Sufiforum.com

2009'da başlayan SUFİFORUM'da İslam; İslam Tasavvuf Geleneği ile ilgili her türlü güncel ya da 'eskimez' konular yer almaktadır. İçerik yenilemeleri tasavvuf.name sitesinden sürdürülmektedir. ALLAH YÂR OLSUN.

Giriş |  Kayıt




Yeni başlık gönder Başlığa cevap ver  [ 1 mesaj ] 
Yazar Mesaj
 Mesaj Başlığı: Modern Kentlerde Dinin Yaşanma İmkânı /Prof.Dr. İlhami Güler
MesajGönderilme zamanı: 10.11.10, 11:56 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 31.12.08, 16:59
Mesajlar: 308
“Kent Dindarlığı” Tartışmalarına Katkı: -Modern Kentlerde Dinin Yaşanma İmkânı-

İLHAMİ GÜLER*


*Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi · Temel İslam Bilimleri Bölümü Kelam Ana Bilim Dalı ilhamiguler@hotmail.com

Mehmet Altan’ın yazmış olduğu “Kent Dindarlığı” kitabında 57 müslüman ülkenin toplam üretiminin yıllık sadece Almanya’nın üretimine eşit olduğu; Türkiye’deki dindarların da İslami felsefi bilimsel soyutlama ve estetik inceltme kabiliyetlerinin yoksunluğundan dolayı şehirdeki yoksun/yoksulluklarını örtmenin bir manivelası/aracı olarak kullandıklarını söyledi. Bu görüşe katılan İstanbul Müftüsü Prof. Dr. M. Çağrıcı ise yazdığı yazılarda İslam’ın aslında, özünde bir şehirli dini olduğu; bugün bu performansı gösteremediğinden şikâyet etti.

Bu tartışmanın, İslam’ın ortaçağ tarım imparatorluklarında kendine özgü şehir yaratmış olmasına rağmen, aynı çağlarda entelektüel, ekonomik ve siyasi nedenlerle bu yeteneğini giderek kaybetmiş olmasından dolayı, Modernitenin(Teknoloji ve Endüstri devrimi) yükselişe geçmesinden sonra yaratılan modern şehirlerin dayandığı Metafizik ve Mimari yapılarının oldukça birbirinden ayrı olduğu, modern teknoloji ve mimarinin yarattığı modern şehirlerde dinin yaşanma imkânının olup olmadığı sorusunu atladığı kanaatindeyim. Ayrıca İslam’ın şehir, mimari, bilim/teknik(uygarlık) yaratma kapasitesini ortaçağın ortalarından itibaren tamamladığı, on altıncı yüzyıldan itibaren Avrupa’da gerçekleşen büyük dönüşümün neden Osmanlı coğrafyasında gerçekleşmesinin mümkün olmadığını tartışmadan, modernite tarafından yaratılmış şehirlerde geri gelen ‘ikinci dinselliği’ tartışmak bana anlamsız geliyor.

Örneğin kültürlerin son “uygarlık” aşamasında yarattıkları ‘Megalopolis’ şehirleri(ki bugün Batı Uygarlığının ürünü olan binlercesine sahibiz) O.Spengler şöyle tasvir eder. Bu şehirler: “…tamamıyla inceleşmiş zekanın canavarca sembolü ve içinde barındığı kap(dır).Kültürlerin, kendi kendilerine dönerek içinde yaşam devrelerini sona erdirdikleri megalopolis. Bu gibi dünya merkezlerinden bir avucu, bütün anavatanı değersizleştirir ve kendi dışlarında kalan yerleri aşağılık ve önemsiz ‘taşra bölgeleri’ haline getirir. Babil, Thebes, İskenderiye, Roma, İstanbul, Pataliputra, Bağdat, Uxmal ilk dünya şehirlerinin örnekleridir. Paris, Londra Berlin ve özellikle New York (şimdilerde Türkiyeden bir dizine yeni “Büyük şehir” ve dünyadan bunlara eklenen Moskova, Hong kong, Pekin, Yeni Delhi, Kalküta, Karaçi, Kahire, LasVegas, Frankfurt….vs.)…Bu şehirler, tümüyle zekâdır. Ruhsuzluğun sembolü olan satranç tahtası biçimini amaç edinirler (Türkiye’dekiler hariç tabii. Bizimkiler, Satranç Tahtası’ndan daha ziyade Kanser Tümörü’nü andırır. İ.G). “Yuva” değildirler buralar. Bu şehirler, doğum ve büyümeleri ile, zenginlik ve yoksulluk karşıtlıklarıyla, yarattıkları yaşam sıkıntılarıyla, (yarattıkları yapay uyarımlarıyla İ.G) ve nihayet megalopolis insanının gittikçe artan kısırlıklarıyla ölümlerini gerektirir. “Dünya şehri”, ölüme doğru metafizik bir dönüşü gösterir. Megalopolis’in insanı artık yaşamak istememektedir: Köylü kadını her şeyden önce ve her şeyden çok bir “Ana”(idi). Megalopolis kadını ise, ister Paris’te, isterse New York’ta olsun, İster Lao-tzu Çin’inde ya da Çarvaka Hindistan’ında olsun (artık) çocuksuz bir İbsen kadınıdır; bir Nora ya da Nana’dır( ya da Nataşa.İ.G)….(Modern)Şehrin yükselişi ile zekâ, para ve Burjuvazi, önderlik rolünü devralır. Toplumsal tabakanın(zümrenin) yerine “Parti” boy gösterir. Başlıca parti de para ve zihin partisidir, “Liberal”megalopolis partisi. Tamamlanmış(bitmiş.İ.G)kültürde Aristokrasi ile budala kozmopolit uygarlıkta demokrasi, Sezarizmle batıncaya kadar birbirlerine karşıt dururlar. Yönetici azınlığın içine girdiği biçimler, toplumsal tabaka aşamasından –parti üzerinden- diktatör bireyin (Kaesar’ın) izleyiciliğine doğru düzenli olarak gelişir. Toplumsal(üst) tabakanın güdüleri, partinin proğramı(vardır); fakat, izleyicilerin(halkın) efendisi vardır…. Bugün onca makine tekniği olan Batılı “Dünya şehirleri”nde bizler, büyük bir kültürün (Batı kültürünün.İ.G) tragedyasının son perdesini hem seyrediyor, hem de oynuyoruz. Dünyanın efendisi Nordik insan, makinanın kölesi oluyor(oldu.İ:G). Dünyanın makinalaşması, yüksek derecede tehlikeli bir aşırı-gerilim aşamasına girmiştir. Bütün organik şeyler, bu megalopolis makine örgütünün pençesinde can vermektedir. Hatta kendi ekonomik uygulamasıyla bile çelişmektedir. Makine, sonunda kendi amacını yenmektedir: Büyük şehirlerde otomobil, sayı çokluğundan dolayı kendi amacını yıkmıştır, yayan daha hızlı gidilmektedir. Dünya şehirlerinin taş( beton, cam İ.G) ve çelik kafesinde Faustçu insan, makinalardan ve uygarlıktan usanmaya ve yaşamın daha yalın biçimlerine, doğaya daha yakın olmaya başlamıştır. (Tanrı’nın“ölümü”nden-Nietzsche- veya O’nun“Tutulma”sından-Buber-sonra İ.G)Falcılık(occultism) ve Tinselcilik(spirtualism), Hint felsefeleri ve Hıristiyan ya da başka biçimler altında (örneğin İslami Tasavvuf: Mevlana furyası) metafizik gnostiklik(Mehmet Altan’ın ideal tipi olarak Şeyh Galip) canlanır. “İkinci dinsellik” dalgası hazırlanmaktadır. Doğuştan önder(Nordik İnsan)ın makinadan kaçışı başlamıştır. Sömürülen koloni halkları megalopolis’in Beyaz adamına (Türkiye’de Beyaz Türklere karşı.İ.G) ayaklanmaktadır. Bu makine tekniği, kendisini yıkmaya başlamıştır ve bir gün… demir yollarımız ve buharlı gemilerimiz, Roma yolları ve Çin Seddi kadar ölü, dev şehirlerimiz ve “Gök-delenlerimiz” eski Mephis ve Babil gibi yıkıntı halinde, parça parça, unutulmuş yatacaktır. Magalopolis makine tekniğinin tarihi, hızla kaçınılmaz sonuna yaklaşmaktadır. Her kültür ve bütün büyük kültür biçimleri gibi “içinden” yenecektir”…(1)

Spengler, yirminci yüzyılın başlarında Batı uygarlığına/kültürüne eleştiri yöneltmiş bir dizine Tarih felsefecisi, düşünce, uygarlık tarihçisi, Batılıların ‘pesimist’ olarak niteledikleri düşünürlerden biridir.

Oysa çoğunun nüfusu hiçbir zaman elli bini geçmeyen İslam ve Osmanlı ortaçağ şehirleri, İslami dünya görüşünün ürünü olan hayat, varlık ve yaradılış gerçeğine uygun olarak var olmuştur. “İslam ve Hıristiyan ortaçağ kültürlerinin sanat ve mimari ürünleri birbirlerinden farklı olsalar da tezyini bütünlükler gösterir. Bu tezyini bütünlük, her birinde bütün bir trasandental vizyonun objektif dünyaya yansımasıyla gerçekleşir. Yani Affedici, Koruyan Allah fikri, dünyayı güzelleştirmekle mükellef insanın tavrına dönüşüyor ve (her türlü) ürün de böylece trajik-dramatik olmak yerine, gerçek ve tezyini oluyordu.(2) Bu genel ‘Teistik’ metafizik arkaplan üzerinde İslami Mimarinin bir ürünü olan Osmanlı şehri ise “topoğrafyanın insan gücüyle değiştirilmesinin anlamsızlığını müdrik olarak, realiteyi göz önünde tutarak vücuda getirilmiştir. Bu, çok önemli bir şeydir, topoğrafyanın biçiminde onu yaratan ilahi iradenin tezahürü vardır.

İslami düşünce ‘her şart altında Allah’ın emrine kayıtsız, şartsız uymak’ diye tarif eder bunu. Yine İslam inancına göre ‘varlığın her veçhesinde Allah'ın tezahür ettiği’ de biliniyor. Yani bir bakıma, Uzakdoğu ‘Tao’ telakkisi gibi ‘gökte olan- yerde olan’ ayırımı yoktur.’(3)

Cumhuriyet döneminde Batıcı elitlerin gerçekleştirdikleri Kültür Devrimi ile Osmanlı’dan ciddi bir kopuşu göze aldıkları ve hayatın her alanında körü körüne bir Batı taklitçiliğinin ortaya çıktığı malumdur. Bu öykünmenin mimari alanda yarattığı tahribatı bilge mimar Turgut Cansever şöyle tasvir eder: “İnsanın bilinçlenerek ve sorumluluk yüklenerek dünyanın oluşmasına, gelişme ve güzelleşmesine katılmasını sağlayacak bir (geleneksel mimari) çevre, yüzyıllardır despot Avrupa Krallarının, aristokratlarının, sömürgeci (burjuva) bezirgânların kültürünün ve bunların aleti olan teknolojinin insanları şaşırtan, uyuşturan, kabaca eğlendiren gösterişçi, temaşacı, kültür türlerinin hâkimiyeti altına düşmüştür. Bu ortamda mimarlık, çeşitli spekülasyonların, sorumsuz faydacılığın aleti olarak kullanılmış ve mimariye kültür hayatında ve başka herhangi bir alanda ve şekilde varolma imkânı bırakılmamıştır.

Türk şehirlerinin sefaleti, konut sorunu ve mimari seviyesizlik karşısındaki kayıtsızlık ve duyarsızlık, gerçek çözümleme ve gerçek bilginin yol göstericiliği yerine şekilcilerin egemenliğinin tercih edilmesi bütün Türk halkını kaba, sahte, seviyesiz ve çirkin bir biçim dünyasında yaşamaya mahkum ederken; çok küçük azınlıkların yabancı,taklitçi, pahalı ve gösterişçi sözde sanat ve kültür faaliyetlerinin desteklenmesi hakim kılınmaya çalışılması kabul edilemez bir yanılgıdır.”(4)

1950’lerden itibaren modernleşmeye paralel olarak kırsal kesimden/köylerden-kasabalardan büyük şehirlere doğru bir göçün başladığı bilinmektedir: ”Gecekondu” dönemi.. Aynı tarihlerden itibaren de çoğunlukla sağ/muhafazakar iktidarlar (DP, AP, DYP, ANAP, ve AKP) iş başında olmuştur. Ancak bu siyasi elitlerin de zihinleri tarihten/Osmanlıdan kopmuş olduğu için, bunların iktidarları dönemindeki şehircilik anlayışı “Türk toplumunu en yaygın şekilde ahlaki değerlerin dışına iten rüşveti, her türlü suistimali (rantı) en ücra köşelere kadar götürdü. İnsanların birine 2 kat yapı hakkı verirken, diğerine 8 ötekine 10 kat vermek, topraktan farklı şekilde yararlanmaya müsaade etmek, şehirliden toplanan vergi ile vücuda getirilen alt yapıdan kimisine 2 kat ölçeğinde kimisine 30 kat ölçeğinde imkân vermek hasedin doğmasına, hasedin arkasından: “Ben de aynı şeyi neden yapmayayım?” diye düşünerek şeytanla kol kola giren bir toplumun ortaya çıkmasına sebep olacağı açıktır.

Ticaret kesiminde 2,5 milyon insan çalışırken; yaklaşık 15 milyon insan, inşa ettiği ve edeceği evle ilgili olarak rüşvetle karşı karşıya geldi. (Yıllarca oy karşılığı Gecekondu tapusu dağıtan Demirel’in kulakları çınlasın.İ.G) İnsanlar şeytanla birlikte yaşamaya mahkum edildi. Sonra her yapının tasarımı bir gösterişcilik haline geldi. 30 katlı binayı yapıp bütün dairelerini satarak oradan ayrılmak isteyenler ise, yaptıkları tanıtım kampanyalarıyla dünyanın en modern siteleri şeklinde yalanlar söylüyorlar. Ve bu yalanları sizin tekzip etme imkânınız yok.”(5) Bilge mimar T. Cansever’in önerilerine kulak asmayan son muhafazakâr iktidar, konut ihtiyacını TOKİ’nin İnsan-siloları/Toplu konut/Site ile çözmeye çalışırken; büyük kentlerde de New York/Dubai’yi örnek alarak ‘Cam Kuleler/kazıklar’, dev ‘AVM’ler, ‘Towerland’lar inşa ediyor.

Medeni/Dini bir sosyal yapı/birim olan ‘Mahalle’nin namusu ile birlikte yok edildiği, mahalledeki sosyal/ahlaki kontrolün ‘baskı’ olarak algılandığı bu kozmopolit kentlerde sahici anlamda “dindarlık”ı geçin, genel anlamda ‘insanlık’ bile olamaz; olsa olsa Mehmet Altan’ın şikâyet ettiği “arabesk” dindarlıkla birlikte kendinin özendiği, fakat Spengler’in eleştirdiği occultizmin ve spirtualizmin İslami (Tasavvuf) versiyonları, Budist ve Hıristiyan versiyonları ile birlikte “ikinci dinsellik” olarak geri gelebilir.

”Nüfusu yüz bini geçen şehirlerde insanlık bitmiştir.” demişti bir Rus düşünür. Hayata tutunma veya rant elde etme güdüleriyle birçok şehrini -yüz bini geçin- milyonu aşan kansere çevirmiş bir ülkeyiz. Nüfus artışını ve ona paralel olarak şehirleşmeyi kendine özgü bir mimari sitil ile oluşturamamış; halkının kamu arazisi çalarak kurduğu “Gecekondu”yu, yirmi sene sonra her katında dört-beş daireli dört-beş katlı “apartman”lara dönüştürmüş, şimdilerde ise 20-30 katlı kibrit kutusu benzeri ‘insan-silolarına/sitelere’ çevirmeyi marifet/kâr sanan bir toplumuz. Şehirlerin içindeki yeşil alanın toplam miktarı bin’de iki’lerden ancak yüz’de beş’lere varabilen, göçebelikten yerleşikliğe geçerken ormandan ‘tarla’ açma alışkanlığından dolayı, şimdilerde de şehirleşirken tarlaları ‘arsa’laştıran, ticari emtia üretemediği için ‘turizm’den para kazanmak için kıyılarını yağmaya açan bir ülke burası.

Hâsılıkelâm, ”Temel içgüdü”lerin egemenliğinde “büyümüş” bu şehirlerde geleneksel İslam kültürünün, tarihsel mimarinin korunması zor olduğu gibi, onun en ince katı olan “dindarlığın” korunması ve geliştirilmesi daha da zordur. Binaenaleyh, “Kent Dindarlığı”nı tartışmadan önce, oturup adam gibi ‘Eskişehir’lerimizi dönüştürdüğümüz modern “Yeni-Kent”lerimizi tartışmamız gerekiyor. Necip Fazıl, bahsettiğimiz gelişmeyi boşuna: “Bu toprak çirkef oldu/ bu gökyüzü bodrum.” dememişti. Gazetelerin üçüncü sayfalarını dolduran akıl almaz cinayetler, Televizyon haberlerinde hiç eksik olmayan ‘çete’ler, nasıl bir sosyal mekânın ürünüdür? Önce bunu tartışalım.

DİPNOTLAR:

1-Sorokin,P.Alexandroviç. Bir Bunalım Çağında Toplum Felsefeleri. Çev. M. Tuncay.Ank. 1972. 100-101.
2-Cansever, Turgut. Kubbbeyi Yere Koymamak. Haz. M. Armağan.İst.2002. 30.
3-Cansever, Osmanlı Şehri.İst.2010. 96
4-Cansever. A.g.e.95.
5-Cansever, a.g.e. 140


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
Eskiden itibaren mesajları göster:  Sırala  
Yeni başlık gönder Başlığa cevap ver  [ 1 mesaj ] 

Tüm zamanlar UTC + 2 saat


Kimler çevrimiçi

Bu forumu gezen kullanıcılar: Hiç bir kayıtlı kullanıcı yok ve 1 misafir


Bu foruma yeni başlıklar gönderemezsiniz
Bu forumdaki başlıklara cevap veremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı düzenleyemezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı silemezsiniz

Geçiş yap:  
cron
   Powered by phpBB © 2000, 2002, 2005, 2007 phpBB Group

Türkçe çeviri: phpBB Türkiye