HOCAEFENDİ’NİN MAVİ Marmara gemisi ile ilgili açıklamasını fazla uzatmanın âlemi yok.
Sadece bir yazıyla en azından bu konudaki kanaatimizi beyan etme, bununla yetinme ve genel hassasiyetleri çok da fazla tehyic etmeme niyetindeydik.
Nitekim “İsrail diplomasiye açık mı?” başlıklı yazıda da bunu yapmaya çalıştık.
Ne de olsa Hocaefendi, seveni çok olan ve sevenlerince de çok sevilen bir şahsiyetti.
Belki mâkul bir itiraz bile, üst düzey muhabbetten ötürü iyiden iyiye bu mevzuda hassaslaşmış bazı kardeşleri rencide edebiliyordu.
Fakat bir kardeşimizin 16. Mektub’un zeyli ile meseleyi irtibatlandıran mesajı bize ilginç geldiği için –yorum katmadan- onu da yayımlamayı gerekli gördük.
Böyle olunca da meseleyi –belki de gereksiz yere- uzatıyor görüntüsü vermemize neden olan bir vetire vücuda geldi.
Bir önceki yazıdaki bu yorumsuz aktarımımızın ardından, bize ulaşan ve Hocaefendi’nin açıklamasının arkasında olan bir başka kardeşimizin iletisine de, -meseleye bu tarz yaklaşan arkadaşları da temsilen- yer vermeyi, etik açıdan bir vazife addediyorum.
Bu uzun iletiye geçmeden önce, son olarak iki hususu da belirtmek isterim.
Üstad’ın ilgili mektubun zeylinde vurguladığı tavır ile Hocaefendi’nin açıklamasının arasında kurulan ilgiyi zorlama bulan yaklaşım sahiplerine, hâdiseler arasında bire bir alâka kurulamayacağı tesbitinde katılıyorum.
Ancak şu var ki, Üstad’ın ilgili bölümde umum ef’ale dair şumullü düsturlar beyan ettiğini ve iki olay arasında bu ortak kaideler üzerinden kurulacak bir irtibatın, iddia edildiği türden bir tekellüfün göstergesi olmadığını düşünmekteyim.
İkinci olarak, Hocaefendi’nin genel anlamda samimiyetine inandığımı, bu açıklamayı kendisinde var olduğunu değişik şekillerde gözlemleye geldiğimiz müfrit hassasiyetle ve gereğinden fazla olduğunu düşündüğüm konjonktürellikle izah ettiğimi; özetle her ne türden gerekçeyle tevile yeltenilirse yeltenilsin, son tahlilde mezkûr değerlendirmeyi ‘yanlış’ ve ‘talihsiz’ bulduğumu belirtmek isterim.
sapla saman misali herseyi birbirine karistirarak hic olmazsa bekleyelim ve gorelim tarzinda bir tutum icerisinede girmeden size tevcih edilen bir sual-cevabi hemencecik siteye - guya YORUMSUZ - aksettirerek guya sozumona bu meseleye risalelerden ve dahi ustadin hayatindan bir cevap verdiginiz ve buldugunuz izlenimi veriyorsunuz...
iki ulke arasinda cereyan eden ve arada siyasal islamci bir kurulusun biraz abartili ve gumburtulu ve sonuclari itibariyle de cok cok uzucu bir yardim yapma cabasinin ustadin barlanin bedresinde ki muhtara muracaati ile ne alakasi var?
bakin maalesef ehl-i dunya bir takim kalemsorler bile ehl-i risaleden daha vazih ve net bu meseleyi gorduler.. ama heyhat bizim cephe...
in derdinde..sanki.
YUKSEK MUSAAEDENIZ VE YORUMSUZ SIZE GONDERILEN MESAJA GOSTERDIGINIZ ILGIYI SU FAKIRIN KAC NE KADAR ZAMANINI ALAN.. VE BELKI BU OLAYLARI PATLAK VERDIGI GUNDEN BERI TAKIP ETMEYE CALISTIGIIM YAZI-YAZAR VE SITELERDEN ISIMLERINIDE COK YAZMADAN MIX BIR SEKILDE ASAGIDA SIZE AKTARMAK ISTEDIM. 33 MADDEDE OLUSUR...VE ICERISINDE HAKIKATEN COK FAIDELI VE TAM BIR ARASTIRMA KONUSU OLAN MESELELER VAR..
Bir Türk gemisi bombalanması riski var ise, buna gösterilecek tepki planın da cebinde olacak. Vurulursan vuracaksın.
Hocaefendi'nin tavrı, tam bir devlet adamı tavrı. Öyle bir çıkış yaptı ki, bundan sonrası için, bir iade-i itibar kapısı açtı. Bu mesaj şu anlama geliyor: "Rasyonel bir eksiklikten yararlanarak bu densizliği yaptın. Ama gerekli uyarılar ve tedbirler gerçekleştikten sonra da aynı densizliği yapma çılgınlığına sakın tevessül etmeyesin!" O mesaj, işte bu mesajdır. Tam yerinde, tam bir itidal kahramanlığı jestiyle hiç gecikmeden seslendirilmiştir. Bu bir övgü değil, itidal kahramanlığının örneklenmesine duyulan coşkulu sevincin ifadesi.
"Devlet adamı tavrı" dedim; bunun doğrudan siyasetle falan ilgisi yok, eskiden devlet adamı tavrı siyasetin mensubiyetleriyle değil, bir kültürel kişilik ferâseti ve faziletiyle ilgiliydi.
İtidal'in siyasete bakan yüzündeki akıl, ferâsetin itidal'e bakan yönündeki zenginlikten nasip alamazsa, hep bir şeyler eksik kalır.
Bazı insanlar, en çok ihtiyaç duydukları insanlara husumet de duyarlar! Bu geçmişte de olabilir, şimdi de, yarın da. Geçmişte minnettarlıktan kurtulmak için; şimdi'de ve gelecekte ise kibirden dolayı. Bunun sonucunda da ne geçmişte aldıklarının hayrını görür, ne de daha sonra alması mümkün olanları alabilir. Bu tuhaf ve marazî bir psikolojik haldir. Bir Selim İleri'nin vefâlı ve duygulu beyefendiliğini düşünün, bir de Hocaefendi'ye laf çarpmaya çalışanın nadanlığına bakın.
Sivil eylem yapıyorsun, yapılmasını destekliyorsun; ama 9 kişi öldürülüyor! Nerede bunun tepkisi, tedbiri, öngörüsü? Böyle eylem mi olur? Sivil eylemi teşvik ve tahrik edenler o eylemi tekeffül edecek. Zulüm doğsun da tepkiler zaman içinde büyüsün diye demokratik (ve resmi teşvikli) eylem yapılmaz.
sonuc : .. Rasyonellikle itidal arasındaki metodik liyakat ve teminat ilişkisini İslam'ın kökünden kavramış bir düşünce insanı ve öncüsüdür o. Keşke her ekolün öyle bir hocaefendisi olsa.
Düşünmek için; durmak, derinleşme derecesinde geniş ufuklara açılmak, lazımdır. Veya şu bu biçimlendirme kalıplarına ve kavramsal soyutlamaların gecekondularına aslen bütünlükle ilgili olan hakikat tezahürlerini ve verilerini tıkıştırmak ne yorumdur, ne de düşünce. Nefes nefese sürdürülen tepkisel koşuların, azık heybesini "tıkıştırma yorumlarıyla" doldurma metotsuzluğu yerine, şu veya bu müşahhas tezahürleri bile değil, hayatın ve hakikatin bütününü içselleştirip; o dolgunluğun ifade olunabilenlerini, göz nuruyla, sorumluluk ürperişleriyle, ihtiyacı duyulan farklı bir üslupla, daha doğrusu yeni bir "kavramlar düzeni" telakkisiyle damla damla sunabilme işidir düşünce üretmek.
Bir insan her şeyi bilemez; fıtraten mümkün değil: Öyleyse "ya her şeyi biliyorum, ya da hiçbir şeyi" sözü niçin söylendi? Bu söz, bir metot dersinin ifadesidir. "Bütünü içselleştirme" metodunun eğitimidir. Böyle dersler ancak o kadar açılabilir. Alan alır, alamayana açarsan zaten şaşırır. Hitap, düşünce erbabınadır, yani özeldir. Burada öyledir. Bütünü içselleştiren, her konuda konuşma (hele hele müstahzar üretme!) cesaretini kendinde bulamaz. O sadece ufkun genişliğini işaretler bu yöndeki davetini seslendirir, sonra da kendi nasîbinin ve misyonunun gayretini yaşamaya devam eder.
Hayat, hiçbir kalıbın ve sarayın içine sığmaz; ama senin içine, yüreğine sığar. Özüyle, coşkusuyla sığar ve sana bütünlük şuuru ve sezgisi kazandırır. Sonra; buyursun, engeller, çengeller... Düşünürsün, mümkün olan çözümleri üretirsin. İstikamet üzereysen, "metot ve sentez" donanımını edinmişsen, üretirsin. Fakat tepkisel genellemeler, kategorik darlıklar, bütün gözetmeyen keskin ve uçkun soyutlamalar, "hepsi yanlıştır", "hepsi doğrudur" bağlanışları ve reddiyeleri; düşünce üretiminin önünü keser. Zaruretler, sıkıntılar, engeller değil; işte bunlar keser.
Bırakın toplumu-milleti, gerçek aydın okula yeni başlayan bir çocuğa bile böyle bakmaz; küçücük bir çocuktan dahi alabileceği şeyler olduğunu düşünür. Bir şey alamıyorsan, bir şey veremezsin de.
"Kendilerini ispat etmiş büyüklere ait o anda düşünceme ters bir söz veya davranış okuduğum veya işittiğim zaman asla tenkide gitmem; onların bildiği, benim bilmediğim bir şey vardır der ve susarım."
Şeyh Buhari, Şeyh Manasra gibi İsrail'de hahamlar, papazlar ve imamlarla birlikte Kudüs'te barış için çabalayan sufi liderler, sadece kafatasının içinde Hitler beyni taşıyan yedi ahmakın zulmüyle değil, görüntü ve söz itibarıyla Müslüman olduklarını iddia eden barış karşıtı Hamasçıların zulmüyle, iki ateş arasında yaşıyorlar imiş.
Nitekim Haham Menahem Froman ile Türkiye'ye gelip Başbakan Erdoğan'la görüşeceği öğrenilince, bu görünüşte Müslüman olan serseriler, İmam Buhari Hazretleri'nin torunu olan Şeyh Abdülaziz Buhari'nin evini basıp öldüresiye dövmüşler imiş.
Şeyh Buhari'nin vefatından sonra onun yerine heyete katılıp gelen Şeyh Ghassan Manasra, Ankara'da Başbakan Erdoğan ile görüşürken, aynı Müslüman kılıklı serseriler onun da evini basıp talan etmişler, oğlunu öldürmeye kalkışmışlar. Şeyh Manasra, tıpkı merhum Şeyh Buhari gibi hem Hitler kafalı İsrail yönetiminin, hem de Şaron kafalı Müslüman Hamasçıların zulmü ile inlemesine, işsiz ve aşsız bırakılmasına rağmen, bize hiç belli etmeden "Türkiye dünya barışının lideri olacak" derken, birden 22'ye fırlayan tansiyonunun sebebi, Kudüs'te baskına uğrayan evi ve ailesi imiş meğer.
Haham Froman ile birlikte İstanbul'da aniden rahatsızlanıp tansiyonu 22'ye fırlayınca, onları ağırlayan Türkiyeli dostları, kerpetenle söker gibi almışlar ağzından bu bilgileri. Yangınları bizim bildiğimizden iki kat daha büyük, acıları zannettiğimizden daha farklı imiş meğer. Gerçeği rehberi oldukları sufi geleneğin "acıyı bal eyledik" tebessümüyle gizlemeyi başardıkları için haberimiz olmamış, farkına varamamışız.
Sırf bu "teferruat" bile durup yeniden düşünmemizi, bütün hesapları yeni baştan yapmamızı, bütün söylemlerimizi ve eylemlerimizi yeniden tartıya vurmamızı gerektiriyor.
Bir tarafı yaparken öbür tarafı yıkıp yıkmadığımızı anlamamız gerekiyor.
Bu gerçekle birlikte olanı biteni düşününce....
Nutuklar atmak, sloganlar savurmak, yumruklar sallamak, bombalara çıplak beden ile kalkan olmak, marşlara ayarlı sesimizle şehadete hoş geldin diyebilmek, evet ablukayı delmek ve aç çocuklara yardım götürmek "kolay" görünüyor gözüme!
Zor olanı her şeye rağmen, düşmanın olduğu kadar dost bilinenin zulmü altında inlemesine rağmen bir kez bile ah etmeden "ille de barış" diyerek hizmete tebessümle devam ederek ölümü göğüsleyebilmek olmalı!
Bu noktadan bakınca Şeyh Buhari'nin ölümüne uzanan eylemi ile Fethullah Gülen Hocaefendi'nin, fitneye alet edilmek istenen söylemi arasında çok da derin bir fark olmadığını görüyorum!
Bu noktadan bakınca hüznüm kadar artıyor ümidim!
Hıristiyan olmak, Musevi olmak, Müslüman olmak çok kolay ama "insan" olmak çok zor anlaşılan diye düşünüyorum.
Hani o "Onlara de ki" diye başlayan ayetteki gibi; "Sizler Müslüman oldunuz fakat iman henüz kalplerinize yerleşmedi!"
New York Times muhabiri, bir e-postada Gülen’in “En kötü devlet ve en kötü hükümet bile devletsizlikten ve kaostan çok daha iyidir” diye yazdigini soyledi.
musluman veya hristiyan veya musevi olmak - sozde - cok kolay ama INSAN olmak ne kadar zormus anlasilan mesajini fethullah gulen hocaefendi cok iyi icsellestirmis ve tum mesajlarini INSANI icine alacak sekilde NEBEVI bir tarz ve uslup ile sunnet dairesi icerisinde - cagin nabzina gore - sunmasini biiiznillah bilmistir.
"İnanmayacaklar, bizim insanlığın sulh ve selameti için çalıştığımıza. İnanmayacaklar, dünyayı bütün insanlığın kardeşçe yaşadığı bir sulh adacığı yapmak için gayret gösterdiğimize. İnanmayacaklar, ne dünya ne de ukba adına hiçbir beklentimizin olmadığına. İnanmayacaklar, Allah'ın rızasından başka bir talebimizin bulunmadığına."
Sonra döndü kendi kendine muhakeme yapar tarzda sordu; "Neden inanmıyorlar? Neden içte ve dışta psikolojide paranoya denilen hastalıkla izah edilebilecek bir sürecin içine giriyorlar? Neden kuşku ve şüphelerini izale edemiyorlar? Söylenen sözler, yapılan şeyler ortada; kuşkularını besleyecek herhangi bir delil ellerinde olmamasına rağmen; evet hâlâ neden bütün bu şüpheli bakışlar ve inkârlar?"
"Onlar inanmasa da, şüphe ve kuşku ile bakmaya devam etseler de, siz çizginizi değiştirmeyeceksiniz. Evrensel değerlerin ihya ve ikamesi adına plan ve projelerinize devam edeceksiniz. Dünyevî makam ve mansıpları ayaklarınızın altına aldığınızı halinizle, tavrınızla, davranışla göstermekten dur olmayacaksınız. Paranoyalara sebebiyet vermeden, insanlığın sulh ve selametinden başka hiçbir şey düşünmediğinizi çeşitli dillerle güçlü bir şekilde anlatacaksınız. Resimden müziğe, romandan şiire, sinemadan spora kadar sanatın bütün alanlarını bir dil olarak kullanacaksınız. Belki itiraz edenler olacak! Olsun. Doğru mu diye tereddütler uyaranlar çıkacak? Çıksın. Şimdiye kadar tahrip istikametinde kullanılan vesileler, neden tamir ve ihya istikametinde kullanılmasın ki? Ben zamanımın çocuğuyum. Aklı başında, dünyayı iyi okuyan hiç kimsenin itiraz edeceğini sanmam bunlara. İtiraz etseler de bir mana ifade etmez. Ve sabredeceksiniz. Asırlardır devam edegelen ve kangren olmuş yaraları birden tedavi edemezsiniz."
Kaç defa duymuşuzdur şu sözleri kendisinden: "Elimden gelse, toprağın bağrına ekilen tohumlar gibi, insanların sinesine ızdırap tohumu, dert tohumu, sancı tohumu eker ve yeşermesini beklerdim. Günümüz dünyasının en büyük derdi dertsizliktir."
"Ya Rab! Belay-ı aşk ile kıl âşina beni. Bir dem belây-ı aşktan etme cüdâ beni!"
Zulüm sahipleri kendilerine zarar vereceğini tahmin ettiği kitlelerin, düşüncelerinin ve birlikteliklerinin olgunlaşma sına fırsat vermeden onları zulme karşı aktif îavır almaya itmek isterler. Çünkü onları kolayca etkisiz hale getirir ve böylece istedikleri hayat seyrinin devamını sağlamış olurlar...
medine (hayat) doneminde... hudeybiye sulhunun umumi manada cereyani daha olusmamis iken...medine (dunya) pazarinda yahudilerin soz sahibi olmasi hala gecerli iken...fethullah gulen hocaefendinin bu kadar islam tarihi ve yahudi kavimlerini ve ahlaklarini bilmesine ragmen...hudeybiye sulhundan sonra (ki mekke fethine daha var iken.. ve gercek fethin bu sulh oldugu ifade edilmisken) medine ile mekke arasinda ki hayber yahudilerinin uzerine yurunmesi hadisesini hocaefendi cok acikca biliyor iken...tum diger yahudi kabilelerine karsi girisilen fiili tutumlarin ve yaptirimlarin hudeybiye sulhundan sonra tahakkuku acikca ortada iken ve biliniyor iken... hocaefendiden tutup dengelerin olmadigi bir atmosferde bir dengesizlik yapmasini beklemek abes olur du diye dusunuyorum... ki dengelerin olmadigini cok acikca gosteren sadece 2 yazardan 2 cok cok enteresan paragrafi dikkatli nazarlara ibretlik olarak takdim ediyorum :
A- dün The New York Times'da çıkan uzun ve ayrıntılı bir yazıda bu çabalara değiniliyor ve yazının bir yerinde şöyle deniliyor:
"...Geçen şubat ayında yüksek düzeyli bir İsrail heyeti İran'ın nükleer çabaları hakkında gizli bilgi vermek üzere Beijing'i ziyaret etti. Heyet, Çinli yetkililere ziyaretlerinin amacını şöyle açıkladı: İsrail'in İran'a karşı yapacağı saldırının Çin üzerinde meydana getireceği ekonomik darbeyi ayrıntılarıyla anlatmak.
'Çinliler, bizim onlara gösterdiğimiz deliller karşısında şaşırmış görünmediler; ancak İran'a karşı önleyici saldırımızın bölge ve bağımlı oldukları petrol sevkini ne yapacağını, bunları nasıl etkileyeceğini anlattığımızda irkilerek oturdukları sandalyelerden şöyle bir doğruldular.' diyor söz konusu toplantıya katılan ve isminin açıklanmasını istemeyen bir İsrailli yetkili.
Daha önce çok yazdık, ama bir kere daha söyleyelim, İsrail alışılmış milletlerarası norm ve standartlara uymayan, nasıl hareket edeceği kolay kolay tahmin edilemeyen, Çin'e bile gözdağı verebilen başına buyruk bir devlet. Çoğumuzun hoşuna gitmese de bu husus bugünün bir gerçeği olarak ortada duruyor ne yazık ki... (
http://zaman.com.tr/yazar.do?yazino=993786)
B- İsrail'in Gazze ablukası insanlık dışı.
Mavi Marmara provokatif bir eylemle insanlık dışı durumu dünyanın gözüne soktu.
Başbakan Tayyip Erdoğan'ın İsrail hükümetine sert çıkışı bir noktaya kadar haklı...
Fakat Erdoğan'ın Kudüs'ün kaderini İstanbul'a, Gazze'nin kaderini Ankara'ya bağlaması, eğer duygusal ve insani olmanın ötesinde siyasi anlamlar taşıyorsa üzerinde günlerce tartışılması gereken bir konu...
Mısır Cumhurbaşkanı Enver Sedat İsrail'e savaş açarken Kudüs'ün kaderi ile Kahire'nin kaderini birbirine bağlıyordu.
1970'lerin sonunda savaş açtığı İsrail ile barış masasına oturan ilk Arap lider oldu.
Arap dünyasını ve tüm radikalleri karşısına alma pahasına gidip İsrail Parlamentosunda tarihi bir barış konuşması bile yaptı.
C- Evet, doğru 300 milyon nüfuslu Amerika'da Yahudi nüfusu yaklaşık 6 milyon...
Mesela Latin Amerikalıların, siyahların hatta Müslümanların nüfusu bile Yahudilerden daha fazla ama Amerikan siyasetinde aynı güce sahip değiller.
Ama unutmayın 300 milyonluk Ortadoğu'da İsrail'in nüfusu da 6 milyon...
Mesele nicelik değil nitelik...
Ne demek istediğimi tek bir örnekle izah edeyim.
Amerika'da her öğrencinin hayalini üniversitelerin süper ligi olarak kabul edilen (Ivy League) şu sekiz okuldan birine girmek süsler...
Harvard, Yale, Columbia, Cornell, Pennsylvania, Brown, Dartmouth, Princeton.
* * *
Akademik mükemmelliğin zirvesi olarak kabul edilen bu sekiz üniversite öğrencilerinin dini-etnik yapısına baktığınızda karşınıza çok çarpıcı bir tablo çıkar...
Çünkü Ivy Lig okullarında dört öğrenciden biri Yahudi.
Yani Yahudiler nüfusun %2'si ama en iyi okulların %23'ü Yahudi.
Amerika'da aynı sinagogda asla bir araya gelemeyen binlerce Yahudi sivil toplum kuruluşu var. Ama söz konusu İsrail'in çıkarı olduğunda hepsi AIPAC çatısı altında yekvücut.
Çok iyi eğitimli 6 milyon nüfusu kimse küçümsemesin.
İyi organize olduğunda 60 milyonu da 160 milyonu da etkisi altına alabilir...
Nitekim Amerika'da iki yılda bir yenilenen seçim sisteminden dolayı alıyorlar da...
Obama Netanyahu hükümetinden hiç hazzetmiyor, fakat kasımda yapılacak seçimden dolayı Yahudi Lobisini karşısına alamıyor.
Bu yüzden de hiç istemediği halde İran'ın tepesine ambargo ile daha fazla binerken, çok istemesine rağmen İsrail Hükümeti'ne açıktan laf edemiyor...
* * *
Amerika'da seçimlerin kaderini büyük ölçüde Yahudi sermayesi ve seçmeni belirler...
Komploya ihtiyaç yok, bağış sisteminden dolayı bu sermayeyi yanına çeken aday daha şanslıdır.
Ayrıca başkanlık seçimlerinde en kritik üç bölge New York, Florida ve California'dır.
Bu üç bölgeyi alamayan başkan adayı kolay kolay seçilemez.
İşte %2 diye küçümsenen Yahudi nüfusunun büyük kısmı bu üç kritik bölgede yaşar.
Dini, tarihi, psikolojik sebeplere girmiyorum bile...
Ama bu pek basit gerçekler şu meşhur Yahudi Lobisi'nin gücünü izah etmiyor mu?
Sosyal bilimlerde çok sevdiğim bir laf vardır, “Pis bir gerçek güzelim teorimi mahvetti”
Şimdi gelelim Joe Lauria'nın Fethullah Gülen söyleşisine.
Haberin başlığı “Münzevi Türk İmam Gazze gemisini eleştirdi.”
Belli ki Gülen yaşananlardan çok etkilenmiş; “Gördüğüm şeyler hiç güzel değildi.”
İnsanların bu şekilde ölmesinden ve iki ülke arasındaki ilişkilerin gerilmesinden rahatsız olmuş.
Bu yüzden de “yangına körükle gitmek” yerine bu zor zamanda bile “sağduyulu” bir biçimde özeleştiri yapmayı tercih etmiş.
Kimileri çatışma ve şahadet naraları atarken o “Keşke Gazze'ye yardım götürmeden önce organizatörler İsrail'le uzlaşma yolunu seçselerdi” demiş.
İğneyi İsrail'e, çuvaldızı “politik amaçları olup olmadığını söylemek kolay değil” dediği organizatörlere yani İHH'ye batırmış...
* * *
Daha da önemlisi yardımın gerçek amacını sorgulamış...
Meğer geçmişte bazı yardım kuruluşları Gülen'e fikir sorduğunda o bu yardımların...
Bir, sessiz sedasız...
İki, İsrail hükümeti ile uzlaşarak gönderilmesini tavsiye etmiş...
Nitekim ne Türkiye ne de dünya ayağa kalkmadan yardımlar Gazzelilere ulaşmış...
Tabii burada temel ayrım yardımın maksadı...
İHH başından itibaren yardım ulaştırmayı değil Gazze ablukasını yarmayı amaçladı.
İşte Gülen “faydalı sonuçlar doğurmadığını” düşündüğü bu yaklaşımı eleştirmiş. (
http://hurarsiv.hurriyet.com.tr/goster/ ... 2010-06-05)
Son bir husus da şudur: Türkiye'nin AB'ye girmesini istemeyenler açısından "Karikatür krizinin" sivil eylem değeri ile Gazze'deki ablukanın kaldırılmasını isteyenler açısından İHH'nın insani yardım girişiminin sivil eylem değeri dikkatlice karşılaştırılmalı; detayları bilmenin sivil eyleme nasıl bir estetik kazandırdığı üzerinde ince ince düşünülmelidir.
Rüzgâra karşı durmak gibi rüzgârın arkasına takılmak da akıldan uzak olabilir. Bazılarının uygun rüzgârı bulunca yelkenlerini şişirip yol almayı düşünmesinin anlaşıldığı gibi, bazılarının da her rüzgara yelken açmaması anlaşılabilmelidir.
ABD'li Profesör, Gülen Hareketi'nin, diğer hepsinden farklı olarak, bütün insanlığı kucaklayan bir düşünce yapısına sahip olduğuna vurgu yaptı. Bayan Carroll, "Fethullah Gülen, ülkesindeki binlerce kişiye ilham kaynağı olup onlara insanlığa nasıl hizmet edilmesi gerektiğini gösterdi. Ona gönül veren bu 'adanmış' ruhlar ise dünyanın dört bir yanına gidip Gülen'in 'sulh adacıkları' diye adlandırdığı eğitim kurumları ve diyalog dernekleri kurarak, Hz. İsa'nın havarilerinin yaptığı gibi, tüm dünyaya sevgi ve barış eli uzatıyor." şeklinde konuştu.
Hafız-ı Şirazî der ki: "İki cihanın rahat ve selâmetini iki harf tefsir eder, kazandırır: dostlarına karşı mürüvvetkârâne muaşeret ve düşmanlarına sulhkârâne muamele etmektir."
• Sâdık u Masdûk Efendimiz, hercümerç ile alâkalı ifadelerinde de büyük bir tehlikeye dikkat çekmekle beraber, mü'minleri tedbir almaya ve herc sellerine karşı dalgakıranlar oluşturmaya yönlendirmektedir. (11:00)
• Diyalog ve eğitim faaliyetleri vesilesiyle dünyanın dört bir yanında hizmet eden adanmış ruhlar, kendi vazifelerini yapmanın yanı sıra muhtemel hercümerçlere karşı sulh adacıkları da kurmaktadırlar. (12:32)
• Sulh adacıkları oluşturma ve barış köprüleri kurma gayretlerinin neticesidir ki; bir konferansta konuşan bir Yahudi din adamı, arkadaşınıza, "Kerim, sen müslümansın; mahcup davranmamalı, dik durmalısın!" diyecek kadar sizin dininize ve değerlerinize saygı duyuyor. Dr. Jill Carrol tam kırk yerde toplantılara katılıp yaptığınız hizmetlerin felsefesini anlatıyor. (13:15)
Firavuna giden Hz. Musa’ya Allah (celle celâluhu): قُولَا لَهُ قَوْلاً لَيِّناً لَعَلَّهُ يَتَذَكَّرُ أَوْ يَخْشَى
“– Ona tatlı, yumuşak bir tarzda hitap edin. Olur ki aklını başına alıp düşünür, öğüt dinler yahut hiç değilse biraz çekinir.” (Tâhâ Suresi, 20/44) buyurmuyor mu? (ustadin hayati diye ornek gosterilen sey ile bu ayeti kiyasladiginizda hangisi daha mantikli ?)
Bu mevzuda takip edilecek usûl adına misal olması açısından Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm’ın (aleyhi elfü elfi salâtin ve selâm) hayatından bir kesit sunayım. Uzun zaman münafıklık yapmış birisi, pişman olup doğruyu görüyor ve o pişmanlıkla Resûl-i Ekrem Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) huzuruna geliyor. O güne kadarki sergüzeşt-i hayatını anlattıktan sonra, kendisi gibi düşünen, arafta, berzahta kalmış daha başka insanların olduğunu, onları da Huzur-u Risaletpenâhî’ye getirebileceğini ifade ediyor. Ancak Peygamber Efendimiz (aleyhissalâtü vesselâm) münafıklara karşı hep perdeyi yırtmayacak şekilde muamelede bulunduğundan o zatın bu teklifini kabul buyurmuyor. İşte bu, çok önemli bir stratejidir. Çünkü her gün içlerinden birisinin Efendimiz’in yanında yer aldığını gören münafıklar yeni bir cephe oluşturacaktı. Daha sonra kendi yanlışlıklarını müdafaa adına değişik arayışlar içine girecek, ağızlarından bir sürü şey döktürecek, bir yönüyle bâtıla felsefe uydurup bâtıl düşüncelerinde daha da kemikleşeceklerdi. Fakat Rehber-i Küll Mükteda-yı Ekmel Efendimiz (aleyhi ekmelüttehâyâ) yüksek fetanet ve firasetiyle buna fırsat vermeden meseleyi çözüme kavuşturmuştu. Böylece o münafıklar yavaş yavaş, hissettirmeden inananların yanında yerlerini alacak ve nihayet Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm (aleyhi efdaluttahiyyât ve ekmelütteslîmât) ruhunun ufkuna yürüdüğü bir dönemde hepsi eriyip gidecek, onlardan tek bir münafık dahi kalmayacaktı.
hocaefendi eski bir sohbetinde soyle tasvirlerde bulunarak cok onemli bir hakikati ifade ederler : " dunyada su an ayi (amrk) ve domuz (rusya) kavga ediyor. sizler ayi ve domuzun kavgasina karismayacaksiniz.. bunlardan biri olecek, digeri de yaralanacak... eger dilerseniz yaraliya yardimda - insaniyet icabi - bulunabilirsiniz... hastaneye goturebilirsiniz...
Tarih, 1943 Temmuz. İkinci Dünya Savaşı'nın en kanlı günleri. Nazi partisinin aklında nihai çözüm vardı. Yani kıta Avrupası'ndaki Yahudilerin zorunlu göçü. Peki nereye? Önce Madagaskar Adası'na. Ama orası elverişsiz bulundu. Başka neresi olabilirdi? Siyonistlerin de bayılacakları bir yer akıllara geldi! Filistin. Yani vaat edilmiş topraklar. Nazi parti yetkilileri, Kudüs Müftüsü Emin El-Hüseyni'yi buldular. Onu Almanya'ya davet ettiler. Ve Avrupa’daki Yahudilerin, Filistin'e yerleşmesini istediklerini ilettiler. Emin El-Hüseyni yüklü miktarda para istedi. Nazi partisi kabul etti. Adolf Hitler'le de bir araya gelen Emin El-Hüseyni bitmek tükenmek bilmeyen Arap-İsrail savaşının da son devredeki başlama vuruşunu yapmış oldu. (Emin El-Hüseyni'nin eski bir Teşkilat-ı Mahsusa üyesi olduğunu ve Yaser Arafat'ın amcası olduğunu da ekleyeyim.)
Ve akın akın Filistin’e yahudi göçü başladı. Bu arada Nazilerin bu kararına en büyük desteği de siyonistlerin verdiğini ve Hüseyni'ye ödenen paranın büyük kısmının siyonistler tarafından karşılandığını da ekleyeyim.
Theodor Herzl, siyonizmin kurucusudur. Yarattığı idea, Yahudilerin kutsal topraklarda bağımsız bir devlet kurması fikrine dayanıyordu. 1895'te Paris'te bir 'roman' yazmaya başladı. Kurulacak Yahudi devleti kurgusunu bir roman olarak görüyordu. 'Roman fiile geçirilmese bile fiil romana geçirilir' cümlesi ona aittir.
Gülen’in AKP’ye “One minute” çekmesi anlamına gelen bu çıkışı iyi anlarsak birçok olayın arasındaki bağlantıları net görebileceğiz.
Baştan şu soruyu sormalıyız: “Fethullah Gülen gibi bir insanın, dindarları üzeceği ve kırabileceği ihtimali olan bir lafı, sonuçlarını düşünmeden söylemiş olması mümkün mü?” Gülen’in yardım gemisiyle ilgili lafı birçok Müslüman’ı hem şaşırtmıştır hem de üzmüştür, buna cemaatin içinden olan insanlar da dahildir. Gülen’in bu ihtimali görememesi mümkün değildir.
Peki başka insanların duygularına hassas olan bir insan, neden dindarları rencide etmesi ihtimali yüksek olan o açıklamayı yapmakta ısrarlı oldu?
Kendisiyle irtibat kurabilen insanların bana söylediğine göre, Gülen gelen tepkiye rağmen o açıklamasından bir geri adım atmayı düşünmüyormuş.
Yaşadığımız olayların gizemini bu açıklamanın şifrelerini çözerek bulabiliriz.
Bence Fethullah Gülen, Türkiye’nin büyük bir tehlikeyle karşı karşıya olduğu bilgisine ulaştı ve İsrail’e sert tepki çağrılarının devam ettiği, AKP meseleyi tırmandırmayı sürdürdüğü takdirde Türkiye’nin başına büyük bela açabilecek bir oyunun olduğunu gördü.
Ondan sonra da gelecek tepkileri göze alarak o açıklamasını yapmaya mecbur saydı kendisini.
Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) alâka dairesini gayr-i müslimleri de içine alacak kadar geniş tutmuştur. Fakat işe evvela yakınlarından başlamıştır. Risâlet vazifesiyle tavzif edilir edilmez, önce Hazreti Hatice validemize, daha sonra da Hazreti Ali, Hazreti Ebû Bekir gibi akraba ve dostlarına tebliğde bulunmuştur. Zamanla daireyi genişletmiş ve Hristiyan, Yahudi ya da müşrik komşularının da ilahî mesajdan istifade etmeleri için çalışmıştır. Mesela, bir gün bir Yahudi komşusu, oğlunun vefat etmek üzere olduğunu söyleyip hüznünü ifade edince Allah Resûlü hemen kalkıp ölüm döşeğindeki genci ziyarete gitmiştir. O hiçbir zaman ve hiçbir yerden eli boş dönmediği ve Allah'ın izniyle her yerde gönüller kazandığı gibi oradan da o gencin kalbini kazanarak dönmüştür. Efendimiz, acılar içinde kıvranan genci görünce onun hâline acımış ve ona şehadet getirmesini tavsiye etmiştir. O, babasının yüzüne "izin ver" dercesine bakınca ve babası da "Ebû Kasım'a itaat et oğlum." deyince gencin dudaklarından "Lâ ilâhe illallah, Muhammedun Resûlullah" sözleri dökülüvermiştir. Evet, Efendimiz oradan da tebessüm ederek ayrılmış, orada da bir kalb kazanmış ve bazı gönüllerin İslam'ı kabul etmesi için de zemin hazırlamıştır. -İşte yakın durmanın hasıl ettiği netice ve semere!..
Belki birçoğumuzun gündemine İsrail'in kanlı müdahalesinden sonra giren bu hadise, böyle bir eylemin yapılacağının duyulduğu ilk günden itibaren Hocaefendi'nin gündemindeydi. İyi niyetle atılan bu adımın, olumsuz bir şekilde sonuçlanacağı endişesi içindeydi. Çünkü İsrail'in benzer durumlardaki tepkilerine bakıldığında, endişe etmekte de haksız sayılmazdı. Nitekim yakınındaki insanlara, daha gemiler daha harekete geçmeden, İsrail'in nasıl tepki vereceğini tahmin etmenin güç olduğunu, bir sorun çıkmaması için diplomatik yolların sonuna kadar zorlanması gerektiğini söylüyordu. Bu sağlanamayacaksa, kritik bir zamanda Türkiye'yi savaşın eşiğine getirecek bir krize meydan vermemek için başka yolların aranması gerektiğini düşünüyordu.
## Hz. Peygamber (a.s.m.) “Filin (bk. Fil Vak'ası maddesi) Mekke’ye girmesine engel olan kuvvet bu deveyi de çökertti” diyerek herkesin bu mevkide durmasını söyledi. Ve Mekke müşriklerinin durumunu anlamak için Hz. Osman’ı (r.a.) gönderdi. (hocaefendi " MISIR ordusunun filistine girmesine engel olan kuvvet bu gemiyi de engelledi " demistir sanki...ve herkesin ve tum yetkililerin daha ileri seyler yapmamasi icin uyarmistir..ve Kimse yok mu dernegi tarzi kuruluslarda ki arkadaslar vasitasi ile sessiz ve yumusak bir sekilde karsi tarafin durumunu anlamak icin gonderdi ve gondermeye devam ediyor ...) ki zaten kimsey yok mu dernegi ile yapilan son roportajlardan birinde...2006 yilindan beridir israilli yetkililerden izin alarak gazzeye yardim goturduklerini ifade ettiler.. bugune kadar 3 milyon dolar yardimda bulunduklarini soylediler....
sonu olarak bir sey soylemeye gerek yok.. sadece bir harita buraya ekliyorum ki.. aslinda filistinli araplarin kendi kutsal topraklarini nasil kendi elleri ile sattiklari anlasilmis olsun..