Sufiforum.com

2009'da başlayan SUFİFORUM'da İslam; İslam Tasavvuf Geleneği ile ilgili her türlü güncel ya da 'eskimez' konular yer almaktadır. İçerik yenilemeleri tasavvuf.name sitesinden sürdürülmektedir. ALLAH YÂR OLSUN.

Giriş |  Kayıt




Yeni başlık gönder Başlığa cevap ver  [ 1 mesaj ] 
Yazar Mesaj
 Mesaj Başlığı: Paralel devlet ve ‘Cemaat’in kodları
MesajGönderilme zamanı: 13.01.14, 09:11 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 05.03.09, 09:49
Mesajlar: 311
Alıntı:
Cemaat cemaat midir?

Prof. Dr. Mustafa Öztürk

ozturkm@cu.edu.tr

Çukurova Ünv. İlahiyat Fakültesi

Siyasi iradeyle güç ve iktidar kavgasında yeni bir raunda başlayan cemaat, bitmez tükenmez talep ve arzuları sebebiyle maruf/mahud cemaat sınırlarını çoktan aşmış ve kısa zaman içerisinde geçirdiği büyük istihalelerle gerçekte ne olduğu konusunda ciddi kaygılar uyandıran bir karakter kazanmıştır.
***

Cemaat cemaat midir?

Prof. Dr. Mustafa Öztürk


Cemaat kelimesi Türkçe sözlüklerde, “Aynı ülküye sahip olan ve/veya ortak tarafı bulunan insanların meydana getirdiği topluluk” diye tarif edilmekte ve fakat bu kelimenin günümüzdeki yaygın anlam/kullanımı (CEMAAT, el-cemaat, the cemaat) “Fethullah Gülen” veya Hizmet” ön adıyla anılan/tanınan ve şimdilerde parça tesirli bomba gibi ülke gündemine düşen “operasyon” vesilesiyle bir kez daha hükümetle kapışan derin hareketi imlemektedir. Hareketin bu son kapışması ilk nazarda “yolsuzluk” gerekçesine dayandırılan bir temiz eller operasyonu gibi takdim edilse de haddi zatında MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ı şüpheli sıfatıyla ifadeye çağırıp siygaya çekme (7 Şubat operasyonu), bu vesileyle Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ı da hizaya getirme teşebbüsüyle patlak veren iktidarı paylaşma/paylaşmama kavgasından sadece bir kesittir. İlerleyen günlerde daha da büyüyecek gibi görünen bu kavgada cemaat, “Düşmanımın düşmanı benim dostumdur” fahvasınca, Başbakan’ın riyasetinde Türkiye Cumhuriyeti hükümetinin “başına buyruk” icraatlarıyla artık çok olmaya başladığını, bu yüzden de özellikle Başbakan’a yönelik ciddi bir ameliyat ihtiyacı hâsıl olduğunu düşünen uluslararası koalisyonla iş tutmuş görünmektedir. Cemaatin bu pozisyonu, “Varsın memleket yansın, baştan sona altüst olsun, ama geriye kalan -bir gıdım da olsa- sadece bize kalsın” yahut “Küçük olsun, benim olsun” düsturunca amel eden bilindik darbecilerimizle paralellik arz etmektedir.

Cemaati “Türk Protestanlaşması” diye nitelendiren M. Hakan Yavuz’a göre Fethullah Gülen’in önderlik ettiği hareketin gelişiminde üç aşama vardır. 1983’e kadarki ilk aşama Işık Evleri ve dershaneler sürecidir ki bu süreç kadroyu teşkil dönemidir. Bu dönemde cemaat içe kapanık vaziyettedir. İkinci aşama Özal dönemiyle kesişir. Neo-liberal politikaların tatbik mevkiine konulduğu bu dönemde Gülen, liberalizmin aradığı hoca profili olarak kendini göstermiş ve milli/yerli İslam fikrini güncelleyerek devletçi bir rota izlemiştir.

Küresel söylem...

Cemaat 28 Şubat vakasını müteakiben üçüncü aşamaya girmiştir. Gülen’in yurtdışına çıkışının da gerçekleştiği bu dönemde Cemaat küresel bir söylem benimsemiştir. Zira ABD’deki Gülen, Türkiye’deki milliyetçi-devletçi retoriğin yerine dinler-arası diyalog, coğrafî sabitlikteki vatan kavramı yerine birtakım dinî değerler/sembollerle ifade edilen seyyar vatan ve insan hakları gibi kavramlar etrafında yeni bir söylem geliştirmiştir. Böylece küreselleşme konseptine uygun bir İslam üretme sürecine de girilmiştir. Daha açıkçası, 11 Eylül sonrasında ABD “Hangi İslam?” sorusunu sorarken, Gülen ve yakın çevresindeki zevat bu soruya uygun bir İslam, yani ABD merkezli Yahudi lobileri ve neoconların hassasiyetlerini dikkate alan bir İslam arayışına girmiştir.

Gayr-i müslimlere ve kendilerince “müellefe-i kulûb”tan sayılan çevrelere karşı son derece hoşgörülü, açık görüşlü, diyalogcu ve dinî alanda farklı yorumlara pek tahammüllü bir çehreyle arz-ı endam eden, buna mukabil kendi içinde katı kuralcı, farklı meşrepteki Müslümanlara karşı gayet mesafeli bir duruş sergileyen Gülen cemaatinin kök hücrelerinde Sünnîci, millîci, devletçi refleksler de oldukça baskındır. Gerçi bilhassa 28 Şubat vakasından sonra Gülen’in söylemlerinde devletçilik vurgusu hayli azalmıştır, fakat cemaatin fabrika ayarlarında devletçiliğin aslî bir unsur olduğu tartışmasızdır. Devletçilikle birlikte Türk-İslam sentezciliğinin de cemaatin bidayetteki en temel fikrî unsurları arasında yer aldığı kuşkusuzdur.

Dinî alanda ıslah-tecdit karşıtlığıyla da mümeyyiz olan Türk-İslam sentezcisi muhafazakârlar İslamcılıktaki ümmetçilik fikrine karşı Anadolu milliyetçiliğinde hemfikir oldukları gibi mistik ve tasavvufî temalar içeren bir İslam anlayışının benimsenmesi gerektiği noktasında da müttefiktirler. Bunun sebebi, Osmanlı tecrübesinde dinî kültürün tasavvuf ağırlıklı olması, Anadolu ruhunun mistik bir din yarattığına inanılmasıdır. Anadolu mistisizmi Türk telakkisine, Türk hissiyatına en uygun dinî inanç ve anlayış olarak görülmüştür.

AK Parti ile birlikte askerî vesayete karşı verdikleri mücadelede cemaatin özellikle istihbarat temininde önemli rol oynadığı malumdur. Ancak istihbarat konusunda takip edilen yol ve yöntemlerin toplumsal ölçekte ciddi bir kaygı yarattığı da kuşkusuzdur.

Bu zaman ne zamanı?

Cemaat her ne kadar Said Nursi’ye atfen, “Zaman tarikat zamanı değil, imanı kurtarma zamanıdır” düsturunca bildik tasavvuf-tarikat formasyonuna mesafeli gibi dursa da bilhassa müesses tasavvuftaki mürit-mürşit ilişkisinde, mürşitlik makamındaki zatla ilgili kemal vasfının istikametten çok keramet üzerinden tarif ve tasvir edilmesi gibi, cemaatin diğer bütün dinî cemaatler ve hareketlerden faikiyeti de çok kere keramet sınırlarını zorlayan İsrâiliyyât türü menkıbelerle dile getirilmekte ve Hz. Peygamber’in şeref konuğu olarak Türkçe olimpiyatlarına teşrif buyurması, Hz. Hatice’nin Işık Evlerine ziyarette bulunması gibi çağdaş İsrâiliyyât tabandaki saf-temiz insanların cemaate inanç ve sadakat duygularını güçlendiren bir tutkal işlevi görmektedir.

Saîd Nursî’ye ait eserlerin yanı sıra Necip Fazıl Kısakürek, Nurettin Topçu gibi milliyetçi, mukaddesatçı ve muhafazakâr yazarların fikirlerinden bir sentez oluşturan Fethullah Gülen’in 1960’lı yılları izleyen dönemdeki fikir dünyasında da iyi bir Türk-İslam tecrübesi üretme hedefi vardı. Şimdi ne kadar var, doğrusu pek bilmiyorum; ama şunu çok iyi biliyorum ki İslam’ın etnik bir kimlik, Türklüğün ise dinsel bir kimlik gibi algılandığı, diğer taraftan cami ile kışla arasındaki sürtüşmede her zaman kışlanın yanında yer alındığı bir kültür ikliminde yetişen Fethullah Gülen gerek bu kültürün etkisi, gerekse Osmanlı devlet geleneğinden etkilenmesi sebebiyle yıllar yılı “en kötü devlet bile devletsizlikten iyidir” fikrini savundu. Yine Gülen, darbecilerin bidayette kendisi hakkındaki menfi yaklaşımlarına rağmen 1980 darbesine destek verdi ve askerî erkân hakkında da takdirkâr sözler söyledi.

Gülen 28 Şubat sürecinde de asker ve devlet yanlısı tavrını sürdürdü. Bu döneme damgasını vuran insan hakları ihlallerini, anti-demokratik uygulamaları ve baskıları eleştirmek bir yana açıkça bunları mazur göstermeye çalıştı. Ancak bu tutum Gülen ve hareketini 28 Şubat’ın arkasındaki askerî ve bürokratik erkânın gazabından kurtaramadı. Bu süreçte dönemin zinde ve etkin güçleriyle yakın ilişkisi bulunan bazı medya organları Gülen ve cemaatine karşı bir kampanya başlattı. Ruşen Çakır’ın ifadesiyle, TSK’nın post-modern darbesini olabildiğince az zararla atlatmak isteyen Gülen, ilk darbeyi yiyen Refah Partisi ve bazı İslâmî oluşumlarla dayanışma içine girmek yerine kendisinin onlardan tamamen farklı olduğunu vurgulamayı, daha doğrusu vurgulamaya çalışmayı tercih etti; fakat sonunda sıra kendisine ve hareketine de geldi.

Gülen ve cemaati lâik rejimin tehlikede olduğu söylemiyle yürütülen kampanyadan dersini almış göründü ve bu tarihten sonra insan hakları, demokratikleşme ve özgürlükler konusunda samimiyet intibaı uyandıran bir tavır sergilemeye başladı; fakat gerçekte hiçbir liberal, özgürlükçü ve yenilikçi hareket içerisinde yer almadı. Öte yandan, bugüne kadar işbirliğine girdiği her siyasi hareketle, Şiî-Ca’ferî fıkhındaki muta nikâhı kavramını anımsatan bir ilişki kurmayı tercih etti. Tersinden söylersek, cemaat hiçbir siyasi hareketle, “Anca beraber kanca beraber” deyiminde ifadesini bulan bir ilişki kurmayı yeğlemedi. Çünkü cemaat için en önemli şey, her zaman ve zeminde kesintisiz biçimde yola devam etmekti. Bu yüzden de ülke siyasetinde güç ve iktidarı temsil eden her kimse, onun yanındaymış gibi görünmeyi temel prensip edindi. Kâh hedefe giden yolda askeri araçla çarpışmak gibi ciddi bir yol kazasına uğramamak, kâh takiyye konseptiyle çıt çıkarmadan sessiz ve derinden yol kat ederek palazlanmak stratejisiyle reel politiğin tehlikeli sularına girmediği gibi siyaset sahnesinde de pek tebarüz etmedi. Mamafih her dönemde en güçlü siyaset erbabına salt destek sözü mukabilinde, kimi zaman irtica tehditleri listesinin dışında kalmayı becerdi, kimi zaman da AKP döneminde olduğu gibi siyasi iktidar sayesinde elde edilen imkânlardan hep aslan payı istedi. Gerçi tüm isteklerinde murada eremedi, ama bilhassa Emniyet, Yargı, Milli Eğitim ve YÖK gibi birçok önemli kurum bünyesinde, namütenahi isteklerinin hatırı sayılır bir kısmını tahsil etti.

Dinler arasında yenilikçi

Bâlâda zikri geçtiği üzere, cemaat bilhassa dinî alanda gelenekçi ve sıkı muhafazakâr bir anlayışa yaslandı. Gelenek karşısında son derece itaatkâr bir tavır takınan ve dinî düşüncede yeni, yenilik gibi kavramlara çok soğuk bakan bu anlayış, ilginçtir, dinler-arası diyalog konusunda hayli geniş mezhepli davrandı. Cemaat tabanındaki hâkim din telakkisi İslâm’ın dar/daraltıcı Sünnî yorumuyla özdeş olmasına rağmen tavandaki zevatın dinler-arası diyalog konusunda Ehl-i Sünnet’in kelâmî kabulleriyle hiç bağdaşmayan bir geniş mezhepliliği tercih sebebi, Gülen’in 1998’de Papa II. Jean Paul ile Vatikan’da görüşmesini müteakiben “dinler-arası diyalog”u büyük proje olarak hayata geçirmeye yönelmesi, dolayısıyla ABD’deki neocon ideolojisi ve Yahudi lobilerinde planlanan küresel siyasetin talepleri doğrultusunda İslam’ın ılımlı yüzünü temsil rolünü üstlenmesidir. Kendisine biçilen bu rolün en meşhur replikleri arasında, Gülen’in Mavi Marmara olayını müteakiben, “İsrail’deki devlet otoritesinden izin alınması gerekirdi” demesi, Saddam’ın İsrail’e fırlattığı füzelerin ardından da ağlamaklı bir çehreyle, “İsrailli çocuklar kim bilir ne kadar korkmuştur” ifadesiyle derin hüznünü dile getirmesi, fakat İsrail’in Gazze ve Filistin’e yağdırdığı onca bombanın ardından çıt çıkarmaması hatırlatılabilir. Bu bağlamda, İsrail’deki çocuklar için yüreğinin yandığını söyleyen Gülen’in daha dünkü Mavi Marmara olayında İsrail askerlerince kurşunlanıp canlarına kıyılan Müslümanlar için, Âl-i İmrân 3/156. ayette nankörlerin dilinden aktarılan, “Bizimle beraber olsalardı ne ölürler ne de öldürülürlerdi” (lev kânû indenâ mâ mâtû ve-mâ kutilû) sözünü hatırlatan bir tavır takınması -ki 3 Haziran 2010 tarihli taziye mesajı bu tavrı nefyetmez- da bahusus not edilmelidir.

Cemaat, 28 Şubat’ı müteakiben Gülen’in yurtdışına çıkışının gerçekleştiği dönemde küresel bir söylem benimsemiştir. 11 Eylül sonrasında ABD “Hangi İslam?” sorusunu sorarken, Gülen ve yakın çevresindeki zevat bu soruya uygun bir İslam, yani ABD merkezli Yahudi lobileri ve neoconların hassasiyetlerini dikkate alan bir İslam arayışına girmiştir.

Fethullah Gülen televizyon ekranlarına yansıyan ruhsal esrimeli vaaz ve konuşmalarında son derece şefkatli, merhametli, affedici, hatta “Bir yanağına vurana öbür yanağını çevir” sözünü düstur edinen çok sıkı bir ahlâkî hassasiyet ve aynı zamanda ehl-i dil, rintmeşrep bir kişilik izhar etmesine mukabil, cemaat bugün bu topraklarda kendisinden korkulup ürkülen bir fenomen haline gelmiştir. Hatta Gülen’in zahirdeki halim-selim suretinin ardında/bâtınında, şu son akıl almaz beddualarının da tanıklık ettiği gibi, müthiş bir tahammülsüzlük, otoriterlik ve gazapla memzuç bir ceberutluk da vardır, denilebilir.

Bu münasebetle, cemaat eksenli korkunun, durduk yere ortaya çıkan ve mantıksız kuruntular şeklinde dışa vuran bir paranoya olmadığı özellikle belirtilmelidir. Belli bir kurum bünyesinde yuvalanmış olan birtakım cemaat mensuplarının/sempatizanlarının aynı Allah’a, aynı peygambere, aynı kitaba iman etmiş insanların avret mahallerine yönelik derin bir tecessüsle gizli kamera çekimi ve porno görüntü montajı yapmayı ve bu yolla elde edilen malzemeyi özellikle siyasi alana müdahalede şantaj olarak kullanmayı marifet telakki ettikleri bilinmektedir. Bu durum cemaatin dinî retoriğinde çok önemli bir yer tutan ahlak ve ahlaklılık vurgusunun pratikteki karşılığı hususunda ibretlik bir gösterge olarak not edilmeli, ayrıca cemaat nezdinde ahlaklılığın sadece “kendine ahlaklılık” gibi bir anlam taşıdığı belirtilmelidir.

AK Parti ile birlikte askerî vesayete karşı verdikleri mücadelede cemaatin özellikle istihbarat temininde önemli rol oynadığı malumdur. Ancak istihbarat konusunda takip edilen yol ve yöntemlerin toplumsal ölçekte ciddi bir kaygı yarattığı da kuşkusuzdur. Zira siyaset ve bürokrasideki hemen herkes dinlenildiği veya özel ilişkilerinin görüntülü kayda alınabileceği endişesine kapılmıştır. İnsan günah, hem de büyük günah işleyebilir; çünkü fıtrat buna müsaittir. Lakin günah dinî-ahlakî açıdan ciddi bir arıza olmakla birlikte günah dedektifliği yapmak ve özellikle cinsel içerikli günahları şantaj malzemesi olarak kullanarak insanları köşeye sıkıştırmak ahlaksızlığın daniskasıdır. Tıpkı bir etiket gibi cemaate yapışan bu kötü imaj Fethullah Gülen’in vaazlarındaki sıkı İslam ahlakçığıyla hiç bağdaşmamakta, tam tersine Gülen’in ahlakî hassasiyet vurgusu Emniyet eksenli cemaat pratiğinde çok çirkin davranış tarzlarına dönüşebilmektedir. Kendisini dinî ve ahlâkî değerlerle kaim bir hizmet hareketi olarak takdim eden bir cemaatin bünyesinden bu tür davranışlar sadır olması, “Din, dindarlık ve ahlak böyle olacaksa, varsın olmaz olsun” gibi bir çeyrek bedduanın da bizden sadır olmasını gerektirmektedir.

Cemaat sınırları aşıldı!

Hâsıl-ı kelam, bugünlerde siyasi iradeyle güç ve iktidar kavgasında yeni bir raunda başlayan cemaat her ne kadar kendisini hizmet hareketi olarak takdim etse de, gerek şantajcı tavırları, gerek bitmez tükenmez talep ve arzuları sebebiyle maruf/mahud cemaat sınırlarını çoktan aşmış ve kısa zaman içerisinde geçirdiği büyük istihalelerle gerçekte ne olduğu konusunda ciddi kaygılar uyandıran bir karakter kazanmıştır. Kim bilir belki de bu karakter en başından beri cemaat bünyesinde resesif olarak vardır; son zamanlarda benimsenen saldırgan, vuruşkan ve bedduacı tavır bunu sadece dominantlaştırmıştır. Son bir not olarak şunu da eklemek gerekir ki Gülen Hareketi gerek karakteristik özellikleri, gerek refleksleri itibariyle bilindik cemaat yapılanmalarına hiç benzememekte, dolayısıyla bu topraklarda neşv ü nema bulan cemaatlerden öte, Hasan Sabbah ve Nizarî İsmailîlik, Opus Dei ve Tapınak Şövalyeleri gibi derin yapıları akla getirmektedir.




Paralel devlet ve ‘Cemaat’in kodları

Prof. Dr. Mustafa Öztürk

ozturkm@cu.edu.tr

Çukurova Üniv. İlahiyat Fak.


Cemaatteki hiyerarşik düzenin muntazam işlemesini sağlayan mutlak sadakat ve itaat kültürü Bâtınî-İsmâilî davet sistemindeki imam, hüccet, nakîb, gibi kategorileri hatırlatır. Organizasyondaki temel kimyevi unsurlar Sünnî ortodoksiyle pek bağdaşmamaktadır.

Paralel devlet ve ‘Cemaat’in kodları


Aralık 2013 tarihinde Star Açık Görüş’te yayımlanan “Cemaat Cemaat midir?” başlıklı makalemin son kısmındaki, “Gülen hareketi gerek karakteristik özellikleri gerek refleksleri itibariyle bilindik cemaat yapılanmalarına hiç benzememekte, dolayısıyla bu topraklarda neşv ü nema bulan cemaatlerden çok, Hasan Sabbah ve Nizarî İsmailîlik, Opus Dei ve Tapınak Şövalyeleri gibi derin yapıları akla getirmektedir” ifadesi bazı okuyucular tarafından ağır bir itham olarak değerlendirildi ve bu minvaldeki değerlendirmeler meramımızı çok daha sarih ve basit bir dille ortaya koyacak ikinci bir yazı yazmayı gerektirdi. Öncelikle Gülen Cemaatiyle ilgili bu ifadelerimizin itham değil, çıplak gözleme dayalı bir tespit olduğunu belirtmek gerekir. Kaldı ki buna benzer tespit ve değerlendirmeler Cumhuriyet Türkiye’sinde din, toplum, siyaset gibi konulara dair nitelikli çalışmalarıyla tanınan bazı önemli isimlerce de dile getirilmiştir. Mesela, Prof. Dr. Şerif Mardin 16 Eylül 2010 tarihinde katıldığı bir televizyon programında Fethullah Gülen cemaatiyle ilgili olarak şu mealde sözler söylemiştir:

“Cemaatleri yapıştırıcı bir tutkal vardır. Bunun bir iç organizasyona bağlı olması lazım. Amerika’da dört ay kadar Türk öğrencilerin yüzde 80’inin Gülen Cemaatine bağlı olduğu bir yerde kaldım. İç teşkilatlanmasını hiç çözemedim. Bu iç teşkilatlanmanın tutkal şekli bizim tanıdığımız bir tutkal şekli değil... Bu yeni tutkal günümüz dünyasında yeni cemaatler oluşturma ve yeni dinler kurmaya yarayan garip bir tutkaldır... Dahası bu şimdiye kadar kullandığımız sosyolojik metotlarla araştırılmaya müsait bir tutkal değil... Ben bu tutkalın esrarını çözemedim... Fethullah Cemaatinin tutkalı için iç organizasyona bakmamak lazım, çünkü baktığınız yerde onu bulamazsınız... Cemaatin bulut gibi çalıştığını, fakat bulutun içine giren uçakların da kolay çıkmadığını görüyoruz.”

Cemaatte hiyerarşik düzen

Bu çarpıcı ifadeler Gülen Cemaatinin hem konvansiyonel bir cemaat hüviyeti taşımadığı, hem de kimyası itibariyle bu topraklara ait olmadığı yönündeki kanaatleri destekler niteliktedir. Amerikan politik arenasında siyasi bir aktöre destek için para toplama (fundraising) yemeği düzenleme ve lobicilik gibi işlerden finans sektörüne, İslam ve Müslümanlarla hukuku baştan sona vukuatlı ve sabıkalı bir sicile sahip olan Hıristiyan âlemindeki misyonerlik teşkilatına parmak ısırtırcasına 170 ülkede kurumsal ölçekli faaliyetlerden dershaneciliğe, “fetih okutma”(!) yordamıyla devlet kurumlarına şakirt yerleştirmeden en kritik kurumlarda kadrolaşmaya kadar hemen bütün faaliyetlerini ürkütücü ve aynı zamanda Hz. Davud ve iki hasım kıssasındaki doksan dokuz koyun/kadın meselesini hatırlatırcasına son derece açgözlü şekilde sürdüren, ama zahirde kendisini her daim himmete muhtaç bir gariban yahut cami avlusunda mendil açan ve fakat istekleri hiç son bulmayan bir sâil/dilenci edasıyla takdim eden bu hareketteki tutkalın kimyasal kodlarını çözümlemek ilk bakışta zor görünse de söz konusu tutkalın bu toprakların insanına hayli tuhaf geldiğini anlamak için özel bir bilgi ve donanım sahibi olmak icap etmez. Hele hele Türkiye’nin resmî devlet kimliğiyle onca yıldan beridir AB kapısından içeri adım atamadığı bir olgusal gerçeklikte, “Hocaefendi” namıyla maruf zatın liderliğindeki bir cemaatin özellikle son yıllarda küresel ölçekli bir harekete dönüşmesini salt hoca karizması ve/veya hizmete adanmışlıkla izah etmenin pek mümkün olmadığını idrak hususunda sağduyu ve ortalama bir zekâdan fazla bir şey gerekmez.

Bu cihanşümul cesamet 1960’ların ikinci yarısında İzmir Kestane Pazarı camiinde başlayan ağlamaklı vaaz ve nasihatlerin motivasyonuyla hizmet yolunda sarf edilen emekle kotarılabilir bir şey olsaydı, bizzat ilahi iradenin vahiyle rehberlik ettiği Hz. Peygamber’in de İslam davetini çok daha geniş coğrafyalara yaymış olması lazımdı. Ama gelin görün ki Hz. Peygamber’in on üç yıllık Mekke dönemindeki tüm gayretinden ancak 200 civarında insanın mü’min/Müslüman olması gibi bir netice hâsıl oldu. Hoş, bundan çok farklı bir netice de beklenemezdi; çünkü İslam ve tevhid davasının egemen karşıt güçlere rağmen ödünsüz biçimde savunulması hem sayısız engelle karşılaşmaya hem de çok ağır bedeller ödemeye müncerdi.

Bildiğimiz kadarıyla 1980 ve 90’lı yılların Türkiye’sinde kendi yağıyla kavrulmaya çalışan mütevazı bir cemaat hüviyetindeki Gülen Hareketinin şimdilerde uluslararası ölçekte birtakım meşkûk organizasyonlarla ilişki kurabilme ve dünyanın en ücra köşelerinde bile faaliyet gösterebilme kabiliyetine sahip olması, Müslümanların on beş asırlık tarihî tecrübesinde görüldük-bilindik bir olgu değildir. Aynı şekilde, bir cemaatin “Sivillik bizi kesmez, sivil alan bize yetmez” diyerekten müthiş bir ihtirasla devletin yargı, emniyet gibi en kritik kurumlarına göz dikmesi ve bu kurumların tümünü ele geçirmeye kilitlenmesi de bu memlekette pek aşina olunan bir tecrübe değildir. Bu yüzden bize öyle geliyor ki derin paralel cemaatin 17 Aralık operasyonuyla bir tür intihar saldırısında bulunması, kendilerine 170 ülkede faaliyet gösterme hususunda burs, kurs ve ruhsat veren küresel güçlerin talep ve tazyikiyle ifa edilmiş bir mecburi hizmettir.

Cemaatin iç organizasyonundaki hiyerarşi ve hiyerarşik düzenin muntazam biçimde işlemesini sağlayan mutlak sadakat ve itaat kültürü Bâtınî-İsmâilî davet sistemindeki imam, hüccet, nakîb, dâî, mükâsir, mükâlib gibi kategorileri hatırlatır. Daha açıkçası bu organizasyondaki temel kimyevi unsurlar Sünnî ortodoksiyle pek bağdaşmamaktadır. Fethullah Gülen imzasıyla yayımlanan eserlerdeki Kalbin Zümrüt Tepeleri, Kırık Testi, Prizma, Ümit Burcu, Vuslat Muştusu gibi tekellüfü/tasannulu isimlendirmeler bile bu toprakların dinî terminolojisine yabancı gibidir. Gerçi ağdalı ve tekellüflü üsluba Said Nursî’nin risalelerinde de rastlanabilir; fakat en azından şunu teslim etmek gerekir ki Risale-i Nur şemsiyesi altındaki diğer gruplar ve cemaatler gerek dinî terminoloji, gerek faaliyet ve amaç, gerekse yol ve yöntem açısından ünsiyet kurulabilir niteliktedir. Bu tespit Gülen Cemaatinin tabanındaki birçok saf ve samimi insan için de geçerlidir, ama paralel cemaat için geçerli değildir. Çünkü paralel cemaat, 17 Aralık operasyonuyla faş olduğu üzere, küresel ittifaklar ve kirli hesaplar peşindedir. Üstelik Başbakan ve siyasi iktidara yönelik tavırlarında, Ömer Lekesiz’in çarpıcı ifadesiyle, “Ben kolonya dökeyim, sen ısır” tarzındaki “iyi polis-kötü polis” oyununu da pek sevmiş gözükmektedir. Özellikle Gülen’in bedduası ve cemaat medyasının söz konusu operasyona sahip çıkıp savcılara kefil olması dikkate alındığında, cemaatin saf, samimi ve masum tarafı ile derin, paralel ve mücrim tarafı arasında kesin sınır çizgileri çizmenin ve bu iki tarafı net biçimde birbirinden ayırt edebilmenin pek kolay olmadığı tespitinde de bulunulabilir.

Paralel cemaatteki kimyevi kodları çözümlemede Hıristiyan dünyasındaki Opus Dei, Cizvit gibi bazı örgütler/tarikatlar az çok fikir verici ve öğretici olabilir. Bu bağlamda sıkı sağcı ve muhafazakâr kimliğiyle tanınan Opus Dei tarikatının özellikle medya ve eğitim alanında faaliyet göstermesi dikkat çekici olabilir. Cizvit tarikatının özellikleri arasında da şunlar zikredilebilir: (1) Tarikat üyeleri her toplumsal bünyeye adaptasyon sağlayabilir ve farklı toplumlarla uyum içerisinde yaşayabilir. (2) Tarikattaki en büyük yatırımlar insan odaklıdır; hedefler ise hep uzun vadeli olarak tasarlanır. (3) Tarikata kabul edilen insanlar uzun süreli eğitime tabi tutulur. Özellikle fakir ve yetenekli gençlere tarikat okullarında veya tarikatın desteklediği özel okullarda çok nitelikli bir eğitim programı uygulanır. (4) Tarikat iyi yetişmiş genç üyeleri sayesinde hasımların arasına veya kurumlarına sızar, böylece o kurumlar hem yıpratılır hem de kritik noktalar kontrol altına alınır. (5) Hasımlarla doğrudan çatışmak veya açıktan kavgaya tutuşmak yerine, sinsice ve gizlice mücadele stratejisi uygulanır. Ancak sonuçta en büyük kral, en yüce lider (İsa) aşkına her türlü melanet meşru sayılır. Çünkü kutsal savaşta her yol mubahtır.

Bedduanın etkisi

Bilindiği gibi, Gülen Cemaatinin mensupları da her türlü toplumsal bünyeye intibak etme kabiliyetine sahiptir. Gerek toplum içerisinde yadsınmama, gerek cemaate şakirt kazandırma noktasında hoşgörü, barış, kardeşlik edebiyatı vird-i zeban gibi tekrarlanır; fakat bu edebiyatın temel işlevlerinden biri ve belki de birincisi cemaati güzel bir ambalajla pazarlamaktır. Türkçe Olimpiyatları diye adlandırılan organizasyonlarda zenci veya çekik gözlü çocuklara “Kâtibim” şarkısını söyletmenin de maddi himmet ve manevi desteği çoğaltmaya yönelik bir reklam kampanyası olduğu izahtan varestedir. Paralel cemaatte aslolan her halükarda kendi “ulvî çıkarları”nın teminidir. Bu çıkarlara halel gelme durumu söz konusu olduğunda, bildik hoşgörü, kardeşlik ve huzur edebiyatı bir anda son bulur, bunun yerine hırçın, haşin ve saldırgan bir tavır kaim olur. Ayrıca “One Minute” ve “Mavi Marmara” hadiselerinden bu yana, ibret ve hayretle tanık olunduğu üzere, cemaatin çıkarlarını muhafaza adına ümmetin menfaat ve maslahatları feda olunabilir. Bu noktada cemaatin zaman ve zemine göre farklı çehrelere bürünme özelliğinden de söz edilebilir ve bu özellik kendisinden güçlü olana boyun eğmek ya da eğiyormuş gibi görünmek, güç ve iktidar kendi eline geçtiğinde ise herkesi itaate icbar etmek ve diz çöktürmek şeklinde tezahür eder. Cemaatin dışarıya karşı hoşgörü ve çok sesliliği pek seven bir görüntü vermesi, iç bünyede ise tahammülsüzlük, toleranssızlık ve tektipçiliği benimsemesi de bu bağlamda değerlendirilebilir.

Paralel cemaatteki kimyevi yapının önemli unsurları arasında “tedbir” prensibinden de kısaca söz etmek gerekir. Şiî gelenekteki takiyye siyasetiyle de az çok hısımlığı bulunan bu prensibin işlevi, bir yönüyle hasımları ekarte etmeye, bir yönüyle de muhtemel yol kazalarının önüne geçmeye yöneliktir. Hasmı bertaraf etmek söz konusu olduğunda tedbir, “Her türlü hile mubahtır” düsturunca amel etmektir ki kasetçilik ve sair şantaj usulleri işbu tedbir dairesindedir. Bize öyle geliyor ki paralel cemaat, kendisine hasım bellediği kişiler veya kurumlara karşı kutsal savaş moduna girmekte ve “Harp hiledir” düsturunca gayr-i ahlâkî enstrümanlar kullanmakta hiçbir beis görmemektedir.

Genel manada cemaatin kendine ilişkin ve kıymeti kendinden menkul “lâ-yüs’ellik” ve “ismet” sıfatıyla muttasıflık algısından da söz etmek gerekir. Burada söz konusu olan ismet, “Ümmet hata ve dalalet üzere birleşmez” manasındaki hadislerde işaret edilen ve bütün bir Müslüman toplumun ortak aklı olarak icma delilinin dayanakları arasında gösterilen bir vasıf değil, hassaten Fethullah Gülen ve cemaatine ait bir sıfattır. Denilebilir ki Sünnî teolojide peygamberler, Şiî teolojide İmamlar, cemaat teolojisinde ise Fethullah Gülen ismet sıfatıyla muttasıftır. Bunun göstergesi, cemaat mensuplarının Gülen’den hata ve kusur sadır olmasının imkân dâhilinde bulunduğunu düşünmekle birlikte, bugüne kadar böyle bir şeyin fiilen vuku bulmadığına yürekten inanmış olmalarıdır. Özellikle cemaat tabanındaki bu inanç, Cizvit tarikatının lideri Aziz Ignatius’a nispet edilen, “Kilise siyah diyorsa, beyaz gördüğüm şeyin siyah olduğuna inanırım” sözünü hatırlatmaktadır.

Cemaat nizamında Fethullah Gülen’in sözleri ve fiilleri hakkında değil eleştirmek, “gık” demek bile şakirdin büyük günah sahibi (mürtekib-i kebîre) gibi algılanmasına yol açabilir. Hele hele sorgulama ve eleştiri söz konusu olduğunda, hasımlar listesine eklenmek ve belki de hayat boyu paralel cemaatin kan davalısı olarak takip edilmek söz konusu olabilir. Çünkü cemaatin rutin faaliyetleri arasında kendi üyelerine hayat boyu “kirâmen kâtiplik” yapmak, aynı zamanda hesap, mizan ve intikam duygusuyla üst limitten ceza kesmek gibi işler de önemli bir yer tutar. Aslına bakılırsa “kirâmen kâtiplik” faaliyeti çok daha şümullüdür. Zaman Gazetesi yazarı Mehmet Kamış’ın ifadesiyle, “Biz kirâmen kâtibin meleklerinin yaptığı gibi, iyi şey yapınca iyi, kötü şey yapınca kötü yazmaya çabalıyoruz.”

Cemaatin dinî metinler ve terimleri istimal tarzı da zikre değer bir meseledir. Her konuda olduğu gibi bu konuda da cemaatin temel hassasiyeti özellikle Fethullah Gülen’in her söz ve fiilinde mutlak isabet kaydettiği inancını berkitmek ve bu dolayımda kimi zaman bin dereden su getirircesine te’viller üretmektir. Mesela, “Fethullah Hoca beddua etmekle yanlış yaptı” demek yerine, onu haklı çıkarma adına, “Bilakis Kur’an’ın tavsiye ettiği üzere çok da iyi yaptı” diyerekten, Kur’an’da kadının kocası tarafından zina suçuyla itham edilmesine çözüm olarak sunulan mülâane (karşılıklı lanetleşme) hükmünü veya Hz. İsa’nın teolojik kimliği bağlamında Müslümanlarla Hıristiyanlar arasında yaşanan tartışmayı sonlandırmaya matuf lanetleşme (mübâhele) formülünü söz konusu bedduaya menat kılmak akla seza te’villerden sadece birisidir.

Son bir not olarak eklemek gerekir ki Gülen’in dilinden, “Allah bizim de onların da evlerine ateşler salsın” yerine, “Hırsızı görmeden hırsızı yakalayanın üzerine gidenler... Allah onların evlerine ateşler salsın” sözleri dökülüyor. Dolayısıyla burada karşılıklı lanetleşilmiyor, bilakis hem birilerine beddua ediliyor, hem de paralel cemaatin etkili birimlerine bir nevi talimat veriliyor. Ama gelin görün ki cemaatin teolojik işlerden sorumlu birimi olmadık te’villerle Kur’an’ı bu denli istismar edebiliyor, üstelik bu istismarı hamiyet-i dîniyye gibi de sunabiliyor. Bu manzara karşısında ister istemez Koca Rağıb Paşa’nın şu beyitleri akla geliyor:
Miyân-ı güft u gûyda bed-meniş îhâm eder kubhın;
Şecâat arz ederken merd-i kıbtî sirkatin söyler.

http://haber.stargazete.com/acikgorus/p ... ber-828292


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
Eskiden itibaren mesajları göster:  Sırala  
Yeni başlık gönder Başlığa cevap ver  [ 1 mesaj ] 

Tüm zamanlar UTC + 2 saat


Kimler çevrimiçi

Bu forumu gezen kullanıcılar: Hiç bir kayıtlı kullanıcı yok ve 1 misafir


Bu foruma yeni başlıklar gönderemezsiniz
Bu forumdaki başlıklara cevap veremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı düzenleyemezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı silemezsiniz

Geçiş yap:  
cron
   Powered by phpBB © 2000, 2002, 2005, 2007 phpBB Group

Türkçe çeviri: phpBB Türkiye