Sufiforum.com

2009'da başlayan SUFİFORUM'da İslam; İslam Tasavvuf Geleneği ile ilgili her türlü güncel ya da 'eskimez' konular yer almaktadır. İçerik yenilemeleri tasavvuf.name sitesinden sürdürülmektedir. ALLAH YÂR OLSUN.

Giriş |  Kayıt




Yeni başlık gönder Başlığa cevap ver  [ 3 mesaj ] 
Yazar Mesaj
 Mesaj Başlığı: Sahte (Yalancı) Maneviyat ve Maneviyat Şarlatanları
MesajGönderilme zamanı: 26.04.12, 12:41 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı

Kayıt: 13.09.10, 19:32
Mesajlar: 90
Sahte (Yalancı) Maneviyat, Pseudo-Spiritiualty
Sahte Peygamberler, Maneviyat Şarlatanları


Alıntı:
Öteki Peygamberler

Anthony Storr

Okuyan Us Yayın
İstanbul-2001

Giriş

Guruların Özellikleri

s.11-19

Elinizdeki kitap, gurular hakkındadır. "Ağır" anlamına gelen guru sözcüğü, Sanskritçe kökenlidir. Kişilerden söz ederken kullanıldığında, "saygıya değer kişi" olarak tanımlanabilir. Profesör R. E Gombrich'in verdiği bilgiye göre, bu sözcük, "bir kişinin babası ve daha yaygın olarak öğretmen" yerine kullanılmaktadır. Onun önerdiği en yakın eş anlamı "saygıdeğer öğretmen"dir. Günümüzde, futboldan ekonomiye, alanında uzman olan herkes guru sayılmaktadır. Guru terimini bu kitapta, hayatın anlamı üzerine özel bilgi sahibi olduğunu iddia edenler ve bundan ötürü de, başkalarına hayatın nasıl yaşanması gerektiği konusunda söz söyleme hakkı olduğunu hissedenler ile sınırlandıracağım. Chambers Yirminci Yüzyıl Sözlüğü, guru sözcüğünü "tinsel öğretmen; kutsal kişi" olarak tanımlamaktadır. Bütün gurular kutsal değildir; ancak "tinsel öğretmen" tanımı, bu kitapta terimle ne anlatılmak istendiğini ortaya koymaktadır.
Gurular çeşitli yönleriyle birbirlerinden ay nisalar da, çoğu, kişisel vahye dayanan, özel, manevi bir içgörüye sahip olduklarını iddia eder. Gurular takipçilerine, kendilerini geliştirmeleri ve kurtuluş için yeni yollar vaat ederler. Guruluğun okulu olmadığı ve guru olmak için tanımlanabilir nitelikler bulun-madiği için, tıpkı politikacılar gibi onlar da, aslında kendiliklerinden seçilirler. Manevi üstünlükleri olduğunu iddia edebilecek kadar kibri olan herkes guru olabilin Hem yakın hem de uzak tarihten anlaşıldığı üzere, gurulardan bazıları, güçlerini vicdansızca kullanarak müritlerini çeşitli yollarla sömürür veya zaman içinde bu tarz davranışları sergileyen kişilere dönüşürler. Bununla birlikte, kutsallıkları, kişisel hırslarının olmaması ve bütünlükleri sorguya yer bırakmayan gurular da vardır. İsa, Muhammed ve Buda hâlâ çok saygı duyulan ve öğretileri milyonlarca insanın hayatını değiştirmiş gurulardır. Muhammed'in Kuran’da da yer alan, yasal cezalandırma ve kadınlara karşı davranış hiçimi hakkındaki bazı emirleri modern Batı düşüncelerine aykırı olsa da, Hıristiyan veya Budist olmasak da, Muhammed de, İsa da. Buda da saygımızı kazanmışlardır.
Bu kitapta, pek saygı duyulamayacak bazı gurulara da yer verildiği için, en başından, çoğumuzun ulaşamayacağı düzeyde kişisel bütünlüğe, erdeme ve iyiliğe sahip, manevi olarak üstün kişilerin varlığını kabul ettiğimi belirtmek istiyorum. "Gurular" gibi olmayan bu kişiler, konuşma becerileriyle kalabalıkları sürüklemeden, etraflarını hayran müritlerle doldurmadan ya da sıradan insanların yardımsız varamayacakları, anlaşılması zor bilgeliğe ulaştıracağını vaat etmeden, günlük yaşam örnekleri ile başkalarını etkilerler. Çoğumuz, böyle ukala olmadan "iyi" insanlara rastlamışızdır. Belki onlar. Ödül beklentisi veya toplumsal tanınma amacı olmadan hastaları ziyaret ederler, kimsesiz çocuklara sahip çıkarlar ya da kendilerini hayır işlerine adarlar. Vaaz vermezler, onu yaşarlar. Gerçek erdem göze çarpmaz. Ancak Albert Schweitzer ve Rahibe Teresa'da olduğu gibi, reklam ışığı altında kaldığında, sanki daha az saygıdeğerin İş gibi algılanabilirler.
Gurular farklı bir sınıf oluştururlar. Bütün guruların hamurunun bozuk olduğunu iddia etmiyorum. Yine de guruların çoğu, saygı duyulmaya layık olmayan, sahte peygamberler, deliler, güven sahtekârları veya müritlerini duygusal, maddi ve cinsel olarak kötüye kullanan vicdansız psikopatlardır. Tarihin ışığı allında, azizleri çılgın ve delilerden ayırt etmek kolaydır; ancak hayatına anlam kazandıracak bir guru arayışında olan biri için, bu ayrımı yapmanın çok zor olduğu da açıktır. Bu zorluk, kısmen müritlerin acil ihtiyaçlarının guruların gerçek yüzlerini görmelerini engellemesinden kaynaklanmaktadır; aktarıma eşlik eden çarpıtmaya alışık olan psikanalistlere tanıdık gelebilecek bir olgu. Seçim sırasında yaşanan zorluğun diğer bir nedeni de, kişilik ve zeka açısından belirgin farklılıklar gösterseler de, guruların aslında en iyisinden eıı kötüsüne, ortak özelliklere sahip olmalarından kaynaklanmaktadır.

Guru, kendi hayatını değiştiren özel, manevi içgörüye sahip olduğunu İddia eder. Bu vahyin, bazen Tanrı tarafından, bazen de melekleri tarafından gönderildiğine inanıldığı gibi, zaman zaman da Himalayalardaki gizemli varlıklardan ve hatta başka gezegenlerden iletildiğine atıfta bulunulur. Bu tamamen kişisel olan vahyin, genellikle evrensel olduğu ya da en azından büyük kitleler için uygun olduğu savunulur. Başka bir deyişle, gurular kendi deneyimlerini genel (eştirirler. Bazı gurular, tüm insanlığın kendi görüşlerine inanmaları gerektiğini iddia ederlerken, diğerleri de son gün gelip çattığında, kendi takipçileri kurtulurken, insanlığın geride kalan büyük çoğunluğunun zorda kalacağını Öne sürerler. Bu temelsiz varsayım, birçok gurunun sahip olduğu belirli kişilik (izcilikleri ile yakından ilişkilidir.
Çoğu guru, oldukça yalnız bir çocukluk geçirip, yaşamı boyunca da yalnızlığını sürdürür. Nadiren yakın arkadaşları vardır. Belki de, kişisel ilişkiler yerine kendi zihinlerinde olup bitenle daha fazla İlgilenmelerinin nedeni, hiç kimsenin onları yeteri kadar önemsemediğini düşünmeleridir. Bir başka deyişle, içe dönük ve narsisist olma eğilimindedirler. Freud'un da bu konudaki görüşü şöyledir:
Önceliği erotizm olan kişi, tercihini diğer kişilerle olan duygusal ilişkilerinden yana kullanacaktır; kendi kendine yeterliliğine inanan narsisist kişi ise, asıl doyumu kendi içsel, zihinsel süreçlerinde arayacaktır.1
Yazar, ressam ve bestecilerin çoğu, insan ilişkileri kurmak yerine, kendi yaratıcılıklarıyla meşgul oldukları için narsisisttir ve tek başına olmayı tercih eder. Yalnızlık (Solitude)2 kitabımda, bu tarz kişileri konu almıştım. Ancak yaratıcı sanatçılar, zamanlarının çoğunu yalnız geçirseler de, yarattıkları aracılığıyla insanlarla iletişime geçmek ve takdir edenler sayesinde özgüvenlerini kazanmak isterler. Eleştiriye çok duyarlı olmalarına karşın, çoğu, kendileriyle aynı görüşle olmayanlarla bile fikir alışverişinde bulunmaya ve bundan bir şeyler öğrenmeye hazırdır.
Kendileriyle tam fikir birliği olmayan her şeyin düşmanlığın bir göstergesi olduğuna inanan gurular ise, her çeşit eleştiriye karşı tahammülsüzdürler. Bunun nedeni, sadece dostlarla gerçekleşebilecek fikir alışverişi ve yapıcı eleştiri deneyimini hiç yaşayamayacak denli yalnız kalmış olmaları olabilir. Bir başka nedeni ise vahiylerin eleştirilmeden ya kabul edilir veya reddedilir olmalarından ötürü, sanat eserlerinden farklı bir kategoride yer almasıdır.
Gurular sahte bir bağlılıkla demokrasiye gönül verseler de, aslen ayrımcı ve antidemokratiktirler. Bunun tersi nasıl mümkün olabilir ki? Özel bir vahye duyulan inanç, gurunun, diğer insanlarda olmayan bir üstünlüğe sahip olmasını gerektirir. Gurular dost kazanmaya gerek duymadan, müritlerini kendilerine çekerler. Guruluğunu ilan ettikten sonra, guru, otoritesini sağlamalıdır ki bu durum da, eşit şartlarda oluşabilecek dostlukları engeller. Gerçekten de dostluklar, gurunun gücünü zayıflatma riskini taşır. "İnancını yitirmek istiyorsan, rahiple arkadaş ol" Gurdjieff in babasının en sevdiği sözlerden biridir. Gurunun müritleri ile kurduğu ilişki, bir dostluk ilişkisi değil, üstünlük ilişkisidir. Bu d.\ yine, daha önceden de oluşturmayı başaramadıkları eşit şartlardaki dostlukların yokluğundan kaynaklanabilir. Gurunun kendi değerine olan inancının temeli, başkaları tarafından sevilmek yerine, onları etkilemeye dayanır. Gurular fikirlerini nadiren tartışırlar; onlar genellikle, sadece görüşlerini aşılarlar.
Sıklıkla, gurunun yeni içgörüsü, ruhsal veya fiziksel bir rahatsızlık ardından oluşur. Bu rahatsızlık sırasında guru, kendi duygusal sorunlarına verimsizce yanıt aramaktadır. Bu değişim genellikle otuzlu, kırklı yaşlarda, orta yaş krizi olarak da tanımlanabilecek bir dememde gerçekleşir. Yeni içgörü bazen yavaş yavaş, bazen de yıldırım hızıyla gelir. Daha sonra göreceğimiz gibi, karmaşanın verdiği rahatsızlığı takip eden yeni bir düzenin kurulması olgusu, resimden bilime kadar tüm yaratıcılık hareketlerinde gözlenir. Bu Evreka örüntüsü, hem dinsel vahyin, hem de hasta olarak nitelendireceğimiz kişilerin sanrısal sistemlerinin özelliğidir. Soruna çözüm bulunduğunda, ki hem vahyin hem de sanrının, ortadaki sorunu çözme girişimi olduğunu düşünüyorum, iç rahatlığı ortaya çıkar. Sanatçılar ve bilim adamları, her yaratıcı adımın, yeni bir sanatsal veya bilimsel sorunu gündeme getirdiğine İnanarak, hiçbir çözümün son çözüm olmadığını düşünürler. Bunun tersine, dinsel vahiyleri veya sanrısal sistemleri kucaklayanlar, ulaştıkları sonucun sürekli ve sarsılmaz olduğunu düşünürler.
"Ruhunun karanlık gecesi", bu yeni içgörüyle son bulan guru, "gerçeği" keşfettiğine inanmaya başlar. Bu coşkulu kesinlik, gurunun, ikna ediciliği ve karizması gibi, diğerleri üzerinde yarattığı güçlü etkinin nedenidir. Yunanca bir sözcük olan xapızma (karizma), "zarafet" anlamına gelir. Max Weber, sözcüğü sosyoloji biliminde kullanıma sunarken sadece, kişiliğinin özel, sihirli bir niteliği nedeniyle sıradan insanlardan ayrılan, doğaüstü veya insanüstü güçlerle donatılmış kişileri işaret etmektedir. Böyle kişilerin, diğerlerini etkilemek, ikna etmek ve kendisini adayan müritleri etrafında toplamak gibi bir kapasiteleri vardır. Karizma, sahip olunan inancın yoğunluğu ile de yakından ilgilidir. Toplum Önünde akıcı konuşma yeteneğine ve iyi bir dış görünüme sahip olmak da diğer değerler arasında sayılabilir. Bu kitapta, söz edilen gurulardan bazıları, topluluklar önünde hiçbir metne bakmaksızın o denli akıcı konuşurlardı ki, izleyenlerini saatlerce büyülenmişçesine ellerinde tutabilirlerdi.
Din sosyolojisi konusunda önde gelen uzmanlardan Eileen Barker'a göre; "Neredeyse tanım olarak, karizmatik liderler, ne geleneklere ne de kurallara bağlı oldukları için davranışları önceden kestirilemez ve diğer normal insanlar adına da sorumlu tutulamazlar" diye açıklamıştır.3 Eğer bir liderin karizmatik bir otoritesi olduğu kabul edilmiş ise, takipçilerinin hayatlarının tüm alanlarını yönetme hakkının da kendisine verildiği konusunda uzlaşılmıştır. Örneğin guru, müritlerinin yaşayacakları yerleri, cinsel eş olarak kimi seçeceklerini ve paraları ya da malları ile ilgili ne yapacaklarını onlara söyleyebilir.
Eğer bir guru, etrafında mürit toplamak istiyorsa, inancının güçlü olması neredeyse zorunludur. Bu, bütün guruların vaaz ettikleri her şeye inandıkları anlamına gelmiyorsa da, eğer yeni bir cemaat oluşturulacaksa, gurunun kendisinin özel bir içgörüye sahip olduğuna dair bir inanç taşıması en azından başlangıçta şarttır. Birçok kişi, din ya da inanç sistemleri ile ilgili değişim ve dönüşümleri, başkaları taralından zorlanmaya maruz kalmaksızın yaşar. Ancak tıpkı müritlerinin onlara ihtiyacı olduğu kadar, guruların da müritlerine ihtiyaçları vardır. Guruların güvenlerinin, müritleriyle desteklenme ihtiyacı, ortaya koydukları inançtan o kadar da emin olmadıkları olasılığını akla getirir. İlerleyen bölümlerde göreceğimiz gibi, bazı gurular, etraflarında onları aklı yerinde olmayan biri olarak algılamak yerine, peygamber olarak kabul eden bir grup mürit topladıkları için, deli olarak etiketlenmekten ve hatta bu nedenle akıl hastanelerine yatırılmaktan kurtulmuşlardır. Tarihçilerin ortaya koyduğuna göre, mesih olmaya soyunmuş kişilerin çoğu, kendi misyonları ile ilgili kuşkular taşırlar. Etraflarında müritlerinin olması için didinmelerinin nedeni de budur. Eğer hiç kimse paylaşmıyorsa, yeni bir görüşün güvenilirliğine duyulan inancın sürdürülmesi oldukça güçtür.
Üstün bir bilgeliğe sahip olduklarını iddia eden gurular, kendilerine gizemli bir geçmiş yaratırlar. Geçmişte, sıradan insanlar için ulaşılmaz olan Orta Asya ya da Tibet'e gerçekleştirilen yolculuklar, gizli bilgelik ve mistik deneyimlerin edinilmesinin başlangıcı olarak yüceltilmişti. Günümüzdeyse, dünyanın tümü keşfedilip, haritası çıkarıldığı, hatta Eve rest bile Batı süprüntüleriyle kirletildiği için, gizemli olabilecek kadar uzak yerler bulabilmek zorlaşmıştır. Ancak her zaman, başka dünyalar vardır. Belki de, diğer gezegenlerde sınırsız bilgeliğe sahip ve sadece seçilmiş insanlara mesaj yollayan yaratıklar yaşamaktadır. Bazı gurular, buna inanır görünmektedir.
Hepimiz gibi, gurular da güç tarafından yozlaşma riski taşırlar. Her ne kadar guru, misyonuna münzevi birinin yoksulluğunda başlamış olsa da, zaman içinde, değerlerini tekrar gözden geçirmesi sık rastlanan bir durumdur. Hayran olunmak sarhoş edicidir ve guru açısından, müritlerinin kendisine atfettiği inançlara katılmamak gittikçe zorlaşır. Eğer bir kişi özel bir içgörüye sahip olduğuna ve Tanrı tarafından bu içgörüyü diğerlerine aktarmak üzere seçildiğine inanırsa, kendisine özel ayrıcalıkların tanınması gerektiği sonucuna varabilir. Örneğin kendisi gibi takipçileri de, maddi konularda kaygı taşımanın, yorucu olan tinsel misyonu yerine getirmeyi olumsuz yönde etkileyeceğini düşünürler. Bu nedenle de, guruya doğal olarak, takipçilerinin kazandığı parayı talep etme ve kullanma hakkı verilir. Sonunda, bazen gurular kendilerini lüks içinde yaşarken bulurlar.
Maddi sorumluluktan kurtulma hakkı olduğunu düşünen gurular, aynı zamanda sıradan insanların toplum tarafından kınanabilecekleri cinsel davranışlara girme hakkını da kendilerinde görürler. Eğer bir erkeğin etrafı kendisine hayran olan çekici kadınlarla doluysa, cinsel ilişkiden kaçınması oldukça zordur. Ancak gurunun, kendisini tinsel bir rehber olarak gören bir müridi ile ilişkiye girmesi, en az hastalarını baştan çıkaran bir psikoterapist veya çocuklarına cinsel tacizde bulunan bir baba kadar zarar vericidir.
Gurular müritlerinden sıklıkla diğer konularda da yarar sağlarlar. Guruların etrafında, kendisi önemsiz işlerle uğraşmasın diye, günlük işleri onun adına yürütmeye aşırı istekli dalkavuk müritler vardır. Gurular genellikle bu güç gösterisinden zevk alırlar ve bazıları müritlerine tinsel uygulama adı altında anlamsız ve gereksiz işler yaptırma noktasına kadar giderek, aslında kendi güçlerini kanıtlamaya çalışırlar. Bazıları günahkâr olduğunu düşündükleri müritlerini acımasız cezalara çarptırmaktan geri kalmazlar. Gurular, kişisel bütünlükleri ve başkaları üzerinde uyguladıkları gücün getirdiği yozlaşmaya karşı koyma açısından birbirlerinden oldukça farklıdırlar.
Garip bir kozmoloji bilgisine sahip diye ya da ahlâksız olduğu için, bir gurunun tüm içgörülerinin saçma olduğu düşünülemez. Psikozun daha üstün bir bilgeliğe giden yol olduğunu iddia eden R. D. Laing'in kuramım doğru bulmasam da, yoğun bir rahatsızlık ya da ruhsal bozukluk ardından gelen yeni bir uyanış, sıradan insanlar için, kapalı olan algı kapılarını açabilir diye düşünüyorum. Manik-depresifler bazen umutsuzluğun derinliklerinin ve coşkunun doruklarının yaşamlarını çok yoğunlaştırdığını ve seçme şansları olsa, normalliğin sıradan can sıkıntısını çekmektense hasta olmayı tercih edeceklerini iddia ederler. Hatta akut bir şizofreni atağı geçirip, bunu zarar görmeden atlatanlar da, bu deneyimi yaşadıkları için şükran duyarlar. Ellenberger'in ortaya attığı, çoğu guru için de uygun olduğunu düşündüğüm, "yaratıcı hastalık" kavramına sık sık başvuracağım.
Bazı gurular, şifa ile sonuçlanan tanımlanabilir bir ruhsal hastalık dönemi geçirirler. Bazıları ise, psikiyatristlerin psikotik olarak tanı koyabilecekleri derecede rahatsızlanırlar. Bu durum, nevrotik bir bozukluk değil, kişinin aklî dengesinin yerinde olmaması ya da gidip gelen duygusal tutarsızlıklar yaşamasıdır. Yine de çoğu, yaşamları boyunca sosyal açıdan yeterli ve makul ölçülerde dengeli olmayı sürdürür. Guruların hayatları ve inançlarının eleştirel bir gözle incelenmesi, ne yazık ki, var olan psikiyatrik etiketlerin ve ruhsal hastalığın ne olup ne olmadığı konusundaki kavramların yetersizliğini ortaya koymaktadır. Örneğin, alışılmışın dışında tuhaf bir inanç, sanrıdan nasıl ayırt edilebilir?
İlerleyen sayfalarda, birbirinden oldukça farklı olmalarına rağmen, şimdiye kadar guru özellikleri olarak anlatılan niteliklerin neredeyse tümünü taşıyan, birkaç guruyu mercek altına alacağım. Hiçbir guru, bu niteliklerin hepsini taşı masa bile, en iyisinden en kötüsüne kadar hepsinin sıradan insanlardan ayrılan ortak özellikleri vardır. Birleştirme Kilisesi (Unification Church), Bilim Mezhebi Kilisesi (The Church of Scientology), Uluslararası Krishna Bilinç Topluluğu (International Society for Krishna Consciousness/ISKCON") ve Tanrı'nın Çocukları (Children of God) gibi çağdaş mezhepler üzerinde son yirmi yıldır kapsamlı araştırmalar yapılmış ve yazılar yazılmıştır. Pek çok ebeveyn gibi, birçok kişi de, bu yeni din akımlarına katılmanın gençler üzerindeki etkisi hakkında endişe duymaya başlamıştır. Benim özel İlgi alanım, guruların kişilikleri ile ilgili olsa da, müritlerinin özellikleri üzerinde de zaman zaman duracağım. Azizlerden sahtekârlara kadar birbirine hiç benzemeyen bir grup guruyu özellikle seçtim. Ümidim, eleştirel olmayan bir gözle bakıldığında, birçok ortak özelliklerinin olduğunu gösterebilmektir.


X. sanrı ve inanç
s.213-228

İnsanı derinden etkileyen ve aynı zamanda mantık dışı olan önemli bir deneyim de, kendini dine vermedir. Ignatius'un öyküsünü anlatırken, bu durumla karşılaşmıştık. Hastalığından önce görünürde bir Hıristiyan olduğu halde, Ignatius sonradan koyu bir dindar olmuştur. Dinî bir inanca bağlanmak, büyük bir rahatlama hissi yaratır. Kişinin sırtından adeta büyük bir yük kalkmış ve kişi yaşamının yönünü, kendinden daha üstün bir gücün kontrolüne bırakmıştır. Dine dönme hakkında, William James şunları söylemiştir:
Kendini dine vermede söz edilen kriz, bilinçli benliğimizi, her ne olursa olsun kendimizden daha ideal güçlerin insafına bırakmak ve kefaretimizi ödeme anlamını taşır. Bu nedenle, dinî yaşam tinsel olduğu ve dışsal bir uğraşla, törenle ve ayinle ilgisi olmadığı sürece kendinden vazgeçişin, dinî yaşamda hayatî önem taşıyan bir dönüm noktası olduğunu görürüz.1
William James, bu açıklamasının yanı sıra, kendini dine vermeyi tanımlayan bir dizi örnek de vermiştir. Edwin D. Starbuck'un Dinin Psikolojisi (Psychology of Religion) adlı kitabından yaptığı alıntılar şöyledir. "Sadece dedim ki, 'Tanrım, elimden gelen her şeyi yaptım ve şimdi her şeyi sana bırakıyorum.' O anda içimi çok büyük bir huzur kapladı. Bir diğeri de: 'Bir anda anladım ki, her şeyi kendi başıma yapmaktan vazgeçip, İsa'yı izlersem, ben de kurtulabilirim. Sonrasında üzerimdeki tüm yük ortadan kalktı."2
Esrarengiz olduğu için daha ilginç olanı ise, John Henry Newman'ın Roma katolik dinine dönüşüdür. Kendi tinsel gelişimini anlatan yazısı Apologia pro Vita Sua, düzyazı halinde kaleme alınmış bir başyapıt olarak klasikler arasına girmiştir. Roma Kilisesi'ne girdikten sonra duyduğu rahatlığı şöyle dile getirmiştir:
Katolik olduktan sonra, artık anlatacağım başka bir dinî gelişme yaşamayacağım. Demek istediğim, dinî konular üzerine düşünmekten veya aklımı yormaktan vazgeçmiş değilim; artık anlatabileceğim bir değişiklik olmayacak; herhangi bir kaygım da kalmadı. Tam bir huzur ve rahatlık içindeyim, en
ufak bir kuşkum bile yok. Dönüşümüm sırasında, aklımda olan, herhangi bir zihinsel ya da manevi değişikliğin bilincinde değildim. Vahiylerin temel gerçekleri konusunda eskiye davalı bir inancım da voktu. Bundan daha fazla tutkulu ve kendime hakim olduğumu hiç hatırlamıyorum; ancak bu tıpkı fırtınalı bir denizden sakin bir limana varmak gibi. Mutluluğum o andan itibaren hiç değişmeden devam ediyor.3
Bir önceki bölümde sadece kısacık anlarda bütünlüğe ulaşan, ancak hayatla ilgili sorunlara her şeyi kapsayan kutsal bir çözüm bulamayan septiklerin, arayışları tüm yaşamları boyunca süren, ama hiçbir zaman nihaî çözüme ulaşamayan sanatçı ve bilim adamları ile aynı yolu izlediklerinden söz etmiştim. Ne var ki, dinlerin ve guruların sundukları şey, bütüncül çözümlerdir. Ne zihinsel bir bilmece ne de sanatsal bir ikilem olan dinî inanç, yaşam sorununa verilen bir cevaptır. Her ne kadar Jung, Freud ve Steiner bilimsel yöntemler uyguladıklarını iddia etseler ve bunun aksini kabullenmeye niyetli olmasalar da, sunduklarının dinî inançlara yakın inanç sistemleri olduğu açıktır. Bunun karşılığında septikler küçük bir azınlıktır. İnsanların çoğu, yaşamın gizemine ilişkin cevaplar verdiğini iddia eden ve her şeyi kapsayan bir inanç sistemine inanmayı ister ve buna ihtiyaç duyar. Bununla birlikte, 'gerçek' olarak kabul ettikleri inanç sistemlerinin, başka insanların inançları ile bağdaşmadığım fark ettiklerinde de bu durumdan genellikle yılmazlar. Birinin inancı, bir başkasının sanrısı olabilir.
Önceki bölümde, psikotik yaşantı ile normal davranış arasında bir yelpaze olduğunu göstermeye çalışmıştım. Manik-depresif bozukluk, en yoğun haliyle, tekrarlayıcı ve tanımlanabilir hastalık olmakla beraber, benzer özellikler gösteren ancak ondan daha hafif olan 'siklotimik bozukluk' her normal, sıradan insanın yaşadığı hafif depresyon ve coşku dönemlerine benzetilebilir. Elizabeth Farr'm yaşadığı şizofrenik hastalık ya da Jung'un anlattığı çilingir çırağı vakası ve Steiner ile Gurdjieff'in 4 sanrısal bozuklukları' ile, bu iki rahatsızlık arasında gidip gelen Brunton'ın paranoyak durumunda bir süreklilik vardır. Pek çok normal kişi de, zaman zaman, şizofrenlerin ifade ettiği belirtilere benzer şeyler yaşadıklarını itiraf ederler. Sanrıların sorunları çözmeye yönelik bir teşebbüs olduğu görüşünü daha önce de vurgulamıştım. Sanrılar, hem açıklayıcı hem de aklayıcıdırlar: Suç başkalarına atılarak benlik-saygı-sı korunurken, anormal algısal deneyimlere öyle bir yorum getirilir ki, zihinsel karmaşa tehdidi ortadan kalkar ve büyüklük sanrısı sistemi, kendisini yalnız ve önemsiz hisseden kişiye ihtiyaç duyduğu özgüveni sağlar. Dinî inançlar da, ruhun ekonomisi adına benzer bir işlev görürler.
Sanrılar şöyle tanımlanmaktadır:
Mutlak bir görüşle savunulan anormal inançlardır. Genellikle, çok büyük kişisel önem taşıyan, kendini kanıtlayan gerçekler olarak yaşanırlar. Mantığa bağlı olmadıkları gibi, deneyimle de değişikliğe uğramazlar. İçerikleri sıklıkla hayalî ya da en azından gerçekleşmesi olası olmayan şeylerdir; ortak sosyal ve kültürel geçmişe sahip kişiler tarafından da paylaşılmazlar.4
Eğer bu tanımı doğru olarak kabul edersek, bir inancın sanrı olup olmadığını anlamak için, hem ne düzeyde bir yoğunlukla savunulduğunu hem de bu inancı kaç kişinin paylaştığını göz önünde bulundurmamız gerekir.
Bhagwan Shree Rajneesh'in bu konuyla ilgili yorumu şöyledir:
Toplum tarafından desteklenen masallar olduğu gibi, hiç kimse tarafından destek görmeyen masallar da vardır. İşte bu, akıllı insanla deli arasındaki farktır. Akıllı insanın hayal ürünü toplumdan destek görür. O, toplumu, kurguladığı şeyleri desteklemesi için yönlendirmiştir. Deli ise, kurguladığı öyküler toplum içinde kimse tarafından desteklenmeyen biridir. Yalnızdır, bu nedenle onu tımarhaneye koymak zorunda kalırsınız.5
Dinî inançlar, yukarıdaki sanrı tanımlamasının bir tek yönü dışında tamamına uyar. Dünyaca etkin inançlar, benzer sosyal ve kültürel geçmişlerden olmadıkları halde çok büyük kitleler tarafından paylaşıldığı için, anormal olarak kabul edilmezler. Bu benim, başka bir zihinsel bozukluk belirtisi ya da sosyal yetersizlik göstermedikçe, bir kişiye, sadece tuhaf olduğu veya sanrısal inançlar taşıdığı için, psikotik olarak tanı koyamayacağımıza ilişkin tezimi destekleyen bir durumdur.
Sanrı tanımına geri dönecek olursak, dinî inançların da 'mutlak bir görüşle savunulan inançlar' olduğunu, aksi halde buna inanç denemeyeceğini görürüz. Elbette inananların da zaman zaman kuşkuları olur, ancak onların bu kuşkuları mantık çerçevesinde kanıtlanması gereken sorgulamalar olarak ele almak yerine, savaşılması gereken düşmanlar olarak görmeleri, aslında inançlarının gücünün kanıtıdır. İnanç, inanan için o denli büyük bir kişisel öneme sahiptir ki, yaşamla ilgili her şeyin etrafında döndüğü bir merkez haline gelir. İnançlar da, sanrılar gibi mantıkla muhakeme etmeye açık olmasalar da, sanrılardan farklı olarak, bir dereceye kadar deneyimle değiştirilebilecekleri söylenebilir. İnanç, zaman içinde, başka şekle dönüştürülebilir. İnanç geliştirilebilir, derinleştirilebilir, değiştirilebilir olmasına karşın, tümüyle vazgeçilmediği sürece, hayatın tümünü etkileyen bir sistem olarak kalmaya devam eder. Aynı şekilde, sanrılar da kişinin yaşamının ve kendisini algılama biçiminin tamamını etkisi altına alır.
Bu bütüncül ve hemen her şeyi kapsayan özelliklerinden dolayıdır ki, dinî inançlar konusunda tartışmak, paranoyak sanrılar üzerine tartışmak kadar güçtür.
Her iki inanç grubu da, bireyin 'özel' olduğuna dair yarat-tığı hisle, kişinin benlik saygısını korumaya yarar. Normal insanın benlik saygısı, genellikle başkalarıyla kurduğu ilişkilere bağlıdır. Eşimiz, çocuklarımız ve dostlarımız bize düşkün ol-atıkları için, varlığımızdan mutluluk duydukları ve bizi sevdikleri için kendimizi değerli hissederiz. Hıristiyanlık inancı taşıyan birinin, bunların yanı sıra Tanrı tarafından da sevildiği ve değerli bulunduğuna ilişkin inancı vardır. Bu inanç aslında, hem ödül hem de bir çeşit sigortadır. İnançlı bir kişi, bu şekilde, kişisel varoluşun trajedilerinden korunmaktadır. Şartlar ne kadar korkunç olursa olsun, yoksunluk ve başarısızlık acı verici bile olsa, Tanrı'nın sevgisini vermeye devam edeceği inancı bunların olumsuz etkilerini hafifletmektedir. İnanç, gerçekten de insanı korkularından uzak tutar. Örneğin, sabit ve basit dinî inançları olanların, şüpheci entelektüellere oranla, komünist fikirlerin aşılanmasına karşı daha kolay karşı koydukları gözlenmiştir.6
Hangi nedenle olursa olsun yaşamlarında az duygusal ilişki yer alan kişiler açısından inanç daha da büyük önem taşımaktadır. Gurular, genellikle yalnız çocukluk geçirmiş, içedönük, narsisistik ve başkalarıyla ilişki kurmak yerine kendi akıllarında olup bitenle daha fazla meşgul olan kişilerdir. Bu kişilik özellikleri, hayallerin gelişmesine olanak sağlar. Hayal gücü, en fazla yalnızken serpilir. Gurdjieff ve Steiner özenle işledikleri evren bilimlerini, yalnız kaldıklarında harekete geçen gelişmiş hayal güçlerine borçludurlar. Eğer sahip oldukları bu düşünceleri daha küçük yaşlarda başkalarıyla paylaşmış ve eleştiriye açmış olsalardı, oldukları biçimde koruyamazlardı. Ancak, özel bir inanç olarak tanımlanabilecek görüşleri, sonuçta büyüklük sanrısına dönüşmüştür. Böyle inançların sorgulamaya açık olmaması aslında şaşırtıcı değildir. Eğer benlik saygısı özel bir inanç veya sanrı sistemi üzerine yapılandırılmışa, bu inanç ya da sanrı o kadar değerlidir ki, asla sarsılmaması gerekir. Hiç kimse benlik saygısını bütünüyle kaybetmeyi göze alamaz ve yaşadıkları ağır depresyon nedeniyle bu noktaya gelenler, genellikle intihar ederler.
Sanrı tanımına tekrar dönersek, dini inançların içeriğinin de genellikle 'hayal ürünü veya en azından olması muhtemel olmayan' şeyler tarafından oluştuğunu söyleyebiliriz. Örneğin, Hıristiyanlıkta, biyolojik ilkelere taban tabana zıt oldukları için İsa'nın doğumu ve İsa'nın dirilişini hayal ürünlerine örnek olarak gösterebiliriz. Birçok Doğu dini, öğretilerinde yine doğal olarak gerçekleşmesi olası olmayan insan ruhunun yeniden doğuşuna yer verir. Hem dinî inançlar hem de sanrılar için, ortada hiçbir nesnel kanıt yoktur. Hiç kimse, Tanrı'nın varlığını gösteremez. İnançlar, deneye tâbi tutulamadık-ları gibi, her iki yönde de kanıtlanamazlar. Sanrı sistemlerinin benlik saygısını desteklediğini görmüştük, aynı şekilde dinî inançlar da benlik saygısını desteklerler. Örneğin, pek çok kişi için yerinin doldurulabilir olduğunu kabul etmek oldukça zordur. Herkes tek ve benzersizdir, ama sadece birkaç dâhinin yeri doldurulamazdır. Çoğu kişi, ölümlerinden birkaç yıl sonra unutulup gidecektir. Doğa bu anlamda müsriftir. Dünyada gereğinden fazla insan olduğu gibi, çoğunluğumuz da unutulmaz değiliz. Eğer şanslıysak, dostlarımız ve akrabalarımız bizi bir süre özlerler, ama çok azımız sürekli hatırlanabilmeyi başarırız. Bu duruma dayanabilmek çok güçtür. Ölmekte olan Keats, yakınları tarafından ihmal edilmesinin verdiği kederle, mezar taşına isminin yanı sıra şunların yazılmasını vasiyet etmiştir: 'Burada adı suya yazılmış biri yatmaktadır.' Eğer böylesine yetenekli bir şair, hayal kırıklığını bu biçimde dile getiriyorsa, sıradan biri kendisi için ne derdi acaba? 'Niye olduğunu bilmiyorum, yaşadım, öldüm. Hatırlanmayacağım.'
Ancak örneğin biri Hıristiyanlık inancını taşıyorsa, durum değişmektedir. Hıristiyanlığa göre, kişi ne kadar önemsiz olursa olsun, herkes Tanrı katında değerlidir. Bir kişi tüm ailesi ve dostları tarafından terk edilmiş, başarısız, alkole yenik düşmüş, uyumsuz ve dünyanın asla affetmeyeceği bir günahkâr olabilir. Fakat eğer, Tanrı tarafından sevildiğine inanıyor ve tövbe ederse Tanrı'nın onu bağışlayacağına ait bir inanç taşıyorsa, yılgınlığa ve hiçlik korkusuna karşı korunmuş olur. Hıristiyanlığa ilk inananlar, hiçbir özel yetenek taşımayan ve toplum içinde önemli bir yer tutmayan kişilerin dahi Tanrı'nın gözünde değerli oldukları söylendiği için, bu inanca sarılmış olabilirler. Nietzsche, Hıristiyanlığı, ruhu bedenden üstün görme ısrarı ve cinselliği kötü olarak ele alma eğilimi de dahil olmak üzere, pek çok alanda inkâr etmiştir. Reddetmesinin bir diğer nedeni de, önemsiz ve zayıf olanın yüceltilmesidir, ki bu da Nietzsche'nin 'güçlü gelişmeyi hak eder' inancının tam aksidir. Ona göre:
Örneğin, İsa (ya da Paul), Roma’da sıradan insanların nasıl yaşadıklarını gördü, -alçakgönüllü, erdemli ve kısıtlı bir hayat. Onların hayatına büyük bir anlam ve değer katarak, bir yorum sundu, başka yaşam biçimlerine tenezzül etmemeleri için onları yüreklendirdi.7
T. S. Eliot, 'insanların, gerçeklerle başa çıkmakta zorlandıklarını' ileri sürmüştür. Kişinin gelip geçiciliği ve önemsizliği gerçeğine katlanmadaki yetersizliği, dinî bir inanca sahip olmanın en güçlü etkenlerinden biridir. Bir Hıristiyan için Tanrı, her insanın birey olarak biricikliğinin değerini kanıtlamakta ve ruhun ölümsüzlük öğretisi de, bu biricikliğin kaybolmayacağını doğrulamaktadır. Başka inançlarda ruhun sürekliliği, bireyselliğin korunmasının artık Öneminin kalmadığı noktaya ulaşana kadar yeniden dünyaya gelme görüşü ile sağlanır. İnsanların, onlara böylesine güvence veren ve destekleyen inanç sistemlerine sıkı sıkıya bağlanmaları şaşırtıcı değildir. 1959'da, "Yüz Yüze" röportajının sonlarına doğru, John Freeman'la ölümün kaçınılmazlığını tartışan Jung, bütünüyle bir sonla tehdit edilen bilinçdışının, bu durumu görmezden geldiğini ifade etmiştir. "Hastalarımı düşündüğümde, hemen hepsinin varlık sebepi arayışında olduklarını ve varlıklarının hiçlik ya da anlamsızlık karşısında un ufak olmayacağına dair güvence istediklerini görüyorum. İnsan, anlamsız bir hayata katlanamaz."14 demiştir. Ancak yine de bazıları, sadece psikolojik bir ihtiyaç olduğu için bir inanca bağlanamaz ve gerçekçi bazı kanıtlara ihtiyaç duyar. Ruhun ölümsüzlüğüne inanmasa bile, yaşamını dolu dolu yaşayan biri için hayat asla anlamsız
değildir.
Çoğu kişi, dinî inancın arzu edilen bir şey olduğuna inandırılarak yetiştirilir. Kendimizi bir şeye inandıramıyorsak veya önceki dinî bağlılığımızı terk etmişsek, aslında geçmişle karşılaştırıldığında günümüzde çok daha hoşgörülü olan insanlar, bize acırlar. Söylendiğine göre, inanç dağlan bile yerinden oynatır. İnanç insanın tüm sıkıntılı dönemlerinde yanındadır. İnanç, üzüntülü birinin kederini azaltır, varlığına anlam katar, gelecek için ümit verir, cennette kurtuluşu ve sonsuz yaşamı vaat eder. Ancak Nietzsche, inancı bir zayıflık olarak ele almaktadır.
İnanca en çok ihtiyaç duyulduğu ve ona en fazla tamah edildiği zaman, iradenin eksik olduğu zamanlardır. Çünkü irade, hükmetme hissi gibi, bağımsızlık ve gücün kararlı bir işaretidir. Bir başka deyişle, kişi ne kadar az hükmedebiliyorsa, tanrı, kral, toplumsal sınıf, doktor, peder, dogma veya toplum vicdanı gibi acilen hükmeden, hatta şiddetle hükmeden birisine ihtiyaç duyar."

Eğer guru terimi, Nietzsche'nin yaşadığı dönemde popüler olsaydı, mutlaka hükmedenler listesine guruları da eklerdi.
Sadece birkaç taraftar tarafından paylaşılan özel inanç sistemlerinin sanrısal olarak ele alınma olasılıkları yüksektir. En az onlar kadar mantık dışı olan, ancak milyonlarca kişi tarafından paylaşılan inanç sistemleri ise, dünya dinleri olarak kabul edilir. Psikotiklerin inançları ile normal insanların dini inançlarını karşılaştırdığımızda, bir grubun sanrısal, diğerinin ise normal olduğunu söylememiz mümkün değildir. Gurdjieff ve Steiner'in evrenle ilgili inançlarını ele alacak olursak, inançlarının tuhaflığı ve bilgili, eğitimli kişilerin ortak görüşlerinden oldukça uzak olmaları nedeniyle, sokaktaki insanın, bu kişilerin deli olduğu ve inançlarının da sanrı olduğu sonucuna varacağına kesin gözüyle bakabiliriz. Bunlar, başkalarının düşünce ve görüşlerinden etkilenmeyecek kadar uzakta, zihinlerinin ıssız çöllerinde dolaşan kişilerin inançlarıdır. Buna rağmen ne Gurdjieff ne de Steiner psikiyatrik vakadır. Hem Gurdjieff hem de Steiner, evrenle ilgili oluşturdukları olağandışı tarihe inanmış ve günümüzde de inanan müritleri etraflarına toplamışlardır. Ancak bunlar sayıca o kadar azdır ki, bu müritleri zararsız egzantrikler olarak, her iki evren bilimini de sanrısal olarak değerlendirmek mümkündür.
Ancak dünyada tahminen bir milyarın üzerinde Hıristiyan vardır. Bu kadar kişinin kandırılmış ya da yanlış yönlendirilmiş olduklarını söylemek, kabul edilemeyecek düzeyde haddini bilmezlik ve saçmalık olur. Yine de, İsa'nın doğumu, diriliş, ruhun ölümsüzlüğü ve bedenin tekrar dirilmesi öğretileri, Hıristiyanlık inancının temel noktaları olsalar da, biyolojik görüşü temel alan bir septik için, en az Gurdjieff'in ayla veya Steiner'in kozmik varlıklarla ilgili inançları kadar inanılmazdır. Eğer dünyada, sadece yüz kadar inançlı Hıristiyan olsaydı onların da, Gurdjieff ya da Steiner'in her söylediği şeyin doğru olduğuna inanlar kadar egzantrik olduklarını düşünebilirdik. İngiliz Kilisesine sabah duası için gidenlerin, Apostles'in 'İnanç'ını ya da aynı inançları içeren daha güncel bir uyarlamasını tekrarlamaları gerekir. 'İnanç', bazı okurlar için tanıdık olmayacağından, tamamını aktaracağım.
Yüce Babamız, Cennet ve yeryüzünün kurucusu Tanrı'ya, onun tek oğlu, Kutsal Ruh olarak, Bakire Meryem'den dünyaya gelen, Pontius Pilate'den çile çeken, işkence gören, ölen ve gömülen, cehenneme giden, üçüncü günde dirilip Cennet'e gelen ve Yüce Babamız Tanrı’nın sağ elinde oturan, böylece de canlıları ve ölmüşleri yargılayacak olan İsa'ya inanıyorum. Kutsal Ruh'a, Kutsal Katolik Kilisesi'ne, Azizler Birliği'ne, günahların bağışlanabilir olduğuna, bedenin tekrar dirileceğine ve sonsuz yaşama inanıyorum. Amen.
Kendilerine Hıristiyan diyenlerden acaba kaç kişi, bu önermelerin tamamen gerçek olduğuna inanmaktadır? Piskopos ve İngiliz Kilisesinin diğer üyeleri de dahil olmak üzere modern Hıristiyanlar, İnanç duasını tekrar etmeyi, bu önermeleri mecazî olarak ele alınması gerektiğini vurgulayarak haklı çıkarmaya çalışırlar. Örneğin, Kutsal Ruhun, mecazî anlamda İsa'nın ruhunun sonsuza dek yaşayacağını işaret ettiği düşünülebilir; tıpkı Platon'un felsefî ruhunun bizi hâlâ etkilediğini söyleyebileceğimiz gibi. Diriliş öyküsü de benzer biçimde düşünülebilir: Ölen kişi, onu sevenlerin gönüllerinde tekrar dirilir. İsa'nın Bakire Meryem'den doğumu ise, sadece Hıristiyanlıkla sınırlı kalmayan arketipik bir mittir. İlk Hıristiyan misyonerleri, dinlerine döndürmek istedikleri insanların Yeniden Doğuş’la ilgili farklı görüşleri olduğunu görünce, bunu şeytan işi olduğunu düşünmüşlerdir.10 Pek çok çağdaş Hıristiyan, İsa'nın doğumunun, aslında kahramanların kökenleri hakkında düşünme biçimimiz olduğu ve olayların gerçekten anlatıldığı gibi olmadığı konusunda fikir birliği içindedir. Birmingham'ın önceki piskoposu ile 1993'te yapılan röportajda piskopos, İsa'nın doğumuna inanmadığını ancak, şaşırtıcı biçimde, Diriliş'in gerçek olduğuna inandığını ifade etmiştir." Agnostikler için, İsa'nın öğretisinin geçerliliğini sorgulamak kolaydır, ancak bazı inançlı Hıristiyanlar için bedenin tekrar dirileceği ve ölümden sonra sonsuz yaşam olacağı inancını taşıyan bir duayı tekrar etmek zor olsa gerek. Hıristiyan olarak yetiştirilenler bu duayı duymaya ve tekrar etmeye o kadar alışkınlardır ki, asıl içeriğini görmezden gelme eğilimi içine girebilirler.
Dinî inanç taşıyan bazı bilim adamı ve filozoflar, profesyonel düşünme biçimleri ile inançlarını birbirinden ayırabilir ve olması gerektiği gibi, bunları akıllarının ayrı bir yerinde tutabilirler. Bu gibi kişiler, Tertullianus'un ünlü sözünü akla getirirler: "Ve Tanrı’nın Oğlu öldü, bu önermeye saçma olduğu için inanılır. Gömüldükten hemen sonra tekrar dirildi, bu da imkânsız olduğu için kesindir."12 Agnostikler ise, profesyonelce çalışan, akademik yaşamda genellikle akılcı olan, ancak bu mantık dişiliği kendinden emin bir biçimde kabullenen meslektaşlarını anlamakta güçlük çekerler. Her zaman değilse de, çoğunlukla anlamsız olduğunu düşündükleri için onlarla tartışmaya girmekten kaçınır ve söz konusu kişiye bu konuda, aklı başında her insanın yapacağı gibi, sanki karşılarında bir psikotiğin sanrılan veya kara sevdalının ülküleştirilmiş aşkı varmışçasına temkinli davranırlar.
Bilim adamları, yeni bir hipotezi kabul etmeden önce deneysel bulgu, tekrar ve kanıt görmek isterler. Her yeni gelişme sorgulanmasaydı, bilim asla ilerleyemezdi. Ancak, Thomas S. Kuhn'un Bilimsel Devrimlerin Yapısı (The Structure of Scientific Revolution) kitabında belirttiği gibi, bilim adamlarının da yerleşik ve bildik kavramları terk etmeleri zordur. Çünkü, bu kavramlar geçici hipotezler olarak kalmak yerine, âdeta birer inanç konusu haline dönüşmüşlerdir. En şüpheci bilim adamı bile, araştırmasının altında yatan varsayım ne ise ona 'inanmak' durumundadır. Sorunlar, herhangi bir kavramsal çerçeve içinde olmaksızın, ne araştırılabilir hattâ ne de algılanabilir. Ancak, tek koşul hipotezin oluşturulduğu çerçevenin alaşağı edilebiliyor olmasıdır. Bilimde, bir buluşun ve ilkenin değiştirilemeyecek kadar mutlak olmadığı inancından başka bir inanç yoktur.
Bilim adamları pratikte bu kadar bütüncül bir şüphecilik göstermezler. Örneğin, bazı bilim adamları doğal seleksiyon ve evrim kuramının o denli ateşli savunucusudurlar ki, yazıları neredeyse İncil'i vaaz eden misyonerlerin tutkusunu taşır. Darwin'in kuramının, daha önceden karmaşık gelen kavramları o kadar büyük bir açıklıkla anlamlandırma gücü vardır ki, kesinlikle doğru olması gereken bir ilke konumuna yükseltilmiştir. En mantıklı insanın dahi, eleştirel felsefî eğitimin bile bozamayacağı bir inanca sahip olma konusunda güçlü bir eğilimi vardır. İnsanların büyük çoğunluğunun, kanıtlanamaz, nesnel destekten yoksun ve bunları paylaşmayanlara çılgınca olarak görünen inançları vardır. Hepimizin böyle eğilimleri olduğuna inanıyorum. En rasyonel agnostiklerin bile, özellikle de benlik-saygısı ve sevgi söz konusu olduğunda, derinlerde yatan olabildiğince mantık dışı gizli inançları vardır. Öldükten kısa bir süre sonra unutulacağımızı bilsek de, yerimizin doldurulamayacağına inanmaktan hoşlandığımız için, bu inanca karşı koyamayız. Çoğumuzun, geçici de olsa, gerçekte olduğundan daha önemli olduğumuza ilişkin büyüklük sanrılan vardır.
William James, muhteşem kitabının sonlarına doğru şu tanımlamayı yapmıştır: "Farklılıklarına rağmen tüm inançlar, ortak bir özün varlığına hiç itirazsız tanıklık ederler". Bu ifade şu sonucu ortaya koymaktadır:
Kurtuluş hakkında bütün dinler tarafından ortaya konan, belirli bir tek değişmez kanı vardır. Bu iki bölümden oluşur:
I. Rahatsızlık ve
II. Bunun çözümü.
I. En basit ifadeyle rahatsızlık, varlığımızda bizimle ilgili bir şeylerin yanlış olduğudur.
II. Çözüm de, bir açıdan, daha üstün güçlerle kurduğumuz bağlantı sonucu, bu yanlıştan kurtulacağımızdır.
Fakat bu 'yüce güçler1 mutlaka tanrısal varlıklar olarak algılanmamalıdır. Son bölümde de belirttiğim gibi, yaratıcı bir sanatçı ya da araştırmacı bir bilim adamı veya matematikçi olacak kadar yetenekli kişilerin hepsi de kendileri dışında birtakım güçlere bağlı olduklarını bilirler. Şimdiye kadar verilen örneklerin de gösterdiği gibi, estetik kaygılara ve bilimsel sorunlara bulunan cevaplar, genellikle bilinçli kontrol dışındaki zihinsel süreçlerin ürünüdür. İnanıyorum ki, sınıflama, sıralama ve deneyimden anlam çıkarma, zihnimizde sürekli olan şeylerdir. Bu süreçlerin belirtilerine, rüyalarımızı hatırladığımızda ya da düşüncelerimize artık hükmetmeyi bıraktığımız istirahat dönemlerinde tanık oluruz. Bu anlamda, hepimiz üstün güçlere bağlıyızdır. Yaratıcı bir işle uğraşan herkes, böyle bir bağımlılığı itiraf etmek durumundadır, aksi halde zihninin nasıl çalıştığını bilemeyecek kadar içgörüsüz ve kibirli duruma düşer. Kendi egosunun her şeyi yapabileceğine inanmak, abartılı biçimde kişinin kendisini şişirmesidir. Yetiştirildiği Hıristiyanlık İnancını kaybedip, Tanrı'nın öldüğünü ileri süren Nietzsche bile, yine de daha üstün bir gücün varlığına duyulan ihtiyacı korumuştur, İyinin ve Kötünün Ötesinde (Beyond Good and Evil) kitabında, bir sanatçının tinsel disiplinine şöyle değinir:
Bir yöne doğru olan bir itaat. Bunun anlamı şudur, her zaman için dünyada yaşamayı değerli kılacak bir şeyler çıkmıştır ve u/un vadede de çıkacaktır; örneğin, erdem, sanal, müzik, dans, mantık, tinsellik - yüceltilmiş, arıtılmış, çılgın ve kutsal bir şeyler."
Ancak, Nietzsche'nin itaati, bir başka insana değil, fikirlere ve idealleredir. Bir İdealin tâbiiyetine girmek veya zihindeki daha üstün bir güce inanmak başka, Nietzsche'nin de adını verdiği bir kitaptaki gibi, İnsan, Her Haliyle İnsan (Human, All too Human) olan bir guruya boyun eğmek ise bambaşka bir şeydir. Steiner ve Ignatius gibi gurular, dürüst ve içten kalmayı, müritlerinin hayranlığından etkilenmemeyi başarmışlardır. Rajneesh gibileri ise, bu durumdan çok etkilenmişlerdir. Herhangi bir gutunun 'eline düşen" ve onun müridi olan kişi bunu, genellikle sapla samanı birbirinden ayırmasına fırsat kalmadan yaşar. Süreç, aşık olmaya veya psikoterapideki 'aktarım’a eştir. Hiçbirimiz bu duruma bağışıklık gösteremeyiz. Güruhum müridi olan herkesin olgunlaşmamış ve nevrotik olduğunu iddia etmek oldukça yanlıştır. Bir kişiyi, normal, ölümlü insanlara bahşedilmeyen 'üstün güçlere’ sahip, tinsel içgörüsü olan biri konumuna yükseltmek bence tehlikeli olduğu kadar da baştan çıkarıcıdır. Ben bile, yenik düşebileceğim böylesi durumları kolaylıkla hayal edebiliyorum. Doğu'da, gurular ya da üstatlar. Batılı Protestanlara veya agnostiklere göre daha fazla kabul edilir durumdadırlar. Aydınlanmaya aday olabilmek için kişinin kendinden daha üstün bir figüre, yönlendirecek ve rehberlik edecek bir üstada ihtiyaç olduğuna kesin gözüyle bakılmaktadır. Belki de, Budist ve Hint kültürleri, guru seçiminde Batılılar'dan daha iyidir. Gurular, Doğu kültürleri içinde daha yerleşik oldukları gibi, varlıklarına duyulan güven de daha fazladır.
Bir kere, birkaç yazımı okumuş saf ve temiz bir Amerikalı çift ziyaretime gelmişlerdi. Görüşmenin sonunda beyefendi bana, "Dr. Storr, sanıyorum ki siz eşimle benim için mükemmel insan tanımına tam anlamıyla uyuyorsunuz." demişti. Aslında aklımdan geçen cevap "Ne yazık ki ben, benim aklımdaki mükemmel kişi değilim" olmasına rağmen, o kadar çok utanmıştım ki, sadece bunu kabul edemeyeceğime dair bir şeyler gevelemiştim. Bana göre, pek çok guru, mükemmel İnsan olarak kabul edilme konusunda istekli olmaktan da ötedir. Aldıkları övgülerden dolayı şımaran guruların utandıklarından şüpheliyim. Gurular, bu kitapta vurguladığımı sandığım biçimde birbirlerinden oldukça farklı olsalar bile, bildiklerinden emin oluşları ve kendilerine gelen vahiylerin herkese uygun olduğu görüşü konusunda birleşirler. Emerson, "Özgüven" (Self-Reliance) adlı makalesinde, bunun dâhilere ait bir özellik olduğunu ortaya koymuştur.
Kendi düşüncene inanmak, kendi kalbinin derinliklerinde, senin için doğru olan bir şeyin herkes için doğru olduğuna inanmak, -işte bu dehadır."
Bana göre ise bu, deha değil, narsisizmdir; kişinin deliliğin sınırlarında dolaştığı, kendi içine gömülmedir. Gurularda ise bu durum, yaşadıkları yalnızlığın sonucu gibi görünmektedir. Gurular, yoğun bir stres veya ruhsal hastalık dönemi yaşadıktan sonra, bu rahatsızlıktan genellikle sanrısal bir sisteme varan bit inançla çıkarlar. Eşit şartlarda fikir alışverişi yapabilecekleri arkadaşları olmadığı İçin, bu sanrısal sistem tek başına özenle işlenir. Fikirleri, bilim adanılan ve matematikçilerin görüşleri gibi eleştirel incelemeye açık olmadığı gibi, yerleşik bir inanç sisteminin boyunduruğunda da değildir. Tüm kalbiyle gurunun düşünce sistemine sahip çıkan müritler elde etmek de, gurunun kendi üstünlüğünün ve kendisiyle ilgili düşlerinin doğrulanmasının son bir kanıtıdır. Sahtekârlar, anlattıkları hikâyeye kendileri de inandıkları için ikna edicidirler. Gurular da, haklı olduklarına emin göründükleri için inandırıcıdırlar. Onlar kendi vahiylerine inanmak zorundadırlar, aksi halde tüm dünyaları başlarına yıkılır. Çelişik olarak, guruların sergilediği bu emin olma durumu, aslında davranışlarının en fazla şüphe uyandıran yönüdür. Tüm guruların duydukları inançla ilgili gizli şüpheler taşıdıkları, kendilerine inanacak müritler toplamaya çalışmalarından bellidir. Richard Webster şöyle der:
Çoğu zaman Mesih'in, gizli kimliği ile ilgili dışarıdan onay araması, kendini çok daha sıradan bir yolla ortaya koyar -müritlerinin olması isteği ve onların itaatlerini ölçmek istercesine, onlardan tam bir sadakat beklemek ve emirlerinin yerine getirilmesindeki nitelik ve kusursuzlukla doğaüstü güçlerini kanıtlamak."
Bu tanım, bu kitapta anlatılan bazı gurulara tamamen uymaktadır. Ignatius gibi müritlerini zaten varolan bir kiliseye bağlanmaya ikna etmiyorlarsa gurular, tamamen kendilerine ait görüşlere bağlı inançlar sunuyorlardır. Bireyin zayıf egosu veya iradesinden üstün bir şeye ya da bir kişiye teslim olmak, bir inanca bağlanmanın temel özelliklerindendir. Bağımsızlıklarını bir gurunun emrine veren kişiler bir rahatlama hissetse-ler de, aslında çok daha büyük bir riske girmektedirler.
Agnostik entelektüeller, düşünce ve kendini ifade etme özgürlüğüne büyük değer verirler. Onların yeni din akımlarına katılanlarda en çok şaşırdıkları şeylerden biri de, kişisel sorumluluktan vazgeçip, bağımsız muhakemelerini bir guruya bırakmalarıdır. John Carswell, zamanın en önde gelen İngiliz yazarlarından Orange'ın, adı Gurdjieff olan 'bir Ermeni büyücüsüne itaat etmesini' çarpıcı bulmuştur. Bazıları, Birlik Tarikatı'na üye olanların, Sun Myung Moon tarafından seçilen eşlerle evlenmeyi ve evlenmeden önce olduğu kadar, evlendikten sonra bile cinsel ilişkinin yasak olmasını kabul etmelerini, kişisel özgürlüklerini bu derecede terk etmelerini hayretle karşılarlar. Roma Katolik Kilisesi'ne inanmayanlar için, katolik bir yazar tarafından yazılmış bir kitap kapağında Nihil Obstat' sözcüklerini görmek ürperticidir. Sansürün tutucu ve duyarsız olduğunu düşünse bile kanun önünde hiç kimse canının istediğini yazamaz, çünkü sansüre uğrayacağını bilir. Fakat katolikler, özellikle de Ignatius'un öğretisinin takipçileri, otoriteye itaatin erdemli bir kendini teslim etme olduğuna inanırlar; ayrıca kararlarını kendilerinden daha üstün gördükleri bir kimliğe bırakmanın çoğu kişiye büyük bir rahatlama hissi verdiği de oldukça açıktır. Rajneesh'in "Her şeyi sana bırakıyorum" denecek bir kişi olduğu ve her şeyin de o andan itibaren çaresine bakıldığı anlatılmaktadır.
Gurular, müritlerine bağımlı, herhangi bir sistemin disiplini altına girmeyen ya da çağdaşları tarafından eleştirilme olasılıkları olmayan yalnız insanlardır. Onlar kanunun bile üstündedirler. Guru, adeta Tanrı'nın yerini gasp etmeye teşebbüs eder. Guruların, manik-depresif hastalık, şizofreni ya da tanımlanabilir bir başka ruhsal hastalık geçirmiş olmaları ilginç olsa da, bu durum oldukça önemsizdir. Guruları ortodoks öğretmenlerden ayırt eden, ne manik-depresif duygu değişiklikleri, ne düşünce bozuklukları, ne sanrısal inançları, ne halüsinasyonları ne de kendilerinden geçtikleri mistik deneyimleridir; sadece narsisizmleridir.
Okurlar, şimdiye kadar benim bir Freud hayranı olmadığımı anlamışlardır sanıyorum. Ancak bu, Freud'un sunduğu görüşleri takdir etmeme engel değildir. Yazdığı Narsisizm Üzerine: Giriş (On Narcisisim: An Introduction) adlı makalesi, editörleri tarafından en önemli yazısı olarak kabul edilir. Freud, narsisizmle ilgili görüşlerini aktarmaya paranoid şizofreniden başlamaktadır (aslında buna 'parafreni' der, ancak bu terim artık günümüzde kullanılmamaktadır).
Bu tip hastalar, Freud'un iddia ettiğine göre, "iki temel özellik sergilerler: Megalomani ve ilgilerinin dış dünyadan -insanlardan ve olaylardan- içe dönmesi."17 Freud daha sonra, dış dünyadan çekilen bu ilgi veya libidonun, kişinin kendi egosuna yönlendiğini söyler. 'Narsisiszm' teriminin kullanılmasının nedeni de budur. Freud, paranoid şizofrenlerin narsisizmlerinin, ikincil bir olgu olduğunu ve birincil narsisizm olarak adlandırdığı, normal çocuklukta yaşanan kendi içine gömülme durumunun abartılmış hali olduğunu ileri sürer. "Bir çocuğun çekiciliği büyük oranda, narsisizmine, kendinden hoşnut oluşuna ve erişilemezliğine bağlıdır. Tıpkı, kedi ve yırtıcı hayvanlar gibi, bizimle ilgilenmeyen bazı hayvanların çekicilikleri gibi."18 Küçük çocukların, kendileriyle meşgul olmaları kadar talepkâr olmaları da doğaldır. Bebeğin ihtiyaçlarının karşılanması söz konusu olduğunda onun ilgi odağı olması beklenir. Küçük çocukların da, onlara bakan kişilerin nasıl hissettikleri ve ne gibi ihtiyaçları olduğunu dikkate almamaları beklenen bir durumdur. Bütün bebekler megalomandır. Küçük çocuklar, karşılığını vermeden büyük ölçüde sevgi görme ihtiyacı içindedirler. Bir çocuk annesini, onun ihtiyaçlarına cevap verdiği sürece sever ve ondan yetişkin bir kişinin sevgilisinin duygularına gösterdiği ilgiyi göstermesini bekleyemeyiz. Duygusal gelişimin bu narsisistik döneminde amaç başka birini sevmek değil, sevilmektir.
Yetişkin yaşamlarında da narsisistik kalanlar, bu sevilme ve ilgi merkezi olma ihtiyacının yanı sıra buna eşlik eden büyüklük hissini de taşımayı sürdürürler. Bu, gurulara ait bir özelliktir. Rudolf Steiner gibi, yine de alçak gönüllü sayılabilecek gurular bile, kendi algılamalarının gücüne ilişkin ve evrenbilim ile ilgili büyüklük inançlarını taşırlar. Mürit toplama çabası, gurunun sevilme ve kendi inançlarının geçerliliğini kanıtlanma gereksiniminin bir ifadesidir. Ancak, müritlerini ayartmayı başarsalar bile, eşit şartlarda kendilerini eleştirebilecek hiçbir yakın arkadaşları olmadan, yalnız kalmaya devam eder. Kişinin gutu olarak statüsü, tüm ilişkilerinde de haut en bas* olmasını gerektirir ki, işte tam da bu nedenle gurular kofturlar.
* (Lat.) Tepeden bakan (ç.n.)


KAYNAK: Anthony Storr, Öteki Peygamberler, Çeviren: Aslı Day, Okuyan Us Yayın, İstanbul-2001


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: Sahte (Yalancı) Maneviyat ve Maneviyat Şarlatanları
MesajGönderilme zamanı: 26.04.12, 12:43 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı

Kayıt: 13.09.10, 19:32
Mesajlar: 90
Alıntı:
Öteki Peygamberler

Anthony Storr

Okuyan Us Yayın
İstanbul-2001

XI. Peki, kime inanalım?

s.229-250

Aslında Euripides'in Orestes'in ağzından dile getirdiği "Akıllı adam, peygamber tarafından yönlendirilmeyen, sadece kendi yolundan gidendir" sözü bu kitabın düsturunu oluşturmaktadır Ancak bu, söylemesi kolay, erişilmesi güç bir idealdir. Gerçekte ise, hepimiz değilsek bile çoğumuz, aklımız karıştığında, yöneleceğimiz birine ihtiyaç duyarız. Elbette herkesin uygar yaşamın labirentlerinde muhasebeci, avukat, elektrikçi ve tesisatçı gibi uzmanlara ihtiyacı vardır. Ancak burada söz konusu edilen, hayatın anlamı ile ilgili olan bir karmaşadır. İnsanlar, tam bir yetişkin olduklarında dahi, hiçbir zaman açık cevabı olmayan sorular hakkında, neden kendi kararlarını vermek yerine, başka birilerinin rehberliğine ihtiyaç duyarlar?
Belki de, hiç kimseyi 'tam yetişkin' olarak adlandırmak doğru değildir. Neoteni terimi, diğer primatların gelişimlerinin erken dönemlerine denk gelen belirli bazı özellikleri, yetişkin hayatta insanların nasıl hâlâ korudukları anlamına gelir. Nitekim, yetişkin bireylerin, insandan daha aşağıda kalan primat ceninlerine benzer yüz görünümleri ve göreceli olarak daha büyük beyin yapıları vardır. Neoteni, bazen foetalizasyon (ceninleşme) olarak adlandırılır. Neoteni, tam olgunluk döneminde kaybolmaya yüz tutan bir özellik olan esnekliğin kalmasını sağlar. Bazı çocukluk özelliklerimizi yetişkin hayatımıza taşıdığımızdan dolayı, kolay uyum sağlama yeteneği insanda ileri yaşlarda da geçerliliğini korur. Kocamış bir köpeğe, yeni bir şeyler öğretmek zordur derler. Ancak Neoteni, yaşı ilerlemiş insanların bile yeni şeyler öğrenmeye devam edebildiğini ortaya koyar.
Yaşamları, var olan davranış kalıpları tarafından yönetilen evrim basamaklarındaki diğer canlılarla karşılaştırıldığında, insanların belirgin özelliklerinden biri de, temelde öğrenmeye bağlı olan uyum sağlama becerileridir. Dilin gelişimi sayesinde kültür kuşaktan kuşağa aktarılabilmiştir. İnsanın tüm yaşamı içindeki süreye bakıldığında, bebeklik ve çocukluk dönemleri evrim içinde uzamıştır. Bunun sonuncunda da, insanoğlu, öğrenmenin gerçekleşmesi için daha fazla zaman kazanmıştır. Öğrenme, çocuklukla birlikte sonlanan bir süreç değildir. Çoğu kişi öğrenmeye ömür boyu devam ederken, bundan çok da zevk alır. Günümüzde yaşam süresi uzadığı için, modern Batılı bir toplum, yetişkin eğitimi için de olanaklar sunmadıkça, gelişmiş olarak değerlendirilemez.
Öğrenmeyi sürdürme yeteneği uyum sağlayıcı olmasının yanı sıra, hâlâ öğrenmeye devam edebilmek için bazı çocukluk özelliklerinin korunmasını gerektirir. Bu özelliklerden biri de, kişinin öğretmenini gözünde büyütme eğilimidir. Çocuklar, saygı ve güven duydukları öğretmenlerden daha fazla şey öğrenirler. Yetişkinler öğretmenlerden yararlanırlarken, onların sadece teknik uzmanlıklarını kullansalar da, eğiticilerini beğenip bilgisinden ve uzmanlığından da etkilenmişlerse, büyük bir olasılıkla daha hızlı öğreneceklerdir. Bir öğrenci, marangozluk ya da bilgisayar kullanımını öğreniyorsa, öğretmenin kişilik özellikleri ve duyarlılığı, göreceli olarak çok önemli değildir. Ancak, kişi duygularla ilgili konularda bir şeyler öğreniyorsa durum tamamen değişir. Müzisyenler, öğrettiklerini adeta zihinsel bir beceri öğretiyor gibi ele alabilirler. Fakat, duygusal olarak kendisi için müziğin bir anlamı olmayan kişi, herhangi bir müzikal zevki ve eseri etkin bir biçimde öğretemez. Teknik olarak öğretmenlerini kat kat aşmış müzik adamları bile geri dönüp baktıklarında, öğretmenlerini genellikle büyük bir hayranlık ve sevgi ile anarlar. Müzikal sezgi, 'tinsel' içgörüye yakındır: Buna sahip olan öğretmen hürmet görür, hatta putlaştırılır. Bu durum, yaşamın kendisi hakkında içgörüye sahip olduğunu iddia eden ve nasıl yaşanması gerektiğini öğreten guruların durumu için de özellikle geçerlidir. Müritler genellikle gurularına neredeyse büyülü güçler atfederler. Bu, âşık olmaktan da tehlikeli bir idealleştirme biçimdir.
Psikoterapistler, ilk defa Freud tarafından ortaya atılan aktarım (transferans) olgusunu yakından tanırlar. Aktarım, Freud tarafından hastanın geçmişindeki otorite figürlerine, özelikle de anne-babasına sergilediği tutum ve düşünceleri analistine yüklemesi olarak tanımlanmıştır. Terimin anlamı daha sonraları, hastanın analistine karşı hissettiği her şeyi kapsayacak biçimde genişletilmiştir. İlk başlangıçta, Freud aktarım olgusunu hoşnutsuzlukla karşılamıştır. Psikanalizin, hasta ile analistin arasındaki kişisel bir ilişki olmak yerine, tamamen profesyonel, nesnel, kişisel olmayan bir biçimde, sadece gerçeğin arayışı olmasını istemişti. Üstlenmek istediği rol, sadece bir dağ rehberi olmaktı. Ancak zaman içinde, hastalarının onu idealleştirilmiş bir sevgili, bir baba figürü ya da bir kurtarıcı rolüne koyduğunu fark etti.
Aktarım olgusu, sadece psikoterapist-hasta ilişkisi ile sınırlandırılamaz. Karşımızdaki otorite figürü, ister guru, ister siyasî lider, isterse öğretmen olsun, hepimiz bu otorite figürüne kişisel sevgi ve nefret duygularımızı yansıtırız. Bence, aktarım yetişkin hayatta da öğrenme yeteneğinin devam etmesinin, irademiz dışında yaşadığımız, kaçınılmaz bir sonucudur. Bu insanın 'olgunlaşmamışlığının' çarpıcı bir yönüdür. Madam Cornuel "Hiç kimse hizmetçisi için bir kahraman olamaz" dediği halde, liderler kaçınılmaz olarak, onları hiçbir zaman yakından tanımayan kişiler tarafından ya kahraman ya da hain olarak ele alınırlar. Örneğin, Amerika Birleşik Devletleri'nde Başkan Kennedy yaşamı sırasında ve hattâ ölümünden sonra bile, anlamsız biçimde, olduğundan daha değerli gösterilmiştir. Oldukça yakın zamanlarda, kişiliği ve başarıları sorgulanmaya ve tarihçiler tarafından tarafsız bir biçimde araştırılmaya başlanmıştır. Sayıları az olmakla birlikte, İngiltere'de hâlâ kraliçe ve diğer kraliyet ailesi üyelerini ülküleştirenler vardır. Ünlü kişileri olduklarından daha değerli görme eğilimi sadece guruların müritlerine has bir özellik değil, hepimizin paylaştığı insanî bir zaaftır.
Bütün başarılı liderlerin sergilediği ortak bir özellik olan kendinden emin olma hali oldukça çekicidir. Bu kendinden emin olma hali, karizmalarının önemli bir kısmını oluşturur. Bu kitap, siyasî liderler değil tinsel liderler hakkında olduğu halde, başarılı siyasetçiler, dinî bir öğreti ortaya koymasalar da, guruların bazı özelliklerini taşırlar. Her politikacının fark ettiği gibi, görünüm gerçeklerden daha çok ilgi uyandırır. Charles de Gaulle, Fransa'nın örnek insanı olduğunu inanan, karizmatik bir politikacıydı. Winston Churchill, kendi deyimiyle, adetâ bir aslan kükremesi ve İngiltere'nin sesiydi. De Gaulle ve Churchill, müthiş birer konuşmacıydılar, ancak onları karizmatik kılan ve gurulara benzedikleri yön, kendilerine olan içsel inançlarıydı. Churchill, 1940 yılında altmış beş yaşında başbakan olduğunda doktoruna; "Bu tesadüf olamaz, tasarlanmış olmalı. Bu iş için bu yaşıma kadar yaşamışım," demiştir.' Dinî gurular gibi, siyasî liderler de bazen Tanrı tarafından seçilmiş olduklarına inanırlar. Eğer başarısızlığa uğramış olsalardı, de Gaulle ve Churchill'in kendileri ile ilgili inançlarının, büyüklük sanrısı olduğunu düşünebilirdik.
İkinci Dünya Savaşı sırasında İngiltere’de, Winston Churchill, ülkenin kurtarıcısı olarak idol haline getirilmişti. İngiltere, 1940'ta Nazi Almanyası ile tek başına karşı karşıya kalıp, beklenen saldırı tehdidi herkesin üstüne çöktüğünde, Churchill inatçı cesareti, kendini toparlama gücü, meydan okuması ve konuşma ustalığıyla, mantıken artık yenilmek üzere olduklarım düşünenleri bile avucunun içine almış ve canlandırmıştır. Brendon, "Churchill 1940 yılının o korkunç yazındaki efsanevî başarısını, tüm halkı Tanrı tarafından yazılan kader üzerine mistik bir inançla doldurmuş olmasına borçludur,"2 diye ifade etmiştir. Churchill ile ilgili yapılan araştırmalar, guruların belirgin bir özelliği olan karizmaya ışık tutarken, bunun yanı sıra, bazı koşullar altında, idealleştirmenin, olumlu yönleri olduğunu da ortaya koymaktadır. Churchill, ele aldığımız guruların bazıları gibi, doktorunun da ifade ettiği üzere "sahte bir içsel dünyada"3 gerçeği bulmuştur. Bu iç dünyada, yerine getirmesi gereken destansı bir misyonu olduğuna inanmış ve umutsuzca bir kahramana gereksinim duyan tüm İngiltere halkını buna inandırmıştır. Churchill aşırı derecede narsisistikti. Onunla çalışanlar ve ona hizmet edenler kendisine hayranlık duysalar da, Churchill başkalarının duygularına karşı oldukça duyarsız davranmıştır. Churchill ile ilgili yazdığım makalede şunu ifade etmiştim:
1940 yılında, Churchill hep hayalini kurduğu kahraman olmuştu. Bu onun en parlak dönemiydi. O karanlık yıllarda, aslında İngiltere'nin ihtiyacı olan sağduyulu, düzgün ve dengeli bir lider değildi. İngiltere o sıralarda, bir peygamber, bir kahramanlık imajı, her şey sona erdiğinde bile zafer düşleri gören birinin arayışındaydı. Winston Churchill işte böyle biriydi, bu ilham verici özelliği dinamik gücünü, sahip olduğu romantik fantezi dünyasından alıyordu.4

Savaşın sonunda Churchill, büyük çoğunluk tarafından yeniden yapılanma süreci ile daha iyi başa çıkabileceği düşünülen İşçi Partisi karşısında elendi. Churchill bu durumu nankörlük olarak değerlendirse de, ben seçmenlerin İngiltere'nin artık bir peygambere veya kurtarıcıya ihtiyaç duymadığı konusunda duyarlı olduğunu düşünüyorum.
Sir Oswald Mosley ile karşılaştığım toplantıyı hatırlıyorum. Politik tarzı ve özellikle de Yahudi düşmanlığını tiksindirici bulsam da, bende bıraktığı ilk izlenim zarif hareketleri ile nazik ve modası geçmiş bir aristokrat olduğu yönündeydi. Mosley'nin müthiş bir karizması vardı. Sohbet aile konularından Kuzey İrlanda'ya geldi. Mosley'nin tam olarak ne dediğini hatırlamıyorum ancak, bir çırpıda, eğer bu uzun süreli, görünürde de çözülemez soruna bir son verilmesi isteniyorsa, İngiliz hükümetinin uygulaması gereken bir dizi yasa tasarısı ileri sürdü. O akşam, karizmanın neredeyse canlı tanığı oldum diyebilirim. O günlerde Mosley gözden düşeli çok olduğu halde, ilk zamanlar neden geleceğin başbakanı olarak anıldığını o anda anladım. O kadar inandırıcıydı ki, karşısındaki de onun haklı olabileceğini düşünmeye başlıyordu. Bununla beraber, hiçbir politikacının ne I.R.A. ile nasıl baş edilebileceği ne de Ulster hakkında ne yapılabileceği konusunda bir fikri vardı. Onun faşist geçmişi rahatsızlık verici ve itici olsa da, özellikle de bu halledilmesi güç sorun için, belki liderliği Mosley'e bırakmalıydık diye hissetmiştim. Kimbilir, belki Mosley gerçekten de biliyordu. Konuyla ilgili kendimce daha iyi bir görüşe sahip olmama ve onun önceden sergilediği politikalardan nefret etmeme rağmen, sadece bildiğinden çok emin göründüğü çın, Mosley anında beni çok etkiledi.

Hitler'i bir guru olarak bu kitap kapsamına almamamın nedeni onun tinsel bir öğretmen niteliği taşımamasıdır. Yine de guruların en kötü özelliklerine sahipti. Bunlar arasında, konuşmalarında mahşer temasını kullanması ve soylu Ari İsa Peygamberliğini yıkmak üzere kurulmuş olan Hıristiyanlık karşıtı şeytanî, düşman Yahudiler konusundaki paranoyak ısrarı sayılabilir. J. P. Stern'in ortaya koyduğuna göre, Hitler'in konuşmalarında kullandığı "gösterişli söylev üslubu, Luther'in Yeni Ahit'te kullandığı samimi, kişisel dilin üzerine yapılandırılmıştır.'" Hitler'in etkileyici konuşma sanatı nedeniyle, dinleyicileri onun kendisini bir Mesih figürü olarak dramatize etmesine göz yummuşlardır. Bütün kötülüklerin kaynağı olarak gösterdiği Yahudiler sayesinde, halk toplumun başarısızlarını ve sorunlarını yükleyecekleri bir günah keçisi bulmuştur. Almanya'nın 1920'li yıllarını ve 1930'ların başını göz önüne alacak olursak, Hitler'in coşkulu bir kitle tarafından takip edilmesi çok da şaşırtıcı değildir.
Yeni akımlar başlatan yaratıcı sanatçıların uğraşıları, dinî konular yerine estetik olsa da, onlar da guruların bazı özelliklerini ortaya koyarlar. Besteci Richard Wagner, kötü anılan guru özelliklerinden çoğunu sergilemiştir. Örneğin maddî konularda oldukça vicdansızdı. Ödeyecek hiç parası olmamasına karşın, lüks bir hayat yaşamak konusunda ısrarcıydı. Olasılıkla Rajneesh gibi başarısız bir icraatçı olmasına rağmen cinsel olarak ahlâksızdı. Aşırı derece övgüden hoşlanır, her zaman hayranlarının tam bağlılıklarını ve sadakatlerini isterdi. On yedi yaşındayken bile "Karşımdakinde yaratacağı etki hiç önemli değil, kalbimin en derinlerindekileri dökebileceğim bir dost arıyorum" demiştir.6 Wagner her zaman hükmetmeliydi, eşit şartlarda dostluk kurmak konusunda da başarısızdı. Gerçek dostları yerine sadece takipçileri vardı. İlk eşinden de ayrıldıktan sonra, etrafında hain olarak algılanma riski taşımadan onu eleştirecek veya ona karşı çıkacak kimse kalmamıştı.
Tipik olarak, o da takipçilerini kötüye kullandı. Geçici bir süre, Nietzsche Wagner'in cazibesine kapıldığında, onu ayak işlerini yaptırmak, yılbaşı hediyesi aldırmak ve başka hizmet işleri yapmak üzere kullanmıştı. Yüzük (Ring) adlı şiirini bitirdiğinde, sabırlı takipçilerine, dört bölümün tamamını iki günde okuduğu gibi, kendini dinleyen herkese de bunu defalarca tekrarlamıştır. Bu aslında, bazı guruların müritlerine sonu gelmez nutuklar çekme özelliklerinin, Wagner'in uyguladığı biçimidir. Wagner, oldukça kültürlü, çok iyi eğitim almış, müthiş yetenekli bir besteci olduğu kadar olağanüstü de yaratıcıydı. Aslında gelmiş geçmiş en karizmatik insanlardan biriydi. Nietzsche gibi, ondan hayal kırıklığına uğrayan ve ona karşı çıkanlar bile, kişiliğinin büyüsünü ve müziğinin hazzını asla unutamadıklarını ifade etmişlerdir. Wagner ayrıca narsisizmin kişiselleşmiş somut örneğiydi. O her zaman haklı olmalıydı; çünkü biliyordu.
Gözle görülür biçimde karizmatik oldukları halde dinî bir mesaj telkin etmedikleri için guru sayılmayan bu dört örnek, gerçekte çok derinlerde sakat oldukları için bu kişilere büyük bir dikkatle yaklaşılması gerektiğinin altını çizmektedir. İnandırıcı ve etkileyici güçleri, kendi önemleri hakkındaki büyüklük inançlarının bir ürünüdür. Kendi yerlerinin onayını almak için hükmetmeleri gerekmektedir. David Aberbach'ın ileri sürdüğüne göre birçok durumda, karizma, ailede yaşanan bir yas yaşantısına veya başka bir travmatik bir olaya bağlıdır. Guruların geçirdiği kişisel kriz döneminden sonra ortaya çıkan yeni kimlikleri, güvenli bir aile ortamı yerine, tüm dünyaya mal olmuş ve herkese ait olduğu için de kimseye ait olamayan bir kişiliği yaratmış olabilir. Bu görüş, bazı durumlarda karizmatik kişilerin yakın ilişki kurmadaki yetersizliğini açıklamaktadır.7 Ancak, 1933'ten itibaren Hitler'i desteklemek için akın eden milyonları, bir paranoyağın karizması tarafından yanlış yönlendirildiklerini iddia ederek yıldırmak mümkün değildir. Norman Cohn'un da işaret ettiğine göre, toplumsal bozulma ve sefalet, kaçınılmaz olarak bu tarz liderleri ortaya çıkarmaktadır." Hem Churchill hem de Hitler, yaklaşımları açısından birbirinden oldukça farklı olsalar da, Norman Cohn'un bu gözleminin doğruluğunu kanıtlarlar. Eğer bir toplum önemli ölçüde bozulmuş veya ciddi bir tehdit altındaysa, toplumdaki düzeni sağlama veya onu düşmanlardan koruma sözü veren politikacılar büyülü ve guru tarzında kurtarıcılara dönüşürler.
Psikanalitik terimlerle açıklanması gerekirse, bir gurunun rehberliği altına girmek veya dinî bir inanç sahibi olmak, çocukluktaki baba gereksinimi üzerinde ısrar etmek anlamına gelmektedir. Freud, Uygarlığın Huzursuzluğu (Civilization and Its Discontents) adlı kitabında şöyle yazmıştır:
Bebeğin çaresizliğinin ve bundan dolayı babaya duyulan özlemin, dinî inanç gereksiniminin kökeni olması, bana kesinlikle doğru geliyor. Özellikle de, bu duygu sadece çocukluk günlerinden kalan bir şey olmadığı için, sürekli olarak Kader'in üstün gücü tarafından onaylanıyor. Çocuklukta yaşanan, baba tarafından korunma gereksiniminden daha güçlü bir gereksinim düşünemiyorum."
Dünya ile başa çıkmanın yollarını öğrenmek için, bu konuda deneyimsiz olan çocuğun babasının rehberliğine başvurmasını bekleriz. Küçük bir çocuk, yaşam sorunlarıyla ilgili anne-babasının kendisinden daha çok şey bildiğini düşünür, onların da her şeyi bilmedikleri ve yanılmış olabileceklerini anlamak için çok uzun bir süre geçmesi gerekebilir. Sıkıntıya düştüğümüzde ya da hastalandığımızda kendini açığa vuran, bir yerlerde bilen birinin olduğuna dair aklımızın bir köşesinde bir ümit hep vardır. Daha önce de ifade ettiğim gibi, etrafına mürit toplamanın saplantılı ihtiyacı, gurular tarafından ortaya konan kendinden emin olma durumunun gerçek olmaktan çok görünürde olduğunu gözler önüne sermektedir. Fakat, tinsel bir rehbere gereksinim duyan biri için, bunu anlamak çok güçtür. Kuşkuyla bakılması gereken bir guruyu, gerçekten yol gösterici olabilecek makul bir gurudan ayırt edebilmek mümkün müdür? Böyle birini öğütlemek yerine, kaçınılması gereken özellikleri işaret etmek daha kolaydır.
Potansiyel olarak tehlikeli sayılabilecek gurular, otoriter ve paranoyak olanlardır. Bu iki kişilik özelliği aslında birlikte bulunur. Bunlara bir de, güzel konuşma becerilerini eklemek istiyorum. Bu belki de guruların cephanelerindeki en tehlikeli silahtır. Koresh ve Jones gibi gurular, müritlerini onlara boyun eğdirene kadar uzun nutuklar çekmiş ve onları konuşma selinde boğmuşlardır. Gurular, kendi hâkimiyetleri dışında başka bir şeyle ilgilenmedikleri için, cinsel ve maddi olarak bozulmaları hiç şaşırtıcı değildir. Daha önce de belirttiğim gibi, Tanrı'ya ya da bir başka soyut yol gösterici ilkeye teslim olmak sadece çekici değil, aynı zamanda rahatlıkla anlaşılabilir bir şeydir. Hattâ bazı durumlarda da değerlidir. Bir başka insan olan guruya teslim olmak ise, riskli olduğu için endişe vericidir. Rajneesh'in, müritlerinden daha önce sürdürdükleri hayatta kendileri için değerli olan her şeyi, hattâ önceki kimliklerini bile bırakmalarını isteyip onlara yeni isimler vermesinin nedeni de budur. Kendisine tamamen boyun eğmeyi zorunlu kılmıştır. Ignatius bile, dinî olarak üstün olanların sorgusuz sualsiz itaatini şart koşmuştur.
Yeni dinî akımların etrafındaki sis perdesini aralamaya çalışan Eileen Barker, bu akımların faydaları kadar tehlikelerine de dikkat çekmektedir. Müritlerinin yaşamlarını değiştirmek adına önemli kararlar veren gurulara karşı dikkatli davranılması gerektiği konusunda o da fikir birliği içindedir. Müritlerinin parası, giyimi, kişisel malları ve cinsel eşleri konusunda denetim sahibi olmayı isteyen gurular özellikle kaçınılması gerekenlerdir. Bu aynı zamanda, kutsal otorite iddia edenlerle, tek yönlü bir bakış açısıyla, tek bir hedefe koşan tüm liderler ve akımlar için de geçerlidir. İstenen değişikliklerin yerine getirilmesinin, grup tarafından kabul edilmek ve sadakatin test edilmesi için zorunlu olduğu durumlar tehlikeyi işaret ettiği için uyanık olmak gerekir. Coğrafî olarak ya da toplumsal olarak kendini soyutlayan bir akım şüphe uyandırmalıdır. Aynı biçimde, "onlar/biz", "tanrısal/şeytanî", "iyi/kötü" ve benzer biçimde keskin ve uzlaşmaz sınırlar koyan akımlara da dikkatli yaklaşılmalıdır.10 Jim Jones ve David Koresh tarafından yönetilen akımlar, yukarıda sayılan özelliklerin tümünü taşımaktadır.
Bazı gurular, kendi müritleri için bile, giderek daha fazla ulaşılamaz olurlar. Bunun nedeni, arkadaşları ve müritlerinin sorunlarıyla ilgilenmek yerine öncellikle kendi içlerine gömülmüş olmalarından kaynaklanmaktadır. Rajneesh, bunun çarpıcı bir örneğidir. Gurdjief’in ağır bir depresyon geçiren Fritz Peters'a yoğun bir ilgi göstermesi, bir guru tarafından kişisel ilgi gösterilmesinin açık bir örneğini oluşturmasına rağmen, onların bir araya gelmeleri anlamaya ya da sorununu çözmeye çalışma değil, ikna etme amaçlıdır. Şahsen ortada olmayan gurulardan kaçınmak gerekir. Rudolf Steiner, tıpkı Ignatius ve İsa gibi, büyük bir hayran kitlesi topladıktan sonra bile kendini başkalarına adamayı sürdürmüştür. Ancak hem Freud hem de Jung, yaşları ilerledikçe terapi yapmak yerine kuram oluşturmakla daha fazla ilgilenmeye başlamışlardır.
İnsanı kişisel sorumluluk yükünden kurtarıp, yeni bir inanç sistemi sağlayacak bir guruya boyun eğmek, yeni din akımlarına katılmanın çekiciliğinin tek nedeni değildir. Aynı bağlılığa sahip bir gruba ait olmak da birçok kişi için yüreklendiricidir. Jonestown'dan sağ kurtulanlar bu korkunç yerde kaldıkları için pişmanlıklarını dile getirmemişler, hattâ oradan cennet olarak bahsetmişlerdir. Rajneesh'in takipçisi birçok genç, Oregon çiftliğinde yaşadıkları sınırsız cinsellik kadar, oradaki dostluktan da zevk almıştır. Aziz Sun Myung Moon tarafından yönetilen Birlik Kilisesi'ne katılan çoğu genç, orta sınıf İngiliz mürit, günlük Batılı toplumların hayal bile edemeyeceği, tinsel idealleri hedefleyen bir akımın parçası olmaktan mutluluk duymuşlardır. Onları ilk cezbeden şeyin, mutlu bir ortam, gülen yüzler ve sevgi dolu bir topluluk olduğu görülmektedir. Moon'un müritleri, onun yeryüzünde Cennet Krallığı'nın kurulması için öncülük yapan bir Mesih olduğu inancını paylaşmaktadırlar.
Bütün toplumlarda, geleneksel dinlerin sundukları karşısında hayal kırıklığına uğramış insanlar her zaman olacaktır. Yeni dini akımlara katılanlardan çoğu çok da haklı olarak, modern Batı toplumlarının, zenginlik peşinde koşmak adına, aşırı materyalist ve rekabetçi olduğunu düşünen genç idealistlerdir. "Yaşam standardı" terimi ile anlatılanın, daha fazla eğitim ve kültürel fırsatlar sunan tinsel bir standart yerine, daha fazla şampanya ya da somon füme gibi materyalist bir standart olmasının önemi, kuşku götürmez bir gerçektir.
Aynı kafa yapısında olan kişilerin bulunduğu bir gruba katılarak ortak bir hedef için çalışmanın, kişinin yaşamını zenginleştirici bir şey olduğu şüphesizdir. Daha önce gördüğümüz gibi, kişi gurudan tamamen hayal kırıklığına uğramış olsa bile, geriye dönüp baktığında, orada kurulan dostlukları ve bir topluluk tarafından kabul görmenin verdiği coşkuyu özlemle anması mümkündür. Eileen Barker, Yeni Din Akımları (New Religious Movements) kitabında şöyle yazmıştır:
Yeni din akımlarından bir şeyler öğrenmek isteyenlerin, belki de pek çok gencin verme arzusunun farkına varmaları gerekmektedir. Uzmanlaşma, bürokrasi ve sosyal refah dünyasında, idealist gençlerin, yönlendirilmemiş enerjilerini, başkalarının iyiliği için nasıl kullanabileceklerini bulmaları çok da kolay değildir. Bazı kiliseler, okullar ve dernek merkezleri bu enerjiyi yakalamayı başarıyorlar. Bunu başaran bir de yeni din akımları var."
Ancak böyle akımların bir de liderleri olmalıdır. Bu kitapta ele alınan bazı liderlerin ortaya koyduğu gibi, bu kişiler yetenek ve güvenilirlik açısından şaşırtıcı biçimde birbirlerinden farklıdırlar.
Bir grubun üyesi olmanın, bazen içler acısı olan bir başka yönü daha vardır. Seçtikleri gurunun "gerçeği" sunduğuna emin olan müritler, bu inancı kendileri gibi paylaşmayanlara karşı kaba ve duyarsız davranabilirler. Örneğin, Rajneesh'in sannyasinleri kendilerini hem Hindistan'da hem de Oregon'da yaşayanlardan üstün gördükleri için yerel halka kötü davranmışlardır.
Edmund Gosse'un, ateşli birer Plymouth Brethren üyesi olan anne ve babası tarafından yetiştirildiği çocukluğunu anlatması, bağnazlıkla yetiştirildikleri için zarar görmüş çocuklar için eşsiz bir örnektir. Çok erken yaşlardan itibaren edebiyata duyduğu ilgi, Goose'un, Ben Johnson ve Christopher Marlowe'a ait şiirlerin de içinde olduğu bir kitap almasına neden olmuştur. Şair Marlowe onu büyülediği halde, babası kitabı iğrenç olarak değerlendirmiştir. Plymouth Brethren tarikatında, bu tarikata bağlı sayıca pek az üye için kurtuluş ve ölümsüzlük olduğuna ve örneğin tüm katoliklerin öldükten sonra daimî bir işkenceye uğrayacaklarına inanılmaktadır.12 Böyle tarikatların günümüzde başkalarına karşı daha fazla hoşgörülü olduğu düşünülebilir, ancak David Koresh'i hatırlayınca bu görüşün doğruluğundan şüphe edebiliriz. Koresh, müritlerini, Hazreti İsa'nın Dönüşü'nün yakın olduğuna, kendisinin İsrail'in kralı olacağına, bu arada da, Tanrı ve onun ölümsüzlerden oluşan ordusunun, Hıristiyan Kilisesi'nden başlayarak, dünyadaki tüm hainleri katledeceğine inandırmıştır.
Bununla beraber, güvenip inanılabilecek öğretmenler ve tinsel rehberlerin özellikleri hakkında da bazı şeyler söylenebilir. Yetişkinlerin en iyi öğretmenleri, otoriter olmayanlardır. Bu gibi öğretmenler bilgi verebilir, öneride bulanabilir, fikir verebilirler; ancak her bireyin farklılığının bilincinde olarak, sonuçta her kişinin kendi yolunu bulması ve kendi görüşlerini oluşturması gerektiğine inanırlar. İngilizcesi education olan eğitim sözcüğü, "eski halinden daha ileri bir duruma getirmek, açığa çıkarmak" anlamına gelen Latince kökenli educure fiilinden türemiştir." Gerçekten de, eğitim girişiminin aslı, tam da budur. İyi bir öğretmen, kendi öğrettiklerinden de ileri gidip, özgün katkılarıyla, öğrendiklerinin üstüne bir şeyler ekleyen öğrencisinden gurur duyar. Bu istenen sonuç, öğretmen adına bir parça alçak gönüllü olmayı ve öğrencisi ile birey olarak ilişki kurabilme becerisini gerektirir. Aynı anlayış, analitik psikoterapiye de uyarlanabilir, hattâ uyarlanmalıdır. Jung'un, bir analistin hastasına nasıl davranması gerektiğini tanımlaması, otoriter bir gurunun didaktik tavrından oldukça uzaktır. Aşağıda, Jung'un henüz psikoterapi ile yakından ilgili olduğu 1932 yılında yaptığı konuşmasından bir alıntı yer almaktadır.
Bir doktor, bir başkasına rehberlik etmek hattâ yolun her adımında ona eşlik etmek istiyorsa, karşısındaki kişinin ruhunu hissetmelidir. Yargıya varırsa, bunu asla yapamaz. Yargısını ister söylesin ister kendine saklasın, bu asla fark etmez. Karşı taraf olmanın veya hiç düşünmeden hastanın her dediğini onaylamanın hiçbir faydası yoktur. Bu tutum onu hastasından en az suçlama kadar uzaklaştırır. Duygular, sadece ön-yargısız tarafsızlıkla ortaya çıkabilirler. Bu kulağa bilimsel bir kural gibi gelebilir ve zihnin tamamen soyut tutumu ile karıştırılabilir. Ancak benim söylemek istediğim bundan tamamen farklı. Bu insanî bir beceridir -gerçeklere, bunlardan acı çeken kişiye ve bu kişinin yaşamının bilinmezine duyulan derin saygıdır. Gerçekten dindar biri bu tutuma sahiptir.14
İyi bir öğretmen güvenilirdir. Çünkü, o kendisiyle olduğundan daha çok öğrencisiyle ve öğrettiği konu ile ilgilidir. Eğer bir öğretmen kendisini tarih, matematik veya felsefeye adamışsa, coşkusu öğrencisine de yansıyacak ve ikisi birlikte kişisel düşüncelerden arınarak, gerçeğin zorlu arayışına girişeceklerdir. Aynı durum, bundan daha da büyük bir önemle, dinsel ya da tinsel arayışlar için de geçerlidir. Nietzsche'nin de ifade ettiği gibi, bu "yüce, saf, çılgın ve kutsal"15 olan bir şeye itaat, bazen bu sınırı aşan durumlar da söz konusu olabildiği halde, genelde öğrenci-öğretmen ilişkisini korumaya yöneliktir. Bireyden daha yüce bir şey hakkında öğrencinin öğretici ile beraber yoğunlaşması, ikili ilişkiler üzerinde fazlaca düşünmeyi önlediği gibi, zayıfın güçlü tarafından kötüye kullanılmasını da engeller.
İyi öğretmenlerin veya tinsel rehberlerin alçakgönüllü oldukları için karizmatik olmadıkları düşünebilir, ancak bu her zaman doğru değildir. Bu kitap üzerinde çalışırken, arkadaşım besteci Alan Ridout bana şöyle yazmıştı:
Senin de ifade ettiğin gibi, narsisizmle dolu olanlarla 'karizmatik' olup, aynı zamanda da gerçekten kutsal olan insanlar arasında bir ayrım yapmanın çok gerekli olduğunu düşünüyorum.
Bu görüşünün ardından, Papa İngiltere'yi ziyaret ettiği sırada, Canterbury Katedrali'nde katıldığı ayini aktarmaktadır. Papa'dan oldukça etkilenmiştir:
Karşımdaki kişiliğin beni bu kadar derinden sarsmasını gerçekten hiç beklemiyordum. Onun hakkında şimdiye kadar hiç düşünmemiştim bile. O ne etrafına bakıyordu, ne de garip bir biçimde davranıyordu; hattâ özel bir şey bile yapmıyordu. Buna rağmen, önümden geçerken etrafına olağanüstü bir 'kutsallık' yaydığını hissettim. Ondaki bir şeyler, en azından bana, aşırı derecede özel görünüyordu. Bunun ne olduğunu düşündüğümde de, ki o zamandan beri bunu hep düşünürüm, kim ve ne olduğunu gösterme isteğinin ve bilincinin onda eksik olduğunu fark ettim. Aslında böylesi 'büyük bir isme' sahip biri, bu kadar büyük bir kalabalık karşısında kaldığında rahatlıkla böyle hissedebilirdi. Aslında, tutumu gerçek bir alçakgönüllük olarak tanımlanabilir, bu bağlamda da, başkalarından son derece çarpıcı biçimde farklılaşmaktadır."
Papa'nın bu tanımına ben de katılıyorum. Söylendiğine göre, kendisi kardinal olarak atandığında, bu görevi üstlenmek konusunda çok da hevesli değilmiş. Özellikle ilginç olan ise, bu kadar özverili bir kişinin karizmatik olarak algılanmasıdır. Giriş bölümünde de dediğim gibi, gerçek erdem genellikle göze çarpmaz ve manevi olarak üstün kişiler, kalabalıklara uzun nutuklar çekerek veya mürit toplamaya çalışarak değil, kendilerine özgü davranışlarıyla etkileyicidirler. Bu örnekten de anlaşılacağı gibi, tıpkı gücün karizması olduğu gibi iyiliğin de karizması vardır.
Bazen, mürit olmaya aday bir kişinin guruda aradığı şey, anne sevgisidir. Bu özellikle de, ölüm veya ayrılık nedeniyle küçükken annesinden ayrılanlar için geçerlidir. Andrew Harvey, Gizli Yolculuk (Hidden Journey) kitabında, on yedi yaşındaki Meera ile karşılaştığında yaşadığı ve Meera'nın neden olduğunu söylediği, oldukça ilginç ve etkileyici bir dizi kendinden geçme deneyimi anlatmaktadır. İlk karşılaşmalarından itibaren Meera tamamen sessiz kaldığı ve guruların alışıldık davranışlarını göstermediği için, Andrew'nun onunla yaşadığı deneyim, genel olarak gurulara bağlanma konusunda aydınlatıcıdır. Septikler, çok güzel bir kadın olduğu için, hayranlarının veya müritlerinin ona isteklerini ve ihtiyaçlarını yansıttığını ileri sürebilirler. Fakat, Andrew'nun durumu farklıdır. Meera'nın eşcinsel yaşantısını uygun bir yaşam biçimi olarak onaylamaması üzerine, Harvey onu reddetmiştir. Yine de, bu reddedişe kadar, Andrew Harvey'nin çocukluğundan beri aradığı bir şeyleri onda bulduğu kesindir. Kendisinin de açıkça itiraf ettiği gibi, onun yanında yaşadıkları, altı buçuk yaşında annesi onu binlerce kilometre uzaklıktaki yatılı bir okula bırakana kadar, Delhi'de annesinin yanında hissettiklerine oldukça yakındır.
Hindistan bana bir anne vermişti, sonra onu benden geri aldı. Yıllar sonra, yine Hindistan'da bir başka boyutta, bir yenisini buldum ve böylece kaybettiğime inandığım sevgim geri geldi. O ilk yaram olmasaydı, sevgiye bu kadar ihtiyaç duymaz ve onun arayışında her şeyi riske atmaya hazır olmazdım. Yaşadığım şefkatin anısı olmasaydı, beni değiştiren bu kadının bende uyandırdığı tutkuyu asla kabul edemezdim. En derin yaramdan, yaşamımın mucizevî olasılığı doğdu.
Harvey, dokuz yaşındayken Hindistan'dan ayrılıp eğitim görmek için on beş yıllığına İngiltere'ye gitmiştir. Çok zeki olduğu için, Oxford'da burs kazanmış, okulu birincilikle bitirmiş ve belki de İngiltere'de genç bir öğrenciye verilebilecek en büyük akademik ödül olan Fellow of All Souls seçilmiştir. Ancak bu arada da yarası kanamaya devam etmiştir. Ne yazdığı şiirler, ne içtiği içki ne de girdiği cinsel ilişkiler bu yarayı sarmaya yetmiştir. Tekrarlayan intihar düşünceleri, onu yirmi beş yaşında tekrar Hindistan'a sürüklemiştir. Kurtuluş arayışında olmamasına karşın, çocukluğunda hissettiği ve ona bir daha asla geri gelmeyen mutluluğu tekrar yakalamanın peşindedir. Psikiyatristler, yatılı okula gitmek üzere vaktinden önce evden ayrılan çocukların durumlarını gayet iyi bilirler. Bu yaşantının verdiği acı genellikle uzun sürer ve yarattığı hasar da bazen tedavi edilemez durumdadır.
Harvey'nin bir tesadüf sonucu, bir tekke ziyareti sırasında, Fransız asıllı bir Kanadalı olan Jean-Marc Frechette ile tanışmasının ardından, aralarında dostluk gelişir. Frechette'i kendine örnek alan Harvey düzenli meditasyona başlar ve sonunda Ignatius'un 'teselli' adını verdiği bir deneyimle ödülüne kavuşur. Bu daha önce hiç yaşamadığı bir mutluluktur. Değişik sesler duymaya, imgelemler görmeye başlamış ve Oxford'un entelektüel düzenin kazandırdığı bilgiç akılcılığın onu hazırlamadığı bir keşif yolculuğuna başlamak üzere olduğunun farkına varmıştır.
Harvey, Jean-Marc Frechette'in de üyesi olduğu tekkenin, daha önce vefat etmiş gurusu Aurobindo'nun eserlerini okumaya başlamıştır. 1872 doğumlu Sir Aurobindo, Cambridge'de Latin edebiyatı eğitimi görmüş ve birçok ödül kazanmıştır. Daha sonra Baroda Üniversitesi'nde İngiliz edebiyatı profesörü olmuştur. Hindistan'ın özgürlük mücadelesine katılıp, tutuklandıktan sonra, siyaseti tamamen bırakıp, yaşamının sonuna kadar aydınlanma peşine düşmüş ve kendi dinî arayışı üzerine kitaplar yazmıştır. Aurobindo'nun kitaplarından birisinin, Anne (The Mother) olması Harvey'i hem şaşırtmış hem de mutluluktan havalara uçurmuştur. "Kutsal Ana'nın imgelemi, anne olarak Tanrı, o kadar kökten, o kadar güçlü ve o kadar sarmalayıcı ki, şimdiye kadar Tanrı'dan anladığım her şeyi alt üst etti ve değiştirdi," diye duygularını dile getirmiştir.18 Jean-Marc, Harvey'e:
Zaman, Anne'nin geri döneceği zamandır. Goethe, Faust'un sonunda, yani Faust Anneler tarafından kurtulduğunda, bunu önceden görmüştür. Ramakrishna da bunu biliyordu. Hatta bunu, Meryem Ana'ya giderek artan biçimde atfedilen kutsal önemden dolayı katolikler bile biliyor gibi görünüyorlar. O gelip eziyet çeken canlıları kurtaracak."
Eğer tanısaydı, eminim ki Jean-Marc Frechette, listesine Jung'u da eklerdi. Jung, 1950'de XII. Papa Pius'un Hazreti Meryem'in göğe yükselerek cennette girmesi dogması ile ilgili yaptığı açıklamanın, Reform hareketinden beri en önemli din olayı olduğunu düşünmektedir.
Papalık tarafından yapılan açıklamanın mantıksal tutarlılığı su götürmez. Bu durum, hiçbir metafizik kadın temsilinin olmadığı protestanlığı, erkek dini olmanın utancı içinde bırakır... Görünen o ki, protestanlık kadınların eşitliğini gösteren işaretlere yeteri kadar önem vermemiştir.20
1961'de ölen Jung, İngiliz Protestanlığının ileri adım atarak, 1994 yılında, kadınların papaz olarak atanması konusunda eşitliğini kabul ettiğini bilseydi mutlu olurdu sanıyorum.
Jean-Marc, Kutsal Anne'nin dönüşünün bir insanda vücuda gelerek gerçekleşeceğine inanıyordu. Bunu ileri sürdüğünde ise Andrew Harvey'den yeniden doğuşa inanmadığı cevabını aldı. Harvey tekrar akademik yaşama geri döndü. Ancak, Harvey 1978 Kasım ayında, Jean-Marc'tan, Üstat olarak tanımladığı genç bir kadınla tanışmak üzere derhal Hindistan'a gelmesini söyleyen bir mektup aldı. 1978 Noel'inde Jean-Marc, Harvey'i Pondicherry'de Meera'nın yaşadığı eve götürdü. Yaklaşık sekiz dokuz kişi onun gelmesini bekliyordu. Meera geldiğinde hiçbir şey söylemeden bir sandalyeye oturdu.
Odadaki herkes, sessizlik içinde teker teker gidip onun önünde diz çökerek, başını ellerinin arasına alıp, gözlerinin içine bakmasını beklediler. Geldiği andan itibaren, odaya taşıdığı sessizlik, benim şimdiye kadar asla yaşamadığım bir şeydi -derin, esrarengiz, yaralayıcı bir mutluluk.2'
Sırası gelip Andrew Harvey diz çöktüğünde, Velasquez'in Cennetin Sultanı Meryem resminin imgesini görür. Fakat bu sefer, asıl resimdeki İspanyol kadının yerine Meera'nın yüzü vardır. Meera'nın gözlerinin içine bakan gözleri sakin ve tutkuludur. Daha sonra, altın bir ışık içinde, Aurobindo'nun yüzünün imgelemini görür. Bu sessizlik Harvey için şaşırtıcıdır, çünkü o; bir şair, bir yazar ve entelektüel olarak, şimdiye kadar öğrendiği hemen her şeyi, sözcükler sayesinde öğrenmiştir.
Ancak, Meera'nın sessizliği beni daha derin bir öğrenmeye itti. Tıpkı tüm varlığımla yöneldiğim müzikte yaşadığım gibi, çocukken annem uyurken ona okuduğum zamanki gibi, beraberce bir banka oturup kanasta' oynadığımız ve denizi seyrettiğimiz gibi.
Korkular ve kuşkular bana saldırıyordu, ancak her akşam Meera, her zaman yaptığı gibi, tüm bu hissettiklerimi sadece varlığıyla, iskemlesinde oturup, o saf sevgisini vererek ortadan kaldırıyordu. Kim ve ne olduğu konusunda en ufak bir fikrim bile yoktu, tek bildiğim, şimdiye kadar hiç görmediğim bir şeylere sahip olduğuydu. Onun yanındayken, başka kimsenin yanında olmadığım kadar kendimi yuvamda hissediyordum.22
Harvey, bu yineleyen mistik deneyimlerinin başkaları tarafından nasıl algılandığını tahmin edebilecek kadar zeki biriydi.
Çocukluğumda annemi yitirmiştim, ama şimdi, kuşku verici bir bütünlük içinde, beni bir daha asla terk etmeyecek yeni bir anne bulmuştum. Mesafeli, sessiz olduğu ve o da benim gibi kendi düş dünyasına dalmış olduğu için, sihirli düşümü onun üstünden kurabilirdim. Bu yorum anlamsız olsa da, etkisinin gücünü azaltmıyordu, soğuk sesi adeta bana işkence ediyordu.23

*Bir tür iskambil oyunu (ç.n.)

Harvey bu yorumu kabul etmesinin, "sihirli düşünü" geçersiz kılacağına inandığı için, olasılıkla anlamsız olarak değerlendiriyordu. Fakat buna benzer deneyimler yaşayanlar, bu durumu Kutsal Anne'nin reenkarnasyonu olarak algılamadıklarına, sevecen ve sevgi dolu insanlarla da böylesi duyguların yaşanabileceğine tanık olmuşlardır.
Harvey, Meera hiç konuşmadığı için, korumasına onun öğretisinin gerçekten ne olduğunu sorduğunda, Mr. Reddy şu yanıtı verir: "Tüm Varlık'la ve eylemle bütünleşmenin, Sessizlik'ten akan aydınlık mutluluğu... Ruhun istediği kendinden geçme ve bilgidir, Meera bunların ikisini de sunuyor."24 Harvey Meera ile yaşadıklarını çocukluğunda annesi ile yaşadıklarına bağlıyor, sonra da bu biçimde yorumlanma fikrini reddediyordu. Ancak, anneleri yakınlarında olan ve anneleri tarafından bütünüyle anlaşılma şansına sahip çocuklar, sevildiklerine duydukları güven ve gelecekle ilgili endişe taşımadıkları bir dünyada, anneleriyle ve dünyayla ilgili aynı bütünlük hissini yaşarlar. İsa da tam da bu nedenle şöyle demiştir:
Bırakın küçük çocuklar bana gelsinler, onları durdurmaya çalışmayın; çünkü Tanrı'nın krallığı onlara aittir. Size diyorum ki, Tanrı'nın krallığını çocuklar gibi kabul etmeyenler, asla oraya giremezler.2'
Dokuzuncu bölümde de ifade edildiği üzere, Freud bütünleşmenin yarattığı kendinden geçme deneyimlerini, bebeklik dönemine gerileme olarak ele almış ve henüz anne memesiyle beslenen bebeğin kendini, annesinden ve dış dünyadan ayıramadığı bir döneme dönüş olarak değerlendirmiştir. Bu Tennyson tarafından da dile getirilen dönemdir.
Minicik avucunu
"İşte Bu Ben'im" demeden
Annesinin göğsüne yaslamış,
Dünyaya yeni gelen bebek,
Büyüdükçe öğrenecek
"Ben" demeyi
"Benim" demeyi,
Ve sonunda
"Ben'in" değdiklerinden, dokunduklarından
İbaret olduğunu keşfetmeyi.26
Harvey'nin deneyimlerinden bazılarını erken çocuklukta hissedilen mutluluğa tekrar ulaşmak olarak yorumlamak, bu deneyimleri ve duyguları geçersiz kılamaz diye düşünüyorum. İlginç olan ise, anne sevgisinin güvenliğini ve anlayışını hiç yaşamamış birinin üzerinde Meera'nın nasıl etki bırakacağıdır. Bu dönemler, kaçınılmaz bir biçimde hatırlanıp geri mi geliyorlar, yoksa yeniden de oluşabiliyorlar mı?
Meera'nın sessizliği, onun en çarpıcı yönüdür. Ignatius dışında, sözünü ettiğimiz tüm gurular, vaaz veren, konuşmalarıyla hırpalayan ya da hiçbir metne bakmaksızın saatlerce konuşan, mükemmel konuşmacıdırlar. Fakat Meera sessizliğini bozmayarak, bir öğreti sunmak yerine kendini bulma yolunu açmaktadır. Gülünç gelebilir ama, kişi eğer bir guru arayışı içindeyse, en iyisi hiç konuşmayan birini bulmaktır. Aslında bu espride ciddiyim. Bu bana, elli dakika boyunca divana uzanıp hiçbir şey söylemeden seansı bitiren bir hastamı hatırlatıyor. Biraz meraktan, biraz da önemli bir şeylerin olduğunu hissettiğimden, ben de o seansta hiç sesimi çıkarmamıştım. Ortam huzur ve mutluluk doluydu. Seansın sonunda hastam bana, şimdiye kadar yaptığımız seansların en iyisini gerçekleştirdiğimizi söylemişti.
Bence psikoterapi hastayı iyileştirdiğinde, ki bazen bu noktaya gelindiği olmaktadır, bunun nedeni psikoterapistin, hastanın belli bir zaman diliminde dünyanın sorunlarından uzak kaldığı, mutlu bir çocuk gibi tamamen kabul gördüğü, kendine güvendiği ve gelişmek için kendini özgür hissettiği, güvenli bir liman, anneye benzer bir sığınak oluşturmasıdır. Bence, psikoterapistler, cinsiyetleri ne olursa olsun, genellikle mükemmel anne -Kutsal Anne ya da anne arketipi- rolünü üstlenirler ki, bu iyileştirme sürecinin gerekli bir kısmı olabilir. İyileşme sürecinin bu biçimde yorumlanmasının ya da Meera'nın böyle değerlendirilmesinin önemlerini azalttıklarını düşünmüyorum. Bu kadar genç yaştaki bir kızın böyle bir rolü üstlene-bilmesinin nedeni, başkalarını anlamadaki sezgilerinin güçlülüğü ve mükemmel dinginliği ile olağanüstü bir kişilik olmasıdır. Onun, Kutsal Anne'nin yeniden dünyaya gelmiş hali olduğuna inanlar, kuşkusuz benim yazdıklarımı kaba bularak bir kalemde sileceklerdir; ancak ben Meera'nın Harvey'e yaşattıklarının doğruluğunu sorgulamıyorum, sadece yorumunu yapıyorum.
Günümüzde İngiltere'de, geleneksel Hıristiyanlık öğretisine olan inancın önemini yitirmekte olduğu bir dönemde yaşıyoruz. İngiliz halkının yüzde 2,5'tan azı düzenli olarak pazar sabahları kiliseye gitmektedir. Oxford piskoposu bir röportajında, "Günümüzde, Batı Avrupalılar Hıristiyanlık sonrası bir toplumda yaşıyorlar."27 demiştir. Bunun sonucu olarak da, daha çok insanın yeni din akımlarının ve guruların öğretilerinin cazibesine kapıldıkları varsayılabilir. Ben, durumun böyle olduğuna inanmıyorum. İngiltere'de olduğundan daha fazla insanın kiliseye gittiği Amerika Birleşik Devletleri'nde ise, yeni din akımları İngiltere'dekinden daha güçlü boy göstermektedir. Tıpkı, İngiltere'de şüpheli dinî hizmetlerinden dolayı bir süredir uzak durmayı başardığımız televizyon evangelistlerinin, A.B.D.'de daha fazla olması gibi. 1950'lerden bu yana, yeni din akımlarından pek çoğu Kuzey Amerika ve Hindistan'da ortaya çıkmıştır. Bundan da öte, tarihin ortaya koyduğuna göre, yeni bir vahiy ortaya atan guru, sürekli kendini tekrar eden bir şahsiyettir. Hatta bazıları David Koresh'ten bile tuhaftırlar. Aldous Huxley, İsviçreli Anabaptist Thomas Schucker'ın kutsal bir rehberden kardeşini öldürme emri aldığını söylediğini ve bunu anne babasının da aralarında olduğu kalabalık bir izleyici kitlesi önünde gerçekleştirdiğini yazar. Bir gurunun peşinden gitme isteği duyanlar, genellikle yeni bir vahiy alma ya da asla ulaşamayacakları kurtuluşları için yeni bir yol bulma ümidi ile bir gurudan diğerine geçerler. Gurular, etraflarında mürit bulunduğu sürece ayakta kalmaya devam edeceklerdir. Ancak bana göre, müritler ihtiyaçlarını yanlış yerlerde aramaktadırlar.
Bu kitabı yazarken öğrendiğim bir ders varsa, o da sadece tuhaf inançları olduğu için kimseye deli ya da güvenilmez damgası vurulmaması gerektiğidir. Dünyada pek çok insan, hiçbir kanıtı olmayan ve eleştirel olarak incelemeye açık olmayan inanç sistemlerine sahiptir. Akıl sağlığının yerinde olup olmadığının tanı kriterlerine, bireyin sosyal davranışları ile diğer insanlarla olan ilişkilerinin değerlendirilmesi de eklenmelidir.
İletmek istediğim bir mesaj varsa, o da, çok fazla kendilerine dönük ve aynı zamanda da otoriter olan kişilere güvenil-memesi gerektiğidir. Hiç kimse, Gurdjieff'in, Rajneesh'in ya da Jung'un biliyorum dediği anlamda bildiğini söylediği şeyi ya da müritlerinin bildiklerine inandığı şeyi bilemez. İster politik ister tinsel olsun, otoriter olan kimseye güvenmemek en doğrusudur. Hele dünyayı "biz" ve "onlar" diye bölen, gelecek için tek bir yol olduğunu iddia eden veya düşmanları tarafından kuşatıldığını öne süren kişilerden özellikle kaçınılmalıdır. Güvenilir olmak için dogmatik olmak gerekli değildir. Emin olmanın yarattığı karizma, hepimizin içinde yatan çocuğu tuzağa düşüren bir kapandır.
Birisi acilen yardım almak ya da rehber bulmak ihtiyacı içindeyken, vaaz etmek yerine dinleyen birini aramalı, bir gurunun dogmasını kabul etmek yerine, onu iç dünyasına bakmaya ve benzersiz biri olarak ne düşündüğünü ve neye inandığını bulmaya cesaretlendirecek birini bulmalıdır. Eğer biri ortak bir hedefe ulaşmak için başkalarıyla çalışmanın verdiği mutluluğu yaşamak istiyorsa, mülteciler, fakirler, hastalar ya da kader kurbanları için kendini adamış organizasyonlara girebilir. Bu tip organizasyonların bir guruya ihtiyacı olmadığı gibi, bu örgütlere üye olmak için dinsel bir bağlılığa da gerek yoktur. Başkalarına yardım etmek isteği sadece inananlarla sınırlı değildir.
Nietzsche, Mutlu Bilim (Die Fröhliche Wissenschaft) kitabını yazalı yüz yılın üstünde bir süre geçmiş olmasına rağmen, yazdıkları bu kitabı noktalamak için çok uygundur.
Mutluluğun anlamı- Son zamanlardaki en büyük olay "Tanrı öldü" kavramı, Hıristiyan tanrısına olan inancın güvenilirliğini kaybetmesinin gölgesi Avrupa'nın üstüne düşmeye başladı bile... Yaklaşan kasvete, neden kendimizi işin içinde hissetmeden ve bundan da öte kendimizden endişe ve korku duymadan bakamıyoruz? Acaba hâlâ bu olayın sonuçlarının çok mu fazla etkisi altındayız? Çünkü bu sonuçlar, kendimiz için beklentimizin tam da tersidirler. Aslında bu kasvetli ve kederli bir durum değil, tam tersine yepyeni, anlatılması zor bir ışık, mutluluk, rahatlama, coşku, cesaret, uyanma.
Gerçekten de biz filozoflar ve "özgür ruhlar", "tanrı öldü" haberini duyunca, sanki yeni bir gün doğmuş gibi hissediyoruz; kalbimiz şükranla, şaşkınlıkla, adetâ yeni bir gün doğuşu ve beklentiyle doluyor. Uzun süreden sonra önümüzdeki ufuk pek parlak görünmese de, tekrar özgürleşiyor, gemimiz tekrar her türlü tehlikeye yelken açıyor, bilgiye duyulan aşkın önü yeniden açılıyor; deniz, bizim denizimiz ve işte yeniden önümüzde bizi bekliyor, kim bilir belki de deniz hiç bu denli "açık" olmamıştı.28

KAYNAK: Öteki Peygamberler, Anthony Storr, Çeviren: Aslı Day, Okuyan Us Yayın, İstanbul-2001



Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: Sahte (Yalancı) Maneviyat ve Maneviyat Şarlatanları
MesajGönderilme zamanı: 27.04.12, 14:02 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı

Kayıt: 13.09.10, 19:32
Mesajlar: 90
Alıntı:
Yeni oryantalizmin yeni sürümü: Sahte kutsallar

Sami Hocaoğlu


23/02/2007

Yeni Şafak

Benimle özel görüşmek istemiş. Daha önce hiç görüşmediğim birinin baş başa görüşme talebine oldum
olası sıcak bakmamışımdır. Bu talebe de sıcak bakmadım. Ama ısrar etti ve naçar kabul ettim. Baş başa
kalınca uzun bir sükûtun ardından muhatabımın dudaklarından şu cümle döküldü:
“Allah sizi, benim mehdiliğimi ilan etmekle görevlendirdi”.

Ara sıra şahit olduğum için, bu tür uçuk kaçık olaylara karşı şerbetliyimdir. Yine de çenemin “Haa!”
makamında düşmesine mani olamadım. Olayın gerisi önemli değil, ama meraklısı için söyleyeyim: Dersine iyi
çalışmış ve bu konuda hayli malzeme biriktirmiş olan muhatabımı bir müddet konuşturduktan sonra, kendisini
Allah rızası için tedavi ettirebileceğimi, bu işlerden anlayan tanıdık psikologlar olduğunu söyledim. Kendisine,
“Sen yalan söyleyecek bir adama benzemiyorsun, fakat şeytan sana yalan söylüyor” dedim.

Bu, psikopatolojik bir durum. Kişi kendi kendine telkin yoluyla, kendisini bir şeye inandırıyor.
Zihninde kurguladığı imajı kendisine giydiriyor. O imajla şahsı arasında ayniyet kuruyor. Bunun için delil
topluyor. Kendini ikna süreci böylece tamamlanmış oluyor.


Bu örnek, bu çeşitten olayların sadece bir türü. Bu tür için en zararsızı bile diyebiliriz.
İkinci bir türü daha var ki, onlar aşırı zeki ya da yetenekli insanlar. Bu türe giren biri, elinde bir sürü harita ve yazılı
dokümanla gelmişti. Kendisini onaylamamı istiyordu. Kur’an ve Tevrat’taki bazı “şifreleri” (!) çözdüğünü
söylüyor, bu “şifreler” üzerinden bazı kehanet denemelerine girişiyordu.

O da zararsızdı. Dinledikten sonra tebessüm ettim. Kendisine yeterli zaman ayırmamakla suçladı. Sırrını
izah etmesi için öyle beş-on dakikanın yetmeyeceğini, üç-beş saat, hatta üç-beş gün baş başa kalmamız
gerektiğini söylüyordu. Kısa bir süre dinlemek ve çelişkilerinden bir kaçını dillendirmekle yetindim.
Muhtemelen kendisini hiç anlamadığımı düşünmüştür. Gitti ve bir daha da görünmedi.

Bu tiplerin en zararlısı, üçüncü tür diyebileceğimiz menfaatperestlerdir. Bunlar yalancı peygamber
Müseylime ile Sülün Osman karışımı tipler. Ellerine fırsat geçerse “maneviyat dünyamızın yeraltı
babası/anası” olmaya adaydırlar. Marifetlidirler, kabiliyetlidirler, uyanıktırlar.
İnsanların cehaletini ranta dönüştürmekte üzerlerine yoktur.

Asıl adı Habîb olan Müseylime (Müslüman değil “Müslümancık”), daha Hz. Peygamber zamanında peygamberliğini ilan etti.
Hz. Peygamber’e yazdığı mektupta özetle “Ortak olalım” diyordu. Meselenin iktidar
ve güç tutkusu olduğu anlaşılmıştı. Oysaki gerçek peygamberlerin Allah’a davet yolunda verdikleri ilk mesaj
şuydu: “Bu davete karşılık sizden hiçbir menfaat ummuyorum; benim karşılığım yalnızca Allah’a aittir.”

İşti şimdilerde yaşanan benzer bir durum. Yaşlı bir kadın çıkıyor, vahiy aldığını söylüyor. Kendisine
geldiğini iddia ettiği kitaba “Bilgi Kitabı” adını koyuyor. Yazdığı safsatalarla dolu kitapta yok yok.
Hinduizmden reenkarnasyonu, Yahudilikten Kabala mistisizmini, Hıristiyanlıktan teslisi, Batınilikten Hurufiliği,
Tasavvuf’tan vahdet-i vücudu, yenilerden UFO’culuğu alıp bulamaç yapıyor. Üzerine bir tutam Kemalizm ve
Masonluk sosu da ekliyor. Böylece resmi ideoloji nezdinde “şebekeyi” garanti altına almış oluyor.
Kitabının kendisinden önceki tüm kitapları iptal ettiğini iddia edecek kadar da kendinden geçiyor.


Sahte Maneviyat; Yalancı Kutsallık...


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
Eskiden itibaren mesajları göster:  Sırala  
Yeni başlık gönder Başlığa cevap ver  [ 3 mesaj ] 

Tüm zamanlar UTC + 2 saat


Kimler çevrimiçi

Bu forumu gezen kullanıcılar: Hiç bir kayıtlı kullanıcı yok ve 3 misafir


Bu foruma yeni başlıklar gönderemezsiniz
Bu forumdaki başlıklara cevap veremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı düzenleyemezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı silemezsiniz

Geçiş yap:  
cron
   Powered by phpBB © 2000, 2002, 2005, 2007 phpBB Group

Türkçe çeviri: phpBB Türkiye