sufiforum.com http://sufiforum.com/ |
|
“Tuhfetür-reddiye Alâ Mezheb-i Said-il Kürdiye” http://sufiforum.com/viewtopic.php?f=153&t=6385 |
1. sayfa (Toplam 1 sayfa) |
Yazar: | ankebut [ 17.11.11, 12:39 ] |
Mesaj Başlığı: | “Tuhfetür-reddiye Alâ Mezheb-i Said-il Kürdiye” |
Meçhul bir yazar, “Tuhfetür-reddiye Alâ Mezheb-i Said-il Kürdiye” diye bir broşür neşretti. Bunun muharriri olarak ta “Osmanlı devrinin sabık Şeyhülislâmı Mustafa Sabri”yi gösterdi. Gûya merhum Mustafa Sabri Efendi bu broşürü hayatında yazmış, fakat öldükten sonra neşrini vasiyet etmiş. RİSÂLE-İ NUR MUARIZI YAZARLARIN İSNADLARI HAKKINDA İLMÎ BİR TAHLİL EŞREF EDİB Risâle-i Nur eserleri, Kur’an-ı Kerim ve Hadis-i Şeriften ilham alınarak, bir takım esrarı ilmiye ve hikemiyenin izahları yapılmış, küçük ve büyük insan kitlelerini gafletten ikaz, fikrî ve şehevanî dalâletten, su-i i’tikad ve su-i ahlâk girivelerinden kurtarmak, vatandaşları İslâmî itikad ve ibadetlerin ifasına, Kur’an-ı Kerim ve Sünnet-i Nebeviyeye ittibaa teşvik ve tergip eden ifadelerden ibarettir. Diyanet Riyaseti * * * Nurcu lideri, politikacı değil, bir din mürşidi, bir ahlâkçıydı. Üzerinde durduğu fikirlerle iktidarı aramıyordu. Vicdanları tasfiye eylemeğe çalışıyor, dinin tarif ettiği mükemmel insanı arıyordu. Orhan Seyfi Orhon * * * Üç yüz küsur mahkemenin, binden fazla hâkimin, bir o kadar da ehl-i vukufun verdikleri beraet karariyle Risâle-i Nurun hakaik-i imaniye ve Kur’aniyenin tebyin ve teşrihinden ibaret olduğu ve kanunlara aykırı bir noktası bulunmadığı hakkında icma-ı hükkâm hasıl olmuştur. Önsöz Eşref Edip merhum elli yıllık neşir hayatıyla İslâm dinine, Kur’ân ve imâna hizmet etmiş ilk gazetesini 14 Ağustos 1908 tarihinde Sırat-ı Müstakîm adıyla çıkarmıştır. O devrin ileri gelen İslâm ulemâsının çok nâdide eserleri, Sırat-ı Müstakîm'de neşredilmiştir. Kurtuluş Savaşı’nda şahsiyle ve gazetesiyle, İstanbul’da büyük hizmetler ifa etmiş ve Bediüzzaman Hazretleriyle o zamanlardan beri yakın alâka içinde ve kendisine talebelik ve cihad arkadaşlığı yapmıştır. Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin Kuva-yı Milliye hizmetlerinde Eşref Edib’le münasebetlerini anlattığı bahis şöyledir: “İstanbul’u işgal eden İngilizlerin başkumandanı, İslâm içinde ihtilaf atıp hattâ şeyhülislâm ve bir kısım hocaları kandırıp birbiri aleyhine sevk ederek itilafçı, ittihadçı fırkalarını birbiriyle uğraştırmasıyla Yunan’ın galebesine ve harekât-ı milliyenin mağlubiyetine zemin hazırladığı bir sırada, İngiliz ve Yunan aleyhinde "Hutuvat-ı Sitte" eserimi Eşref Edib’in gayretiyle tab' ve neşretmek ile o kumandanın dehşetli plânını kıran ve onun i'dam tehdidine karşı geri çekilmeyen… " (Şualar sh: 448) Nur Risalelerinde ve Bediüzzaman'ın mektuplarında Eşref Edip'ten senâ ile bahseden kısımlar vardır. Ezcümle: “Eşref Edib kırk seneden beri iman hizmetinde benim arkadaşım ve Sebilürreşad'da makale yazan ve şimdi vefat eden çok kıymetli kardeşlerimin mümessili ve hakikî İslâmiyet mücahidlerin-den bir kardeşimdir ve Nur'un bir hâmisidir. Ben vefat etsem de Eşref Edib, Nurcular içinde bulunmasıyla büyük bir teselli buluyo-rum.” (Emirdağ Lâhikası-II sh: 35) Sebilürreşad'ın 50. yıldönümü vesilesiyle Bediüzzaman Hazretlerinin Eşref Edip'e gönderdiği tebrik mesajı ise şöyle başlamaktadır:"Aziz, muhterem, sıddık, envâr-ı İslâmiyeyi elli seneden beri neşreden, hakaik-i İslâmiyeyi ehl-i dalâlete karşı müdafaa eden ve elli seneden beri benim maddî manevî bir hakikî kardeşim ve meslektaşım, Eşref Edip!...” (Son Şahitler 1 C. sh: 171) Bediüzzaman'la alâkalı olarak neşredilmiş üç tane kitabı vardır: Risale-i Nur Müellifi Said Nur ve Nurculuk (1952), Bediüzzaman Said Nur ve Nurculuk, Tenkid, Tahlil (1963), Risale-i Nur Muarızı Yazarların İsnatları Hakkında İlmî Bir Tahlil (1965).İşte bu eseri 27 Mayıs sonrası Risale-i Nur aleyhinde açılan kampanyaya, fıtratındaki hamiyet-i âliyenin gereği olarak sessiz kal-mamış, cevap yazmış ve bunu neşretmiştir. Müfterilerin isnadlarını çürütmüş ve yalan ve sahtekârlıkları bir bir delillerle ortaya koymuştur. Bu isnadları yapanları cevap veremiyecek şekilde susturmuştur.Şimdi ise aynıya yakın isnad ve iftiralar yine ortaya atılmaktadır. Biz Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri ve Risale-i Nur Külliyatının hukukunu korumak ve “bekçi, muhafız” vazifemizin gereği olarak muhterem Abdülkadir Badıllı Ağabeyin hazırlamış olduğu “Güneş Üflemekle Sönmez” kitabıyla birlikte tekraren bu eseri yayınlıyoruz. Tâ ki insaflı olanlar doğruyu bulsun, dostlar müteessir olmasın ve art niyetliler de bir daha böyle iftiralara cesaret edemesinler..Gayret bizden tevfik Allah’dan… İTTİHAD YAYINCILIK TAKDİM Risâle-i Nur eserleri, müellifi ve talebeleri hakkında çok yazılar yazıldı. Fakat maalesef çoğu garazkârane. Yazarlar arasına karışan bir takım Profesör, Doçent ve Asistanlar da kalemlerini bu husumet ve garezden kurtaramadılar; küfür ve isnatla kalemlerini lekelediler. Halbuki dünyanın hiçbir yerinde, bilhassa Üniversite hocaları arasında, ilmin haysiyet ve şerefini çiğnemekten sakınmıyan kimselere rastlanmaz. Başı boş bir takım yazarlar, kalemlerini şeref ve haysiyetle ilgili addetmiyebilirler. Fakat bir Profesör’ün, bir Doçent’in veya Asistanın bu derekeye düşmesi çok hazindir; mensup oldukları müessesenin vekar ve edebiyle aslâ kabili telif değildir. Her hangi bir eser hakkında tenkit ve tahlil yapılabilir. Fakat bunun bir usulü, bir edebi vardır. Bu usul ve edep haricine çıkılırsa o, tenkit ve tahlil olmaktan çıkar, bir paçavra olur. Hele ilmî bir müessese mensupları bunu yaparsa o müesseseye intisap şerefini bizzat kendileri red ve inkâr etmiş olurlar. Bu eserlerin Müslüman halk arasında geniş bir rağbete mazhar olmasının sebep ve sâiki nedir? İhtiva ettiği fikir ve meselelerin ilmî ve içtimaî mahiyeti nedir? Müellifin mesleki ilmîsi nedir? Eserinde ne dereceye kadar muvaffak olmuştur? Bunlar, her türlü garezden âzâde olarak, kemâli bitarafı ile ilmî bir surette tetkik ve tahlil olunur. Hataları varsa bu da ilmî bir şekilde bir lisan-ı edeble tenkit olunur. Yoksa bir münekkit tavra takınarak küfürbazlığa, düzenbazlığa kalkışmak çok yakışıksız bir şeydir. Bu, din düşmanlığı yolu, komünizm metodudur. Onlar, dinleri yıkmak için din adamlarını çürütmek lâzımdır, derler. Gayeye varmak için her türlü iftira ve isnadı, her türlü düzenbazlık ve sahtekârlığı caiz görürler. Kalblerde Allaha iman akidesi bâki kaldıkça bozguncu ve mülhid umdelerini ortaya sokmak mümkün olmadığı için din ve Allah imanını yıkmak lâzımdır, derler. Bu eserler aleyhinde yazı yazanların hiç birisinde maalesef, hüsn-ü niyet, bîtaraflık göremedik. Baştan başa kıpkızıl bir husumet, kapkara bir garez! Hele bir tanesi havsalanın almayacağı derecede bir düzenbazlık yapmış. İsmini saklayarak hazırladığı küfürnameye başka birinin adını takmış! Bunlar yakışık alır şeyler mi? Bunlara tenkit ve tahlil denebilir mi? İnsanlığa, insanlık şeref ve haysiyetine sığar mı? Medeniyet, ilericilik iddiasiyle kabili telif mi? Hele Üniversite Hocalığına hiç yakışmaz. Üç yüzden fazla mahkemenin, binden fazla hâkim ve bilirkişinin, Yüksek Diyanet Riyasetinin rey ve karariyle müellifinin masumiyeti, eserlerinin Kur’an tefsirinden ibaret bir takım vâiz ve nasihatlardan ibaret olduğu, kanunlara aykırı hiçbir noktası bulunmadığı sabit olan masum bir adama bu kadar insafsızca yüklenmek, sövüp saymak, türlü türlü isnat ve iftiralarda bulunmak, hakaik-i imaniyeyi takviyeye çalışan bu dinî eserleri, kötülemek, bunlara tecavüz ve taarruzda bulunsak reva mı? Bu, adalet ve istikametleri, ehliyet ve seciyeleri, iffet ve faziletleri müsellem olan, her suretle hürmete lâyık bulunan bütün mahkemelerimizi, hâkimlerimizi, Diyanet makamımızı, bîtaraf ihtisas sahiplerini hak ve hakikate aykırı karar vermekle itham etmek demek değil midir? Ne hak ve salâhiyetle bu bozguncu yazarlar adalet müessesemizi bu derece istihfaf ve tahkire lâyık görüyorlar? Bir takım başıboş yazarların dinî, İslâmî bir esere, masum bir din adamına bu kadar haksız, bu kadar insafsız, bu kadar küstahça tecavüzler karşısında insan nasıl lakayt kalır, nasıl tahammül gösterebilir? Bu nâbeca taarruz ve tecavüzler, bu haksız itiraf ve isnatlar, bu yersiz ithamlar karşısında sâkit kalmak, eli kalem tutan Müslümanlar için bir züldür, hak ve hakikati müdafaa bir fariza-i diniyedir; bahusus müellifin yarım asırlık dostu olmak, onun hayat ve fikirlerine, seciye ve salâbetine, ehliyet ve faziletine yakından vâkıf olmak itibariyle bizim için bir vecibe-i insaniye ve vicdaniyedir. Bu küçük eser, mahza bu dinî, bu vicdanî ve insanî saikle kaleme alındı. Ümit ederiz ki hak ve hakikat yolundaki bu izahatımız, iman ve insaf sahiplerini tenvir ve irşat edecek, kızıl bir gayız ve husumetle yapılan iftira ve isnatların tamamiy-le yersiz ve garezkârane olduğunu göstermiş olacaktır. * * * Bu garezkâr yazarların, yazılarını ayrı ayrı mevzu-i bahsedecek değiliz. Onlarla münakaşa beyhudedir. Münakaşa, ehl-i ilimle, ehl-i insafla olur. Gayız ve husumetle onların kalbleri o kadar kararmış, onlar o derece dalâlete sapmışlardır ki artık hak ve hakikat kapıları onlar için kapanmıştır. Biz, onlara karşı değil, ancak hak ve hakikat ehline, gaflete düşürmek istedikleri, saf ve temiz dimağlara hitab ile bu babta ortaya sürülen şeyleri umumî surette, ilmî bir şekilde, birer mesele halinde, tetkik ve tahlil edeceğiz. Ancak bunlar arasında, düzme bir eser vardır ki onun sahteliğini göstermek için ondan bir parça bahsetmek zarurîdir. Bir de bu sahte eseri benimseyen, muhteviyatını üzerine mal eden bir asistan ile bir doktor vardır ki ondan da bir nebze bahsetmek iktiza etmiştir. Bunlar hakkında birkaç söz söyledikten sonra, muarızlar tarafından ortaya sürülen isnatlar, arzettiğimiz gibi, umumî surette, birer mesele şeklinde, tamamiyle ilmî bir surette yegân yegân tetkik ve tahlil olunacaktır. DÜZME BROŞÜR Düzme eser malûm. Meçhul bir yazar, “Tuhfetür-reddiye Alâ Mezheb-i Said-il Kürdiye” diye bir broşür neşretti. Bunun muharriri olarak ta “Osmanlı devrinin sabık Şeyhülislâmı Mustafa Sabri”yi gösterdi. Gûya merhum Mustafa Sabri Efendi bu broşürü hayatında yazmış, fakat öldükten sonra neşrini vasiyet etmiş. Bu düzme eseri tevsik için de sonuna güya “Bağdat, Rabıtat-ül Ulema Cemiyeti Reisi Emced Zehavî” tarafından yazılmış bir takriz mektubu ilâve etmiş. Bu suretle meşhur bir Şeyhülislâm ile mümtaz bir İslâm âliminin isimleriyle bu sahte eseri maskelemiş. Suikastini gizlemek için de türlü türlü şaklabanlıklarda bulunmuş. Eserin başına Arap harfleriyle yazılmış bir besmele-i şerife klişesi koymuş. Uzun uzun hamd-ü senalarda, salât ve selâmlarda bulunmuş. Hasılı abanî sarıklı, uzun tesbihli bir kıyafete bürünmüş, takmış takıştırmış, bir risâle yapmış, Ankara’da ismi var cismi yok bir matbaada bastırıp neşretmiş, bize de bir nüsha göndermiş. Biz bu düzme eseri daha görür görmez sahte olduğunu anladık. Esere takılan ad tamamiyle kaide-i Arabiyeye aykırı, uydurma bir terkip. Mustafa Sabri Efendi gibi bir allâmenin böyle bir hata irtikâp etmesine imkân ve ihtimal var mı? Sonra yaprakları çevirerek biraz göz gezdirdik. Baştan başa hemen her sahifesinin, her cümlesinin düzme olduğu gün gibi aşikâr. Hem o kadar cahilâne, o kadar ahmakça bir sahtekârlık ki hemen suçüstü yakalamak mümkün. Ne yapmış biliyor musunuz? Mustafa Sabri Efendinin vefatından beş altı sene sonra burada basılan Risâle-i Nur eserlerinden sahife rakamları zikrederek fıkralar nakletmiş. 1923 denberi Mısır’da yaşıyan, buraya hiç gelmiyen, 1952 de Mısır’da vefat eden Mustafa Sabri Efendi, 1958 de basılan “İman Hakikatleri”nden, 1957 de basılan “Konferans”tan, 1959 da basılan “Şualar”dan, sahife numarası beyan ederek parçalar nakletmek nasıl olur? Bu ne kadar ahmakça bir düzenbazlık! Ya bu düzme reddiyenin sonundaki “Bağdat, Rabıta-tül Ulema Cemiyeti Reisi Emced Zehavî” namına uydurulan takriz mektubuna ne dersiniz? Bu düzenbazlığı yapan her kim ise “Emced Zehavî” denilen zatın bu uydurma mektubu görünce tekzip edeceğini, bu suretle foyasının meydana çıkacağını hiç düşünmemiş mi? Emced Zehavî, Risâle-i Nur müellifinin pek samimî ve yakın dostu olduğunu, Risâle-i Nur müellifinin 1952 de İstanbul Ağırceza Mahkemesinde beraet ettiği zaman Emced Zehavî’nin, merhumu tebrik ettiğini ve bu tebrik telgrafı Sebilürreşad’ın 1952 Nisan tarihli ve 124 sayılı nüshasında dercedilmiş bulunduğunu bu düzenbaz hiç görmemiş, işitmemiş mi? Bu telgraf aynen şöyledir: “İstanbul’da Sebülürreşad Mecmuasına: “Büyük İslâm âlimi Bediüzzaman Hazretlerinin beraet kararı, bizleri sonsuz bir sevinç içerisinde bıraktı. Bu sevince, vesile olan bu âdil hükme istinaden Türk mahkemesine ve fahrî avukatlarına teşekkürlerimizi, Üstad ve kardeşlerimize, mecmuanız vasıtasiyle, bildiririm” IRAK – Emced Zehavî Emcedi Zehavî’nin İstanbuldaki dostlarından biri, bu düzme reddiyeyi görünce bir nüshasını Bağdat’a Emced Zehavî’ye göndermiş, hemen cevap almış. Şimdi Emced Zehavî’nin bu hakikî mektubu ile broşürdeki onun namına uydurulan sahte mektubu yanyana koyunca artık broşürün sahteliğine başka delil aramağa hacet kalmaz. * * * Düzme broşürde gûya Emced Zehavî tarafından merhum Mustafa Sabri Efendiye gönderildiği beyan olunan sahte mektup aynen şöyledir: “Müellife bir mektup. “Reddiyenizi dikkatle okudum. Alem-i İslâmı yıkmak için çalışan birtakım hainlerin menfur faaliyetlerini yurt dışında tespit etmeniz şayan-ı şükrandır. Aynı kımıldamalar Irak’ta da göze çarpmıyor değildir. İyi bir tetkik mahsulü olan reddiyeniz, bozgunculara karşı aldığımız tedbirlere ışık tutacaktır. Alem-i İslâma tavsiye olunur. Irak’taki Müslümanlar adına selâm ve saygılarımın kabulünü arz ederim.” Irak Rabıta-tül-Ulema Cemiyeti Reisi Emced Zehavî * * * Emced Zehavî’nin âhiren İstanbuldaki dostuna gönderdiği hakikî mektup da aynen şöyledir: “Ahi Fillah, muhterem kardeşim, “Şimdi mektubu âlinizi aldım. Meali gûya Said Nursî Risâlesi üzerine Sabri Efendinin yazdığı şey üzerine ben de reddiye yazdım. Halbuki hiç bu babta malûmatım yoktur. Ne merhum Nursî’ye ait bir risale görmüşüm ve ne merhum Sabri Efendinin ona reddiye yazdığından haberim, malûmatım yoktur. Hepsi iftiradır. Çok size teşekkür ederim ki ismimi tehlikeden kurtaracaksın ve sizden çok memnunum is-mimi muhafaza ettiğinizden ve bu tehlikeden kurtarmaktan memnun olup dua ederim.” 9 Eylül 64 Ahüküm Fillah Emced Zehavî Gördünüz mü meçhul yazarın düzenbazlığını?... * * * Sonra merhum Mustafa Sabri Efendinin İstanbuldaki dostlarından biri de Mustafa Sabri Efendinin Libya’da bulunan oğlu İbrahim Sabri Beye mektup yazmış, bu sahte broşürden bir nüsha göndermiş, aldığı cevap aynen şöyledir: “Azizim efendim, mektubunuzu, içindeki müzeyyif risale karikatürleriyle beraber aldım. Mağfurunleh peder namına neşredilen bu sahte te’liften bendenizi haberdar etmenize teşekkür ederim. Matbuat vasıtasiyle tekzibimden Müslüman efkârı umumîyesini de haberdar etmek mümkün olursa pek yerinde dinî ve vatanî bir hizmet yerine geçeceğine şüphe yoktur. Sözüm ona Arapça (Tuhfet-ül-Reddiye alâ mezhebi Said-il Kürdiyye) terkibi acibindeki gülünç ünvanla daha neşrederken sahteliğini ilân etmiş olan suikastçinin, risâledeki Said merhumun ilmine ve dinine tevcih ettiği bühtanları pek aşikâr bir habaset olarak sırıttığı halde, herifin herzelerini Pedere isnat etmekten maksadı, bir taşla iki kuş vurmak kabilinden “Peder yazmış mıdır?” diye sizin benden sormanız.” doğrusu hayret etmekten kendimi alamadım.” İbrahim Sabri BİNGAZİ Mustafa Sabri Efendinin mahdumu İbrahim Sabri Beyin adresi şöyledir: “Üstazül lugatiş Şarkiyye, bil câmiati Libya. Bingazi.” İsteyen bu adresten sorabilir. Evet, İbrahim Sabri Beye mektupla soran zat bu hususta ondan sormak ihtiyacını duymuşsa İbrahim Beyin hayret etmesi yerindedir. Fakat, zannederim, soran zat, reddiyenin sahtekârlığını maddî delil ile de isbat etmek arzusiyle sormuştur. Mustafa Sabri Efendi gibi bir allâme, böyle kıtıpiyos bir broşür yazmakla kendini maskara eder mi? Bunun ne kıymeti var ki hayatında neşretmeyip de öldükten sonra neşrini vasiyet etmiş olsun? Hem de bunu Risale-i Nur müellifinin samimî bir dostuna göndersin? Siyasî bir vesika imiş gibi bu nadide(!) vasiyetnameyi yedi, sekiz sene saklasın da şimdi neşretsin? Bu kadar gülünç bir şey olamaz. Bu broşür, meçhul yazarın eline nasıl ve ne vakit geçmiş? Yoksa merhum Sabri Efendi bu nâdide vesikayı meçhul yazara mı emanet ve vasiyet etmiş? Artık bu broşürün sahteliği hakkında en ufak bir tereddüde dahi mahal yoktur. Düzme olduğu tamamiyle meydandadır. * * * Şayanı dikkattir, bu sahte broşürü, Maruf Çetin’lerin iki numaralısı, Ceza Hukuku Asistanı olan Çetin Özek benimseyerek birçok kısımlarını Milliyet Gazetesinde aynen neşretmiş, Risale-i Nur müellifine birçok küfürler daha ilâve etmiş. Özek cenaplarının bu sahte vesikayı bu kadar hararetle benimsemesi, sütunlar dolusu propaganda yapması, herhalde calib-i dikkat bir meseledir. Acaba meçhul yazar ona bir nüsha göndererek bu sahte varakpârenin gazetelerde neşrini mi istemiş?. Acaba asistan cenapları, bu meçhul ve gizli dostunun hüviyetini bildirecek kadar cesarete sahip midir? Kur’ana çöl kanunu diyen, dinin emredici otoritesinin yok edilmesini isteyen, komünizmin insanlık şereflerine uygun bir hayat olduğunu söyleyen, dine (İslâm dinine) müsamaha gösterilmesinin düşünülmesine bile cevaz vermeyen, dinsizliğin kanunla himaye edilmesini isteyen bu cür’etkâr asistan, bu meçhul dostunun ismini cismini bildirmek lütfunda bulunur mu? Şimdi o, ilmin namusu, asistanlığının haysiyeti, Üniversitenin şerefi namına bu sahte vesikanın sahte olduğunu bilip bilmediğini, bunun sahteliğine inanıp inanmadığını, bunun sahteliğine inanıyorsa benimsediği bu sahte vesikadan teberri etmesini, sahte olmadığına inanıyorsa bizim bu delillerimize teker teker cevap vermesini bekleriz. Aksi takdirde bu sahte varakpârenin bütün mes’uliyeti ahlâkiyesini yüklenmiş, kabul etmiş olur. Sahte bir vesikayı benimseyerek ona istinaden neşriyatta bulunan bu asistanı Üniversite Rektörü, Profesörler Heyeti, Üniversitenin şeref ve haysiyetini muhafazaya davet etmek mevkiindedir. Üniversiteye mensup bir Profesör, bir Doçent, bir Asistan hiçbir vakit sahte bir vesikayı mesned yaparak mütalâa beyanına kalkışamaz. Böyle bir hoca, Üniversite heyeti arasında bulunamaz. Bulunduğu meydana çıkınca icabına bakılır. Çünki bu husustaki mes’uliyet kollektiftir. Böyle sahteliği tebeyyün eden bir vesikayı benimseyen, bu sahte vesikaya müsteniden yazı yazan bir Üniversite hocasının bu hareketi, Üniversitenin ilmî şerefiyle mütenasip değildir. 1952 de vefat eden bir adamın 1957, 1958 ve 1959 da ilk defa olarak basılan bir eserden sahife rakamı zikrederek parçalar nakletmesi nasıl olur Asistan Bey? Bu kadar ahmakça yapılan sahtekâr bir eseri nasıl benimsediniz de yazınıza onu mesnet yaparak, ondan sütunlar dolusu parçalar alıp neşrettiniz? Mensup olduğunuz Üniversitenin şeref ve haysiyetine karşı bu kadar lâubali olmanız yakışık alır mı? Sonra bu sahte vesikanın propagandasını, yaparken “Saidi Kürdiyye’yi lâyuhtî din ulusu göstermek...” cümlenizdeki maskara terkibi nasıl irtikâp ettiniz? Bunu orta mektep talebesi bile yapmaz Yaparsa hocası onu kulağından kara tahtaya mıhlar, cehalet nümunesi olarak teşhir eder. Sahte varakpârenin meçhul muharriri, o hâtayı irtikâp etmiş. Fakat bir Üniversite hocasının gramerden bu derece bihaber olması yakışık alır mı? Biliyoruz, siz Risâle-i Nur’un düşmanısınız. Fakat sizin bu düşmanlığınızın farkına varılmadan, Ceza Hukuku Asistanı olmanız münasebetiyle, bazan Risâle-i Nur dâvalarında bilirkişi tâyin olunuyorsunuz. Raporlarınızda ilimle hiç alâkası olmayan garezkârane mütalâalarınızı muhterem âdil mahkemeler suratınıza çarpar. Fakat siz hiç aldırmazsınız. Sonra sizin Müslümanlığa karşı ne kadar tecavüz ve taarruzlarda bulunduğunuz, İslâmın Mukaddes Kitabı’nı tahkir ve tezyiften çekinmediniz; dinsizliğin kanunla himaye edilmesini istediğiniz, din hürriyetini tam koruma sisteminin ancak halk cumhuriyetinin yâni komünizm olduğunu söylediğiniz de malûmdur. İşte 1962 de Ankara’da Baha Matbaasında bastırıp neşrettiğiniz “Türkiyede Lâiklik” eserinizden bir kaç parça. Aynen naklediyoruz: “Toplum düzenine karışmış dini düşünce ve metod, toplumun gelişmesini önleyen zincir ödevini görmektedir.” (Sahife. 124). “Memleketimizdeki gelenekçiler; maddiyata, materyalist (yani dinsiz) felsefeye hücum etmekle ellerindeki son kaleleri müdafaa etmektedirler.” (S. 153) “Dinin emredici otoritesi yok edilmelidir.” (S. 520) “Çöl kanunlarının hâkim olduğa Arap memleketlerde din…” (S. 151) “Komünizmin insanlık şartlarına uygun bir hayatı istemek.” (S. 157) “Lâik bir devlette, devletin dini olması değil, bir dine müsamaha göstermesi bile düşünülecek, arzulanacak bir şey değildir. “ (S. 151). “Dinsizliğin himayesi, din hürriyetini koruyan en mükemmel sistemdir.” Dinsizliğin de din konusunda bir inanç olduğunu ve bu bakımdan lâikliğin bir ülkede tam anlamı ile gerçekleşmesi için dinsizliğin de cezai himaye görmesi gerektiğini belirtmiştik. Dine inanmamak, bir hürriyet kanunu olacak ve dine inanma hürriyetinin korunduğu gibi korunacaktır. Bu şekilde din hürriyetini tam olarak korumuş sistem ise sadece halk cumhuriyetlerinde (yâni komünizmde) görülmektedir.” (S. 184 -185) “Doğu’nun uyanması, Batı’nın üstünlüğünün reddi şeklinde olacaktır. Doğu, Batı’nın davranışına karşı reaksiyon olacaktır. Bâtının yarattığı dramı görmek ve gördükten sonra seçilecek yolu tâyin etmek gereklidir.” (S. 532). Türk gençlerini, masum vatan yavrularını böyle zehirliyorsun! Üniversite hocası olacaksın; hiç sıkılmadan dini düşünceye “toplumun gelişmesini önleyen zincir” diyorsun! “Dinin emredici otoritesinin yok edilmesini” istiyorsun, Müslüman Türk Milletinin mukaddes kitabına “Çöl Kanunu” diyorsun! Hiç hicap duymadan, dine müsamaha gösterilmesinin düşünülmesine bile müsamaha gösterilmesine cevaz veremezken dinsizliğin kanunla himaye edilmesini istiyorsun! Vatan evlâtlarına, okuttuğun Ceza Kanuniyle yasak edilen bir sistemin en mükemmel bir sistem olduğunu, seçilecek yolun Doğu (?) yolu olduğunu söylüyorsun! İşte sen böyle kanunları, nasılsa arasına katılmış olduğun Üniversitenin şerefini, Türk milletinin mukaddesatını çiğneyerek, masum vatan evlâtlarını zehirliyorsun. Sana verilen emaneti kötüye kullanıyorsun. Söyle bakalım, sen ne salâhiyette böyle İslâm dinine, Türk Milletinin Mukaddes kitabına hakaret ediyorsun? Tecavüzle kötülüyorsun? Hem Müslüman Türk kıyafetinde bulun, hem de Müslüman Türk’ün mukaddesatına saldır. Sen nesin? evvelâ ne olduğunu, neye inandığını nereye mensup olduğunu belli et de ondan sonra Müslüman Türk Milletinin mukaddesatının karşısında cephe al!... * * * İşte görülüyor ki bu sahte varakpareyi tanzim ve onu kalp akçe gibi sürmeye çalışanlar, suç üstü yakalanmıştır. Risale-i Nur’u halk nazarında kötüleyeceğiz, öl derken kazdıkları çukura kendileri yuvarlanmışlardır. Bu sahte vesika üzerine kurulup dine ve din ehline küfürbazlıkta bulunan ve nasılsa Üniversite hocaları arasına katılan Çetin Özkek’in yazılarında ilham alan bir doktor da kasabaların birinde yalancı bir pehlivan rolünü takınarak ortaya çıkmış, o da bir küfürname neşretmiş. Doktor yazar, küfürnamesinde kendisini şöyle takdim ediyor: Babası imam imiş. Zaten, Müsümanlar ne çekerse, Cibali İmamzadesi başta, hep bu imam oğullarından (!) çeker!.. Arabistana dayanan bir hoca ailesinin çocuğu imiş (S. 28). Demek hem imam oğlu, hem de hocazade! Yeni yazı ile işe başlamış, devrimler kuşağının mensubu imiş (S.9). Bu da âlâ! Amma niçin büyük babasına “Arap” demiyor da “Arabistana dayanan bir hoca diyor? Bu da enteresan! Her ne ise, bu “Arabistana dayanan imam ve hocazade” doktor, işini gücünü bırakarak, paçaları sıvayarak, bir fedai tavriyle, Risâle-i Nur’a karşı savaşa girişmiş olduğunu ilân ediyor. (S. 63). Evvelâ bulunduğu kasabanın gazetesinde arka arkaya taarruz ve hücumlara geçmiş, halkı birbirine düşürmüş. Bulunduğu yerin Müftüsü gayet edibane ve âlimane ona bir cevap vermiş. Doktor bunun altından kalkamamış, gerilemiş. Kendisini dinsizlikle, kızıl komünistlikle itham etmişler. Genç bir talebe onu “Mâneviyat katliâmcısı” olarak damgalamış (S. 59). Bu defa taarruzdan müdafaaya geçmiş. İftiranın günah olduğundan bahsetmiş (S. 59). Sonra daha kızmış, gazete ile hücumlarını şiddetlendirmiş. Yazmış durmuş. Bununla da kalamamış, kendi kafasında devrimci bir din adamı bulmuş. Onu getirtmiş. Bir toplantı tertip etmiş. Kafadarı adam kürsüye çıkmış. Onun istediği gibi konuşmuş. Fakat dinleyici halk galeyana gelmiş, bu adamı yuhalamışlar. Talebeden biri çıkmış, Risâle-i Nur’da İslâmiyete münafi hiçbir şey bulunmadığı, bilâkis Kur’an tefsirini, güzel va’z ve nasihatleri ihtiva ettiği hakkında Diyanet Riyaseti Müşavere Heyetinin kararını okumuş. Halk, bu talebeyi şiddetle alkışlamış. Devrimci adam sıvışıp kaçmış.[1] Bunun üzerine doktor afallamış. Pek yalnız kalmış (S.143). Onu normal bir surette harekete çağırmışlar. (S.126). Fakat koca pehlivan “çok yalnız kalmasına rağmen savaşında devam edeceğini” söylüyor. (S.126). İşte 150 sahifelik masalın hülâsası bu. Savaşları hüsranla neticelenince, işleri de kesada uğrayınca düşünmeğe başlamış. O sırada bir öğretici kendisini ziyarete gelmiş. Bu öğretici Köy Enstitüleri mensuplarından imiş. Ona teselli vermiş. Yine savaş damarları kabarmış. Gazetede yazdıklarını toplamış. Başına, sonuna bir şeyler eklemiş. Bir broşür haline gelmiş. Buna “Sahte…” diye ad takmış. Kapağına da kendi kafasını temsil eden bir örümcek yuvası ve örümcek resmi koymuş. Bastırıp neşretmiş. İşte bu kitabın da niteliği, miteliği bu! * * * Şimdi broşürün, niteliği, miteliği hakkında bir fikir verdikten sonra esasa gelelim. Büyük babası (Arabistana dayanan (Arap milletine mensup olan demek istiyor), savaşçı, devrimci doktor cenapları; yersiz tamamiyle hilafı hakikat isnadları hakkında ne gibi deliller gösteriyor onu tetkik edelim: “Sahte…” dediğine göre, onun Müslümanlıktan başka ne gibi bir din uydurduğunu, bu yeni dinin usulü, imanı, fıkhı, ibadet şekli ne olduğunu ilmî ve dinî bir surette izah etmesi lazım değil miydi? Kitabını baştan aşağı okuduk. Delil getirmek, yâni “sahte...” olduğunu isbata kalkışmak şöyle dursun, böyle bir şey hiç mevzuu bahis bile etmemiş. O, büsbütün başka şeyler gevelemiş, durmuş. Hiç olmazsa bir Papa Eftimi bulsaydı da ondan bu hususta biraz malûmat alsaydı! Belki üzerinde durulacak, ilmî münakaşa yapılabilecek bir mevzu olurdu. Fakat artık “çok yalnız kaldığı” için Papa Eftimi de bulamıyacak hale gelmiş. Yalnız sövmüş, iftira etmiş, yersiz isnatlarda bulunmuş. “Kanunların boşluğundan, bu sebeple elleri bağlanan savcı ve hâkimlerden” bahsetmiş, nihayet şu noktada karar kılmış: “Nurculuğu, maksadı yönünden suç olarak telâkki eden bir kanun yapılsın” diyor ve ilâve ediyor: “Bu, kanun yapıcılarının ellerine geçen şerefli bir hizmet fırsatıdır.” (S. 4-7) O halde onun isnat ve iftiraları hakkında birkaç söz söyleyerek, diğerleri gibi, onun broşürünü de çöp sepetine atmaktan başka yapacak bir şey yoktur. * * * Doktor cenapları, “Ruhunda yanan ateşin aynı ateş olduğunu müşahede ettiği Asistan Çetin Özek’in neşriyatından istifade” ettiğini söylüyor. Sahte vesikaya istinaden yazı yazdığını yukarıda söylediğimiz Asistan Çetin Özek! Bu suretle başkasına isnat ettiği sahteliğin ağına, bataklığına bizzat cenapları da düşmüştür. Hem öyle düşüş ki çıkıp kurtulmasına imkân yoktur. “Ruhunda yanan ateş” ile bu bataklıkta çırpınıp duracaktır. Aynı ateşle tutuşmuş olan Asistan Çetin Özek onu bu çukura yuvarlamıştır. Şimdi her ikisi kucak kucağa sarılarak bu bataklıkta çırpınıp dursunlar. A Doktor Bey! “Sahte”likten bahsedecek din. Nasıl oldu da sahte broşürün kirli ve çamurlu eteklerine sarıldın? Başkasının kuyusunu kazarken kazdığın çukurun içine yuvarlandın? Hem öyle yuvarlanış ki halâs imkânı da yok. Bu adalet-i İlâhiye değil de nedir? Diyorsun ki: “Said-i Kürdiye yakışan en güzel ismi, merhum olan eski Şeyhülislâm bulmuştur.” (S.38) Kitabımızın baş tarafında bu Şeyhülislâmın düzme bir Şeyhülislâm olduğunu, meçhul bir misyoner tarafından tertip olunan sahte bir eserde sahte olarak gösterildiğini, bu sahte eseri ağabeyin Çetin Özek’in benimseyerek o sahte bataklığa düştüğünü bütün delilleriyle gördün. Bunu görüp okuduktan sonra sen de bataklığa düştüğünü anlayacaksın. Herhalde anlamıyacak kadar idrak ve iz’andan mahrum değilsin. O zaman ne yapacaksın? Bakalım, o sahtekârlığı müdafaa mı edeceksin, yoksa: “Hâta etmişim, bilmiyerek sahte bir bataklığa düşmüşüm” mü diyeceksin? Her halde siz, başkasına, Allahın halis muhlis bir mümin kuluna ve onun yüz binlerce imanlı ve fadıl okuyucularına sahtekârlık gibi büyük bir suç isnat eden, büyük bir dâvaya kalkışan devrimci, savaşçı cenaplarından böyle bir itiraf beklenir. Çünki şerefiniz mevzu u bahistir. Ağabeyin Çetin Özek’ten medet umma, yardım bekleme. O, kendi şerefini ve bununla beraber ilmin, hocalığın, Üniversitenin de şerefini ayaklar altına aldı. Sayın Doktor Cenapları! Sen ki ilâhî adaletten bahsediyorsun; “İlâhî adaletin kendisine bu vatandan bir karış toprak bi-le nasip etmediği ve ölüsünü Akbabaların yediği Bediüzzaman Said-i Kürdi… (S. 400). “Allah’ın takdirine bakınız ki bu ulu, vatan toprağından bir mezarlık çukur bulamamıştır.” (S. 50). Diyorsun; şimdi ağabeyin Asistan Çetin Özek gibi, seni de o bataklığa düşüren İlâhî adalet karşısında titremiyecek misin? Allah’a karşı tövbe ve istiğfar etmiyecek misin? İnsanlara karşı, milletine karşı, hemşehrilerine karşı şerefini muhafazaya şitap etmiyecek misin? Mesnet olarak gösterdiğin sahte bir vesikayı bilmiyerek, hâta ve gaflet eseri olarak eserine aldığını itiraf etmiyecek misin? Sizi bu hususta söylediklerinizi izaha davet ederiz. Mütemadiyen delilsiz, maksatsız, hakikate aykırı konuşuyorsunuz. *** Şimdi diğer bir isnat ve iftiranıza gelelim. Çok büyük bir ithamda bulunuyorsunuz. Bu da tamamiyle hilafı hakikat olduğu için hakkında İlâhî adaletin nasıl tecellî edeceği bilinmez. Fakat her halde vicdan azabı sizin yüreğinizi karartacaktır. Halk nazarında; hemşehrileriniz nazarında dostlarınız nazarında sizi hiç de iyi olmayan bir mevkie düşürecektir. Herkes sizden kaçınacaktır, hiç kimse sizinle görüşmiyecektir. En güvendiğiniz kimseler bile size başka nazarla bakacak, etrafınızdan ayrılacaktır. “Çok yalnız kaldım” diyorsunuz (S. 43). Büsbütün yalnız kalacaksınız. “Memleketi terketmeyi düşündürecek derecede tutulmuş olduğunuzu” beyan ettiğiniz, melânkolik hastalığınız (S. 20). Hiç şüphe yok daha da şiddetlenecektir… Allah, sizi dünyada da, öbür dünyada da azapların envaiyle cezalandıracaktır. Hiç sıkılmadan, hiç Allah’tan korkmadan, diyorsunuz ki: “Kürt istiklâl hareketini hazırlamak üzere ilk iş olmak üzere Van’da bir medrese kurmayı düşünmüştür.” (S. 44) “1925 de Kürt isyanında eşkiya başı Şeyh Said namına İstanbulda Abdülkadir Bedirhânî, Emin Ali ve Mehmet Şükrü ile birlikte bizim Molla Said (Said-i Nursi) yabancı elçilikleri dolaşarak Kürdistan muhtariyeti için notalar vermişler, böylece isyanın siyasî cephesini idare etmişlerdir.” (S. 48) Van’da bir medrese açmak istiyordu. Fakat Kürt istiklâl hareketini hazırlamak üzere bu işi yapmak istediği hakkında hiçbir deliliniz yoktur. Şimdiye kadar hiç kimse de onun böyle maksatla bu müesseseyi hazırlamak istediğini iddia ve isbat etmemiştir. 1925’de merhum Said Nursî’nin Kürt isyanında İstanbul-da Abdülkadir ve arkadaşlariyle birlikte yabancı elçilikleri dolaşarak Kürdistan istiklâli için notalar verdiği tamamiyle hilafı hakikattir. Şimdiye kadar bu hususta hiç kimse tarafın-dan ne böyle bir iddia ortaya konmuş, ne de bir delil gösterilmiştir. Abdülkadir meselesiyle Şeyh Said isyanı tamamiyle ayrı hâdiselerdir. Ve merhumun her iki hâdise ile de aslâ alâkası olmamıştır. Bilâkis, her ikisinin de bu hareketlerini doğru görmemiştir. Bunlara verdiği cevapları biraz sonra yine bu sahifelerde göreceksiniz. Türk milletine karşı hareketten onları şiddetle menetmiştir. Ne Abdülkadir meselesinde, ne Şeyh Said isyanı meselesinde kendisi isticvap edilmemiştir. Yabancı elçiliklere gidip notalar vermek şöyle dursun, eğer en küçük bir alâkası olsaydı, herhalde taht-ı muhakemeye alınırdı. Böyle bir şey aslâ vaki değildir. 1949 da Büyük Millet Meclisi Başkanlığını yapan Fuat Sirmen, Adalet Vekili sıfatiyle Millet Meclisi kürsüsünde “Hüviyetleri siyasî olmayan, faaliyetleri siyasî olmayan Said Nursî..” demek suretiyle onun isyan hareketleriyle hiçbir alâkası olmadığını resmen tescil eylemiştir. Binaenaleyh bu husustaki isnadınız da tamamiyle hilafı hakikat bir iftiradan ibarettir. Esasen (Sahte …lik) ile bunun ne münasebeti var? Siz sahteliği isbat edecektiniz. Halbuki büsbütün başka mevzularda dolaşıyorsunuz. Bu kadar fikir ve mantık seviyesizliği, bu derece muhakemesizlik görülmüş şey değildir. * * * Varakpârenizin 64 üncü sahifesinde de merhumun “Mos-kof emellerine hizmet” ettiğinden bahsediyorsunuz. Buna delil olarak da “Rusyada iki yıl esarette bulunan bu adam, samimî dindar olsaydı, Rusyadaki dinsiz bir memlekete gitmiş iken orada kalırdı, din mücahitliği yapardı. Halbuki Paris’e kaçmış. Yardımsız, teşviksiz olur mu bu iş?” (S. 66). diyorsunuz Sayın Doktor Bey! Sıkılmadan bunu lâf diye nasıl yazdınız? Orta mektepteki bir çocuk bile bu kadar seviyesiz mütalâada bulunmaz. Bu, nasıl mantık?. Nasıl muhakeme? Nasıl istidlâl? Kitabınızdaki bu isnadınızı hemen karalayınız, diğer bazı yerleri karaladığınız gibi... Kimse işitmesin, görmesin. Çünki sizi ayıplarlar. O derece ki bu isnadınız, sizin şeref ve haysiyetinizi sıfıra indirir. Büyük bir dâva, büyük bir itham ortaya atıyorsunuz, sonra da hiç bir delil göstermiyorsunuz, saçma sapan lâflarla mugalâta yapmağa kalkışıyorsunuz, olur mu bu? Size yakışır mı bu? “Cami-ül Ezher bataklığında yetişen din adamı po-zundaki uşakları İslâm memleketlerine ihraç edildiğinden” (S. 66) bahsediyorsun. “Siyasete bulaşmış bir adamdan ne umarsınız? (S. 68), “Kruşçeften alınan para ile beslenen hafızlar yetiştirmek üzere Cami-ül Ezher çöplüğüne adam kaçırırlar.” (S. 43) diyorsun. Bu hususta en küçük bir delil, en küçük bir vesika bile göstermiyorsun? Ayıp değil mi sana? Bin senelik bir müessese-i diniyeye böyle tecavüzkârane bir lisan kullanıyorsun. Sen ki büyük babanın “Arabistana dayanan” yâni Arap milletine mensup olduğunu söyleyen bir adamsın; ecdadının memleketi, dinî müesseseleri hakkında nasıl böyle ilim ve edep harici bir lisan kullanırsın? Bu isnatlara karşılık olarak size kendi sözlerinizle cevap verelim: “Fikre fikirle mukabele etmeyenlerin paslı silâhları vardır; iftira etmek. Karşıdakini günün en ağır suçu ile, suçlandırmak.” (S. 61) “Allah indinde kimin makbul olduğunu, bir kul olarak, siz bilirmisiniz. Bir başkasına kâfir demek Müslüman-lıkta en büyük küfürdür.” (S. 59). “Kimse beni dinden atma hakkına sahip değildir.” (S. 63), “Kulun kulu aforoz etmesi Müslümanlıkta yoktur.” (S. 63) diyorsun. Bu sözleri, halkın ve talebelerin size: “Kızıl suratlı komünist, din düşmanı kâfir.” (S. 61, 64). İthamlarda bulunduklarından dolayı söylüyorsunuz. Fakat siz de aynı ithamlarda bulunduğunuz için size kendi sözlerinizle cevap vermek münasip olmaz mı? Hiç şüphe yok ki çok yakışıklı, çok yerinde bir cevap olur. Demek iftiranın paslı bir silâh olduğunu, başkasını itham etmek, Müslümanlıkta en büyük küfür olduğunu, kimsenin kimseyi dininden atmak, aforoz etmek salâhiyeti olmadığını biliyorsun. O halde sen ne salâhiyetle başkalarına iftira ediyorsun?... “Sahte…” diye dinden atmağa, afaroz etmeye nasıl kendinde salâhiyet görüyorsun? Papa mısın sen? Yoksa Engizisyon icra memuru mu? Melânkolik hastası isen Bakırköy hastahanesine yat da seni tedavi etsinler. Salâh buluncaya kadar cemiyet içinde dolaşmaktan tecrit etsinler. Doktor cenapları! Son sözümüz sana şudur: Yaptığın iftira ve isnatlardan dolayı Allaha karşı tövbe ve istiğfarda bulun. Merhum, seni affeder, şüpheli ama belki Allah da tövbeni kabul eder. Garazkâr muarızların tecavüz ve isnatları hakkında zarurî olan bu kadarcık bir cevaptan sonra, şimdi Risâle-i Nur müellifi ve eserleri hakkında bazı yazarlar tarafından ileri sürülen şeyleri, yazarların şahıslarından katan nazar, mücerret birer mesele halinde ilmî bir surette tetkik ve tahlil edelim. Muarız yazarların isnatlarını birer mesele olarak: 1 – İlmi olmadığı, 2 – Kur’an yerine Risâle-i Nur’u ikame etmek istediği, 3 – Keramet, beşaret dâvasında bulunduğu, 4 – Kürtçü olduğu, 5 – Nurculuğun bir tarikat ve mezhep olduğu, 6 – Risâle-i Nurcuların şeriatçı olduğu, 7 – Zararlı bir cereyan olduğu, Şeklinde toplayabiliriz. Şimdi bunları birer birer ilmî bir surette tetkik ve tahlil ederek hak ve hakikatin tezahürüne çalışacağız. EVVELÂ (RİSALELERİN) İLMÎ OLUP OLMADIĞI MESELESİ Merhumun ilmî kudretini gösterecek 130 parça eseri vardır. Bu risâlelerde dinî, ilmî mühim meseleler mevzuubahis olmuştur. Ezcümle: Kur’an-ı Kerimin nazım cihetinden kırk veçhile mucize olduğu (İşârât-ül İ’caz); Peygamberi İslâmın (Sallâllahu Aleyhi ve Sellem) Hak Peygamber olduğunun üç yüzden fazla delil ile isbatı (19. Mektub); Haşrin ve âhiretin tahakkukunun ilmen isbatı (10. Söz); Âlemin ve insanın yaradılışının hikmeti (11. Söz); Şuunat ve tasarrufat-ı İlâhiyenin küllî sıfatlarının tecelli-yatı (16. Söz); İnsanın esfel-i safilinden A’lâ-yı illiyyine suudu, muhatabı İlâhi mertebesine erişi, Ahsen-i Takvim sırrına mazhariyeti (23. Söz); Beyan ve belâgatı Kur’aniyenin harikulâdeliği (25. Söz); Mütekellimin uleması arasındaki münakaşalı meselelerin halli (26. Söz); İçtihadın kimler tarafından yapılabileceği (27. Söz); Cennet ve Cehennemin isbatı (28. Söz); Nefsi natıkanın mahiyet ve hakikati. Atomun eski adı zerrenin faaliyet ve icraatı (30. Söz); Mi’racı Nebevînin hakikati, semere ve faydaları (31. Söz); Kâinatın sırları (32. Söz); Vahdaniyet-i İlâhiye (33. Söz)... Daha bunun gibi yüzlerce ilmî ve dinî bahisler... Bu bahisler yüksek dinî ve ilmî meselelerdir. Din ilimleri hakkında ancak yüksek vukufu olanlar bu meselelerde kalem yürütebilirler. Onun ilmi hakkında ta’rizde bulunanlar bu dinî ilimlerin elifinden bile haberleri yoktur; o derece cehil içindedirler. Bu kadar mühim dinî meseleler hakkında, kalem yürüten bir zata cahil isnadı, insafsızlıktan; garezkârlıktan başka ne olabilir? Merhumun, İslâm uleması arasında belli başlı bir mevkii vardır. Daha bundan 40-50 sene evvel hemen her gün Babıâlideki Sebilürreşad idarehanesine gelir, Elmalılı müfessir Mehmet Hamdi, İzmirli İsmail Hakkı, Profesör Ferit Kam, Kâmil Miras, Mehmet Akif Bey’lerle ilmî ve dinî konuşmalarda bulunur, yüksek mütalâaları ehemmiyetle dinlenirdi. Bu zevatın hepsi ona samimî hürmet gösterirlerdi. Şeyhülislâm Mustafa Sabri Efendi, onun ilmî kudretini takdir ederek Bab-ı Meşihat’ta müteşekkil, İslâm Akademisi demek olan “Dar-ül Hikmet-il İslâmiye” âzalığına tayin etmişti. Resmî vazife kabul etmemek hususundaki itizarlarına karşı, ısrarla bu yüksek müessesenin erkânı arasına alınmıştı. Oradaki üstad arkadaşları arasında muhterem mevkii vardı. Fıtrî zekâsı, yüksek fikirleri, imanındaki salâbeti, etvarındaki şehameti ona bu mevkii vermişti. O zaman yazdığı mühim ilmî makaleler, eski Sebilür-reşad nüshalarında neşredilmiştir. Eserleri bugün Almanya ve Amerikada Almanca ve İngilizceye tercüme edilerek tab’ ve neşrolunmaktadır. Onun ilmî kudreti hakkında ta’n edenler, ancak insafsız garezkâr kimselerdir. Ehli ilim, ehli hak; onun yüksek ilmî kudretini takdir hususunda ittifak halindedirler. * * * RİSALE-İ NUR KUR’AN REHBERİDİR Risâle-i Nur muarızlarının iftira ve isnadlarından biri de şudur: Kur’an yerine Risâle-i Nur ikâme edilmek isteniyormuş! Bu kadar zâlimane bir iftira ve isnad olamaz. Kur’an yerine Risâle-i Nur mu? Hâşâ sümme hâşâ. Tamamiyle bunun aksi. Bütün risâlelerin tetkikinden anlaşıldığına göre, Risâle-i Nur’un asıl gayesi, yegâne gayesi, gayet-ül gayesi, bütün nazarları doğrudan doğruya Kur’ana çevirmektir. Merhum diyor ki: “Şeriat kitapları; ancak şeffaf birer tefsir suretinde olmalı, içinde yalnız Kur’anı göstermeli, yoksa başlı başına bir tasnif hükmünde olmamalı.” İşte onun asıl şikâyeti budur. Meselâ diyor, İbn-i Hacer’e bakıldığı zaman Kur’anı anlamak, Kur’anın ne dediğini öğrenmek maksadiyle bakmalı, yoksa İbni Hacer’in ne dediğini anlamak maksadiyle değil. Merhumun başı ucunda yalnız Kur’an-ı Kerim vardı. Başka eserler yoktu. Gece gündüz Kur’an elinden düşmez, onun derinliklerine dalar, ondan aldığı ilhamları kâğıda naklederdi. Risâle-i Nur işte budur. Kur’anın ihtiva ettiği hakikatleri teşrih ve isbat eder. Bunun için, yalnız bunun için Risâle-i Nur’un okunması, mütalaa edilmesi tavsiye ediliyor. Risâle-i Nur, nazarları Kur’ana çeviren, gönülleri Kur’ana tevcih eden bir vasıtadır. Gaye değildir; rehberdir; Kur’an rehberidir. Merhumun Risâle-i Nur’a verdiği kıymet bu itibarladır. Yoksa şahsî gururun şemmesi yoktur. O, kendini beğenmediğini, kendini beğenenleri de sevmediğini eserlerinde daima tekrar eder. Kendini kendine beğendirmediğinden de Allah’a şükreder: – Benim şahsımı mübarek ve makam sahibi zannederek beni ziyaret etmek isteyenler için kapı kapalıdır. Beni sırf Kur’an-ı Hakime hizmetimden dolayı ziyaret etmek istiyenler için kapım açıktır, diyor. İşte Risâle-i Nur baştan başa bu suretle Kur’an güneşine ayna olarak telâkki edilmektedir. O güneşten ziya alır, o güneşin nurunu aksettirir. O, talebelerine böyle ders vermiştir. Talebeleri de Risâle-i Nur’u böyle telâkki ederler. Hiçbir talebenin hiçbir yerde, hiçbir sözü görülmemiş işitilmemiştir ki; – haşâ, sümme hâşâ– Risâle-i Nur’u Kur’an diye telâkki etmiş olsun. Bütün sözleri, bütün imanları, Risâle-i Nur Kur’an-ı Hakimin tefsiridir; bu eserler, nazarları gönülleri Kur’ana çevirir. Eğer Risâle-i Nur’u böyle vasıta ve rehber olarak telâkki etmeyip de gaye olarak kabul eden, yâni Risâle-i Nuru mütalâa ederken Kur’an okumuş gibi bir hisse kapılan olursa, o Risâle-i Nur talebesi değildir. Üstadları onu talebeliğine kabul etmez, şiddetle tevbih eder. Müslümanlık da onu dalâlette addeder. Allah gani rahmetine mazhar eylesin. O, bu meseleyi daha Risâle-i Nurlar, Risâle-i Nur talebeleri yok iken, bundan yarım asra yakın bir zaman evvel izah etmiş, tesbit ve takrir eylemişti. “Hâkimiyet-i Kur’aniye” serlevhasiyle 16 Şaban 1338 senesinde Sebilürreşad’ın 463 üncü nüshasında uzun bir makalesi vardır. Bazı parçalarını aynen nakledelim de hakikat anlaşılmış olsun. Merhum bu makalesinde diyor ki: “Ümmet-i İslâmiyenin ahkâm-ı diniyede gösterdiği tesey-yüb ve ihmalin bence en mühim sebebi şudur: Erkân ve ahkâm-ı zaruriye bizzat Kur’anın ve –Kur’anın tefsiri mahiyetinde olan– sünnetin malıdır. Cumhuru, burhandan ziyade me’hazdaki kudsiyet; imti-sale sevkeder. Müctehidlerin kitapları vesile gibi, şeffaf cam gibi Kur’anı göstermeli. Yoksa gölge olmamalı. Şeriat kitapları birer şeffaf cam mahiyetinde olmak lâzım gelirken mürur-u zamanla mukallidin hatası yüzünden, paslanıp hicap olmuşlardır. Evet bu kitaplar, Kur’ana tefsir olmak lâzım gelirken başlı başına tasnifat hükmüne geçmişlerdir. Dinî hacetlerde cumhurun nazarlarını doğrudan doğruya, i’caz cazibesiyle revnakdâr ve kudsiyetle hâleldar olan ve daima iman vasıtasiyle vicdanı ihtizaza getiren kitab-ı ezelinin timsali bulunan Kur’ana çevirmeli ki bu da üç türlü olur: 1- Ya müelliflerin bihakkın lâyık oldukları derin bir hürmeti tenkid ile kırıp o hicabı izale etmektir. Bu ise tehlikelidir, insafsızlıktır, zulümdür. 2- Yahut tedrici bir terbiye-i mahsusa ile şeriat kitapları şeffaf birer tefsir suretine çevrilerek içinde Kur’anı göstermektir. Selef-i Salihinin kitapları gibi, Muvatta, Fıkh-ı Ekber gibi. Meselâ bir adam İbn-i Hacer’e baktığı zaman, Kur’anı anlamak, Kur’anın ne dediğini öğrenmek maksadiyle bakmalı. Yoksa İbn-i Hacer’in ne dediğini anlamak maksadiyle değil. Bu ikinci tarik de zamana muhtaçtır. 3- Yahut cumhurun nazarını, ehl-i tarikin yaptığı gibi o hicabın fevkine çıkararak, üstünden Kur’anı gösterip Kur’anın halis mealini yalnız ondan istemek ve bilvasıta ahkâmı vasıtadan aramaktır. Bir şeriat âliminin vaazına nisbetle bir tarikat şeyhinin vaazındaki halâvet ve cazibiyet, bu sırdan neş’et eder. Tekarrür etmiş umurdandır ki efkâr-ı âmmenin herhangi birşeye verdiği mükâfat, gösterdiği rağbet ve teveccüh, ekseriya o şeyin kemâline nisbeten değildir, belki ona olan ihtiyaç derecesi nisbetindedir. Eğer “İslâm heyet-i içtimaiyesinin dinî, zarurî hacetleri bizzat Kur’ana müteveccih olsaydı, o Kitab-ı mübin, milyonlarca kitaplara taksim olunan rağbetten daha şedit bir rağbete, ihtiyaç neticesi olan bir teveccühe mazhar olur, bu suretle nüfus üzerinde bütün mânasiyle hâkim ve nafiz olurdu. Yalnız tilâvetiyle teberrük olunan bir mübarek derecesinde kalmazdı.” İşte bu kadar açık bir surette fikrini bildiren, talebelerine böylece ders veren bir zata, tamamiyle bunun zıddı olarak iftira ve isnatda bulunmak; suikastten, düzenbazlıktan, din düşmanlığından başka ne ile tavsif olunabilir? *** Esasen Risâle-i Nur, muhtelif mevzularda 130 parça risâleden mürekkeptir. Bunların bir kısmı bazı âyet-i kerimenin şerh ve tefsirinden, bir kısmı mevaiz ve nasihatten, bir kısmı da talebeleri tarafından sorulan dini meselelere cevaplardan ibarettir. Bizim bildiğimize göre Nur talebeleri bunları bir Kur’an tefsirini, bir dinî eseri mütalâa eder gibi okurlar. Üstadlarının nasihatlerinden, dinî meselelerdeki izahlarından, bazı Kur’an-ı Kerim âyetleri hakkındaki şerh ve tefsirinden istifade ederler. Bu eserleri mütalâa ettikçe imanları kuvvetlenir. Kur’ana olan sevgileri artar. Bir arada bulundukları zaman tahsil seviyesi yüksek olan, arkadaşlarına ilmî ve felsefî bahisler hakkında anlayabilecekleri surette izahatta bulunur. Yoksa -hâşâ, sümme hâşâ- bu risâleleri Kur’an telâkki ederek Kur’an okur gibi bir hisse kapadıklarına biz aslâ inanmıyoruz. Bizim kanaatimiz şudur ki; Nur talebelerinin bu eserlere verdikleri kıymet, Allah’a karşı, hakaik-i Kur’aniyeye karşı ruhlarında dinî bir heyecan husule getirdiğinden dolayıdır. Öyle telâkki ederler ki bu eserlerde insanın Allah’a karşı imanını koruyucu bir hassa vardır. Bu psikolojik bir meseledir. Nasıl olmuş da bu eserler böyle bir mahiyet iktisap etmiştir? Bu, serinkanlılıkla ilmî görüşe göre tetkik olunmak iktiza eder. Bu hususta bir tahlilde bulunabiliriz. Bu eserlerin heyet-i umumiyesine bir göz gezdirirsek görürüz ki; haddizatında bu eserler söylediğimiz gibi, Kur’anın bazı âyetlerinin tefsirinden, bazı ilmî ve dinî meselelerin tetkikinden, bir takım mevaiza ve nasihatlerden, merhumun talebeleri tarafından sorulan bazı meselelere verilen cevaplardan ibarettir. Merhum bu eserlerde sikolâstik bir medrese hocası, yahut akademik bir müellif gibi değil, ancak bir mürşid gibi ruhlar üzerinde Kur’anın tesis ettiği tevhid ve iman esası üzerinde işlemiş, bu suretle âdetâ bir ekol vücuda getirmiş ve bu yolda bir kısım talebeler yetiştirmiş, bu suretle bu eserlerin umde-i esasiyesi hakaik-i imaniyenin neşri olmuş- tur. Merhum bizzat kendisi, eserleri hakkında diyor ki: -Risâle-i Nuru anlamıyorlar. Yahut anlamak istemiyorlar. Beni sikolâstik bataklığı içinde saplanmış bir medrese hocası zannederler. Ben bütün müsbet ilimlerle, asr-ı hazır fen ve felsefesi ile de meşgul oldum. Bu hususta en derin meseleleri hallettim. Hattâ bu hususta bazı eserler de te’lif eyledim. Fakat ben, öyle mantık oyunları bilmiyorum!. Felsefe düzenbazlıklarına da kulak vermem. Ben cemiyetin iç hayatını, mânevî varlığını, vicdan ve imanını terennüm ediyorum. Yalnız Kur’anın tesis ettiği tevhid ve iman esası üzerinde işliyorum. Ki İslâm cemiyetinin anadireği budur. Bu sarsıldığı gün cemiyet yoktur. (Risâle-i Nur Müellifi Said Nur, sahife 13–14) Sonra yaşayış tarziyle de dâvasındaki samimiyet ve ihlâsı fiilen göstermiş, tatbik etmiş, bu iman yolunda büyük cefalara katlanmış, zindandan zindana girmiş, memleket memleket sürülmüş, tecrit edilmiş, ta’zip edilmiş; fakat bütün cefalara mukabil en küçük bir zaaf, en ufak bir sarsıntı göstermemiş, hak yolunda, irşadına devam etmiş, bu suretle hakka iman hususunda bir nümune olmuş, ruhlar üzerinde sarsılmaz bir otorite tesis etmiş, gitgide uzun senelerin teakubiyle bu eserler senbolik bir mahiyet iktisap etmiş, hakaik-i imaniye ve Kur’aniyenin rehberi halini almıştır. Bu hususta ahval-i zamanın da büyük tesiri olmuştur. Bir takım din düşmanı yazarların ellerine geçirdikleri neşir vasıtalariyle dine, imana karşı fasılâsız bir surette saldırmaları, muhtelif âmiller yüzünden genç nesillerin imanlarında birtakım sarsıntılar husule gelmesi, milletin ana gövdesini endişeye düşürmesi, bu mânevî keşmekeş deryası içinde imanını kurtaracak bir cankurtaran aramağa başlaması gibi âminlerin de Müslüman halkın bu eserlere sarılmasında mühim tesiri olmuştur. Hiç bir Müslüman yoktur ki, bu eserleri Kur’an yerine ikame etmeyi hatırına getirmiş olsun! Bilâkis bu eserler, Kur’ana karşı gaflette olanları uyandırır, Kur’ana sevkeder, ki bu Risâlelerin umde-i esasiyesi de budur. Artık yazarlar -Profesör, Doçent, Asistan, Gazeteci veya her kim olursa olsun- nazarlarını şer yollarından çevirseler de kalemlerinin biraz ciddileşmesine, hak ve hakikatin biraz, kafalarına girmesine müsaade etseler de bu meseleler üzerinde ilmî ve içtimaî bir tetkikte bulunsalar; göreceklerdir ki bu eserlere karşı olan rağbet-i âmme, içtimaî saiklerle husule gelmiş, neşvünema bulmuş ruhî bir meseledir. Bu eserlere karşı âmmenin rağbetindeki psikolojik âmilleri nazar-ı itibare alsalar, elbette daha ziyade doğru bir yol tutmuş, hakikate varmak yolunda daha ziyade isabet etmiş olurlar. Risâle-i Nur okuyucularının bu eserleri oturup istinsah etmeleri, istiyene vermekte zevk duymaları bana talebelik zamanlarımı hatırlattı. 1905-1908 yıllarında, yâni Meşrutiyete tekaddüm eden senelerde Hukukta talebe olduğumuz zaman, not tutmak suretiyle bütün derslerin hazırlandığı günlerde, bu kadar meşguliyete rağmen, Namık Kemal’in eserlerini gizli gizli istinsah eder, dağıtırdık. Bilhassa Rüya’sından belki yirmi-otuz nüsha bizzat istinsah etmiş, arkadaşlara dağıtmış olduğumu hatırlıyorum. Malûm o zaman Namık Kemal’in eserleri birer vatanperverlik senbolüydü. İstibdat devri onlara bu mahiyeti vermişti. Biz o zaman Hürriyet hülyaları ile mest olmuş, o eserleri okurken, yazarken ne kadar heyecanlanırdık, ne kadar ruhî bir zevk duyardık! Bunu zamanın ahval ve şeraiti yapmıştı. Şimdi o günleri hatırlayarak Nur okuyucularının bu risâleleri istinsah etmelerinde, istinsah ettikleri nüshaları neşirden duydukları zevki tamamiyle anlıyorum. Şuna kanaat hasıl ediyorum ki, bugün imana karşı dört taraftan yapılmakta olan taarruzların, dinsizlik cereyanının gün geçtikçe tehlikeli bir şekil alması, bu eserleri imanı kurtarıcı bir sembol haline getirmiştir. Bunu böyle içtimaî bir hâdise olarak nazar-ı mütalâaya almak lâzım gelirken Allah yolunda, iman ve Kur’an yolunda hayatını feda edercesine çalışan, hizmet-i Kur’aniyeyi kendisine en büyük hizmet tanıyan, bu yolda faziletli, imanlı talebeler yetiştiren, gözlerini kapayıp ebediyete intikal eden masum, mazlum bir şahsa, onun çalışkan, sakin ve müstakim, imanlı ve faziletli, vatanperver, kanun ve nizamlara muti’ olan okuyucularına çatmak asla doğru değildir, insaf ve ciddiyetle, hak ve hakikatle, merhamet ve şefkatle aslâ kabil-i te’lif değildir. Bunlar, bu kadar tahkir ve tezyif edilecek insanlar değildir. Bunlar, komünizme karşı halkı irşad hususunda çalışan mücahid vatandaşlardır. Komünist yazarlar, bunları meş’um emellerine karşı mukavemet gösteren imanlı kimseler gördüklerinden bunlara yükleniyorlar. Memleket ve milletin bu sadık evlâtları da her masum vatandaş gibi himayeye, şefkate muhtaçtırlar. Bunların içinde kanun ve nizamlara aykırı harekette bulunanlar olursa haklarında kanunî takibat yapılır, suçlu olup olmadıkları muhakeme edilir. Bu savcılığa, mahkemeye ait bir işdir. Kendilerini başıboş addeden yazarların mahkemelerimize hürmetkar olmaları iktiza eder. * * * ÜSTADLARINA TAPMAK Nur talebelerine yapılan haksız isnadlardan biri de gûya Üstadlarını putlaştırmak istedikleri hususudur. Bu, o kadar yersiz bir isnaddır ki buna, gülmekten başka cevaba lüzum yoktur. Çünki onların Üstadlarından aldıkları ders, bilhassa insanların putlaştırılmasının şiddetle aleyhindedir. Bu, Risâle-i Nur’un en mühim umdesidir. Merhum, bütün hayatında en ziyade bu hususa ehemmiyet vermiştir. Bu, onun en büyük mümeyyiz vasfıdır. Tevhid ve iman ile kalbi meşbû olan Nur talebesi değil, kalbinde zerre kadar imanı olan herhangi bir müslüman, bir mü’min, insanı putlaştırmaktan tehaşi eder. Çünki İslâmın Büyük Peygamberi Müslümanların kalbinde tevhid akidesini öyle perçinlemiştir ki buna imkân bırakmamıştır. İslâmın Büyük Peygamberi, beşeri önce eliyle yapıp sonra kalbiyle taptığı putların önünden kaldırmış, mabetlere mabud-u hakikîyi getirmiş, insanlara hakikî hürriyet bahşetmiş, insan ruhunu hakikî izzet ve şerefe mazhar etmiştir. Bu risâleleri okuyanlar, bu hususta o kadar hassastırlar ki üstadlarının resmini bile mevkii ihtiramda bulundurmazlar. * * * NUR TALEBELERİNİN RİSÂLE-İ NURA VE ÜSTADLARINA OLAN BAĞLILIKLARI “Nur talebelerinin Risâle-i Nur’a ve üstadlarına olan bağlılıkları, nasıldır? Herkes okuduğu kitabın müellifine, o kitaptan istifadesi nisbetinde bir muhabbet ve hayranlık duyduğu gibi Nur talebeleri de Risâle-i Nur tefsirinin müellifini, o tefsirin imanî ve ahlâkî hakikatlerinden istifadeleri nisbetinde, bir âlim, bir hoca, bir üstad olarak muhabbet ederler. Yoksa hâşâ, Peygamberlik gibi İslâmiyete aykırı inançlar isnadı büyük bir iftiradır. “Kanaatimizce, Risâle-i Nur Külliyatı tamim edilerek okutulursa memleket mâneviyat ve ahlâkı üzerinde yapıcı müsbet kuvvetli bir tesir olacaktır. Bilhassa gençlerin maneviyatlarının kuvvetlenmesine ve yüksek bir ahlâka sahip olmalarına vesile olacaktır. Bu eserler Kur’an-ı Kerim’in bu asra münasip imanlı tefsiri olduğu için bugünün müsbet terakkiyatına teşvik yolunda, coşkun bir iman ruhunun aşıladığını görüyoruz. “Böyle coşkun bir imanı elde eden bir ruhun kötülük ve fenalık hislerinden arınarak, millet ve memleketin dünyevî ve uhrevî saadetine büyük bir aşk ve şevk ile çalışacağını ümit etmekteyiz. Memleketimizde maalesef taklidi bir İslâmiyet zihniyetinin devam ettiği müşahade edilmektedir. Halbuki Risâle-i Nur eserlerinde şöyle denilmektedir: “Risâle-i Nur, insanı taklitten kurtarır, tahkiki bir surette aklen, kalben ve mantıken hakikat dersi verir. İkna’ ve isabeti esas tutar. Tahkiki îmanın dersleri gerçi nazarı ahirete baktırıyor. Fakat dünyayı ahiretin tarla ve çarşısı ve fabrikası göstermekle daha ziyade dünya hayatına çalışır. Hem imansızlıktaki müthiş bir surette kırılan kuvve-i mâneviyeyi gayet kuvvetli bir tarzda kazandırır ve me’yusiyet içinde atalete, lâkaytlığa düşenleri şevk ve gayrete, sa’ye sevkeder, çalıştırır. “O halde dünyada yaşamak isteyenler böyle hayat-ı dünyeviyesinin lezzetini, hem çalışmaya şevki, hem hudutsuz musibetlere karşı dayanmaya medar kuvve-i imanîyesini temin eden ve itiraz kabul etmeyen delillerle isbat eden Kur’an ve iman hakikatlerinin tahkiki derslerini mütalâa etmeyi gayet kuvvetli arzu ederler. “Evet, iman güzel huy ve seciyeler vermekle merhamet hissini, zarar vermekten sakınmak meylini verir. İşte îman ilminden ibaret olarak Risâle-i Nur külliyatı emniyet ve asayişi bu suretle temin ve tesis eder.” “Elhasıl Risâle-i Nur eserlerinin, serbestçe intişarı ve istifadesi ile millet ve memleket, değil en ufak bir zarar görmesi, bilâkis maddiyat ve maneviyat üzerinde çok müsbet tesirler ve faydalar vereceği kanaatindeyiz. Hattâ Risâle-i Nur eserlerinden bazıları seçilerek ve sınıf “derecelerine göre tasnif edilerek ilk, orta ve yüksek öğrenimde olan talebelere okutulmasiyle hakperest, medeniyet sever, imanlı, ahlâklı bir gençliğin yetişmesine vasıta olunacağı kanaatinde olduğumuzu arzederiz.” (Maarif Din Plânlama Komisyonuna verilen rapor). KERAMET, BEŞARET MESELESİ Risâle-i Nur muarızları, bu risâlelerin tasavvufî noktaları üzerinde fazlaca duruyorlar. Dinî, itikadî, ilmî cihetlerden bir şey tutturamayınca bu cihetten taarruza geçerek mugalata ile zihinleri karıştırmak istiyorlar. Bu yolda söylenmiş bazı mutasavvifane kelimeleri, cümleleri ve teşbihleri ele alarak bir takım kelime oyunları yapmağa kalkışıyorlar. Keramet ve beşaret meselesini ortaya sürüyor, buna yükleniyorlar!. Merhumun böyle bir iddiada bulunduğu yoktur. Fakat İslâm itikadına göre, mü’min kul keramet izhar edebilir. İslâm dininde keramet hak olduğunda bütün İslâm üleması müttefiktir. Marifet-i İlâhiyeye mazhar olan mü’min kuldan, bu istib’ad olunamaz. Binaenaleyh bu hususta taan ve müdahaleye kimsenin hakkı yoktur. Keramet ve beşaretin ilmî, dinî mânalarını bilmeyenlerdir ki, bunları istihfaf ile karşılarlar. Bu meseleleri, öyle gazeteci gözüyle değil, ilmî ve dinî bir nazarla tetkik etmek, ona göre bir hüküm vermek icap eder. Malûmdur ki keramet; beşaret, feraset meselesidir, “İttekû firasetel mü’mini feinnehü yenzuru binurillâh” hadis-i şerifi vardır ki meal-i şerifi şöyledir: “Mü’minin ferasetinden sakınınız. Çünki o, Allah’ın nuru ile bakar.” Feraset, kamusa göre iki mânada kullanılır: Biri bu hadîsin zahirinin delâleti veçhiyle feraset, Allah tarafından velâyet derecesini ihraz eden kullarının kalblerine ilka eylediği ilimdir ki, bununla halkın bazı halleri feraset sahiplerine münkeşif olur. Keramet bu kabildendir. İkinci mâna, delil ve tecrübelerle ahvali nâsa ıttıladır ki uzağı görüşle ifade olunabilir. Kerametin hak olduğunda bütün Ehl-i Sünnet uleması müttefiktir. Beşarete gelince, bazı tasavvuf ehlinin ferasetle, yâni Allah tarafından kalbe ilka edilen marifetle vuku bulan haberden ibadettir. “İttekû firasetel mü’mini” Hadîsi Şerifinin zahirinden anlaşıldığı üzere keramet, İslâm dininde haktır. Bu marifet, ancak sahiplerinin şahısları hakkında delil olabilir. Başkaları hakkında delil olmaz. Çünki kelâm ulemasının izahları veçhiyle bu marifet bir delil-i şer’i mahiyetini haiz değildir. Bu marifet, sahibinden başkaları için medâri hüküm olamıyacağına göre, marifet sahibinin ahvaline nazaran işitenler inanıp inanmamakta muhtardır. Şunu da ilâve edelim ki bu gibi marifetlerin mutlaka doğruluğuna da hükmedilemez. Nitekim rüyayı sadıkanın doğruluğu nefsülemre muvafakati ile tezahür eder, yâni tahakkuku ile doğruluğu anlaşılır. Meselenin dinî ve ilmî cephesi böyle olunca, Risâle-i Nur'un bazı tasavvufî noktalarını bu ilmî nazarla tetkik etmek icap eder. Bununla beraber merhumun tasavvuf hakkındaki nokta-i nazarı şöyledir: «İmansız cennete girilmez. Fakat tasavvufsuz Cennete girenler pek çoktur. Ekmeksiz insan yaşayamaz. Fakat meyvesiz yaşıyabilir. Tasavvuf meyvedir, hakaik-ı imaniye ve İslâmiye ise gıdadır.» İşte Risâle-i Nur budur. Bütün gaye, hakaik-i imaniyenin inkişafıdır. Risâle-i Nur müellifi, bu meseleyi mevzui bahs ettiği sırada İmam Rabbâninin (Mektubat)ından şu birkaç cümleyi nakleder: «Hakaik-i imaniyeden bir meselenin inkişafını binlerce ezvak ve keramata tercih ederim... Bütün tarikatların nokta-i müntehası, hakaik-i imaniyenin vuzuh ve inkişafıdır. Velâyet-i Kübra, nübüvvet veraseti yoliyle, tasavvuf berzahına girmeden doğrudan doğruya hakikate yol açmaktır.” (İmam Rabbânî). – Öyleyse diyor merhum, ben tahmin ederim ki eğer Şeyh Abdülkadir Geylânî, Şah Nakşibendî, İmam Rabbânî gibi zatlar bu zamanda bulunsaydılar, bütün hizmetlerini hakaik-i imaniyenin ve akaid-i İslâmiyenin takviyesine sarfederlerdi.” * * * İslamın tasavvufî ve mefkûrevî ruhu hakkında büyük İslâm mütefekkiri Seyid Emîr Ali’nin Risâle-i Nur müellifinin bu yoldaki nokta-i nazarını daha iyi anlamış oluruz. Seyid Emîr Ali diyor ki: “Hakikî ve gayr-ı mütenahilik uğrunda bezl-i mesaî mânasiyle tasavvuf, bir İslâm akidesi olan ‘nur-u mânevî’ akidesiyle meydana çıkmıştır.” İslâm eazımının kelimat-ı Kur’aniyede daha derin ve daha hakikî mânalar görmeleri “Nass-ı Kur’an”dan uzaklaşmak arzusunda münbeis değildir. Bilâkis Kur’an-ı Kerîmin müfessirleri söylediklerinden daha az değil, daha çok mânaları mutazammın olduğu kanaatinden ileri geliyor. Bu kanaate, tealimi Kur’aniyeye ve Ehadîs-i Nebeviyyeye muvafık olan Kudret-i İlâhiye’nin kâinatı muhit olduğuna dair perverde olunan derin hissin inzimamı, beynelmüslimin tasavvuf namını alan mefkurevî felsefenin inkişafına belki yardım etmiştir. Şarkta İmam Gazâlî, Garpta İbn-üt Tufeyl ehl-i İslâm arasında tasavvufun en büyük mümessilleridir. İmam-ı Gazalî, irfanı tecrübe veya ahlâka istinad ettiren bütün mezahib-i felsefiyeden memnun olmamış, talimat-ı diniyye-i Muhammediyyeye iltica etmiş ve onları yalnız aklen değil, halen ve zevken de aramış, tatbik etmiş ve ahlâka ehemmiyet vermişti. İmam-ı Gazalî’nin nüfuzu, Şark Müslümanları arasında tasavvufun intişarına ziyadesiyle hizmet etmiş ve bu suretle Şark-ı İslâmi’nin en büyük dimağları bu mefkûrevî felsefeyi kabul etmişti, Mesnevi’si bütün mutasavvıflar tarafından mazhar-ı ihtiram olan Celâleddin-i Rumî, Mevlâna Celâleddin Rumî’nin kendisine faik olduğunu söylediği Senaî, Feridüddin Attar, Şemseddin Hafız, Hakanî, Sa’dî, Nizami hep bu mektebe mensup idiler. İlim huzuriyle (marifetullah) dinde mündemiçtir. Takar-rub ilâllah ihlâsın ilk lâzimesidir. Peygamberin mi’racı, müte-nahî ile gayr-i mütenahînin visali demektir. Cenab-ı Hak, sıdk-u ihlâs ile nusret ve irşad-ı İlâhîyi arayan rical ve nisayı mazhar-ı ilham etmekle kalmaz, belki bütün irfan, akl-ı evvelden gelir. Bu irfan, Peygamberlere vâhy ile gönderilir. Hak Tealâ, bu irfanı bilâ vasıta asfiyayı ibade ihsan eyler. İlm-i ledün işte budur. “Ve allemahü min ledünnâ ilmen” âyeti kerimesiyle buna işareti olunmuştur. “Arz ve semavatım beni istiap edemediler, Fakat mü’min kulumun kalbi beni istiap etti” mealindeki hadîs-i kudsî de aynı visal-i samimîyi ifade etmektedir. Mü’minin kalbi ibadetle huzur-u Bâriye yükseliyorken va’di İlâhî o kalbde nağme-i icabetle çağlar. (Semi Allahü limen hamideh, rabbenalekel hamd) Hazreti Ali hitabelerinde, Hazreti Fatimatüz Zehra mevaizin-de, Hazreti Hüseyin dualarında “Nur-u mânevi” den bahse-derler, bu mânaları bütün ulviyetiyle ifade ederler. Tarikat-ı Sünusiyye, Tarikat-ı Kadiriyye gibi bir tarikat değildir. Fakat bu tarikat da, Şimal ve Merkezî Afrikada ifâ ettiği vazife-i temdiniye ile beraber tealimine mutasavvifane bir mâna karıştırmaktadır. Sünusîler de müritlerine ve mühtedilere (irfan-ı mânevi) dersleri veriyorlar. Fakat onları hayat mücadelesinden ve terakki sahnesinden çekmiyorlar. Resuli A’zamın sözlerindeki mefkûrevî ulviyyet ve eimmenin, akliyyunun, felâsifenin ve sofilerin sözlerinde görülen aynı hal, İslâmın en asil ricalinin hayatlarını tanzim etmiş, bu ricalin harekâtına ilhambahş olmuştur. İmmadettin Zengi gibi kahramanlar, Salâhaddin Eyyübî gibi hükümdarlar bu sözlerde bir necmi irşad bulmuşlardır. Senaî, Attar, Celâleddin gibi şairler tabiatı en süfli âsârından en ulvî mahlûkatına kadar, ihata eden cihanşümul muhabbeti İlâhiyeye tercüman olmuşlardır.” (Ruh-i İslâm: Seyyid Emir Ali). * * * TEVAFUK MESELESİ Ebced hesabiyle hâdiselerin tarihini tâyin hususuna gelince; bu öteden beri üdeba ve ülema arasında carî olagelmiştir. Dinî mahiyeti haiz değildir. Bunu şer’î delil ve şer’î hüküm noktasından mevzui bahis etmeğe mahal yoktur. Risâle-i Nur müellifi, ilm-i cifr, yâni güya insanı gaybe muttali eden ilim hakkında diyor ki: “Bu, meraklı ve zevkli bir meşgale olduğu için insanı asıl hakikî vazifeden alıkoyup meşgul ediyor. Bir kere bu, “lâ ya’lemül gaybe illaâllah” âyeti kerimesine karşı hilâfı edeb bir harekettir. Sonra, iman ve Kur’anın esas hakikatlerini kat’î burhan ve deliller ile ümmete bildirmek, hiç şüphe yok ki ilmi cefir gibi ulûm-u hafiyyenin yüz derece daha fevkinde yüksek bir kıymet ve meziyyeti haizdir. Çünkü bu kudsî vazifede kat’î hüccetler, muhkem deliller, suiistimale meydan vermiyor. Fakat cifr gibi muhkem kaidelere merbut olmayan hafi ilimler su’-i istimale müsaiddir.” (Dokuzuncu Lem’a. S. 39). Demek ebced hesabiyle bazı âyetlerle hadiseler arasında tevafuk, yani uygun gelme, bir merak ve zevk işidir. Bu, bir delili şer’î değildir, yâni dini bir mahiyeti haiz değildir.. İsteyen yapabilir. Ama bu, su’-i istimale de müsaittir. Hele eski edebiyatta divan devrinde ebced hesabiyle yazılan mısralar, beyitler sayısız derecede mebzuldür.. Bilhassa vefat tarihleri, çeşmelerin, hanların, medreselerin birçok müesseselerin inşa tarihleri hep ebced hesabiyle tesbit edilmiştir. Sonra belli başlı birçok ulema, bilhassa ehl-i tasavvuf bazı âyetlerle hadîsler arasında yine ebced hesabiyle tevafuk olduğunu söylemişler, yazmışlardır. Meraklı ve zevkli olan bu iş, minelkadîm carî olagelmiş, zamanımızda da böyle birçok tevafuklar yapılmıştır. Hattâ 27 Mayıs tarihi ile “Rahmeten lil âlemin” âyeti kerimesi arasında tevafuk bulanlar bile olmuştur. (Allah Bizimle: Sadeddin Evrin). Binaen aleyh bu, üzerinde durulacak bir mesele değildir. Bu izahatimizle Risâle-i Nur’un tasavvufî cephesi biraz daha tenevvür etmiş olur. Risale-i Nur’da bazı tasavvufî fikirler varsa da merhum, kendini tarikate vermiş değildir. Daima bu sözü tekrar ederdi: “– Biz ehli tarikat değil, ehl-i hakikatiz. Rehberimiz Kur’an, şiarımız iman ve irfandır.” İşte Risâle-i Nur’un gayet-ül gayesi budur, Kur’an güneşinin ziyasiyle hakaik-i imaniyenin tecellî ve inkişafından ibarettir. O, talebelerine böyle (irfanı mânevî) dersleri vermiştir. Onları hayat ve terakki mücadelesinden çekmemiş, bilâkis onları bu mücadele için yetiştirmiştir. SAİD NURSÎ GERİ FİKİRLİ MİDİR ? “Tarihi hayatını tetkik ettiğimiz zaman 1908 de Meşrutiyet ilân edildiği vakit, hürriyet namına Meşrutiyeti alkışlamış, takdir ve tahsin ederek “Hürriyet imanın lâzımıdır” diye telkinde bulunmuş, halkın Meşrutiyeti meşrû olarak karşılamaları için sadaret vasıtasiyle Şarkî Anadoluya telgraflar çekmiş, istibdat ve zulmün aleyhinde yazılar yazmıştır. “Millî Mücadeleyi de millî bir hareket olarak karşıladığını, bu harekete katıldığını görüyoruz. Büyük Millet Meclisinin açış duası ona yaptırılmıştır. “Telif etmiş olduğu Risâle-i Nur zamanındaki eserlerinde geri fikirleri var mıdır? diye baktığımız vakit; kuvvetli imanî hakikatlerle birlikte medeniyetin fen ve teknik sahasındaki Kur’an âyetlerini tefsir etmekte olduğunu görmekle beraber, bu kitaplarında “İslâmiyetin teâlisine en büyük sebeb, maddeten terakkidir” diye maddî terakkiye büyük bir kıymet verdiğini anlıyoruz. “Ezcümle eserlerinden yirminci sözde medeniyetin fen ve san’at harikalarına ait Kur’an-ı Kerimdeki âyetleri tefsir etmekle yarının medeniyet terakkiyatının en çok hudutlarını çizerek, Kur’anın, insanları asıl terakkiyata teşvik ettiğini ve Peygamberlerin ilâhî mucizelerini zikretmekle: “Ey beşer! Sen de bu fitrî kanunlara muvafık olarak çalış, o mucizelerin maddî benzerlerine erişebilirsin, yol açıktır” diye medeniyete teşviki izah etmektedir. Eski zamanda fen ve tekniğin geri olmasıyla mânâları anlaşılamıyan bazı âyet ve hadîsleri fen ve tekniğin ilerlemiş hakikatleriyle izah etmekte, bâtıl hurafe ve itikatlardan ve bid’atlerden dini temizlemekte olduğunu görüyoruz. (Maarif Din Plânlama Komisyonuna verilen rapor: Said Özdemir). |
Yazar: | ankebut [ 17.11.11, 12:40 ] |
Mesaj Başlığı: | Re: “Tuhfetür-reddiye Alâ Mezheb-i Said-il Kürdiye” |
NURCULUK BİR MEZHEP, BİR TARİKAT MIDIR? Risâle-i Nur muarızlarının Nur Talebelerine, yâni Nur Risâleleri okuyanlara yaptıkları isnatlardan biri de budur. Bu hareketi bir mezhep, bir tarikat şeklinde göstermeğe uğraşırlar. Halbuki bu ne bir mezhep, ne de bir tarikattir. Nur Talebeleri, tarikatla hiç meşgul olmazlar. Üstadları onlara böyle bir ders vermemiştir. Çünki o, bir mezhep veya tarikat tesis etmek iddiasında aslâ bulunmamıştır. O, tamamiyle Ehl-i Sünnet bir Müslüman, bir mü’min, bir muallim idi. Doğrudan doğruya Kur’ana bağlı idi. Kur’andan aldığı feyiz ve nuru neşreden bir muallim, bir naşir-i Kur’an idi. Yegâne rehberi Kur’an, yegâne şiarı iman ve irfan idi. Bu suretle manevî sahada bıraktığı yadigâr da ancak bir mekteb-i irfan, bir ekol olabilir. İşte Nur Talebeleri bu mektebin müdavimleridir. Onun talebelerinden istediği şey, yalnız hizmeti Kur’aniyede ve hakaik-i imaniyyenin neşrinde devam etmekten ibarettir. Talebelerinin ruhunda hidayet nurunu tutuşturarak onlara bir canlılık, bir mücadele ruhu, bir iman aşkı, bir neşe-i İslâm zevki vermiş, ebediyete intikal etmiştir. Onları herhangi bir tarikat ilkesiyle âtıl bir hale getirmemiştir. Filhakika Nur talebelerinde bir mücadele ruhu var.. Bazı ehli tarikat gibi bir köşeye çekilip kalmış insanlar değil. Hepsi iş güç sahibi. Çalışırlar, alın teriyle rızıklarını temin ederler. Kimseye bâr olmazlar. Alış verişlerinde doğruluktan asla ayrılmazlar. İbadetlerinde, itaatlerinde, namaz vakitlerini geçirmezler. Her gün seherde kalkarlar, sabah namazından evvel veya sonra Kur'anı Kerimden beş on sahife okurlar. Bütün işleri güçleri bundan ibaret. Fisebilillâh, hiçbir menfaat kaydı olmayarak, hakaik-i imaniyye ve Kur'aniyyeyi neşrederler. Bunlar, üstadları gibi, bahşiş, ücret, sadaka, zekât gibi bir şeyler kat'iyyen almazlar, esasen ihtiyaçları yok. Bilâkis ihtiyacı olanlara onlar verirler. Onların bu dindar, bu dürüst hareketlerini, bu samimî imanlarını, bu çalışkanlıklarını gören arkadaşları, tanıdıkları, konu komşuları onların hayatlarına imrenir, onlar gibi olmağa heves eder.. Risâle-i Nur'ları okuya okuya ruhlarında iman dalgalanır; namaz kılmağa, feraizi diniyyeyi ifaya başlarlar. Bu eserlerde böyle bir irşad hassası, bir irşad ruhu vardır. İşte o kadar. Başka bir şey yok. Âyin mayin diye hiçbir şey, hiçbir merasim yok. Vaktinde namazını kılar, sonra işine gücüne devam eder. Esnaf ise ticaretine, memur ise vazifesine, işçi ise işine, talebe ise dersine gider. Hayattan zevk duymaya başlar. Nur Talebelerinin iki düşmanı vardır: Masonluk ve Komünizm. Bunları imana musallat iki ejder olarak telâkki ederler. Yeryüzünde imansızlığı yayan bu iki teşekküldür, derler. İman hudutlarını bu çetelerin taarruzlarından korumak her mümin için en birinci farzdır, derler. Onun için Komünizm ve Masonluk ile mücadele halindedirler. Onun için Mason ve Komünist yazarlar, Nur Talebelerini en büyük düşman sayarlar. Umdelerini yürütmek hususunda bunları engel telâkki ederler. Mahkemelerin adâleti olmasa bunları yok etmekten bir dakika geri kalmazlar. Bunlardan bir çoğu mahkemeye sevk olunmuş, üç yüz küsur mahkeme huzuruna çıkmışlar, muhakeme olmuşlar. Yüzlerce hâkim, onların masumiyetine, vecaib-i diniyelerini ifa ile kendi hallerinde yaşadıklarına, asayişi muhil, devletin kanun ve nizamlarına aykırı bir harekette bulunmadıklarına, aralarında maddilikten mücerret sırf manevî rabıtadan başka hiçbir teşkilâta tâbi olmadıklarına, Nurculuk bir tarikat veya mezhep olmayıp son zamanlarda yayılma istidadı gösteren dinsizlik cereyanına karşı Kur’andan ilham alınarak meydana getirilen, İslâmiyetin iman esaslarını takviye ve telkin maksadıyle sırf dinî gayret ve mücahede saikasiyle yazılan ve imanın yükselmesine hizmet eden Risâle-i Nur eserlerine izafe edilen bir cereyandan başka birşey olmadığına, siyasetle meşgul olmadıklarına, İslâmiyeti öğrenmek ve yaymaktan başka bir gayeleri olmadığına gizli, aşikâr hiçbir siyasî maksatları bulunmadığına müttefikan karar vermişler, bu kararlar yüksek temyiz mahkemesince de tasdik ve tasvip olunarak muhkem kaziyyeler haline gelmiş, bu suretle memleketimizdeki bütün derecat-ı mahakimin ittifakiyle bir icmai hükkâm hasıl olmuştur. Artık bu muazzam icmai hükkâm karşısında bunları bir mezhep, bir tarikat veya cemiyet halinde bir teşekkül olarak göstermek asla doğru değildir. Komünist, yahut Mason yazarların mahkeme karariyle masumiyetleri tebeyyün eden vatandaşları tahkir ve tezyif etmeleri asla doğru değildir. Bu husustaki isnatları tamamiyle haksız ve yersizdir. * * * Merhum 1948 de Afyonda mevkuf bulunduğu zaman, Başbakanlığa, Adliye ve Dahiliye Vekâletlerine gönderdiği mektupta Risale-i Nur’a ve şahsına isnat olunan töhmetler hakkında şöyle diyor: “…Kaderin cilvesi, beni menfa olarak muhtelif yerlerde bulundurdu. Bu esnada Kur’anı Kerimin feyzinden kalbime doğan füyuzatı yanımdaki kimselere yazdırarak bir takım risâleler vücude geldi. Bu risâlelerin heyeti mecmuasına “Risâle-i Nur” ismini verdim. Hakikaten Kur’anın nuruna istinat edildiği için, bu isim vicdanımdan doğmuş, bunun ilhamı İlâhî olduğuna bütün kalbimle kaniim ve bunları istinsah ederken “Barekâllah” dedim. Çünki iman nurunu başkalarından esirgemeğe imkân yoktu. Bu risâleler, bir takım iman sahipleri tarafından birbirinden alınarak istinsah edildi. Bana öyle bir kanaat verdi ki, Müslümanların zedelenen imanlarını takviye için bir sevk-i İlâhîdir. Bu sevki İlâhîye hiçbir sahibi iman mâni olamıyacağı gibi teşvike de dinen mecbur olduğumu hissettim. Zaten bugüne kadar yüz otuzu bulan bu risâleler tamamen ahiret ve iman bahislerine ait olup, siyasetten ve dünyadan kasdî olarak bahsetmez. Buna rağmen bir kısım fırsat düşkünlerinin iştigal mevzuu oldu. Denizli’de tevkif edildim. Muhakemeler oldu. Neticede hakikat tecellî etti, Adalet yerini buldu. Fakat bu düşkünler bir türlü uslanmadılar. Bu defa da beni tevkif ederek Afyona getirmişlerdir. Mevkufum. İsticvap altındayım. Bana şunları isnat ederler: 1 – Sen siyasî bir cemiyet kurmuşsun. 2 – Sen rejime aykırı fikirler neşrediyorsun. 3 – Siyasî bir gaye peşindesin. Bunların esbabı mucibe ve delilleri de, risalelerimin iki, üçünden, on, on beş cümledir. Beşerin ağzından çıkan hangi cümle vardır ki tevillerle cürüm ve suç teşkil etmesin. Bilhassa benim gibi yetmiş beş yaşına varmış ve bütün dünya hayatından elini çekmiş, sırf ahiret hayatına hasr-ı ömr etmiş bir adamın yazıları elbette serbest olacaktır. Hüsn ü niyete makrun olduğu için, pervasız olacaktır. Bunları tetkikle altında cürüm aramak insafsızlıktır. Başka bir şey değildir. Binaenaleyh, bu yüz otuz risâleden hiç birisinde dünya işini alâkalandıran bir maksat yoktur. Hepsi Kur’an nurundan iktibas edilen ahiret ve imana taallûk eder. Ne siyasî, ne de dünyevî hiçbir gaye ve maksat yoktur. Nitekim hangi mahkeme işe başlar ise aynı kânaatla beraet kararına varmıştır. Binaenaleyh lüzumsuz mahkemeleri işgal etmek ve masum iman sahiplerini işlerinden güçlerinden alıkoymak, vatan ve millet namına yazıktır. Eski Said, bütün hayatını vatan ve milletin saadeti uğrunda sarfetmişken, bütün bütün dünyadan el çekmiş, yetmiş beş yaşına gelmiş yeni Said, nasıl olur da siyasetle iştigal eder? Buna tamamen siz de kanisiniz. Bir tek gayem vardır: Mezara yaklaştığım bu sırada, İslâm memleketi olan bu vatanda Bolşevik baykuşlarının seslerini işitiyoruz. Bu ses, âlem-i İslâmın iman esaslarını zedeliyor. Halkı, bilhassa gençleri imansız yaparak kendine bağlıyor. Ben bütün mevcudiyetimle bunlarla mücadele ederek gençleri ve Müslümanları imana davet ediyorum. Bu imansız kitleye karşı mücadele ediyorum. Bu mücadelem ile İnşaallah Allah huzuruna gitmek istiyorum. Bütün faaliyetim budur. Beni, bu gayemden alıkoyanlar da korkarım ki Bolşevikler olsun. Bu iman düşmanlarına karşı mücadele açan sizin gibi dindar kuvvetlerle elele vermek, benim için mukaddes bir gayedir. Beni serbest bırakınız. Elbirliğiyle Komünistlikle zehirlenen gençlerin ıslâhına ve memleketin imanına, Allahın birliğine hizmet edelim. (Şuâlar, Sahife 302–303) Mevkuf Said Nursî * * * “Yüzlerce mahkemenin hiçbirisi tarikatçılığa ait en ufak bir delil bulamamış ve bir mahkûmiyet verilmemiştir. Bilâkis, tarikat olmadığına dair muhtelif ehl-i vukuf ve mahkeme kararları vardır. “Bediüzzaman, eserlerinde tarikat hakkında şöyle demektedir: “– Zaman tarikat zamanı değil, imanı kurtarmak zamanıdır. Onun için bütün kuvvetimizle imana çalışmalıyız. İmansız Cennete gidilmez, fakat tasavvufsuz Cennete gidenler pek çoktur. Ekmeksiz insanlar yaşayamaz. Fakat meyvesiz yaşayabilir. Tasavvuf meyvedir. Hakaik-ı imaniyye gıdadır.” “Nurculuk tarikat olmadığı için âyin ve âdetleri yoktur. Sadece ortada Risâle-i Nur namında Kur’anın imanı cihetinden bir tefsiri vardır. Bu tefsiri okuyan Müslümanlar vardır. İşte bu Kur’an tefsirini okuyan Müslümana, tefsirin adına izafeten halk “Nurcu” adını vermiştir. Bir hocanın kitabından istifade eden talebeler, Müslümanlıktan ayrı olarak bir zümre değildir. İslâmiyetin tam inancına sahip olup ayrı bir inanca sahip de ğildir.” (Maarif Din Plânlama Komisyonuna verilen rapor.) Risâle-i Nur müellifinin ve talebelerinin tarikatçılıkla alâkalı olup olmamaları meselesi üzerinde biraz daha duralım. Tasavvuf ilmi noktasından biraz daha tetkik edelim. Yapılan bu isnadın ne kadar cehil ve suikaste müstenit olduğu bu tetkikatımızla büsbütün tezahür etmiş olacaktır. Risâle-i Nur muarızlarının en belli başlı paslı silâhları budur. Buna tarikat şekli vermek istemelerinden maksatları, işi kanun çerçevesine sokarak bu hareket-i ilmiyeyi suçlandırmak suretiyle boğmaktır. Başı boş cahil yazarlar, hele o imzaları üstüne Asistan, Doçent veya Profesör etiketini ekleyen Üniversiteli yazarlar yok mu, hani o akı kara, karayı ak yapmaktaki hüner ve marifet ustaları; türlü türlü şaklabanlıklarla meseleyi bu yola dökmeğe savaşır dururlar. Onun için bu mesele üzerinde biraz durmak, esaslı surette bunu ilmî cepheden de tetkik etmek, onların cehil ve suikastlerini tamamiyle meydana çıkarmak, hak ve hakikat namına, bir vecibe-i ilmiyyedir. Binaenaleyh evvelâ onların isnat ettikleri (tarikat) müessesesinin mahiyet ve esasları neden ibaret olduğunu anlayalım, sonra Risâle-i Nur müellifinin ve talebelerinin hareketleri o mahiyet ve esaslara tevafuk edip etmediğini tetkik edelim, mukayese edelim, aralarında bir münasebet olup olmadığını araştıralım. * * * Tasavvuf ve tarikat hususunda ihtisas sahiplerinin tetkikat ve beyanına göre, sofiyede tarikat, kâmil bir mürşidin irşadiyle nefsin ibadete hasriyle vahdeti hakikata vusul yolu tutmak yerinde kullanılan bir tâbirdir. Diğer bir tarifle feraiz ile amelden sonra nevafil ile Allaha yakınlık tahsil etmektir. Tarikatın, esası insan ruhunu terbiye ve irşat ile haricî âlemden âlâikin (alâka ve münasebetlerin) kesilmesi ve batın âlemiyle irtibatın teminidir. Bu kelime tasavvufun sistemleşmesinden sonra meydana gelen ve giyim, zikir tarzı ve telâkki ayrılıklarıyla hususiyetler gösteren sofi teşekküllerine ad olmuştur. Tarikatın, din ve mezhep ile farkı şudur: Din, inanış, ibadet ve muamelât esaslarını ihtiva eden ve inananlarca Allah tarafından Peygambere vahyedilerek halka bildirilen hükümlerin topluluğuna denir. Siyasî, iktisadî ve içtimaî sebeplerle dinin inanış ve bilhassa ibadet ve muamelât hükümlerini anlayıştan doğan ve zamanın gelişmesiyle gelişerek diğer anlayışlardan tamamiyle ayrılan sisteme “mezhep - gidilecek yol” adı verilmiştir. Tarikat ise, ibadet ve muamelâtta bir ayrılık göstermez. Zahidlerce fazla ibadetten, vahdet-i vücutcularca inanışta bir telâkki tarzından ibarettir. Ve bir tarikatta birbirine aykırı mezhep sahipleri de bulunabilir. Tarikatlardaki esaslar nelerdir? Bu esaslar, muteber tasavvuf eserlerinde uzun uzadı izah etmiştir. Hülâsası şöyledir: a – Hususî giyim: Her tarikatın inanışını gösterir şekilde ve taç denilen hususî külah, sarığı, bele takılan kemeri ve bazan boyuna, hırkaya; kulağa takılan; bele bağlanan taşlar ipler; küpeler; hattâ muayyen renkte pabuçları vardır ki bütün bunlara “tarikat cihazı” denir. * * * b – Zikir: Tarikatta Allah’ın bir, üç, beş, yedi, on iki, on dört; yahut daha fazla adın, derecesi arttıkça ve birer birer muayyen vakitlerde, muayyen, gayri muayyen sayıda anmaya “zikir” denir. Mevlevîlerde yalnız “Allah” adı zikredilir. İlk tarikatlarda “Lâ ilâhe illallah; Allah, Hu,” adlarının anıldığı; sonradan bu adların “Hak, Hay, Kayyum, Kahhar” adlarının da ilâvesiyle yediye çıkarıldığı rivayet edilir. Daha sonraları bazı tarikatlarda bu yedi ad’a daha bir çok adlar eklenmiştir. * * * c – Vird: Tarikat büyükleri tarafından âyet ve hadîslerden de bazı parçalar alınarak meydana getirilen hususî dualardır. Tarikat mensupları vird’i muayyen vakitlerde okurlar. * * * ç – Murakabe: Tarikat mensupları diz çöküp gözlerini yumarak; başlarını kalblerine doğru eğerler ve mürşitlerini gözlerinin önüne getirirler. Buna gözetleşme mânasına gelen “Murakabe” denir. Murakabe, böyle hususî bir tarzda yapıldığı gibi salik yâni hakikat yolcusu, her ne işte olursa olsun daima mürşidini düşünerek onu gözünden ayırmayacak, gönlünden çıkarmayacaktır. Bu suretle önce şeyhinde, ondan sonra peygamberde ve nihayet Yaratıcı’da yok olmak ve bu üç mertebede tahakkuk ettikçe sırasıyla şeyhi ile; Peygamberler ve Allah ile var olmak makamlarına erişir. d – Riyazat ve Çile: Tarikatların bir kısmında riyazat ve çile vardır. Farsça olan ve kırk gün ve kırk günlük manasına gelen çileye Arapça erbain de denir. Derviş Şeyh tarafından tekkede erbain için yapılmış olan dar ve küçük hücrelerden birine konur. Zaruret olmadıkça dışarıya çıkamaz. Orada kırk gün ibadet ile meşgul olur. Klâsik erbainde Dervişe ilk günü kırk, ikinci günü otuz dokuz ve bu suretle her gün bir tanesi azaltılmak suretiyle kırkıncı günü bir zeytin ve yirmi dört saatte bir desti su verilir. Bu müddet içinde geceleri uzanıp yatmaz. “Müttekâ” (dayanak) denen üstü hilâlvârî, ucu sivri bir demir sopayı yere saplar, alnını hilâlvârî yere dayar. Yahut çile kayışı denilen ve bir ucu düz altlarından geçmek üzere boynuna takılan bir kayış ile dizleri dikilmiş bir halde oturarak ımızganır. Kırk gün bitince dervişi erbainden çıkarırlar. Gördüğü rüya ve hülyaları şeyhe anlatır. Bunlara göre derecesi yücelmiş olur. Erbainden çıkan derviş, yıkanır ve o gün şerefine kesilen kurbanın ciğerini yer. Birbiri üstüne üç erbain çıkaran dervişler vardır. Mevlevîlerde riyâzat yoktur. Fakat çile binbir gündür. Bu müddet zarfında derviş kendisine gösterilen hizmeti görür, sema öğrenir, Mesnevi okur, istidadına göre ney, kudüm ve âyin denen Mevlevi ilâhilerini meşkeder. Bektaşilerde de sulük hizmetlerdir. Fakat muayyen zaman yoktur. * * * e – Seyahat: Dervişe bazan bir kusuru yüzünden, bazan da, halini ve derecesini yüceltmek için seyyahlık verilir. Hac eder, Necef, Bağdat; Kerbelâ ve Meşhedi ziyaret eder. Seyahati sırasında içi oyulmuş büyük bir Hindistan cevizinden, bazan da pirinçten ve hattâ süs için onları gümüşten yapılmış, iki kenarından bir zincire bağlanmış “Keşkül” ünü uzatarak istememek şartiyle içine konan parayı konuk olduğu tekkeye götürmek suretiyle alır. Keşkül uzatırken ilâhî ve mersiye okuyanlar da vardır. Yalnız mevlevilerde dilenme yasaktır ve bu âdet yoktur. Kendisine seyyahlık verilen Mevlevi dervişi; bulunduğu tekkeden kalkar, başka bir ile göçer ve oradaki tekkeye konuk olur. Başka tarikatlarda tekkesinden kalkıp yukarıda söylediğimiz yerleri gezen kişinin nihayet Sinop’a gelerek orada yatan Seyyid Bilâl’i ziyaret etmesi âdet olmuştu. Seyyid Bilâl’i ziyaret edenlerin seyahati tamamlanmış olurdu. Seyahati sırasında, meşinden elbise giyen, meşin bir kırbayı omuzuna takıp beline halkalarla bağlı taslardan halka su dağıtarak sakalık yapan ve mersiyeler okuyan dervişler de vardır. Ayrıca seyyah olmadığı halde Muharremlerde sakalık edenler de bulunurdu. f – Tekke: Şeyhin oturduğu dervişlerin hizmet ettikleri yere denir. Tekkeler, ekseriyetle tarikat pirinin yahut uluların türbeleri yanına yapılır. Harem ve selâmlık daireleri, vakıf arazisi kütüphanesi; derviş hücreleri; çile ve ziyaret yerleri; mutfağı; yemek odası, kahve ocağı, büyüklüğüne göre ahırı; konuk odaları; türbesi ve mezarlığı bulunan tam teşkilâtlı bir yerdir. Tekkelerde ayrıca sema’hane, yahut tevhidhane denen mihraplı, kafesli, maksureli ve çok defa türbedeki yatırları içine alan büyük bir yer de vardır ki burada kutlu gün ve gecelerle haftanın muayyen gün ve gecesinde şeyh, dervişler ve tarikat mensupları toplanır. Vird okunur, zikredilir, yahut Sema’ töreni yapılır. Ayrıca derviş olan yahut, şeyhliğe tâyin edilen kişilerin kabul ve atanma törenleri de burada icra edilir. Pir’in yâni tarikatı kuran, türbesi bulunan tekkeye “Pir evi” denir. Ve o tarikattakilerin en büyüğü ve şereflisidir. Bundan sonra tarikat ulularının yattığı tekkelere âstane, onlardan küçüklerine tekke ve dergâh, tarikat mensuplarının yolculuk esnasında konaklamaları için kurulan küçüklerine zaviye ve umumî olarak hepsine birden de tekke ve dergâh adı verilir. g – Mukabele: Sema’hane, yahut tevhid’hanede tarikat âyinleri yapılır. Herhangi bir tarikata mensup olmayanlar maksurelerde, kadınlar kafes arkasındaki yerde, tarikat mensupları ise bir daire şeklinde olan Sema’hanenin içinde ve kenarlarında otururlar. Bu suretle de birbirlerine karşı oturmuş olurlar. Bundan dolayı bu törenlere yüzyüze gelme manâsında “Mukabele” adı verilmiştir. * * * Tarikatlarda dereceler: Tarikatlarda, tarikatı kurana “Pir” denir. Mensupları arasında derviş yapma salâhiyetini kazanmış olanlara “Şeyh” adı verilir. Şeyhler, aynı zamanda halifelik payesini de almış olurlar ve dervişlerden, ileri gelenlere şeyhlik verebilirler. Şeyhlik verilen adama, tarikat silsilesini ihtiva eden ve şeyh olduğunu da bildiren “İcazetname” (diploma) verilir. Mevlevî ve Bektaşî gibi bazı tarikatlarda halifelikle şeyhlik ayrıdır. Tarikat mensuplarına muhip, muhipler arasında sülukunu tamamlayıp törenle taç giydirilmiş veya bazı tarikatlarda olduğu gibi biat töreni ile muhiplikten ileri dereceye geçmiş olanlara derviş denir. Sulûk: Tarikatın esası budur. Salik; yâni hakikat yolcusu, Vahdet-i Vücudun tahakkuku için şeriattan hakikate, mevhum varlıktan gerçek varlığa manevî bir yolculuk yapar. Bu yolculuğa Sulûk denir. Sulûk esmayı, yâni Allah’ın adlarını zikretmeyi ve riyazatı esas tutanlar olduğu gibi aşk ve cezbeyi esas tutanlar da vardır ki Sofiler ve Şuttar tasnifi bundan doğmuştur. Yakîn mertebeleri: Sâlik her manevî mertebede önce ilgi ile, sonra görüş, daha sonra da oluş ile üç derece geçirir: Bu derecelere “ilmel yakîn, aynel yakîn, hakkal yakîn” denir. Hacı Bayram, bunları “Biliş, buluş, oluş” diye Türkçeleştir-miştir. * * * Sulûk mertebeleri: Vahdet-i Vücudda sâlik, önce bütün işlerin Yaratıcı işi olduğunu, sonra bütün sıfatların Allah’ın sıfatları olduğunu; sonra da varlığın, bir uğurdan Vacib-ül Vücûd olduğunu bilir, bulur ve bununla tahakkuk eder. Bu mertebelere “Tevhid-i Ef’al, Tevhid-i Sıfât, Tevhid-i Zât” denir. Bunlar fena yâni yokluk mertebeleridir. Sonra “Cem, Cem’ül Cem, Hazret-ül Cem” makamlarına erişir. Sırası ile bu makamlarda Allah’ın ef’aliyle, sıfatıyla, zatıyla varlığa ulaşır. Bunlara da beka yâni varlık mertebeleri denir. Bu makamlarda tahakkuk eden sâlik tarikatta son makama ulaşmış ve sülûkunu tamamlamış olur. * * * Tarikat silsilesi: Tasavvuf mümessilleri tarafından ilk zamanlardan itibaren tarikatlarını Peygambere kadar götürmek için şöyle bir silsile tertip etmişlerdir: Hazreti Muhammed, Hz. Ali, Hasan Basri, Habib-i Acemi, Dâvud-u Tâi, Ma’ruf-u Kerhi, Seriyy-i Sakatî, Cüneyd-i Bağdadî. * * * Hırka: Tasavvufda hırka “Hal”e delâlet eder. Ve şeyhin dervişe hırka giydirmesi, halini vermesi, onu, sırrına varis kılmasıdır. Tarikat hırkasının da bir silsilesi vardır. Ve çok defa tarikat silsilesi ile beraber yürütülür. (Aylık Ansiklopedi). * * * İşte (tarikat) in mahiyeti esasları, sülûk mertebeleri ve silsilesi bunlardan ibarettir. Şimdi bu esaslarla Risâle-i Nur müellif ve talebelerinin meslekleri arasında bir münasebet olup olmadığını tetkik edelim. Çünki bu; hareketi ilmiyenin bir tarikat mahiyetini haiz olması için her halde aralarında bir münasebet olması iktiza eder. Eğer bir münasebet yoksa ilmen ve mantıkan bu harekete tarikat demenin imkânı olamaz. * * * Yukarıdaki izahattan anlaşıldığına göre: a) Tarikatlerde hususî giyim bir esastır. Buna tarikat cihazı denir. Nur talebelerinde böyle bir hususiyet var mıdır? Meselâ, bellerinde kemer, taş, ip; kulakların da küpe, veya ellerinde âsâ bulunan bir talebe görülmüş müdür? b) Sonra tarikatte zikir de bir esastır. Her tarikatin kendisine mahsus bir zikr formülü vardır. Muayyen vakitlerde bunu kendi kendilerine, yahut bir arada bir halka teşkil ederek âlenen hep bir ağızdan zikrederler. Nur talebelerinin herhangi bir yerde böyle bir halka teşkil ederek bir zikirde bulundukları vâki olmuş değildir. c) Sonra her tarikatın kendisine mahsus evradı vardır. muayyen vakitlerde onu okurlar. Nur talebelerine hiç böyle bir mükellefiyet yoktur. ç) Murakabe de yoktur. d) Çilehaneye girme mükellefiyeti de yoktur. e) Bir Nur talebesinin memleket memleket dolaşarak, keşkül uzatarak para istediğini işittiniz mi? Gördünüz mü?. Sadaka, iane, hattâ bahşiş almak Risâle-i Nur mektebi irfanında şiddetle yasaktır: Onlar üstadlarından böyle ders almıştır. f) Tarikatlerde olduğu gibi Nur talebelerinin tekkeleri, derviş hücreleri, Sema’haneleri, aşhaneleri, dergâhları; zaviyeleri; törenleri de yoktur. g) Sema’hane, yahut Tevhidhanede âyinler yaptıkları da vâki değildir. Kadınların kafes arkasında kendilerinin bir daire şeklinde oturdukları vâki değildir. ı) Tarikatlerde olduğu gibi Nur mektebi irfanında pir; şeyh; muhib; tören, taç giydirilen derviş gibi dereceler de yoktur. i, j) Nur talebeleri arasında aşk ve cezbe ile sulûk yolculuğunda bulunanlar, Cemi’, Cemulcemi’, Hazretülcemi gibi makamlar silsileler; şeyhin dervişlere giydirdiği hırkalar yoktur. Görülüyor ki tarikat esaslarının, derece, mertebe ve silsilelerinin, hiç biri Nur talebelerinde yoktur. Nur risâleleri müellifinin umdei esasiyyesi şudur: “Biz ehli tarikat değil ehli hakikatiz”. O halde bunlara tarikatçilik isnadına ilmen ve mantıkan imkân ve ihtimal var mıdır? Böyle isnatta bulunan Asistan, Doçent yahut Profesör geçinenler bu hakikat karşısında utansınlar. ŞERİATÇİLİK Risâle-i Nur müellifi ve talebelerine Şeriatçi denilmekte olduğu cihetle bu meselenin de ilmi nokta-i nazarından tetkik ve tahlili icap etmektedir. Malûm olduğu üzere şeriat, din lisanında, Cenab-ı Hakkın kulları için vazetmiş olduğu dinî, dünyevî ahkâmın heyeti mecmuasıdır. Bu itibarla şeriat, din ile müteradif olup hem ahkâm-ı asliye denilen itikadatı, her ahkâm-ı feriyye-i ameliye denilen ibadet, ahlâk ve muâlematı ihtiva eder. İtikadata müteallik ahkâm; Allah’a, meleklerine, kitâplarına resullerine, ahiret gününe, hayır ve şerrin Allah’tan olduğuna, öldükten sonra tekrar dirileceğine, Hazret-i Muhammedin Allahın kulu ve Resulü olduğuna imandan ibarettir. Farz olan ibadetler; Namaz, Oruç, Hac, Zekât ve Kelime-i Şehadettir. Bütün mekârim-i ahlâk da Müslümanlığın ahkâm ameliyesindendir. Bir de muamelâta dair ahkâm vardır ki onlar, aile münasebetleri, faiz gibi ticaret meseleleri, miras hukuku ve amme hukuku ile ilgili meselelerden ibarettir. Bu izahlardan anlaşılacağı üzere şeriat dairesi itikadiyat, ibadat ve ahlâktan muamelâta kadar geniş bir saha ihtiva etmektedir. Kanun vazıı bu şeriat hükümlerini ancak muamelâta dair olan kısmı ile kendini mukayyed addetmemiştir. Diğer hükümler, yâni itikadata ibadata ve ahlâka dair bütün hükümler tamamiyle muta’ ve muteberdir. Ve şeriatın bu hükümlerine bütün Müslümanlar itaatle mükelleftirler. Bu hükümlere itaat, bunları bilfiil tatbik kanunen bir suç değildir. Hattâ şeraitin bu nevi hükümlerinin hüsn-i suretle cereyan ve tatbiki için Diyanet İşleri Müessesesi teşkil edilmiştir. Ve vazifesi de şeriatın itikadat, ibadat ve ahlâka ait kısımlarını neşirden ibaretti. Nitekim 1963 de yayınladığı İmam Gazâlinin “Eyyühelveled” tercümesinin 20 inci sahifesinde (Şeriat) den bahsediyor: “Evlâdım ilmin özü ibadet ve taatin ne demek olduğunu bilmektir. Bilmelisin ki taat ve ibadet, söz ve iş ile, emir ve yasaklarında Allah’a ve Resulüne uymaktır. Yâni söylediğinde, yaptığında ve yapmadıklarında şeriata uymak demektir. Meselâ, her ne kadar görünüşte ibadet olsa da Bayram ve Teşrik günlerinde (Kurban Bayramının 2. 3. ve 4 üncü günlerinde) oruç tutsan, zorla alınmış elbise ile namaz kılsan günahkâr olursun. Evlâdım söz ve işin şeriata uygun olması gerekir. Çünki şeriate uymayan ilim ve amel, sapıklıktır. Sana yakışan sofuların taşkın ve sapık sözlerine aldanmamandır.” Şimdi böyle “Şeriat” den bahsettiği için Diyanet Müessesesini şeriatçilikle ithamı mı edeceğiz? Böyle şey olur mu? Din düşmanları, işi gürültüye getirerek mugalata ile Müslümanların iman, ibadet ve ahlâk esaslarından bahsetmeyi de suç gibi göstermek istiyorlar, maksatları malûm. Bu itibarla alelıtlak şeraitçiliği bir suç addetmek doğru değildir. Lâikliğe, kanuna aykırıdır. Hakikat böyle olduğu halde bir takım başı boş garazkâr yazarlar, hattâ ilmin haysiyet ve şerefini ayaklar altına almaktan çekinmiyen bozuk ve sapık fikirli bir takım Asistan Doçent ve Profesör etiketli kimseler mugalata ile alelıtlak (şeriatçı) diye ehl-i İslâmı tahkir ve tezyif etmekten biran geri durdukları yoktur. Maksatları belli: 1) Bu hareketi lâiklik rejimine aykırı göstererek Ceza Kanununun 163 üncü maddesiyle 6187 sayılı kanunun çerçevesi içine sokmak, 2) Mütemadiyen bunu tekrar ede ede halkın efkarında şeriata karşı bir nefret ve husumet uyandırmak, 3) Kendi sapık umdelerini örtmek, unutturmak için fikirleri başka tarafa çevirmek. Din demek olan şeriatın iman, ibadet ve ahlâka taallûk eden hükümleri vardır ki, dediğimiz gibi, bunların tamamiyle tatbiki için Devletin Diyanet İşleri namiyle dinî ve şer’i bir müessesesi vardır. Diyanet İşlerinin bütün teşkilâtı, müftüler, imamlar, hatipler; vaizler bu ahkâm-ı şer’iyeyi ifa ile, halka tebliğ ve neşir ile memur ve mükelleftirler. Eğer alelıtlak şeriatçılık suç ise bütün bu şeriat hâdimelerinin suçlu olması lâzım gelir. Kanun ve nizamlarımızda böyle bir suç var mı? Kanunda suç, siyasî, yahut şahsî menfaat ve nüfuz temini maksadiyle her hangi mukaddes bir şeyi âlet etmektir ki bu eserlerde böyle bir şey olmadığı üç yüz küsur mahkemenin hükmüyle sabit olmuş, kaziyye-i muhkeme haline gelmiştir. Artık bu insafsız suikast sahibi yazarların mahkemelerimizin bu hükümlerine hürmet etmeleri lâzım gelmez mi? Fakat, dediğimiz gibi, mugalata ile din ve şeriata karşı hakaret ve tezyifte bulunarak gençlerin fikirlerinde din ve şeriata karşı nefret ve husumet uyandırmak, diğer taraftan kendi suçlarının ortaya dökülmemesi için nazarları başka taraflara çevirmek, bir de iman, ibadet ve ahlâk hakındaki şeriat hükümlerini Müslümanlara bildirmek, neşretmek istiyenleri korkutmak, sindirmek maksadiyle mütemadiyen şeriatçı diye ehli İslâmı tahkir ve tezyif ediyorlar. Onların başlarından biri Vedad Nedim Tör açıkça söylüyor: “Biz memlekette dinî atmosfer istemeyiz.” Bu mevzuda Risale-i Nur müellifinin düşündüklerinin birkaç cümlesini nakledelim. Merhum diyor ki: – Şeriat... Yüzde doksan dokuz ahlâk; ibadet, ahiret ve fazilete aittir. Yüzde bir nisbetinde siyasete mütealliktir, Onu da ululemirlerimiz düşünsün... Risâle-i Nur, hayatı içtimaiyenin kanunlarını da ihata eden dinin geniş dairesinden bahsetmez; belki asıl mevzu ve hedefi dinin en has ve en yüksek kısmı olan imanın erkân-ı azimesinden bahseder. Ben imanın cereyanındayım. Karşımda imansızlık cereyanı var. Başka cereyanlarla alâkam yok... Bütün vaktimi ve hayatımı hakaik-i imaniyye ve Kur’aniyyeye hasr ve vakfetmişim... Risâle-i Nur’un vazifesi... Hayatı ebediyeyi mahveden, hayat-ı dünyeviyeyi de dehşetli bir zehire çeviren küfr-ü mutlaka karşı imanî olan hakikatleri gayet kat’î ve en zındık feylesofları dahi imana getiren kuvvetli burhanlarla Kur’ana hizmet etmektir. “Risâle-i Nur, yalnız cüz’î bir tahribatı, küçük bir haneyi tamir etmiyor; belki küllî bir tahribatı ve İslâmiyeti içine alan dağlar büyüklüğünde taşları bulunan bir muhit kaleyi tamir ediyor. Yalnız hususî bir kalbin ve has bir vicdanın ıslâhına çalışmıyor; belki bin seneden beri tedarik ve teraküm eden müfsit âletlerle, dehşetli rahnelerle kalbi umumîyi, efkârı âmmeyi, bilhassa avamı mü’mininin istinatgâhları olan İslâmi esasların; İslâmi cereyan ve şeairin kırılmasiyle bozulmağa yüz tutan vicdanı umumiyi ve onun geniş yaralarını Kur’anın i’cazı ile, imanın ilâçlariyle tedavi etmeğe çalışıyor. “Evet, bu asrın dehşetine karşı taklidî olan itikadın istinat kaleleri sarsılmış, uzaklaşmış ve perdelenmiş olduğundan dalâletin cemaatle hücumuna karşı her müminin tek başına mukavemet edebileceği gayet kuvvetli bir iman-ı tahkikî lâzımdır ki buna dayanabilsin. İşte Risâle-i Nur bu vazifeyi en dehşetli bir zamanda, en lüzumlu ve en nazik bir vakitte, herkesin anlayacağı bir tarzda, Hakaik-i Kur’aniyye ve imaniyyenin en derin ve en gizlilerini gayet kuvvetli burhanlarla isbat eder. “Ben tahmin ediyorum ki Şeyh Abdülkadir Geylânî, Şah-ı Nakşibendî, İmam Rabbânî gibi zatlar bu zamanda olsaydılar, bütün himmetlerini hakaik-i imaniyyenin ve akaid-i İslâmiyyenin takviyesine sarfedeceklerdi. Çünki saadet-i ebediyyenin medarı onlardır. Onlarda kusur edilirse şekaveti ebediyyeye sebebiyet verir. İmansız Cennete gidilmez, fakat tasavvufsuz Cennete giden pek çoktur. Ekmeksiz insan yaşayamaz. Fakat meyvesiz yaşayabilir. Tasavvuf meyvedir. Hakaik-i İslâmiye gıdadır... Biz hizmetkârız. Risâle-i Nur’un vazifesi imanı kuvvetlendirip kurtarmaktır. Dost, düşman tefrik etmiyerek hizmeti imaniyyeyi, hiç bir tarafgirliğe kapılmıyarak, yapmakla mükelleftir. “Ben çok bağırıyorum. Zira Onüçüncü asrın minaresinin başında durmuşum. Sureta medenî, fakat dinde lakayt, fikren mazinin, en derin derelerinde olanları camiye davet ediyoruz... İşte Risâle-i Nur’un hedef ve gayesi! Bunun neresinde suç var? Neresinde şeriati siyasete âlet etmek var?. * * * FARMASON TARİKATÇILAR Risâle-i Nur müellifini ve talebelerini tarikatçılıkla suçlandırmak istiyen muarızlarının maskelerini yırtarak asıl kendilerinin tarikatçı, hem de bâtıl Yahudi tarikatçisi, müşrik İskoçya tarikatçisi olduklarını bu ana kadar Yahudi hurafat mezhurfatı ile alûde olduklarını, bu itibarla kanuna karşı suçlu olduklarını gösterelim. Onların başkalarını tarikatçılıkla itham etmeleri, kendi tarikatçılıklarını kurcalandırmamak için nazarları başka tarafa çevirmek içindir. İste onların gizli cemiyetlerinin (tarikat) olduğuna dair kendi yasalarındaki itirafları: “Türkiye Maşrık-ı A’zam Kavanin-i Esasiye” kitabından aynen: Birinci bab: “Tarikatın teşekkülü” – 4 üncü sahife 7 inci madde: “Tarikatin cedvelinden” – S. 5, M.10: “Tarikatta vuku bulan taahhüdat” – S. 9, M. 25: “Tarikatin ideası” – S.10, M. 34: “Tarikatin masrafları”. Bu tâbirlerle Farmasonluğun bir tarikat olduğu itiraf edilmiştir. Ayrıca aynı kitabın 34. sahife, 65 inci maddesinde: “İkinci ve üçüncü dereceler ancak Tarikatin kendisine mahsus suver-i rumuziyye dairesinde tevcih olunur.” 12 inci sahifesinde 38 inci maddede “Derecat-ı selâse-i rumuziyyenin hâkimi müstakili olan ve bütün Türkiye’ye isâle; ziyaya mecbur ve memuru olan maşrık-ı âzam” deniliyor. Farmasonluk’ta diğer tarikatlarda olduğu gibi hususî kıyafet vardır; Farmason nizamı madde 39; “Üstad-ı a’zamın önünde sırf madenden işlenmiş bir “Güneş” timsali bulunacaktır. Üstad-ı a’zam yardımcısının önünde kordonu önünde “Saka kuşu resmi” ve diğer vazifelilerinin kordonlarının heyet-i mecmuası bir müselles teşkil edeni sureta “Maşrık-ı a’zam” kordonlarında ikişer “Akasya dalı” bulunacaktır.” Akasya dalı Salamon mabedinin tezyinatındandır. Farmasonların diğer tarikatlarda olduğundan fazla derece ve rütbeleri vardır. “Birinci derece: Çırak, 2. Kalfa, 3. Usta, 4. Gizli usta, 5. Kâmil usta; 6. Sırkâtibi; Nazır hâkim… 16. Kudüs Prensi; 21. Prosya Şövalyesi, 22. Lübnan Prensi, 23. Sadukaî esrar reisi… İskoçyalı Papas, 32. Ser hafi Prens, 33. Hâkim: müfettiş a’zam-ı umumî.” “Çırak derecesine mahsus talimat” kitabından aynen: Sahife 8: “İskoçya tarikati” Nizam vaziyeti, işaretler, alâmetler, tanışma sırları – Sahife 10: Birinci derece âyini – S. 18: Alkışa ulaşta, hep üç adedinin kullanılması – 8, 19: Tekris yâni vaftiz – S. 21: Masonluğun bütün cihanaşâmil oluşu: Siyonizm – S. 22: Kârıgâha niçin ma’bed denildiği – S. 23: “Bizim remzi saatlerimiz ta zerdüşt zamanından kalma bir ananenin yadigârıdır. Ezmine-i mütekaddimedeki gizli tarikatların ilk müessislerinden olan bu zat…” S. 25: “Kabul ve Tekris merasimi.” – S. 27: Nur ve ziyaya kavuşmak” – S. 45: Yeminleri – S. 49 Önülkleri. * * * İşte tarikat böyle olur. Gazetelerle, risâlelerle, broşürlerle hakikatleri tahrif eden bu Farmason yazarların içyüzleri budur. İşte asıl suçlu bunlardır. Fakat bunlar kanun kaçaklarıdır. Bir de komünist yazarlar vardır ki onların içyüzleri Farmasonlardan da beterdir. Allah onların şerrinden masun ve mazlumları korusun. *** KÜRTÇÜLÜK MESELESİ Merhuma isnat olunan şeylerden biri de “kürtçülük” tür. Bu da hiç aslı olmayan bir iftira ve isnattır. Muarızlar, buna delil olarak yalnız millî elbise ile İstanbula gelişini, bu kıyafetle dolaşmasını, büyük İslâm mücahidi ve kahramanı Salâhaddin Eyyübîyi takdir ile yad etmesini ileri sürüyorlar. Başka hiçbir sözünü, hiçbir hareketini bulup da ortaya koyamıyorlar. Maksat malûm. Ona siyasî bir isnatta bulunarak efkârı umumîye nazarında onu lekelemek. Evet, merhum, Türk’ün can, vatan ve din kardeşi olan Kürt soyundandır. Büyük mücahit Salâhaddin Eyyübînin kahraman soyuna mensuptur. Fakat kastedilen mânada ona Kürtçülük isnadına hiçbir veçhile imkân yoktur. Bir kere o, hakikî bir Müslüman olmak, Kur’an ve Sünnete bütün varlığıyla iman etmiş olmak itibariyle kavmiyyet aleyhinde olduğunda hiç şüphe yoktur. Bu yolda evvel, âhir hiçbir hareketi hiçbir sözü, hiçbir iddiası vaki olmamıştır. Böyle siyasî bir hüviyeti ve faaliyeti olmadığı 1949 senesinde Büyük Millet Meclisi Başkanlığını yapan Fuat Sirmen, 163 üncü maddenin tadili sırasındaki tenkitleri Adalet Vekili sıfatiyle cevaplandırırken kürside Bediüzzaman hakkında: “Hüviyetleri siyasî olmayan, faaliyetleri siyasî olmayan Said-i Nursî” demek suretiyle bu hususu resmen tescil eylemiştir. Merhumun Kürtçülükle hiçbir alâkası olmadığını, bilâkis her nev’i kavmiyetçi hareketlerin tamamiyle aleyhinde olduğunu kendi eserlerinden nakledeceğimiz bir kaç cümle, kat’i surette isbat etmektedir. Ezcümle mütareke devrinde Kürt Tealî Cemiyetinin Reisi Abdülkadirin kendisini kavmiyetçiliğe yönelen faaliyetlerine iştirake davetlerine karşı merhum Said Nursî şu cevabı vermişti: -“Allahu Zülcelâl Hazretleri, Kur’an-ı Keriminde: “Öyle bir kavm getireceğim ki onlar Allahı severler, Allah da onları sever” buyurmuştur. Ben bu beyan-ı İlâhî karşısında düşündüm. Bu kavmin bin yıldan beri âlem-i İslâmın bayraktarlığını yapan Türk milleti olduğunu anladım. Bu kahraman millete hizmet yerine ve 450 milyon hakiki Müslüman kardeş bedeline birkaç akılsız kavmiyetçi kimselerin peşinde gitmem. Şark’ta Şeyh Sait hâdisesi çıktığı sıralarda mektup yazarak kendisine: - Nüfuzunuz kuvvetlidir. Bize yardım edin! Diyen Şeyh Saide merhum Said Nursî, şu cevabı göndermişti: - “Türk milleti asırlardan beri İslâmın bayraktarlığını yapmış, çok veliler yetiştirmiştir. Bu kahraman milletin torunlarına kılıç çekilmez. Kardeşi kardeşe çarpıştırmak doğru olmaz. Böyle kötü ve sakat teşebbüslerden vazgeçiniz!” Merhum Said Nursî, Vanda bulunduğu sırada, Şeyh Said tarafından bazı aşiret reisleri kendisini ziyarete geldikleri sırada Şeyh Said hareketine katılmayı istiyen bu ağalara şöyle söylemişti: “Yine menfî bir fikirle mi geldiniz? Türk milleti tarihte İslâmın reisliğini en iyi şekilde yapmıştır. Şimdiden sonra da İslâmın reisliğini yine onlar deruhte edecektir. Bu yolsuz hareketlerden vaz geçiniz.” 1933 yılında Eskişehir Ağırceza Mahkemesinde merhum Said Nursî şöyle demişti: – “Risâle-i Nur’un her bir cüzü bir âyet-i Kur’aniyenin hakikatini tefsir eder.. İman ilminden ibaret olan Risâle-i Nur cüzleri emniyet ve asayişi tesis ve temin ederler. İmansızlıktır ki seciyesizliği ile emniyeti ihlâl eder. Kâinatta dinsizlikle dindarlık, Âdem Aleyhisselâm zamanından beri cereyan edip geliyor ve Kıyamete kadar da devam edip gidecektir. Bu meselelerin künhüne vakıf olan herkes, bize olan hücumun doğrudan doğruya dinsizlik hesabına dindarlığa bir taarruz olduğunu anlar. Benim ismim Said Nursi iken Said Kürdi ve Kürt diye yadediyorlar. Bundan güdülen maksat, hem âhiret kardeşlerimin hamiyeti milliyelerine ilişip aleyhime bir his uyandırmak, hem mahkemeye adaletin mahiyetine bütün bütün zıd bir cereyan vermektir.” Bu mevzuda merhumun bir eserinden nakledeceğimiz bir fıkra ise, merhumun ve talebelerinin kavmiyetçilik ithamı ile asla alâkası olmadığının en beliğ reddiyesidir. Merhum Said Nursî diyor: – “Eskiden Türk olmıyan bir talebem vardı. Eski medresemde sıhhatli ve gayet zeki olan o talebem, ulum-u diniyeden aldığı hâmiyet dersiyle her vakit şöyle derdi: “Salih bir Türk elbette fasık kardeşimden ve babamdan daha ziyade kardeştir ve akrabadır.” Sonra aynı talebe, talihsizliğinden başka terbiyenin tesiri altında kalmış; ben dört sene sonra esaretten gelince onunla konuştum. Hamiyeti milliyye bahsi oldu. Bu defa dedi ki: “Ben şimdi Rafızî bir Kürdü salih bir Türk hocasına tercih ederim.” Ben, de: “Eyvah, dedim, ne kadar bozulmuşsun!” Bir hafta çalıştım. Onu kurtardım. Eski hakikatli hamiyete çevirdim.” Merhum bu fıkraya şunları ilâve ediyor: – “Benim gibi ciddi bir muhabbetle Türk milletini seven ve Kur’anın senasına mazhariyetleri cihetiyle Türk milletini pek çok takdir eden, altı yüz seneden beri bütün dünyaya karşı koyan ve Kur’anın bayraktarı olan bu millete karşı, şiddetli taraftar bulunan; hocalık haysiyetiyle izzet-i ilmiyeyi muhafaza eden; hakaik-ı imaniyeyi vazih bir surette teşrih ile ders veren bir insanın on sene, belki yirmi otuz sene zarfında yirmi otuz değil; belki yüz, belki binlerce talebesi sırf iman ve hakikat noktasından onunla fedakârane bağlansa ve Âhiret kardeşi olsalar çok mudur? Zararlı mıdır? Hiç ehl-i vicdan, ehl-i insaf bunları tenkide cevaz verir mi?.” Son olarak şunu da ilâve edelim: Moskovanın kontrolünde, gayeleri malûm, bazı aşiret mensuplarından Şark’ta yakalanan iki casus; ne maksatla Türkiyeye geldikleri husu-sunda Millî Emniyette sorguya çekildiklerinde şu cevabı vermiş olduklarını görmekteyiz: – Biz, Türkiyeye Şark bölgesindeki faaliyetimize sed çeken Risâle-i Nur Talebeleriyle mücadele için gönderildik. Nur talebelerinin varlığı gayemizin tahakkukuna mâni teşkil etmektedir. Bu derece kavmiyetçilik ve Kürtçülük aleyhinde olan bir adama; halis muhlis mümin olan bir Müslümana Kavmiy-yetçilik, Kürtçülük isnadı çok zalimane bir iftira değil midir? “Kürtçülük hususunda Millî Mücadele tarihi ve Meclis zabıtlarında yaptığımız araştırmalar neticesinde hakikat anlaşılmış bulunmaktadır. Bediüzzaman ve talebelerinde Kürtçülük fikri ve böyle bir devlet kurmak hülyası olsa idi, bazı hocaların asıldığı bir vakitte M. Kemal ona ilişecekti. Bilâkis ona: “Sizin gibi bir hoca bize lâzımdır” diyerek Büyük Millet Meclisinin açıldığı vakitlerde üç defa şifre telgrafla İstanbuldan Ankaraya çağırıldığı; milletvekilliği; Şeyh Sunusî yerine Şark Umumî Vâizliğini ve Diyanet İşleri Reisliğini teklif ettiğini görüyoruz. Fakat Bediüzzaman: “Ben imana hizmet edeceğim, siyasete girmiyeceğim” diyerek bu teklifleri kabul etmemiştir. Hattâ Meclisin açılışında, Ankara’ya çağırıldığı vakitte kendisine Meclisçe “Hoşâmedî” yapılmıştır. Meclisçe hoş âmedî ve dua teklifine dair kayıtlar, Meclis zabıtlarında vardır: Birinci devre, üçüncü içtima senesi zabıt ceridesinin 24 üncü cildinin 4057 inci sayfasında Teşrinisani 338 Perşembe inikadın zaptı da, mezkûr hususu aynen mevcuttur. “O zaman Bediüzzaman, Büyük Millet Meclisinde, Şarkta din dersleriyle fen ve teknik derslerinin beraber okutulacağı bir Üniversitenin açılmasını teklif etmiş, iki yüz küsur Mebustan 163 ü bu teklifi kabul ederek yeni açılacak Üniversite için 150 bin lira tahsis edilmesine karar vermişlerdir. Yâni bugünkü Şark Üniversitesinin temel fikrini, o zaman teklif ettiğini yine Meclis zabıtlarından anlamış bulunuyoruz. Kanaatimizde eğer gerici, isyancı olsaydı, herhalde o karışık zamanda Büyük Millet Meclisinde olmazdı. “Umumî Harpte, Şark Cephesinde, Kafkas Cephesinde Milis Alay Kumandanı olarak Enver Paşa, Van Valisi Cevdet Bey, Kumandan Kılıç Ali, Bitlis Valisi Memduh Bey gibi kumandan ve Valilerin takdirkâr nazarları önünde Cepheden cepheye harp ettiğini, üç mermi yarası aldığını, bir çok Müslümanların ve şehirlerin kurtulmasına vesile olduğunu görüyoruz. “İşte Atatürk onu gerici yobaz değil, Büyük Harpte ve Millî Mücadelede bir çok yararlıkları görülen; ileri fikirli bir hoca bildiği için o zaman hiç ona ilişmemiş, bilâkis onu Ankara’ya çağırarak büyük vazifeler teklifinde bulunmuştur. Milis Alay Kumandanı olarak Büyük Harpteki mücahede ve yararlıkları görülmek istenirse, Genel Kurmayda Harp Tarihî Şubesindeki dosyasına da, bakılabilir. “Elde ettiğimiz kanaat, 37 senedir, eğer kendisinde Kürtçülük fikri bulunsaydı, muhakkak bir sızıntısı, bir ip ucu, bir delil bulunacaktı. Halbuki yüzlerce mahkemeden birisi bu hususta en ufak bir delil bulamamış ve bir mahkûmiyet vermemiş olduğunu görüyoruz. “Gerek umumî emniyet; gerek millî emniyette yapılan araştırma ve soruşturmalarda Kürtçülüğe dair en ufak bir delil görülmemiştir. “Malûmunuzdur ki 960 senesinin Aralık - Ocak aylarında Kürt devleti kurmak niyetinde olan gizli bir teşkilât kuruldu. Türkiye’nin her tarafında yapılan tahkikat neticesinde geniş tevkifat yapıldı. Hiç şüphesiz Bediüzzaman ve talebelerinin en ufak bir alâkaları bulunsaydı, en az onlar da sorguya çekilir ve tevkif edilirlerdi. Böyle bir şeyin olmaması, onların böyle bir iddiada bulunmadıklarını açıkça göstermektedir. “Bediüzzaman’ın kitaplarında böyle bir Kürtçülük fikri var mı? diye o cihetten tetkik edildi. Bilâkis kendisinin, memleketi birbirinden ayırıcı, menfi milliyet fikrî aleyhinde olduğu görüldü. Mektubat adlı eserinde menfi milliyet için şöyle dediği görülüyor: Mealen: “Evet, ben Şark’ta doğdum. Fakat felillâhihamd Müslümanım. Her asırda kudsî milletimin üç yüz elli milyon efradı vardır. Bu üç yüz elli milyon hakikî, ebedî kardeşleri, üç buçuk milyon Kürde değişmem. Kürtçülük, Türkçülük, Arapçılık gibi menfi milliyet fikri hariçten içimize sokulmuş bir zehirdir, bir frengi illetidir. Dessas Avrupa zalimleri ve Asya münafıkları, bizleri birbirimize düşürüp parçalamak ve yutmak için bu menfi milliyet fikrini aşıladılar. Çünki onlar “Parçala ve yut” diye birbirimizin aleyhine türlü yalanlar ve iftiralar uydurarak bizi birbirimize düşürürler. Bir zaman dünyaya hükmeden İmparatorluğumuzu bu şekilde kardeşi kardeşe vurdurmak suretiyle parçaladılar.” “Yine bir vakit, Mevlâna Rifat namında birisi, Kürdistan devleti kurmak fikri ile Kürt Teali Cemiyeti kurmuştu. Bu cemiyetin reisliğine Bediüzzamanı getirmek için yaptıkları teklife: “Yaptığınız, milleti parçalamaktır, millete ihanettir. Ben sizin cemiyetinize giremem” diye şiddetli bir surette reddetmiştir. Bu red mektubu hâlen hayatta bulunan Konsulâtçi Asaf namiyle maruf ihtiyar bir gazetecidedir. “Şark isyanını çıkaran Şeyh Saide: “– Bin seneden beri âlemi İslâmın bayraktarı olan bu milletin torunlarına kılıç çekilmez” diye isyandan vazgeçmesi için mektuplar yazmıştır. “Kuva-yı Milliye hareketi başladığı zaman, işgal altındaki İstanbulda Şeyhülislâm Dürrîzadenin: “Bu Millî Mücadele hareketinin. Padişahlığa isyan ve bu harekete katılanların âsi olduğu” şeklinde fetva vermesi üzerine Bediüzzaman: “– İşgal altındaki bir memlekette İngilizlerin emri ve tazyiki altında bulunan bir idarenin ve meşihatın fetvası mualleldir mesmu olamaz. Düşman istilâsına karşı harekete geçenler âsi değillerdir, fetva geri alınmalıdır.” Diye fetva vermiş olup bu hususla ilgili evrak meşihat evrakı arasında mevcuttur “Bediüzzaman’ın eserlerinde Türkler hakkında şu cümleleri görüyoruz: (İşte ey ehli Kur’an olan şu vatanın evlâtları! Altı yüz sene değil, belki Abbasîler zamanından beri, bin senedir Kur’anı Hakimin bayraktarı olarak bütün cihana karşı meydan okuyup Kur’anı ilân etmişsiniz. Milletinizi Kur’ana ve İslâma kale yaptınız. Bütün dünyayı susturdunuz. Müthiş tehacümatı defettiniz.. “Allah öyle bir kavim getirdi ki onları sever, onlar da ONU sever. Müminlere karşı şefkatlidir. Kâfirlere karşı hiddetlidirler. Allah yolunda mücahede ederler.” Âyetine güzel bir mâsadak oldunuz! Şimdi Avrupanın Frenk-meşrep münafıklarının desiselerine uyup şu âyetin evvelindeki hitabe mâsadak olmaktan çekinmelisiniz ve korkmalısınız. “Ey Türk kardeş! Bilhassa sen dikkat et. Senin milliyetin İslâmiyetle imtizaç etmiş, ondan kabili tefrik değil, Tefrik etsen mahvsın. Bütün senin mazideki mefahirin İslâmiyet defterine geçmiş, bu mefahirin zemin yüzünde hiçbir kuvvetle silinmediği halde sen şeytanların vesvesesiyle desiseleriyle o mefahiri kalbinden silme.” “Ve netice itibariyle Said Nursi’nin hayatım Türklerin içinde geçirmesi, ekseri dost ve muhipleri Türklerden olması ve yüz otuz eserini Türkçe yazması ve bütün eserlerinde böyle bir dâvayı reddetmesi onun Kürtçülükle hiçbir alâkası olmadığının kuvvetli bir delilidir.” (Maarif Din Plânlama Komisyonuna verilen rapor: Said Özdemir.) * * * 31 MART HÂDİSESİNDE HİZMETİ “31 Mart vak’asına dair Said Nursi hakkında çıkarılan şayialar tetkik edildi. Bunların kulaktan kulağa yayılan ve hiç bir vesika ve delile istinat etmiyen uydurma sözler olduğu neticesine varıldı. 31 Mart vak’asını tetkik ettiğimiz vakit; görüyoruz ki bu vak’ayı çıkaranlar Divanı Harbi Örfîye veriliyor. Gerçi onun düşmanları onun da ismini karıştırarak, mahkemeye sevkettiler. Hurşit Paşanın reisliğindeki Divan-ı Harbi Örfî, o zaman o vakayı çıkaran 18 kişiyi astıkları halde Said Nursi hakkında yapılan tahkikatta beraetine karar verilmiştir. Eğer onun en ufak bir dahli olmuş olsaydı 18 kişiyi asan Divan-ı Harbi Örfî onu da astırabilirdi. Demek onun hakkındaki bu isnadların tamamen uydurma olduğunu görüyoruz. O zaman, zabitlerine karşı isyan eden sekiz taburu Bediüzzaman: “– Ey kahraman askerler! Zabitlerinize itaat ediniz” diye başlayan bir hitabesiyle yatıştırmış ve teskin etmiştir.” (Maarif Din Planlama Komisyonuna verilen rapor.) MİLLÎ MÜCADELEDEKİ HİZMETİ Merhum Said Nursi, Bab-ı Meşihattaki Darül Hikmeti İslâmiyede âza bulunduğu sırada Anadoluda Millî hareket başlamıştı. Bu hareket aleyhinde yanlış fetva almak isteyenlerle pervasızca mücadele etti. Kuva-yı Milliye hareketini bütün kuvvetiyle müdafaa etti. Bu husustaki kahramanca mücadelesi Ankara Hükûmetince fevkalâde takdirle karşılandı. Şifre ile Ankaraya davet olundu. Kalb-i İslâm şehametiyle dolu olan Üstadın ilim ve irfan, celâdet ve fazilet kaynağı yalnız Kitabullah olduğu için Kur’an-ı Kerimden başka kitap yanında bulundurmazdı. Her şeyden zihnimi tecrit ile hakikatleri, büyük ve yüksek hakikatleri doğrudan doğruya Kur’andan anlamak istiyorum, derdi. Kur’anını koltuğuna koyarak Ankaranın davetine icabet etti. Ankarada büyük tezahüratla karşılandı. Kıymetli ve halisane irşatlariyle halkı Millî İstiklâl dâvasına iştirake davet etti. Bu yolda faydalı hizmetlerde bulundu. * * * RİSÂLE-İ NUR, ZARARLI BİR CEREYAN DEĞİLDİR Risâle-i Nur muarızlarının en ziyade ileri sürdükleri, aleyhte propaganda yaptıkları bu husus hakkında, bizim izahatimizden ziyade, Diyanet Riyasetinin ve mahkemelerin kararlarını görmek daha tatminkâr olur. Bu hususta yüzlerce raporlar, üç yüzden fazla mahkeme kararları var ki hepsi Risâle-i Nurun zararlı bir cereyan olmadığını, bilâkis faydalı olduğunu müttefikan beyan etmektedirler. Bu babta, bir fikir vermek için bazılarını nakl ile iktifa edeceğiz. * * * Diyanet İşleri Riyaseti Tetkik ve Müşavere Heyetinin 25/5/1963 tarih ve 963/36 sayılı kararı: “Nurculuk, bir tarikat veya mezhep olmayıp Said Nursi adındaki zatın, son zamanlarda yayılma istidadı gösteren dinsizlik cereyanına karşı Kur’anı Kerim âyetlerini ele alarak Risâle-i Nur namiyle yazdığı eserlere izafe edilen bir cereyandır. Bu eserler; imanı fikirlerle birleştirmeye çalışmaktadır. Dinî bakımdan bir mahzur yoktur.” İmzalar: A. Hamdi Kasaboğlu Lûtfi Aydoğan, Osman Keskioğlu, A. Aydın. Uygundur: Başkan Hasan Hüsnü Erdem... * * * Diyanet İşleri Riyaseti Dinî Eserleri Tetkik ve Müşavere Heyetinin 25/3/1956 ve 25/8/1958 tarihli raporları: “Bu eserler (Risâle-i Nur eserleri) münderecatlarında hiçbir şahıs zikredilmiyerek yalnız Kur’an-ı Kerim ve Hâdis-i Şeriften ilham alarak başka başka unvanlar altında karihasına göre hazırladığı birtakım esrar-ı ilmiye ve hikemiyyenin madde âleminden temsiller getirerek izahları yapılmış, halihazırdaki nev’i beşeri ve bilhassa memleketimizdeki büyük ve küçük insan kitlelerini ikaz ve fikrî ve şehevanî dalâletlerden, su’-i ahlâk girivelerinden kurtarmağa matuf ifadelerden ve onları devletimizce dahi matlûp olan güzel ahlâka sevkede-bilecek yazılardan ibaret bulunmuş olduğu… Bu kitapların muhtevasında hiç bir tarikâtın âdâb, erkân ve âyinlerini beyan eden ve herkesi onlara girmeye teşvik eyleyen bir yazı görülmemiş ve bil’umum yazıların hulâsa ve neticesi; vatandaşları İslâmî itikat ve ibadetlerin ifasına ve Kur’anı Kerim ve Sünnet-i Nebeviyeye ittiba’a teşvik ve tergip etmeyi ifadelerden başka, kanunlarımızı ve nizamlarımızı ve devletin temel esaslarını ihlâl edecek mahiyette dini veya din kitaplarını vesair mukaddesatı nüfuz ve menfaat temin etmek kasdiyle âlet ederek propaganda yapıldığına delâlet eden bir ifade de görülmemiş olduğu, bu itibarla yazılarının T.C.K. nunun 163. maddesi ve 6187 sayılı kanun ile ilgisi bulunmadığı kanaatine varılmıştır.” * * * Aydın Ağırceza Mahkemesinin 17/10/960 tarih ve esas 958/163, 960/165 numaralı esbabı mucibeli kararı: “...Bu eserlerin (Risâle-i Nurların) İslâmiyetin iman esaslarını takviye ve telkin maksadiyle sırf dini gayret ve mücahede saikasiyle yazılmış, âlemi İslâmın ve beşeriyetin manevî ve insanî yolda yükselmesini istihdaf ettiği müşahede edilmiştir. Maznunların ibadet gayesinden ayrı olarak toplandıkları ve Nurcu namı altında bir cemiyetin bulunduğu hakkında en küçük bir karineye rastlanmamış, cemiyet teşkili için icap eden organizasyonun adem-i mevcudiyeti dolayısiyle Nurcu denilen bu şahıslar arasında aynı kitapları okumanın neticesi olarak doğan maddilikten mücerret manevî bir bağlılık suretinde bir birliğin mevcudiyeti varit bulunmuştur.” * * * İstanbul Birinci Ağırceza Mahkemesinin esas 207/ 963 ve 963/249 sayılı kararı: “Nurculuk bir tarikat veya mezhep değildir. Dinsizlik cereyanlarına karşı yayınlanan Risâle-i Nura izafe edilen bir cereyandır. Lâik Türkiye’de herkes dininin icabını yerine getirmekte serbesttir. Nurculukta devletin nizamlarına aykırı bir şey yoktur. Nurculuğu medh-ü sena bir suç değildir. Siyasetle meşgul olmamak, Nurcuların en büyük şiarıdır.” * * * İstanbul İdare-i Örfiye 3 numaralı Askerî mahkemesinin 861/18 tarih ve esas 961/37 numaralı kararı: “Nurculuk bir cemiyet veya tarikat değildir. Bir şahsı mücerret dinî zaviyeden medhü sena suç değildir. Bilâkis haktır.” * * * İzmir İdare-i Örfîyesinin 963/88 esas, 693/62 kararı: “Mevzu-i bahis kitapların yasaklanmasına dair İçişleri Bakanlığının emirlerinin hukukî mesnedi yoktur.” * * * Maraş Sulh Ceza Mahkemesinin 963/295 esas ve 963/ 494 sayılı kararı: “Risâle-i Nurların okunması, bulundurulması veya basılması suç değildir. Kaziyye-i Muhkeme olan bir dâva rüyet edilemez. Dahiliye Vekâletinin bu gibi eserleri toplatmak salâhiyeti yoktur. Mahkemeler de bu gibi eserleri müsadere edemez. Said Nursiye ait risâle, makale ve yazılar Kur’an-ı Kerim tefsirlerinden ibaret olması hasebiyle tecziye ve tecrim edilemez. Aksi takdirde mahkûm edilen bizzat Kur’an-ı Kerimin kendisi olur. Zira tefsiri mahkûm etmek, netice itibariyle Kur’an-ı Kerimi mahkûm etmek demektir. Bu eserlerde Kur’an ve Sünnete muhalif, kanuna aykırı hiçbir cihet yoktur. Kaldı ki Nur Talebeleri bir ekole mensuptur. Nurculuk bir cemiyet, bir tarikat, bir mezhep değildir. Risâle-i Nuru okudukları için bunlara Nur talebeleri denilmektedir. Said Nursinin gayesi İslâmiyete hizmettir. Altında hiçbir siyasî maksat yoktur. İslâm dinine muhalif tek husus yoktur. Onun dâvası İslâmiyete hizmettir; mahkemelerin verdikleri kararlara Adliye Vekâletinin hürmet etmesi icap eder.” * * * Kütahya Ağırceza Mahkemesinin esas 936/61 ve 964/45 kararı: “Risale-i Nur Kur’anın kısım kısım yapılmış tefsirlerinden ibarettir. Siyasetle hiç bir alâkası yoktur. Yalnız ve yalnız İslâma dair yazılmış faydalı eserlerdir. Gayrı ahlâkî tek bir kelime yoktur. En ulvî, en insanî ve ahlâkî duygularla yazılmıştır. Allah’ın emirlerini yaymak, bilmiyen kardeşlerine öğretmek her Müslümana farzdır. Müslümanları dalâlet ve huzursuzluğa sürükleyen dinsizliğe ve komünistliğe karşı mücadeleye davetle Müslümanlar mükelleftir.” İşte hep böyle aynı mealde üç yüz küsür mahkemenin kararlariyle sabit olmuştur ki Nur risâleleri bir kısım Kur’an tefsirinden ibaret olup devletin kanun ve nizamlarına aykırı, zararlı bir cereyan değildir. Bunun gibi yüzlerce bilirkişi raporları da vardır, Bunlar da mahkemelerin hükümlerini teyit eder mahiyettedir. * * * “Yüzlerce muhtelif mahkemelerin yüzlerce beraet ve men’i muhakeme kararları ve ehlivukuf raporları vardır. Muhtelif Türk mahkemelerinin bu beraet kararları üzerinde yaptığımız bu tahkikat neticesinde bizde müsbet bir kanaat hasıl olmuştur. Çünki bunca Türk hâkimlerinin, Türk Adliyesinin haksız ve adaletsiz bir karar vermiyecekleri kanaatindeyiz. Birbirini görmeyen yüzlerce mahkemenin bâtıl bir dâva üzerinde ittifakları muhaldir. Biribirinden uzak muhtelif mahkemelerin ayni hakikat üzerinde müsbet ittifakları gösterir ki o dâva, haktır, hakikattir” (Maarif Din Plânlama Komisyonuna verilen rapor) * * * Risale-i Nur ve Bediüzaman hakkında Adlî, Askerî, Örfî; Türk Hâkiminin millet adına verdiği kararlar ve ehl-i vukuf raporlarını ihtiva eden büyük kıt’ada dört cilt neşrolunmuştur. Birinci cilt 452; ikinci 352, üçüncü 94, dördüncü 32 sahifedir ki yekûnu 958 sahife tutmaktadır. Bu kararların hepsi kesinleşmiş; kaziye-i muhkeme haline gelmiştir. 434 Beraet, men’i muhakeme, ta’kipsizlik kararı ve ehlivukuf raporunu ihtiva eden bu dört ciltten biz ancak birkaç tanesini naklettik. Bütün hâkimlerin ve ehlivukufun birleştikleri ve birbirini teyit ettikleri hükümleri madde olarak şu suretle tesbit ettik: 1. Nurculuk bir mezhep değildir. 2. Nurculuk bir tarikat değildir. 3. Nurculuk, Risâle-i Nur eserlerine izafe edilen bir cereyandır. 4. Risale-i Nur; son zamanlarda yayılma istidadı gösteren dinsizliğe karşı yazılmış eserlerdir. 5. Risâle-i Nur, Kur’anı Kerim âyeleri ele alınarak yazılmış eserlerdir. 6. Risâle-i Nur, imanı fikirlere yerleştirmeye çalışmaktadır. 7. Risâle-i Nur’lârda dinî hiçbir mahzur yoktur. 8. Risâle-i Nur; yalnız Kur’anı Kerim ve Hadîsi Şeriften ilham alınarak yazılan eserlerdir. 9. Risâle-i Nur’da, birtakım esrarı ilmiye ve hikemiyenin madde âleminden temsiller getirilerek izahları yapılmıştır. 10. Risâle-i Nur, nev’i beşeri ve bilhassa memleke-timizdeki büyük ve küçük insan kitlelerini ikaz ve fikri ve şehevanî dalâletlerden korur. 11. Risâle-i Nur, insan kitlelerini su-i ahlâk girivelerinden kurtarır. 12. Risâle-i Nur insan kitlelerini güzel ahlâka sevk eder. 13. Risâle-i Nurların muhtevasında hiç bir tarikatın âdâp, erkân ve âyinlerini beyan eden yazı yoktur. 14. Risâle-i Nur’da, tarikata girmeğe teşvik eden bir yazı yoktur. 15. Risâle-i Nur; vatandaşları İslâmî itikat ve ibadetlerin ifasına teşvik ve tergip eder. 16. Risâle-i Nur, Kur’an-ı Kerim ve Sünnet-i Nebeviyyeye itaate teşvik ve tergip eder. 17. Risâle-i Nur; devletimizin nizam ve kanunlarımızı ihlâl edecek mahiyette değildir. 18. Risâle-i Nur, devletin temel esaslarını ihlâl edecek mâhiyette değildir. 19. Risâle-i Nur; devletin temel esaslarını ihlâl edecek mahiyette din kitaplarını vesair mukaddesatı âlet etmez. 20. Risâle-i Nurda din veya din kitaplarını vesair mukaddesatı nüfuz ve menfaat temini kasdiyle propaganda yapıldığına delâlet eder bir ifade yoktur. 21. Risâle-i Nur’un 163 üncü madde ve 6187 numaralı kanun ile ilgisi yoktur. 22. Risâle-i Nur, İslâmiyetin iman esaslarını takviye ve telkin maksadiyle yazılmıştır. 23. Risâle-i Nur sırf dinî gayret ve mücahede saikasiyle yazılmıştır. 24. Risâle-i Nur, âlemi İslâmın ve beşeriyetin manevî ve insanî yolda yükselmesini istihdaf eder. 25. Nurcu namı altında bir cemiyet yoktur 26. Nurculuk cereyanında cemiyet teşkili için icapeden organizasyon yoktur. 27. Nurculuk; aynı kitapları okumanın neticesi olarak doğan maddilikten mücerred mânevî bir bağlılıktır. 28. Lâik Türkiye’de herkes dininin icabını yerine getirmekte serbesttir. 29. Nurculuk’ta devletin nizamlarına aykırı bir şey yoktur. 30. Nurculuğu medh ü sena bir suç değildir, 31. Siyasetle meşgul olmamak Nurcuların en büyük şiarıdır. 32. Bir şahsı mücerret dinî vaziyetten medh ü sena suç değildir. 33. Risâle-i Nurların yasaklanmasına dair Dışişleri Bakanlığının hukukî mesnedi yoktur. 34. Risâle-i Nurun okunması suç değildir. 35. Risâle-i Nurun evlerde bulundurulması suç değildir. 36. Risâle-i Nurun basılması, neşredilmesi suç değildir. 37. Dahiliye Vekâletinin Risâle-i Nurları toplama salâhiyeti yoktur. 38. Kaziye-i Muhkeme hasıl olan bir Risâle-i Nur, dâvası bir daha rüyet edilemez. 39. Kaziye-i Muhkemeli Nur Risâlelerini mahkeme müsadere edemez. 40. Kur’an tefsiri olan Risâle-i Nur tecziye ve tecrim edilemez. 41. Kur’an tefsiri demek olan Risâle-i Nur’u mahkûm etmek bizzat Kur’an-ı Kerimi mahkûm etmek demektir. 42. Risâle-i Nur’larda Kur’an ve Sünnete muhalif bir cihet yoktur 43. Nur Risaleleri imanî bir ekoldür. 44. Risâle-i Nur’u okudukları için Nur talebelerine bu isim verilmiştir. 45. Risâle-i Nur, müellifinin gayesi İslâmiyete hizmettir. 46. Risâle-i Nur’larda hiçbir siyasî maksat yoktur. 47. Risâle-i Nurlar hakkında mahkemelerin verdikleri kararlara Adliye Vekâletinin hürmet etmesi icap eder. 48. Risâle-i Nur, Kur’anın kısım kısım yapılmış tefsirleridir. 49. Risâle-i Nurlar yalnız ve yalnız İslama dair yazılmış faydalı eserlerdir. 50. Risâle-i Nur’larda gayrı ahlâkî tek bir kelime yoktur. 51. Risâle-i Nur’lar en ulvî, en insanî; en ahlâkî duygularla yazılmıştır. 52. Allah’ın emirlerini yapmak; bilmiyen kardeşlerine öğretmek her Müslümana farzdır. 53. Müslümanları dalâlet ve huzursuzluğa sürükleyen dinsizliğe ve komünistliğe karşı mücadeleye davetle Müslümanlar mükelleftir. 54. Risâle-i Nurlar içinde insanları İslâmî akide ve ibadet ve ahlâka teşvik eden müessir ve makul ifadeler vardır. 55. Said Nursi’den veya Risâle-i Nur Külliyatından bahsetmek bugünkü mevzuatımıza göre suç değildir. 56. Risâle-i Nur Külliyatı alenen kitapçılarda teşhir olunup satılmaktadır. Basılması yasak edilmemiş her hangi bir eseri, bir kimsenin alıp okuması, bunun üzerine fikir yürütmesi, tartışmaya girişmesi, fikir ve vicdan hürriyetinin Anayasaca teminat altına alınmış mantıkî bir neticedir. 57. Nurcuların ibadet gayesinden ayrı olarak toplanıp bir organizasyonla cemiyet teşkil etmedikleri anlaşılmıştır. 58. Bu eserlerin mahiyeti istihdaf ettiği gaye, itikat ve ibadat ve ahlâkı İslâmiye esaslarını tahkime aittir. 59. Bu eserlerde hiçbir tahrik ve maddî kuvvet kullan-maksızın ruhî terbiye yoliyle İslâm dininin yüksemle-sini ve Kur’anı Kerimin anlaşılmasını istihdaf eden bir gaye güdülmektedir. 60. Bu eserlere gerek parça parça, gerek kül halinde lâikliğe aykırı ve dini siyasete âlet etmek ve şahıslar için menfaat sağlamak maksadı güdülmemektedir. 61. Risâle-i Nur’lardan alınmış vecizelerin dükkânda veya evde levha halinde asılmış olması kanuna aykırı değildir. 62. Said Nursî kanaatlerinde samimî ve kalbi dinî hissiyat ile meşbudur. 63. Bu adamın yazdıklarında halkı, dinî hissiyatı âlet ederek devletin emniyetini ihlâle teşvik etmek veya bir cemiyet kurmak maksadı olduğunu gösterir sarahat ve emare yoktur. 64. Said Nursi’deki enerji tarikat gütmek, cemiyet kurmak enerjisi değil; Kur’an hakikatlerini anlatmak; ciddî arzu edenleri ilimden faydalandırmaktır. * * * Bu, muazzam bir hâdise-i Adliyedir ki dünya Adliye ve adalet tarihinde vaki olmamış ve olmak ihtimali de yoktur. Aynı hakikat üzerinde ayni hükümlerde yüzlerce mahkemenin, binden fazla hâkim ve ehl-i vukufun ittifak etmeleri ve bütün bu hükümlerin Yüksek Temyiz Mahkemesince de tasdik ve tasvip edilerek kaziye-i muhkeme haline gelmesi harikulâde bir meseledir, bir adalet şahikasıdır. Bu suretle dâvanın hak ve hakikat olduğunda icma-i hükkâm hasıl olmuştur. Türk mahkemesi, Türk hâkimi, Türk adaleti namına bu cihanşümul bir şereftir. Dünya tarihi ve dünya adalet şehinşahi Hz. Ömer ve hâkimleri, Müslüman Türk Milleti, İslâm dünyası, ve bir saat adaletle hükmü yetmiş sene ibadet telâkki eden Müslümanlık bununla bilhakkın iftihar eder, ruhi Peygamberî de şad olur. Bunun ecir ve mükâfatını ancak Cenab-ı Âdili Mutlak, Rabbı Zülcelâl verebilir. “İnnallahe lemaal muhsinin.” GENERAL S. EVRİNİN BROŞÜRÜ Diyanet İşleri Yayınları arasında “Nurculuk Hakkında” adlı imzasız olarak neşredilen bir broşür hakkında da birkaç söz söylemek isteriz. Evvelâ şunu arzedelim ki, Diyanet müessesesi namına neşredilecek eserlerin imzasız olarak neşredilmesi hiç de doğru değildir. Bu müessese tarafından yayınlanacak herhangi bir eserin kimin tarafından yazıldığı belli olmalıdır ki ona göre kıymetlendirilip nazarı tetkik ve mütalâaya alınabilsin. Diyanete mensup herhangi bir şahıs, şahsî fikirlerini bir kâğıda dizileyip de imza koymaksızın, onun dinî, ilmî ve siyasî mesu’liyetini makama yükletmek elbette doğru olmaz. Hattâ makam sahibinin şahsî fikri olarak söylediği söz başkadır, din namına söylediği söz başkadır. Bunun ayırd edilmesi zaruridir, ehemmiyetlidir. İslâmda “Lâ yuhtilik” olmadığı için, söylenen söz nazarı tetkike alındığı zaman dinî bir hüküm müdür, yoksa şahsî bir fikir midir? Belli olmazsa, iman ve itikad esasları hakkında Müslümanlar tereddüde düşebilir.. Hüsn-i niyyet sahibi olmayan münekkidler, bundan istifade ederek esası hırpalamaya başlarlar. Hattâ Ashab-ı Kiram, bazı hususlarda Resûl-i Ekrem Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimizden sorarlardı: – Ya Resulâllah! Buyurduğunuz vahiy midir, yoksa beyanı âlileri midir? Eğer vahiy olmayıp da Resûl-i Ekrem kendinden söylemişse o zaman şöyle cevap verirlerdi: — Hayır, vahiy değildir. Bu benim fikrimdir. — Onun üzerine Ashabı Kiram, o husustaki nokta-i nazarlarını arzetmek cesaretinde bulunurlardı. Onun için Diyanet Müessesesine mensup zatlar her hangi bir mesele hakkında beyan-ı mütalâada bulunurken şahsî fikirleriyle dinin hükümlerini ayırmak hususunda çok dikkatli olmaları icap eder. Bu manevî müessese ricalinin sözleri milyonlarca insan tarafından ehemmiyyet-i mahsusa ile, ruhî, vicdanî, büyük bir samimiyet ve tazimle telâkki edildiği, üzerinde gelişi güzel münakaşa hürmetsizlik addolunduğu cihetle, bu zarurîdir. * * * Şimdi elimizde Diyanet Müessesesi yayınları arasında neşredilmiş birkaç sahifelik imzasız bir broşür var. Bunu kim kaleme almıştır? Doğrudan doğruya makam sahibinin, yâni Diyanet İşleri Reisinin bizzat kaleme aldığı bir eser midir? Yoksa iftâ makamında bulunan müşavere hey’etinin müşterek bir ictihadı mıdır, yahut Diyanete mensup bir şahsın hususî fikri ve mütalâası mıdır? Bu, belli değildir. Gerçi bunu yazan bizce malûmdur. Fakat bu, hususî bir ıttıla’dır. Her zaman bu mümkün olmaz. Umum Müslümanların bunu bilmesi lâzımdır. Gizli, müphem kalması doğru değildir. Yeni Diyanet Reisimiz, çok dikkatli, çok ehliyet ve kudretli bir zattır. Esasen bu müesseseden yetişmiştir. Birçok zaman bu müessesenin müdürleri arasında başarılı hizmetlerde bulunmuştur. Şûrayı Devlet, Anayasa Mahkemesi gibi yüksek müesseseler erkânı arasında, vazife hususunda ciddiyet ve itinasıyla temayüz etmiş imanlı, faziletli muhterem bir zattır. Diyanet Müessesesinin idaresi, teşkilâtı, itibarlı bir din ve devlet müessesesi haline gelmesi hususunda kendisinden büyük hizmetler beklenir. Nitekim makama gelir gelmez, himayesiz kalmış olan Kur’an Kurslarının tanzimine, İstanbul’da Tilâveti Kur’an Akademisi namiyle yüksek ehl-i Kur’andan mürekkep yüksek bir müessese teşkiline teşebbüs etmiş, mekteplerdeki dinî tedrisatın ıslâhı için Millî Eğitim Bakanlığı ile teşrik-i mesaiye, radyoda her gün Kur’an okunması ve dinî konferanslar verilmesi hususunda radyo idaresiyle anlaşmağa muvaffak olmuştur. Bu broşür meselesinde gerçeklerin hiç bir alâkası yoktur. Broşürü hazırlayan yalnız ve yalnız Gen. S. Evrin’dir. Fakat doğru yapmamıştır. İmzasını koyması icab ederdi. Yüksek Diyanet Müessesesinin şeref ve itibarını korumak, emanete hürmet ve riayet noktasından, büyük bir vazifedir. Bu müesseseye ait bir zatın şahsını gizleyerek, müessese namına ve makam namına imiş gibi fikrini ileri sürmesi, mes’uliyyeti müessese ve makama yükletmesi asla caiz değildir. Salâhiyeti hüsn-i istimal sayılmaz. Bakınız, meselâ, bu broşürde neler var: Ağır, siyasî, hıyanet-i vataniyye derecesinde bir suç isnad ediliyor. Bu, Diyanet Müesseessinin kanunî salâhiyyet ve mevzuu haricinde bir meseledir. Saniyen, herhangi bir şahıs hakkında adlî bir hüküm olmadan onu cinayetle suçlandırmak çok büyük bir günahtır. Şimdi bu günahı kim üzerine alacak? Broşürde imza yok, savcı, vazife-i kanuniyesi icabı olarak, suç isnadını ihbar makamında telâkki ederek, takibata başlarsa maznun kim olacak? Makam sahibini kim sorguya çekecek? Bir dâireye mensup olan bir zatın daire âmirini böyle müşkül mevkie sokması, doğru olur mu? Bu ne kadar yakışıksız bir harekettir! * * * Muhterem Reis Bey, yeni gelmiş oldukları cihetle, bu meselenin ledüniyyatına vakıf olmamaları tabiidir. Senelerden beri Diyanetin bu hususta normal, tabiî bir hattı hareketi vardı. Dinle alâkalı diğer bütün meseleler gibi, bu hususta da bilirkişi sıfatıyla mahkemelerden mütalâa beyanı istenilince, müşavere kurulu müzakere eder, kararını verir, imza ederler, manevî mes’uliyyeti üzerlerine alarak mütalâalarını mahkemelere bildirirlerdi. Müşavere heyetinin bu yolda verilmiş yüzlerce, hattâ salâhiyyetli me’murların beyanına göre, belki bine yakın kararı vardır ki mahkemelerin verdikleri kararların çoğu, bitaraf ve esasatı diniyyeye kemâli sadakatla mutabık olarak verilmiş olduğuna kanaat getirdikleri bu dini mütalâata göredir. Vakta ki Sadettin Evrin Paşa namında bir zatı muhterem her nasılsa reis muavini sıfatiyle Diyanet müessesesinin başına getirildi; diğer bazı mes’eleler gibi bu meselenin de normal seyri; değişti. Sayın Paşa cenapları, faizin tahlili v. s. bazı dinî hususlardaki şahsî fikirlerini ortaya koymağa başlayınca, bunlar Diyanet müessesesi namına ileri sürülen içtihadlar olarak telâkki edildi. Bu sebeple birçok dedikoduyu mucib oldu. İslâmların kalblerini üzecek haller husule geldi. Matbuatta sert münakaşalar oldu. Çok muhterem tutulması icab eden Diyanet Müessesesine karşı ileri geri sözler söylendi. Bu hikâye uzun sürer, bizi mevzuumuzdan uzaklaştırır. Onu başka bir zamana bırakalım. Bu meyanda Paşa hazretleri, herhangi bir saikle, Nur risalelerine karşı da bir cephe aldı. Bulunduğu mevki’ itibariyle haiz olduğu kudret ve otoriteye istinaden, bir taraftan müşavere kurulu üzerinde müessir olmaya, diğer tarafında bu risâlelerde karşı tatbik edilecek sistem hakkında gizli raporlar, gizli direktifler vermeye başladı. Diyanet İşleri Başkan Muavini bulunduğu sırada 11/10/1961 tarihli Devlet Bakanına verdiği gizli bir raporu şöyle nihayet buluyor: “... Gezici vaiz Mehmet Orucun (bu zat şimdi onun inhasıyla Diyanet Müşavereye vekâleten alınmıştır) mezkûr fakültede (İlâhiyyat Fakültesinde) Dekanın tensip edeceği şekilde çalışmaya başlaması muvafık olacaktır. Tatbik edilecek sistem hakkında... Doğrudan doğruya aleyhte bulunmak yerine “Risâle-i Nurlar aleyhindeki neşriyatın” devam ve tevalisi suretiyle, Risâle-i Nur’lara olan bağlılığın tedricen sökülmesi mümkün olacağı mütalâasında bulunduğumu arzederim.” Sadettin Evrin Diyanet İş. Başkan Muavini Bu gizli rapor, reisten de saklanmıştır. * * * Zamanla Paşa hazretleri, Diyanet otoritesini tamamiyle nefsi müçtehidanelerinde toplamağa muvaffak oldular. Bütün Diyanet mensuplarıda, reisden ziyade onun teveccüh ve iltifatına mazhar olmak haleti ruhiyyesi husule geldi, Bütün Müslümanların hürmetine, can ü gönülden muhabbet ve itimadına mazhar olan sabık Reis Hasan Hüsnü Erdem üstadımız, esasen vücudca zayıf ve nahif olmak, bütün hayatı ilim ve faziletle meşhun bulunmak, tab’an da çok halim ve selim olmak itibariyle siyasî dalgalar karşısında mukavemet gösterecek bir yapıda değildi. O, bu vaziyyet karşısında yalnız üzülür, ızdırap çeker, bazan hastalanır, tansiyonu dokuza düşer, istirahate çekilirdi. Mafevki sayılan Devlet Bakanından hiçbir zaman iltifat yüzü görmez, tatlı bir söz işitmezdi. C.H.P. li Bakanın bütün iltifatları paşa cenaplarına idi. Bakanla o temas eder, Bakan arzu ve iradelerini onun vasıtasıyla yürütürdü. Paşa hazretleri, Bakan yanındaki yüksek mevkiini anlatmak için bazan bir istifaname yazar, odacı ile Reise yollar, Reis de alel-usul Devlet Bakanına gönderir, tabiî istifa Bakanlıkça kabul edilmez, derhal geri gelir; bu suretle Bakan yanındaki nüfuz ve kudreti Reise gösterilmiş olurdu. İşte asil ile muavin bu şekilde imrarı hayat ederlerdi. Odaları gibi, kalbleri, fikirleri, kanaatları; tabiatları; ruhları, karakterleri de tamamiyle bir birinden ayrı; hattâ zıd idi. Çok zaman dargın olur, konuşmazlardı. Görüşülmesi zarurî olan hususlarda da tahriren konuşurlardı. * * * Paşanın Risâle-i Nur hakkındaki mahrem direktifi gösteriyor ki artık bu mesele dinî mahiyetten çıkmış; başka bir perdeye bürünmüştü. C.H.P. li Bakan ile muavin Paşa arasında bu hususta neler görüşüldü, ne kararlar verildi? Ona ıttıla mümkün değildir. Biz ancak hâdisenin tezahürüne göre mütalâamızı serdediyoruz. Mevzuu bahis hususta Paşaya verilen vazife çok mühim, çok müşkül idi. Çünki bu meseleye dair müşavere heyetinin yüzlerce kararı vardı. Bu kararlar, bu eserlerin dinî ve ilmî mahiyyeti hakkında mahkemelerin isteği üzerine verilmişti. Bunların hepsinin ana hattı şu idi: “Bu eserler, yalnız Kur’anı Kerim ve Ehadîsi Şerifeden ilham alınarak... Bir takım esrar-ı ilmiyye ve hikemiyyenin madde âleminden temsiller getirilerek izahları yapılmış ve hali hazırdaki nev’-i beşeri ve bilhassa memleketimizdeki küçük ve büyük insan kitlelerini gaflette” îkaz, fikrî ve şehvanî dalaletten, sû-i itikad ve sû-i ahlâk girivelerinden kurtarmaya matuf ifadelerden ve devletimizce de matlup olan güzel ahlâka sevkedebilecek yazılardan ibaret bulunmuş olduğu, bu kitapların muhtevasında hiçbir tarikatın, âdâp, erkân ve âyinlerini beyan eden ve herkesi onlara girmeğe teşvik eyleyen bir yazı görülmemiş, ve bil’umum yazıların hülâsa ve neticesi vatandaşları İslâmî itikad ve ibadetlerin ifasına, Kur’anı Kerim ve Sünnet-i Nebeviyyeye uymaya teşvik ve tergib eden ifadelerden başka kanunlarımızı ve nizamlarımızı ve devletimizin temel esaslarını ihlâl edecek mahiyette dini veya din kitaplarını vesair mukaddesatı nüfuz ve menfaat temin etmek maksadıyla âlet ederek propaganda yapıldığına delâlet eden bir ifade de görülmemiş olduğu... Kanaatına varılmıştır.” 23/5/956, 25/5/958 “Nurculuk bir tarikat veya mezhep olmayıp, Said-i Nursî adındaki zatın son zamanlarda yayılma istidadı gösteren dinsizlik cereyanına karşı KUR’AN-I KERİM âyetlerini ele alarak Risâle-i Nur namiyla yazdığı eserlere izafe edilen bir cereyandır. Adı geçen eserler, imanı fikirlerle yerleştirmeğe Çalışmaktadır.” Haziran 1963 Lûtfû Baydoğan, A. Hamdi Kasaboğlu, Osman Keskioğlu, D. Arslan Aydın. Uygundur: Hasan Hüsnü Erdem. Şimdi buna muhalif bir karar almak müşküldü. Fakat Paşanın kudretli kalemi buna çare bulurdu. Bu risâleleri cımbızlıyarak birşeyler bulmak, biraz da siyasi meseleler karıştırmak suretiyle fikirleri başka tarafa çevirip bu risaleleri çürütebileceğim zannediyordu. Bu hayal ile uğraştıktan sonra bir rapor hazırladı. Bu rapor ki şimdi broşür halinde neşredilmiştir. Biraz daha genişti. Lâiklik meselesi de karıştırılmıştı. Reis tarafından imzalanıp resmen C.H.P. li Devlet Bakanına verilecekti. Fakat Reis: “Bunu ben imza etmem” dedi, dayattı. Bu şekilde bu mesele Reisle muavin arasında hayli zaman sürüklendi, durdu. Bir gün Reis H. Hüsnü Erdem’i ziyarete gitmiştim, odacı içeride toplantı olduğunu söyledi. Bir müddet kalem-i mahsus odasında oturdum. Toplantı bitince hemen yanına girdim. Baktım, yüzü kızarmış, gözleri başka renk almış, elleri titriyordu, dili âdetâ konuşamıyordu. Büyük bir ıztırap içinde olduğunu anladım. – Hayır ola? dedim, sizi çok rahatsız görüyorum. – Aman birader, dedi, benim böyle sıkıntılara, böyle tazyiklere karşı gelecek halim mi var? Artık dayanamıyorum; bir gün burada benim ölümümü bulacaksınız! – Allah korusun, böyle konuşmayınız. Ne oldu? Yine ne yaptılar? Ne söylediler? –Beni öldürmek için başıma memur etikleri bu adam (Paşa) Bakan’la birlikte (Bakan Dediği, Diyanet İşlerine bakan, Devlet Bakanı C.H.P. li sayın Safvet Umay) geldiler “İllâ şunu imza edip neşredeceksin” dediler. – Nedir o imza olunacak şey? – İşte o mahut rapor, Paşanın yazdığı şey! (ahiren neşredilen broşürün müsveddesi) Paşa onu okudu. Sonra, Bakan, bana dönerek: – Fena değil, güzel yazılmış! dedi. – Efendim, dedim, böyle bir lisan kullanmak makamımıza yakışmaz. Makamımızın mevzuu haricinde siyasî şeyler karıştırılmış. Sonra, bu mesele hakkında müşavere heyetinde yüzlerce karar vardır. Ahkâm-ı diniyye ve kanuniyyeye aykırı bir cihet görülmediği tesbit olunmuş, kararlaştırılmıştır. Makamımız şimdi bu yüzlerce karar hilâfına nasıl neşriyatta bulunabilir? Gülünç oluruz. Eğer tensip buyurursanız Paşa kendi imzasıyla neşretsin. – Biz sizin imzanızla neşrini münasip görüyoruz. – Bir de efendim, dedim, Paşa hazretleri hazırladıkları bu raporda en ziyade “tevafuk” meselesini mevzuu bahsetmiş. Halbuki aynı şeyi kendisi de yapmıştır. “Allah Bizimle” adlı eserinde ebced hesabiyle 27 Mayıs hâdisesinin “Vema erselnâke illa rahmeten lil âlemin” âyeti kerimesiyle tevafukunu yazmıştır. – Bunu böyle söylediniz mi? – Tabiî, söyledim. – Bakan ne dedi? – Bir şey demedi, yalnız dönüp ona baktı. – Paşa ne cevap verdi? – Ne diyecek? Aynen böyle yazmıyor mu ki? – Sonra ne oldu? – Kalktılar gittiler. Ama ben de işte bu hale geldim. * * * Aradan bir ay kadar zaman geçtikten sonra tekrar Reisi ziyaretimde Bakan’ın bir gün önce tekrar geldiğinden bahsetti. – Neler konuştunuz? dedim. – Benim rahatsız olduğumdan, istirahata muhtaç bulunduğumdan, biraz seyahat edersem çok istifade edeceğimden bahsetti. Nihayet dili altındakini çıkardı: “Arzu ederseniz istifa edebilirsiniz” dedi. Paşa’nın bu tertibine canım sıkıldı. İstifayı mucib bir sebeb olmadığını söyledim. – Niye istifa etmiyorsunuz? Böyle baskı altında yaşanır mı? – Edeceğim, ancak münasip zamanı bekliyorum. İki gün sonra gazeteler yazdı: Diyanet İşleri Reisi H. Hüsnü Erdem, tekaüde sevkedilmiştir. İşte bu broşür hikâyesi böyledir. Şimdi “Siyasi hareketleri daha tesirli kılabilmek için, dinî bir görüşle ortaya çıkaran” kim olduğunu sayın Paşa hazretlerinden sorabilir miyiz? Sonra dinî bir mesele mevzu-u bahs iken yalnız bu hususta mütalâa beyanında bulunmak iktiza ederken neden Paşa cenapları broşüründe: “Şapkaya, Atatürk’e tariz, ve Kürtçülük hareketi” gibi siyasî meseleleri karıştırmıştır?.. Bu bir nevi... değil midir?.. Siyasî meseleleri karıştırmak Diyanet İşleri Müessesesinin vazife-i asliye ve kanuniyesi haricinde olduğuna bu müessesenin bir memuru, bilhassa iftâ “fetva verme” makamına kaim olan daire-i celilenin âzası ve fiilen Reisi bulunan Paşa cenaplarının takdir buyurmaları icabetmez mi? Sonra, sayın broşür muharriri, hâlen bulundukları Müşavere Heyetine şeref bahş olmazdan önce oradaki arkadaşlarının bu mevzu hakkındaki kararlarından bahsederken bu hususta niçin sadakat ve bîtaraflık göstermemişlerdir? Sanki bu yüzlerce rapor ve mütalâaların hiçbiri mevzuu bahis risâlelerin ahkâm-ı diniye ve kanuniyeye mutabık olduğunu bildirmemiş; sanki bu kararların bütün ana hatları “propaganda, hizibcilik, tevil, hasri dua, tasavvufî görüş; mübalâğalı sözlermiş gibi beyanda bulunuyor. Bu beyanınız tamamiyle hilâf-ı hakikat değil midir, Paşa hazretleri?.. Örnek olarak biraz yukarıda nakletiğimiz raporlar sizin bu beyanınızı tekzib etmiş olmuyor mu? * * * Broşürlerinde Paşa hazretlerini böyle bir mukaddime iradına sevkeden âmil nedir? C.H.P. li Devlet Bakanı Safvet Umay’ın ilhamiyle bu gayret-i dindaraneye tevessül buyurdukları zaman Risâle-i Nurların ahkâmı diniye ve kanuniyeye aykırı olmadığına dair yüzlerce karar karşısında evvelce ak denen şeye şimdi nasıl kara denilecekti? Bu, kolay değildi. Halen heyette bulunan arkadaşları bunu kabule katlanırlar mıydı? O halde nakil hususunda bir oyun yaparak: “Evvelce verilen bütün kararlar esasen bu risâlelerin aleyhinde imiş; ana hatları şu şu imiş. Hakikati halde ortada bir tenakuz yokmuş” gibi bir mütalâa beyaniyle onlar mümkün mertebe töhmetten âzâde tutulur, bu suretle gücendirilmiş olmazlardı. Gördünüz mü şaheser plânı?... * * * TEVAFUK MESELESİ Şimdi esasa gelelim. Sayın Paşa cenapları! Broşürümüzde “tevafuk” meselesi üzerinde duruyorsunuz. Halbuki zatı âliniz “Tevafuk”un şaheserini yapmış bulunuyorsunuz. 27 Mayıs siyasî hareketini Ebced hesabıyla “İnna erselnake illâ rahmeten lilâlemin” âyeti kerimesine mutabık ve muvafık düşüren zat-ı âlileri değil midir? “Allah Bizimle” adlı eserinizde aynen şöyle diyordunuz: “Hazret-i Muhammed için Kur’an-ı Kerimde söylenen (biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik) âyetinin 27 Mayıs 1960 inkılâbından bir ay sonra giren 1380 Hicrî yılına tarih düşmesi, içinde bulunduğumuz zamana ait bir işaret ve yukarıda belirtilen manevî rahmete bir beşaret addedilebilir.” O halde nasıl olur da “Tevafuk”un dine aykırı buluyorsunuz? Bunu başkası söyleyebilir. Ama zat-ı âlileri bunu nasıl söyliyebilirsiniz? Kendi kendinizi nasıl hatâ ve dalâetle itham edersiniz? Bunu izah etmenizi rica ederiz. Çünkü bu ilmî bir şeref meselesidir. * * * Esasen zatı âilinizin “tevafuk” meselesinde yâni Ebced hesapçılık ve cifircilik hususunda melekeniz ve hevesiniz olduğunu, Ankara’nın Merkezi Hükûmet oluşunu vaktiyle yine böyle bir âyeti kerimeye muvafık düşürmüşsünüz. Merhum Mektupçu Osman Bey “Maarif Tarihinde” yazıyor. Seçtiğiniz hâdiseler de hep siyasî!. Radyo konuşmalarınızda: “Nun vel kalemi vema yasdurum” âyeti kerimesiyle, Yassıadadaki tahkikat komisyonu arasında bir münasebet ve alâka bulunduğunu söylemiş olduğunuzu da işitmiştim, Maşallah, ne buluş!... Ankarada 1954 de basılan “Müsbet Mâneviyat Etüdleri” adlı eserinizde müteaddid Kur’an elfaz ve âyetlerin Ebced hesaplarına tarih düşürdüğünüz kayıdlıdır. Ezcümle “tufidûne” kelime-i Kur’aniyyesini 1928 yılına, “Hin” lâfzını 275 + 68 = 1349 senesine, “Ya yahyâ Huzil kitab...” âyetindeki bazı lâfızları 1930 Milâdî yılına, “kellâ lâ tütı’hü...” âyeti kerimesini 1349 yılına tarih düşürmüşsünüz. Daha birçok tevafuklarınız da vardır. Kur’an-ı Kerim ile Milâdî tarih arasında “tevafuk” düşürmeniz de şayan-ı dikkattir. Orijinal cifircilik!... * * * Sayın Paşa cenapları! Broşürünüzün 17 inci sayfasının sonlarında diyorsunuz ki: “Hurifîlik yoluyla âyetlerden manâ çıkarılması Kur’anı anlamaktaki kaide ve usullere taban tabana aykırıdır. Bilinmiş olmalı ki âyeti kerimeler böyle keyfî tasarruf mevzuu olmak için nazil olmuş değildir. Mahza hidayet olan Kitab-ı Mübinin, hakikatlerini böyle bir yolla açıklamak yüce dinin usulüne aykırıdır?” Demek zat-ı âliniz “Vema erselnake...” âyeti kerimesini 27 Mayısa uydururken Kur’anda böyle keyfî tasarrufun yüce dinin usulüne taban tabana aykırı olduğunu bile bile, göğsünüzü gere gere, Kur’anın, yüce dinin usulünü hiçe sayarak bu aykırılığı nasıl yaptınız? Bunu izah edebilir misiniz? Yoksa Kur’anda keyfe mayeşa tasarruf etmek salâhiyetini kendi kendinize mi tevcih buyurdunuz? Bu kadar iki yüzlülük, iki içlilik, bu kadar tenakuz bataklığı içine düşmeniz, büyük bedbahtlıktır. Risâle-i Nur müellifine talebelerinin “Bediüzzaman” dediğine pek üzülüyorsunuz. Hiç üzülmeyiniz Paşam, zat-i âlinize de onlar, “Müceddidüzzaman, Müfti-i Deran” elkabı fahresini tevcih etmişlerdir. Biz zat-ı âlinizin böyle tevafuk ve cifircilik düşkünü olduğunuza bir şey demiyoruz. Esasen bu bir merak ve hevestir. Birçok üdeba ve şûara gibi zat-ı âliniz de böyle edebî bir sanat meraklısı olabilirsiniz. Ama niçin kendinizin yaptığı bir şeyi başkasının yapmasını bir kusur, hattâ dinî bir mahzur diye telâkki ediyorsunuz? Asıl şaşılacak nokta budur. Bunu izah edecek cesaret ve kudrette misiniz? * * * TASAVVUFÎ GÖRÜŞÜ BİR NAKISA SAYMAK Merhumun “tasavvufî görüşü”nü bir nakısa saymanız da cidden hayrete sezadır. Zat-ı âlinizin tasavvufla alâka ve münasebetiniz meşhur ve maruftur. Hattâ sizin Melâmî Tarikatına mensup olduğunuzu arkadaşlarınız söylüyor. Bir zamanlar hemen hemen bütün vakitlerimiz tasavvuf sohbetleri içinde geçerdi. Merhum Mektupcu Osman Bey, Mehmed Ali Ayni beyin biraderi Hasan Tahsin Bey, Avukat Lami’ Bey, zat-ı âliniz gibi emekli bazı generaller on onbeş kişilik sohbetlerde zat-ı âliniz baş mutasavvıf idiniz. Onların beyanına göre, zat-ı âliniz ne “Melamiyye-i Müteşerria”dan imişsiniz. Yâni Melamî Tarikatının hasenatı ızmar, seyyiatı izhar eden kısmından! Bir de “Melâmiyye-i Mütereddiye” kısmı vardır ki sevap, günah, ceza, mükâfat gibi şeyler ancak bu dünyaya mahsus şeylerdir, ukbada böyle şeyler yoktur, derler. Zat-ı âlinizin intisap buyurduğu “Nur-ul Arabî” adlı Melâmî Şeyhin zat-ı âlinizi kolları arasında sıkarak size inabe verdiğini, şuur ifaza ettiğini sizin sohbet arkadaşlarınız söylüyorlar. Siz çok samimî olarak onun nurunun size intikal ettiğine inanmışsınız. Hattâ şeyhin, elini müridin gözleri üzerinden yukarıya doğru sıvazladıktan sonra gayb âleminde nice manzaralar gördüğüne, sonra aynı elini gözleri üzerinden bu defa yukarıdan aşağı sıvazlayınca görüşünün normal hale geldiği gibi kerametlere kemâl-i samimiyetle ve ciddiyetle inandığınızı sohbet arkadaşlarınız söylüyorlar. Elbette hatırlarsınız: Mektubcu Osman Beyin evinde bir gün tasavvuf sohbeti esnasında “vahdeti vücud” mesleki sofisi hakkında izahat vermiş, buna dair Kur’anda da deliller olduğunu söylemişsiniz. Mecliste bulunan ehl-i ilimden bir zat –ki bugün hayattadır– itiraz etmiş, delil istemiş; siz de “bir değil, birçok deliller olduğunu” söylemişsiniz. Muhatabınız birisini olsun beyan buyurmanızı istemiş, onun üzerine zat-ı âliniz “Hüvel evvelü, velâhirü vezzahiru velbatınu” âyetini okumuşsunuz. Ulemadan olan muhatabınız bu âyeti kerimenin mutasavvifenin “vahdeti vücud” akidesiyle asla alâka ve münasebeti olmadığını söylemiş, bu sıfat-ı İlâhiyyenin manalarını size tefsirlerin isimlerini zikrederek izah etmiş, sonra zat-ı âliniz sükût buyurmuşsunuz. Hâlen Boyacı Köyünde mukim Melâmi Şeyhi Budist Hasan Lûtfi Efendi ile de birçok tasavvuf ve tarikat sohbetleriniz ve münasebetleriniz varmış!... Görülüyor ki zat-ı âliniz tasavvuf ve tarikat sahnesinde çok at oynatmışsınız. Amma bundan dolayı biz zatı âlinize karşı hiçbir muahezede bulunmuyoruz. Herkesin olduğu gibi sizin de inançlarınıza, kanaatlarınıza hürmet olunur. Ancak bu derece koyu bir tasavvuf yolcusunun herhangi bir zatı “sofî görüşlü” diye tenkide kalkışmasıdır ki çok tuhaf bir şey oluyor. Bu da dikkate şayandır ki: Tasavvufî görüş, o kadar fena bir şey midir ki onu nakısa olarak broşürünüze ilâve etmişsiniz? Tenakuzlar içinde yüzüyorsunuz Paşa cenapları! Cifircilik, Ebced hesabcılık, hurufîlik, vahdeti vü-cutculuk, melâmîlik, tarikatçılık, sofiyecilik... Babında zat-ı âlinizin büyük meleke ve ihtisasınız olduğu anlaşılıyor. Melâmî Şeyhi, “Nurul Arabî”den size intikal eden nur ile de nurlanmış olmak itibariyle sizin “tasavvufi görüş”leri medârı itham telâkki etmemeniz icabeder. Hareketiniz tarikat adabına hiç de uygun düşmüyor!... * * * |
Yazar: | ankebut [ 17.11.11, 12:40 ] |
Mesaj Başlığı: | Re: “Tuhfetür-reddiye Alâ Mezheb-i Said-il Kürdiye” |
KÜRTÇÜLÜK İSNADI Şimdi Kürtçülük isnadınıza gelelim: Bu hususta çok büyük bir günah işlemiş oluyorsunuz, yalnız günah değil, kanunî bir delile dayanmayan bu isnadınız; aynı zamanda bir suçtur. Siz nasıl bu suçu, bu günahı işletmekten tehaşi etmediniz? Hem Allahdan, hem kanundan korkmadınız? Hıyanet-i vataniyye derecesinde bir suç olan bu isnadınıza yegâne delil olarak bir risalede “Türkiye nüfusunun onda üçü Kürt’dür” denilmiş olduğunu söylüyorsunuz. Bunu “Kürtçülüğü körükleyen bir söz” olarak vasıflandırıyorsunuz. Merhumun hangi eserinde, hangi söz arasında, hangi siyak ve sibakta bu söz söylenmiştir? Müellif tarafından mı, talebesi tarafından mı? Bir adamın Kürtçülüğüne delil olarak bunu ileri sürmek, Diyanet Riyaseti Celilesinin iftâ makam-ı âlisinde bulunan bir zatın ne ciddiyetiyle, ne mevkii ile, ne seviye-i fikriyesiyle, ne de şerefiyle asla kabili telif değildir. Merhum! hayatta olsaydı, derhal sizi savcılığa teslim ederdi. O vakit böyle garezkârane isnadlarda bulunmanın akıbetini görürdünüz. Dua ediniz ki bunun hesabını sizden soracak bugün Allah’dan başka kimse yoktur. * * * Zat-ı âli üstadanelerinden soracak bir sualimiz daha vardır: Daire-i celilenizdeki hey’eti muhteremenin ve üçyüz küsur mahkemenin kararlarıyla “Risâle-i Nurların Kur’an-ı Kerim ve ehadis-i şerifeden ilham alınarak yazılan bir takım esrar-ı ilmiyye ve hikemiyyeden ve ahlâkı haseneden ibaret olduğu” sabit olan bu risâleleri dine, kanuna aykırı göstermek için bu kadar çalışıp çabalamanızdan maksad nedir? Bittabi büyük ve samimî bir gayreti dindaraneniz olacak değil mi? Başka ne olabilir ki ???... YALDIZLI BİR İDLÂL ! ... Broşürünüze ne kadar güzel kelimeler, ne kadar sâf cümlelerle başlıyorsunuz: “Mübarek dinimizin nurlu yolu insanları gerçek imana, tevhide götüren İslâm hidayeti Kur’an-ı Kerim ve Peygamberimizin ahadisi şerifeleriyle tesbit ve tâyin edilmesine rağmen bu aziz din her asırda bazı aşırı cereyanlar ve batını hareketlerin tesiri altında gerçek imana ve esaslarına uymayan alana itildiğini müşahede” ediyor, bundan üzülüyorsunuz. Bu samimiyyeti diniyye, bu safvet-i imaniyye, bu aşk-ı Muhammedi ile coşuyorsunuz, “Nurculuk hakkında” bir broşür neşreder, imza koymamakla bunu Diyanet Müessesesinin şahsiyyet-i mâneviyyesine mal etmek ister, daire-i celilenizdeki heyet-i muhteremenin ve üçyüz küsur mahkemenin “Kur’anı Kerim ve ehadis-i şerifeden ilham alınarak yazılan bir takım esrar-ı ilmiye ve hikemiyeden ve ahlâk-ı haseneden ibaret” gördüğü risaleleri okumakla vatandaşları dalâlete düşmekten muhafaza, vikaye ve irşad buyuruyorsunuz. Alâ!... Ne candan ve yürekten bir irşad!... Yahud ne yaldızlı bir idlâl!... İSLÂMIN TEMELLERİ ALEYHİNDEKİ KİTAPLAR Fakat İslâmın temelleri aleyhinde kitaplar yayan Antep taraflarında karargâh kuran Halil Toprak nam şahsın, keza Ankara’nın Mamak Nahiyesinde icrayı faaliyette bulunan Halil Çoban’ın, sonra İstanbul’da her eserinde Baybilhavz Misyoner karargâhının İncil ve Tevrat nüshalarını ilân ve propaganda yapan ve İslâm dininin temellerine mütemadiyen zalimane taarruzlarda bulunan Çerman’ın eserleri ve dostunuz, hemrahınız İlâhiyyat Fakültesi, Dekanının terceme ettiği ve “Büyük âlim” diye vasıflandırdığı “Dünya ölçüsünde kıymet ve ehemmiyyet kazanan bir eser” diye vasıflandırdığı çirkef bir Yahudinin mülevves eserinde Hazret-i Peygamberin doğumundan ölümüne kadar hayatının her safhasına mülevves tırnağını sokarak yaptığı tecavüzleri hakkında neden hiçbir broşür neşretmediniz? Bu eserlerden haberiniz olmamak mümkün mü? Kıymetli kütüphanenizin raflarında bu eserler elbette mevcuddur. Bu eserlerde “Bu aziz dinin gerçek imana ve esaslarına uymayan alana nasıl itildiğini müşahede” buyurmadınız mı? Neden şimdiye kadar bunlar hakkında bir kelimecik olsun bir cevap vermek, bunları okumakla ümmet-i Muhammedi delâlete düşmekten vikaye buyurmak lütfunda bulunmadınız? Lâkayd kaldığınız? Bu eserlerden size nümune olarak birkaç fıkra nakledelim. Belki “Aziz dinin, gerçek mana ve esaslarına uymayan alana itildiğini müşahede” ederek bu eserler hakkında da bir broşür neşretmek gayret ve lütfunda bulunursunuz. * * * Halil Toprak, yayınlarının sekizincisini teşkil eden “Kur’anda Hikmet, Tarihde Hakikat” adlı Ankarada Emek Matbaasında basılan dördüncü tab’ında aynen şöyle diyor: “Demokrasinin memleketimize getirdiği hürriyetin nimetlerinden cesaret bularak bu eseri fakiranemi meydana getirdim. (S. 2) “Eski şeyleri satanların nöbeti ve zamanı geçti. Biz şimdi yeniliği ve yeni şeyleri satıyoruz. Bugün pazar bizimdir.” (S.3) “Beş vakit namaz, Abbasîler zamanında verilen bir karardır. Kendilerine göre bir ibadet olabilir.” (S. 9) “Bizde ezanla halkı namaza davet etmek yoktur.” (S. 10) “Muayyen vakitlerde halkı çağırıp bağırmakla ibadete icbar etmenin doğru olup olmadığını okuyucularımın yüksek irfanına bırakıyorum.” (S. 15) “Osman oğulları zamanında halk cami yapmaya icbar edildi. Tanrı ile kulu arasında büyük binalar ve yüksek minareler meydana geldi. Bunların hepsi bilgi üzerine çöken bir gerilik ve medeniyet üzerine çöken bir ağırlıktır.” (S. 24) “Halkın Hac’ca gitmesi Kur’anda yoktur. Farz demek, hocaların kendi kurnazlığıdır.” “Olan oldu. Zararın neresinden dönülse kârdır. Aklımızı başımıza alalım. Hac, halka farz buyurulmuştur.” (S. 29) “Bir noktayı ve bir şehri daimî olarak kıble kabul etmek o nokta veya o şehri putlaştırmak gibi bir şey olur.” (S. 35) “Allahü Tealâ, cemii eşya üzere ol büyük Alidir.” (S. 38) “Alinin giydiği cübbenin içinde Allahdan başka bir şey yoktur.” (S. 41) “Ehad, Ahmed, Ali’dir bil, âşıklar esselâ söyler, Ali’den gayrı Allah var diyen münkir hatâ söyler. “Lâilâhe illâ Ali”(S. 50) “Allah’ü Taâlâ ol ulu Alidir.” (S. 56) “Rafızî, dünyalığı terketmiş hayırlı yol tutan demektir.” (Sahife: 68) Mehmed Çobanın “Allanın adresi” adlı eserinden aynen: “Ali zülcelal hazretleri” (S. 3) “Aliye Allah diyenlerden bir çok arkadaşa ihtiyacım vardır” (S. 4) “Hazret-i Ali Allahtır ki Allahtır” (S. 10) “Allah kelimesi Alinin elbisesidir.” (S. 11) “Alinin bütün kâinata hükümran olduğuna kanaat et” (S. 13) “Aliden başka ilâh yoktur... Her zerrenin en ince teferruatına mâlik ve hükümrandır” (S. 14) “Var olan varlık Alinin varlığıdır: nereye gitsen, nereye baksan” (S 18) “O kutsal kitapların da medh u sena ile bitiremedikleri (iliya) ismi yine Alinin ismidir” (S. 21) “Alinin uluhiyetini çok deşemedik.. Kâinat onun varlığı ile tutunuyor. Onun varlığıyla hareket ediyor. Onun emriyle var oluyor. Onun emriyle yok oluyor” (S. 23) “Allah ismi Alinin ismidir... O, hem ölür, hem dogar mükerrer: Alizülcelâl hazretlerinin cihan şumul ulviyeti hem ezeli hem ebedidir” (S. 24) “Allah hem doğar, hem doğurur” (S. 27) “Hiç ondan başka Allah yoktur. Hem ezelî, hem ebedidir.” (S. 30) “Öyle bir Allahtırki onun işinin tamamiyetine akıl erdirilemez” (S. 31) “Allah ismi cevizin kabuğu, Ali ismi ise cevizin içidir” (S. 324) “Neden bu ulvî varlıktan geri çekilelim?” (S. 41) “Eğer şimdiye kadar kanaat etmemişseniz, kanaat ediniz. Tereddüd buhranlarını ortadan kaldırınız ve rahat ve mülâyim bir nefes alınız. Tok bir sesle deyinizki: Ali Allahtır” (S. 42) “Cenabı Ali Allahlığın merkezi, kâinat içerisinde bulunan insanlar da hizmetine göre o merkezin birer şubesidir.” (S. 42) “Allah dediğimiz Hazreti Ali bütünleme ışığın merkezi olan bir elektrik santralına, kâinat içerisinde bulunan insanlar da cadde boyunca sıralanan elektrik ampullerine benzerler.” (S. 43) “Hazreti Alinin şek şüphesiz Allah olduğuna iyicesine kanaat et” (S. 48) Biraz da Cumhuriyet’in aldığı habere göre Bandırmada oturan ve Bandırmanın Aksakal Köyü İlkokulu için dünya kiliseler konseyi Türkiye şubesinden yüzbin lira yardım temin eden taarruzlarından nakledelim: Kur’anın yarıdan fazla kısmının değiştirilmesini, yerine Ceza Kanunundan maddeler, Atatürk’ten vecizeler, ticaret ve sanayi gibi şeyler konulmasına, Cennet, Cehennem fikirlerinin kaldırılmasını, camilerin, mescitlerin değiştirilmesini, kiliselere benzetilmesini, namazların Hıristiyanlarda olduğu gibi, sabah, akşam olmasını, şeklinin değiştirilmesini, Cuma namazının pazar sabahı saat dokuzda kılınmasını, çalışanların oruç tutmalarının yasak edilmesini, cami ve mescitlere ayakkabılarıyla girilmesini, dinde reform aleyhinde bulunanların sınır dışı edilmesini, köy enstitüleri mezunlarının imam olmasını Diyanet İşleri Bakanlığının kaldırılmasını, hafızlığın yasak edilmesini, camilere politika, âlim ve san’at meşhurlarının isimlerinin asılmasını, Hac’cın yasak edilmesini” istiyor. İlahiyat Fakültesi Dekanı Neş’et Çağatay’ın medhü senasına mazhar olan Çirkef Yahudinin Hazret-i Muhammed’e karşı olan edepsizce taarruzlarını da biraz sonra Refi’ Cevat Ulunay’ın kaleminden dinliyeceksiniz. Muhterem Paşa hazretleri! Bu eserlerde “Aziz dinin gerçek imana ve esaslarına uymayan alana itildiğin müşahade” buyurmadınız mı? Ümmet-i Muhammedi bunların şerrinden korumak için gerek muavin, gerek müşavere heyeti âzası sıfatıyla İslâmın temellerine yapılan bu taarruzlarla niçin alâkadar olmadınız? Maalesef cevap verebilecek halde değilsiniz, değil mi? Görülüyor ki “Nurculuk Hakkında” ki broşürünüzü bir maksadı mahsusla, plânlı, tertipli bir şekilde, C.H.P. direktifiyle yazmış bulunuyorsunuz. Bu suretle; maalesef; “Aziz dîni gerçek imana ve esaslarına uymayan alana” bizzat zatı âliniz itmiş bulunuyorsunuz. Allah, yolunu şaşıranlara hak ve hakikat yolunda yürümeyi nasip eylesin! * * * RİSÂLE-İ NUR ALEYHİNDE AÇILACAK KAMPANYA MERKEZİ Paşa hazretleri, yukarıda bahsettiğimiz C.H.P. li Devlet Bakanı Saffet Umay’a verdiği gizli raporunda “Risâle-i Nur aleyhinde açılacak kampanya merkezini İlâhiyyat Fakültesi yapıyor, orada kurduğu komite riyasetine de İlâhiyyat Fakültesi Dekanı Prof. Dr Neş’et Çağatay’ı tayin ediyor.[2] Yanına aynı fakülteden bir kadın Doçent veriyor. Diyanet İşleri Başkanlığından da gezici vaiz (halen müşavere heyetinde) Mehmet Orucu tâyin ediyor. Bunlar Komite Başkanı “Dekan Neş’et Çağatay’ın tensip edeceği şekilde çalışacaklar”, Müslümanların; “risâlelere olan bağlılığının sökülmesi” için lâzım gelen plânı hazırlayacaklar! ... Paşanın bu heyete reis tâyin ettiği Neş’et Çağatay kimdir, biliyor musunuz? İşte şu zat: Risâle-i Nur aleyhinde ilmî mesnedden mahrum, gayr-ı ciddî raporlar vermekle şöhret bulan, müdhiş İslâm düşmanı bir Yahudinin Hazret-i Peygamber aleyhinde garezkârane isnad ve hakaretlerini ihtiva eden eseri tercüme eden ve Peygamberimizi tahkir ve tezyif eyleyen bu mel’un Yahudiyi, hiç sıkılmadan göğsünü gere gere, “büyük bir âlim”, –Ulunay’ın tâbiriyle– necaset çukuruna atılacak mülevves eserini de “Dünya ölçüsünde bir kıymet ve ehemmiyyet kazanan ve bir el kitabı mahiyyetini alan bir eser” diye takdim eden İlâhiyyat Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Neş’et Çağatay!... Bu Neş’et Çağatayı Milliyet Gazetesi muharriri Refi’ Cevad Ulunay’dan dinliyelim. Ulunay “Tarih ve Tahrif” başlığı ile Milliyetin “Takvimden Bir Yaprak” sütununda aynen diyor ki: “Ankara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Doçentlerinden (şimdi Prof,) Dr. Neş’et Çağatay Brokleman adında bir Siyonistin “İslâm Milletleri ve Devletleri Tarihi” unvanlı eserini tercüme etmiş. Peygamberimize aid olan kısımlarını okudum. Bu, İslâm milletleri tarihi değildir. Hazreti Muhammed (S.A.V.) aleyhinde bin seneden beri katran kuyusu gibi kaynayan bir gayz ve kinin yalan ve iftira dolu bir taşmasıdır. İşin garibi, İlâhiyyat Fakültesinde bir Doçentin (şimdi Prof. ve Dekandır) bu mülevves iftiraları dilimize mal ederken “Bilgisini tahmin eylediğim” bir notla hakikatlardan asla bahsetmemesi, ve bu garezkâr Yahudiyi “yetmiş seneden fazla emek sarf etmiş olan büyük âlimin bu eserinin dünya ölçüsünde bir kıymet ve ehemmiyet kazanmasına ve bir el kitabı mahiyyetini almasına sebep olmuştur” diye pohpohlamasıdır. “Köpek, pislemekle bir deniz murdar olmaz.” Bu herifin de yalnız 400 milyon Müslümanın değil, bütün insanlığın hidayet nuru olan Peygamberi Muhammed Mustafa (S.A.V.) hakkında sarfettiği telvis’atın hiçbir kıymeti yoktur. Çünki Hazret-i Muhammed’in (S.A.V.) nuru Cehennemin narını dahi söndürür: Fakat bu levsiyyata karşı isminden İslâm olduğunu anladığın bir muallim, buna karşı nasıl sükut edebilmiştir? Önsöz olarak yazdığı yazıda “Büyük âlim” dediği bu adamın tarih senelerinde dahî hatâya düştüğünü gösteriyor. Böyle eser tercüme edilemez. Alınır, her satırı çürütülerek tezyif edilir.” Üstad Refi’ Cevad Ulunay; garezkâr Yahudinin tercümelerinden bir iki nümune verdikten sonra, “hülâsa Hazret-i Peygamberin doğumundan ölümüne kadar hayatının hiçbir safhası yoktur ki bu rezil herifin mülevves tırnağı uzanmasın. İnsan bir müddet lâğımın yanında kazurat kokusuna burnu alışır. Fakat bu çirkef Yahudinin eser, diye ortaya attığı müzahrafatın ufuneti tahammül edilir gibi değildir.” Diyor, baştan başa yalan, iftira ve tecavüzden ibaret bu müzehrafat yığını paçavrayı necaset çukuruna fırlatıyor. Sayın Paşa hazretleri! Senin sevgili Dekanın, İlâhiyat Fakültesinin başına geçen Neş’et Çağatay dostun işte böyle. İslâmın büyük Peygamberi Hazret-i Muhammed Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimizin hakkında, yalan, iftira ve tecavüz dolu çirkef bir eserin muharririne “büyük âlim”, bu mülevves eserine de “Dünya ölçüsünde kıymet ve ehemmiyet kazanan bir eser” diyor. Arkadaşlarınız Diyanet Müşavere Heyetinin ve üç yüz küsur mahkemenin müttefikan “Kur’andan ilham alınarak bir takım esrar-ı ilmiyye ve hikemiyye ve ahlâk-ı hasenenin izahından ibaret” olduğunu beyan ettikleri eserleri baltalamak için kurduğun komitenin başına bu adamı geçiriyorsunuz ve bu marifetinizi, Diyanet İşlerini tedvir ile vazifelendirilen C.H.P. nin ünlü Devlet Bakanına gizli bir rapor ile bildiriyorsunuz Dünyada dinî ve ruhanî bir müessese var mıdır ki böyle bir şey yapmış olsun? Damdan değil, içinden bir kalayı yıkmak değil midir bu? Fakat o kal’a yıkılmayacaktır. Çünki onun hafızı Cenab-ı Rabbı Zülcelâldir. * * * SAHTE BRÖŞÜR KİMİN? Şimdi Müslümanların kalbini burgulayan bir nokta daha vardır ki onu da mevzu u bahis etmemize müsaadenizi rica ederim: Bu tahlilimizin baş tarafında izah ettiğimiz veçhile sabık Şeyhülislâm Mustafa Sabri Efendi namına imzasız sahte bir eser neşrolunmuştu. Bunun kimin tarafından yazıldığı meçhul kalmıştır. Zat-ı âlinizin bu mevzu ile gizli, açık çok meşgul olduğunuz mâlûm olduğu için, bu broşürün hazırlanması ve neşri hususunda sizin alâkanız olup olmadığı hakkında efkâr-ı umumiyye-i İslâmiyyede tereddüt hasıl olmuştur. Gûya bu broşür zat-ı âlinizin direktifiyle Müftüoğlu namında bir zat tarafından kaleme alınmış, diyorlar. Biz buna ihtimal vermiyoruz. Ancak şahsı ahar namına bizim bu isnadı tekzib etmeye salâhiyetimiz olmadığı için bunu doğrudan doğruya sizlerin yapmanız, bu sahte broşürle uzaktan, yakından bir alâkanız olmadığı, –eğer sahte olduğuna kani iseniz– sahtekârlık mahsulü bulunduğu hakkında gerek zat-ı âliniz, gerek Müftüoğlu bir beyanda bulunursanız hakikatin meydana çıkmasına hizmet etmiş, halkın dedikodusuna da nihayet vermiş olursunuz. İlmiyye sınıfı namına, din adamları namına çok teessüfe şayan kara bir leke olan bu hâdisenin aydınması icab eder. Bu broşürü her halde eli kalem tutan bir din adamının, bir Papa Eftimin yazdığı anlaşılıyor. Fakat kimin yazdığı alakadarlar tarafından tahkik edilip henüz ortaya konulmamıştır. Hâlâ bu mesele üstü örtülü bulunmaktadır. Devletin din işlerini tedvine memur olan Safvet Umay zamanında neşr olunan bu sahte broşür kimin tarafından irtikâp olunduğu hakkında mumaileyh tarafından veya zatıâlileri canibinden tahkik edilip edilmediği hakkında malûmatımız yoktur. Müslümanlar, bu hususta sizden bir tavzih, yahut bir tekzib beklemektedir. SON SÖZ İşte bu meselenin hakikî, mahiyetini, dinî, içtimaî bütün cephelerini ilim huzurunda, akl-ı selim huzurunda, vicdan huzurunda, hak ve hakikat huzurunda, adalet ve fazilet huzurunda, bütün deliller ile, vesikalariyle, bitarafane bir surette, ilmî usul ve esaslara göre, açıkça tetkik ve tahlil etmiş bulunuyoruz. Görülüyor ki bu eserlerde dine ve kanuna aykırı hiç bir cihet yoktur. Bilâkis, din ve imanın, kanun ve asayişin müdafaası vardır. Böyle iken üç buçuk kişiden ibaret bir takım yazarlar, bu eserlere ve bunları okuyanlara karşı sistemli şekilde kampanya açmışlar, maskeler takınarak, her fırsatta dini istihfaftan geri durmadıkları halde dinin hâmisi şekline bürünerek taarruza geçmişlerdir. Fakat adalet müessesesi, bu garezkâr isnad ve taarruzların tesiri altında kalmayarak hak ve hakikati himaye hususunda adalet şahikâsına yükselmiştir. Bâtıl ve dalâletle hak ve hakikatin çarpıştığı bu iki cephenin kemmiyet ve keyfiyeti nedir? 1- Maskeli Bâtıl Cephenin Kadrosu A- Hüviyetini gizleyerek, sahtekâr bir şekle bürünerek, sahte bir isimle broşür neşreden meçhul bir düzenbaz; B- Kur’ana, (Çöl Kanunu) diyen, dinin emredici otoritesinin yok edilmesini isteyen, komünistliğin insanlık şereflerine uygun bir hayat olduğunu söyleyen, dine (İslâm dinine) müsamaha gösterilmesinin düşünülmesine bile cevaz vermeyen, dinsizliğin kanunla himaye edilmesini isteyen, ilmin şeref ve haysiyetini ayaklar altına alan cür’etkâr bir Asistan; C- İçinde kaynayan husumet ateşinden melânkolik hale geldiğini söyleyen, meçhul yazarın sahte broşürünü mesnet yapan bir küfürbaz, -İzmir’de çıkan Yeni Asır gazetesinin 16 Mart 1960 tarihli nüshasındaki beyanına göre- Efes’teki Tıb Balosunda İstiriptiz yapan bir bar kadınını herkesin ortasında kendi elleriyle soyan ve sarılıp öpen Ziya Ersoy namında bir Doktor; Ç- Peygamberi Zişanımızı baştan aşağı tahkir ve tezyif eden İslâm düşmanı garazkâr bir herifin mülevves eserini tercüme ve neşreden, Büyük Peygamberimizin, ve Müslümanlığın kuduz düşmanı olan bu rezil herifi “Büyük âlim” diye vasıflandıran, çirkef eserini de “Dünya ölçüsünde bir kıymet ve ehemmiyet kazanmış bir eser” diye göklere çıkaran ve İlâhiyyat Fakültesinin başında bulunan bir Dekan; D- Bulunduğu müessesenin prensiplerine aykırı bir yol tutan, kendi yaptıklarını başkasına kusur ve dalâlet olarak isnat eden bir General!... 2- Hak ve Hakikat, Adalet ve Fazilet Cephesi: A- Mevzubahs eserlerin dine ve kanunlara uygunluğu hakkında Diyanet Müessesesinin yüzlerce kararı;B- 434 adet beraet, men’-i muhakeme, takipsizlik ve ehl-i vukuf raporları; C- Binden fazla hâkimin; Ç- Ve ehl-i vukufun masumiyet, hak ve hakikat üzerinde ittifak ve icmaı. İşte bütün hakikatiyle ibret nazarları önüne serilmiş tablo! Artık hak ve hakikat bütün vuzuhiyle, bütün açıklığıyle tebeyyün etmiş oluyor. Bu pandomimanın sezilmiyecek, anlaşılmıyacak, ledüniyyatına varılmayacak hiç bir tarafı kalmamıştır. Asıl dâva, bu değil. Asıl dâva, bu maskeli kadroyu sorguya çekerek, maskelerini yırtarak, asıl hüviyetlerini ve ilham kaynaklarını çırılçıplak olarak cihana göstermektir. Ancak bu, yapılabildiği gün bu mesele halledilmiş olur. Yoksa imanla, muarız bâtıl cephe arasındaki bu mücadele devam eder durur. Yaşasın şanlı adalet ve hakikat müessesemiz! Yaşasın faziletli hâkimlerimiz!... İnnellahe lemaal muhsinin. ------------------------------------ [1] Bu adam kim imiş, biliyor musunuz? Eski Sivas, yeni Altındağ Müftüsü Turan Dursun (S. 127). Çok ileri fikirli imiş. (S. 128). Aydın zat imiş. 32 yaşında imiş. Mesleğine âşık imiş. «Diyanet İşleri Bakanlığı bu çapta bir insana tevdi edildiği gün tam lâyık bir başkana kavuşulmuş olacakmış»! (S. 132). «Diyanet makamı, bu Müftünün düşüncelerini açıklamadığı takdirde makamını bu sahada fikri olan bir başka ve aydın Müftüye terketmeleri gerekirmiş. [2] Zamanımızda da İ.Ü. İlahiyat Fakültesi bazı Prof. ları bu işi yapıyor. -Naşir- Son Güncelleme ( Monday, 19 March 2007 ) 1. BASKI:SEBİLÜRREŞAD NEŞRİYATI İSTANBUL / 1384 – 1965 2. BASKI: İTTİHAD YAYINCILIK İSTANBUL / 2006 19 Mart 2007 http://www.ittihad.com.tr/index.php?opt ... &Itemid=30 |
1. sayfa (Toplam 1 sayfa) | Tüm zamanlar UTC + 2 saat |
Powered by phpBB © 2000, 2002, 2005, 2007 phpBB Group http://www.phpbb.com/ |