sufiforum.com http://sufiforum.com/ |
|
"Türk Müslümanlığı" Tartışmaları http://sufiforum.com/viewtopic.php?f=158&t=4859 |
1. sayfa (Toplam 2 sayfa) |
Yazar: | orkun [ 06.10.10, 19:02 ] |
Mesaj Başlığı: | "Türk Müslümanlığı" Tartışmaları |
TÜRK MÜSLÜMANLIĞI Hayreddin KARAMAN Bu temcit pilavı kaçtır ısılıtılıp ısıtılıp önümüze getiriliyor, "bıktık artık" desek bile yemeye zorlanıyoruz. İtirazımızı hafifletmek için bazan isim değiştirme yoluna da gidiyorlar; Anadolu Müslümanlığı, Türkiye Müslümanlığı, Türk Müslümanlığı.. diyorlar. Son zamanlarda ortaya atılan Kur'ân İslâmı veya Müslümanlığı ile kurgulanan ve tanımlama gayreti gösterilen Türk Müslümanlığı arasında paralellik, benzerlik, aynilik ilişkisi kurulmak isteniyor, sonuçta diğer İslâm ülkeleri Kur'ân İslâmı'ndan, gerçek Müslümanlık'tan uzaklaşmış, Anadolu veya Türkiye halkı yahut da onların bir grubu ise onu gerçek mahiyeti ile kavramış ve korumuş oluyor; şu halde devlet bu İslâm'dan yana tavır almalıdır, bu İslâm anlayış ve uygulamasını başta Türk Cumhuriyetleri olmak üzere çevreye yaymak için çaba göstermelidir... İyi niyetli, fakat az bilgili olanlar için açıklamak gerekirse Türkler İslâm'ı seçtikten sonra günümüze kadar kahir ekseriyeti itibariyle Sünni Müslümanlık anlayış ve uygulamasını tercih etmişler; inanç alanında daha çok Mâtürîdî mezhebini, uygulama sahasında ise daha ziyade Hanefî mezhebini tercih etmişlerdir. Osmanlılar'da Hanefî mezhebi resmi mezhep de olmuş, yargı ve resmi fetva işleri bu mezhebe göre yürütülmüştür. Bugün de Türkiye Müslümanları'nın büyük çoğunluğu dinini, Sünnî İslâm çerçevesinde yaşamaya gayret etmektedir. Halkın dinî hayatında, inanç ve ibadetinde bu Sünnî İslâm'a uymayan taraflar, paçalar veya eksiklikler var ise bunlar da -yine halk tarafından- yeni ve farklı bir İslâm olarak değil, kusur olarak değerlendirilmekte, ya Allah'ın bağışlaması beklenmekte yahut da düzeltmek için gayret gösterilmektedir. Hac ve umre gibi çeşitli kültür çevrelerine ait Müslümanlar'ı bir araya getiren büyük kalabalıklarda bütün Sünnî Müslümanlar'ın, hatta bir kısım Sünnî olmayan mezheplerin mensuplarının, dinin özünü, esasını, çatısını oluşturan konularda (inanç, ibadetler, haramlar-helaller, dini semboller...) hiçbir ihtilaflarının, farklı yönlerinin bulunmadığı, farkın daha ziyade kültüre yansıyan tarafta oluştuğu, bunun da birlik ve kardeşliğe zarar getirmediği, birden fazla İslâm anlayışına meydan vermediği görülüyor. Sünnî Müslümanlar tarih boyunca, Sünnî olmayan Müslümanlar'la bir arada yaşayageldiler. Hem Sünnî mezhepler hem de Sünnî olan ve olmayan mezhepler arasında zaman zaman çatışmalar da oldu, ancak genel ve hakim çizgi barış ve hoşgörü içinde, karşılıklı hayat hakkı tanınarak bir arada yaşama şeklinde ve yönünde gelişti. Sünnî doktrinde "silahlı eyleme kalkışmayan, başkalarının hak ve hürriyetlerini fiilen engellemeyen" farklı mezhep mensuplarına ümmetin bir parçası olarak bakılması ve asla dokunulmaması esası kabul edildi. Siyaset ve ideolojiler dini istismar etmedikçe/etmediği sürece günümüze kadar da durum bu çizgide devam etti. Her vesile ile bölücülükten söz eden ve bunu kınayan kimselerin şimdi ortaya bir Türk Müslümanlığı kavramı çıkarmaları, Türkiye'de yaşayan Müslümanlar'ı "Türk Müslümanlığı'na sadık kalanlar ve Arap, Acem, Hind.. Müslümanlığı'na sapanlar" diye iki gruba ayırmaları, laiklik ve irtica gibi tanımsız bıraktıkları Türk Müslümanlığı'nın tarafını tutarak karşı tarafı ittiham etmeleri, hatta dışlamaları bölücülükten başka neye ve kimin işine yarayacaktır? Hz. Peygamber (s.a.) Arap'tır, Kur'ân da Arap dilinde gelmiştir; ancak İslâm bir Arap kültürü veya dini değildir, o evrenseldir, bütün insanlığa hitap etmektedir, bütün insanları Tek Allah'ı tanımaya ve yalnızca O'na kul olmaya davet etmektedir. Kur'ân'a göre Hz. Peygamber örnektir, Peygamberimiz'e ve ümmetin çeşitli kavumlere mensup alimlerine göre de ilk üç nesil Müslümanlar diğer nesillere örnektir. Bu örnekliklerin ortaya koyduğu İslâm kitaplarda yazılıdır ve yazılanların önemli, olmazsa olmaz kısmı tarih boyunca uygulanmıştır. Müslümanlar'ın eski kültürleri onların İslâm anlayış ve yaşayışlarını elbette kısmen etkilemiştir, ancak asıl belirleyici, değiştirici, farklılaştırıcı etki İslâm'dan eski kültürlere yönelen etkidir; İslâm fertleri ve kavimleri değiştirmiş, onlardan bir ümmet ortaya çıkarmıştır. Ümmetin kahir ekseriyetinin ortak dini/İslâm'ı birdir, tektir, "birden fazla İslâm" tanımlamasına imkan verecek bir farklılık taşımamaktadır. Bugün ulus/devletler ortaya çıkmıştır, ancak İslâm'ın tekliği yine kendini korumaktadır; hangi ulusta olursa olsun Mâtürîdî, Eş'arî, Şîî.. inancı, Hanefî, Şâfî'î, Ca'ferî uygulamaları tarihte olduğu gibidir, bir değişiklik yoktur. Bu mezheplerin ortak kitapları Kur'ân-ı Kerim'dir; hiçbirinin ona itirazları ve ondan yan çizme niyetleri yoktur. Türkler'in Kur'ân tefsirleri de başka bir din/İslâm ortaya çıkarmamıştır. "Türk Müslümanlığı" diyenler bundan mesela Sünnî olmayan bir mezhebin İslâm anlayışını veya Anadolu halkının -belki çoğunluğunun- kusurlu, bid'atlı, hurafeli, gevşek İslâm anlayış ve uygulamalarını kastediyorlarsa bunlardan hiçbirisi "örnek ve makbul İslâm" olarak ferde, ulusa, ümmete.. dayatılamaz. Siyasiler ve resmi görevliler İslâm içinden İslâm seçme, onu değerlendirme ve birilerine sunma/dayatma sevdasından hemen vazgeçsinler; çünkü bu yaptıkları hem fitne, fesat, kargaşa ve bölünme getirir, hem de hukuka, kanunlara, özellikle uğrunda kurbanlar verilen laiklik ilkesine aykırıdır. Bırakın asırlar boyu oluşup gelen birlik, beraberlik, hoşgörü devam etsin, herkes kendi beğendiği ve anladığı dini, mezhebi seçip yaşasın; bilgi, ahlak ve eser olarak meyvelerini sergilesin, güzellikte serbest yarış olsun, seven sevdiğine/sevdiğiyle gitsin! Karıştırmayın, bulandırmayın, dolandırmayın! |
Yazar: | orkun [ 06.10.10, 19:04 ] |
Mesaj Başlığı: | Türk Müslümanlığı, fıkıh ve tasavvuf |
Türk Müslümanlığı, fıkıh ve tasavvuf ALİ BULAÇ a.bulac@zaman.com.tr "Türk Müslümanlığı veya Türkiye modeli"nin önemli argümanlarından biri de "Türk İslam"ının tasavvufa/gönüle dayandığı, diğer Müslümanların salt zahiri ve fıkhi lafızlara takılıp kaldığı önermesidir. Bu da hem yanlıştır hem İslam noktai nazarından makbul değildir. Yanlıştır, çünkü tasavvufi hayat Türkiye'ye özgü değildir, aksine tarikatların yasaklanmış olması, kurumlaşmayı ve geleneği zayıflattığından belki de tasavvufun en kötü olduğu ülkelerin başında biz varız. (İslam dünyasındaki tasavvufun yaygınlığı konusu için bkz. Omar Michael Burke, Sufiler Arasında, Çev. A. Tunç Demirtaş, İnsan Y.) Yazık ki Türkiye'de aydının İslam dünyasına ilişkin dehşet verici derecede bilgisizliği vardır; hem bilmiyor hem de Batılı oryantalistler gözüyle İslam dünyasına bakıyor. Bu açıdan neredeyse bütün bilgi ve kanaatleri derin bir cehalete dayanmaktadır. Suriye, Mısır ve Kuzey Afrika'da canlı bir tasavvuf ve tarikat hayatı var. Kahire Hz. Hüseyin Camii'ne gittiğinizde, bir köşede bir tarikatın zikir ayiniyle karşılaşırsınız; hatta son senelerde devlet tasavvufu teşvik etmektedir. Pakistan'daki tarikat hayatı Türkiye'nin kat kat üstündedir. İran'da İslam'ın iki ayağından biri Ca'feri fıkhı, diğeri tasavvuf mirasına dayalı irfandır. İmam Humeyni'nin Gorbaçov'a gönderdiği ünlü mektubunda yeni Rus nesillerine İbn Sina, Sühreverdi, Molla Sadra ve İbn Arabi'yi okutmayı önerdiğini hatırlayalım. Lafız ve fıkıh olmadan İslam var olamaz. Kur'an ve sünnet nassları lafız, hüküm ve maksatlardan oluşur. Dinî hayatın maddi çerçevesini fıkhi hükümler çizer. İtikat, ibadet, muamelat ve ukubat sıralaması temeldir. İmanı ancak amelle korumak mümkündür, amelin ne olduğunu bize fakihler öğretir. Şairlerden, vecd ve istiğrak hali yaşayan sufilerden alacağımız zevkler vardır, ama onlar bize din öğretemezler. Öğretmenlerimiz fakihler ve müçtehitlerdir. Kaldı ki sufilerin fıkıhsız yaşadığı iddiası bühtandır. Onların takip ettiği sıralama 'şeriat, tarikat, ma'rifet ve hakikat'tir. Muteber ve sahih Alevi kaynaklarında dahi sıralama böyledir. (Bkz. Alevi-Bektaşi Klasikleri, Kitab-ı Cabbar Kulu, haz. Osman Eğri, TDV, İst, 2007, s. 76) Nihayetinde tasavvuf "Batıni fıkıh"tır, yani temel İslami hükümlere göre manevi hayatın yaşanmasıdır. Mevlânâ, "Ben Kur'an'ın bendesi, Muhammed Mustafa (sas)'nın ayak tozuyum. Kim benden bu ikisine aykırı bir söz bulursa atsın." der. Mevlânâ, Yunus, Hacı Bektaşi, Ahmet Yesevi gibi şahsiyetlerin referans gösterilmesine karşılık Ebu Hanife başta olmak üzere, diğer mezhep imamları, Hasan Basri, Gazali, Kurtubi, Maturidi-Eş'ari, İbn Teymiye, Şatıbi vb. müfessir, muhaddis, kelamcı ve fakihin zikredilmemesi, asıl amacın "Protestanlaştırılmış, postmodern (ne olsa gider), içi boşaltılmış ve sonuç itibarıyla modası geçmekte olan hümanizme hizmet eden bir din inşaı projesi" olduğunu göstermektedir. Sufi zatlar değerli ve seçkin şahsiyetler olmakla beraber, bize bir toplumun gerçek maddi ve toplumsal dinî hayatı için yeterli bilgi malzemesi sunamazlar. Onların da bağlı olduğu fakih imamlar vardır. Mesela İbn Arabi, Maliki idi ve mezhebinin içtihatlarına aşırı derecede bağlılık içindeydi. "Şekil ne ki" diyen muteber tek bir sufi gösterilemez. Ayrıca "Sünnet'te tavsiye edilen meşru mezar ziyaretleri"ni aşan kadim Şaman ve pagan gelenekler ile eski Bizans inanç ve ritüellerin etkisindeki "türbe/yatır ziyaretleri" bu ülke Müslümanlarının övünç vesilesi olamaz. İnsan bir bütündür, onun parçalara ayrılması şizofreniye yol açar. İslam da 'Büyük İnsanlık'tır ve bir bütündür. Bir kısmını alıp diğer kısımlarını atamayız. İslam, insanın ferdi fikri/ruhi hayatıyla ilgili olduğu kadar maddi ve toplumsal hayatıyla da ilgilidir. Madde ve beden gerçektirler, bu yüzden Meşşailerden farklı olarak haşr-ı cismaniye itikat ederiz. Amelsiz iman olmaz. Bu ülkeye salt tasavvuf veya ruhi hayatla yetinmeyi teklif edenler, ya İslam'ın cahilidirler veya işlerine öyle gelmektedir. 02 Ekim 2007 |
Yazar: | orkun [ 06.10.10, 19:06 ] |
Mesaj Başlığı: | Re: "Türk Müslümanlığı" Tartışmaları |
Türk Müslümanlığı Zeki Hacıibrahimoğlu Bu sene Hac farizasını yerine getirmek üzere kutsal topraklara gittim. Öncelikle Diyanet İleri Başkanlığına gerçekleştirdiği şahane organizasyon sebebiyle teşekkür ediyorum. Ayrıca İstanbul müftülüğüne de seçmiş olduğu seçkin din görevlileri ile verilen hizmeti için teşekkürlerimi bir borç bilirim. Türk Milleti, İslâmiyet’i kendi rızasıyla kabul etmiş büyük millettir. İslamiyet’in yayılmasında Türk Milletinin büyük katkıları olmuş ve Türk Milleti’nin gayretleriyle İslam dini bütün dünya yayılmıştır. Mekke’de ve Medine’de Türk Müslümanlığını bizzat yaşadım ve bunu milletimle paylaşmak istedim. Neden Türk Müslümanlığı? Hac farizasını yerine getirmek üzere en az seksen Müslüman ülkenin hacılarıyla karşılaştık, değişik renkte değişik ırkta insanlar hepsi ibadet için kutsal topraklara gelmiş, ancak Türk Milletinin hacıları Diyanet İşleri Başkanlığının muhteşem organizasyonu ile birinciliği kazanmış ve bütün ülkelerin takdirine mahzar olmuştur. Türk Hacıları hiç kimseye kötü davranış içinde olmamış Türk’ün Şevkatini herkese göstererek büyük takdir toplamıştır. Ancak Suudi Krallığı özellikle Türk Hacılara, görevlileri vasıtasıyla çok kötü davranış içerisinde olmuşlardır. Kabe’de özellikle çantalarında Türk Bayrağı gördükleri bayan hacı adaylarını çarşaflı bayan polisler özel aramaya tâbi tutmuşlardır. Türk’ün Kâbe’de yaptığı bütün eserleri yıkarak sanki öç alma gayreti içerisine girmişlerdir. Bu gayret İngilizlerin Suudilerin üzerindeki baskısından kaynaklandığının çok açık göstergesidir. Çünkü sokaklarda sadece İngilizce yazılar görebilirsiniz hatta Kâbe’de vaaz ederken Arapça ve İngilizce vaaz yapılması insanı düşündürmektedir. İstanbul’dan Cidde’ye Suud uçağıyla hareket ettiğimizde yolcuların tamamı Türk Hacı adayları olduğu halde Arapça ve İngilizce anonslar yapılmıştır. Kâbe den Tavaftan çıktıktan sonra hemen Kâbe’nin yanında Türk Milletinin Kâbe’yi korumak için yaptırdığı Ecyad Kalesini yıkarak yerine yapılan kırk kat otel inşaatını gördüm çalışmalar devam etmektedir. Şu anda 20. kat bitmiş ve devre mülk olarak satışa arz edilmiştir. Otel tamamlandığında Kâbe yi tamamen kapatacak duruma gelecektir. İş bununla da kalmıyor Medine’de de Türk Milletinin yaptığı bütün eserler yok edilmektedir. Peygamberimizin evi ve mezarının bulunduğu Mescidi Nebevi’deki Türk izleri özellikle silinmek istenmekte ve silinmektedir. Yine Türk Milletinin yaptığı Hz. Ömer, Hz. Ali, Hz Ebubekir camileri yıkıma terkedilmiş ve ibadete kapatılmıştır. Bazı camilerin süslemeleri sırf Türkler tarafından yapıldığı için silinmiş ve yok edilmiştir. Son olarak tespitimiz Allah’ın Kur’anı Kerimde tarif ettiği İslamı ve İslamiyet’in şartlarını eksiksiz olarak Türk Milleti yaşamaktadır. Bunun adı da Türk Müslümanlığıdır. |
Yazar: | orkun [ 06.10.10, 19:07 ] |
Mesaj Başlığı: | Re: "Türk Müslümanlığı" Tartışmaları |
`Türk Müslümanlığı` nedir? Yılmaz Öztuna Türk Müslümanlığı tabirini önce, bütün zaman ve mekanlarda Türkçe şiir söyleyen en büyük şairimiz Yahya Kemal kullandı. 86 yıl önce, 1920`de... Üstadım Yahya Kemal, aynı zamanda müstesna bir mütefekkirdir. Osmanlı ve Fransa tarihlerini derinlemesine, siyasi ve kültürel bütün unsurları ve detayı ile biliyordu. Yahya Kemal, İstanbul Üniversitesi`nde müderris (ordinaryüs profesör) idi. Kendisinden çok yaşlı bir ilahiyat müderrisi, yazısını okuyunca kaç türlü Müslümanlık var? dedi. Bir ilahiyatçının yalnız Müslümanlığın değil, her dinin, türlü türlü çeşidi bulunduğunu çok iyi bildiği muhakkaktır. Çeşitlilik mezheplerle sınırlı değildir. Aynı zamanda örfe, adete, her kavmin uygulamasına, algılamasına dayanır. Yahya Kemal, Türk milliyetçisidir. Türk milliyetçiliğini en iyi, en doğru, en güzel anlayan ve anlatan fikir adamımızdır. Muhatabı muhterem müderris ise, elbette Türk`ü seven, panislam akıma mensup bir zat idi. Türk Müslümanlığı, Karahanlı hakanı Abdülkerim Satuk Buğra Han`ın 921 yılında Sünni Hanefi ve Matüridi İslam`ı, bütün Türkler için, tek resmi devlet dini ilan etmesiyle oluşmaya başlar. Hakanımız, İmam Matüridi ile çağdaş, aynı ülkenin çocuğudur. İmam-ı Azam da aynı topraklardan çıkmıştı. Her ikisi de Arap değildir. Matüridi itikat sisteminin, çağdaşı İmam Eş`ari sisteminden, bilhassa irade-i cüz`iyye`yi vurgulaması ile ayrıldığı malumdur. Satuk Buğra Han`dan bir asır sonra, gene Türkistan`da, Ahmed Yesevi, tasavvufu, Türk Müslümanlığı`na ayrılmaz bir parça olarak ekledi. Tasavvuf, Türk fikir tarihinin en büyük ve köklü akımıdır. Bir bozkır milletini, Osmanlı`da şahikasını bulan estetiğin zirvesine yüceltti. Pir-i Türkistan Yesevi, Horasan erenlerini Anadolu`ya saldı: Dünyanın en ulu ümanistleri, Mevlana, Hacı Bektaş, Yunus, Nasreddin Hoca, Sultan Veled, Hacı Bayram... yeni anayurdumuzu aydınlattı, gönüllere nur saçtı. Tevarüs ettiğimiz Osmanlı sisteminde hem din, hem tarikatler, devlete bağlıdır. Bu sistem, başka hiçbir İslam ve Türk devletinde mevcut değildir. Osmanlı`ya mahsustur. Dini, devletten soyutlayarak kendi başına bırakmak bahis konusu olmaz. Düzen budur. Aksi, anarşidir. Türk Müslümanlığı`nın diğer bir vasfı, başka din mensupları ile yan yana, iç içe yaşayabilmekteki o asırlar için inanılmaz becerisidir ki, geçen asra kadar Hristiyan Avrupa`da uygulanamadı. |
Yazar: | orkun [ 06.10.10, 19:09 ] |
Mesaj Başlığı: | Re: "Türk Müslümanlığı" Tartışmaları |
İslamcılık, muhafazakarlık ve Türk Müslümanlığı Aydın Aktay 22/4/2009 İslamcılık ve muhafazakarlık ilişkisi, düşünce dünyasını en çok meşgul eden konulardandır. Bu meşguliyetin bir vechesi, sağcılık ve müslümanlık arasında bir örtüşmenin olduğuna dair derin yanılgılara sahip yorumlar, diğeri ise İslamcılığın, İslam’ın müdafaasını; oryantalist argümanlara karşı olsun; dini, siyasi ve ekonomik pek çok açıdan her türlü İslam’a yönelik indirgemeci, müstemleke zihniyetlere karşı yaparken; muhafazakar anlayışla karıştırılmasını beraberinde getiren yanlış bir çıkarımın da doğması ile ilgilidir. Amaç yönüyle aralarında bir birlikteliğin ya da akrabalık ilişkisinin var olduğu düşünülen İslamcılık ile muhafazakarlığın bu yönlerinin sorgulamasını bu yazıda yapmaya çalışırken, bunu sürekli yapanlara da ilham kaynağı olacak, elimizde kullanılmak üzere çok işlevsel öneme sahip tarihi bir olayın tanıklığında hareket edeceğimiz için bu yazıda gerçekten söz konusu iddiaların geçerliliği hakkında çok önemli argümanları elde edeceğimizi düşünüyorum. BABANZADE AHMET NAİM EFENDİ İLE YAHYA KEMAL’İN TARTIŞMASI IŞIĞINDA TÜRK MÜSLÜMANLIĞI: Türk milletine has din telakkisinin savunucularından Yahya Kemal ile Babanzade Ahmet Naim Efendi arasında cereyan eden hadise, milliyetçi muhafazakarlığın İslam’la ilişkilerinin, karşılaştığı tepkilerin, tarihi referansları olarak ele alınmayı hak ediyor. Söz konusu hadiseyi aktaran Nuray Mert; Osmanlının son dönemlerindeki bu hadisenin bize gösterdiği en önemli noktanın, söz konusu dönemdeki tartışmaların, detaylarla ilgili olmaktan çok esaslarla ilgili olduğudur. Der.(1) Yahya Kemal, 1921-22 yılları arasında Tevhid-i Efkar’da yazdığı esnada, Eyüp Sultan’a ilişkin bir yazı yazarak, bu yerin halkın gözündeki kutsiyet ve öneminden bahsetmiş. O esnada Edebiyat Fakültesinde kendisi gibi ders vermekte olan Babanzade Ahmet Naim Bey’le öğretmen odasında karşılaştıklarında, Babanzade, Yahya Kemal’e, Eyüp Sultan yazısı nedeniyle çıkışarak; “İslamiyet’e ettiğiniz zararı bu ara kimse etmiyor, İslamiyet’i efsaneler ve ölülere ibadet üzere kurulmuş bir din gibi göstererek bunu yapıyorsunuz.”der. Yahya Kemal ise çok öfkelenmiş ve: “…Ben her şeyden önce bir Türk gibi duyarak yazıyor idim ve bu nevi edebiyattan, tam yerli olan ruhlar şiddetle hoşlanıyorlardı.”diyerek devam etmiş;”…Siz kimsiniz?…bütün bir Türk milletinin tarihi hatıralarına ne karışırsınız, Türk milleti dinini istediği gibi benimsemiştir…Evet bu millet, İslamiyet’i kendi mizacına göre kabul etmiş ve çok eski putperestliği ile karıştırmış ve öyle sever, onun uğruna yalnız bu sebeple ölür, sizin itirazlarınızla ise yaprak dahi kıpırdamaz.”diyerek tepkisini ve tavrını ortaya koymuştu. Yahya Kemal’le Babanzade’nin kavgası, öncelikle Türkçü milliyetçilerle, İslamcıların meşrutiyet yıllarından beri süren kavgasıdır. Bilindiği gibi bu konuda dönemin İslamcı tavrını temsil eden en uç örnek de “dinleri adına Türklükten vazgeçmenin kazanç olacağını” söyleyen ve yeni rejime muhalefetini İskeçe’den sürdüren Mustafa Sabri Efendi’dir. Yahya Kemal’i dillendiren Türk Müslümanlığı tezi, Türk kültürünün mistik kendine özgülüğünü vurgular. Kültürel kurum ve sembollerin birer kültürel kod olarak vurgulanması bu çabaların uzantısıdır. Adeta bir muhafazakarlık söylemi belli bir jargonun eşliğinde temellendirilmeye çalışılmaktadır. Yahya Kemal ve Babanzade Ahmet Naim Efendi örneğinde gösterilen tartışmanın içinde, aslında Türk Müslümanlığı gibi muhafazakar bir din anlayışının ne tür bir temele oturduğuna dair ipuçları gizlidir. Yahya Kemal’in temsil ettiği muhafazakar anlayışın Türk Müslümanlığı tezine yansıyan anekdotları ile ilgili kitap(2) ve bu yazıda aktarılan söz konusu tarihi anekdotun, muhafazakar bakış açısı hakkında ve özelde Türk Müslümanlığı yaklaşımıyla ilgili bizlere sunduğu en önemli işaretler olarak son noktada şu noktaları hatırlayabiliriz: 1. Muhafazakar bakışın ilkeler ve kuralların bekasından çok modernizmin dinamizmine ve her şeyi dönüştüren gücüne karşı kurum ve tarihi alışkanlıkları koruma iddiasının olduğu; 2. İlk bakışta dinsel bakış olarak kendini gösteren muhafazakar hissiyatın ya da anlayışın aslında sadece bir tarih ve toprak tapıcılığı olduğu; 3. Muhafazakarlığın doğasında bir yaman çelişki olarak belki de gülünç bir biçimde, bir tür sosyal Darvinizm’de denilebilecek bir evrimci(tekamülcü) zihniyetin var olduğu ve muhafazakarlığın bu inancı taşıdığı; bu yüzden güçlünün ayakta kalacağı düşüncesinden hareketle, kurumsal yapının ve tarihi değerlerin ayakta durmasına özel bir hassasiyet gösterdiği, bu noktada sembollerin, kurumların gücünü anlatırken, bunların taşınmasının ve varlıklarını sürdürmelerinin gerekliliğine dair iktidar yanlısı bir söylem inşasına giriştiği ve bu konuda oldukça vurgu yaptığı rahatlıkla söylenebilir. Bu yönüyle din, Türk Müslümanlığı iddiasındaki kişiler için bir tür, parlak geçmiş hatırlatıcısı, estetik duyarlılıkların muharriki, bir minare gölgesi, sabah ezanının ürpertisi, büyük annenin beyaz başörtüsü(türban değil!) semboller ve türbeler, varsa sanatıdır(ebru, hat, teship’tir.) Bu yönüyle din, yaşanan değil yaşatılan bir şeydir. Bu noktada dinin hurafelerle ilişkisinin artık kemikleşen bir tarza dönüşmesinin gereken tüm imkanlarının muhafazakar hissiyat eliyle gerçekleştirildiği de rahatlıkla söylenebilir. 1-Mert.,Nuray,”Cami Gölgelerinden Kubbe İnsanlara Kültürel İslam Edebiyatı” tezkire, 14,15. Sayı Ankara, 1998 2-Başer., Sait, “Yahya Kemal ve Türk Müslümanlığı”, Seyran yay. İst., 1997 http://fullislam.blogcu.com/islamcilik- ... gi/5386012 |
Yazar: | orkun [ 06.10.10, 19:13 ] |
Mesaj Başlığı: | Re: "Türk Müslümanlığı" Tartışmaları |
“Türk Müslümanlığı” Tartışmaları, Yeni Bir Toplum Mühendisliği Projesinin Zihni Egzersizleri Olabilir mi? Ahmet Turan Alkan Köprü Dergisi 1 Mart 1999 Şüphesiz öyle bir şey vardır; geçenlerde istanbul’un fethi münasebetiyle verilen bir Cuma hutbesini dinlerken bu gerçeği bir kere daha farkettim; “İstanbul’un Müslümanlar tarafından fethedileceği, zaten Peygamber’in haberiyle müjdelenmişti. Onu fetheden asker ne güzel asker, onu fetheden kumandan ne güzel kumandandı.” İstanbul’un Türkler tarafından fethini sıhhati meşkuk bir “hadis”e rabtederek, İstanbul üzerindeki mülkiyet haklarımızı “dini” garanti altına alan bu yaklaşım, hiç şüphesiz bize dair bir “din” kavrayışının ürünüdür. Çok tekrarlandığı için gayrıtabiiliğini artık farkedemediğimiz bu kavrayış, İslam Tarihi içinde Türk kavmine özel bir önderlik misyonu ihdas eden efsane, olgu ve yorumlarla beslenerek meseleyi “tarihi ve sosyolojik” özünden kopararak “efsanevi ve kudsi” bir mahiyetle sarıp sarmalıyor. Böylece iki mühim olgu ile akıl münasebetlerini keserek işimizi zorlaştırmış oluyoruz: din ve tarih! İnsanın din ve tarih olgularıyla doğru ve belirli bir kalite seviyesinin üstünde temas kurması gereklidir. Ancak her iki olgunun da insan zihninde tabii bir karşılığa tekabül ediyor olması, çoğunlukla bu temasın kalite itibariyle sağlıklı sonuçlar vermesiyle neticeleniyor: Din, fıtri bir vakıa çünkü her insanda imana veya onun negatif formunu teşkil eden inkara mail bir hassa bulunuyor. Kişinin bir dine mensubiyeti için çoğunlukla o dinin amentüsünü (credo) kabullenmesi yeterli oluyor. İşte bu temel noktadan başlayan dini hayat, kişinin fikri hamulesi nisbetinde zenginlik kazanarak sürüdürülüyor. Tarih için de benzer şeyler söylemek mümkündür: Mantığın basit esasları çerçevesinde mükayese yapabilen ve normal işleyen bir hafızaya sahip her insan, tarihi vakıaları anlamak ve onları yorumlamak için gerekli altyapıya da sahip demektir. Problem de burada başlar; din ve tarih herkesin hakkında birşeyler söyleyebileceği, bu konuda açılmış tartışmalarda kendini taraf hissedeceği, -ve işin en tatsız kısmını teşkil etmek üzere- kolaylıkla yanılabileceği alanlardır. Tartışmanın Masumiyetini Tartışmak “Türk Müslümanlığı” kavramı, bundan bir süre önce medya platformlarında dikkat çekici bir istek ve hararetle tartışmalara konu oldu. Tartışma sathından edindiğim intiba, münakaşaların ilmi bir zaruretten ziyade, “Türkiye’ye mahsus” bir Müslümanlık anlayışının tarif olunarak yürürlüğe sokulması yönündeki bir toplum mühendisliği gayretinden ibaret olduğu şeklinde idi. Eğer yorumum doğru ise, bu niyetlere yönelmiş bir tartışmanın tarafı olmaktan yana olmadığımı açıklamalıyım. Türk toplumuna yeni bir din anlayışı dikte etmeyi murad edinen totaliter üsluplu arayışlara, -velev ki itirazcı sıfatıyla olsun- zemin teşkil etmenin yanlış olduğunu düşünüyorum. İslam’ın farklı zaman, kültür ve coğrafyada farklı yorumlanması tabiidir; Kur’an-ı Kerim, nazil olduğu günden bu yana bir “text” olarak hiçbir değişikliğe uğramamış olmasına rağmen, ayetlerinin farklı yorumlara zemin teşkil etmesi de bu tabiiliğin içindedir. Çünkü iletişimde esas, haberin bizatihi kendisi değil, onun nasıl anlaşıldığı, daha doğrusu habere muhatap olan nihai kişinin ondan ne anladığıdır. Haberleşme, “yorum”u ihmal edemez; özellikle dini metinler adeta yorumla vücud bulurlar diyebilmek mümkündür. Belirli coğrafya veya kültür çevresi içinde zamanla pekişen bu kabil yorumların, gittikçe ona tabi olanlar tarafından “hakikatine en sadık din yorumu” olarak kabullenilmesini de “anlamak” gerekir. Bu çerçevede, Bengal, Balkanlar veya Kuzey Afrikada yaşayan müslümanların yorumundan farklı olduğu açıktır. Anlayışın, hoşgörü sınırlarını aşarak, onaylamaya kadar uzatılmaması gereken kısmı, bu kabil yorumlara herhangi bir gerekçe ile “resmi himaye” getirilmemesidir. Her Devlet “Fitne”ye Karşı Tedirgindir “Fitne katilden beterdir” ayetinin geniş kapsamlı yorumu, tarihte Müslüman yöneticilerin, belirli bir dini yorumu sahiplendiklerini ve neticede sosyal ve siyasi istikrar-sızlıkların önünü çevirmek için, farklı bir takım yorumlara engeller getirdiklerini gösteriyor. Bugünün değerleri ile geçmişi tenkid etmek yanıltıcı ve tehlikelidir ama bugünün değerleriyle, bugün olup biteni değerlendirebiliriz; Devletin din karşısındaki tutumu, muasır ölçülere göre, “din ve vicdan hürriyetini tesis etmek” olarak tarif ediliyor. Devletin dini hayatta “belirleyici” olmak niyeti, din ve vicdan hürriyetinin en temel rüknünü zedeler. Ama siyasi otorite için “fitne” veya onun tersinden okunuşu demek olan “istikrar ve barış”, hala çok güçlü bir tehdit olarak algılanıyor ve bu yüzden evhama kadar uzanan tedirginliklerin beslediği bir refleksle devlet,hala kendi devamlılığı açısından halkın hangi yoruma inanması gerektiğin belirtmekten vazgeçemiyor. Bu ölçüler dairesinde Türk Müslümanlığı, kendi içindeki bütün nüanslarla tabii bir vakıadır ve asla devletin biçimlendireceği bir “resmi din” görüntüsü almamalıdır. Yeni İnkılapçıların Yeni Toplum Projesi Yeni Türk inkılapçılarının “yeni toplum” projesi, galiba heyecan ve ilhamının evrensel (ekümenik) bir duruş ve iddiaya sahip Katolik Kilisesi’ne karşı kuzey Avrupa ülkelerinin reformasyon devrinde geliştirdikleri bağımsız kilise fikrinden alıyor. Protestan kuzey Avrupa ülkelerinin XVI. Yüzyıldan başlayarak katolik ortodoxi’den yeni bir Hıristiyanlık yorumuyla farklılaşma kalmayıp, sanayi ihtilali akımına kolayca intibak eden kalkınmacı tabiatı gerçekten dikkat çekici bir vakıadır. Bu vakıa, bilindiği gibi kuzey Avrupa kuşağında bir “milli kiliseler” zincirinin teşekkülüne yol açmış ve”ulus devlet” fikri bu kuşaktan başlayarak, sonraki dönemler içinde yaygınlaşmıştı. Kuzey Avrupa kuşağı ülkelerinin “milli birlik” ihtilaflarını, Avrupa’nın diğer aksamına göre daha erken bir tarihte çözmüş olması vakıasına ilaveten Protestan yorumun farklı renklerini benimsemiş olmaları ve bu yorum tarzının, monarkın önderliğinde örgütlenen “milli kilise”lerle pekiştirilmesi de hayli ilginçtir. Protestan toplumların diğerlerine göre erken ve başarılı bir şekilde sanayileşmeleri, teşebbüs gücünün artmasıyla sosyal refahın belirgin şekilde yaygınlaşması, bilindiği gibi Max Weber’in de dikkatini celbederek “Protestanlık ahlakı ve kapitalizmin ruhu” isimli esere ilham vermişti. Bir “İslam Protestanlığına” Doğru Arayışlar! Ekümenik Katolik kilisesi’nin (papalık) bütün Avrupa’yı kaplayan ezici ve karşı konulmaz nüfuzuna karşı Kuzey Avrupa ülkelerinde Protestenlığın tutunması ve neticede milli kiliseler biçiminde örgütlenerek başarıya ulaşmasında, ilk protestan önderlerin, gerek monarşi, gerek burjuvazi ile ittifak içinde bulunmaları da tarihi bir gerçektir. Bu ülkelerde monarşi, genellikle milli kiliseler biçiminde örgütlenerek başarıya ulaşmasında, ilk protestan önderlerin, gerek monarşi, gerek burjuvazi ile ittifak içinde bulunmaları da tarihi bir gerçektir. Bu ülkelerde monarşi, genellikle milli kilise örgütünü himayesine almış, monark, kilisenin önderliğini ve himayesini üstlenmiş, hatta bu durum, modern anayasalarda sonucunda farklı protestan yorumların, o ülkelerin tabi olduğu anayasa hukuku çerçevesinde bir nevi devlet dini, milli din halini almış olmasını da tesbit etmeliyiz. Bu çerçevede Türk Müslümanlığı kavramının durup dururken bir tartışma konusu haline gelmesi, yirminci yüzyılın son yılında toplum mühendisliği teknikleriyle toplumu belki de son bir kere daha formatlama gayretlerinin ürünü olsa gerek. Türkiye’de toplumun büyük çoğunluğu tarafından benimsenen islam yorumu, bugüne kadar devlet tarafından -dozu zamana göre azalıp çoğalan- bir tehdit unsuru olarak algılandı. XVIII. Yüzyılda Osmanlı Sarayında kaybetmeyerek “laisizm” durağına kadar yükseldi. Cumhuriyet devrinde uygulanan laisizm uygulamalarının, batı Avrupa ülkelerinde gördüğümüz uygulamadan çok farklı bir tarzda yorumlandığı gözden kaçmamalıdır; bizdeki uygulama, dini hayatın devlet tarafından bütün süreçleriyle denetim altına alma arzusunu işaretliyor; laisizm, kavramın ortaya çıktığı ülkelerde “din ve devlet işlerinin birbirinden bağımsızlaşması” olarak gelişirken bizde “devletin kontrolü altındaki din” tarzında yorumlanması tesadüf değildir. Devlet, laisizmin iki temel rüknünden birini teşkil eden, “dinin devlet işlerine bigane kalması” şartını titizlikle takib ederken, “devletin dini hayata bigane kalması” ve sadece “din ve vicdan hürriyeti”ni garanti eden hukuki altyapıyı hazırlamak görevini belirgin biçimde savsaklaması anlamlıdır. Ezcümle; “Türk Müslümanlığı” kavramı, bana, daha uygun bir zamanda bundan daha ciddi bir niyetle gündeme getirilmesi muhtemel, “protestan” karakterli,-moda tabirle- “İslami fundemendalizm”e geçit vermeyen bir Müslümanlık yorumunun zuhur edeceğini düşündürüyor. Cereyan eden tartışmalar, bu büyük toplum mühendisliği projesinin zihni egzersizleri olarak değerlendiriliyor olmalı. http://ahmetturanalkan.net/yazi/turk-mu ... abilir-mi/ |
Yazar: | orkun [ 06.10.10, 19:15 ] |
Mesaj Başlığı: | Re: "Türk Müslümanlığı" Tartışmaları |
Türk Müslümanlığı ve Osmanlı Müslümanlığı gibi ifadeler kullanmak doğru mudur? Her milletin âdetleri farklı olabilir; fakat Müslümanlık tektir, tek olması da lazımdır. Bugün Şiî İran’ın ve Vehhabi Suudilerin Müslümanlıkları farklıdır. Bunlar dinlerine, bid’at fırkalarının görüşlerini karıştırmışlardır. Diğer Arap ülkelerinin Müslümanlıklarına da çok bid’at karışmış, sanki farklı bir Müslümanlık meydana gelmiştir. Türkler ise, Müslüman olduklarından itibaren İslamiyet’e doğru olarak hizmet etmişlerdir. Selçuklu ve Osmanlı Türkleri, Ehl-i sünnet yolundan ayrılmamış ve bid’at ehliyle mücadele etmişlerdir. Türk Müslümanlığı veya Osmanlı Müslümanlığı, bu anlamda, yani Türklerin Ehl-i sünnet yolunda olduklarını anlatmak için söylenebilir. Yoksa, sanki farklı bir dinmiş gibi veya ırk ayrımı yaparak söylemek, hiç uygun olmaz. İslam tarihinde, Eshab-ı kiramdan sonra İslamiyet’e en büyük hizmeti, Osmanlı Devleti yaptı. Yine Selçuklu hükümdarı Sultan Alparslan da, saltanatı müddetince İslam dinine hizmet etti. İslamiyet’i içten yıkmaya çalışan gizli düşmanlara, Bâtıni ve Hurufi hareketlerine karşı çok hassastı. Bunun için, (Biz temiz Müslümanlarız. Bid’at nedir bilmeyiz. Bu sebepledir ki, Allahü teâlâ, halis Türkleri aziz kıldı) demiştir. (Rehber Ansiklopedisi) Bugün ise Türkler, bid’at fırkalarının ve yabancı fikirlerin etkisinde kaldığı için, Osmanlı’nın uyguladığı temiz Müslümanlıktan sapmalar başlamış, mezhepsizlik ortaya çıkmıştır. Yapılacak iş, bid’atlerden uzak durup İslamiyet’i katışıksız yaşamaktır. |
Yazar: | orkun [ 06.10.10, 19:18 ] |
Mesaj Başlığı: | Re: "Türk Müslümanlığı" Tartışmaları |
İslam Dini ve Türk Müslümanlığı Türkiye’de kamuoyu şu son günlerde İslâm merkezli yeni bir tartışmanın içerisine daha girmiş bulunmaktadır. “Türk Müslümanlığı” veya “Türkiye Müslümanlığı” adını taşıyan bu tartışma, özellikle medyada değişik yaklaşımlar ve yorumlarla sürdürülüp götürülmektedir. Esasında, ilmi bir mahiyet arz etmesi sebebiyle, tamimiyle ilgili bilim çevrelerinde, yani ilâhiyatçılar, İslam ilâhiyatına, tarihine ve kültürüne vakıf tarihçiler, felsefeciler, antropologlar ve sosyologlar çevresinde cereyan etmesi gereken bu tartışmanın, bir takım siyaset ve bürokrat çevrelerde, bazı medya organlarında yeterli bilgilenme olmadan, daha çok ön yargılı bir şekilde yürütüldüğü görülmektedir. Bu ise inanç konusunda çok hassas ve üstelik İslâm hakkında basit ilmihâl bilgisinden ötesine pek sahip bulunmayan; toplumun değişik kesimlerinde kafa karışıklığına sebep olmaktadır. İslam üzerinde tartışmak, geniş bir bilgi birikimi isteyen çok ciddî bir ilmî meseledir. Bu itibarla daha önce lehte kamuoyu yaratmak için tartışılan Türkçe ibadet, Türkçe ezan gibi konuların, konusuyla bilim açısından hiç ilgisi bulunmayan, çevresinde gördüklerinin dışında en basit bir ilmî bilgiye sahip bulunmayan bir kısım akademisyenlerin veya çeşitli meslek erbabının, ciddî ve sağlam bir bilgi arka plânına dayanmayan sübjektif yorumlarıyla bir sonuca kavuşturulmayacağı ortadadır. Çünkü, bu gibi hassas ve toplumun büyük bir kesiminin inancını, dünya görüşünü ve dinî pratiklerini âdeta sorgulayıp mahkûm eden tartışmaların, kafa karıştırmaktan; inanç sahiplerinin sinirlerini bozmaktan başka bir işe yaramadığı her gün görülmektedir. İçeride terör, işsizlik, enflasyon, kirlenmiş siyaset; dışarıda bir yığın siyasi ve ekonomik problemler Türkiye’yi âdeta kıskaca almışken, tam bir hercümerç içinde “Türkçe ibadet” ve bu günlerde de bir “Türk İslam’ı”, “Türk Müslümanlığı”, “Türkiye Müslümanlığı” konusunun ortaya atılmış olması son derece dikkat çekici bulunmaktadır. Hele bu tartışmaların, Türkiye’de birinci tehlike olarak ileri sürülen irtica’a odaklandığı bir dönemde birden gündeme sokulması, söz konusu tartışmalarla çıkartılan toz bulutunun insanları bunaltıp sinirlerini iyice gerdiği bir zamanda gündeme getirilmesi, ister istemez Türkiye’de sözü edilen problemlerin altından kalkamayan yönetici elitin kafasında yeni bir toplum mühendisliği projesi bulunduğunu düşündürmektedir. Üstelik bu tartışmaların, lâik bir devlette bu gibi konulara müdahalesi kesinlikle düşünülmemesi icap eden çevrelerce gündeme getirilmesi, bir takım “modeller” öne sürülmesi, medyanın bu konuda aracı olmaktan öte müdahil taraf olarak tartışmaları yönlendirmeye çalışması, tabandan kaynaklanmayan bu tartışmaların bir yerlerden manipüle edildiği izlenimini uyandırmaktadır. Bu durumda ister istemez, “Türkiye, bir çeşit İslam’la hesaplaşma sürecine mi sokuluyor? Yönetici elit, çerçevesini ve muhtevasını kendi belirlediği bir İslâmî reformasyon hareketi başlatmayı mı planlıyor?” sorusu ciddiyet kazanmaktadır. Daha açık ifade etmek gerekirse bu tartışmalar, yönetici lâik elitin İslâm fobisinden hâlâ kurtulamadığını, onu istediği biçime sokmaya başarana, kısacası etkisiz ve zararsız (!) hale getirinceye kadar da ondan elini çekmeye niyetli olmadığını düşündürmektedir. Bir Batı ülkesinde kesinlikle rastlanamayacak olan bu durumun Türkiye’de yaşanması, son yıllarda ateşli bir şekilde tartışılan laiklik adına ciddi bir endişe doğurmaktadır. Bu kanaatimizce, gerçek anlamda ve üstelik çok tehlikeli bir laiklik ihlâlidir. Çünkü, bu tartışmalar, bir kesim tarafından sürekli dile getirilmekte olan “devletin dine müdahale ettiği” tezini iyice kuvvetlendirmektedir. Biz, Türkiye gibi çoğunluğu Müslüman olan bir ülkede, İslâmî tartışmaların lâiklik prensibi uyarınca Müslümanların kendilerine bırakılması gereğini düşünüyor ve yukarıda müdahale ve dayatma konusu yapılarak inanç sahiplerini rencide etmeyi son derece yanlış buluyoruz. Aksi halde bu tutumun, Müslüman kesimi lâikliğe karşı bir konuma itmeğe âdeta zorlamaktan başka bir sonuç vermediğine ve vermeyeceğine inanıyoruz. Şurası çok iyi bilinmelidir ki, Türk Müslümanlığı veya Türkiye Müslümanlığı kavramları, Türklere yahut Türkiye’ye mahsus suni bir millî din anlamına gelmeyip, sosyolojik ve tarihi bir kavramdır. Bu kavramları bu çerçevede ele almadan önce, İslâm ve İslâmiyet ile Müslümanlık kelimeleri arasındaki farkı unutmamak gerekir. Bu iki kelime her ne kadar günlük konuşma dilinde birbiri yerine kullanılıyorsa da, aslında tarihi ve sosyolojik olarak bu kullanış doğru değildir. Çünkü, İslâm veya İslmiyet kelimesi, soyut anlamda bir inanç, ibadet, ahlâk vs. esaslarını işaret ederken, Müslümanlık kelimesi, bu esasların tarihi süreç içinde kendilerine Müslüman denilen toplumlarca yorumlanarak pratiğe aktarılmış, yaşanmış, son tahlilde kültürleşmiş şeklinin adıdır. Dolayısıyla sosyolojik olarak tek değil, bir çok Müslümanlıklar vardır. Bu iki kelime arasındaki çok önemli bu anlam farkının bilinmemesi ve dikkate alınmaması halinde, şu andan itibaren Türkiye’de yapıldığı gibi, çok ciddi yöntem ve analiz hatası yapılmış olur. Bu sosyolojik bakış, İslâmcı ırk veya millet temeline indirgemek değildir. Bu ayrımı yaptıktan sonra, eğer bu kavramlarla, kavimlerin veya çeşitli kültür sahalarının tarihi süreç boyunca çok tabii olarak geçmişteki kendi toplum ve kültür yapılarının çerçevesinde yorumlayıp hayata geçirdikleri İslam anlayışını, algılayışını kastediyorsak, tarihî yahut sosyolojik, hattâ antropolojik olarak birTürk Müslümanlığından, bir Arap Müslümanlığından, bir Fars (İran) Müslümanlığından söz edilebileceği gibi bir Kuzey Afrika yahut Uzak-Doğu Müslümanlığından, Türkiye Müslümanlığından da söz edilebilir. Zira bu kavimler, kendi tarihi süreçleri içinde belirtilen faktörlerin etkisi ile kendilerine göre İslâmî dünya görüşü, bir İslamî hayat felsefesi, bir toplum yapısı ve bir kültür oluşturup geliştirmişlerdir. Dolayısıyla bu tür sosyolojik ve kültürel farklılıkları yansıtan Müslümanlık yaşayışları, zaten yüzlerce yıldan beri fiilen vardır, var olmaya devam ediyor ve edecektir. Ancak burada unutulmaması ve mutlaka dikkate alınması gereken çok önemli bir nokta vardır; Müslüman kavimler ne kadar kendi algılayış ve kültür yapılarına göre bir Müslümanlık anlayış ve tarzı oluştururlarsa oluştursunlar, temelde onlara Müslüman dedirten, onları İslâm dairesi içinde görmeye, nitelemeye sebep olan bir takım temel inanç ve pratikler vardır ki hangi kavme, hangi millete, ırka veya mezhebe mensup bulunurlarsa bulunsunlar, yine de onları ortak bir takım duygularla evrensel bir İslâm üst kimliğinde birleştirir ki, bunun adına “İslam ümmeti”ümmet” kavramı asıl ve gerçek anlamıyla budur. İslam’daki “ümmet” kavramı, sanıldığının tersine siyasi birliğe değil, inanç ve kültür birliğini yansıtır. denir. İşte Türkiye’de lâik kesimin olduğu kadar siyasî İslâmcıların da kavrayamadıkları, anlayamadıkları ve illâ siyasî bir muhteva yüklemeye çalıştıkları “ Diğer milletler gibi Türkler de Müslüman olmadan önce bir devlet teşkilâtına, bir töreye, ahlâka ve hukuk sistemine sahiptiler. Müslüman olduktan sonra bunların İslâm prensiplerine aykırı olanlarını terk ederek ve ayıklayarak ve fakat aykırı olmayanları da İslâm ile zenginleştirerek yeni bir terkibe ulaştırmışlar ve yeni bir hayat üslûbu kazanmışlardır. Bu kültürel bir olgudur. Mesela, İslâm’ın emri namaz kılmaktır ve bunun için bir mekân gerekir. İslâm’ın öngördüğü şartları taşımak kaydıyla Türk’ün, Arap’ın Acem’in vs. farklı mimaride, farklı tezyinatta camileri teşekkül etmiştir. Mimariden musikiye, mutfak kültüründen ev döşemesine, aile hayatından mahalle hayatına, sanatın her dalında ve sosyal hayatın her unsurunda, “İslam’a tam uygun”, temel ilkelere aykırı olmayan ve fakat millî geleneklerin, törenin, ahlâkın, coğrafi ve hatta iklim farlılıklarının yer aldığı, özü İslâm, kıblesi tek fakat kültürel dokusu renkli ve böylece İslâm aleminin zenginliği olan farklı yapılar, farklı üslûplar, farklı kültürler teşekkül etmiştir. Bunda İslâm’a aykırılık yoktur. Müslümanların çeşitli mevlitleri vardır, hepsi farlıdır, Türklerinki de farlıdır ve bize göre en güzelidir. Maksat, Peygamberimiz Hz. Muhammedi ululamaktır, farklı lisanda, farklı nağmelerle farklı birer kültür eseri teşekkül etmiştir. Aynı şekilde hat sanatında, Kuran tecvidinde ve kıraatinde, nakkaşlıkta, tezyinde, tezhipte, çinicilikte, oymacılıkta, vitrayda, minyatürde, edebiyatta, ve folklorda, destanlarda, mânilerde, ninnilerde, halk deyişlerinde, ata sözlerinde ve kültürün bütün branşlarında İslâmî omurgaya bağlı kalarak zaman ve mekân içinde farklılıklar oluşturmuştur. Bunu İslâm tabii ve uygun görür. Aynı şekilde İslâmî algılayışlarda da farklılıklar olabilir. Meselâ, Türkler İslâmiyeti umumiyetle sade, temiz, açık, basit ve aydınlık bir şekilde algılamışlar, bazı Müslüman ülkelerde olduğu gibi birilerine, topluma ve devletine düşmanlık ve hınç vesilesi yapmamışlar, ibadetlerini ve amellerini de miting üslûbuna büründürmeksizin, hayatlarının tabii bir parçası şeklinde alâyışsız, gösterişsiz yapmışlar, yapıvermişlerdir. Bu hayat üslûbunda sevgi ve hoşgörü hakimdir. İşte bütün saydıklarımızın icmâline kültürel bir bütünlük içinde Türk Müslümanlığı denilebilir. Şunu bir daha belirtelim ki, Türk Müslümanlığı, Türkiye Müslümanlığı denilen kavramlardan, belli bir ırk, bir millet temelinde oluşturulmuş İslâm biçimlerini anlamak ve bunlara bu yönde anlamlar yüklemek isteniyorsa, bu tamamen yanlış olur. Nitekim Türkiye’de şu son günlerde yapılan tartışmalar, ne yazık ki, Türk İslâmı veya asıl doğru tâbirle Türk Müslümanlığı kavramının, bu kavramı gündeme sokan bazı kesimler ile, bu kavrama yandaş veya karşı olan bir kısım aydınların ve bilim adamlarını kafasında bu sonucu anlamıyla, yani millet temeline dayalı bir İslam modeli şekliden algılandığı izlenimini uyandırıyor. Bazı siyasi çevrelerce değişik konuşmalarında ifadelendirilen bu yeni Türk Müslümanlığı projesinde dikkati çeken çok mühim bir mesele de, bu projede Aleviliğe önemli bir rol biçildiği izleniminin doğmuş olmasıdır. Bu izlenimin doğmasına sebep, Ağustos ortalarında Hacıbektaş kasabasında yapıla- gelen törenlerde, özellikle iki yıldan beridir en yetkili siyasi ağızlardan, “Bektaşilik ve Aleviliğin gerçek Türk Müslümanlığı” olduğu yönünde sözler sarf edilmesidir. Eğer Alevi vatandaşlarımız bu ifadelere sıcak bakıyorlarsa, bunu geçmişte kendilerine haksızlık yapıldığı zehabına dayanan bir tepkinin ve kendileri için devlet nezdinde, elit tabakada lehte kamuoyu oluşturmaya yönelik bir psikolojinin ürünü olarak değerlendirmek mümkündür. Ama bu Sünni kesimde haklı olarak çok büyük tepki yaratmaktadır. Ne var ki, Türkiye Cumhuriyeti Devletinin en yüksek siyasi ve idarî kademeseni temsil eden siyasetçiler tarafından seslendirildiği zaman, Bektaşilik ve Aleviliğin gerçek Türk Müslümanlığı olduğu tezinin, yalnızca bir tez olmaktan çıkıp siyasî bir tercih niteliğini kazandığını da unutmamalıdır. Bu ise devletin kendi vatandaşlarını kendi ağzıyla ikiye bölündüğünün resmen tescili anlamına gelir. Böylece bir ifadenin mefhum-ı muhalifi, Sünni’lerin gerçek Türk Müslüman’ı olmadıkları demek olur. Laik, çağdaş ve demokrat olduğunu bütün temsilci kesimleriyle her gün ilan eden bir devletin, vatandaşlarını böyle bir nitelemeye tabi tutmasının ne derece sakıncalı bir durum yarattığını anlatmağa hacet yoktur. Sonuçta hiçbir ciddi bilgilenmeye ve ilmi bakışa dayanmayan, tamamiyle siyasi yatırımlara yahut ideolojik propagandaya yönelik bu tür ifadelerin, Alevi olmayan çoğunluk üzerinde büyük bir tepkiye yol açtığı gözlenmektedir. Zaten genelde Alevi yurttaşlarımızın da bu tür siyasi amaçlı ifadelere iyi bakmadıkları çok iyi bilinmektedir. Hatta Bektaşilik ve Aleviliği Türkiye’de laikliğin güvencesi, dayanağı olarak takdim eden bazı yazarların yahut siyasilerin böyle sözleri sürekli dile getirmelerini tehlikeli bulan ve bir arada yaşama çabalarını baltalayacağını bilen, bundan rahatsızlık duyan Bektaşi ve Alevi aydınları vardır. Gerçekte sosyolojik ve tarihi olarak yukarıda açıklanmaya çalışılan Türk Müslümanlığı kavramı çerçevesinde, Alevilik bir Türk Müslümanlığıdır. Ancak, bu gerçeğin çok önemli bir ikinci yüzü daha vardır, Türk Müslümanlığı yalnız Alevilikten, Bektaşilikten ibaret değildir. Türk tarihi çerçevesinde yaşanan Sünnilik de, bütün nüanslarıyla Türk Müslümanlığınen önemli parçasıdır.Kısaca Alevilik ve Sünnilek Türk Müslümanlığını teşkil eden iki Müslümanlık yorumudur. Bunlardan yalnızca birine ağırlık verip ötekini görmezlikten gelmek yahut ikisini birleştirip yeni bir milli Müslümanlık modeli yaratmaya çalışmak, Türkiye’yi çok tehlikeli bir sosyal kutuplaşma içine sokacaktır. Eğer Türkiye’nin gerçekten laik ve demokratik bir ülke olarak kalması, sosyal bir barışın bütün kesimleriyle Türk toplumunu kucaklaması isteniyorsa, hangi mevkide olursa olsun hiç bir kimsenin, hangi siyasi eğilimi temsil ederse etsin hiçbir çevrenin, kısaca devleti temsil eden hiçbir şahıs, kurum ve kuruluşun, toplumu bu tür gereksiz yönlendirmelere sokmaya hakkı olmaması gerekir. Milli birliğimizin ve bütünlüğümüzün mührü olan mukaddes benzeyişlerden ve müştereklerden en olmayacak sonuçları, farklılıkları, nifakları ve bölünmüşlükleri çıkarmak hünerini (!) hiçbir milletin münevveri beceremezken, bizim epeydir düşünce hayatımıza musallat olan ve farkında olmaksızın münevverleri de peşine takan bir yarı- aydın zümrenin bu yolda mesafe alma gayretleri, millet hayatında küçümsenmez yaralar açacak bir istidat gösteriyor. Bunu önleme vazifesi gerçek münevverlere düşmektedir. Sokağa, medyanın bazı cahil veya kasıtlı yorumcularına, bazı köşe yazarlarına ve ucuz meydan hatiplerine terk edilemeyecek kadar ciddi bir konuyu, gerçek münevverlerimiz, üniversitelerimiz, kültür adamlarımız, ilâhiyatçılarımız ve nihayet hepsinden önemlisi devlet sorumluluğu taşıyanlarımız aynı ciddiyetle ele almalı, gereğine tevessül etmeli, öncülük ederek yanlış anlamları gidermeli, bütün kesimleriyle milleti kucaklamalıdır. |
Yazar: | orkun [ 06.10.10, 19:19 ] |
Mesaj Başlığı: | Re: "Türk Müslümanlığı" Tartışmaları |
Turk Muslumanligina niye karsiyim? Mustafa Armağan Ahmet Kabakli hoca icin 90′li yillar gercek bir “ikinci bahar” oldu bana gore. Yillarin tecrubesinden imbikledigi tahlillerini klasik sagci-”muhafazakar” cizginin devlet-toplum ozdesligine dayanan butuncu soyleminden dikkat ayirarak usta isi yazilar yaziyor bir suredir Turkiye’de. Son birkac gundur yazdiklari ise Turkiye Muslumanligi tartismasinin birlestirici degil, tam tersine bolucu bir kamplasmaya gitme egiliminde olduguna dikkat cekiyor ve konunun bir partinin “Aleviler”den oy alabilmek ugruna gundeme getirildigini hatirlatiyordu. Ayni konuya Radikal’den Hasan Bulent Kahraman da Aleviligin devletin yeni dini olarak Turk Muslumanligi seklinde formule edildigini soyleyerek temas ediyordu. Turk Muslumanligi tartismasinin siyasî boyutu boyle tecelli ederken, kulturel boyutta konuya yaklasanlarin tezleri ise genellikle Yahya Kemal’in Turk Istanbul fikri etrafinda gelistirdigi estetize edilmis Muslumanlik anlayisina istinad ediyordu. Bu yazarlara gore bize ait bir Musluman duyarlik, bize mahsus orf ve âdetler, daha hosgorulu, daha genis bir Islamiyet yorumu gerceklesmistir Turkiye’de (ozellikle Istanbul’da). Oyleyse, diye dusunmektedirler, bu zaten var olan yorumu ihya etmek suretiyle son yillarda Islam anlayisimizi deforme eden Arap ve Iran Muslumanligina bir alternatif olarak Turk Muslumanligi gundeme getirilmelidir. Dogrusu benim -yine altini cizerek soyluyorum- kulturel duzeyde bir Turk veya Turkiye Muslumanliginin gundeme getirilmesine hicbir itirazim yok. Hatta sehirle ilgili yazilarimda zaman zaman Istanbul’un, Bursa’nin bize mahsus cizgilerini israrla vurguladigimi okuyanlar hatirlayacaktir. Hatta hatta Islam’in yerlestigi topragin kulturuyle halluhamur olmasini, onun renk ve kokusunu almasini degil, almamis olmasini bir eksiklik olarak gordugumu soylemek istiyorum. Boyle bir kaynasmayi gerceklestirmeden Islam’i -veya herhangi bir dini- kabul etmis bir toplulugun var olacagini da, en basta kulturun tanimina aykiri olacagi gerekcesiyle muhal goruyorum. Peki niye karsi ciktim Turk Muslumanligi ‘projesi’ne? 1) Bu proje, aslinda Ittihat ve Terakki ile siyasî sahibini bulan, Cumhuriyet’le birlikte zirvesine cikan milliyetci ideolojinin gudumunde gelistirilmis ve Ziya Gokalp’in dogrudan etkisiyle vucut bulmus Turklestirme projesinin biraz demode bir kopyasi oldugu icin. 2) Sahici bir toplumsal mesruiyet temeli bulunmadigi, tepeden inmeci bir anlayisla dayatildigi icin. 3) Din gibi bir toplumun en hassas olunmasi gereken bir kurumu uzerinde son birkac yildir artarak uygulanmakta olan manipulasyonun devami mahiyetinde oldugu icin. 4) Din ile kulturu birbirine karistirdigi, daha dogrusu dini kulture indirgeme gayretlerine, dinin mesruiyetini kulture irca ederek asli kaynaklariyla baglantisini koparmaya matuf bir girisimin (kulturel Islam) muteakip adimlarindan birisini teskil ettigi icin. 5) Her seyden onemlisi de, mefhum-i muhalifinden yola cikarak bir Kurt Muslumanligi, Cerkes Muslumanligi, Laz Muslumanligi gibi kendisine “otekiler” (hasimlar) uretmeye musait bir terim oldugu icin. Bu siklari teker teker acmak ve hepsini genisce tartismak isterdim; ancak simdilik konuyu tadinda birakmakta yarar goruyorum. |
Yazar: | orkun [ 06.10.10, 19:22 ] |
Mesaj Başlığı: | Re: "Türk Müslümanlığı" Tartışmaları |
“Türk Müslümanlığı” Kavramına Nasıl Bakılmalı? Selim Sönmez Friederich Nietzsche şöyle der : “Her felsefe aynı zamanda bir felsefeyi gizler; her kanı bir sığınaktır, her kelime bir maske”. Kelimeler ve kavramlar doğru anlaşılıyorsa, bir gerçeğin öğrenilmesine yardımcı olur. Şayet böyle değilse, işte o zaman gerçeğin önünde bir “maske” olur. “Türk Müslümanlığı” kavramı da gerçeğin önünü örten, bir “maske” işlevini üstlenmiş görünüyor. Sağlıklı bir zeminde tartışılmasında büyük yarar olan bu kavramı, otoriter-Kemalist zihniyetin manipüle etmesiyle kaygan bir zemine taşındığını görüyoruz. Biz bu çalışmamızda, ortamın bütün kayganlığına rağmen, “Türk Müslümanlığı” kavramının “olması gerektiği yeri” ve bir “modernleşme ideolojisi” olarak “taşınmak istendiği yeri” tesbite çalışacağız. Bunu yaparken şu soruların cevaplamış olacağımızı ümit ediyoruz. “Türk Müslümanlığı” islam’ın yerel-evrensel çizgideki yeriyle ne ölçüde ilgilidir? Kavramın “modernleşme ideolojisi” olarak algılanması gerçeği yansıtır mı? Yoksa “Türk Müslümanlığı” “olgu” ve “kurgu” arasında dolaşan, bakan kişinin gözlüğünün rengine göre, şekillenen bir kavram mıdır? Yerellik ve “Türk Müslümanlığı” “Türk Müslümanlığı” yerel-evrensel tartışmalarının, merkezinde yer alan bir kavramdır. Ancak ne ölçüde yerel öz taşıdığı tartışılabilir. Post modern anlayışın, yerel kültürlerü önceleyen yaklaşımı, bu kavramı popüler etmiş olabilir, fakat, “Türk Müslümanlığı” özü itibariyle, posmodernist anlayıştan çok modernist bir ruh taşımaktadır. Bir ulus-devletde yaşayanların homojen bir topluluk olduğunu kabul etmek realiteden uzaktır. Zaten yerellik kavramının tanımını da iyi yapmak gerekiyor. “Ulusal”lıkla özdeşleştirilen bir yerellik, kendi iç çelişkilerini gizliyor demektir. O halde, yerel de kendi içinde eşitsizsiklere hiyerarşilere sahiptir. Üstelik her yerellik içinde sınırsız sayıda farklı yerellikler, şehirler, kasabalar, mahalleler ve hane kültürleri bulmak mümkündür. Çoğu kez yerel kavramı ulusal düzeyle özdeşleştiriliyor. Yerel kavramı ulusallıkla tanımlanarak küreselin karşısına konup, bir ikiliğin içine yerleştiğinde, yerellik düzeyinin iç çelişkileri de görünmez kalıyor.1 Ulusal düzeyde bir yerellik anlayışının için de barındırdığı çelişkiler, “Türk Müslümanlığı” kavramını kaçınılmaz olarak, tartışılır hale getirir. İslam’ın yerelliğe ne ölçüde razı olduğu sorusundan önce, aynı ulusal kimlik içindeki sayısız yerel duruşlar, toplumun içindeki öbek öbek farklılıkler, “Türk Müslümanlığı” argümanının temelden yanlış olduğunu gösterir. Dünyadaki çeşitli Türk ülkelerindeki islamın yaşanışını yada Türkiye’de İslam’ın yaşanışını kesin kodlarla ifade etmek mümkün değildir. Öyle ise ulusal sınırlar içinde İslam’ın yaşanış uslübunu, “Türk Müslümanlığı” şeklinde tanımlarsak, Edward Said’in dediği gibi, “tanıdık toprakların güvenliğiyle bizi kuşatan sınırlar ve engeller aynı zamanda hapishaneler haline gelebilir.” O halde sadece etnisiteyi temel kabul ederek, İslam’ı yaşamadaki farklılıkları izah edemeyiz. Farklı üslüpların oluşmasında milliyetlerin yanında, iklim ve yer şekilleri gibi, coğrafi umurlarla diğer toplumsal faktörleri dikkate almak zorundayız. “Milletlerin istidadına, göre ahkam tahavvül eder” İslam’ın sunduğu hayat tarzı, yerel değerleri inkar etmediğine göre yerel-evrensel dengesi nasıl kurulabilir? Sorusu akla gelecektir. İslam’ın evrensel mesajlar taşıması, coğrafi ve toplumsal özellikleri inkar ettiği anlamına gelmez. İslam hukukunda, karşılaşılan yerel sorunlara yeni olaylara çözüm aranırken yerel unsurlara başvurulur, kıyas yoluyla çözüm bulunur. Ayrıca örf ve adetler, hukukun dört temel delilinden sonra gelen “fer’i delillerden”dir.2 Örf, nassa aykırı olmamak şartıyla muteberdir. Bu konuda Mecelle’de, “Örfen maruf olan şey, meşrut kılınmış gibidir.” (s.43), “Örf ile tayin, nass ile tayin gibidir.” (s.45) şeklinde ilkeler vardır. Bu ilkeler yerel değerlerin, teorik hukuktaki yerini tespit açısından önemlidir. Hanefi alimleri, hüküm veren kadıların, halkın örf ve adetlerini bilmesini kadılığın vasıflarından saymışlardır. Pratik hayatta, yasaklar belirlenirken, halkın temayülleri dikkate alınmıştır. Adetlerin değişmesi ile hükümlerinde değişeceği kabul edilmiştir.3 Bediüzzaman Said Nursi, Risale-i Nur’ da halkın eğilimlerini ve yerel özellikleri önemsemiştir. Hatta farklı mezheplerin ortaya çıkması bile, bir bakıma yerel değerlerle açıklanmıştır. “Asırlara göre şeriatlar değişir, milletlerin istidadına göre ahkam tahavvül eder. Çünkü ahkam-ı şer’ iyenin teferruat kısmı ahval-i beşeriyeye bakar, ona göre gelir ilaç olur” 4 denilerek “ahkam-ı şer’ iye”nin teferruat kısmının zaman ve mekan bağlamında değişebileceği vurgulanmıştır. Ancak, buradaki yerellik “ulusal” bağlamda ele alınamaz. Asıl vurgulanan sosyal hayattaki farklılıklardır. Hayat biçimindeki değişikliklerdir. Şafi mezhebinin muamelatı ele alışı “köylü-bedevi” insan topluluklarını dikkate almalarıyla ilgili olduğu gibi, Hanefi mezhebinin, muamelatı ele alış biçimi “şehirli-medeni” toplumsal grupları dikkate almalarıyla ilgilidir.5 Burada dikkate alınması gereken husus, yerelliği belirleyen temel ilkenin, etnisite veya “milliyet” kavramı değil, toplumsal yaşam biçimleridir. Şöyle bir sonuç çıkarılabilir: Şayet Türklerin yaşadığı her yerde yaşama biçimleri aynı olsaydı, o zaman “Türk Müslümanlığı” kavramının temel kodlarını belirlemek mümkün olurdu. Ancak Türklerin yaşadığı yerlerde coğrafyaya bağlı olarak görülen farklılıklar, yaşam biçimlerini de değiştirmiştir. Burada “ulusal” bağlamda bir Müslümanlık üslubundan çok, bütün yerel renklerin oluşturduğu bir Müslümanlık anlayışından söz edebiliriz. “Türk Müslümanlığı” kavramındaki “Türk” kelimesini, “Türk Vatandaşı” olarak algılasak, “Türk Müslümanlığı” kavramı yine doğru olmaz. Çünkü, Türkiye’nin farklı coğrafi bölgelerindeki yerel farklılıklar, İslamı yaşama üsluplarını da değiştirmiştir. Kavramı doğru kabul edebilmemiz için, Türkiye’nin bazı bölümlerinde yaşanan İslam’ı kastetmemiz gerekir ki, bu da tekellüflü bir yorumdur. Bütün bunlardan şu gerçek ortaya çıkıyor: Bu kavramı ortaya atanların kasıtları İslam’ın yerelliği kabul eden anlayışı çerçevesinde bir değerlendirme değildir. Ayrıca, sosyolojik bir vakıa olarak Türkiye’de yaşanan İslam da kastedilmiş olamaz. Çünkü sosyolojik realiteler, Türkiye’de tek bir İslami olgunun varlığından çok, bütün farklılıkları kabul eder. O halde bu kavramın öne çıkarılmasında, bütün ,Türkiye’de yaşanılması arzulanan, ilkeleri, bazı “otoriter gruplar” tarafından belirlenen, bir Müslümanlık anlayışının amaçlandığı görülüyor. Bu tür yaklaşımları, Osmanlı Devleti’nin son yıllarından itibaren teorik olarak, Cumhuriyet devrinde de çeşitli pratikler halinde görüyoruz. “Dinde reform” sloganıyla ifade edilen bu çabalar, Cumhuriyet’ in ilk yıllarından itibaren gündemdedir. “İslamiyette Dini Bir İnkılap” 1924 yılı yeni Türkiye’de siyasal İktidarın dine bakışının önemli bir kırılma noktasıdır.6 Kurtuluş Savaşı yıllarında , hem İstanbul Hükümeti, hem de TBMM dini referans aldıklarını, dinin ferdi, sosyal ve siyasal etkilerinden yararlanmaya çalıştıklarını göstermişlerdir. Kurtuluş savaşından sonra, Lozan Antlaşması ile, başlayın dönemde, yeni siyasal iktidarın iç politikaya yönelik tezleri uygulanmaya başlanmıştır. Yeni Türkiye’nin siyasal elitleri, siyasal, toplumsal ve kültürel işlerde İslam’ın görünümlerini yok etmeyi amaçlıyorlardı. “Böylece İslamiyeti , çağdaş batılı ve bir ulus devletteki dinin rolüne dönüştürürken, Kemalistler aynı zamanda dinlerine daha modern ve daha milliyetçi bir şekil vermeye çalışıyorlardı.” 7 “Dine milliyetçi bir şekil verme” çabaları 1925 sonbaharında, “ibadeti zamana uydurmak” şeklinde ortaya atıldı. Bu görüşlerin ilk somut görünümü 20 Haziran 1928′de Vakit Gazetesinde yayınlandı. İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi uzmanlar komisyonu tarafından hazırlanan rapor, dinin ferdi, toplumsal ve siyasal alandaki görünümlerine yeni biçimler kazandırıyordu. Komisyon başkanı Profesör Köprülüzâde Mehmet Fuad’a göre öteki alanlarda görülen “aktif gelişme sürecine” din de uydurulacaktı.8 Dini, “aktif gelişme sürecine” uydurulabilmek için, “bütün içtimai müesseselerin millileşmesi” çerçevesinde yenilikler tasarlanmıştı. Buna göre, mabetlerde sıralar, elbiselikler ihdas edilmeli ve içeriye temiz ayakkabılarla girilmeliydi. İbadet, dua, hutbe ve ayinler Türkçe olmalı mabetlerde ilahi mahiyetinde asri ve enstrümental musiki icra edilmeliydi.9 Her ne kadar, aşırı tepki dolayısıyla bu komisyon dağıtılmış ise de, komisyonun kararlarını hayata geçirme çabalarından vazgeçil-memiştir. 5 Şubat 1932′de Hafız Sadeddin Süleymaniye camiinde ilk tam Türkçe hutbesini okudu. 1932′de başlayan Türkçe ezan denemeleri, 6 Mart 1933 tarihinde Diyanet İşleri Başkanı Rifat Efendi’nin tebliğiyle mecburi hale getirildi. 1932 yılı devlet bütçesinden, Hadis derlemeleri ve Kuran’ın Türkçe’ye çevrilmesi için dört bin lira ayrıldı. Dinde Reform: Protestanlar ve Kemalistler Kemalist reformcuların, “dinlerine milliyetçi bir şekil verme” çabalarında iki argüman kullandıkları dikkat çeker: Bunlardan ilki, reformların dini meşruiyetine dair fetva arayışlarıdır. Bu şekilde, din adamlarının dinde reform tasarılarına olumlu baktıkları belgeleniyordu. İkincisi ise, benzer bir inkılabın Avrupa’da da meydana geldiği söylenerek, gelişmek için onların taklit edilmesi gerektiği yönündeki tezlerdir. Bu argümanların din adamları tarafından ele alınıp değerlendirilmesi gerekiyordu fakat toplumun bütün kesimlerinin sindirildiği bir dönemde çok sesliliğin olması elbette beklenemezdi. O yıllarda, (1926-1936) Isparta’nın küçük bir kasabası olan Barla’da ikamete mecbur edilen Bediüzzaman bu konuları ele alarak analiz etmiştir. İmam-ı Azam’ın10 fetvasını temel yaparak Türkçe ibadete cevaz verenleri, “ulemaü’s-su” 11 şeklinde adlandıran Bediüzzaman, o fetvanın, “beş cihetle hususi” olduğunu, şimdi kullanılamayacağını belirtiyor, şimdi kullanılması halinde bunun dini terketmek olacağını söylüyordu. Çünkü, İmam-ı Azam’ın fetvasının İslam merkezinden uzakta olanlar için geçerli olması, isteğin hakiki ihtiyaçtan kaynaklanması, Farsça’nın rivayetlerdeki-cennet lisanı olduğuna dair-özel konumundan kaynaklanması, Fatiha’yı bilmeyenin namazı terketmesinin önlenmek istenmesi, iman kuvvetinden kaynaklanan kutsal anlamları anlama çabası gibi özel şartlardan kaynaklanıyordu.12 Reformcuların kullandıkları ikinci argüman, 16. yüzyılda Avrupa’da meydana gelen Protestan hareketleridir. Kemalist reformcular, Avrupa’da görülen reform hareketlerini örnek alarak benzer yenilikler yapmayı tasarlıyorlardı. Taklit etmeye çalıştıkları, Avrupa’da, “milli din” ler reform hareketleri sonucunda ortaya çıkmışlardı. 16. yüzyılda, Martin Luther ve Jean Calvin’in başlattığı hareket, Katolik Kilisesi’nin, dini fonksiyonlarından uzaklaşarak baskıcı ekonomik ve siyasi hakimiyat kurma çabalarını hedef almıştı. Habuki İslam’ın teokratik özellikleri olmadığından kıyas doğru değildi. Bu açıdan Luther’in tavrı ile İslam dünyasındaki reformistlerin tavrı nitelik olarak tamamen farklıydı. Böyle bir pratiği islam dünyasında uygulama imkanı da yoktu. Almanya’da Luther’in başlattığı hareket bütün Avrupa’ya yayılarak geleneksel Katolik Kilisesinin ilkelerinde köklü değişikliklere neden oldu. Bu değişim, Avrupa’yı o zamana kadar bir arada tutan değerlerin yıkılmasına, sebep oldu. Reformla başlayan dönemde, uzun yılar devam eden din savaşlarının- her ne kadar birçok popüler neden varsa da- görünüşteki nedenleri yeni milli dinlerini kurmaktı. İspanya’nın Katolik kralına isyan ederek Kuzey Hollanda’yı birleştiren Kalvinist reform inancını izlemelerivle kralla giriştikleri uzun çatışma, Hollandalılara yalnızca bağımsızlığı değil, güçlü bir Hollanda milliyetçiliğini de kazandırdı. Keza, İskandinavyalıların Lutherciliği kabul etmesi, Danimarka’nın ve İsveç’in milli monarklarını mevkice yükseltti; ve İsveç’i kıtadaki özel haçlı elebaşısı haline getirdi. İngiltere’de Protestanlık baştan beri milli bir biçim almıştı. Anglikan Klisesi’ni milli monarklar kurmuş, milli vatanseverlik yaşatmıştı.13 Öyle ki Protestanlık milliyetçilik ve vatanseverlik ile beraber düşünülüyor; Katolikler ise vatansever olmaktan uzak görülüyordu. Tabi ki Katolik ülkeler için durum değişikti. Onlar da Katolikliği vatanseverlik olarak yorumlu-yorlardı. Yani, Protestanlık, İngiltere veya İsveç’te milli vatanseverliğin ne kadar sembolü ise; Katoliklikte İspanya ve Fransa için öyleydi. Bu süreçte ister Protestan olsun, ister Katolik bütün Avrupa ülkelerinde milliyetçilik gelişmişti. Avrupa’da da başlangıçda reformistlere “mürted” denilmiş fakat daha sonra Hıristiyan olarak kabul edilmişlerdi. Öyle ise, İslamiyette de yapılacak reform uzun vadede başarıya ulaşabilirdi.14 Bediüzzaman bu argümanı İslamın ve Hıristiyanlığın gerçeklerine uymadığını belirtir. Çünkü Hıristiyanlıkta sadece dinin esasları Hz. İsa’dan alınmış; sosyal hayat ve dinin ayrıntıları, Havariler tarafından genellikle geçmiş semavi kitaplardan derlenmeşti. Bu açıdan, Hıristiyanlıkta sonradan oluşturulan toplumsal meseleler değişse bile, Hıristiyanlığın özü zarar görmeyebilirdi. Fakat İslamiyette ölyle değil. Hz. Peygambir dinin en küçük ayrıntılarına kadar, yaşamış ve örnek bir hayat sunmuştu. Bu açıdan, ayrıntıların bile değiştirilmesi esasın zarar görmesine neden olacağından, İslam’da reform yapmak mümkün değildir. Avrupa’da birçok toplum kendine has mezhepler geliştirdiğine göre, Türklerin de kendilerine has bir din anlayışı yani “Türk Müslümanlığı” olabilirdi. Bu amaçla Cumhuriyetin başından bu yana çeşitli dinde reform tartışmaları olmuştur. Devletin Yeni Dini: “Türk Müslümanlığı” 1930′lu yıllarda, yapılan bu tartışmalar, uygun şartların oluştuğu her dönemde yeniden gündeme gelmiştir. 28 Şubat sürecinin otoriter karakteri bu tartışmaların yeniden başlamasına neden olmuştur. Dönemin başbakanı Mesut Yılmaz’ın, “Dinimizin ithal Arap ve Acem karışımı gerici zihniyetlerin etkisinden kurtarılması gerekir.”sözlerinden sonra, Hava Kuvvetleri Komutanı İlhan Kılıç, Gaziemir’de “Türk Müslümanlığı”ndan bahseden bir konuşma yaptı. Kılıç konuşmasında, “Güzel dinimizin çağdaş Türk Müslümanlığının rengini karartmak isteyenlere önem ve fırsat vermeyin” sözleri dinde reform tartışmalarını yeniden gündeme taşıdı. Zaten, İlhan Kılıç, bir cenazede Kur’ân’ın aslını okuduktan sonra, mealinide okuyan hocaya “Arapçasını anlayamıyoruz, Türkçesi okundu ne kadar güzel oldu.” Diyerek zaten okunmakta olan Kuran meallerini yeni bir uygulamaymış gibi göstermişti. Konu üzerine yapılan tartışmalar, her düzeyde sürdü. Bir çok yazar 30′lu yıllardaki özlemlerini hatırladılar.15 Özel hayatlarında dinin yansımalarını taşımayanlar Türkçe ibadetin kazandırdığı feyzlerden bahsettiler. İşin ilginç bir yanı da, 30′lu yıllarda ki teklifin yapıldığı İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi yine gündemdeki yerini koruyordu. Bu defa dekanı aracılığıyla “Kuran Müslümanlığı” adı altında, geleneksel İslamın kabul edemeyeceği fikirler medya yoluyla topluma dayatılıyordu. Bu arada, İslamın yerel özelliklere ne ölçüde izin verdiği sorusu, ortamın kayganlığından dolayı yeterince cevap bulamadı. “Türk Müslümanlığı” üzerine çalışma yapanların birçoğu, konunun “toplumsal bir proje” olarak algılandığını söyleyerek, konunun entellektüel bir tartışmanın şartlarını zorladığını ifade ediyorlardı. Sonuç İslamiyet evrensel mesajlar içermesine rağmen, yerel değerleri de ihmal etmemiştir. Ancak yerelliği tek unsurla değerlendirmemiş, toplumsal yapıdaki bütün farklılıkların hayat biçimindeki yansımalarını temel islami naslara aykırı olmamak şartıyla, muteber saymıştır. Sosyolojik anlamda “Türk Müslümanlığı” kavramını yukarıda ifade edilen yerellik çerçevesinde ele almak, bazı çelişkileri beraberinde getirir. Bu çelişkiler Türk toplumlarının homojen bir toplumsal yapıda olmamasından kaynaklanmaktadır. Kavramı bütün Türkiye’yi kapsayan bir İslam anlayışı olarak da kabul edemeyiz. Çünkü, Türkiye’de toplumsal yapı açısından bir çok farklılıklara sahiptir. Bu kavramı, Cumhuriyet’in başından bu yana modernist-otoriter iktidarlar tarafından kotarılmaya çalışılan “toplumsal mühendislik projesi” şeklinde tanımlamak en doğrusudur. Cumhuriyet’in başından bu yana “dinde reform” çabalarıyla tartışılan bu konular, 28 Şubat sürecinde, “Türk Müslümanlığı” aktüel ismiyle karşımıza yeniden çıkmıştır. Dipnotlar 1. Meltem Ahıska,.”Medya,Küresellik ve Yerellik, Toplum ve Bilim, S. 67,İstanbul, 1995, s. 16.) 2. Osman Keskioğlu, Fıkıh Tarihi ve İslam Hukuku, Ankara, 1980, s. 35 3. Keskioğlu, Age., 36 4. Sözler, s. 447 5. Sözler, s. 448 6. Gotthardh Jaschke, Yeni Türkiye’de İslamlık, Ankara, 1972, s. 39 7. Bernard Lewis, Modern Türkiye’nin Doğuşu, Ankara, 1984, s. 408 8. Jaschke, Age., s. 41 9. Jaschke, Age., s. 40 10. İmam-ı Azam “ihtiyaç olsa, diyar-ı baidede (uzak diyarlar) , Arabî hiç bilmeyenlere, ihtiyaç derecesine göre, Fatiha yerine Farisî tercümesi cevazı var” şeklinde fetva vermiştir. 11. Kelime anlamı “kötü alimler” demek olan “ulemaü’s-su” kelimesi ile siyasi iktidarın etkisinde kalarak onların istediği istikamette fetva veren alimler de kastedilmiştir. 12. Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat, Almanya, 1994, s. 420 13. Carlton J. H. Hayes, Milliyetçilik: Bir Din, İstanbul, 1995, s. 61 14. Mektubat, s. 421 15. Bu konuşma 31 Ağustos 1998 tarihli Sabah Gazetesinde yer aldıktan sonra bir çok köşe yazarı konuyu değerlendiren makaleler yayınladılar. Mesela, 23 Eylül 1998 tarihli Cumhuriyet Gazetesinde, Ahmet Taner Kışlalı şöyle yazıyordu: Arapça dualar beni pek etkilemiyor…Ama Türkçe mevlidden duygulanıyorum. Arapça ezan beni etkilemiyor…Ama çocukluğumun Türkçe ezanını unutamıyorum. Bir Yasin suresinin Arapçasını dinleyin….Bir de Atatürk’ün yaptırdığı Türkçe’sini: “O, her şeyi yaratan, gören, bilen, bildiren; Ol deyince olduran, öl deyince öldüren. Onunla var oldunuz, Onunla gerçeksiniz. Ondan kopup geldiniz, Ona döneceksiniz.” http://www.koprudergisi.com/index.asp?B ... &SayiNo=66 |
1. sayfa (Toplam 2 sayfa) | Tüm zamanlar UTC + 2 saat |
Powered by phpBB © 2000, 2002, 2005, 2007 phpBB Group http://www.phpbb.com/ |