya da cephe aldı söylem temelinde ve retorikte. Fakat Batı’ya cephe alırken bir yandan da Türkiye’yi Batılılaştırmaya çalıştı. Bunu yaparken de empoze bir kültür, empoze bir dünya görüşü etrafında Türkiye’de İslam’ı kırarak, Batılılaşmayı Batı gibi üretmeden Batı gibi tüketmede gören, ne Batılı olabilmiş ne de kendi olarak kalabilmiş bir toplum ortaya çıkardı. İslam hassasiyetli insanlar bile bundan nasibini aldı.

“İSLAM’I BİR AHLAK OLARAK, MEDENİYET OLARAK İNSANLARI İNŞA EDEMEDİK”,
“TÜRKİYE, KENDİ İNSANINI İNŞA EDEMEMİŞTİR.”


Şehre göçen insanlar şehirleşemiyor. Ben çok irkiliyorum. Bazı komşulara bakıyorum, en dindarları bile – iki günde bir çöpçü geçiyor ama– evinin çöpünü yerine koyma yerine karşıda boş arsa varsa oraya atıyor. Bunu yapan da dindar Müslümanlar. İslam’ı bir ahlak olarak, medeniyet olarak insanları inşa edemedik. Çünkü biz, ara nesilleriz, ortada kalmış nesilleriz. İslami terbiye yerleri eskiden camilerdi, tekkelerdi, dergahlardı, bunları kapatarak, İslam insanını inşa eden müesseseleri yok ettik, Batı sistemini oturtamadık, oturtamazdık. Cemil Meriç’in çok enfes bir sözü vardır: ”Bir medeniyetin başka bir medeniyete istihale edemeyeceği (dönüşemeyeceği) Danilevsky’den beri kabul edilen bir kaziye-i muhkemedir (kesin hüküm)” der. Danilevsky’den beri sosyolojilerin kabul ettiği gerçek: Bir medeniyet, başka bir medeniyet olamaz. Bunu yapmaya çalışırsanız, ne o olmuş, ne bu olmuş, hiçbir şey olamamış yoz ve yobaz insanlar yetiştirirsiniz. Şu anda Türkiye, kendi insanını inşa edememiştir. Müslümanı da böyledir, laiki de böyledir, biz ortada arada bir toplumuz. Graham Fuller ve Lesser’in kitabı var: Kuşatılanlar: Batı'nın İslâm Jeopolitiği. Orada çok enfes bir tespit var:” İslam’ın 13 asrında Müslümanların öldürdüğü Hıristiyanlardan çok daha fazla Müslüman, son bir asırda Hıristiyanlar tarafından öldürüldü”. Bu algı, bütün İslam dünyasında vardır, Türkiye’de çok daha fazla var. Cumhuriyet de bunu retorikte çok kullandığı için, Türkçülük adı altında Milliyetçiliği çok öne çıkardığı için ve şeflik döneminde Müslümanlara, bilhassa Sünnilere çok dokunulduğu için (evet Dersim’de bir katliam var. Buna da en fazla Sünni önde gelenler tepki gösteriyor. Fakat Sünnilere her bakımdan yapılan bunun onlarca katıdır.

“BİZİM TÜRKİYE MÜSLÜMANLIĞIMIZ, MİLLİYETÇİLİKTİR.”

Türkiye’de cem evlerine çok dokunulmadı Cumhuriyet döneminde. Ama binlerce cami kapatıldı, tekkeler, dergahlar, zaviyeler, medreseler kapatıldı. İslami kavramlar dilimizden tecrit edildi.) Bunlar da batılılaşma ve batıcılık adına yapıldı, batılıların açık desteğiyle yapıldı. Buna karşılık Müslümanlarda hem Batı emperyalizmine karşı hem içeride Cumhuriyet ideolojisine karşı bir tavır gelişti. Ve bu tavırda da İslam motor olmadı, Milliyetçilik motor oldu, İslam buna tabi kılındı. Yani Bizim Türkiye Müslümanlığımız milliyetçiliktir. Milliyetçiliğin güdümünde ve hizmetinde olmuştur. Bu sebeple dünyayı ikiye ayırdık, bir yanda Müslümanlar, bir yanda her zaman bizi kapmaya hazır, Türk’ün Türk’ten başka dostunun bulunmadığı bir dünya var. Ve herkese şüpheyle yaklaştık. Halbuki Bediüzzaman 1910’larda küreselleşmeden bahsediyor, Hoca Efendi de yazmıştı, zamanın yaklaşmasını ifade eden bir hadis temelinde aynı konuyu. Böyle bir zamanda Müslüman da olsa herkes, artık herkesle bir arada yaşama mecburiyetinde. Fakat Cumhuriyet ideolojisinin bize verdiği Milliyetçilik bize bunu göstermedi. Biz tarihe de bu iki cephe algısıyla yaklaştık. Fakat daha sonra Hoca Efendi’nin medeniyetler çatışmasından bahsedildiği bir zamanda dışa açılma söylemi ortaya çıktı: hoşgörü ve diyalog söylemi ortaya çıktı. Düşünün, tarihimizde en fazla düşmanlığımız Ruslarla var, neredeyse 10-15 yılda bir savaşmışız. Komünist Rusya ile de düşmanlığımız var. Ama Sovyetler dağılınca hem çarlık Rusyasının başşehri Petersgurd’da hem de komünist Rusya’nnı başşehri Moskova’da Türk müteşebbisler okullar açtılar. Bizzat Rusya federasyonu bile “Siz ne için buraya geliyorsunuz? “demedi. Rusya’nın en önde gelen aydınları Hoca Efendi hakkında sempozyum yapıyorlar, kitaplar yazıyorlar. Şimdi, bir zaman asırlarca düşman olduğunuz, sürekli gırtlak gırtlağa geldiğiniz bir ülke insanı ile çok rahat bir araya geliyorsunuz. Onun dışında Hz. Ali’nin bir sözü var, “Müslümanlar dinde kardeşlerimiz, diğer insanlar insanlıkta kardeşlerimizdir” İslam’ın çok güzel bir tabiri var, yeryüzüne, “Kardeşlik beşiği” deriz, çünkü burası insan için yaratılmış. Müslümanlık, insanlar arasında tam bölünme sebebi olamaz, çünkü yeryüzünde Müslüman olmanın karşılığını ahrette göreceğiz. Dünya Darül-İslam, Darül-Harp diye ayrılmaz. Dünya veya insanlık İslam’a göre, ümmet-i icabet, ümmet-i davet diye ayrılır. Birisi İslamî tebliği kabul etmiş Müslümanlar, diğeri kendilerine tebliğ götürülmesi gereken insanlar. Eğer bir ülke Müslümanların ülkesine karşı muharebe halinde ise o ülke için darül-harp tabiri kullanılır. Yoksa herkesle aynı sokakta otururum, aynı sofrada yemek yerim. Müslümanların dışındakiler Ümmet-i davet olacak, ben onlara İslam’ı anlatacağım, fakat onlarla yumruk yumruğa olacağım. Böyle şey olur mu? Onun yerine bir köprüde bir araya geleceğiz ki, o beni tanıyacak, İslam’ın güzelliklerini bende görecek.

“HZ .İBRAHİM KELDANİ’DE, HZ. MUSA’YI FİRAVUNLAR YETİŞTİRDİ, ONLAR DA MI AJANDI?”

Peygamber Efendimiz vefatında herkesin bildiği, zırhı Yahudilerde rehindi, borç almıştı ondan, alışveriş devam ediyordu yani, beraber yaşayacağım o insanlarla ben. Bunun adı diyalog. Benim tarihimde sürekli yaşanmış bir olguyu diyelim ki başka maksatlarla bile olsa Vatikan’ın başlatmış olması veya bu konuda başkalarının böyle planları olması beni ilgilendirmez. Bir yolda giderken, bana düşman olanlarla bile yolumuz çakışabilir. Soruyorlar, “Hoca Efendi Amerika’da, Amerika İslam ülkeleriyle savaşıyor, Hoca Efendiyi niye tutuyor, o zaman Hoca Efendiyi Amerika besliyor. “ Ben de diyorum: ”Hz. İbrahim, Keldani sarayında yetişti. Hz Musa, Firavunun sarayında, hem de Firavun tarafından bakılıp büyütüldü. Peygamberimiz Kureyş’in içinden, direk düşmanlarının içinden çıktı. Tarihte hep böyle olmuş, o zaman onlar da ajandı. Hz Musa’yı ortaya firavun saldı, Hz. İbrahim’i Keldani yönetimi saldı, Hz Peygamberimizi Kureyş saldı… Böyle mi yani? Kaldı ki, Amerika’da kalınca illa Amerika ile kavgalı olmam mı gerekiyor? Amerika diğer Müslümanlarla kavgalı, o zaman Hocaefendi hep diğer Müslümanlara uyarak mı davransın, niye diğer Müslümanlar Hocaefendi’ye uyarak davranmasın?

“ESKİDEN MÜSLÜMAN’IN GÖRDÜĞÜ ZULME HIRİSTİYAN EL UZATMAZDI, ŞİMDİ TEPKİLER YAĞIYOR”

Peki Gülen Hocanın dış basında gördüğü teveccühü neye bağlıyorsunuz? Mesela, Belçikalı Uluslar arası ilişkiler Profesörü, Rik Coolsaet bir kitabında Fethullah Gülen’i "Türk milletini ’yenileyen’ liderlerden biri", Türkiye’deki güven duygusunun tesisinde bir cankurtaran olarak tanıtmış, ötekini karalamama hassasiyetine dikkat çekmişti.

Bediüzzaman’ın çok güzel bir tespiti var, insan Kerim bir varlıktır. Hz. Ali’nin bir sözü var:”Sen kendini küçük bir cirim sanıyorsun; oysa en büyük âlem sende dürülmüştür.” Yani insan kainatın hem çekirdeği hem meyvesidir. İnsan kâinatın modelidir. Benim bir melekî yanım var. Madem ki kâinatta melekler de varsa bir meleki yanım var, bende Allah’ın arşı var, kalp. Allah’ın bana verdiği muazzam bir sevme duygusu var. Sevilmekten daha ziyade severek mutlu olur insan. Hepimiz kalbimizde devamlı yaşarız bunu. Aynı zamanda merhamet, şefkat..O kadar yüce duygular vermiş ki Cenabı Allah bize. Bunun yanında menfi sıfatlarımız var; bencillik, enaniyet, gurur, kibir, kıskançlık. Niye vermiş Allah bunları? Haşa zalim mi? Diyalektik denilen şeyin bir gerçeklik yanı var, bunların çatışmasıyla terakki olur, çatışmazsa terakki olmaz. Ben bir yandan Allah’ın bana verdiği çok güzel sıfatları kullanarak, hem de menfi görünen bu sıfatlara karşı mücadele ederek ahlaken ve manen terakki ederim. Din bunun yolunu gösterir bana. O bakımdan diyor ki bana,”Ben sana kıskançlığı kıskanç olma diye vermedim, Ben sana bencilliği bencil olma diye vermedim, Ben sana cimriliği cimri olma diye vermedim, bunlarla mücadele ederek bunları güzel sıfatlara dönüştüresin diye verdim.” Ben bir başkasını çok pespaye duygularla kıskanacağıma, -Ya bu insan çok bilgili, çok faziletli, yardımsever, ben bu insan gibi olayım. Kıskançlığı gıptaya dönüştürerek ahlaken, ilmen, manen öyle olmaya çalışayım. Kuran-ı Kerim bunu teşvik eder; hayır işlerinde yarışın diyor. Çünkü Allah bu duyguyu, yani hayırda yarışmayı bana doğrudan doğruya verseydi, bu duyguyu kullanamazdım. Çünkü insanlarda bir takım kesin duygular daha fazla insanı yönlendirir. O bakımdan kıskançlığı etkin bir kıskançlık olarak veriyor ki, bunu hayırlarda yarışmada daha iyi kullanayım diye. Dinler de bunun yolunu gösterir. “Allah’ın emrettiklerini yerine getirirseniz sizdeki menfi gibi görünen şeyleri müspete çeviririm” deniyor ayet-i kerimede.

“BİR ANGLO-SAXON BAYAN GELİYOR, İSRAİL TANKININ ÖNÜNDE CAN VEREBİLİYOR,
BUNU BİR MÜSLÜMAN BAYAN YAPMADI ŞİMDİYE KADAR”


İslam’ın maruz kaldığı zulümler karşısında eskiden bir Hıristiyan gelip de Müslüman’a el uzatmazdı. Çünkü çok katı bir düşmanlık, kutuplaşma vardı. Fakat bugün Irak’ta, Afganistan’da, Filistin’de Müslüman’a yapılan zulümlere büyük tepkiler geliyor Batılılardan. Bu tepkiler, bazı Müslüman ülkelerde gösterilenlerden daha tesirli bile olabiliyor.

Bir Anglo-Saxon bayan geliyor, İsrail tankının önünde can verebiliyor, bunu bir Müslüman bayan yapmadı şimdiye kadar. Bugün İslam’ı bazıları bilhassa El-Kaide sebebiyle terörle suçluyor. Muhammed Ali Clay’in çok güzel bir cevabı olmuştu mahut 11 Eylül hadisesinden sonra. “Bu hadise için ne diyorsun, Müslümanlar için ne diyorsun?” diye sorulduğunda “Hitler bizden çıkmadı” cevabını vermişti. Franko da bizden çıkmadı, Mussolini de, Stalin de. İslam’ın yüzü ak! Terörizmin arkasında büyük planlar var. 1991’e kadar İslam terörü diye bir şey yoktu. Filistinliler için bile gerilla veya militan tabiri kullanılıyordu. Filistinliler de terörist değildi. Dolayısıyla NATO’nun düşman konsepti değişip, İslam düşman kutba oturtulunca İslam terörü üretildi. Türkiye’de Hizbullah kuruldu 91’de, dışarıda da El- Kaide kuruldu.

“MODERN DÜNYA, İSLAM’A BİR ŞEY DEMEDEN KENDİNE BAKMALI.”

Bediüzzamanın bir tespiti var, “Birinci dünya savaşına katılan modern dünya bütün insanlık tarihindeki cinayetlerin tamamını bir defada kustu.” diyor. Modern dünya, medeniyetini çok övmesin, çünkü hiçbir zaman insanlık tarihinde, modern dünyadaki kadar köle ticareti yoktur. Hiçbir zaman insanlık tarihinde, Kuzey ve Güney Amerika’da olduğu gibi yerliler tamamen imha edilmemiştir. Hiçbir zaman insanlık tarihinde 30-40 milyon insan köle ticaretinde telef edilmemiştir. Tarihin hiçbir döneminde dünya savaşları yoktur, hiçbir döneminde atom silahları icat edilmemiştir. İkinci dünya savaşında, birinci dünya savaşındakinin iki-üç katını kustu dünya. Modern dünya, İslam’a bir şey demeden kendine bakmalı. Çünkü o zaman kendi vahşetlerine bakarsa başkasını görmez. Benim İslâm’ı savunma gibi bir derdim yok ve olamaz; çünkü İslâm’ın suçlanacak hiçbir yanı yoktur. Batı’daki insanlar da artık çok şeyi görüyor, kavga savaş istemiyor. Kavga ve savaşı isteyen, tepedeki bir takım sermayedarlar, silah tüccarları, bir takım askerler, bazı kendisinden başkasını hayat hakkı tanımayan akımlar.

“MODERN DÜNYA, KENDİSİNİ İKİNCİ DÜNYA SAVAŞINDAN DAHA KÖTÜ OLARAK BİR DEFA DAHA TAHRİP EDECEK”

Siz bir annesiniz, babasınız, evlatsınız, halasınız, teyzesiniz, dayısınız, amcasınız, ninesiniz, dedesiniz, arkadaşsınız, komşusunuz. İstersiniz ki evladınız size anne veya baba desin, anne babanız evladım desin… Modern hayat, bu insanlık değerlerini yıktı. Fakat insanlık bunu arıyor. Hoca Efendinin tavsiyesine uyan insanlar, gittikleri yerlere bunu götürüyor. İnsanlığın ortak paydası olan ahlakı götürüyor, o bakımdan kabul görüyorlar. Eğitimdeki başarıları bence ikinci derecededir. Dünyanın 120 ülkesinde bu insanlar gittikleri yerde dinini saklamıyor, “Müslümansınız, namaz da kılıyorsunuz, gelmişsiniz Türkiye’den, ne niyettesiniz?” diye sorgulanmıyorlar. Onların karakterine bakılıyor, yaşayışına bakılıyor, ihanet görülmüyor, yalan görülmüyor, evladı ana babasından ayırmıyor, bunları birleştiriyor…insanlık bunları görüyor, içinde sakladığı öze direk hitap edildiğini görüyor. Öz kaynaşması yaşanıyor bugün dünyada ve dünyanın geleceği de buna bağlı. Modern dünya, kendisini ikinci dünya savaşından daha kötü olarak bir defa daha tahrip edecek. Etmek istemiyorsa bunu kabul edecek; ederek veya tahripten sonra mecburen bu insani özde buluşmada görecek kurtuluşu. Şu anda Hoca Efendinin ne yaptığını şimdi anlamayanlar o zaman anlayacaklar.

“BİR DEFA, TERÖR TARİFİNİ İYİ YAPMAK LAZIM.”

Islam Addresses Contemporary Issues adlı kitabınızda “Din adına öldürmek.”diye bir bölüm açıyorsunuz. Herhangi bir Müslüman suç işleyince, suçlu İslamiyet mi olmalıdır, yoksa ona ateist- terörist demek daha mı doğru olur?

Eğer bazı Müslümanlar terörizmle, anarşizmle suçlanıyorsa, önce İslam’da ne şiddettir ne değildir bunu görmek lazım; ayrıca bugünkü anlayışta ne terördür ne değildir üzerinde birleşmek lazım. Terörle savaşan ABD bile terörü tarif etmiyor; Birleşmiş Milletler’de bile terör tarifinde bir anlaşma yoktur. Birisinin teröristi, diğerinin hürriyet savaşçısı. Bir zaman Amerika, Libya’yı terörist ilan ediyordu, 11 Eylül’den sonra çıkardı listeden. Filistinlileri Türkiye’de bilhassa sol kesim çok sahipleniyordu, fakat şimdi oldu Filistinliler terörist. Afganlılar, Amerika’ya göre teröristtir, başkasına göre kurtuluş savaşçısıdır. Bizim Kurtuluş Savaşı yıllarımızda da terör meselesi olsaydı, Kuva-yı Milliye Batılılar tarafından terörist ilan edilirdi. Bir defa, terör tarifini iyi yapmak lazım. Bu tarif yapılmadığı müddetçe her kim olursa olsun terörist yaftası yapıştırmak, riyadır, iki yüzlülüktür, aldatmadır. Önce bir tarif üzerinde uzlaşalım, sonra insanların eylemlerine bakalım, bu terör müdür, kurtuluş savaşı mıdır, vatanperverlik midir, nefsi müdafaa mıdır ona göre tekrar bakarız. Pek çok uluslar arası anlaşmalara İsrail ve Amerika imza koymuyorlar, niye, işlerine gelmiyor, Birleşmiş Milletler kararlarını uygulamıyorlar. İslam’ın ahkamı ortadadır. İslam, en ağır cezayı, anarşi ve teröre karşı vermiştir. Bir yerde sulh üzerine kurulmuş bir sistem varsa, bir yerde işleyen bir sistem varsa ve bu adilane bir sistemse, herkes burada dinini yaşayabiliyorsa, sistem üzerinde mutabakat oluşmuşsa, böyle bir yerde bir insan sistem bozucu davranış içine girerse Kur’an buna, “Fesat fi’l-arz” der. Yani, yerde, ülkede bozgunculuk çıkartmak. Bozgunculuğun derecesine göre cezası İslam’da ya asılmaktır veya ellerin ve ayakların çapraz kesilmesi veya sürgüne göndermedir. Ne derece bozgunculuk yapmışsa, insanların rahatını bozmuşsa, bir arada yaşama güvenliğini ortadan kaldırmışsa, İslam ona göre ceza vermiştir ve bu ceza, İslam hukukundaki en ağır bir-iki cezadan biridir.


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: Zaman Gazetesi Yazarı Ali Ünal'dan Tartışılacak Açıklamalar
MesajGönderilme zamanı: 10.11.10, 12:40 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 20.01.09, 10:20
Mesajlar: 239
“İMAM HATİP VE İLAHİYAT OKUYANLAR, DİĞER OKULLARINDA OKUYANLARLA KIYASLANDIĞINDA SUÇ İŞLEME ORANLARI YÜZDE 5 TUTMAZ. HODRİ MEYDAN!”

Dağa çıkanlar için söylemiyorsunuz sanırım.

Bozgunculuğun derecesine göre. Sadece dağa çıkmıştır, dağa çıkmıştır silah da kullanmıştır, dağa çıkmıştır insan da öldürmüştür…derecesine göre…Bir Müslüman bunları yapamaz mı, yapar. Müslüman günah işlemeyen demek değil. Kuran-ı Kerim’de, iki mümin gurup birbirine karşı tecavüzle savaşırsa diyor…Sahabe bile birbiri ile savaştı, müminler savaşabilir de… Yani Müslüman ceza işlemeyecek olsaydı, İslam’ın ceza hukuku olur muydu? İçki de içer, insan da öldürebilir, teröre de girer fakat İslam’ın nehyettiği şeylerdir bunlar. Bir imam hatip mezunlarına bakalım..ilahiyat mezunlarına bakalım…bunların normal okullar içindeki yüzdesine bakalım…bir de Türkiye’deki suç işleyenlerin oranına bakalım…imam hatip ve ilahiyat okuyanlar, diğer okullarında okuyanlarla kıyaslandığında suç işleme oranları yüzde 5 tutmaz. Hodri meydan! Şimdi sen %5’i kalkıp da, imam hatip, ilahiyatçı ‘suç işleyen’ yetiştiriyor der de beri yanda %95’i görmezsen bu da iki yüzlülüktür, çifte standarttır.

“AİHM, BAŞ ÖRTÜSÜNÜ GERİ ÇEVİRDİ ÇÜNKÜ ORADA MASONLAR HAKİM”

Bir defa İslam’ı suçlamak için… İngiltere’den çok önemli Ortadoğu şeflerinden birisi geldi, burada sohbet ettik, suçladı İslam dünyasını, dedim ki.”Bakın, İslam dünyasında problemlerin sebebi biz değiliz. Mısır’daki idareyi kim getirdi, kim destekliyor, Irak’taki veya bir başka ülkedeki yönetimi kim getirdi, kim destekliyor. İslam dünyasının her hangi bir yerinde halkın özgür seçimiyle iktidara gelmiş kaç iktidar var? Olduğu zaman bunu deviriyorsunuz. 4 defa Türkiye’de darbe yaptırdınız, arkasında Amerika-İngiltere olduğunu herkes biliyor, Amerika demokrasi şampiyonluğu yapıyor fakat Arap dünyasında bütün diktatörlükleri açık olarak destekliyor, siz elinizi çekin bizden, ondan sonra bizi yargılayın” –Doğru söylüyorsunuz, dedi. Ama dedi bu çözüm olmaz, kaçmadır sizin dediğiniz, yasal yolla uğraşacaksınız, AİHM var oraya gideceksiniz, dedi. “Ya dedim, Türkiye’de Müslüman olarak kadre uğradığımızda ne zaman gitsek reddediyorlar. “ O da “çok doğru çünkü AİHM’de mahkemelerde masonlar hakim. Oradan din lehine karar çıkmaz” dedi. Başörtüsünü geri çevirdiler mesela çünkü arkasında çok açık ki bazı masonlar var. Burada Müslümanları suçlamak için Müslümanlara ait bir devlet, hükümet, Müslümanların kurduğu bir sistem yok. Belki Müslümanlara ait, mevcut ortamda kanunlara uyarak, kanunların tanıdığı çizgi içinde İslam’ı yaşamaya çalışan cemaatler var.

“İSLAM CEZA HUKUKU UYGULANSA TÜRKİYE’DEKİ SUÇLAR, %90 AZALIR.”

İslam Ceza Hukukun bazı yanlarını tenkit ederler. Kuran-ı Kerim der ki:”Kısasta hayat vardır.” Kasten bir cana kıyan insan (ama İslam ceza hukuku, elbette İslam’ın tamamen hayata hayat olduğu bir yerde uygulanır, Türkiye’de uygulanmaz meselâ) eğer öldürülenin mirasçıları kısas talep ederse kısas edilir. Diyet isterlerse diyet ödenir. Af isterlerse af edilir. Kur’an af etmeye teşvik eder fakat kısas istemeyi de men etmez. Kısasta hayat vardır, der. Çünkü hürmetler karşılıklıdır. Sizin canınız ne kadar kıymetli ise benimki o kadar kıymetli. Burada kimsenin kimseden üstünlüğü yok. Bugünkü şartlarda kısas uygulanmaz, çünkü sistem İslami değil. Fakat Türkiye’de bir trafik kazasında yüzde yüz hata şoförde olduğunda –işte geçende 13 kişi– hadi bakalım kısas uygulayın, veya diyet uygulayın, İslam’da bir adam öldürmenin diyeti, 100 devedir, bugün ortalama 500 milyardır. Uygulayın bu diyeti, trafik kazaları Türkiye’de yüzde 95 azalmazsa ben hiçbir şey yazıp konuşmayacağım. Hak etmiş bir suçluya insana kıyarsınız ama yüzlerce binlerce insanın hayatını kazanırsınız. Buna yanlış diye mi karşı çıkılıyor, hayır, yanlış propaganda yapılıyor. İslam’ın ahkamına bakarken tarihten bakalım. Tarihte kaç kısas uygulanmıştır? Osmanlı tarihinde bir tane recm hadisesi geçer. Bunu alabildiğine tenkit edersiniz. Fakat Osmanlı tarihinde bir recm uygulanmış, ama Türkiye’nin 80 küsur yıllık tarihinde zina, eşleri aldatma, yüzlerce ailenin yıkılmasına, binlerce çocuğun yetim, kadının dul kalmasına, belki binlerce cinayete, yüzlerce intihara sebep olmuştur. Ben ceza hukukuna bakarken, bu ceza hukuku suçları ne kadar önlüyor, suçluyu ne kadar tedavi ediyor diye bakarım. Çünkü ceza hukuku hiçbir zaman asli hukuk değildir, ceza hukuku bir tedavi hukukudur. Sağlıklı insana tedavi uygulanmaz, hasta insana tedavi uygulanır. Ceza Hukuku zatında güzel değildir, Kuran-ı Kerim kötülük der cezalar için. Kısas da zatında kötülüktür, el kesme de bir kötülüktür, hapse atma da bir kötülüktür, recm de kötülüktür. Fakat bu tedavi etme gibidir. Ameliyatta, kangren olduğunda elin, bacağın kesilmesi kötülük değil mi, fakat bünyeyi kurtarmak için mecbur yapıyorsunuz. Ceza Hukuku budur. Burada bakarken Ceza Hukuku ne kadar tedavi ediyor, ne kadar caydırıyor, öyle bakmak lazım. Öyle bakıldığında, şu günün şartlarında bile, İslam Ceza Hukuku uygulansa Türkiye’deki suçlar, %90 azalır. Hırsızlık da, adam öldürme de..vs azalır. İslami sistemde bu uygulanırsa ceza hukukuna müracaat, şu anda Türkiye’dekinden binde bire düşer. Çünkü İslam baştan o suçların önünü %97 kapar, getirdiği hükümlerle. %3 iradeye bırakır. %97’sini bırakıp bir insan %3’üne mağlup oluyorsa o da cezayı hak etmiş bir insandır. İslami yargılamaya da, İslam’ın bütünlüğü içinde bakmak lazım, öyle olmazsa mesele ya kasıtlı olur, ya cahilce olur.

“İKİ HIRİSTİYAN KIZIN BENDE BIRAKTIĞI ETKİYE, BAŞKA BİR BAYANDA RASTLAMADIM.
ONLARDA MÜSLÜMAN KIZLARDA GÖRMEDİĞİM BİR ASALET VE GÜZELLİK VARDI”


Sizin İslam’ın bütünlüğü içinde karşı çıktığınız bir kavram daha var ki o da Neo Selefilik. Bunu eleştiriyor olmanızın altında İslam tarihinin atlanması mı var? Bediüzzaman geleneğe, fıkhî ekollere ve fıkıh imamlarına karşı saygılı olmakla bilinir. Bir de Neo İslamcı hareketi daha çok muhalefet eksenli, ideolojik bir aydın hareketi olarak görürken, Hoca Efendi ile irtibatlı gösterilen hareketi müspet harekete, aksiyona dayalı, iman, ibadet, ahlak ve muamelata ağırlık veren iman ve Kur’an hizmeti olarak görüyorsunuz.

1987’de ilk defa bir kitabımda bu tenkitleri yaptım. 87’de hiç bunlar konuşulmazken, hiç tenkit yapılmazken… İki kitabım vardır kadre uğramış, birisi bu kitaptır, bir baskı yaptı kaldı. Sonra parça parça yazılarımda dile getiriyorum. O zaman insanlar buna hazır değildi. İkinci olarak, bir başka çalışmam daha vardı bundan önce yayınlanmış. 83 veya 84’te yayınlanmıştı. Hıristiyanlık, Yahudilik, İslam’dan ayrı dinler değil. Çünkü Hz. Adem’den bu yana bütün peygamberler İslam’la gelmiştir. Müslüman olmak için bütün kitapların asli hallerine inanmam lazım. Hıristiyanlık derken bütün Hıristiyan dünyasını, Yahudilik derken bütün Yahudi dünyasını yok edemem. Çünkü Hz. İsa’ya gelinceye kadar, 13 asır Yahudiler dediğimiz İsrail Oğulları dini temsil etti. Şanla, şerefle…içlerinden büyük peygamberler çıktı. Hz. İsa’nın havarilerine, ashabına kim ne diyebilir? Ben 55 yaşındayım, hayatım boyunca karşılaştığım bayanlar içinde bana en çok tesiri Amerikalı iki kız yapmıştır. Her yerde anlatırım bunu. İlk Amerika’ya Hoca Efendi ile beraber gitmiştik, böbreklerimde üşütme olmuş, laboratuara gittiğimde iki tane kız. Görür görmez bende öyle manevi tesir yaptı ki kızlar; davranışlarından giyimlerine kadar, tavırlarına kadar şu ana kadar tanıdığım Müslüman kızlarda görmediğim bir asalet ve güzellik sezdim. Cemaat içinde de görmedim. İlk önce karşılaşmamızda o etkiyi yapan bir bayana rastlamadım ben. Dedim ki kendilerine:”Siz galiba çok iyi bir Hıristiyansınız” Yanımdaki arkadaş, -Abi burada din sorulmaz! dedi. Neyse kan almak üzerine beni yatırdılar sedyeye, baktım duvarda levhalar var, sabah akşam duaları. Onların da okudukları sabah-akşam dualarını yazmışlar. Teşhisimin doğru olduğunu anladım. O bakımdan hanım hanımcık, ilk gördüğünde baştan sona ahlak abidesi olarak beni en fazla etkileyen o iki kız olmuştur, bayanlar içinde. Demek ki Hıristiyanlık’ta da hala yaşanan ahlaki değerler var. Ahlak adına İslam’da ne varsa aynısı Hıristiyanlıkta da vardı. O bakımdan Müslüman olmayan herkesi hemen mahkum edemeyiz. Bunları ben o zaman söz konusu çalışmamda yazdım. İslâm hassasiyetli Müslümanların çıkarttığı bir gazetede, bugün de meşhur, liberal Müslüman veya İslamcı birisi çalışmamı Hıristiyanlık propagandası yapıyor diye mahkum etti, kitap da başka baskı yapamadı. Sizin sorunuzdaki neo selefilik denen akım, neo İslamcı akımdır, neo İslamcı akım, 19’ncu asrın sonlarında Cemalletin Afgani gibi Muhammed Reşid Rıza gibi isimlerde doğmuş aslında; temellerinde belli ölçüde İbn Teymiye vardır bunun. Kısmen vahabilik vardır. Mevdudi olsun Reşid Rıza olsun –Afgani biraz bulanık bir şahsiyettir, Muhammed Abduh’un çok fazla itiraz edilecek yanları vardır– ama Reşit Rıza bir Muhammed Abduh gibi değil. Bir Seyyit Kutup, bir Mevdudi farklıdır. Ben Bediüzzaman’ı ne kadar seversem bunları o kadar severim. Benim gözümde çok zirvedir. Seyyit Kutup bir zirvedir benim gözümde. Herkesin anlamada, yaklaşmada, davranışta hatası olur ama küçük hatalar benim o insanı mahkum etmeme sebep olmaz. Hz. İsa’nın dediği gibi,” İlk taşı günahsız atsın” Ben kendim günahsızsam ona günahkâr deme hakkım olur. Benim o kadar günahım varsa başkalarının hatalarını gündeme getiremem. Hamit Algar’ın(İngiliz mühtedilerden) el-Beyan ismiyle yayınladığı bülteni vardı. Orada ihvan hareketini tenkit eden çok enfes bir yazısı oldu, 1981’di herhalde.

“BUGÜN CAHİL CESUR OLUR SÖZÜNE HAKLILIK KAZANDIRAN PROFESÖR İLAHİYATÇILAR VAR”

Neo selefi akım, İslam’ın müspet değerlerine dayanmaktan çok, daha önce de arzettiğim gibi, muhalefet hareketi olarak doğdu. İslam’ın geçmişine de muhalefet etti. O geçmişe bakarken 13 asrı atladılar, direk Asr-ı Saadet’e gittiler. Halbuki Asr-ı Saadet, o 13 asrın çekirdeğidir. Çekirdekten hangi ağaç çıkarsa o ağaç çıkmıştır. 13 asırda, Asr-ı saadet’ten sonra İslam medeniyeti olmasaydı bugün İslam adına elimizde Hıristiyanlık, Yahudilik gibi bir din, Kuran adına Tevrat, İncil gibi bir kitap kalırdı, başka bir şey kalmazdı. İslam’ı bugüne getiren Emevi, Abbasi dönemindeki tarihte eşi olmayan, henüz bizim anlayamadığımız ( Fuat Sezgin o konuda araştırma yapıyor), ilim ve maneviyat üzerine oturan medeniyeti, o medeniyetin zirvelerini kavramamız, anlamamız mümkün bile değil. Bugün cahil cesur olur sözüne haklılık kazandıran profesör ilahiyatçılar var; eski dönemlerden tenkit ettikleri insanlar, bunları talebe olarak bile kabul etmezlerdi. O dönemin insanları zirvedir. O müçtehid imamlar, müfessirlerin, fakihlerin, muhaddislerin ulaştıkları ilmi seviyeye bugün ulaşılamadı; fizik, biyoloji, kimya, tıp, matematik âlimlerinin seviyesinde âlim yetiştiremedik. Meselâ Zehravi, yaptığı ameliyatlarda karınca başı kullanırdı, iğne, iplik kullanmazdı. Bunu 95’te Manchester’da denediler, başaramadılar. O gün Müslümanların ulaştığı seviyeye, bazı noktalarda bugün modern bilim ulaşamadı. Tebriz’de Amerikalılar bir hamam keşfediyorlar. Göbek taşının altında bir mumla ısıtılıyor. Nasıl ısının artarak yayılması statiğini kurdular, nasıl bir geometri, mühendislik vardı ki, Amerikalılar o göbeği anlamak için açtılar, bir daha kuramadılar. Çünkü mühendisler aynı bilgiye sahip değil. Biz bundan uzağız, çünkü Moğol istilası milyonlarca kitabı yaktı, suya attı. Dolayısıyla Neo Selefi hareket tarihe böyle baktı, İslam’ın temeli olan ruhi yanını, tasavvufu mahkum etti. Akif’imizin tasavvufu hicveden mısraları var: “Sürdüler Türk’e “tasavvuf” diye olgun şırayı / Muttasıl şimdi “hakikat” kusuyor Sıtkı Dayı! / Bu cihan boş, yalnız bir rakı hak, bir de şarap;” Maalesef tasavvuftaki zamanla suiistimallere bakarak, o milyonlarca evliya yetiştirmiş geçmiş mahkum edilmez, o hatayı yaptılar.

“HOCA EFENDİ ÇİZGİSİ İLE REFAH ÇİZGİSİ BARIŞIK OLMAMIŞTIR”

Neo İslamcılar, İslam’ın geçmişine muhalefet edenler ile Fethullah Hoca cemaati arasında basit bir fikir ayrılığı olmadığı ileri sürülüyor. Ak Parti ile bugün 84’ncü yaşında emanetini devralan Erbakan’ın pozisyonunu nasıl değerlendiriyorsunuz. Aynı gibi görünen kutuplar aslında zıt duruyorlar.

Bütün Müslümanlar, ister Neo İslamcı ister selefi olsun ister tarihte kalmış olsun bütün Müslümanların temel ittifak noktaları aynıdır. Çünkü hepsi aynı Kuran’a inanır, aynı Peygamber’e inanır, iman esaslarında itilaf yoktur ama bu iman esaslarında herkesin tecrübesine göre müşahedede itilaflar çıkabilir. Siz balı seversiniz, ben “bal da tatlı ama pekmez ondan daha tatlı” derim. Her insanda farklılıklar vardır. O bakımdan tasavvufta evliyanın birbirlerini tenkit ettiğini görürüz; müşahededeki, tecrübedeki farklılıklardır bunlar. Mesela İmam Rabbani, Muhittin Arabi’yi tenkit eder. Bu, çok normaldir ama hiçbiri kalkıp da Allah konusunda, sıfatlar, isimler konusunda başka bir ilahtan söz etmez. İbadetlerde, oruçta, hacda, haramlarda (çalma, insan öldürme, anne-baba hukukuna riayetsizlik, zina, gıybet, içki vs..) aynı şekilde itilaf yoktur. Herkes beş vakit namazda müttefiktir, namazı kılma şeklinde çok basit farklılıkları vardır. Fakat Hoca Efendi çizgisi olsun Neo İslamcılık çizgi olsun buradaki anlaşmazlık şurada: Şu anda İslam’ı tebliğ ve tatbikte nasıl bir yol takip edelim? Meselenin bu noktasında ihtilaf çıkıyor. Risale-i Nur hareketi ile Hoca Efendi çizgisi ile neo İslamcı veya selefi çizgiler arasında bir farklılık var, temel bir farklılık var. Zaten o iki gurubun çok anlaşamaması da buradan kaynaklanıyor; yani İslâmî hizmette kulvar farklılığı var. İslam’ı başkalarına anlatma ve bugünün şartlarında İslam’ı tebliğ etme noktasında ve Müslümanların problemlerine yaklaşımda, o problemlerin çözümünde temelde farklılıklar var. Hoca Efendi çizgisi ile Refah çizgisi bu konuda barışık olmamıştır. Fakat bu barışık olmama, tabi ki bir düşmanlık, karşıtlık demek değildir. Hoca Efendinin bütün Müslümanlara bakışını başta arz etmiştim, diğerleri de böyle bakmalı.

“FETHULLAH HOCA’YI, DEMİREL’İ, ÖZAL’I TUTUYOR DİYE SUÇLADILAR”

Bediüzzaman’ın yaşadıklarına çok benzetiyorlar Erbakan’ı. Yaşı ilerledikçe yaşadıkları şeyler açısından…

Yok yok, Bediüzzaman çizgisi ile Erbakan çizgisi İslâmî hizmette çok barışık olmadılar. Hep bu noktada Hoca Efendi’yi suçlamışlardır, “Bizi tutmuyor, Demirel’i tutuyor. Bunlar Özalcı oldular” gibi suçlamalar devamlı yapıldı. Fakat buradaki mesele, Hoca Efendinin bir partiyi tutması veya tutmaması değil. Buradaki mesele; İslam’a hizmet çizgisinde burada temelde farklı bir yaklaşım var. Birbirini tenkit etmeyi, düşman olmayı veya birbirini İslam’ın dışında görmeyi katiyen doğru bulmam, bunu yapan insan kendisi kaybeder. Benim hayatımda MSP’lilik dönemim de var, talebe iken 77 yılında bıraktım o siyaseti. Bunu bir yazımda ifade ettim, 22 yaşında üniversite talebesi iken parti taraftarı olarak rey verdim, ondan sonra da bıraktım o işi. Geçen gün İslami bir kanalda Genel Yayın Yönetmeni, Erbakan’ı çok ağır suçladı, Erbakan’ı bir provokatör olarak lanse etti, Başbakanken Taksim’e cami yapılacak dedi, diğerleri, -Bakın cami yapacaklar, Başbakanlıkta şeyhlere iftar yemeği verdi, -Bakın Başbakanlığı işgal edecek, baş örtülü kızlara selam durulacak dedi, bakın böyle olacak, onları ikaz etti, provokasyon yaptı dediler! Allah muhafaza, bir Müslüman’a elde hain olduğuna dair kesin bir delil yoksa, böyle suçlamalar İslâmî açıdan da çok tehlikelidir. Yolunun yanlış olduğunu bilsem bile, meselâ yaptıklarıyla İsrail’e hizmet ediyor, ABD’ye hizmet ediyor, İslam düşmanlarına hizmet ediyor, bunu görsem bile hainliğine ve bunları hainliğinden dolayı yaptığına dair elde kesin ve müşahhas deliller yoksa kimse hakkında ‘Hain, kâfir, münafık’ suçlaması yapamam. Bunu İslam yasaklar. Fakat Erbakan’da benim gözlemime göre şu var: Bazı insanlarda, bazı yazar ve şairlerde de, Allah’ın verdiği üstün bir kapasite, bir deha var. Bu kapasite tatmin olmadıkça insanı rahatsız eder. Mesela zeki çocuklar çok yaramaz olur. Çünkü zeka onları durdurmaz, o zekanın tatmin edilmesi lazım. Bugün eğitim sistemi maalesef birlik zeka ile onluk zekayı aynı müfredata tabi tuttuğu için hem onluk zeka törpüleniyor zamanla, hem birlik zekayı bir koşu içine atıyoruz. Bu çok yanlış bir eğitim sistemi. Dolayısıyla bu kapasite müspet manada tatmin olmazsa bu defa o insanı farklı şeylere sürükler; ya çok iyi bir nefis eğitimi alacak, pırıl pırıl bir nefis, artık benlikten kurtulmuş, enaniyetten kurtulmuş, menfi gibi görünen sıfatlar müspete kanalize edilmiş, böyle bir nefse sahip olacak, melekleşmiş olacak veya insan olarak kaldığı sürece herkeste bu boşluklar olacak. Doldurulmamış kapasiteler boşluk üretir. Bu defa insan kendisinin dehasını kendisi anlatmaya başlar; veya o kapasitesi karşısındaki insanlar tarafından anlaşılamıyorsa, o zaman o insan kendini başka şekilde göstermeye başlar. Yani kimsenin tutmadığı bir yolda gider. Bu, İslam adına da dese, toplum tarafından idrak edilememiş olmanın veya çok yüksek fikirlerine toplumun hazır olmamasının sıkıntısının tezahürüdür. Bir arkadaş vardı, çok uçuk fikirleri olan, ben derdim ona:”Arkadaş sen gurubun ayağı ile gitmek zorundasın, herkes senin gibi koşamaz, sen bu fikirlerini 10 sene sonraya sakla, şimdi bu fikirlerini söylersen ne bunlar kabul görür, bu defa sen insanları ‘cahil’ diye suçlarsın, insanlar beni anlamıyor diye kenara çekilirsin, zordur bunlar”

“ERBAKAN, LİDER OLMAMALI, ERBAKAN İKİNCİ ADAM OLMALI”

Erbakan, çok deha yanları olan bir insan. Çok fikirlerine –ekonomi de bilhassa- katılırım ben. Fakat Erbakan, lider olmamalı. Erbakan’ı yönetecek, ilmi kapasitesi çok yüksek, maneviyatı çok yüksek birinin kontrolünde biri olmalı, Erbakan ikinci adam olmalı. Erbakan, kapasitesinden dolayı ikinci insan olmayı kabullenemediği için, bu defa çıkışlarıyla maalesef kendisine de, arkasından giden insanlara da, yönettiği Müslüman camiaya da zarar veriyor.

“ERBAKAN, DAİMA TEK SEÇİCİ BİR LİDER OLARAK KALMAYI TERCİH ETTİ. DOLAYISIYLA KÜÇÜLDÜ”

İkinci insan olmayı kabul etse birincisi için Fatih Erbakan’ı mı, Numan Kurtulmuşu mu salık verirsiniz?

Hayır, ben ilmen dedim. İlmen ve karakter olarak Erbakan’ı yönlendirebilecek biri olmalı. Erbakan, hepimizin bildiği gibi İskender Paşa ekolünden Türkiye’de. Mehmet Zahid Kotku Efendi hazretlerinin dergahıyla iyi-kötü dirsek teması olmuş bir insan. İlk defa parti kurulurken, onlar yer aldı, onlar desteklediler. Daha sonra Esad Coşan merhum o cemaatin başına geçti. Erbakan bununla sürtüşmeye girdi. Şöyle bir benzetme yaptı bir konuşmasında:”Evet, Fatih’in yanında hocası Akşemsettin vardı fakat lider Akşemsettin değil Fatih’ti” dedi. Yani, “beni kalkıp da ben Akşemsettin’im diye tabi olmaya çağırma! Sen de bana tabi olacaksın!” Bu noktada Erbakan’ın etrafında dinlediği en azından bir meşveret grubu olsaydı, Erbakan’a tesir edecek bir insan bulunmayabilir, fakat hiç olmazsa akiller gurubu olsaydı, meşveret veya istişare sonucunda varılacak kararlara uyulsaydı gene çok daha faydalı olurdu. Ama Necmettin Erbakan, Allah selamet versin, hayırlı ise hakkında uzun ömür versin, benim müşahedelerim kadarıyla bu yola çok başvurmadı, daima tek seçici bir lider olarak kalmayı tercih etti. Dolayısıyla küçüldü. Bunu söylerken Erbakan’ın karşısında AK Parti veya Numan Kurtulmuş’u desteklemek için söylemiyorum bunları. Bu tür şeyler çok yanlış anlaşılıyor. Bunu okuyan veya duyan biri der ki, Erbakan böyle de Tayyip Bey çok mu iyi veya Fethullah Hoca çok mu iyi der! Bunlar maalesef samimi yaklaşım değildir. Bir insanı bazı konularda takdir veya tenkit etmek, o insanlarla beraber olmayan diğerlerini takdir veya tenkit manasına gelmez. Ben Erbakan’ı takdir ederken, Fethullah Gülen hocaefendi’yi veya Numan Kurtulmuş’u, Tayyip Beyi tenkit etmiş olmam. Erbakan’ı tenkit ederken de bunları takdir etmiş olmam. Her şey, kendi zemininde değerlendirilmeli.

“BENİ ÖNCELİKLE BAĞLAYAN DİNİMDİR”,
“DİNİME AYKIRI DAVRANMAYI EMREDEN BİR YASA VARSA VE BU TEMEL İLKELERE ZITSA, BENDEN BUNA İTAAT BEKLENMEMELİ”


Küçülmesini istemediğimiz ama kapanmasını istediğimiz, selametle çözümü beklenen Başörtüsü meselesine gelelim… Bir yazınızda Ali Bulaç’ın dikkat çektiği, Başörtüsü ferdî bir özgürlük müdür, böyle mi ele alınmalıdır, yoksa dinî bir tercih, İslâmî bir hak ve vazife midir? sorusunu ele almıştınız. Sizce din temelinde savunulması gereken haklar, neden farklı temellerde savunuluyor? Örneğin –özgürlük-?

Beni öncelikle bağlayan dinimdir; beni yaratan, rızkımı veren, yaşatan ve yarın canımı da alacak olan da, ahrette sorguya çekecek olan da Allah’tır. Kimse, benim üzerimde tahakküm kurma hakkına sahip değildir. Fakat ben belli şartlar içinde bir ülkede yaşıyorum. Sınırları çizili bir ülke. Bu ülkede yaşarken bu ülkede yaşamış olmanın getirdiği hükümet var, devlet var. Benim ve devletin tabi olduğu yasalar var. Ya ben bu yasaları meşru yoldan kendime ve İslam’a göre değiştiririm veya değiştiremiyorsam bu yasaları, bu yasaların içinde kalırım. Bazı Müslümanların da maalesef anlamadığı noktadır burası. Yani ben Türkiye Cumhuriyeti yasalarına itaat etmekle İslam’a aykırı davranış olmuyorum. Ama dinime aykırı davranmayı emreden bir yasa varsa ve bu yasa da bizzat bu ülkenin yasalarının, anayasasının da temeli olan ilkelere zıtsa o zaman benden buna itaat beklenmemeli. İtaat etmemekle, yani pasif itaatsizlikle isyan etme de birbirine karıştırılmamalı. Yasalar bana içki iç dese itaat etmem, kumar oyna derse, itaat etmem, bu, ayrı konu. Haram emretmediği sürece kanunlara karşı da baş kaldıramam. Bu, dinime aykırı değil. Tamamen dinimin tatbikini istiyorsam bu yolda meşru çizgide gayret ortaya korum, onun da meşru bir yolu vardır. Çünkü İslam’da hedef meşru, ona giden yol da meşru olması lazım.

“BAŞ ÖRTÜSÜNE DİNİMİN EMRİ OLARAK BAKARIM, BAŞKALARINA CİCİ GÖSTERECEĞİM DİYE BİR YOLA GİRMEM”

Başörtüsüne bakarken iki noktada bakarım. Bir, bu bana dinimin açık bir emridir. Dinimin emri ise bu, ben bunu dinimin emri olarak savunmaktan hiçbir zaman gocunmam. Ve bunu da başkalarına cici göstereceğim diye bir yola girmem. Allah böyle emrettiyse bu bana gerekir ve güzeldir, çünkü Allah, güzel olmayanı emretmez. Bu niye güzeldir açıklarım ayrı konu ama baştan o güzelliği kabul ederim, Allah emrettiği için. Namaz için insanlara, “O çok iyi bir jimnastiktir, Yoga yerine namaz kılın” derseniz hiç kimse namaz kılmaz. Ama “Namaz Allah’ın emri dediğinizde insanlar namaz kılar.” Çünkü din ruha hitap eder, zihne hitap eder. “Allah, Peygamber Efendimiz, Kuran böyle dedi” derseniz insanlara tesir eder. Yoksa, “Başörtüsü sizi güzel gösterir, güneşten korur, modernizmin alametidir vs” derseniz, belki kimse başörtüsü takmaz.

“BİZİM KÖYDE BAŞÖRTÜSÜNÜ İLK GETİREN AĞABEYİM OLMUŞTUR.”

Özgürlükten de bahsedilemez o zaman…

Alakası yok, başörtüsünü dinen takan kızlarımız, şuurlu takanlar, dinin emri olduğu için takıyor, diğerlerine taktıramazsınız zaten. Köylerde takanların bazıları dini için takar, bazısı dini olduğunu bilmez gelenek için takar. Bizim köyde başörtüsünü ilk getiren ağabeyim olmuştur. Onun sevabını alır. Babam, imamdı, dini kaideleri çok iyi bilirdi fakat annem başörtüsünü önü hafif açık takardı, âdet! Çünkü asırlarca köyde âdet böyleydi. Dedem medrese mezunuydu, demek o da söylememiş eşine başörtüsü böyle takılacak diye. Niye, çünkü dinin o emirleri köye kadar inmemiş. Cami var, oruç tutulur, din çok güzel tatbik edilir, fakat İslâm’ın bazı hükümleri köylere kadar inmemiş. Ağabeyim geldi, anneme, ablama, kız kardeşime usulünü gösterdi. Ve o zamanlar annem, ablam, kardeşim takarken bunu, geleneğine rağmen, dinin emri olarak değiştirdi.

‘’FERDİ ÖZGÜRLÜĞÜM’ DEMEDEN ÖNCE ALLAH’IN EMRİNE NE KARIŞIYORSUN, BENİ SEN Mİ YARATTIN DİYECEKSİN”

Başörtüsü doğrudan doğruya dinin emridir, bu, Kur’an’da açıktır, Sünnet’te de açıktır, aynı zamanda icma vardır, 14 asırlık bir gelenek de var. Kimse İslam tarihinde bunun karşısında fetva vermemiştir. Dolayısıyla bunu savunurken, “Arkadaş sen ne karışıyorsun, bu benim ferdî özgürlüğüm “demeden önce, “Bu, Allah’ın emridir. Allah’ın emri olduğu için, ister sen beni küçümse, ister beni örümcek kafalı gör, ister bana gerici de. Etkilenmem bundan, Allah’ın emri ise ben bunu çok rahat takarım. Ve bunu derim:”Sen, ne karışıyorsun Allah’ın emrine, beni sen mi yarattın, yarın ahirette sen mi sorguya çekeceksin? Yaratan, yaşatan, sahibim Allah. Âhiret’te beni sorguya çekecek de Allah. Bu noktada sen bana ve ahiretime karışamazsın” Dine vicdan işi diyenler, Allah ile kul arasına girilmez diyorlarsa, Allah’ın emirlerini tatbikte Allah’la arama girme, kimsenin buna hakkı yok. Bir de meselenin ikinci bir yanı var. Türkiye’de yaşıyorum, en azından meşru yoldan değiştiremiyorsam, bu ülkenin kanunlarına uymak zorundayım. Bu kanunlar başörtüsünü yasaklıyor mu, yasaklamıyor mu? Veya bu kanunların menşei olan Anayasal sistem, bu başörtüsünü yasaklayabilir mi, yasaklayamaz mı? Baktığım zaman benim kabul ettiğim Anayasa veya kanunlar başörtüsüne yasak getirmiyor ve getiremez, çünkü mevcut sistemin dayandığı temel insan, hak ve özgürlükleri var. Bu temel insan hak ve özgürlüklerinin içinde din ve vicdan özgürlüğü var. Bireyin dini istediği gibi yaşayabilme özgürlüğü var, başkalarına müdahale etmemek kaydıyla. Bu da başörtüsüne yasak getirmiyor ve getiremez. O bakımdan başörtüsü dinen ve mevcut kanunlarda serbesttir. Bunu yasaklayan, hem dine karşı çıkmış olur, Allah’ın emrine karşı çıkmış olur, hem de Türkiye’deki kanunlara karşı çıkmış olur, hem de temel hak ve özgürlüklere karşı çıkmış olur.

“LİBERALİZMİN TEMELİNDE, İNSANI ALLAH’TAN KOPARMA YATAR.”

Son sorum liberallik üzerine…Siz Liberaller üzerine çok sert yazılar yazdınız. Hatta bir yazınızın başlığı, “Liberal düşünce ne kadar insani?” idi. Aynı yazıda "İnsanın kendisine verdiği zararı bütün insanlar toplansa veremez." sözü bile, liberal felsefenin butlanına yeter.”diye yazıyor. Liberal düşüncede reddettiğiniz, ‘önce insan’ kavramı mı?

Hayır. Bu da çok önemli bir konu. Çünkü Türkiye’de çok şeyler bilinmeden tartışılıyor; bir slogan olarak geliyor, bir ideoloji olarak geliyor, bir empoze olarak geliyor, ya siyasi maksatla geliyor…ondan sonra savunulmaya başlanıyor veya reddediliyor. Halbuki önce meselenin aslı, fikriyatı, dünya görüşü, benim dünyama, ahrete bakışı nedir bu tartışılmıyor. Mesela ben Marksizm ile ilgili bir yazı yazdım, bazıları alay ettiler. – Ya ne kadar dahi ki iki tane şeyle Marksizm’i yıktı! Ben bunun alay edilmesine cevap vermedim, cevaba değmez çünkü. Fakat itirazıma hiçbir Marksist’ten cevap alamadım. Mesela dedim ki:” Marksizm’in iki temel yanılgısı var. Ben onun ekonomisini, sosyolojisini, siyasetini tartışmadan önce temeline bakarım. Allah inancına bakmadan İslam’a yaklaşılmaz. ‘La ilahe illallah’ İslam’ın giriş kapısıdır. Nedir Marksizm’in temeli, dedim ki, Marks’ın bilgi felsefesi vardır. Marks’a göre bilgi şudur:” İnsanın kullandığı üretim araçlarıyla olan münasebetinin insan zihninde uyardığı sonuçlardır.” Buradan hareketle Marks, “bir insan iradesiyle öğretmen olmaz” der, öğretmenlik vasıtalarını gördükten sonra onunla münasebetlerinden sonra öğretmen olur: yani benim irademi doğrudan doğruya kullandığım araçlarla olan münasebetime bağlar. O zaman öğretmenin öğretmen olmadan önce o araçları kullanmış olması lazım. Modern bilim de, ruhu, maneviyi inkar ettiği için insanın bilgiyi kendi kazanmadığı görüşünde. O da beyindeki çalışmalara bağlıyor bilgiyi ve düşünceyi. Marks, bahsettiğim iddiasından hareketle “doğru bilgiye, ancak insanla üretim araçları münasebetinin Komünist sisteme göre olduğu bir dünyada ulaşılabilir. “ der. Ben Marksizm’i çalışan bir doçente şu soruyu sordum: “Marks’ın bu mantığına göre Marksizm tamamen yanlış olmuyor mu? Çünkü Marks, Marksizm’i komünist bir sistemde üretmedi. Marks’ın kullandığı üretim araçlarıyla insan münasebeti, 19’ncu asırda Almanya’da, vahşi kapitalizmin hakim olduğu bir ortaya aitti. Marks Marksizm’i kapitalist sistemde üretmişse, kendi bilgi felsefesine göre Marksizm’in tümden yanlış olması lazım. Bu kadar açık bir husus. İkinci sorum: Marks diyor ki: İnsan, kendi tercihiyle meslek seçmez! İlk insan, avcıydı, balık avcısı. O zaman Marks’a göre insan yeryüzüne geldiğinde av aletlerini hazır bulması lazım. Ben bunu yazdım diye benimle alay ettiler. Cevap verin, cevap vermiyor, alay ediyorlar, alay, sadece düşüncede sefilliktir.

Benim Türkiye’de liberallerle derdim yok, liberalizmle var. Bakıyorum bazı Müslüman düşünürler, ilahiyat okumuş bazı Müslümanlar, bazı liberal yazarlarından etkilenmeyle, İslam’la liberalizmi bir araya getiriyorlar. 20’nci asırda, İslamcı ilk akım, Abduh akımında İslam’la kapitalizmi bir araya getirdiler. İkinci dünya savaşından sonra İhvanı Müslimin’in bazı büyük yazarları, İslam’la sosyalizmi bir araya getirdiler. İslam Sosyalizmi yazdılar. Türkiye’de bizim bazı İslamcıların bakış açısını bir zaman âdeta Sosyalizm tayin ediyordu. Yazdıkları kitaplara bakarsanız; işçi hakları, İslam’da devlet, işçi-işveren ilişkileri yıllarca bunları yazdılar. Bunlar çok bir şey ifade etmedi İslâm’a hizmet adına. Dolayısıyla Batı’dan gelen hangi düşünce sistemi hakim oluyorsa dünyada, bu defa İslam onunla uzlaştırılıyor. 10–15 senedir de İslam Liberalizme yakın gösteriliyor. İslam, İslam’dır, hariçten bir şey almaz, çünkü Cenabı Allah, “Ben bu dini kemale erdirdim” diyor. İslam bütün meseleleri her zaman kendi içinde çözer. Yani o, “efradını cami, ağyarını manidir”. Bütün meseleler İslâm’a göre Kuran ve Sünnet temelinde, bunlara dayalı olarak içtihat ve kıyas, bir de icma usulüyle çözülür; İslâm, bunları kendi içinden çözer. Hariçten bir şey alma, onlarla birlikte anılma gibi bir problemi yok İslâm’ın; bunlar bazı Müslüman aydınların problemi. Bunlar, İslam’ı güya her zamana şirin göstermeye çalışan, bunu yaparken de bir zaman kapitalistlere, bir zaman sosyalistlere, bir zaman liberal çevrelere kabul ettirmeye çalışan bazı Müslüman aydınların problemi, İslam’ın değil!

“LİBERALİZM, TAM BİR İRTİCADIR.
2000 YILLIK DİNİ DÖNEMİ ATLAYIP, PUTPERESTLİK DÖNEMİNE DÖNÜŞTÜR.”


Liberalizmin temelinde, insanı Allah’tan koparma yatar. Promethe yatar, Batı düşüncesi, aydınlanma düşüncesi denilen bugün bizim Cumhuriyet Gazetesinin hala 19’ncu asır pozitivizmiyle; askerlerin, generallerin çıkıp akıl ve bilim diyerek yücelttiği düşünce var. Bununla ne kastedildiğini de bilmezler aslında. Akıl nedir, bilim nedir? Akıl ve bilim derken bir de kulluğu reddetmekten dem vururlar kulluğun ne manaya geldiğini de bilmeden. Böyle bir ezberdir gider. Liberalizm’de de eski Yunan’a dönüş vardır. Liberalizm, tam bir irticadır. 2000 yıllık dini dönemi atlayıp, putperestlik dönemine dönüştür. İnsanlık tarihinde yeni bir şey yok; yeni ambalajlama var. Hukuk deyince temelde Roma’yı öne çıkarırlar, düşüncede, felsefede eski Yunan’ı. Liberal düşüncenin temelindeki Promethe meteforu şudur: Promethe Tanrı soyludur, eski Yunan’ın tanrılar listesinde, Olymposunda tanrı soyludur fakat tanrılara ait ateşi tanrıların izni olmadan çalıp insana getirdiği için tanrılar tarafından cezalandırılmıştır. Kafkas dağlarında ciğerini gelir bir kuş söker, sonra tanrılar onu tekrar takar, canlanır, sonra tekrar sökülür. Onu yine tanrı soylu Herakles kurtarır; Promethe, “Zeus yok olmadıkça kurtuluş yok!” der; yani Promethe metaforu insanın tanrılara karşı savaşını sembolize eder.. Oysa İslâm’da böyle bir şey yok; tam tersine “kutsal ateşi insana Allah verir. Liberal felsefenin, insanı ferdileştirmenin altında, insanı Allah’tan, semadan, maneviyattan, gökten koparma vardır. Ey fert, sen sensin, bütün muvaffakiyet sendedir, bütün güç sendedir, senin kendinin üstünde bir yaratıcıya, senin kendin üstünde bir kudrete, senin kendin üstünde bir otoriteye de gerek yok, dine de gerek yok, senin için ahiret de lazım değil. Liberaller inanır, inanmaz ayrı konu fakat liberalizmin temel çıkış noktasında bütünüyle insanı Allah’tan koparma, kendi üzerinde İlahi otoriteden koparma, vahiyden koparma vardır. Bilginin temeline de hiçbir zaman vahyi koymaz, vahyi hakikat olarak kabul etmez liberalizm. Benim problemim bununla. Liberalizm İslam’la özdeşleştirilirken temeldeki bu ayrılığın görülmesi lazım. Bu temel ayrılık, kapitalizm ile İslam arasında, bu temel ayrılık İslam ile sosyalizm arasında vardır; bütün diğer sistemlerle İslam arasında vardır. Çünkü biri vahiyden kopuk beşeri düşüncenin, diğeri vahyin ortaya koyduğu iki sistem. Birini anlamaya çalışırım, tatbike çalışırım; diğerini kendim üretirim. Vahyi anlamaya çalışırım ve o vahyin içinde aklımı kullanırım. Diğeri vahyi reddederken güya kendisini hakikatin merkezine oturtur. Bu ayrılık temeldir, ondan sonra diğer noktalar gözden geçirilebilir.

hulyaokur@haberx.com

http://www.haberx.com/cumhuriyet_islami ... 484544,738).aspx


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
Eskiden itibaren mesajları göster:  Sırala  
Yeni başlık gönder Başlığa cevap ver  [ 2 mesaj ] 

Tüm zamanlar UTC + 2 saat


Kimler çevrimiçi

Bu forumu gezen kullanıcılar: Hiç bir kayıtlı kullanıcı yok ve 3 misafir


Bu foruma yeni başlıklar gönderemezsiniz
Bu forumdaki başlıklara cevap veremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı düzenleyemezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı silemezsiniz

Geçiş yap:  
cron
   Powered by phpBB © 2000, 2002, 2005, 2007 phpBB Group

Türkçe çeviri: phpBB Türkiye