Sufiforum.com

2009'da başlayan SUFİFORUM'da İslam; İslam Tasavvuf Geleneği ile ilgili her türlü güncel ya da 'eskimez' konular yer almaktadır. İçerik yenilemeleri tasavvuf.name sitesinden sürdürülmektedir. ALLAH YÂR OLSUN.

Giriş |  Kayıt




Yeni başlık gönder Başlığa cevap ver  [ 46 mesaj ]  Sayfaya git 1, 2, 3, 4, 5  Sonraki
Yazar Mesaj
 Mesaj Başlığı: Prof. Dr. Ahmed Akgündüz uyarıldı...
MesajGönderilme zamanı: 05.01.10, 13:38 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 20.01.09, 10:20
Mesajlar: 239
Prof. Dr. Ahmed Akgündüz Cübbeli Ahmed Hoca'nın Risale-i Nur hakkındaki açıklamalarına 70 dakikalık bir sohbet ile cevap veriyor:


http://www.iurtv.nl/tr/58/nurlaraitirazlaracevaplar.htm

Videoda bahsedilen Prof. Dr. Ahmed Akgündüz'ün Risale-i Nur hakkındaki şüphelere yazılı cevapları da konuya eklenecektir.


En son ankebut tarafından 06.01.10, 01:18 tarihinde düzenlendi, toplamda 1 kere düzenlendi.

Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: Prof. Dr. Ahmed Akgündüz cevap veriyor.
MesajGönderilme zamanı: 05.01.10, 22:50 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı

Kayıt: 24.12.09, 22:13
Mesajlar: 147
sufi7007 yazdı:
Videoda çok önemli noktalar var...

"Kıbrısî, Mardinî ve İstanbulî şeyhlerin Risale-i Nur'a itirazı var" derken "malum itiraz" hadisesinden söz edip "kimin kastedildiğini hepiniz biliyorsunuz" diye Abdulhakim Arvasî'ye de ilişilmiş.


mübarek kardeşim tam 1 saatlik videoda sarfettiği tek bir cümle mi çok önemli nokta, diğer 60 dk. konuşması boşa mı??

bu videoyu herkes izleyebilir ama kesinlikle bir ilişme yok, "itirazlar var" denmiş. zaten konu, itirazlara cevaplar...
Molla Said Nursi de demiş zaten, ehl-i tarikten risale-i nurlara itirazlar olacaktır.
burda gördüğüm kadarı ile epey bir itiraz var!

"dervişin fikri neyse, zikri de oymuş"

o zaman ben de zikrimi yazayım da : kat'i anladım ki, bu yol benim yolum değil, başkası ile uğraşan hiç benim yolumda değil,
öğrendim ki ins'in kendi nefsi dururken, uğraşılacak başka nefs'ler yok.
bu güzel forumda, mübarek insanların arasında itiraz edilecek bir risale-i nur topic'i açılmış, en aktif yer de burası olmuş.

Allah'a emanet olun,

vesselam...


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: Prof. Dr. Ahmed Akgündüz cevap veriyor.
MesajGönderilme zamanı: 05.01.10, 23:39 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Moderator
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 24.12.08, 14:54
Mesajlar: 417
Yarım saat dinledim dinlemedim kapattım videoyu. Ortaokul zeka seviyesine sahip bir kesime hitap edilse değer bulurdu belki. Ahmet Akgündüz'ü severim. Malumat sahibi olmak ile zeka sahibi olmak ayrı bir şey. Bu videoyu izlerken bu dahi akla geldi ama daha çok cemaat gözlüğünden olaylara bakmak olarak değerlendirmek lazımdır.

Maşaallah, yoluna bağlı, gayretli, samimi birisi Akgündüz.

Videonun ise nesini değerlendireyim!?


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: Prof. Dr. Ahmed Akgündüz cevap veriyor.
MesajGönderilme zamanı: 06.01.10, 01:16 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 20.01.09, 10:20
Mesajlar: 239
Risale-i Nur’a yapılan bazı itirazlar ve ilmî cevapları

Prof. Dr. Ahmet Akgündüz


Vakit

06 Ocak 2010

Son zamanlarda Bediüzzaman ve onun eserleri olan Risale-i Nur Külliyatına yönelik bazı itirazlar yükselmeye başladı. Bir asırdır bu itirazlar yapılıyor ve hatta o yalancı peygamber bile ilan ediliyordu. ‘Erzurum’daki bir ilahiyat profesörünün 20 noktada Ehl-i Sünnete muhalefet bulduğu söyleniyor’ şeklinde ve imalı bir tasvip ile televizyon kanallarından açık bir hata yapılınca bazı meselelerde cevap verme ihtiyacını hissettim. Bu konuyu ele almak için bazı hakikatleri beraber paylaşalım:

1. Ehl-i Sünnet, Küfür ve İman Meseleleri
Maalesef bu asırda Müslümanların en büyük problemi ehil olan ve olmayan herkesin ağzından ‘filan kâfirdir, filan ehl-i sünnet dışındadır’ gibi kelime ve cümlelerin kolaylıkla çıkmasıdır. Halbuki Bediüzzaman’ın yerinde ifadesiyle ‘Avam-ı nâstan, hakaik-i diniyeyi tabir eden ancak yüzde birdir. Tabir etmemesi, bilmemesine delil olamaz. Evet, çok defa lisan, insanın tasavvuratından incelerini tabirden âciz olduğu gibi kalbindeki ve vicdanındaki inceler de akla görünmez. Hatta belâgat dahilerinden Sekkakî gibi bir zât; İmri-ül Kays veya başka bir bedevinin ibraz ettiği belâgat incelerini kavramamıştır. O halde imanın var olup olmadığı sorgu ile anlaşılır. Meselâ âmi bir adama, bütün cihetleriyle, eczasıyla kudretinde ve tasarrufunda bulunan Sâniin yarattığı bu âlemin bir cihette Sânii olup olmadığı hakkında bir sorgu yapıldığı zaman, “Hiçbir cihette değildir! Olamaz!” dese kâfidir. Çünkü inkâr cihetinin yani Sâni’siz olamayacağının onun vicdanında sabit olduğuna delalet eder.’1

Ayrıca ‘Birisi dese ki, “Bu şey küfürdür.” Yani, o sıfat imandan neş’et etmemiş; o sıfat kâfiredir. O haysiyetle, o zat küfür etti, denilir. Fakat mevsufu ise, mâsume ve imandan neş’et ettikleri gibi, imanın tereşşuhatına da hâize olan başka vasıflara malik olduğundan, o zat kâfirdir, denilmez. İllâ ki, o sıfat küfürden neş’et ettiği, yakînen biline... Zira başka sebepten de neş’et edebilir. Sıfatın delâletinde şek var; imanın vücudunda da yakîn var. Şek ise yakînin hükmünü izale etmez. Tekfire çabuk cüret edenler düşünsünler!’2

Bu önemli hatırlatmayı yaptıktan sonra iki önemli noktayı açıklamak durumundayız:

Birincisi; Ehl-i sünnet ve ehl-i bid’at mezhepleri kavramlarını anlamak için şu bilgileri vermek zorundayız. Mezhep kelimesi, sözlük anlamı itibariyle gidilen yol demektir. İslâm dininde çeşitli alanlardaki fikir akım ve ekollerine de mezhep denmiştir. Ancak inanç itibariyle mevcut olan mezhepler ile hukuk alanındaki mezhepler birbirine karıştırılmaktadır. Hâlbuki itikadî hükümlerle ilgili fikir ayrılıkları, İslâmın “usûl” denilen temel ilkelerini yani imanın şartlarını ilgilendirdiğinden, “ehl-i sünnet (sünnî)” ve “ehl-i bidât (bâtıl)” ayrımı söz konusu olmaktadır. Hukukî (amelî) hükümlerle alakalı fikir ayrılıkları ise “füru” denilen ve içtihadî olan esasları ilgilendirdiğinden, bu sahadaki mezhep arasında sünnî-bâtıl ayrımı söz konusu değildir.

İslâm hukukundaki mezhepler, Kur’an ve sünnetin açıkça düzenlemediği konulara ait hükümlerin yine bu iki kaynaktan ancak bazı esaslara ve diğer kaynaklara müracaat edilerek tespitinde yani içtihatta ortaya çıkan fikir ayrılıklarından doğmuştur. Yoksa İslâmın temel ilkelerinde ittifak söz konusudur. Bu genel kaideyi bozan tek istisna, kurucuları Şiî olan hukuk mezheplerindedir. Bunlar, itikadî sahadaki fikir ayrılığını hukukî alana da çekmişler ve hukukî meseleleri de tamamen itikadî görüşlerine göre şekillendirmişlerdir. Bu şüphesiz yanlış bir tutumdur.

Hz. Peygamber’in ve O’nun ashabının yolundan giden Müslümanların çoğunluğu tarafından benimsenen ehl-i sünnet mezhebinin iki ayrı kolu vardır: Bu iki kol arasında 20 tane ayrıntılı meselelerdeki küçük fikir ayrılığı dışında fazla bir fark yoktur.

A) Mâturidiye koludur. B) Eş’ariye koludur. Bir de selef-i salihin vardır. Hz. Peygamber’in izinden ve sahabelerin de yolundan ayrılarak, İslâmın ruhuna aykırı fikirlere saplanan ve dinden olmayan fikirleri dindenmiş gibi gösteren fikir akımlarına ehl-i bid’at veya bâtıl mezhepler denmektedir.

Bunlar yedi ana kola ayrılmaktaysalar da, biz bunlardan sadece konumuzu ilgilendiren üç grubu zikredeceğiz: A) Hariciler (Havâriç). B) Mu’tezile. C) Şia

İkincisi: Bir görüşün insanları veya grupları ehl-i sünnetin dışına itebilmesi için iman esaslarında ehl-i sünnete muhalefet etmesi şarttır. Mesela, Şiîler, Sünnet kavramını, Hz. Peygamber’in ve kendilerince masum (günahsız) kabul edilen imamların sünneti olarak tarif ederler. Bu, Şîa’nın itikadî açıdan ehli bid’at olması sonucunu doğuran temel esaslardan birisidir.

Eğer ikinci derecedeki meselelerde görüş ayrılığı var ise, bu insanları ehl-i sünnetin dışına itmez. Buna en güzel misal imamet meselesidir. Bununla alakalı olarak bir devirde iki halifenin caiz olup olmadığı uzun uzadıya tartışılmıştır.

Her ne kadar ehl-i sünnet âlimlerinin çoğunluğu olmamalı demişler ise de, özellikle Endülüs âlimleri buna cevaz vermişler ve Endülüs Emevi halifelerinin meşruiyetini kabul etmişlerdir. Bu noktalarda azınlığın desteklediği görüşü benimsemek asla ehl-i sünnetin dışına çıkmak demek değildir.

Hz. Peygamber’e nübüvvet geldikten sonra fetret devri olup olmadığını tartışmak da bu gruba girmektedir. Onun ayrıntılarını da bir sonraki yazımızda göreceğiz.

1 Bediuzzaman Said Nursi, İşârât el-İ_câz, (İstanbul: Envar, 2004), sh. 41-2.
2 Bediuzzaman Said Nursi, Sünühat, sh. 41-2.

============================================================================================

Risale-i Nur’a eleştirilere ilmi cevaplar

06 Ocak 2010 / 13:24

Kur'an-ı Kerim, Hadis-i Şerifler ve çeşitli tefsirlere dayanılarak verilen ikna edici cevapların yazılı şeklini yayınlıyoruz
Risale Haber-Haber Merkezi

Risale-i Nur'da yer alan "şehit Hıristiyanlar" meselesi ve ehl-i sünnet anlayışına uymadığı ileri sürülen bir takım konulara Hollanda Rotterdam İslam Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Ahmet Akgündüz’ün verdiği cevabı video olarak yayınlamıştık.

Kur'an-ı Kerim, Hadis-i Şerifler ve çeşitli tefsirlere dayanılarak verilen ikna edici cevapların yazılı şeklini de bugün yayınlıyoruz.

İşte Prof. Akgündüz’ün Vakit Gazetesindeki köşesinde yayınlamaya başladığı makalenin tamamı:


Risale-i Nur’a Yapılan Bazı İtirazlar ve İlmî Cevapları

Son zamanlarda Bediüzzaman ve onun eserleri olan Risale-i Nur Külliyatına yönelik bazı itirazlar yükselmeye başladı. Bir asırdır bu itirazlar yapılıyor ve hatta o yalancı peygamber bile ilan ediliyordu. Son zamanlarda ehl-i ilim ve fazilet bazı tarikat erbabı da işin içine girince ve hatta ‘Erzurum’daki bir ilahiyat profesörü 20 noktada Ehl-i Sünnete muhalefet olduğunu söylüyor’ şeklinde ve imalı bir tasvip ile televizyon kanallarından açık hata yapmaya başlayınca bazı meselelerde cevap verme ihtiyacını hissediyorum. Bu tür hatalar kendi zamanında da yapılan İmam Gazali hazretleri boşu boşuna ‘Faysal el-Tefrika beyn el-Islam ve al-Zındıka= Müslüman ve Zındıklar arasındaki Farklılıkları Ayıran Kriter’ adlı eserini kaleme almamış.
Bu konuyu ele almak için bazı hakikatleri beraber paylaşalım:

EHL-İ SÜNNET, KÜFÜR VE İMAN MESELELERİ

Maalesef bu asırda Müslümanların en büyük problemi ehil olan ve olmayan herkesin ağzından ‘filan kâfirdir, filan ehl-i sünnet dışındadır’ gibi kelime ve cümlelerin kolaylıkla çıkmasıdır. Hâlbuki Bediüzzaman’ın yerinde ifadesiyle ‘Avam-ı nâstan, hakaik-i diniyeyi tabir eden ancak yüzde birdir. Tabir etmemesi, bilmemesine delil olamaz. Evet, çok defa lisan, insanın tasavvuratından incelerini tabirden âciz olduğu gibi kalbindeki ve vicdanındaki inceler de akla görünmez. Hatta belâgat dahilerinden Sekkakî gibi bir zât; İmri-ül Kays veya başka bir bedevinin ibraz ettiği belâgat incelerini kavramamıştır. O halde imanın var olup olmadığı sorgu ile anlaşılır. Meselâ âmi bir adama, bütün cihetleriyle, eczasıyla kudretinde ve tasarrufunda bulunan Sâniin yarattığı bu âlemin bir cihette Sânii olup olmadığı hakkında bir sorgu yapıldığı zaman, "Hiçbir cihette değildir! Olamaz!" dese kâfidir. Çünkü inkâr cihetinin yani Sâni'siz olamayacağının onun vicdanında sabit olduğuna delalet eder.’ Ayrıca ‘Birisi dese ki, "Bu şey küfürdür." Yani, o sıfat imandan neş’et etmemiş; o sıfat kâfiredir. O haysiyetle, o zat küfür etti, denilir. Fakat mevsufu ise, mâsume ve imandan neş’et ettikleri gibi, imanın tereşşuhatına da hâize olan başka vasıflara malik olduğundan, o zat kâfirdir, denilmez. İllâ ki, o sıfat küfürden neş’et ettiği, yakînen biline... Zira başka sebepten de neş’et edebilir. Sıfatın delâletinde şek var; imanın vücudunda da yakîn var. Şek ise yakînin hükmünü izale etmez. Tekfire çabuk cüret edenler düşünsünler!’

Bu önemli hatırlatmayı yaptıktan sonra iki önemli noktayı açıklamak durumundayız:

Birincisi; Ehl-i sünnet ve ehl-i bidʿat mezhepleri kavramlarını anlamak için şu bilgileri vermek zorundayız. Mezhep kelimesi, sözlük anlamı itibariyle gidilen yol demektir. İslâm dininde çeşitli alanlardaki fikir akım ve ekollerine de mezhep denmiştir. Ancak inanç itibariyle mevcut olan mezhepler ile hukuk alanındaki mezhepler birbirine karıştırılmaktadır. Hâlbuki itikadî hükümlerle ilgili fikir ayrılıkları, İslâmın “usûl” denilen temel ilkelerini yani imanın şartlarını ilgilendirdiğinden, “ehl i sünnet (sünnî)” ve “ehl-i bidât (bâtıl)” ayrımı söz konusu olmaktadır. Hukukî (amelî) hükümlerle alakalı fikir ayrılıkları ise “füru” denilen ve içtihadî olan esasları ilgilendirdiğinden, bu sahadaki mezhep arasında sünnî-bâtıl ayrımı söz konusu değildir. İslâm hukukundaki mezhepler, Kur’an ve sünnetin açıkça düzenlemediği konulara ait hükümlerin yine bu iki kaynaktan ancak bazı esaslara ve diğer kaynaklara müracaat edilerek tespitinde yani içtihatta ortaya çıkan fıkir ayrılıklarından doğmuştur. Yoksa İslâmın temel ilkelerinde ittifak söz konusudur. Bu genel kaideyi bozan tek istisna, kurucuları Şiî olan hukuk mezheplerindedir. Bunlar, itikadî sahadaki fikir ayrılığını hukukî alana da çekmişler ve hukukî meseleleri de tamamen itikadî görüşlerine göre şekillendirmişlerdir. Bu şüphesiz yanlış bir tutumdur.

Hz. Peygamber’in ve O’nun ashabının yolundan giden Müslümanların çoğunluğu tarafından benimsenen ehl-i sünnet mezhebinin iki ayrı kolu vardır: Bu iki kol arasında 20 tane ayrıntılı meselelerdeki küçük fikir ayrılığı dışında fazla bir fark yoktur.
A) Mâturidiye koludur.
B) Eş’ariye koludur.
Bir de selef-i salihin vardır. Hz. Peygamber’in izinden ve sahabelerin de yolundan ayrılarak, İslâmın ruhuna aykırı fikirlere saplanan ve dinden olmayan fikirleri dindenmiş gibi gösteren fikir akımlarına ehl-i bid’at veya bâtıl mezhepler denmektedir. Bunlar yedi ana kola ayrılmaktaysalar da, biz bunlardan sadece konumuzu ilgilendiren üç grubu zikredeceğiz:
A) Hariciler (Havâriç).
B) Mu’tezile.
C) Şia

İkincisi: Bir görüşün insanları veya grupları ehl-i sünnetin dışına itebilmesi için iman esaslarında ehl-i sünnete muhalefet etmesi şarttır. Mesela, Şiʿîler, Sünnet kavramını, Hz. Peygamber’in ve kendilerince masum (günahsız) kabul edilen imamların sünneti olarak tarif ederler. Bu, Şîa’nın itikadî açıdan ehli bid’at olması sonucunu doğuran temel esaslardan birisidir. Eğer ikinci derecedeki meselelerde görüş ayrılığı var ise, bu insanları ehl-i sünnetin dışına itmez. Buna en güzel misal imamet meselesidir. Bununla alakalı olarak bir devirde iki halifenin caiz olup olmadığı uzun uzadıya tartışılmıştır. Her ne kadar ehl-i sünnet âlimlerinin çoğunluğu olmamalı demişler ise de, özellikle Endülüs âlimleri buna cevaz vermişler ve Endülüs Emevi halifelerinin meşruiyetini kabul etmişlerdir. Bu noktalarda azınlığın desteklediği görüşü benimsemek asla ehl-i sünnetin dışına çıkmak demek değildir. Hz. Peygamber’e nübüvvet geldikten sonra fetret devri olup olmadığını tartışmak ta bu gruba girmektedir. Aşağıda ayrıntılarını göreceğiz.

BEDİÜZZAMAN VE İLMÎ ŞAHSİYETİ

Tarih bize gösteriyor ki, başta peygamberler ve onların gerçek mirasçıları olan din adamları olmak üzere, insanlık âlemi, büyük insanların kıymetlerini zamanında tam takdir edememişlerdir. Sonradan ise, bu takdir edememenin cezasını, hem muâsırı olan insanlar ve hem de onların nesilleri çekmişlerdir. Hemen hemen bütün peygamberler, bu hükmümüze müşahhas birer misal olarak verilebileceği gibi, İmam-ı A'zam ve Ahmed bin Hanbel gibi islam âlimleri de, bu acı hükmü teyid eden canlı misallerdendir. Tesbitlerimize göre, asrında tam anlaşılamayan şahsiyetlerin bu asrımızdaki en güzel misali de, bu yazımızın mevzuunu teşkil eden Bediüzzaman Said Nursi'dir. İslami ilimlerdeki dâhiyane vükûfu, hususan iman hakikatleri mevzuundaki asrın anlayışına uygun harika izahları ve seksen küsür yıllık istikâmetle hak üzerinde devam eden Allah, din ve millet-i islamiye uğrundaki gayret ve mücâhedeleri bütün İslam âleminde duyulduğu ve takdir edildiği halde, hâlâ kendi ülkesinde yanlış tanınan veya tanıtılmak istenen bir şahsiyet var; o da Bedîüzzaman.

Bu yüz karası hale, Türk ilim adamlarının ve münevver Türk araştırmacılarının çok kısa bir zamanda son vermeleri gerekmektedir; aksi takdirde tarih, gözünü kapayıp gündüzü kendisine gece yapanları çok kötü yargılayacaktır. Cumhuriyet nesli, Bedîüzzaman'ı yanlış tanımaktadır ve daha doğrusu, senelerdir devletin bütün imkânları ve bukalemun türünden aydınlar kullanılarak, Bedîüzzaman, Cumhuriyet nesline kötü tanıtılmaya çalışılmıştır. Onun mücadelesini tanımayan ve eserlerini okuyup talebelerini görmeyen, câhil veya aydın her cumhuriyet nesli, Bedîüzzaman, Said Nursi veya Risâle-i Nur kelimelerini duyunca, yapılan telkinler sonucu, kürtçü, bölücü, gerici ve devlet düşmanı bir insan ve eser hayaline bir nevi mecbur edilmiştir.

Bedîüzzaman'a itiraz eden insanları birkaç gruba ayırmak mümkündür:
Birinci Grup; Devletin kendisidir ve bütün organlarıyla, yani MİT’i, askeriyesi, polisi ve benzeri kollarıyla devlet Bedîüzzaman ile mücadele etmiştir. Suçladıkları dört nokta vardır: 1) Kürtçülük. 2) Laik düzeni yıkmaya çalışmak. 3) Şeriʿatçılık ve nihayet 4) Tarikatçılık. Yarım asra yakın bu suçlamalar yapıldığı halde hiçbir ciddi suç isnad edilememiştir. Bugün devlet bu tavrından vazgeçmek üzeredir.

İkinci Grup: Devletin borazanlığını yapan bazı bilim adamları ve yapay aydınlardır. Ayrıca tamamen din düşmanı olan bazı yazarlar da dinsizlik namına Bedîüzzaman'a itiraz etmişlerdir. Bunların içinde ilahiyat profesörleri bile vardır. Neşet Çağatay ve eski Diyanet İşleri Başkanı Dr. Lütfü Doğan bunlardandır.

Üçüncü Grup: Makam ve unvan elde etmek için gayret gösteren bazı bilim adamlarıdır. Bunlara örnek göstermek istemiyoruz. Bedîüzzaman'ın ilmî şahsiyeti, İslam âleminde ve Türkiye dışında bütün dünyada tam olarak takdir edildiği halde, Türkiye'de özellikle ilim adamları çevresinde yeterince tanınmamıştır. Bunda, yapılan menfî propagandaların tesiri büyüktür. Bir zamanlar, ilâhiyât öğretim üyelerinin Doç. yahut Prof. olabilmeleri için, Bedîüzzaman ve onun 6.000 küsur sayfayı bulan Risâle-i nur adlı eserleri aleyhinde konferans yahut makale bulunması şartı arandığını, hâdiseyi yaşayan hocalarımız anlatmaktadır.

Dördüncü Grup ise, maalesef Bedîüzzaman'ın tabiriyle ‘meşrebini çok beğenen bazı zâtlar ve hodgâm bazı sofi-meşrebler ve nefs-i emmaresini tam öldürmeyen ve hubb-u câh vartasından kurtulamayan bazı ehl-i irşad ve ehl-i hak’tır. Bunların bir kısmı karanlık mihraklar tarafından desteklenmektedir. Bir kısmı ise tam Bedîüzzaman'ın tarif ettiği insanlardır. Samimi Müslümandırlar; ancak Risale-i Nuru okumamışlardır ve yukarıdaki gruplardan birinin itirazlarını tevil yoluyla işaret etmektedir. Hâlbuki işaret ettikleri kimselerden bazıları kendileri de cahillikle suçlamakta ve hatta tekfir etmektedir. Bediüzzaman Hazretleri, bu grubun, ‘ileride, Risale-i Nur'a ve şakirtlerine karşı kendi meşreplerini ve mesleklerinin revacını ve etba'larının hüsn-ü teveccühlerini muhafaza niyetiyle itiraz edecekler, belki dehşetli mukabele etmek ihtimali var. Böyle hâdiselerin vukuunda, bizlere itidal-i dem ve sarsılmamak ve adavete girmemek ve o muarız taifenin de manevi reislerini çürütmemek gerektir.’

Hâlbuki biz Nur talebeleri şuna inanıyoruz: Şahsî araştırma ve tesbitlerime göre, asrımızın ferîd ve müceddid makamını ihrâz eden zat, Risâle-i Nurun şahs-ı ma‘nevîsidir ve o şahs-ı ma‘nevî adına onun tercümanı olan Bediüzzaman Said Nursi’dir. Bu zatın, daha evvelki veya olsa dahi şu zamandaki bir kutb-ı a‘zamın tasarrufu altına girmeye mecburiyeti yoktur. Zira kendisi kutb-ı a‘zamlık makamının da üzerinde olan ferdiyyet makamını ihrâz eylemiştir. Vefâtından sonra onun bu manevî tasarrufunu, şahs-ı man‘nevîyi temsil eden talebeleri devam ettirmektedirler. Mustafa Sungur, Fethullah Gülen Hoca Efendi ve Mehmed Kırkıncı Hoca Efendi gibi Nur Talebeleri, en az bir kutub kadar hizmet ettikleri halde, ferîd makamını ihrâz eden Bediüzzaman ve Risâle-i Nur şahs-ı ma‘nevîsinin tasarrufu altındadırlar. Bahsettiğimiz zatlar da, asrımızda yaşayan maneviyât reislerinin başlarında gelen şahsiyetlerdir.

Bediüzzaman’ın ferîd ve müceddidlik vazifesini ihrâz etmesi, asrımızda başka kutubların ve imâmların olmasına mani değildir. Ancak bilinse de, bilinmese de, kutb-ı a‘zamın ve ferîd makamını ihrâz eden zatın manevî tasarrufundan manevî yardım almaktadırlar. Bu çeşit kutubların ve imamların başında Süleyman Hilmi Tunahan Efendi, Muhammed Zâhid Kotku ve Abdülhakîm Arvâsî gibi manevîyât erenleri gelmektedir. Ancak bu zatlar, günümüze kadar manevî tasarrufları devam eden Kutb-ı A‘zam Abdülkâdir-i Geylânî yahut Şah-ı Nakşibend ve İmâm-ı Rabbânî gibi maneviyât reislerinin manevî tasarrufları altında hizmete devam etmektedirler.

Biz Nur Talebeleri olarak Bediüzzaman’ın şu tesbitine de aynen katılıyoruz: "Bu dürûs-u Kur'aniyenin dairesi içinde olanlar, allâme ve müçtehidler de olsalar; vazifeleri -ulûm-u imaniye cihetinde- yalnız yazılan şu Nurlar’ın şerhleri ve izahlarıdır veya tanzimleridir. Çünkü çok emarelerle anlamışız ki: Bu ulûm-u imaniyedeki fetva vazifesiyle tavzif edilmişiz. Eğer biri, dairemiz içinde nefsin enaniyet-i ilmiyeden aldığı bir his ile, şerh ve izah haricinde bir şey yazsa; soğuk bir muaraza veya nâkıs bir taklidcilik hükmüne geçer. Çünkü çok delillerle ve emarelerle tahakkuk etmiş ki: Risale-i Nur eczaları, Kur'anın tereşşuhatıdır; bizler, taksim-ül a'mal kaidesiyle, her birimiz bir vazife deruhte edip, o âb-ı hayat tereşşuhatını muhtaç olanlara yetiştiriyoruz!.."

Bunun en güzel misalini şu hadisede görüyoruz. Eş’arilere göre cüz’i iradeyi Allah yaratır. Çünkü bu emr-i itibari değildir ve mahlûktur; belki cüz’i iradedeki tasarruf kula aittir. Matüridîlere göre ise cüz’i iradeyi Allah yaratmaz; çünkü bu emr-i itibaridir. Bediüzzaman Hazretleri bu ihtilafı zikrettikten sonra bu farklılığın terminolojide ihtilaf ibaret olduğunu Kader Risalesinde açıkça belirtmiştir. ‘Cüz'-i ihtiyarînin üss-ül esası olan meyelan, Matüridîce bir emr-i itibarîdir, abde verilebilir. Fakat Eş'arî, ona mevcud nazarıyla baktığı için abde vermemiş. Fakat o meyelandaki tasarruf, Eş'ariyece bir emr-i itibarîdir. Öyle ise o meyelan, o tasarruf, bir emr-i nisbîdir. Muhakkak bir vücud-u haricîsi yoktur.’ Dikkat edilirse meyelan ve tassarufu arka akaya zikretmiştir. Böyle bir tercih Bediüzzaman gibi bir allamenin hakkıdır ve ehl-i sünnet dışında bir görüş değildir.

EHL-İ İMANIN İHTİLAFLARI TARTIŞIRKEN RİAYET ETMESİ GEREKEN PRENSİPLER

Bu konuda çok ciddi problemlerimizin olduğu aşikârdır. Önemle ifade edelim ki, ‘Gaybı Allah’tan başka kimse bilemez’ kaidesince, ehl-i velayet, gaybî olan şeyleri bildirilmezse bilmezler. En büyük bir veli dahi, hasmının hakikî halini bilmedikleri için, haksız olarak mübareze etmesini Aşere-i Mübeşşere'nin (Cennetle müjdeli 10 sahabenin) arasındaki muharebe gösteriyor. Demek iki veli, iki ehl-i hakikat birbirini inkâr etmekle makamlarından sukut etmezler. Meğer bütün bütün zahir-i şeriata muhalif ve hatası zahir bir içtihad ile hareket edilmiş ola.’

Bu sebeple Müslümanların kendi aralarındaki tartışmalarda şu düsturlara riayet etmesi şarttır:
Birincisi: ‘Öfkelerini yutabilenler ve insanlardan sadır olacak hataları affedebilenler’ diye Kur’an’ın hakiki müminler hakkındaki yüksek ahlak kaidesine riayet etmek. Bazı ehl-i imanın Hoca Efendi gibi bir şahsiyeti hâşâ CIA ajanı diye itham etmeleri elbette ki bu düstura yüzde yüz muhalefettir. Her insanın peygamber olmadığı sürece hata yapması mümkündür.

İkincisi: Müslümanların avam tabakasının şeyhlerine karşı hüsn-ü zanlarını kırmamak ve böylece imanlarını sarsılmadan muhafaza etmek bütün Müslümanların asli vazifesidir. Hakiki ihlâs ve hakperestlik, Müslümanların kimden ve nereden olursa olsun istifade etmelerine taraftar olmaktır.

Üçüncüsü: Müslümanlar kendi meslek ve meşreplerine karşı yapılan haksız itirazlara karşı haklı fakat zararlı hiddetlerinden kaçınmak zorundadırlar. Aksi takdirde kazanan din düşmanları olacaktır.

Dördüncüsü ve en önemlisi de, dine ve dindarlara kaşı olan ekibin ikisi de hak olan iki grubun veya cemaatin arasındaki husumetten istifade ederek, birinin silâhıyla, itirazıyla ötekini yaralayıp ve tenkit edip; ötekinin delilleriyle berikini çürütüp ikisini de yere vurmak ve çürütmekten kaçınmalarıdır. Mesela eski bir Diyanet İşleri Başkanının haklı bile olsa, Süleyman Efendi hizmeti ile alakalı dindarlara olumsuz tutumu ile bilinen bir büyük gazetede yazı yazması ve yine bir tarikat erbabı Hoca efendinin Bediüzzaman ile alakalı Erzurum İlahiyat hocalarından birinin 20 noktada ehl-i sünnete muhalif gittiğini umumun dinlediği bir TV kanalında söylemesi gibi.

Onun için biz de, bu dört esasa binaen, muarızlara hiddet ve tehevvürle ve mukabele-i bil misille karşılık vermemeliyiz. Yalnız gerçekleri müdafaa için barışçıl bir şekilde, itiraz edilen noktaları izah etmek ve cevap vermek vazifemizdir. Bu makalemizde hem 1950’li yıllarda necip Fazıl Kısakürek’in ve hem de onun şeyhinin itiraz ettiği bir meseleye cevap vereceğiz.

BEDİÜZZAMAN’IN GAYR-İ MÜSLİMLER İLE ALAKALI MEKTUBUNA YAPILAN İTİRAZLAR VE CEVABI

Başta Necip Fazıl olmak üzere bir kısım ehl-i imanın ve ehl-i tarikatın bu konudaki itirazlarını nazik bir üslub ile izah etmek bizim vazifemizdir. Evvela bu mesele, başta izah ettiğimiz gibi, insanı ehl-i sünnetin dışına çıkaracak imanî meselelerden değildir; belki ehl-i sünnetin âlimleri arasında da tartışılan ve hakkında farklı görüşler bulunan bir mesele ve hatta meseleler topluluğudur. Sırasıyla meseleyi inceleyelim:

Gayr-i Müslimlerin Çocuklarının Manevi Akıbeti Meselesi

Bu mesele Kur’an-ı Kerim’de geçen şu ayet sebebiyle İslam alimleri arasında tartışılmıştır: ‘Kim hidayet yolunu seçerse, bunu ancak kendi iyiliği için seçmiş olur; kim de doğruluktan saparsa, kendi zararına sapmış olur. Hiçbir günahkâr, başkasının günah yükünü üslenmez. Biz, bir peygamber göndermedikçe (kimseye) azap edecek değiliz.’. Bu ayeti değerlendiren İslam âlimleri meseleyi hem fetret devri açısından ve hem de gayr-i Müslimlerin çocukları açısından değerlendirmişlerdir. Fetret devri meselesini biraz sonra inceleyeceğiz. Ehl-i sünnet âlimleri gayr-i Müslimlerin çocukları hakkında farklı görüşlere sahiptir. Bu konuda mesela Ibn-i Kesir isimli büyük müfessir, müstakil bir Risale sayılabilecek uzunlukta müstesna bir tefsir kaleme almıştır. Bunları özetleyelim.

Birincisi: Bir grup âlimler (Mu’tezile, Hanbeliler ve Malikilerin mütebahhirin ulemasının da içinde bulunduğu önemli bir Müslüman alimler topluluğu), bu çocukların ehl-i cennet olduklarını kabul ve kendilerine ispat etmişlerdir. Bu konuda onların görüşlerini destekleyecek çok sayıda hadisler vardır. Ancak bir tanesi önemlidir: Enes ibn Malik’ten nakledildiğine göre, Hz. Peygamber’e Müşriklerin çocuklarından sorulmuş ve cevap olarak şunu ifade etmiştir: ‘Onlar cennet ehlinin hizmetkârlarıdırlar.’

İkincisi: Bir kısım İslam âlimleri ise onların babalarına tabi olduklarını ileri sürmüşler ve bu konudaki bazı hadisleri delil olarak getirmişlerdir. Hz. Aişe’nin naklettiği şu hadis bunların başında gelmektedir: ‘Müşriklerin çocukları babaları ile birliktedir.’ Bu yoruma muhtaç bir hadistir. Israrlı sorular üzerine Resulullah bir seferinde ‘Allah onların amellerini ve hallerini herkesten daha iyi bilir’ buyurmuştur.

Üçüncüsü: Bu konuda kesin bir hükme varmayıp meseleyi Allah’ın iradesine bırakmaktır (tevakkuf). İmam-ı A’zam başta olmak üzere çoğu âlimler bu kanaattedirler. Bu konudaki en önemli dayanak İbn-i Abbas hadisidir. ‘Allah onların amellerini ve hallerini herkesten daha iyi bilir’.
Bu arada bazı alimler bunların toprak olacaklarını beyan etseler de çoğunluk alimler yukarıda saydığımız görüşlerden birini tercih eylemişlerdir.

Bediüzzaman Hazretleri, bu kanaatleri değerlendirerek şu neticeye varmıştır: ‘O musibet-i semaviyeden ve beşerin zalim kısmının cinayetinin neticesi olarak gelen felâketten (I. Ve II. Dünya Harplerinden) vefat eden ve perişan olanlar eğer onbeş yaşına kadar olanlar ise, ne dinde olursa olsun şehid hükmündedir. Müslümanlar gibi büyük mükâfat-ı maneviyeleri, o musibeti hiçe indirir.’

Burada iki kelimenin açıklanması gerekmektedir: Birincisi: Şehittir demiyor belki şehit hükmündedir, bir nevi şehittir diyor. İkincisi: Bu cümleyle birinci ve ikinci görüşü bir nevi telif ediyor. Bunda da ehli- sünnetin dışına çıkmak gibi bir durum asla mevzubahis değildir. Unutmayalım ki, Allah yolunda cihad ederken öldürülen hakiki şehitler olduğu gibi, hükmen şehit sayılan mü’minler de vardır. Mü’minlerden yanarak, suda boğularak, karın sancısı, vebâdan ölen veya çocuk doğurmaktan gelen kırk günlük loğusa döneminde vefat edenler hükmen yani bir nevi şehit sayılır. Ancak, peygamberlik gibi şehitlerin de dereceleri vardır. Nice mübârek hastalıklar vardır ki, şehâdet gibi yüksek dereceleri kazandırır.

Fetret Devri İnsanlarının ve Özellikle de Fetret Devri Sayılabilecek Hallerdeki İnsanların ve Musibetzedelerin Hükmü

Bu konu da İslam âlimleri arasında tartışılmıştır. Özellikle konuyu ikiye ayırmak icabetmektedir:

Birincisi: Fetret Devri İnsanlarının Hükmü

Fetret kelimesinden kasıt, iki peygamber arasındaki meydana gelen ve Hakkın tebliğine engel olan uzun zaman dilimidir. Bazıları Hz. İsa’nın getirdiği dinin bozulması ile Resulûllah Efendimize vahyin tebliği arasında geçen dönem gelir. Ancak, bu tabir bir peygamberin getirdiği dinin nurundan haberdar olmayan her fert ve her dönem için kullanılabilir. Bu dönemde yaşayan insanların sorumluluk sınırları hakkında itikat mezhepleri arasında az da olsa farklılık görülüyor.
Bu konuda dört ayrı görüş bulunmaktadır:

Birincisi: Maturidî ve Eşarî imamları, “Biz bir resul gönderinceye kadar tazip etmeyiz. (azap verici olmayız)” meâlindeki âyet-i kerimeye dayanarak Fetret devri insanlarının tebliğ edici bir peygamber gelmeden sorumlu olmadıkları kanaatindedirler. Ancak Maturidilere göre, fetret, iman için değil amel için geçerlidir. Eşʿariler ise, peygamber gelmeyen bir kavim için hiçbir sorumluluk da olamayacağını savunmuşlardır.

İkincisi: Bunların tebliğ ulaşmasa da sorumlu olacaklarına dair görüştür ki, İbn el-Kayyım başta olmak üzere bazı âlimler bu kanaattedirler.

Üçüncüsü: Bunlar hakkında kararı Allah’a bırakmak (tevakkuf) şeklindeki görüştür.

Dördüncüsü ise: Fetret ehlinin kıyamet günü yeniden imtihana tabi olacakları ve bunun neticesine göre muamele görecekleri şeklindeki görüştür. Selef-i salihin bu kanaattedirler.

Bunların durumu ile alakalı şu hadisi zikretmeden geçemeyeceğiz: ‘Resulüllah şöyle buyurmuştur: Dört grup vardır ki, onlar kıyamet günü kendilerini mazur göstereceklerdir: Hiçbir şey duymayan sağırlar; Gel-git akıllı ahmaklar; aşırı yaşlılar; fetret devrinde ölen insanlar. Sağırlar derler ki, Yarab! İslamiyet geldi ama biz bir şey duymadık. Gel-git akıllılar diyecek ki, İslamiyet geldi ama benim üzerime çocuklar pislik atıyorlardı. Yaşlılar diyecek ki, İslamiyet geldi ama bir şey anlayamadık. Fetret devrinde ölenler diyecek ki, Yarab! Bize peygamber hiç gelmedi. Bunlar cehenneme de girseler, Allah orayı onlar için bir nevi cennete çevirir.’

Önemle ifade edelim ki, bu dört görüşten birini tercih etmek insanı ehl-i sünnet dairesinden çıkarmaz. Zaten Bedüuzzaman da bu konuda farklı bir görüş beyan eylememiştir.

FETRET DEVRI SAYILABİLECEK HALLERDEKİ İNSANLARIN HÜKMÜ

Gelelim asıl tartışma konusuna yani Fetret Devri sayılabilecek hallerdeki insanların hükmüne. Tartışmanın asıl temeli şu sorunun cevabıdır: Acaba Hz. Peygamber’den sonra fetret devri olur mu? Ayrıca Hak dinden haberdar oldukları halde onun hidayetinden nasip alamayan veya gelen Hak din ile alakalı doğru bilgilere ulaşamayan insanların hükmü nasıldır?

İslam âlimlerinin çoğunluğu Hz. Peygamber’den sonra fetret devrinin olamayacağı yönünde izahlar getirmişlerdir. Fakat İmam-ı Gazali’nin başını çektiği bir grup âlimler farklı kanaattedirler. Son zamanlarda Muhammed Abduh ve bazı âlimler de aynı kanaati savunmuşlardır. Bu konuda İmam-ı Gazali’yi dinleyelim: ‘Derim ki, Allah’ın rahmeti cehennem azabına çarpılsalar bile, geçmiş ümmetlere de şamildir. Zira cehennem azabının da şiddetlisi vardır, hafifi vardır. Diyebilirim ki, zamanımızda Bizans sınırları içinde kalan Hıristiyanların ve Türkistan’daki Türklerin çoğu, inşallah özellikle de bu memleketlerin uzaklarında bulunanlar bu rahmete mazhar olanlardır. Zira bunları üç gruba ayırmak mümkündür:

Birincisi: Hz. Muhammed’in ismi bile kendilerine asla ulaşmamış olanlardır ki, bunlar mazurdurlar.

İkincisi: Kendilerine Hz. Muhammed’in hem ismi ve hem de sıfatları ulaştığı ve kendileri de İslam ümmetine komşu yahut bizzat birlikte yaşadıkları halde inkâr edenlerdir ki, bunlar inkârcı kâfirlerdir. Bediüzzaman Hazretleri bunlar hakkında şunları demektedir: ‘Eğer o felâketi gören zalimler ise ve beşerin perişaniyetini ihzar eden gaddarlar ve kendi menfaati için insan âlemine ateş veren hodgâm, alçak insî şeytanlar ise, tam müstahak ve tam adalet-i Rabbaniyedir.’

Üçüncüsü: Yukarıdaki iki derece arasında kalanlardır ki, bunlara Hz. Muhammed’in ismi ulaşmıştır; ancak özellikleri ve sıfatları tam ulaşmamıştır. Çocukluklarından itibaren onun yalancı bir peygamber olduğu telkin edilmiştir. Bana göre bunlar da birinci grup hükmündedir.

Bediüzzaman Hazretleri de bu kanaati benimseyerek şöyle demektedir: ‘Onbeşinden yukarı olanlar, eğer masum ve mazlum ise, mükâfatı büyüktür; belki onu Cehennem'den kurtarır. Çünki âhirzamanda madem fetret derecesinde din ve din-i Muhammedî'ye (A.S.M.) bir lâkaydlık perdesi gelmiş ve madem âhirzamanda Hazret-i İsa'nın (A.S.) din-i hakikîsi hükmedecek, İslâmiyetle omuz omuza gelecek. Elbette şimdi, fetret gibi karanlıkta kalan ve Hazret-i İsa'ya (A.S.) mensub Hristiyanların mazlumları çektikleri felâketler, onlar hakkında bir nevi şehadet denilebilir. Hususan ihtiyarlar ve musibetzedeler, fakir ve zaîfler, müstebid büyük zalimlerin cebr ü şiddetleri altında musibet çekiyorlar.’ Dikkat edilirse fetret devri demiyor; bilakis ‘fetret derecesinde’ diyerek meseleyi vuzuha kavuşturuyor. Kaldı ki, bu görüşü tercih etmekle ne İmam Gazali ve ne de Bediüzzaman’ın ehl-i sünnet dışına çıkmadıklarını, zira bu meselenin doğrudan imanın şartlarıyla alakadar olmayıp içtihadi bir mesele olduğunu daha evvel belirtmiştik.

Bediüzzaman Hazretleri Kâfirler İçin olan Cehennem Azabını ve Cihadı asla inkâr etmemiştir

Maalesef bazı insanlar meseleyi o kadar çarpıtmaktadırlar ki, nerdeyse Bediüzzaman Hazretlerinin kâfirler için olan Cehennem Azabını ve Cihadı inkâr ettiğini ve Anzakları bile (Risale-i Nur’da hiç geçmediği halde) şehit ilan ettiğini ileri sürmüşlerdir. Doğrudur, bazı ehl-i dalalet grupları ve başta hem Lahoriye koluyla ve hem de Kadiyani koluyla bütün Ahmediye Cemaati maalesef hem cihadı ve hem de ebedi cehennem azabını inkar etmişlerdir. Halbuki bu ehl-i dalalet gruplara en iyi cevabı yine Bediüzzaman vermiş bulunmaktadır. Onuncu Söz, Meyve Risalesi ve 29. Söz bunun şahididir. Burada sadece bir tek tesbitiyle yetineceğiz:

‘Şefkat yüzünden, esasat-ı İslâmiyenin haricindeki bid'at ve dalalet yollarına sapanları çeviren bir hakikattır
Şefkat-i insaniye, merhamet-i Rabbaniyenin bir cilvesi olduğundan; elbette rahmetin derecesinden aşmamak ve Rahmeten-lil-âlemîn Zât'ın (A.S.M.) mertebe-i şefkatinden taşmamak gerektir. Eğer aşsa ve taşsa o şefkat, elbette merhamet ve şefkat değildir; belki dalalete ve ilhada sirayet eden bir maraz-ı ruhî ve bir sekam-ı kalbîdir. Meselâ: Kâfir ve münafıkların Cehennem'de yanmalarını ve azab ve cihad gibi hâdiseleri kendi şefkatine sığıştırmamak ve tevile sapmak; Kur'anın ve edyan-ı semaviyenin bir kısm-ı azîmini inkâr ve tekzib olduğu gibi, bir zulm-ü azîm ve gayet derecede bir merhametsizliktir. Çünki masum hayvanları parçalayan canavarlara himayetkârane şefkat etmek, o bîçare hayvanlara şedid bir gadir ve vahşi bir vicdansızlıktır. Ve binler müslümanların hayat-ı ebediyelerini mahveden ve yüzer ehl-i imanın sû'-i akibetine ve müdhiş günahlara sevkeden adamlara şefkatkârane tarafdar olmak ve merhametkârane cezadan kurtulmalarına dua etmek, elbette o mazlum ehl-i imana dehşetli bir merhametsizlik ve şeni' bir gadirdir.’

NETİCE

Bedîüzzaman'ın kelâmda müceddid, mu’asırları arasında mümtâz bir yeri olan müfessir, yüzlerce hadisi, senedleriyle birlikte nakledecek kadar muhaddis ve kısaca akranlarının fevkınde bir islam âlimi ve dahi olduğunda, dost ve düşmanları ittifak halindedirler. Gerçekten Bedîüzzaman'ın, İslamî ilimlerin temelini teşkil eden ve içlerinde "Mirkât" gibi İslam nazarî hukukuna ait usul-ı fıkıh metni; islam felsefesi ve kelâm hakkında Adududdin El-Îcî tarafından kaleme alınmış müstesna bir eser olan "Mevâkıf"; Mantık ilminin özeti demek olan "Süllem" ve benzeri 90 çeşit kitabı hâfızasına aldığı, bunları üç ayda bir evrad gibi tekrar ettiği ve Arap Dilinin en mükemmel lügati olan "Kamus"u "Sin" harfine kadar kelimesi kelimesine ezberlediği, çok iyi bilinen ilmî cihetlerindendir. Bu kesbî gayrete bir de Allah'ın ihsânı demek olan muhâkeme, zekâ ve vehbî diğer vasıflar eklenince, mu'âsırları tarafından "Bedîüzzaman" yani zamanın eşsiz bir allâmesi unvanıyla vasıflandırılmaması için hiç bir sebep kalmamıştır.

Bedîüzzaman'ın diğer İslam âlimlerinden en ayırıcı özelliği, asırlarca islam âlimleri arasında ihtilâf vesilesi olmuş ve bir türlü halledilememiş bir kısım itikadî meseleleri, asrımızın insanının anlayışına uygun olarak farklı bir metotla izah edebilmesidir. Buna ilim ve san’at asrı olan asrımızdaki bir kısım felsefî meseleleri de eklerseniz, Bedîüzzaman gibi bir allâmeye ve Risâle-i Nur gibi bir Kur’an tefsirine olan ihtiyacı daha iyi takdir edersiniz.

Burada bir tespitimi belirtmek istiyorum: Asrımızın mümtaz âlim ve müfessirlerinden olan Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır'ın Hak Dini Kur’an Dili adlı eserini mütâla’a ettim. O büyük allâmenin, bütün ilmî vukufuna ve aklî dirayetine rağmen, 21 meselede son sözü söyleyemediğini ve söylese dahi ancak İslamî ilimler alanında belli bir mertebeye ulaşmış insanların ona muhatap olabileceğini gördüm. Bu meselelerin, ruhun mahiyeti ve ispatı, kader meselesi, haşrin ispatı, mi’racın cesetle mi ruhla mı gerçekleştiği meselesi, Allah'ın isbatı ve benzeri itikada ait meseleler olduğunu sadece hatırlatmakla yetiniyorum.

Hâlbuki Bedîüzzaman, ölümden sonra tekrar dirilmek demek olan haşir meselesini, İbn-i Sina gibi bir dâhinin "Haşir aklî metodlarla anlaşılabilecek bir mesele değildir; nasıl nakledildiyse öyle iman ederiz" demesine rağmen, 10. Söz adını verdiği eserde öylesine izah ve isbat etmiştir ki, neticede "Bu eserimi idrâk ve iz’anla iki defa mütâla’a et; eğer haşir meselesini iki kere iki dört eder derecesinde anlamazsan, gel iki parmağını gözüme sok" hükmünü, okuyanın vicdanı tefessuh etmemek şartıyla, bir tahdis-i nimet olarak ilan etmektedir.

Bu sebeple bu makalemizde zikrettiğimiz konu itiraz edilen noktalardan sadece birisinin cevabıdır. Allah’ın izni ve yardımıyla Bediüzzaman’ın eserlerinde beyan ettiği hakikatlerin ehl-i sünnet dairesinde ve Kur’an’ın ruhuna sadık olduğunu bütün yönleriyle ispat eylemeye hazırız. Rahmetli Osman Yüksel'in tabiriyle "Türkiye'de, her teşekkülün, vatanını seven herkesin, önünde hürmetle durması lâzım gelen bir kuvvet vardır: Said Nursi ve talebeleri."


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: Prof. Dr. Ahmed Akgündüz cevap veriyor.
MesajGönderilme zamanı: 06.01.10, 13:43 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 05.01.10, 21:01
Mesajlar: 488
Alıntı:
Videoda çok önemli noktalar var...

Mealen sıralayalım:

5,40 - 7,20.dakikalar: "tarikat ehli kıskançlık yüzünden, bilmemekten veya cehalet ile Risale-i Nur'a itiraz ettiler..."
"RNK hakkında yanlış bilgiler nakleden cübbeli hoca'ya "kafir", "cahil" diyen ilahiyatçılar da var; ama ben ona dil mi uzatacağım; alim ve muttakidir. Ama RNK'ını okuyup da anlayabilecek durumda belki değil.."


13,10 - 17,30 dakikalar: "Bediüzzaman Hz. kelamda müceddiddir."
Diyor ki " Çünkü çok emarelerle anlamışız ki imani meselelerdeki fetva vazifesi ile tavzif edilmişiz" demiş. Biz böyle biliyoruz. Bunu kabul etmeyen de dinden çıkmaz.

"Benim" diyor "sizden farkım yok. Ben de Kur'an'ın talebesiyim. Tek farkım bana tercumanlık vazifesi verilmiştir". (Mustafa) Sungur Ağabey'den naklediyor: Said-i Nursi Hz. "10.sözün 9. hakikatini ben kendim 10 bin defa okudum kardeşim..." diyor."
"Bir insan kendi eserini 10 bin defa okur mu ? Belli ki tercumanlık..."


22,10 - 23,50. dakikalar: "Çok şeyh biliyorum binlerce hataları var."

"Gelen 50'ye yakın e-mail çok sayıda telefon ile "Ustadın aleyhine konuşuluyor; sen susuyorsun" diye sıkıştırıldım..."

"Kıbrısî, Mardinî, İstanbulî şeyhlerin Risale-i Nur'a itirazı var"
"Bu itirazları Said-i Nursi Hz. açıkça kerametle 60 yıl önce keşfetmiş".


26,10 - 28,20. dakikalar: "20 meselede RNK ehl-i sünnete aykırıdır" diyen "SERSERİ" bir ilahiyat profesörü..."

RNK'dan okuyarak "İstanbul'da malum itiraz" hadisesinden ( Bu bir tarikat şeyhi tarafından RNK'na yapılan bir itiraz hadisesidir.) söz edip "umuma hitap edildiği için isim vermiyorum,kimin kastedildiğini hepiniz biliyorsunuz" diye Abdulhakim Arvasî'ye de ilişilmekte...

"Meltem estirmek yerine bakıyorsun ki fırtına estiriyorlar." (Haydar Baş çevresi ima ediliyor.)

33 - 35. dakikalar: "Fetret konusuna Üstad'ın sağlığında itiraz eden -Allah rahmet eylesin derim- büyük şair Necip Fazıl Kısakürek'in İslam hukuku ve kelam konuşma yapacak kabiliyette değil."
Üstad Said-i Nursi Hz. Necip Fazıl'a o kadar 'o kadar güzel, o kadar tatlı ' bir cevap vermiş ki (dalga geçerek) isteyene dersten sonra özel anlatırım." Böyle umuma söyleyemem. O kadar da ileri gitmem.


Şu uslûb Prof. Dr. Ahmed Akgündüz'e yakıştı mı?


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Prof. Dr. Ahmed Akgündüz uyarıldı...
MesajGönderilme zamanı: 29.01.10, 13:50 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 05.01.10, 21:01
Mesajlar: 488
Prof. Dr. Ahmed Akgündüz uyarıldı...

Manidâr Bir TEVAFUK

Bugün (29 Ocak 2009) Cuma namazında Prof. Dr. Ahmed Akgündüz ile karşılaştım.

Namaz sonrası ayaküstü 3-5 dakika konuştuk. Farz-ı kifaye babında kendisini uyarmak istediğimi söyledim.
Cübbeli'nin açıklaması sonrasında burada bahsedilen sohbetinde Şeyh Nazım Hz.den söz etme sebebini sordum.

Maaalesef "15 yıl önce kendileri ile tanışmıştım" dediği Şeyh Nazım Hz. hakkında ünlü "Risale Okuma Devri Geçti" sohbeti çerçevesinde (kendisi açısından)çok üzüntü verici şeyler söyledi:

"Şeyh Nazım Hz. bu sohbetini dikkatle dinledim ; o sözleri söylemekteki durumu iki türlü olabilir" dedi:

1. Şeyh Nazım Hz. "90 yaşlarında olduğu için bunamıştır belki amma ben ona "bunamıştır" demeyeceğim ; tasavvuf ehli için şatahat söz konusu olabilir" dedi. (Muhyiddin Arabi Hz. de öyle şeyler söylemiştir ki bazı alimler onu tekfir dahi etmişlerdir diye kendince örnek getirdi. Daha sonra tarafımdan A. Badıllı'nın da bilinen mektubunda "ihtiyarlık ıdhı" deme hamakatini hatırlatılınca "evet; ben de o görüşteyim" dedi.)

2. Kendisince daha çok ihtimal verdiği hususu da şöyle getirdi: Etrafını saran bazı "gizli odaklar" ona Risale-i Nur aleyhinde bunları söyletti. "Maneviyattan filan emir aldığına da inanmıyorum" dedi. Bu durumda kendilerini "yalan söylemek" ile itham etmeniz sözkonusu olur deyince "evet öyledir" dedi. Buna örnek olarak da İmam Zühri'yi verdi. "Tabiîn'in en alimlerinden" olduğu halde yaşlılığında etrafını "münafıklar" sarıp yönlendirdiği için sonraki hadis ulemasının 63 yaşından sonra İmam Zührî'den rivayet edilen tüm hadisleri kitaplardan çıkarttıklarını söyledi.

"Bu konuda bu kadar söz kafidir" diyerek de konuyu kesti.

Bunun üzerine ben de konunun hiç de sandığı gibi olmadığını konunun Abdulhakim Arvasi ve Şeyh Şerafeddin Dağıstanî hz. ile ilgisi olduğunu söyledim.

Prof. Dr. Ahmed Akgündüz, belki Şeyh Şerafeddin Dağıstani Hz. den habersiz olabilir ama Abdulhakim Arvasi Hz. nin durumundan haberli olduğunu Said-i Nursi ile Abdulhakim Arvasi Hz. arasındaki RNK'na "ihtiyar zatın malum itirazı" diye geçen hadiseye yukarıda belirtilen sohbetinde işaret ettiği için biliyorum.

Gönlümden başka türlü geçse de dilim ile "Allah size yâr olsun" diye kendisi ile vedalaşıp ayrıldım.

Allah Semi'ul Habîr'dir.


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: Prof. Dr. Ahmed Akgündüz uyarıldı...
MesajGönderilme zamanı: 29.01.10, 14:41 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Moderator
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 24.12.08, 14:54
Mesajlar: 417
Alıntı:
22,10 - 23,50. dakikalar: "Çok şeyh biliyorum binlerce hataları var."

"Gelen 50'ye yakın e-mail çok sayıda telefon ile "Ustadın aleyhine konuşuluyor; sen susuyorsun" diye sıkıştırıldım..."

"Kıbrısî, Mardinî, İstanbulî şeyhlerin Risale-i Nur'a itirazı var"
"Bu itirazları Said-i Nursi Hz. açıkça kerametle 60 yıl önce keşfetmiş".



Binlerce hatalarını biliyorum dediklerinden acaba kaçı hatadır ya da değildir?

Rabıtayı inkar eden nurcular da var. Üstelik Saidi Nursi hz.leri bidat kabul etmemiş iken. Hal böyle iken, Üstadlarına bu derece bağlı olan, onu eşsiz kabul eden nurcular tarikat konusu işin içine girdi mi, bazı konularda Üstadlarını dahi unutabiliyorlar ya da tarikatı veya bazı şeylerini inkar ile kendilerini daha iyi nurcu olacaklarını zannediyorlar.

Keramet meselesi ise çok basit bir mesele. İtiraz edilmeyen insan mı var. Peygamber'e dahi nice itiraz gelmiştir. Risaleler ise itirazın en uzak kaldığı yerdir. Yani kerametten ziyade keşifte hata var bile kabul edilebilir, çünkü, siz tarikatlar hakkında onca yazacaksınız ve sizin yolunuza bağlı olduğunu söyleyenler işi çok daha ileri boyuta getirecekler ve bu kadar az itiraz göreceksiniz. Bu ehlullahın kemaliyetine işaret olduğu gibi, keşfin yanılgısına bile hamledilebilir.

İtirazsız yer yoktur. Kerameti kabul etsek dahi ki hazretin nice kerameti vardır, Velidir, başımızın tacıdır, kabul ederiz. O sözle birlikte, enaniyet sahibi, güç ve iktidar meraklısı nice nurcular, hakikat yolları olan tarikatlere itiraz edecekler, fitne çıkaracaklar dese idi, o zaman keramet keramet olurdu.

Akgündüz uyarılmış ama anlaşılan pek ciddiye almamış. Ehlullahtan uzak olmadığını ve bazı büyüklerle görüştüğü malum. Artık nasip..

Değil ise hali, yolu mübarek olsun.


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: Prof. Dr. Ahmed Akgündüz uyarıldı...
MesajGönderilme zamanı: 29.01.10, 17:54 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 05.01.10, 21:01
Mesajlar: 488
Alıntı:
Prof. Dr. Ahmed Akgündüz uyarıldı...

Manidâr Bir TEVAFUK


Hollanda'da yaşayan Prof. Dr. Ahmed Akgündüz'ün bir Cuma namazında Ankara'nın bir kenarındaki bir camide önüme çıkartılmasındaki manâya işaret...


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: Prof. Dr. Ahmed Akgündüz uyarıldı...
MesajGönderilme zamanı: 30.01.10, 03:46 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 22.01.10, 04:41
Mesajlar: 345
ahmet akgündüz hocanın risale-i nur cemaatından olduğunu bilmiyordum neyse, ama şu uslubu hakikaten kendisine yakışmamış.. hala anlamıyorum!.. ilm-i kelam'da müceddid olmak ne demek yahu bu makamları yağma hasanın böreği mi zannediyorlar acaba!..


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: Prof. Dr. Ahmed Akgündüz uyarıldı...
MesajGönderilme zamanı: 30.01.10, 07:41 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Moderator
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 24.12.08, 14:54
Mesajlar: 417
TûTî ağabey makam dağıtılmasından bahsetmiş iken, Akgündüz'ü daha iyi tanıyalım. Akgündüz, Mehmet Kırkıncı Hoca grubundandır ve şunları der:

Mehmed Kırkıncı hocam, Şark medreselerinden icazet almış bir âlimdir ki, biz ona “mücaz” diyoruz. Fakat, icazet almış bir âlim olmasının yanında bazı üstün özellikleri vardır. Demek ki, birinci özeliği şark medreselerinden icazet almış büyük bir âlim oluşudur.

...Mantık ilminde, Kelam ilminde, Usul ilminde fevkalade yed-i tûla sahibi oluşudur. Allah’ın onu kelam ilminde ve de usul ilminde çok önemli zirvelere taşımasıdır.

Üçüncü önemli özelliği, bu bence en önemli özelliğidir. Bu iki üstünlüğünün yanında, Bediüzzaman’ın şahsiyetini tanıyabilmesidir. Bu özellik kendisini bütün âlimlerin üzerine çıkarmıştır. Çünkü asrın müceddidi değil sadece, Kutb-u Azam’ı, ferdiyet makamına gelmiş bir insanı ve benim itikadıma göre de Ahirzamanın Hazret-i Mehdisini tanımış bir âlim olmak, çok büyük bir imtiyazdır

Dolayısıyla, bu noktadan misyonu, vizyonu diğer âlimlere göre çok geniştir. Ne Ömer Nasuhi ile kıyaslayabilirsiniz, ne eski Erzurum müftüsü Sadık Efendi ile kıyaslayabilirsiniz, ne de Sakıp Efendi ile kıyaslayabilirsiniz. Bu noktada Hocaefendi ileridedir.

Dördüncü bir özelliği ise, bu tamamen istihdamdır. Yani bu özellik çok az âlimde vardır. Üstadı ziyaret etmiştir ve üstaddan Risale-i Nur’un zor hakikatlerini izah etmede temsil duasına mazhar olmuştur. İster Kader meselesinde, ister Haşir meselesinde, ister Allah’a iman meselesinde ortaya koyduğu öyle misaller vardır ki, gerçekten Yunan filozofları o noktada zayıf kalır.

Bu da çok enteresan bir şeydir. Bu sünuhattır. Belki ondan daha âlim insanlar vardır, ama bu istihdamdır. Üstadın duasına mazhardır. Hikmet Pırıltıları’nı hiçbir zaman başka bir eserle, başka bir âlimin eseriyle kıyaslamayın. Bak, özellikle Hikmet Pırıltıları diyorum.

http://www.cevaplar.org/index.php?khide=visible&sec=5&sec1=37&yazi_id=6209


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
Eskiden itibaren mesajları göster:  Sırala  
Yeni başlık gönder Başlığa cevap ver  [ 46 mesaj ]  Sayfaya git 1, 2, 3, 4, 5  Sonraki

Tüm zamanlar UTC + 2 saat


Kimler çevrimiçi

Bu forumu gezen kullanıcılar: Hiç bir kayıtlı kullanıcı yok ve 1 misafir


Bu foruma yeni başlıklar gönderemezsiniz
Bu forumdaki başlıklara cevap veremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı düzenleyemezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı silemezsiniz

Geçiş yap:  
cron
   Powered by phpBB © 2000, 2002, 2005, 2007 phpBB Group

Türkçe çeviri: phpBB Türkiye