Sufiforum.com

2009'da başlayan SUFİFORUM'da İslam; İslam Tasavvuf Geleneği ile ilgili her türlü güncel ya da 'eskimez' konular yer almaktadır. İçerik yenilemeleri tasavvuf.name sitesinden sürdürülmektedir. ALLAH YÂR OLSUN.

Giriş |  Kayıt




Yeni başlık gönder Başlığa cevap ver  [ 12 mesaj ]  Sayfaya git 1, 2  Sonraki
Yazar Mesaj
 Mesaj Başlığı: Said-i Nursi Hz.nin Tasavvufa Bakışı: Telvîhât-ı Tis'a
MesajGönderilme zamanı: 04.01.10, 11:02 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 20.01.09, 10:20
Mesajlar: 239
Risale-i Nur Külliyatı ; Mektubat ; Yirmidokuzuncu Mektup ; Dokuzuncu Kısım

Said Nursi (rh.a.)

Telvihât-ı Tis’a



بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ


اَلاَۤ اِنَّ اَوْلِيَاۤءَ اللهِ لاَ خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلاَ هُمْ يَحْزَنوُنَ
1


Şu kısım, turuk-u velâyet hakkında olup Dokuz Telvihtir.


BİRİNCİ TELVİH

Tasavvuf, tarikat, velâyet, seyr ü sülûk namları altında şirin, nuranî, neş’eli, ruhanî bir hakikat-i kudsiye vardır ki, o hakikat-i kudsiyeyi ilân eden, ders veren, tavsif eden binler cilt kitap, ehl-i zevk ve keşfin muhakkikleri yazmışlar, o hakikati ümmete ve bize söylemişler.
جَزَاهُمُ اللهُ خَيْرًا كَثِيرًا2 Biz, o muhit denizinden birkaç katre hükmünde birkaç reşhalarını şu zamanın bazı ilcaatına binaen göstereceğiz.

Sual: Tarikat nedir?

Elcevap: Tarikatin gaye-i maksadı, marifet ve inkişaf-ı hakaik-i imaniye olarak, Mirac-ı Ahmedînin (a.s.m.) gölgesinde ve sâyesi altında kalb ayağıyla bir seyr ü sülûk-i ruhanî neticesinde, zevkî, hâlî ve bir derece şuhudî hakaik-i imaniye ve Kur’âniyeye mazhariyet; “tarikat,” “tasavvuf” namıyla ulvî bir sırr-ı insanî ve bir kemâl-i beşerîdir.

Evet, şu kâinatta insan bir fihriste-i câmia olduğundan, insanın kalbi binler âlemin harita-i mâneviyesi hükmündedir. Evet, insanın kafasındaki dimağı, hadsiz telsiz telgraf ve telefonların santral denilen merkezi misillü, kâinatın bir nevi merkez-i mânevîsi olduğunu gösteren hadsiz fünun ve ulûm-u beşeriye olduğu gibi, insanın mahiyetindeki kalbi dahi, hadsiz hakaik-i kâinatın mazharı, medarı, çekirdeği olduğunu, had ve hesaba gelmeyen ehl-i velâyetin yazdıkları milyon-larla nuranî kitaplar gösteriyorlar.

İşte, madem kalb ve dimağ-ı insanî bu merkezdedir; çekirdek haletinde bir şecere-i azîmenin cihazatını tazammun eder ve ebedî, uhrevî, haşmetli bir makinenin âletleri ve çarkları içinde derc edilmiştir. Elbette ve herhalde, o kalbin Fâtırı, o kalbi işlettirmesini ve bilkuvve tavırdan bilfiil vaziyetine çıkarmasını ve inkişafını ve hareketini irade etmiş ki, öyle yapmış. Madem irade etmiş; elbette o kalb dahi akıl gibi işleyecek. Ve kalbi işlettirmek için en büyük vasıta, velâyet merâtibinde zikr-i İlâhî ile tarikat yolunda hakaik-i imaniyeye teveccüh etmektir.

İKİNCİ TELVİH

Bu seyr ü sülûk-i kalbînin ve hareket-i ruhaniyenin miftahları ve vesileleri, zikr-i İlâhî ve tefekkürdür. Bu zikir ve fikrin mehâsini tâdâd ile bitmez. Hadsiz fevâid-i uhreviyeden ve kemâlât-ı insaniyeden kat-ı nazar, yalnız şu dağdağalı hayat-ı dünyeviyeye ait cüz’î bir faidesi şudur ki:

Her insan, hayatın dağdağasından ve ağır tekâlifinden bir derece kurtulmak ve teneffüs etmek için, herhalde bir teselli ister, bir zevki arar ve vahşeti izale edecek bir ünsiyeti taharri eder. Medeniyet-i insaniye neticesindeki içtimâât-ı ünsiyetkârâne, on insanda bir ikisine muvakkat olarak, belki gafletkârâne ve sarhoşçasına bir ünsiyet ve bir ülfet ve bir teselli verir. Fakat yüzde sekseni ya dağlarda, derelerde münferit yaşıyor, ya derd-i maişet onu ücrâ köşelere sevk ediyor, ya musibetler ve ihtiyarlık gibi âhireti düşündüren vasıtalar cihetiyle insanların cemaatlerinden gelen ünsiyetten mahrumdurlar. O hal onlara ünsiyet verip teselli etmez.

İşte böylelerin hakikî tesellisi ve ciddî ünsiyeti ve tatlı zevki, zikir ve fikir vasıtasıyla kalbi işletmek, o ücrâ köşelerde, o vahşetli dağ ve sıkıntılı derelerde kalbine müteveccih olup Allah diyerek kalbiyle ünsiyet edip, o ünsiyetle, etrafında vahşetle ona bakan eşyayı ünsiyetkârâne tebessüm vaziyetinde düşünüp, “Zikrettiğim Hâlıkımın hadsiz ibâdı her tarafta bulunduğu gibi, bu vahşetgâhımda da çokturlar. Ben yalnız değilim; tevahhuş mânâsızdır” diyerek, imanlı bir hayattan ünsiyetli bir zevk alır. Saadet-i hayatiye mânâsını anlar, Allah’a şükreder.

ÜÇÜNCÜ TELVİH

Velâyet bir hüccet-i risalettir; tarikat bir burhan-ı şeriattır. Çünkü risaletin tebliğ ettiği hakaik-i imaniyeyi, velâyet bir nevi şuhud-u kalbî ve zevk-i ruhanî ile aynelyakîn derecesinde görür, tasdik eder. Onun tasdiki, risaletin hakkaniyetine kat’î bir hüccettir. Şeriat ders verdiği ahkâmın hakaikini, tarikat zevkiyle, keşfiyle ve ondan istifadesiyle ve istifazasıyla o ahkâm-ı şeriatın hak olduğuna ve haktan geldiğine bir burhan-ı bâhirdir. Evet, nasıl ki velâyet ve tarikat, risalet ve şeriatın hücceti ve delilidir; öyle de, İslâmiyetin bir sırr-ı kemâli ve medar-ı envârı ve insaniyetin, İslâmiyet sırrıyla bir maden-i terakkiyâtı ve bir menba-ı tefeyyüzâtıdır.

İşte bur sırr-ı azîmin bu derece ehemmiyetiyle beraber, bazı firak-ı dâlle onun inkârı tarafına gitmişler. Kendileri mahrum kaldıkları o envardan başkalarının mahrumiyetine sebep olmuşlar. En ziyade medar-ı teessüf şudur ki:
Ehl-i Sünnet ve Cemaatin bir kısım zâhirî uleması ve Ehl-i Sünnet ve Cemaate mensup bir kısım ehl-i siyaset gafil insanlar, ehl-i tarikatin içinde gördükleri bazı sûiistimâlâtı ve bir kısım hatîâtı bahane ederek, o hazine-i uzmâyı kapatmak, belki tahrip etmek ve bir nevi âb-ı hayatı dağıtan o kevser menbaını kurutmak için çalışıyorlar. Halbuki eşyada kusursuz ve her ciheti hayırlı şeyler, meşrepler, meslekler az bulunur. Alâküllihal bazı kusurlar ve sûiistimâlât olacak. Çünkü ehil olmayanlar bir işe girseler, elbette sûiistimal ederler. Fakat Cenâb-ı Hak, âhirette muhasebe-i a’mâl düsturuyla, adalet-i Rabbâniyesini, hasenat ve seyyiâtın muvazenesiyle gösteriyor. Yani, hasenat râcih ve ağır gelse mükâfatlandırır, kabul eder; seyyiat râcih gelse cezalandırır, reddeder. Hasenat ve seyyiâtın muvazenesi kemiyete bakmaz, keyfiyete bakar. Bazı olur, birtek hasene bin seyyiâta tereccuh eder, affettirir.

Madem adalet-i İlâhiye böyle hükmeder ve hakikat dahi bunu hak görür. Tarikat, yani Sünnet-i Seniyye dairesinde tarikatin hasenâtı seyyiâtına kat’iyen müreccah olduğuna delil, ehl-i tarikat, ehl-i dalâletin hücumu zamanında imanlarını muhafaza etmesidir. Âdi bir samimî ehl-i tarikat, sûrî, zâhirî bir mütefenninden daha ziyade kendini muhafaza eder. O zevk-i tarikat vasıtasıyla ve o muhabbet-i evliya cihetiyle imanını kurtarır. Kebâirle fâsık olur, fakat kâfir olmaz, kolaylıkla zındıkaya sokulmaz. Şedit bir muhabbet ve metin bir itikadla aktab kabul ettiği bir silsile-i meşâyihi, onun nazarında hiçbir kuvvet çürütemez. Çürütmediği için, onlardan itimadını kesemez. Onlardan itimadı kesilmezse, zındıkaya giremez. Tarikatte hissesi olmayan ve kalbi harekete gelmeyen, bir muhakkik âlim zat da olsa, şimdiki zındıkların desiselerine karşı kendini tam muhafaza etmesi müşkülleşmiştir.
Birşey daha var ki: Daire-i takvâdan hariç, belki daire-i İslâmiyetten hariç bir suret almış bazı meşreplerin ve tarikat namını haksız olarak kendine takanların seyyiâtıyla tarikat mahkûm olamaz. Tarikatin dinî ve uhrevî ve ruhanî çok mühim ve ulvî neticelerinden sarf-ı nazar, yalnız âlem-i İslâm içindeki kudsî bir rabıta olan uhuvvetin inkişafına ve inbisatına en birinci, tesirli ve hararetli vasıta tarikatler olduğu gibi, âlem-i küfrün ve siyaset-i Hıristiyaniyenin, nur-u İslâmiyeti söndürmek için müthiş hücumlarına karşı dahi, üç mühim ve sarsılmaz kale-i İslâmiyeden bir kalesidir. Merkez-i hilâfet olan İstanbul’u beş yüz elli sene bütün âlem-i Hıristiyaniyenin karşısında muhafaza ettiren, İstanbul’da beş yüz yerde fışkıran envâr-ı tevhid ve o merkez-i İslâmiyedeki ehl-i imanın mühim bir nokta-i istinadı, o büyük camilerin arkalarındaki tekkelerde Allah Allah diyenlerin kuvvet-i imaniyeleri ve marifet-i İlâhiyeden gelen bir muhabbet-i ruhaniye ile cûş u huruşlarıdır.

İşte, ey akılsız hamiyetfuruşlar ve sahtekâr milliyetperverler! Tarikatin, hayat ı içtimaiyenizde bu hasenesini çürütecek hangi seyyiatlardır, söyleyiniz.

DÖRDÜNCÜ TELVİH

Meslek-i velâyet çok kolay olmakla beraber çok müşkülâtlıdır; çok kısa olmakla beraber çok uzundur; çok kıymettar olmakla beraber çok hatarlıdır; çok geniş olmakla beraber çok dardır. İşte bu sırlar içindir ki, o yolda sülûk edenler bazan boğulur, bazan zararlı düşer, bazan döner, başkalarını yoldan çıkarır.

Ezcümle, tarikatte “seyr-i enfüsî” ve “seyr-i âfâkî” tabirleri altında iki meşrep var.

Enfüsî meşrebi, nefisten başlar, hariçten gözünü çeker, kalbe bakar, enâniyeti deler geçer, kalbinden yol açar, hakikati bulur. Sonra âfâka girer. O vakit âfâkı nuranî görür. Çabuk o seyri bitirir. Enfüsî dairesinde gördüğü hakikati, büyük bir mikyasta onda da görür. Turuk-u hafiyenin çoğu bu yolla gidiyor. Bunun da en mühim esası enâniyeti kırmak, hevâyı terk etmek, nefsi öldürmektir.

İkinci meşrep âfâktan başlar, o daire-i kübrânın mezâhirinde cilve-i esmâ ve sıfâtı seyredip sonra daire-i enfüsiyeye girer. Küçük bir mikyasta, daire-i kalbinde o envârı müşahede edip, onda en yakın yolu açar. Kalb âyine-i Samed olduğunu görür, aradığı maksada vâsıl olur.

İşte, birinci meşrepte sülûk eden insanlar nefs-i emmâreyi öldürmeye muvaffak olamazsa, hevâyı terk edip enâniyeti kırmazsa, şükür makamından fahir makamına düşer, fahirden gurura sukut eder. Eğer muhabbetten gelen bir incizap ve incizaptan gelen bir nevi sekir beraber bulunsa, “şatahat” namıyla haddinden çok fazla dâvâlar ondan sudur eder. Hem kendi zarar eder, hem başkasının zararına sebep olur.

Meselâ, nasıl ki bir mülâzım, kendinde bulunan kumandanlık zevkiyle ve neş’esiyle gururlansa, kendini bir müşir zanneder. Küçücük dairesini o küllî daire ile iltibas eder. Ve bir küçük âyinede görünen bir güneşi, denizin yüzünde haşmetiyle cilvesi görünen güneşle bir cihet-i müşabehetle iltibasa sebep olur. Öyle de, çok ehl-i velâyet var ki, bir sineğin bir tavus kuşuna nisbeti gibi, kendinden o derece büyük olanlardan kendini büyük görür ve öyle de müşahede ediyor, kendini haklı buluyor. Hattâ ben gördüm ki, yalnız kalbi intibaha gelmiş, uzaktan uzağa velâyetin sırrını kendinde hissetmiş, kendini Kutb-u Âzam telâkki edip o tavrı takınıyordu. Ben dedim:


“Kardeşim, nasıl ki kanun-u saltanatın, sadrazam dairesinden tâ nahiye müdürü dairesine kadar bir tarzda cüz’î, küllî cilveleri var. Öyle de, velâyetin ve kutbiyetin dahi öyle muhtelif daire ve cilveleri var. Herbir makamın çok zılleri ve gölgeleri var. Sen, sadrazam-misal kutbiyetin âzam cilvesini, bir müdür dairesi hükmünde olan kendi dairende o cilveyi görmüşsün, aldanmışsın. Gördüğün doğrudur, fakat hükmün yanlıştır. Bir sineğe bir kap su bir küçük denizdir.”

O zat şu cevabımdan inşaallah ayıldı ve o vartadan kurtuldu.
Hem ben müteaddit insanları gördüm ki, bir nevi mehdî kendilerini biliyorlardı ve “Mehdî olacağım” diyorlardı. Bu zatlar yalancı ve aldatıcı değiller; belki aldanıyorlar. Gördüklerini hakikat zannediyorlar. Esmâ-i İlâhînin nasıl ki tecelliyâtı, Arş-ı Âzam dairesinden tâ bir zerreye kadar cilveleri var; ve o esmâya mazhariyet de, o nisbette tefavüt eder. Öyle de, mazhariyet-i esmâdan ibaret olan merâtib-i velâyet dahi öyle mütefavittir. Şu iltibasın en mühim sebebi şudur:

Makamât-ı evliyadan bazı makamlarda Mehdî vazifesinin hususiyeti bulunduğu ve Kutb-u Âzama has bir nisbeti göründüğü ve Hazret-i Hızır’ın bir münasebet-i hassası olduğu gibi, bazı meşâhirle münasebettar bazı makamat var. Hattâ o makamlara Makam-ı Hızır, Makam-ı Üveys, Makam-ı Mehdiyet tabir edilir.

İşte bu sırra binaen, o makama ve o makamın cüz’î bir nümunesine veya bir gölgesine girenler, kendilerini o makamla has münasebettar meşhur zatlar zannediyorlar. Kendini Hızır telâkki eder veya Mehdî itikad eder veya Kutb-u Âzam tahayyül eder. Eğer hubb-u caha talip enâniyeti yoksa, o halde mahkûm olmaz. Onun haddinden fazla dâvâları şatahat sayılır; onunla belki mes’ul olmaz. Eğer enâniyeti perde ardında hubb-u caha müteveccih ise, o zat enâniyete mağlûp olup, şükrü bırakıp fahre girse, fahirden git gide gurura sukut eder. Ya divanelik derecesine sukut eder veyahut tarik-i haktan sapar. Çünkü, büyük evliyayı kendi gibi telâkki eder, haklarındaki hüsn-ü zannı kırılır. Zira, nefis ne kadar mağrur da olsa, kendisi, kendi kusurunu derk eder. O büyükleri de kendine kıyas edip kusurlu tevehhüm eder. Hattâ, enbiyalar hakkında da hürmeti noksanlaşır.

İşte bu hale giriftar olanlar, mizan-ı şeriatı elde tutmak ve usulüddin ulemasının düsturlarını kendine ölçü ittihaz etmek ve İmam-ı Gazâlî ve İmam-ı Rabbânî gibi muhakkıkîn-i evliyanın talimatlarını rehber etmek gerektir. Ve daima nefsini ittiham etmektir. Ve kusurdan, acz ve fakrdan başka nefsin eline vermemektir.

Bu meşrepteki şatahat, hubb-u nefisten neş’et ediyor. Çünkü muhabbet gözü kusuru görmez. Nefsine muhabbeti için, o kusurlu ve liyakatsiz bir cam parçası gibi nefsini bir pırlanta, bir elmas zanneder. Bu nevi içindeki en tehlikeli bir hata şudur ki:

Kalbine ilhamî bir tarzda gelen cüz’î mânâları “kelâmullah” tahayyül edip, âyet tabir etmeleridir. Ve onunla, vahyin mertebe-i ulyâ-yı akdesine bir hürmetsizlik gelir. Evet, balarısının ve hayvânâtın ilhâmâtından tut, tâ avâm-ı nâsın ve havâss-ı beşeriyenin ilhâmâtına kadar ve avâm-ı melâikenin ilhâmâtından tâ havâss-ı kerrûbiyyûnun ilhâmâtına kadar bütün ilhâmat, bir nevi kelimât-ı Rabbâniyedir. Fakat mazharların ve makamların kàbiliyetine göre, kelâm-ı Rabbânî, yetmiş bin perdede telemmu eden ayrı ayrı cilve-i hitab-ı Rabbânîdir.

Amma vahiy ve kelâmullahın ism-i has ve onun en bâhir misal-i müşahhası olan Kur’ân’ın nücumlarına ism-i has olan “âyet” namı öyle ilhâmâta verilmesi, hata-yı mahzdır. On İkinci ve Yirmi Beşinci ve Otuz Birinci Sözlerde beyan ve ispat edildiği gibi, elimizdeki boyalı âyinede görünen küçük ve sönük ve perdeli güneşin misali, semâdaki güneşe ne nisbeti varsa; öyle de, o müddeîlerin kalbindeki ilham dahi, doğrudan doğruya kelâm-ı İlâhî olan Kur’ân güneşinin âyetlerine nisbeti o derecededir. Evet, herbir âyinede görünen güneşin misalleri güneşindir ve onunla münasebettardır denilse haktır; fakat o güneşçiklerin âyinesine küre-i arz takılmaz ve onun cazibesiyle bağlanmaz!

BEŞİNCİ TELVİH

Tarikatin gayet mühim bir meşrebi olan “vahdetü’l-vücud” namı altındaki vahdetü’ş-şuhud, yani, Vâcibü’l-Vücudun vücuduna hasr-ı nazar edip, sair mevcudatı, o vücud-u Vâcibe nisbeten o kadar zayıf ve gölge görür ki, vücut ismine lâyık olmadığını hükmedip, hayal perdesine sarıp, terk-i mâsivâ makamında onları hiç saymak, hattâ mâdum tasavvur etmek, yalnız cilve-i esmâ-i İlâhiyeye hayalî bir âyine vaziyeti vermek kadar ileri gider.

İşte bu meşrebin ehemmiyetli bir hakikati var ki: Vâcibü’l-Vücudun vücudu, iman kuvvetiyle ve yüksek bir velâyetin hakkalyakîn derecesinde inkişafıyla, vücud-u mümkinat o derece aşağıya düşer ki, hayal ve ademden başka onun nazarında makamları kalmaz; adeta Vâcibü’l-Vücudun hesabına kâinatı inkâr eder.

Fakat bu meşrebin tehlikeleri var. En birincisi şudur ki:
Erkân-ı imaniye altıdır. İman-ı billâhtan başka, iman-ı bi’l-yevmi’l-âhir gibi rükünler var. Bu rükünler ise, mümkinatın vücutlarını ister. O muhkem erkân-ı imaniye hayal üstünde bina edilmez. Onun için, o meşrep sahibi, âlem-i istiğrak ve sekirden âlem-i sahve girdiği vakit, o meşrebi beraber almamak gerektir ve o meşrebin muktezasıyla amel etmemek lâzımdır. Hem, kalbî ve hâlî ve zevkî olan bu meşrebi, aklî ve kavlî ve ilmî suretine çevirmemektir. Çünkü, Kitap ve Sünnetten gelen desâtir-i akliye ve kavânin-i ilmiye ve usul-ü kelâmiye o meşrebi kaldıramıyor, kabil-i tatbik olamıyor. Onun için, Hulefâ-yı Râşidînden ve Eimme-i Müçtehidînden ve Selef-i Sâlihînin büyüklerinden, o meşrep sarihan görünmüyor. Demek, en âli bir meşrep değil. Belki yüksek, fakat nâkıs; çok ehemmiyetli, fakat çok hatarlı; çok ağır, fakat çok zevklidir. O zevk için ona girenler, ondan çıkmak istemiyorlar; hodgâmlıkla, en yüksek mertebe zannediyorlar.

Bu meşrebin esasını ve mahiyetini Nokta Risalesinde ve bir kısım Sözlerde ve Mektubat’ta bir derece beyan ettiğimizden, onlara iktifâen, şurada o mühim meşrebin ehemmiyetli bir vartasını beyan edeceğiz. Şöyle ki:

O meşrep, daire-i esbabdan geçip, terk-i mâsivâ sırrıyla mümkinattan alâkasını kesen ehass-ı havassın istiğrak-ı mutlak hâletinde mazhar olduğu salih bir meşreptir. Şu meşrebi, esbab içinde boğulanların ve dünyaya âşık olanların ve felsefe-i maddiye ile tabiata saplananların nazarına ilmî bir surette telkin etmek, tabiat ve maddede onları boğdurmaktır ve hakikat-i İslâmiyeden uzaklaştırmaktır. Çünkü, dünyaya âşık ve daire-i esbaba bağlı bir nazar, bu fâni dünyaya bir nevi bekà vermek ister. O dünya mahbubunu elinden kaçırmak istemiyor, vahdetü’l-vücud bahanesiyle ona bir bâki vücut tevehhüm eder; o mahbubu olan dünya hesabına ve bekà ve ebediyeti ona tam mal etmesine binaen, bir mâbudiyet derecesine çıkarır—neûzü billâh—Allah’ı inkâr etmek vartasına yol açar.

Şu asırda maddiyyunluk fikri o derece istilâ etmiş ki, maddiyatı herşeye merci biliyorlar. Böyle bir asırda, has ehl-i iman, maddiyatı idam eder derecesinde ehemmiyetsiz gördüklerinden, vahdetü’l-vücud meşrebi ortaya atılsa, belki maddiyyunlar sahip çıkacaklar, “Biz de böyle diyoruz” diyecekler. Halbuki, dünyada meşârib içinde, maddiyyunların ve tabiatperestlerin mesleğinden en uzak meşrep, vahdetü’l-vücud meşrebidir. Çünkü, ehl-i vahdetü’l-vücud, o kadar vücud-u İlâhîye kuvvet-i imanla ehemmiyet veriyorlar ki, kâinatı ve mevcudatı inkâr ediyorlar. Maddiyyunlar ise, o kadar mevcudata ehemmiyet veriyorlar ki, kâinat hesabına Allah’ı inkâr ediyorlar. İşte bunlar nerede, ötekiler nerede?

ALTINCI TELVİH

Üç Noktadır.

BİRİNCİ NOKTA: Velâyet yolları içinde en güzeli, en müstakimi, en parlağı, en zengini, Sünnet-i Seniyyeye ittibâdır. Yani, a’mâl ve harekâtında Sünnet-i Seniyyeyi düşünüp ona tâbi olmak ve taklit etmek ve muamelât ve ef’âlinde ahkâm-ı şer’iyeyi düşünüp rehber ittihaz etmektir.

İşte bu ittibâ ve iktida vasıtasıyla, âdi ahvâli ve örfî muameleleri ve fıtrî hareketleri ibadet şekline girmekle beraber, herbir ameli, sünneti ve şer’i o ittibâ noktasında düşündürmekle, bir tahattur-u hükm-ü şer’î veriyor. O tahattur ise, Sahib-i Şeriati düşündürüyor. O düşünmek ise, Cenâb-ı Hakkı hatıra getiriyor. O hatıra, bir nevi huzur veriyor. O halde, mütemadiyen ömür dakikaları huzur içinde bir ibadet hükmüne getirilebilir.

İşte bu cadde-i kübrâ, velâyet-i kübrâ olan ehl-i veraset-i nübüvvet olan Sahabe ve Selef-i Sâlihînin caddesidir.

İKİNCİ NOKTA: Velâyet yollarının ve tarikat şubelerinin en mühim esası, ihlâstır. Çünkü ihlâs ile hafî şirklerden halâs olur. İhlâsı kazanmayan, o yollarda gezemez.

Ve o yolların en keskin kuvveti, muhabbettir. Evet, muhabbet, mahbubunda bahaneler aramaz ve kusurlarını görmek istemez. Ve kemâline delâlet eden zayıf emâreleri, kavî hüccetler hükmünde görür. Daima mahbubuna taraftardır. İşte bu sırra binaendir ki, muhabbet ayağıyla marifetullaha teveccüh eden zatlar, şübehâta ve itirâzâta kulak vermezler, ucuz kurtulurlar. Binler şeytan toplansa, onların Mahbub-u Hakikîsinin kemâline işaret eden bir emâreyi, onların nazarında iptal edemez. Eğer muhabbet olmazsa, o vakit kendi nefsi ve şeytanı ve haricî şeytanların ettikleri itirazat içinde çok çırpınacak. Kahramancasına bir metanet ve kuvvet-i iman ve dikkat-i nazar lâzımdır ki kendisini kurtarsın. İşte bu sırra binaendir ki, umum merâtib-i velâyette marifetullahtan gelen muhabbet, en mühim maya ve iksirdir.

Fakat muhabbetin bir vartası var ki: Ubûdiyetin sırrı olan niyazdan, mahviyetten, naza ve dâvâya atlar, mizansız hareket eder. Mâsivâ-yı İlâhiyeye teveccühü hengâmında mânâ-yı harfîden mânâ-yı ismîye geçmesiyle, tiryak iken zehir olur. Yani, gayrullahı sevdiği vakit, Cenâb-ı Hak hesabına ve Onun namına, Onun bir âyine-i esmâsı olmak cihetiyle rapt-ı kalb etmek lâzımken, bazan o zâtı, o zat hesabına, kendi kemâlât-ı şahsiyesi ve cemâl-i zâtîsi namına düşünüp, mânâ-yı ismiyle sever. Allah’ı ve Peygamberi düşünmeden yine onları sevebilir. Bu muhabbet, muhabbetullaha vesile değil, perde oluyor. Mânâ-yı harfî ile olsa, muhabbetullaha vesile olur, belki cilvesidir denilebilir.

ÜÇÜNCÜ NOKTA: Bu dünya dârü’l-hikmettir, dârü’l-hizmettir; dârü’l-ücret ve mükâfat değil. Buradaki a’mâl ve hizmetlerin ücretleri berzahta ve âhirettedir. Buradaki a’mâl berzahta ve âhirette meyve verir.

Madem hakikat budur; a’mâl-i uhreviyeye ait neticeleri dünyada istememek gerektir. Verilse de, memnunâne değil, mahzunâne kabul etmek lâzımdır. Çünkü, Cennetin meyveleri gibi, kopardıkça yerine aynı gelmek sırrıyla bâki hükmünde olan amel-i uhrevî meyvesini, bu dünyada fâni bir surette yemek, kâr-ı akıl değildir.
Bâki bir lâmbayı, bir dakika yaşayacak ve sönecek bir lâmba ile mübadele etmek gibidir.

İşte bu sırra binaen, ehl-i velâyet, hizmet ve meşakkat ve musibet ve külfeti hoş görüyorlar, nazlanmıyorlar, şekvâ etmiyorlar.اَلْحَمْدُ ِللهِ عَلٰى كُلِّ حَالٍ3 diyorlar. Keşif ve keramet, ezvak ve envar verildiği vakit, bir iltifât-ı İlâhî nev’inden kabul edip setrine çalışıyorlar. Fahre değil, belki şükre, ubûdiyete daha ziyade giriyorlar. Çokları o ahvâlin istitar ve inkıtâını istemişler, tâ ki amellerindeki ihlâs zedelenmesin. Evet, makbul bir insan hakkında en mühim bir ihsan-ı İlâhî, ihsanını ona ihsas etmemektir-tâ niyazdan naza ve şükürden fahre girmesin.

İşte bu hakikate binaendir ki, velâyeti ve tarikati isteyenler, eğer velâyetin bazı tereşşuhâtı olan ezvak ve kerâmâtı isterlerse ve onlara müteveccih ise ve onlardan hoşlansa, bâki, uhrevî meyveleri fâni dünyada, fâni bir surette yemek kabilinden olmakla beraber, velâyetin mayası olan ihlâsı kaybedip velâyetin kaçmasına meydan açar.

YEDİNCİ TELVİH

Dört Nüktedir.

BİRİNCİ NÜKTE: Şeriat, doğrudan doğruya, gölgesiz, perdesiz, sırr-ı ehadiyet ile rububiyet-i mutlaka noktasında, hitab-ı İlâhînin neticesidir. Tarikatin ve hakikatin en yüksek mertebeleri, şeriatın cüzleri hükmüne geçer; yoksa daima vesile ve mukaddime ve hâdim hükmündedirler. Neticeleri, şeriatın muhkemâtıdır. Yani, hakaik-i şeriata yetişmek için, tarikat ve hakikat meslekleri, vesile ve hâdim ve basamaklar hükmündedir. Git gide, en yüksek mertebede, nefs-i şeriatta bulunan mânâ-yı hakikat ve sırr-ı tarikate inkılâp ederler. O vakit şeriat-ı kübrânın cüzleri oluyorlar. Yoksa, bazı ehl-i tasavvufun zannettikleri gibi, şeriatı zâhirî bir kışır, hakikati onun içi ve neticesi ve gayesi tasavvur etmek doğru değildir.

Evet, şeriatın, tabakat-ı nâsa göre inkişâfâtı ayrı ayrıdır. Avâm-ı nâsa göre zâhir-i şeriatı hakikat-i şeriat zannedip, havassa münkeşif olan şeriatın mertebesine hakikat ve tarikat namı vermek yanlıştır. Şeriatin, umum tabakata bakacak merâtibi var.

İşte bu sırra binaendir ki, ehl-i tarikat ve ashab-ı hakikat, ileri gittikçe hakaik-i şeriata karşı incizapları, iştiyakları, ittibâları ziyadeleşiyor. En küçük bir Sünnet-i Seniyyeyi en büyük bir maksat gibi telâkki edip onun ittibâına çalışıyorlar, onu taklit ediyorlar. Çünkü, vahiy ne kadar ilhamdan yüksek ise, semere-i vahiy olan âdâb-ı şer’iye, o derece, semere-i ilham olan âdâb-ı tarikatten yüksek ve ehemmiyetlidir. Onun için, tarikatin en mühim esası, Sünnet-i Seniyyeye ittibâ etmektir.

İKİNCİ NÜKTE: Tarikat ve hakikat, vesilelikten çıkmamak gerektir. Eğer maksud-u bizzat hükmüne geçseler, o vakit şeriatın muhkemâtı ve ameliyâtı ve Sünnet-i Seniyyeye ittibâ, resmî hükmünde kalır, kalb öteki tarafa müteveccih olur. Yani, namazdan ziyade halka-i zikri düşünür; ferâizden ziyade evrâdına müncezip olur; kebâirden kaçmaktan ziyade, âdâb-ı tarikatin muhalefetinden kaçar. Halbuki, muhkemât-ı şeriat olan farzların bir tanesine, evrâd-ı tarikat mukàbil gelemez, yerini dolduramaz.

Âdâb-ı tarikat ve evrâd-ı tasavvuf, o ferâizin içindeki hakikî zevke medar-ı teselli olmalı, menşe olmamalı. Yani, tekkesi, camideki namazın zevkine ve tâdil-i erkânına vesile olmalı; yoksa, camideki namazı çabuk, resmî kılıp, hakikî zevkini ve kemâlini tekkede bulmayı düşünen, hakikatten uzaklaşıyor.

ÜÇÜNCÜ NÜKTE: "Sünnet-i Seniyye ve ahkâm-ı şeriat haricinde tarikat olabilir mi?” diye sual ediliyor.

Elcevap: Hem var, hem yok. Vardır; çünkü bazı evliya-yı kâmilîn, şeriat kılıcıyla idam edilmişler. Hem yoktur; çünkü muhakkıkîn-i evliya, Sâdi-i Şirazî’nin bu düsturunda ittifak etmişler:

مَحَالَسْتِ سَعْدِى بَرَاهِ صَفَا- ظَفَرْ بُرْدَنْ چُزْ دَرْ پَى مُصْطَفٰى


Yani, “Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın caddesinden hariç ve onun arkasından gitmeyen, muhaldir ki, hakikî envâr-ı hakikate vasıl olabilsin.” Bu meselenin sırrı şudur ki:

Madem Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm Hâtemü’l-Enbiyadır ve umum nev-i beşer namına muhatab-ı İlâhîdir. Elbette, nev-i beşer onun caddesi haricinde gidemez; ve bayrağı altında bulunmak zarurîdir.

Ve madem ehl-i cezbe ve ehl-i istiğrak, muhalefetlerinden mes’ul olamazlar. Ve madem insanda bazı letâif var ki, teklif altına giremez; o lâtife hâkim olduğu vakit, tekâlif-i şer’iyeye muhalefetiyle mes’ul tutulmaz. Ve madem insanda bazı letâif var ki, teklif altına girmediği gibi, ihtiyar altına da girmez, hattâ aklın tedbiri altına da girmez; o lâtife, kalbi ve aklı dinlemez. Elbette, o lâtife bir insanda hâkim olduğu zaman—fakat o zamana mahsus olarak—o zat, şeriata muhalefette velâyet derecesinden sukut etmez, mâzur sayılır. Fakat bir şartla ki, hakaik-i şeriata ve kavâid-i imanîye karşı bir inkâr, bir tezyif, bir istihfaf olmasın. Ahkâmı yapmasa da, ahkâmı hak bilmek gerektir. Yoksa, o hale mağlûp olup—neûzü billâh o hakaik-i muhkemeye karşı inkâr ve tekzibi işmam edecek bir vaziyet, alâmet-i sukuttur.

Elhasıl, daire-i şeriatın haricinde bulunan ehl-i tarikat iki kısımdır.
Bir kısmı, sabıkan geçtiği gibi, ya hale, istiğraka, cezbeye ve sekre mağlûp olup veya teklifi dinlemeyen veya ihtiyarı işitmeyen lâtifelerin mahkûmu olup, daire-i şeriatın haricine çıkıyor. Fakat o çıkmak, ahkâm-ı şeriatı beğenmemekten veya istememekten değil, belki mecburiyetle, ihtiyarsız terk ediyor.

Bu kısım ehl-i velâyet var. Hem mühim velîler, bunların içinde muvakkaten
bulunmuş. Hattâ bu neviden, değil yalnız daire-i şeriattan, belki daire-i İslâmiyet haricinde bulunduğunu bazı muhakıkkîn-i evliya hükmetmişler. Fakat bir şartla: Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmın getirdiği ahkâmın hiçbirini tekzip etmemektir. Belki ya düşünmüyor veya müteveccih olamıyor veyahut bilemiyor ve bilmiyor. Bilse, kabul etmese, olmaz.

İkinci kısım ise, tarikat ve hakikatin parlak ezvaklarına kapılıp, mezâkından çok yüksek olan hakaik-i şeriatın derece-i zevkine yetişemediği için, zevksiz, resmî birşey telâkki edip ona karşı lâkayt kalır. Git gide, şeriatı zahirî bir kışır zanneder; bulduğu hakikati esas ve maksud telâkki eder. “Ben onu buldum; o bana yeter” der, ahkâm-ı şeriata muhalif hareket eder. Bu kısımdan aklı başında olanlar mes’uldürler, sukut ediyorlar, belki kısmen şeytana maskara oluyorlar.

DÖRDÜNCÜ NÜKTE: Ehl-i dalâlet ve bid’at fırkalarından bir kısım zatlar, ümmet nazarında makbul oluyorlar. Aynen onlar gibi zatlar var; zâhirî hiçbir fark yokken ümmet reddediyor. Bunda hayret ediyordum. Meselâ, Mutezile mezhebinde Zemahşerî gibi, itizalde en mutaassıp bir fert olduğu halde, muhakkıkîn-i Ehl-i Sünnet, onun o şedit itirâzâtına karşı onu tekfir ve tadlil etmiyorlar, belki bir râh-ı necat onun için arıyorlar. Zemahşerî’nin derece-i şiddetinden çok aşağı Ebû Ali Cübbâî gibi Mutezile imamlarını, merdud ve matrud sayıyorlar.

Çok zaman bu sır benim merakıma dokunuyordu. Sonra, lûtf-u İlâhî ile anladım ki, Zemahşerî’nin Ehl-i Sünnete itirâzâtı, hak zannettiği mesleğindeki muhabbet-i haktan ileri geliyordu. Yani, meselâ tenzih-i hakikî, onun nazarında, hayvanlar kendi ef’âline hâlık olmasıyla oluyor. Onun için, Cenâb-ı Hakkı tenzih muhabbetinden, Ehl-i Sünnetin halk-ı ef’âl meselesinde düsturunu kabul etmiyor. Merdud olan sair Mutezile imamları, muhabbet-i haktan ziyade, Ehl-i Sünnetin yüksek düsturlarına kısa akılları yetişemediğinden ve geniş kavânin-i Ehl-i Sünnet onların dar fikirlerine yerleşmediğinden, inkâr ettiklerinden merduddurlar.

Aynen bu ilm-i kelâmdaki Ehl-i İtizalin Ehl-i Sünnet ve Cemaate muhalefeti olduğu gibi, Sünnet-i Seniyye haricindeki bir kısım ehl-i tarikatin muhalefeti dahi iki cihetledir.

Biri, Zemahşerî gibi, haline, meşrebine meftûniyet cihetinde daha derece-i zevkine yetişemediği âdâb-ı şeriata karşı bir derece lâkayt kalır.

Diğer kısmı ise—hâşâ—âdâb-ı şeriata, desâtir-i tarikate nisbeten ehemmiyetsiz bakar. Çünkü dar havsalası o geniş ezvâkı ihata edemiyor ve kısa makamı o yüksek âdâba yetişemiyor.

SEKİZİNCİ TELVİH

Sekiz Vartayı beyan eder.

BİRİNCİSİ: Sünnet-i Seniyyeye tamam ittibâı riayet etmeyen bir kısım ehl-i sülûk, velâyeti nübüvvete tercih etmekle vartaya düşer. Yirmi Dördüncü ve Otuz Birinci Sözlerde, nübüvvet ne kadar yüksek olduğu ve velâyet ona nisbeten ne kadar sönük olduğu ispat edilmiştir.

İKİNCİSİ: Ehl-i tarikatin bir kısım müfrit evliyasını Sahabeye tercih, hattâ enbiya derecesinde görmekle vartaya düşer. On İkinci ve Yirmi Yedinci Sözlerde ve Sahabeler hakkındaki Zeylinde kat’î ispat edilmiştir ki, Sahabelerde öyle bir hassa-i sohbet var ki, velâyetle yetişilmez ve Sahabelere tefevvuk edilmez ve enbiyaya hiçbir vakit evliya yetişmez.

ÜÇÜNCÜSÜ: İfratla tarikat taassubu taşıyanların bir kısmı, âdâb ve evrâd-ı tarikati Sünnet-i Seniyyeye tercih etmekle sünnete muhalefet edip, sünneti terk eder, fakat virdini bırakmaz. O suretle âdâb-ı şer’iyeye bir lâkaytlık vaziyeti gelir, vartaya düşer.

Çok Sözlerde ispat edildiği gibi ve İmam-ı Gazâlî, İmam-ı Rabbânî gibi muhakkıkîn-i ehl-i tarikat derler ki: “Birtek Sünnet-i Seniyyeye ittibâ noktasında hâsıl olan makbuliyet, yüz âdâb ve nevâfil-i hususiyeden gelemez. Bir farz bin sünnete müreccah olduğu gibi, bir Sünnet-i Seniyye dahi bin âdâb-ı tasavvufa müreccahtır” demişler.

DÖRDÜNCÜSÜ: Müfrit bir kısım ehl-i tasavvuf, ilhamı, vahiy gibi zanneder ve ilhamı vahiy nev’inden telâkki eder, vartaya düşer. Vahyin derecesi ne kadar yüksek ve küllî ve kudsî olduğu ve ilhâmat ona nisbeten ne derece cüz’î ve sönük olduğu, On İkinci Sözde ve i’câz-ı Kur’ân’a dair Yirmi Beşinci Sözde ve sair risalelerde gayet kat’î ispat edilmiştir.

BEŞİNCİSİ: Sırr-ı tarikati anlamayan bir kısım mutasavvıfe, zayıfları takviye etmek ve gevşekleri teşcî etmek ve şiddet-i hizmetten gelen usanç ve meşakkati tahfif etmek için istenilmeyerek verilen ezvak ve envar ve kerâmâtı hoş görüp meftun olur; ibâdâta, hidemâta ve evrâda tercih etmekle vartaya düşer. Şu risalenin Altıncı Telvihinin Üçüncü Noktasında icmâlen beyan olunduğu ve sair Sözlerde kat’iyen ispat edilmiştir ki, bu dâr-ı dünya dârü’l-hizmettir, dârü’l-ücret değil. Burada ücretini isteyenler, bâki, daimî meyveleri fâni ve muvakkat bir surete çevirmekle beraber, dünyadaki bekà hoşuna gidiyor, müştakane berzaha bakamıyor. Adeta bir cihette dünya hayatını sever; çünkü içinde bir nevi âhireti bulur.

ALTINCISI: Ehl-i hakikat olmayan bir kısım ehl-i sülûk, makamât-ı velâyetin gölgelerini ve zıllerini ve cüz’î nümunelerini, makamât-ı asliye-i külliye ile iltibas etmekle vartaya düşer. Yirmi Dördüncü Sözün İkinci Dalında ve sair Sözlerde kat’iyen ispat edilmiştir ki: Nasıl güneş âyineler vasıtasıyla taaddüt ediyor; binler misalî güneş, aynı güneş gibi ziya ve hararet sahibi olur. Fakat o misalî güneşler, hakikî güneşe nisbeten çok zayıftırlar. Aynen onun gibi, makamât-ı enbiya ve eâzım-ı evliyanın makamâtının bazı gölgeleri ve zılleri var. Ehl-i sülûk onlara girer, kendini o evliya-yı azîmeden daha azîm görür, belki enbiyadan ileri geçtiğini zanneder, vartaya düşer.

Fakat bu geçmiş umum vartalardan zarar görmemek için, usul-ü imaniyeyi ve esâsât-ı şeriatı daima rehber ve esas tutmak ve meşhudunu ve zevkini onlara karşı muhalefetinde ittiham etmekledir.

YEDİNCİSİ: Bir kısım ehl-i zevk ve şevk, sülûkünde fahri, nazı, şatahatı, teveccüh-ü nâsı ve merciiyeti şükre, niyaza, tazarruâta ve nâstan istiğnâya tercih etmekle vartaya düşer. Halbuki en yüksek mertebe ise, ubûdiyet-i Muhammediyedir ki, “mahbubiyet” ünvanıyla tabir edilir. Ubûdiyetin ise sırr-ı esası niyaz, şükür, tazarru, huşû, acz, fakr, halktan istiğnâ cihetiyle o hakikatin kemâline mazhar olur. Bazı evliya-ı azîme, fahir ve naz ve şatahata muvakkaten, ihtiyarsız girmişler; fakat o noktada, ihtiyaren onlara iktida edilmez. Hâdidirler, mühdî değillerdir, arkalarından gidilmez.

SEKİZİNCİ VARTA: Hodgâm, aceleci bir kısım ehl-i sülûk, âhirette alınacak ve koparılacak velâyet meyvelerini, dünyada yemesini ister ve sülûkünde onları istemekle vartaya düşer. Halbuki,
وَمَا الْحَيٰوةُ الدُّنْيَاۤ اِلاَّ مَتَاعُ الْغُرُورِ4 gibi âyetlerle ilân edildiği gibi, çok Sözlerle kat’iyen ispat edilmiştir ki, âlem-i bekàda birtek meyve, fâni dünyanın bin bahçesine müreccahtır. Onun için, o mübarek meyveleri burada yememeli. Eğer istenilmeyerek yedirilse, şükredilmeli; mükâfat için değil, belki teşvik için bir ihsan-ı İlâhî olarak telâkki edilmeli.

DOKUZUNCU TELVİH

Tarikatin pek çok semerâtından ve faidelerinden yalnız burada dokuz adedini icmâlen beyan edeceğiz.

BİRİNCİSİ: İstikametli tarikat vasıtasıyla, saadet-i ebediyedeki ebedî hazinelerin anahtarları ve menşeleri ve madenleri olan hakaik-i imaniyenin inkişafı ve vuzuhu ve aynelyakîn derecesinde zuhurlarıdır.

İKİNCİSİ: Makine-i insaniyenin merkezi ve zembereği olan kalbi, tarikat vasıta olup işletmesiyle ve o işletmekle sair letâif-i insaniyeyi harekete getirip netice-i fıtratlarına sevk ederek hakikî insan olmaktır.
ÜÇÜNCÜSÜ: Âlem-i berzah ve âhiret seferinde, tarikat silsilelerinden bir silsileye iltihak edip ve o kàfile-i nuraniye ile ebedü’l-âbâd yolunda arkadaş olmak ve yalnızlık vahşetinden kurtulmak ve onlarla dünyada ve berzahta mânen ünsiyet etmek ve evham ve şübehâtın hücumlarına karşı onların icmâına ve ittifakına istinad edip, herbir üstadını kavî bir senet ve kuvvetli bir burhan derecesinde görüp, onlarla o hatıra gelen dalâlet ve şübehâtı def etmektir.

DÖRDÜNCÜSÜ: İmandaki marifetullah ve o marifetteki muhabbetullahın zevkini, sâfi tarikat vasıtasıyla anlamak; ve o anlamakla dünyanın vahşet-i mutlakasından ve insanın kâinattaki gurbet-i mutlakasından kurtulmaktır. Çok Sözlerde ispat etmişiz ki, saadet-i dâreyn ve elemsiz lezzet ve vahşetsiz ünsiyet ve hakikî zevk ve ciddî saadet, iman ve İslâmiyetin hakikatindedir. İkinci Sözde beyan edildiği gibi, iman, şecere-i tûbâ-i Cennetin bir çekirdeğini taşıyor. İşte, tarikatin terbiyesiyle o çekirdek neşvünemâ bulur, inkişaf eder.

BEŞİNCİSİ: Tekâlif-i şer’iyedeki hakaik-i lâtifeyi, tarikatten ve zikr-i İlâhîden gelen bir intibah-ı kalbî vasıtasıyla hissetmek, takdir etmek-o vakit taate, suhre gibi değil, belki iştiyakla itaat edip ubûdiyeti ifa eder.

ALTINCISI: Hakikî zevke ve ciddî teselliye ve kedersiz lezzete ve vahşetsiz ünsiyete, hakikî medar ve vasıta olan tevekkül makamını ve teslim rütbesini ve rıza derecesini kazanmaktır.

YEDİNCİSİ: Sülûk-ü tarikatin en mühim şartı, en ehemmiyetli neticesi olan ihlâs vasıtasıyla, şirk-i hafîden ve riyâ ve tasannu gibi rezâilden halâs olmak ve tarikatin mahiyet-i ameliyesi olan tezkiye-i nefis vasıtasıyla nefs-i emmârenin ve enâniyetin tehlikelerinden kurtulmaktır.

SEKİZİNCİSİ: Tarikatte, zikr-i kalbî ile ve tefekkür-ü aklî ile kazandığı teveccüh ve huzur ve kuvvetli niyetler vasıtasıyla âdetlerini ibadet hükmüne çevirmek ve muamelât-ı dünyeviyesini a’mâl-i uhreviye hükmüne getirip sermaye-i ömrünü hüsn-ü istimal etmek cihetiyle, ömrünün dakikalarını, hayat-ı ebediyenin sümbüllerini verecek çekirdekler hükmüne getirmektir.

DOKUZUNCUSU: Seyr-i sülûk-ü kalbî ile ve mücahede-i ruhî ile ve terakkiyât-ı mâneviye ile, insan-ı kâmil olmak için çalışmak; yani hakikî mü’min ve tam bir Müslüman olmak; yani, yalnız surî değil, belki hakikat-i imanı ve hakikat-i İslâmı kazanmak; yani, şu kâinat içinde ve bir cihette kâinat mümessili olarak, doğrudan doğruya kâinatın Hâlık-ı Zülcelâline abd olmak ve muhatap olmak ve dost olmak ve halil olmak ve âyine olmak ve ahsen-i takvimde olduğunu göstermekle, benî Âdemin melâikeye rüçhaniyetini ispat etmek ve şeriatın imanî ve amelî cenahlarıyla makamât-ı âliyede uçmak ve bu dünyada saadet-i ebediyeye bakmak, belki de o saadete girmektir.

سُبْحَانَكَ لاَعِلْمَ لَنَاۤ اِلاَّ مَاعَلَّمْتَنَاۤ اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ
5

اَللّٰهُمَّ صَلِّ وَسَلِّمْ عَلَى الْغَوْثِ اْلاَكْبَرِ فِى كُلِّ الْعُصُورِ وَالْقُطْبِ اْلاَعْظَمِ فِى كُلِّ الدُّهُورِ سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ الَّذِى تَظَاهَرَتْ حِشْمَةُ وَلاَيَتِهِ وَمَقَامُ مَحْبُوبِيَّتِهِ فِى مِعْرَاجِهِ وَاِنْدَرَجَ كُلُّ الْوَلاَيَاتِ فِى ظِلِّ مِعْرَاجِهِ وَعَلٰۤى اٰلِهِ وَصَحْبِهِ اَجْمَعِينَ اٰمِينَ وَالْحَمْدُ ِللهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ 6




Dipnotlar - Haşiyeler :

1 : “İyi bilin ki, Allah’ın dostları için ne bir korku vardır, ne de onlar mahzun olurlar.” Yunus Sûresi, 10:62.
2 : Allah onları bol hayırla mükâfatlandırsın.
3 : “Her hal üzere Allah’a hamd olsun.” Kenzü’l-Ummâl, 1:72, 181; Tirmizî, 5:578, hadîs no: 3599; İbni Mâce, 1:92, hadîs no: 251, 2:1260, hadîs no: 3830.
4 : “Dünya hayatı, aldatıcı bir menfaatten başka birşey değildir.” Âl-i İmrân Sûresi, 3:185.
Risale-i Nur Külliyatı; Mektubat; Yirmidokuzuncu Mektup ; Dokuzuncu Kısım
5 : “Seni her türlü noksandan tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka bilgimiz yoktur. Muhakkak ki Sen, ilmi ve hikmeti herşeyi kuşatan Alîm-i Hakîmsin.” Bakara Sûresi, 2:32.
6 : Allahım! Bütün asırların gavs-ı ekberi ve bütün çağların kutb-u âzamı olan Efendimiz Muhammed’e ve bütün âl ve ashabına salât ve selâm et-o efendimiz ki, Miracında haşmet-i velâyeti ve makam-ı mahbubiyeti tezahür etmiştir ve bütün velâyetler onun Miracının gölgesinde münderiç bulunmaktadır. Hamd, Âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur.

***
KAYNAK: Said Nursi (rh.a.); Risale-i Nur Külliyatı ; Mektubat ; Yirmidokuzuncu Mektup ; Dokuzuncu Kısım: Telvihât-ı Tis’a


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: Said-i Nursi Hz.nin Tasavvufa Bakışı: Telvîhât-ı Tis'a
MesajGönderilme zamanı: 04.01.10, 13:29 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 20.01.09, 10:20
Mesajlar: 239
Bir Tasavvuf Risalesi: Telvihat-ı Tis’a

Risale-i Nur’da Velayet ve Tarikat’ın Hakikati-Meyveleri

Nihayet, doğrudan tasavvuf ve tarikatı konu alan risaleye, ‘Telvihat-ı Tis’a’ya gelmiş bulunuyoruz. Risale, velayet tariklerine ilişkindir ve dokuz telvihten oluşmaktadır.

Birinci telvih, tasavvufa ilişkin genel bir tanımla başlar: Tasavvuf, tarikat, velayet, seyr-i süluk adı altında, nurani, zevkli, ruhani bir kutsi hakikat vardır, der Bediüzzaman, binlerce kitap yazılmıştır bu konuda, keşif ve manevi zevk ehli muhakkikler yazmış ve ümmete bu hakikati anlatmışlar. Biz de o muhit denizden birkaç damlayı, ‘şu zamanın gereklerini gözeterek’ söyleyeceğiz.

Burada tırnağa aldığımız ifade anahtar işlevine sahiptir. Bediüzzaman’ın ünlü, ‘zaman tarikat zamanı değildir’ sözü, ‘hiçbir zaman tarikat zamanı değildir’ biçiminde okunmuştur çünkü. Bu yanlış okuma, ‘bir zamanlar tarikat zamanıydı’yı içerir biçimde doğru gerçekleşmiş olsaydı, Risale-i Nur’la ilişki kurmuş insanların, tasavvuf irfanına bakarken hem bir zemine sahip olmalarını gerekli kılardı hem de doğru bir yerden bakılmasını sağlardı. Ne yazık ki, ‘tekkelerin kapatılmadan önce kendilerini zaten kapatmış oldukları’na da imada bulunan ve bu kudsi geleneğin, kaotikleşmiş, aşırı biçimde dünyevileşmiş, zeminini kaybetmiş bir ‘zaman’da asli yatağında akmasının en azından çok güç olacağına işaret eden bu beyan, Risale-i Nur okurlarının birçoğunu tasavvufun inkarına ve reddine sürüklemiştir. Bu konuda genelleme yanlış olacaktır ama, Nur talebeleri arasında yaygın bir kanaatin de olduğu açıktır.

Risaleye dönecek olursak, Bediüzzaman, girişten sonra, ‘tarikat nedir?’ diye sorar ve şöyle cevaplar: ‘Tarikatın gayesi, marifet ve iman hakikatlerinin inkişafıdır. Hz. Peygamber’in (asm) miracının gölgesinde, kalp ayağıyla bir ruhani seyr-i süluk neticesinde, zevki, hali ve bir derece şuhudi iman ve Kuran hakikatlerine mazhariyettir. Tarikat, bu maksadı takip eden, ulvi bir sırr-ı insani ve beşeri bir kemaldir.’(137) Bu, ‘ağyarını mani efradını cami’ tanımdan sonra, Bediüzzaman, tasavvufun, kalbi akıl gibi ‘işlettirdiğin’den söz eder. Bunun için en etkin araç ise, velayet mertebelerinde İlahi zikirle, tarikat yolunda iman hakikatlerine yönelmektir, der.

İkinci telvihte, zikrin ve tefekkürün hakikati anlatılmaktadır: Kalbi gezinin ve ruhani sayahatin anahtarı ve vesilesi, zikir ve tefekkürdür. Zikrin güzellikleri saymakla bitmez. Sonsuz uhrevi faydalarından, insanın enfüsi yaşamına katkıları dışında, ‘şu dağdağalı dünyevi hayata’ dönük küçük bir yararı şudur: İnsan, hayatın dağdağasından ve ağırlıklarından kurtulmak ve soluk almak ister, bir teselli ve zevki arar. Dünyanın vahşetini giderecek bir ünsiyeti araştırır. ‘Medeni hayat’ta insan ilişkileri, on kişiden bir ya da iki kişiyi, geçici ve sarhoşçasına bir gafletle ‘teselli’ edebilir, dünyanın ağırlığından geçici olarak kurtarabilir. Modern hayatta, insanların çoğu, yalnız, kimsesiz ve korunmasız hisseder kendisini. Oysa, insanın gerçek tesellisi ve tatlı zevki, zikir ve fikir aracılığıyla kalbin beslenmesindedir. Allah’ı zikreden kimse, bu zikriyle anlar ki, Halık’ın sonsuz kulları ve yarattıkları, benim ünsiyet kurabileceğim kardeşlerimdir. Yalnız değilim, dünyanın ağırlıklarından bu ünsiyetle kurtulabilir, soluk alabilirim. Böylece hayatın anlamı tahakkuk eder, huzura ulaşılır.

Bu açıklama, yalnızlaşan modern bireyin, özellikle Batı’da niçin tasavvuf cemaatlerine ve meşreplerine aşırı biçimde ilgi duyduğuna da açıklık getirmektedir. (İlginin başka nedenleri ve boyutları hesaba katılmazsa) Üçüncü telvihte, Bediüzzaman, velayet ve tarikatın şer’i temelini açıklayacak ve tasavvufa yönelik eleştirilerin haksızlığına işaret edecektir. Şöyle der: ‘Velayet, risaletin delilidir, tarikat, şeriatın bürhanıdır. Risaletin tebliğ ettiği iman hakikatlerini, velayet, kalbi bir şuhutla ve ruhani bir zevkle aynelyakin düzeyinde görür, doğrular. Onun tasdiki, risaletin hakkaniyetine de kesin bir delildir.’(138) Yani, risaletle velayet birbirini onaylamakla karşılıklı desteklemekte, doğrulamakta, beslemekte ve gerektirmektedir. Şeriatın, ders verdiği hükümlerin hakikatlerini, tarikat, keşfiyle ve ondan istifadesiyle doğrulamış olmaktadır. Velayet ve tarikat, İslamiyet’in kemalinin sırrını saklar, nurlarının belirdiği yerdir ve insanlığın da feyizlendiği ve manen yüceldiği kaynaktır. Bu büyük sırra rağmen, kimileri, tarikatı inkar etmiş, başkalarının da yoksun kalmasına neden olmuşlardır. Bediüzzaman, kendisini bu anlamda en çok üzen şeyin bu olduğunu söyler: ‘Ehl-i sünnet ve cemaatin bir kısım zahir alimleri ile, ehl-i sünnet ve cemaate mensup bazı siyaset ehli gafil insanlar, tarikat ehli içinde gördükleri bazı suistimalleri ve hataları bahane ederek, o muazzam hazineyi kapatmak, tahrip etmek ve bir nevi ab-ı hayatı dağıtan o kevser kaynağını kurutmak için çalışıyorlar. Oysa eşyada kusursuzluk söz konusu değildir. Ehil olmayanlar bir işe girseler, elbette suistimal edebilirler. Fakat Cenab-ı Hak, ahirette, amellerin muhasebesi düsturuyla, Rabbani adaletini, hasenat ve seyyiatın muvazenesiyle gösteriyor. Seyyiat üstün gelse cezalandırır, reddeder. Hasenat galip gelse mükafatlandırıyor. Madem, İlahi adalet böyle hükmeder ve hakikat dahi bunu hak görür. Tarikatın -yani sünett-i seniyye dairesindeki tarikatın- hasenatının seyyiatına üstün geldiğine delil, tarikat ehlinin, dinsizliğin hücumu zamanında imanlarını koruyabilmeleridir. Sıradan, samimi bir tarikat ehli, zahiri bir ilim ehlinden çok kendisini muhafaza edebilir. O tarikat zevki sayesinde ve evliyaya duyduğu muhabbet yönüyle imanını kurtarır. Günahlarla fıska girebilir ama asla dinsiz olmaz. Şiddetli bir muhabbet ve metin bir itikatla kutup olarak gördüğü meşayih silsilesini, onun nazarında hiçbir kuvvet çürütemez. Tarikattan hissesi olmayan ve kalbi harekete gelmeyen, bir muhakkik alim de olsa, bu zamanın zındıklarının desiselerine karşı kendisini tam muhafaza etmesi zorlaşmıştır.’(139)

Metinde satırarasındaki, ‘bu zamanda’ ifadesine dikkatimizi yöneltmemiz, ‘zaman tarikat zamanı değildir’ düşüncesi açısından önemlidir. Bu vurgu, metnin tümünde savunulan tezi de belirlemektedir. Bediüzzaman, devamında, ‘İslamiyet dairesinin dışına taşmış’ ama tarikat adı altındaki kimi sapkın eğilimler yüzünden takva içinde kalan gerçek tarikatın asla mahkum edilemeyeceğini söyler.

Dördüncü telvih, bu denli zengin ve işlevsel bir dini yorumun bazı tehlikeli yönlerine işaret etmektedir. Tarikatta, enfüsi ve afaki olmak üzere iki tarz seyir vardır. Enfüsi meşrep, nefisten başlar, kalbe bakar, dışardan bakışlarını alır, enede yoğunlaşır, enaniyeti delip geçer, hakikate doğru kalbi bir yol açar. Bu enfüsi seyir gerçekleştikten sonra afaka gider. O zaman afakı nurani görebilir. Seyri çabuk bitirir. Hafi tariklerin çoğu, bu yolu seçerler. İkinci meşrep ise, afaktan başlar, o büyük dairenin tezahür yerlerinde İsim ve sıfatların tecellilerini seyredip enfüs dairesine girer. Kalbinde de o nurları müşahade edip, en yakın yolu açar. Kalbin, Samed’e bir ayna olduğunu görür.

Bediüzzaman, bu belirlemeyi yaptıktan sonra, ilk meşrebin yani enfüsten başlayan seyrin, nefs-i emmarenin öldürülmemesi halinde ciddi birtakım tehlikelere yol açabileceğini belirtir. Enaniyeti terkedemeyen bir salik, birden şükür makamından fahr makamına sükut edebilir. Muhabbetten gelen cezbe ve sekr (sarhoşluk) birlikte bulunursa, enaniyetini kıramayan açısından bir tür patoloji olan ‘şatahat’a yol açabilir. Bu durumda salik, hem kendine hem de başkasına zarar verebilir. Bu türden yanılsamalar yaşayanların bazılarının oldukça aşağı bir düzeyde bulunmasına rağmen, kendilerini ‘mehdi’ telakki ettiklerini söyleyen Bediüzzaman (ki bu, bugün tarikat ehli bir takım gruplarda sıklıkla görülmektedir) her makamın belirli manevi süreçlerin yaşanmasını gerektirdiğini, bu aşamalardan geçmeksizin müşahadelere mazhar olunamayacağı tesbitinde bulunur. Aşağı düzeyde bulunan ama kendisini çok yüksek bir makamda görenler, her biri meşhur kamil velilerle ilişkili olan Hızır gibi, Üveys gibi Mehdiyet gibi bir mertebeye atfedebilirler. Kendisini kutb-ı azam, Mehdi veya Hızır telakki eden sıradan bir salik, henüz yok edemediği enaniyetinin zaaflarıyla, çevresindeki insanları yanlış yollara yöneltebilir. Şükürden fahre, fahirden gurura sükut edebilir. Bu, giderek hak tarikten sapmasına da yol açabilir. Kendisini ne kadar büyük görürse görsün, kusurlarını da farkedecektir. Hızır makamında olduğunu sanırken, alude olduğu kusurları yüzünden Hızır’ı da küçük görecek ve tezyife kalkışacaktır.

Bu durumda, Bediüzzaman, İmam-ı Rabbani ve İmam Gazali gibi muhakkiklerin kılavuz edinilmesini önerir. İkinci meşrepteki şatahat türünden sonuçların bir örneği olarak, sözgelimi, kalbine gelen sıradan bir ilhamı, ‘kelamullah’ tahayyül etmeyi verir. Bunun da günümüzde çok sayıda örneğine rastlamak mümkündür. İlhama, vahiy adının verilmesi, bir has isim olması bakımından yanlıştır.

Bediüzzaman, altıncı telvihte, velayet yolları arasında en müstakim ve zengininin, ‘sünnet-i seniyyeye ittiba’ olduğunu söyleyecektir. Velayetin bu nitelikte olanını, ‘cadde-yi kübra’ olarak niteler. Ve velayet yollarının, tarikat şubelerinin en mühim esasının da ihlas olduğunu belirtir: ‘Ve o yolların en keskin kuvveti, muhabbettir. Evet, muhabbet. Mahbubunda bahaneler aramaz ve kusurlarını görmek istemez. Ve kemaline işaret eden en zayıf emareleri, kuvvetli deliller hükmünde görür. Daima mahbubuna taraftardır. İşte bu sırra binaendir ki, muhabbet ayağıyla marifetullaha yönelmiş olan kimseler, şüphe ve itirazlara kulak vermez, kurtulurlar. Binlerce şeytan bir araya gelse, Hakiki Mahbub’unun kemaline işaret eden bir emareyi onların nazarında iptal edemez. Eğer muhabbet olmazsa, o vakit kendi nefsi, şeytanı ve harici şeytanların itirazlarında çırpınır. Kahramanca bir metanet, kuvvetli bir iman ve dikkatli bir nazar gerekir ki, kendisini kurtarabilsin. Bu sırdandır ki, bütün velayet mertebelerinde, marifetullahtan gelen muhabbet, en mühim maya ve iksirdir.’(140)

Bu açıklamalarda, ‘Ben gizli bir hazine idim, bilinmeyi sevdim’ hadis-i kutsisindeki ‘sevdim’ hakikatine bir atıf söz konusudur. Allah, Hakiki Mahbup’tur. Varlığın kaynağı, ‘hub’ yani aşktır. Salikin, Hakiki Mahbub’a yürürken, yolgöstericisine de muhabbet göstermesi, o aşkın bir boyutu olarak ortaya çıkmaktadır.

Telvihat-ı Tis’a’nın yedinci telvihinde, ‘şeriat-tarikat-hakikat’ konusu değerlendirilir. Şeriat doğrudan doğruya, gölgesiz, perdesiz, Ehadiyet sırrıyla, mutlak Rububiyet noktasında, İlahi hitabın neticesidir, diyen Bediüzzaman, tarikat ve hakikatin en yüksek mertebelerinin, şeriatın cüzleri olduğunu belirtmektedir. Tarikatın sonuçları, şeriatın ilkeleridir. (Hatırlayacak olursak, İbn Arabi de, şeriatın, hakikatin örtüsü olmadığını, kendisi olduğunu, ona ulaşabilmek için, şeriata nüfuz etmek gerektiğini söylüyordu.) Şeriatın hakikatlerine ulaşmak için, tarikat ve hakikat birer basamaktır. Bu vesileler, geçildikçe, en yüksek mertebede, şeriatın kendisinde bulunan ‘hakikatin manasına’ ve ‘tarikatın sırrına’ dönüşürler. Bu durumda, büyük şeriatın cüzleri olurlar. Tarikat ve hakikat ehli, ileri gittikçe, şeriatın hakikatlarına karşı ittibası artar. ‘En küçük bir sünneti’, en büyük bir amaç görerek ona tabi olmaya çalışır. Bu durumda, tarikat ve hakikatin, araç olmaktan çıkmaması gerekir. Bizzat amaç haline gelmesi halinde, şeriatın muhkematı gölgede kalır ve tali hükümler gaye haline gelir, sözgelimi sünnet veya bir tarikat adabı, farzmış gibi algılanır. Namazdan çok, zikr ve virdini düşünen bir salik için, tarikat, şeriata ulaştıran bir vesile değil, ona ulaşmayı engelleyen bir manidir.

Bediüzzaman, burada bir soruyu aktarır: ‘Sünnet ve şeriat sınırlarının dışında bir tarikatten söz edilebilir mi, diye soruluyor.’ Bunun cevabı, hem var hem yoktur. Vardır, çünkü kimi kamil veliler, şeriat kılıcıyla idam edilmiştir. Yoktur, muhakkik veliler, Şirazlı Sadi’nin aktardığı şu ilkede birleşmişlerdir: ‘Allah Resulü’nün yolunun dışında kalan ve başka bir yoldan yürüyen, hakikatin nurlarına asla erişemez.’ Bediüzzaman, ‘sınırdan taşan cezbe ve istiğrak ehli velilerin, sözlerinde ve eylemlerinde sorumlu olmadıklarını’ söyler cevabın devamında: ‘Madem insanda bazı latifeler var ki, teklif altına giremez, o latife hakim olduğu zaman, şer’i tekliflere muhalefetinden dolayı mesul tutulamaz. Madem insanda bazı latifeler var ki, teklif altına giremediği gibi, ihtiyar altına da giremez, hatta aklın tedbiri altına da giremez, kalbi ve aklı dinlemez. Elbette, o latife, bir insanda hakim olduğu vakit –o ana münhasır olması ve imanın kaidelerine karşı bir inkar, tezyif ve küçümseme olmaması kaydıyla- o kimseyi, şeriata muhalefette velayet derecesinden sükut ettirmez, mazur sayılır. Çünkü cezbe ve istiğrak ehlinin sınırları taşması, şeriata inanmamasından, onu beğenmemesinden ve istememesinden ileri gelmiyor.

Bu konuda, kamil velilerden hatta mukakkik olanlarından bazısına yönelik tekfir düzeyindeki suçlamaları da konu eden Bediüzzaman, tarikat ehlinin tattığı manevi zevk ve ulaştığı keşiflerle yetinmemesi, tüm çabasının şeriatın hakikatlerine ulaşmak olması gerektiğini vurgulayarak, bu bölümü bitirir.

Dokuzuncu ve son telvihte ise, tarikatin dokuz meyvesini beyan eder:

Ebedi saadetteki hazinelerin anahtarları ve kaynakları olan iman hakikatlerinin aynelyakin düzeyinde zuhuru.

Kalbin hareketlenerek, insandaki latifelerin yaratılış amaçlarına doğru yönelmesi.

Ahiret seferinde ve berzahta vehim ve kuşkuların saldırısına karşı manevi güç kazanmak ve samimi kardeşlikler oluşturmak.

İmandaki marifetullaha ulaşarak, kainattaki mutlak gurbetten kurtulmak.

Şer’i yükümlülüklerdeki latif hakikatleri, İlahi zikirden gelen bir kalp uyanışı aracılığıyla hissetmek ve kulluğa şevkle yönelmek.

Gerçek manevi zevke ulaşmak, kedersiz bir lezzete kavuşmak, vahşetsiz bir ünsiyeti elde etmek.

Sülukun en önemli şartı olan ihlas ile gizli şirkten ve riyadan kurtulmak.

Kalbi zikirle, sürekli huzur hali kazanmak.

Manevi yükselişle, insan-ı kamil olmak için çaba göstermek, hakiki bir ümmin ve eksiksiz bir müslüman olmaya çalışmak.

Tüm bunlar, insanın en büyük amacı olan ebedi saadeti kazanmanın vesileleridir.

Konuya burada son verirken, tüm arif ve sufilerin diline tercüman olan bir Niyazi-i Mısri nefesine sözü bırakalım:

‘Mantıku’t-Tayr’ın lugat-ı mutlakından söyleriz
Herkes anlamaz bizi bizler muamma olmuşuz
Lafz u suret cism ile anlamak isterler bizi
Biz ne elfazız ne suret cümle mana olmuşuz.’



137. Bediüzzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı’nın, Nesil Basım-Yayın’ın, ‘Kaynaklı İndeksli Risale-i Nur Külliyatı 1-2.cild, İstanbul.1996. 1. cilt. Sh. 285.

138. Bediüzzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı’nın, Nesil Basım-Yayın’ın, ‘Kaynaklı İndeksli Risale-i Nur Külliyatı 1-2.cild, İstanbul.1996. 1. cilt. Sh. 561.

139. Bediüzzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı’nın, Nesil Basım-Yayın’ın, ‘Kaynaklı İndeksli Risale-i Nur Külliyatı 1-2.cild, İstanbul.1996. 1. cilt. Sh. 562.

140. Bediüzzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı’nın, Nesil Basım-Yayın’ın, ‘Kaynaklı İndeksli Risale-i Nur Külliyatı 1-2.cild, İstanbul.1996. 1. cilt. Sh. 562.


KAYNAK: Sadık Yalsızuçanlar: Tasavvuf Risalesi/Bediüzzaman Said Nursi, S. 108-115, SUFÎ Yayınları.


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: Said-i Nursi Hz.nin Tasavvufa Bakışı: Telvîhât-ı Tis'a
MesajGönderilme zamanı: 11.01.10, 22:23 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 20.01.09, 10:20
Mesajlar: 239
RİSALE-İ NUR'DA TASAVVUF ve İMAN HAKİKATLERİ

Selim Sönmez


Yeni Asya gazetesi ve Köprü dergisi yazarı / Risale-i Nur Enstitüsü

İnsan, dünyaya geldiğinden itibaren ömrünün sonuna kadar öğrenmeye muhtaç bir varlıktır. O kadar hayat kanunlarını bilmek konusunda cehli vardır ki, yirmi senede bile hayat şartlarının tamamını öğrenmesi mümkün olmamaktadır. Hayvanlar, sanki başka bir âlemde mükemmel bir eğitim ve öğretim gördükten sonra bu dünyaya gönderilmişler gibi bir tavır sergilemektedirler. İnsanların hayvanlardan bu temel farkı, onların yaratılış gayelerinin, öğrenerek kemale ermek olduğunu ispat etmektedir. Hz.Adem'e(a.s.) esma-i ilahiyenin öğretilmesi ve Peygamber Efendimiz'e(a.s.m.) ilk olarak “oku!” emrinin verilmesi, hep bu sırdan kaynaklanmaktadır.

Bediüzzaman , Kur'an'da geçen; “Ve Adem'e bütün isimleri öğretti,” ayetinin işarî manasını şöyle yorumlamıştır : “Ey benî-Adem! Sizin pederinize, melaikelere karşı hilafet davasında rüçhaniyetine hüccet olarak bütün esmayı talim ettiğimden, siz dahi madem onun evladı ve varis-i istidadısınız; bütün esmayı taallüm edip, mertebe-i emanet-i kübrada bütün mahlukata karşı rüçhaniyetinize liyakatinizi göstermek gerektir...Haydi, ileri atılınız ve birer ismime yapışınız, çıkınız.” [1]

Bediüzzaman 'a göre, bütün ilmi, fenni ve teknolojik gelişmeler, “talim-i esma” unvanıyla ifade edilmiştir. Çünkü, her birinin hakikati; sonunda bir ilahi isme dayanmaktadır. Örnek olarak sunduğu mühendisliğin, Adl ve Mukaddir isimlerine dayanması gerektiğini söylemiştir. Mühendisliğin aynasında, Cenab-ı Hakk'ın o isimlerinin kainattaki haşmetli tecellilerini görmek, insanın yapması gereken asli bir vazifedir. Yani; mühendislikte malzemenin boyut, ağırlık, kalite vs. cinsinden ölçüsünün ve üretimi düşünülen malzemenin ya da yapının planı ve projesinin ne kadar hassas bilgiler gerektirdiği bilinciyle kainattaki ölçülü oluşu, dengeyi ve mükemmel bir takdirle yaratılışı gerçekleştiren Zatı, Adl ve Mukaddir isimleriyle tanımaya çalışmaktır.

Bilmek, öğrenmek ve hakikati keşfetmek için çaba sarf etmek; insanı, diğer varlıklardan ayırt eden en belirgin özelliklerden birisidir. İnsan; hem kendisini, hem çevresini tanımak merakına sahip olmakla birlikte; hakikati keşfedip tartabilecek üstün cihazlarla da donatılmıştır. Bu cihazlar ise, ona üç farklı yetenek kazandırmıştır. Bunlardan birincisi; akıl ile kazanılan düşünme yeteneğidir. İkincisi; görme, işitme gibi duyular ile kazanılan algılama ve gözlemleme yeteneğidir. Üçüncüsü ise; kalbi nurlandırma ile inkişaf eden halleri, vicdanen ve zevken hissetmek olan sezgi yeteneğidir. Bu yeteneklerden en az birine ağırlık vererek, hakikate ulaşma yolunda geniş bir yelpaze meydana gelmiştir. Yalnızca aklı ön plana çıkaranlar ya da duyulardan, algılardan başkasına güvenmeyenlerden, her iki yeteneğe eşit değer verenlere kadar; duyulara ve akla güvenmeyip sezgi yoluyla hakikati araştıranlardan, insanın sanılardan başka hiçbir şeyi bilemeyeceğini savunan sofist ve septiklere kadar birçok düşünce ortaya çıkmıştır.

Hakikate ulaşmak için sezgiyi öne çıkaran mutasavvıflar ve mistikler, insandaki algıların ve aklın yetersizliğine inanmaktadırlar. Onlara göre, bu iki yetenekten daha üstün olan; akıl yürütmeye ve ispatlamaya ihtiyaç bırakmayan ve hakikate doğrudan doğruya, araçsız bir kavrayışla ulaştıran bir yetenek vardır. Bu yetenekle edinilen bilgi, ifade edilemediği gibi başkasına da iletilememektedir. Aynı durumun, yaşanarak anlaşılması gereklidir. Gerçi, anlatmak mümkün olsaydı; sezgisel özelliğini de yitirmiş olacaktı. İşte, tasavvuf; bu yeteneği geliştirmek için takip edilmesi gereken metotları ders veren bir eğitim sistemi olarak karşımıza çıkmaktadır.

Başlangıçta, dinin esasları haricinde kaidesi olmayan basit bir zühd hayatı olan tasavvuf; daha sonraları, kalp ve nefsin hastalıklarını tedavi etmeye yönelik sistemli riyazet ve mücahede metotlarının geliştirilmesiyle kurumsal bir nitelik kazanmıştır. Bu gelişimde; İslam'ın yayıldığı farklı bölgelerde yaşayan değişik milletlerin felsefi ve mistik hayata ait kültürlerinin de büyük etkileri olmuştur. İran, Mısır ve Hint medeniyetleri gibi köklü bir tarihe sahip milletlerin müslümanlaşması; Kur'an'da geçen tasavvufi bilgileri, kendi kültürel değerlerine göre yorumlamalarına kapı açmıştır. Eski ibadet üsluplarını, riyazet ve mücahede yöntemlerini, tasavvufi zeminde kullanmışlardır. İlk zamanlar fıkhın mukabili olarak görülen tasavvuf, zaman içinde kelam ile elde edilen bilgi metotlarına alternatif yeni bir bilgi metodu olarak görülmüştür.

Tasavvuf terbiyesi; -kazanılan hal ve makamlar ile- başkalarınca bilinmesi mümkün olmayan sezgisel, zevkî bilgiye ulaşmanın sistematize edilmiş hali olarak algılanmıştır. Bu haliyle tasavvuf; dünyaya bakışlarında, müslümanların genelinden; dine bakışlarında, fıkıh ve kelam alimlerinden; Allah-kainat-insan değerlendirmesinde, felsefecilerden ayrılmaları nedeniyle umumi cadde olma niteliğini kaybetmiştir. Hakikate ulaşmak için, nasıl felsefe en dâhilerinin dahi boğuldukları bir zemin olmuştur; tasavvuf mesleği de, ehass-ı havassa mahsus kalmasıyla hakikate selametle ulaştıran en büyük cadde olmaktan uzaklaşmıştır.

Öyle ise, aklı ve fikri felsefi şüphe ve tereddütlerle yaralı günümüz insanını hakikate ulaştıracak olan meslek nasıl olmalıdır? Öncelikle tasavvufun tanımından başlayarak, bu meselenin cevabını bulmaya çalışalım.

Tasavvuf, Tarikat Nedir?

Tasavvuf; kalbi saf yapmak, kötülüklerden temizlemek demektir. İnsanın kalbini, Cenab-ı Hakk'ın muhabbetine bağlaması; Resûlullahın(a.s.m.) söz, hareket ve ahlâkına uyması, yolundan gitmesidir. Kalp ile yapılması ve sakınılması gerekli şeyleri ve kalbin, rûhun kötülüklerden temizlenmesi yollarını öğreten bir ilimdir. Bu nedenle tasavvufa, “ahlâk ilmi” de denmektedir. Tasavvufu başka bir şekilde tarif etmek gerekirse; "iki kişi arasındaki sır "dır da denilebilir. Bu tanıma göre tasavvuf; iki kişi arasında öyle bir sırdır ki, orada üçüncü kişiye yer yoktur. Çünkü üçüncü kişi, sırrı sır olmaktan çıkarır.

Tarik , yol; tarîkat ise izlenen usul, yol ve metot demektir. Şeriat da, “yol” demektir. Ancak tarîkat, küçük, tâli bir yol; şeriat ise; bütün insanlığın selametle ve istikametle yol alabileceği “cadde-i kübra” denilen anayoldur. Şeriat , Peygamber Efendimiz'in(a.s.m.) getirdiği dinî kuralların tümü; tasavvuf ve tarîkat ise; bu emir ve kuralların yalnızca, rûhâni ve manevi boyutudur.

Tasavvuf ve sufi isminin kaynağı hakkında değişik görüşler bulunmaktadır. Bir grup, Ashâb-ı Suffe 'nin "suffe"sinden; başka bir grup, sırlarının safiyeti nedeniyle "safvet" ten ve diğer bir grup ise, yün giymelerinden dolayı "s ûf " kökünden geldiğini kabûl etmişlerdir. Bu kelimelerin üçü de İslâmî literatüre aittir. Tasavvufun kökü olarak, Yunanca hikmet/felsefe manasına gelen "sophia" kelimesinden bahsedilmişse de, gerek sûfîler ve gerekse bir kısım araştırmacılar buna itiraz etmişlerdir. İslam Dünyası'nda Biruni 'den başka bu görüşü kabul eden başka biri çıkmamıştır. Hattâ bir takım müsteşrikler bile tasavvuf ve sufi kelimesinin “sophia” kökünden gelmediği görüşündedirler. Daha çok, “yün” anlamına gelen "sûf" kökünden geldiği görüşünü benimsedikleri görülmektedir.

Tasavvuf anlayışına göre; insanın en kıymetli cevheri, kalbidir. Öyle ise insanın terbiyesinin merkezine kalp alınmalıdır. Kalbin sahip olabileceği en büyük ilim marifetullah ; en güzel sıfat ise, edep ve haya olarak görülmüştür. Bu ise, kalp temizliği ve nefis terbiyesinin yapılmasından geçmektedir. Sufi ismiyle anılan kâmil veliler, bu ahlaki öğretinin hakkını hem marifetleriyle, hem de kendi nefislerinde tatbik etmeleriyle vermeye gayret göstermişlerdir. Ayrıca yaşadıkları ve keşfettikleri hakikatleri, bir terbiye sistemi içinde insanlara öğretmeyi de ihmal etmemişlerdir. İşte bu terbiye sistemine -genel olarak- tasavvuf denmektedir.

Tasavvufun ana konusu, batınî fıkıhtır. Batınî fıkıh; insanın iç alemini oluşturan ruh, kalp, nefs ve diğer manevi cevherlerin temizlik, terbiye, terakki ve inkişaflarını hedefleyen manevî, nuranî, kalbî bir ilimdir. Zahirî fıkıh; vücudun dış azaları ile yapacağı ibadet ve vazifeleri inceleme konusu yaptığı gibi, tasavvuf da kalple ilgili ibadet ve ahlâkları konu edinir. Bundaki asıl amaç ise; kalbin “ ihsan ” mertebesine ulaşmasıdır. Bilindiği üzere, Peygamber Efendimiz(a.s.m.) dinin iman, İslam ve ihsandan oluştuğunu söylemiştir. Yani dinin; imanla başlamakta, ibadetlerle olgunlaşmakta ve ihsanla kemale ermekte olduğuna işaret etmiştir. Kalbin, Cenab-ı Hakk'ı görüyor gibi bir şuur ve hassasiyete sahip olması demek olan ihsan, tasavvufun özünü teşkil etmektedir.

Tasavvufta kalbin terbiyesi ve ihsan halini bulması üç safhada gerçekleşir. Birinci safha; manevi kirlerden temizlik, ikinci safha; yüksek ahlâkla güzellik, üçüncü safha; ilâhî huzurda kabul ve yüce Allah ile beraberliktir. Bundan sonrası âriflerin kurbiyet diye tarif ettikleri huzur makamıdır. Hakiki anlamda “sufi” ünvanı bu sıfatı ve makamı elde etmiş kâmil insan için kullanılmaktadır.

Hakiki sufi; Allah sevgisi ile safi olmuş, huzur bulmuş kimse olarak tarif edilir ve sufiliğin iç yüzünün ilâhî aşk, dış yüzünün ise güzel ahlâktan geçtiği kabul edilir. Sufi Allah ve Rasulü'nün dostudur; asıl görevi, arzu edenlere bu dostluğu öğretmektir. Sufi, kimdir, sufilik nedir? diye merak edenlere, işin başındaki arifler şöyle derler: “Gel, gir, gör, tat ve anla!”

Tasavvuf , insanın iç âleminin eğitimidir. Yani insan ruh ve bedenden meydana geldiği için hem beden eğitimine ve sağlığına, hem de ruh eğitimi ve sağlığına ihtiyacı vardır. Nasıl ki, tıp ilmi, beden sağlığına âit bilgileri öğretir; onun gibi tasavvuf da, ruhun ve kalbin hastalık işaretleri olan kötü huylardan ve işlerden uzaklaşmasını, sadece Allah rızâsı için güzel işler ve ibâdetler yapmasını sağlar. İşte tasavvufun konusu; çok enteresan tekniklerle ruhun metodik bir eğitimidir.

Tasavvuf, öğrenileni fiilî olarak yaşamayı öğreten bir eğitim kurumu olduğundan; kemale ermiş şahsiyetlerin, başkalarını etkileyerek kendi boyaları ile boyamaları söz konusudur. Zaten eğitim ve terbiyenin özü de; olgunlaşmış şahsiyetlerin, insanların eksik ve ham tarafları üzerinde yaptığı olumlu etkilerden başkası değildir. Bu nedenle, seyr u sülûk ve tarikatıyla var olan tasavvufun, ferdî olarak yaşanması mümkün değildir. Böyle bir eğitim sistemi, mutlaka bir mürebbî ve mürşidi gerekli kılmaktadır. Bütün uygulamalı ilimlerde olduğu gibi tasavvufi terbiyede de, üstâda ihtiyaç zaruridir.

Tasavvuf ve tarîkatlardaki eğitim ve terbiye işine verilen genel ad, seyr u sülûktür . Lügatte seyr; yürümek, gezip görmek anlamındadır. Sülûk ise gitmek ve yola girmek demektir. Tasavvuf ıstılahında seyr; cehâletten ilme, kötü huylardan güzel ahlâka, kulun fânî varlığından Hakk'ın varlığına yönelmektir. Sülûk; tasavvuf yoluna girmiş kişiyi Hakka vuslata hazırlayan ahlâkî eğitimdir. Bir başka ifâdeyle seyr u sülûk; tasavvuf ve tarîkata giren kimsenin manevi makamlarını tamamlayıncaya kadar geçen mertebelerdir. Seyrin başı sülûk; yani yola girmek, sonu da vusûl; yani Hakk'a vuslattır. Hakka vuslat; Allah'ı görüyormuşçasına kulluk(ihsân) şuûruna ermek; dâimâ Hakk ile beraber bulunma bilincini yakalamak; O'na teslim olup O'ndan razı olmaktır. Her iş ve fiilin gerçek fâilinin Allah olduğunu kavramak ve varlık iddiâsından kurtulup gerçek tevhîde ermektir.

Seyr - u sulûk sırasında, sâlikten; riyâzat ve mücâhede ile nefsin sivriliklerini törpülemesi, kulluğa alışması, insanî ilişkilerde leyyin; yani yumuşak davranması, dünya malına karşı müstağni olması beklenir. Dolayısıyla tarîkat eğitiminde sâliklerin gönlünden çıkarılacak ilk şey, " hubb-ı dünyâ "dır.

Tasavvuf ehli, dinin haram ve mekruhlarından kaçındığı gibi, zühd denilen helâl ve mubahlarına belli bir sınırlama da getirmektedir. Yani, dünya malının olmazsa olmazından fazlasını terk etmek ve kalbi mâsivâya meyilden kurtarmaktadır. Dünya ile ilişki noktasında “servet, şöhret ve şehvet” olmak üzere üç şey öne çıkar. İşte gerçek anlamda zahid olabilmek için, bu üç şeyden olabildiğince uzak durmak ve verilen nimetleri ise gaye değil, vesile olarak görmek gerekmektedir.

Tasavvuf, dini ayrı bir neşe içinde tatbik ve takdimi hedeflemiştir ve bunun için en büyük sermaye olarak ilahi muhabbeti görmüştür. Tasavvuf terbiyesi; muhabbet, ihlas ve teslimiyete dayanır. İlahi aşk ve edep olmadan bu yolda başarılı olmak mümkün değildir. Tasavvuf, kalp ayağı ile yol alır. Kalp temizlenmeden, maneviyatın tadına varılamaz.

Kalplerin tabipleri olan kamil mürşidler; kalbin manevi hastalıklarından dünya muhabbetinden ve nefsin esaretinden kurtulması için, birçok değişik metot ve farklı meşrepleri geliştirmişlerdir. Bu terbiyenin bizzat öğretildiği yerler ve müesseseler inşa etmişlerdir. Kendi terbiye yollarını ve hallerini ifade eden özel bir takım tabir ve terimler kullanmışlardır. Bu sayede, manevi tezkiye ve terbiye alanında da bir çok farklı yollar ortaya çıkmıştır. Fakat bütün bu yolların odak noktası, kalbin ıslahı ve dinin gerçek manasıyla yaşanması olmuştur.

Yukarıda anlatılanların ışığında t asavvufun özellikleri için şunları söylemek mümkündür:

a- Manevi tecrübe ile anlaşılan hâl ilmidir.

b- Tasavvufi bilginin konusu marifetullahtır.

c- Tatbiki bir ilim olduğundan, mürşid vasıtasıyla öğrenilir.

d- Bilgi kaynağı akıldan önce, ilham ve keşiftir.

e- Tasavvufi eğitim tarikat denilen özel yollarla yapılır.

Ehl-i tarikat ve tasavvuf, hali yaşayanlar oldukları için, tasavvuf tariflerinin bir safiyeti vardır. Bir şeyi şuurda zaptetmenin endişesi olmaksızın, kendi çizgileri, mizaçları aynasında yaptıkları tarifler belki de tasavvufun en güzel tarifleridir:

· Tasavvuf, baştan sona güzel ahlâktan ibarettir. Ahlâkı senden güzel olan kimse, tasavvuf yolunda da senden ileridedir. (Ebu Bekir el-Kettanî) · Tasavvuf, kalbi temizlemektir. (Ebû Ali Rodbârî)
· Tasavvuf, edebe riâyettir...Hallerin murakabesi ve edebin muhafazası...Bütün halinde iyi ahlâka girip kötüsünden çıkmak...( Ebû Muhammed Cevîrî)
· Tasavvuf, itirazı bırakıp, emredilene peki demektir...Şer'î yasaklar dışında kaçınmayı ve karşı durmayı bırakmak...İraz ve itirazı terk etmek...(Ebû Sehl Sa'lûkî)
· Tasavvuf, nefsin kötü isteklerini terk etmektir. (Ebû Hüseyn Nûrî)
· Tasavvuf, faydasız işleri terk etmektir. (Ebû Saîd İbni Arabî)
· Tasavvuf, vakti değerlendirmek ve vaktin kıymetini bilmektir. (İbni Osman Mekkî)
· Tasavvuf, kesiksiz Allah ile olmak...Halktan kesilip Hakka bağlanmak...Yakıcı şimşek... (Şiblî)
· Tasavvuf, Allahü Teâlânın ahlâkı ile ahlâklanmaktır...Tasavvuf, Allah'ın seni sende öldürmesi ve kendisiyle diriltmesi...Gayr ile alâkasız olarak Allah ile olmak...Şeriatın yasak ettiği şeyler ve kötü ahlâka karşı devamlı mücahede...Tasavvuf, Hakk'ın sendeki seni öldürmesi ve kendisiyle yaşatmasıdır. Yani, insanın nefsini yok etmesi ve yalnız Hakk'ın irade ve ihtiyarıyla hareket etmesidir. (Cüneyd-i Bağdâdî)
· Tasavvuf, kimseye ezâ ve cefâ vermemek; herkese lütûf ve ihsânda bulunmak; hastalık ve musîbetleri herkese izhâr etmemek; düşmanlarını affetmek; insanlık mertebesinin en yüksek derecesine kavuşmayı usûl ittihaz etmektir. (Ahmed Şirbâhî)
· Tasavvuf; keremli zamanda, keremli kavim içinde, keremli insanda, keremli ahlâk... (Muhammed bin Aliyyül-Kassab)
· Tasavvuf, hakikati yerinden almak ve halktan elini çekmek...Hakikatleri almak ve yaratılmışların elinde her ne varsa hepsinden ümidi kesmektir. (Mâruf-u Kerhî)
· Tasavvuf, uzaklığın kederinden sonra yakınlığın safası... (Ebu Ali Ruzibâri)
· Tasavvuf, hiçbir şeyde kedere düşmemek ve her şeyde safa bulmak... (Ebu Türab)
· Tam asılacağı zaman, soruyorlar:

-Tasavvuf nedir?
-En aşağısı, şu bende gördüğünüz haldir!
-Ya en yukarısı?
-Onu görmeye size yol yoktur! (Hallac-ı Mansur)
Risale-i Nur'da Tasavvufun Tarifi

Bediüzzaman , tasavvufu; “ a- iman hakikatlerini keşfetmeyi ve Cenab-ı Hakk'ı hakkıyla tanımayı gaye-i maksat yapan, b- Peygamber Efendimiz'in(a.s.m.) Miracıyla açtığı yolu takip eden, c- kalbi işletip ruhani olarak seyr ü süluk etme yöntemini benimseyen, d- zevkî, hâlî ve bir derece şuhudî olarak iman ve Kur'an hakikatlerine mazhariyetle insanı geliştiren, olgunlaştıran bir sır,” olarak tarif eder. Ona göre tasavvuf; tarikat, velayet ve seyr ü süluk adıyla anılan şirin, nurani, neşeli ve ruhani bir kudsi hakikattir. [2]

Bediüzzaman , velayeti ve tarikati; risaletin ve şeriatın sağlam bir delili olarak görür. Çünkü velayet yolu ile iman hakikatleri kalben görülmekte, ruhen zevk edilerek tasdik edilmektedir. Tarikatin zevkiyle ve keşfiyle şeriatın hakikatlerinden istifade edilmesi ise, bu hakikatlerin hak olup Hakk'tan geldiğine delil olmaktadır. Bir kısım tasavvuf ve tarikat ehlinin hatalarından dolayı, “hazine-i uzma” olarak vasıflandırdığı bu kutsi hakikati, zararlı görmenin insafa ve adalete yaraşmayacağını vurgulayarak, tasavvuf ve tarikat yolunun savunmasını yapmaktadır. Biz bunları kısa maddeler halinde şöyle sıralayabiliriz:

a- Eşyada kusursuz ve her ciheti hayırlı şeyler, meşrepler, meslekler az bulunur.

b - Ehil olmayanlar bir işe girseler, elbette su-i istimal ederler.

c- Adalet-i Rabbaniye'nin düsturu olan hasenat ve seyyiat muvazenesine göre hüküm verilmelidir.

d- Keyfiyet, kemiyetten üstündür; bazı olur, bir tek hasene, bin seyyiata tereccüh eder, affettirir.

e- Tarikat ehli, dinsizliğin hücumuna karşı -kebairle fasık bile olsa- herkesten ziyade imanları korumaktadırlar.

f- İslam Âlemi'ndeki uhuvvetin/kardeşliğin gelişmesine ve yayılmasına en birinci tesirli vasıta olmuştur.

g- İslamiyet'in uzun zaman sarsılmayan üç önemli kalelerinden birisidir. [3]

Zahirden Hakikate Geçmek

Cenab-ı Hakk'ı tanımaya ve hakkıyla sevmeye ulaştıran pekçok “tarîk”in olduğundan bahseder, Bediüzzaman . Ona göre; bütün “hak tarîk”ler Kur'an'dan alınmasına rağmen, bir kısmı diğerlerine nazaran “daha kısa”, “daha selametli” ve “daha umumiyetli olmaktadır. [4] “Kemalât arşı” olarak nitelendirdiği Cenab-ı Hakk'ı tanıma yollarının ise, dört temel asla dayandığından bahsetmektedir:

1) “Tasfiye ve işrak” üzerine kurulu olan tasavvuf ehlinin tarîkıdır/yoludur. Tasavvufun, tasfiye denilen eğitim boyutu ile işrak denilen bilgi boyutu olmak üzere iki mertebesi vardır. Eğitim boyutu, tarikat, manevi makamlar, seyr u sülûk ve âdâb gibi konuları kapsar. Ameli taraf da denilen bu boyutta, zühdün gerektirdiği ibadet hayatı, nefsani ve dünyevi isteklerden arınma, riyazet ve her çeşit mücahede ile Allah'a yönelmek bulunmaktadır. Bilgi boyutu ise insanın manevî eğitimle birlikte ahlâk ve takvâ açısından yükselişin ve Allah'a yaklaşmanın sonucu olarak kâinattaki bir kısım ilâhî sırlara ait elde edilen bilgilerdir. Mücahededen sonra gelen müşahede safhası da denilen bu ikinci boyutta; zühdün ortaya çıkardığı haller, nefsin tasfiyesinden sonra doğan vecd, zevk ve marifetler açığa çıkmaktadır. Ebu'l Kasım el-Cüneyd , Zünnun el-Mısri , Muhyiddin İbnü'l-Arabi gibi mutasavvıflar bu yolu takip etmişlerdir.

2) “İmkan ve hudus” a dayanan kelam alimlerinin yoludur. Sa'd-ı Taftazani , Fahreddin-i Razi gibi alimler bu yolda hakikate gitmeye çalışmışlardır. İmkan ve hudus unvanları altında kainatı sarmalayıp, zihnen üstüne çıkarak vahdaniyeti ispat etmek metodunu takip etmişlerdir.

Her ne kadar bu iki yol Kur'an kaynaklı dahi olsalar; insan düşüncesinin ve duygularının karışması sebebiyle değişime uğramışlar, hatta uzunlaşıp müşkülleşerek şüphelerden mahfuz kalamamışlardır.

3) “Hükema” denilen ve şüphelerle dolu İslam filozoflarının yoludur. Kindi , Farabi , İbn Sina ve İbn Rüşd gibi Aristo 'nun görüşlerinden etkilenen ve onun ekolüne atfen yürüyenler anlamında ‘ Meşaiyyun' diye isimlendirilenler ile Sühreverdi 'nin görüşlerini esas alan ve bilginin nefsi günahlardan arındırma sonucu insanın kalbine yansıyan sezgisel bilgi olduğunu kabul eden ‘ İşrakiyyun' unvanıyla anılanlar, bu yolun takipçileridirler. Bu yolda gitmek o kadar zor ve tehlikelidir ki; İbn-i Sina ve Farabi gibi dahiler, adi bir mü'minin derecesini ancak kazanabilmişlerdir. Hatta, İmam-ı Gazali gibi bir ‘ Hüccetü'l-İslam' , onlara o dereceyi de vermemiştir. Hem bir de, kelam ilminin dehalarından olan bir kısım Mutezile imamları, bu mesleği benimseyip akla fazla hakim kıldıklarından, ancak fasık, mübtedi bir mü'min derecesine çıkabilmişlerdir. [5]

4) “Belagat” ve “cezalet” cihetiyle en parlak; istikamet cihetiyle en kısa; anlaşılabilirlik ve genele hitap etmek cihetiyle en geniş bir yol olan “Mîrac-ı Kur'an” dır. [6]

Zahirden hakikate geçmek iki yol ile olabilmektedir: Birincisi, “seyr u sülûk” denilen tarikat berzahındaki birçok mertebeleri çıkmak ile hakikate ulaşmaktır. İkincisi ise, doğrudan doğruya hakikatin cazibesine kapılıp, tarikat berzahına girmeden, lutf-u İlahi ile hakikate geçmektir. [7] Sahabenin ve Tabiînin önder oldukları bu ikinci yüksek ve kısa yol, Kur'an hakikatlerinin “kâfi bir mürşid” olması sırrını taşımaktadır. Onlar, Kur'an'dan bütün latifelerinin ve duygularının hisselerini almaktadırlar. Sahabeler, kötülüğü emreden nefislerini öldüren ehl-i velayetin aksine, nefislerini “tezkiye ve tathir” etmişlerdir. Kötülüklerden arınmış nefsin mahiyetindeki birçok cihazlarla, ubudiyetin her çeşidini, şükür ve hamdin her türlüsünü azami derecede yapmışlardır. [8]

Velayet-i Ahmediye ve Tarikat-i Muhammediye(a.s.m.)

Peygamber Efendimiz(a.s.m.) “zülcenaheyn” dir. Yani, velayeti ve külli ubudiyeti cihetiyle bütün yaratılmışların dergah-ı İlahide elçisi olduğu gibi, risaleti ve Cenab-ı Hakk'a yakınlığı cihetiyle de, dergah-ı İlahinin yaratılmışlar aleminde memurudur. [9] O'nun(a.s.m.) velayetinin büyüklüğü Miraç ile gösterilmiştir. Mirac'ın sırrıdır ki, O'nun velayeti risaletine kaynak teşkil etmiştir. Bediüzzaman, ilham ile vahyi, velayet ile risaleti karşılaştırırken bir sultanın halkı ile iki ayrı muhatabiyetini örnek olarak zikretmektedir. Birinci konuşması; sıradan bir halk ile, basit bir iş için, kişisel bir ihtiyacını karşılamak amacıyla özel telefonuyla görüşmesidir. İkinci konuşma ise; sultanlık unvanıyla en büyük bir elçisiyle, bütün memleketinin menfaatlerini ilgilendiren bir meseleyi, yüce bir ferman ile ilan ederek konuşmasıdır. İşte, velayet ile risalet arasındaki fark buna benzemektedir. Velayette, perde var iken risalette yoktur. Doğrudan doğruya Kainat Sultanı olan Cenab-ı Hak ile muhatap oluş vardır. Buna, “akrabiyet-i İlahiye”nin inkişafı da denmektedir. Yedi rengiyle, ısısıyla, ışığıyla ve derinlemesine nüfuz etmesiyle aynaya aynadan daha yakın olan bir güneş misali gibi, Cenab-ı Hakk'ın, varlıklara onlardan daha yakın olması sırrının anlaşılmasıdır. Velayette ise, kurbiyet esastır. Güneşi tanıyabilmek için dünya kadar büyüyüp, ay kadar yükselip ona yaklaşmaya çalışmak misali, tarikat berzahında seyr ü sülûk ile birçok mertebelerden geçerek külliyet kazanmak gerekmektedir. [10] Akrabiyete mazhariyet vehbidir; Allah'ın rızasını kazanmak olan mahbubiyet ile Rahmaniyetinin cezbesine girmektir. Yol çok kısa olmakla birlikte; çok yüksek, halis ve selametlidir. Kurbiyet yolu ise kesbidir; Allah'a olan uzaklık noktasında mertebe kazanarak yaklaşmak olduğundan uzundur, berzahları, perdeleri, engelleri çoktur. Acayip harikaları fazla olan kurbiyet yolu, yine de kıymetçe akrabiyet mertebesinden çok aşağıdır. [11]

Risalete dönüşen Peygamber Efendimiz'in(a.s.m.) velayeti, bütün velayetlerin üzerindedir. Aslında, velayet yolunu Miracı'nın nurani caddesi genişliğinde açan Peygamber Efendimiz(a.s.m.) ardından kapıyı da açık bırakmıştır. O'nun(a.s.m.) yolunu takip eden ümmetinin evliyası da, ruhları ve kalpleri ile Mirac'ın gölgesinde seyr ü sülûk edip istidatlarına göre yüksek makamlara çıkmışlardır. [12] O(a.s.m.), benzeri olmayan risalet ve velayetinin iki nurani kanadıyla kemalatın en yüksek mertebelerine uçarak, imkan ve vücubun kesişme noktası olarak bilinen Kâb-ı Kavseyn'e çıkmış, hem semavat aleminde bulunanlara hem de yeryüzünde yaşayanlara övünç kaynağı olmuştur. [13]

Risaletin velayetten yüksekliği derecesinde, risaletin hademeleri olan Sahabeler de, velayet dairesindeki en salih insanlardan daha üstün bir makama sahiptirler. Öyle ki, risaletten kaynaklanan sohbete bir dakika mazhar olmuş bir Sahabe, senel erle seyr ü sülûka denk gelecek derecede hakikat nurlarına mazhar olmaktadır. Celaleddin-i Süyûti gibi çok defa uyanık iken Peygamber Efendimiz(a.s.m.) ile bu alemde sohbet etmekle şeref kazanmış bir insan bile, bu sır gereği Sahabenin en küçüğüne yetişememektedir. Çünkü, Sahabeler; resul ve nebi olarak O'nunla(a.s.m) sohbet etmişler, veli insanlar ise velayet-i Ahmediye(a.s.m) nuruyla sohbet ediyorlardı. [14]

Bediüzzaman, Hz.Ebubekir (r.a.) ile Hz.Ömer' in(r.a.), Hz.Ali 'den(r.a) önce hilafete geçmelerini ve rüçhaniyetlerini, yine nübüvvet ile velayetin derecelerine göre izah etmiştir. Hz.Ali(r.a.) velayet sırrından kaynaklanan fevkalade şahsi kemalata sahiptir. Fakat, yine onun şahsi kemalatı, Hz.Ebubekir(r.a.) ile Hz.Ömer'in(r.a.) veraset-i nübüvvet noktasındaki hisselerinin fazlalığına ve hilafetleri zamanında İslamiyet'in hakimiyetinde göstermiş oldukları başarılı icraatların kazandırdığı fazilete denk gelememektedir. Bediüzzaman, bu meseleyi izah ederken zengin bir zatın evlatlarına miras olarak paylaştırdığı hazineyi örnek olarak vermektedir. Bu zengin zat, evlatlarından birine yirmi birim gümüş ile dört birim altın veriyor. Diğerine beş birim gümüş ile beş birim altın veriyor. Öbürüne de, üç birim gümüş ile beş birim altın veriyor. Son ikisinin eline az bir miktar geçtiği ve gümüşten hisseleri düşük olduğu halde, altınlardaki hisselerinin bir birim fazlalık, değerce daha fazla hisse sahibi olmalarını temin etmiştir. Aynı şekilde, Şeyheyn'in (Hz.Ebubekir ile Hz.Ömer) akrabiyet-i İlahiyenin sırrı olan veraset-i nübüvvet altınından hisselerinin az bir fazlalığı, kurbiyet-i İlahiyenin sırrı olan şahsi kemalatın çoğuna üstün gelmektedir. [15] Nübüvvetin velayetten üstünlük sırrı, sahabilerin de derecelerinin belirlenmesinde etkili olmuştur.

Velayet-i Ahmediye'nin “tarikat”i ve “evrad-ı mahsusa”sı olan namazdan sonra yapılan tesbihat da, bütün tarikatlerin ve evradların üstündedir. Çünkü, “sübhanellah, elhamdülillah, Allahuekber” gibi mübarek kelimeler yüz milyonlarca mü'minden meydana gelmiş bir zikir halkası içinde, Resul-ü Ekrem(a.s.m) gibi bir serzakir eşliğinde söylenmektedir. [16] Bediüzzaman , bu mübarek kelimeleri; “erkan-ı imaniyenin birer çekirdeği ”, “Kur'an hakikatlerinin hülasaları” ve “namazın çekirdekleri” olarak vasıflandırmakta, parlak bir kısım sûrelerin başlarında pırlanta gibi görünmelerini de buna bağlamaktadır. [17] “Sünnet-i Seniyyeyi esas tutan, Habibullah'ın(a.s.m) zılli altında makam-ı mahbubiyete mazhardır,” diyen İmam-ı Rabbani Ahmed-i Farukî 'nin, Sünnet-i Seniyye hakkındaki şu sözleri, velayet-i kübra olan veraset-i nübüvvetin ulviyetini göstermektedir: “Ben seyr-i ruhanide kat'-ı meratib ederken, tabakat-ı evliya içinde en parlak, en haşmetli, en letafetli, en emniyetli, Sünnet-i Seniyyeye ittibaı esas-ı tarikat ittihaz edenleri gördüm. Hatta o tabakanın âmî evliyaları , sair tabakanın has velilerinden daha muhteşem görünüyordu.” [18]

Risale-i Nur, Niçin Tasavvuf Değil, Hakikattir?

Risale-i Nur Külliyatı 'nda, buna tek bir cümle ile cevap vermek zorunda kalsaydık, herhalde buna en uygunu şu cümle olacaktı: “Derece-i şuhud, derece-i iman-ı bilgaybdan çok aşağıdır.” Bediüzzaman bu cümleyi, kendisine Muhyiddin-i Arabi (k.s.), Seyyid Abdülkadir (k.s.) gibi meşhur evliyanın kitaplarında geçen Kaf dağı, arz-ı beyza ve meşmeşiye denilen acayip hakikatlerle fen ve coğrafyadan edinilen bilgilerin çelişiyor olması sorulduğunda kullanmıştır. Ona göre bu meşhur insanlar, ehl-i velayet ve şuhuddurlar. Gördükleri de doğrudur; fakat, şuhud haleti bir yönüyle rüyaya benzediğinden, rüyadaki adamın kendi rüyasını tabir edememesi gibi, onlar da gördüklerini o haldeyken tabir etmeye hakları yoktur. Tabire ehliyetli olanlar ise, ancak “asfiya” denilen Kur'an ve sünneti bütün incelikleriyle bilen peygamber varisleridir. Asfiyalar; şuhuda değil, Kur'an'a ve vahye gaybi olarak iman etmişlerdir. Fakat, inançlarındaki safiyet ve ihata, onları iman hakikatleri konusunda doğruya çok yaklaştırmıştır. Zaten, ehl-i şuhud olan evliyaların bir kısmı da, asfiya makamına çıktıkları vakit yanlışlarını anlamışlar ve söylediklerini tashih etmişlerdir. [19]

Bütün peygamberlerin serveri olan Resul-i Ekrem(a.s.m.) ve bütün mukaddes kitapların en parlağı olan Kur'ân-ı Hakîm; iman hakikatlerini çok parlak bir tarzda tafsilatıyla açıklamışlardır. Fakat, arkalarından gelen evliyanın; hakikati ararken elde ettikleri meşhudatlarında ve keşiflerinde birçok ihtilaflar ortaya çıkmıştır. Bazen ise keşiflerinin gerçekle ve doğruyla mesafelerinin oldukça açıldığı görülmüştür. Ayrıca, bir kısım evliya; hakkalyakin derecesinde tevhid hakikatinde ileri gittikleri halde, imanın diğer esaslarında aynı şekilde ilerleyemediklerine şahit olunmuştur. Hatta, o velilere tabi olanlar, daha sonraları diğer iman esaslarına gerekli ehemmiyeti de göstermemişlerdir. Bediüzzaman 'a göre bütün bunların nedeni; hakikati araştırırken araya giren binler perdelerin ve berzahların aşılamamasıdır. Gerçi, insan istidat olarak bütün kemalatın tohumlarına sahiptir. Fakat, birçok farklı arzuları vardır ve bunları yapabilecek gücü ile iradesi de oldukça sınırlıdır. Dolayısıyla, hakikati keşfetmek ve hakkı bulmak için çaba gösterirken sayısız berzahlara takılmaktan kurtulamamaktadır. Bir kısım iman hakikatlerinin tam anlamıyla inkişaf etmemesinin nedeni, işte bu sırdan kaynaklanmaktadır. [20]

Tevhid inancında sade şekliyle tatmin olmayan bir kısım insanlar, kendi tasavvufi kültürlerinin ve ruhi tecrübelerinin yardımıyla tevhide yeni bir boyut getirmek istemişlerdir. Sufiler, nerdeyse tevhidi itikad alanından felsefi ve sofistik bir alana çıkarmışlardır. Sufiler, “ havassın tevhidi ” diye bahsettikleri inanç; sufi tecrübe sonucunda ulaşılan ve zevk olarak yaşandığı için, ifadesi imkansız, aklın idrak edemediği bir hal olarak kalbe tecelli eden tevhiddir. Sufilerin bir kısmı akli tevhidi avamın tevhidi olarak kabul ederler. Tevhidin en yüksek hali ise; sufinin kendisinden geçerek, sadece Allah bilincinin kaldığı derin bir ruhi şuurda zevken idrak edilmesi/“ fena ” hali olarak isimlendirilmektedir. Fena, Allah sevgisinden sarhoş olmuş bir insanın halidir. Başka bir ifadeyle, ilahi müşahedenin kapladığı bir insanın, huzur-u İlahide, kendisinden geçtiği ve zatı hakkında bilincini kaybettiği bir haldir. Onun nefsinden ve mahlukattan fani olduğunda, nefis ve mahlukat yine vardırlar. Sadece o, kendisinden ve varlıktan gafildir.

Bediüzzaman , nefis, akıl ve kalbin hakikate ulaşma yollarını, Zühre ismiyle nakışlı bir çiçek, Ay'a aşık bir katre ve Güneş'e bakan safvetli bir reşha yardımı ile açıklamıştır. Güneşin, çiçeğe, katreye ve reşhaya ikişer yolla yöneldiğinden ve feyiz verdiğinden bahsetmektedir. Birincisi, doğrudan doğruya, berzahsız, perdesizdir. İkincisi ise, berzahlar ve perdelerin araya girmesiyle, sınırlı ve vasıtalıdır. İlki, nübüvvetin yolu, ikincisi velayet mesleğinin yoludur. Birinci yolda gidenler; “Ben bütün alemi aydınlatan güneşin aynasıyım,” diyebilirken; ikinci yolda gidenler ancak; “Ben kendi güneşimin aynasıyım,” diyebilirler. Çünkü, ikinci yolda gidenler; perdelerin, berzahların varlığı nedeniyle bütün alemi aydınlatan güneşi göremezler ve bilemezler. Bu nedenle, yeryüzünü ısıtmak, aydınlatmak, bütün bitkilere ve hayvanlara hayat kaynağı olmak, gezegenleri etrafında döndürmek gibi hayret verici icraatları, kendi güneşlerine vermeleri “şuhud-u kalbi” ile mümkün olamamaktadır. Çünkü, inançları ile gördükleri, şahit oldukları birbiriyle çatışmaktadır. Ancak, aklî ve imanî bir tarzda inançlarını koruyabilirler. [21]

İman hakikatleri gibi mutlak hakikatlerin, sınırlı algılarla hatasız ve eksiksiz bilinemeyeceğini, Yirmi Dördüncü Söz'ün İkinci Dal'ında acib bir temsil ile izah edildiğini söyleyen Bediüzzaman , Yirmi Beşinci Söz'de ise daha kolay bir temsile yer vermiştir. Bu temsile göre; denizin derinliklerinde sayısız değerli mücevherlerle dolu bir define bulunmaktadır. Gavvas dalgıçlar, defineye ait mücevherleri gözleri kapalı olduğu için, el yordamıyla çıkarmaya çalışmaktadırlar. Dalgıçlardan bir kısmı, uzun bir elması, diğer bir kısmı küresel bir yakut, daha bir başka küresel bir kehribar bulmaktadır. Her biri de, elindeki mücevherin definenin aslı ve en büyüğü olduğuna inanmaktadır. Başkalarının da, bir kısım mücevherleri bulduklarını duyduklarında ise, onların hazinenin teferruatına ait bir kısım parçalara sahip olabileceklerini düşünmektedirler. İşte kendi keşiflerine güvenen tasavvuf ehlinin ve filozofların münevver kısmı İşrakiyyun hekimlerinin durumlarını, temsildeki gözleri kapalı gavvasa benzetmektedir, Bediüzzaman. Onlar Kur'an'dan ders aldıkları halde, sünnetin ölçüleriyle tartmadıkları ve kendi meşhudatlarına güvendikleri ve külli hakikatin yalnızca bir yönünü görüp, cazibesine kapılarak onda hapsoldukları için ifrat ve tefritlere düşerek hakikatlerin tenasübünü koruyamamışlardır.

Tarikatsız Cennete Gidenler Çoktur; İmansız Cennete Giden Yoktur

Kur'an'a hizmeti esnasında, kendisine Rahim ve Hakîm isimlerine mazhariyet [22] verildiğini belirten Bediüzzaman , sözlerinde hem akıl ve hikmeti esas almış, hem de şefkatin ve uhuvvetin prensiplerine olduğunca hassasiyet göstermiştir. “Biz muhabbet fedaileriyiz, husumete vaktimiz yoktur,” [23] diyen ve İslamiyet dairesi içinde hangi meşrepten olursa olsun, sevgi, kardeşlik ve birlik vesilesi olacak ortak nokta bulunduğunu düşünerek yaşamayı ihlasın bir gereği gören [24] ve müslümanların nereden ve kimden olursa olsun istifadelerine taraftar olmayı hem ihlas hem de hakperestliğin [25] vazgeçilmez bir parçası sayan birinin; “zaman tarikat zamanı değil,” sözünü amacını aşmayacak şekilde yorumlamak gerekmektedir.

O döneme bakıldığında imani ve İslami her türlü faaliyetin yasak edildiği görülecektir. Medreseler, tekke ve zaviyeler kapatılmış, din dersleri okullardan kaldırılmış ve her türlü dini faaliyet takibat altına alınarak cezalandırılmıştır. Buna mukabil, Dr. Dozi gibi dinsizlerin kitapları serbest bırakılarak harici zararlı cereyanların faaliyetleri hoşgörülmüştür. Alfabenin değiştirilmesi ve yeni eğitim sistemi ile dininden, tarihinden ve kültüründen uzaklaşmış yeni bir nesil yetiştirilmeye çalışılmıştır. Nasıl ki, Zülkarneyn 'in yaptırmış olduğu seddinin tahrip edilmesiyle Ye'cüc ve Me'cüc ler dünyayı görülmedik derecede karıştırmışlar. Bediüzzaman 'a göre aynı şekilde; Kur'an'ın setleri yıkılmıştır, etrafındaki surlar dağılmıştır. Bu durum ise, Ye'cüc ve Me'cüc'ün tehlikesinden çok daha korkunç bir durumdur. [26] Çünkü, ahlakın bozulması ve inançların yitirilmesi, geçici bir hayatı değil sonsuz bir hayatı tehlikeye atmaktadır. İşte, Risale-i Nurlar böyle bir ortamda ortaya çıkarak, gönüllerde zayıflayan iman nurunun tekrardan parlamasına hizmet etmiştir.

Yanına gelen herkese; “iman lazım, İslamiyet lazım, tarikat zamanı değil” [27] diyen Bediüzzaman , bütün kuvvetiyle imana hizmet etme nedenini ise şöyle açıklamaktadır: “Tarikatsız Cennete gidenler çoktur, imansız Cennete giden yoktur.” [28] İman ve İslamiyet'in kemaliyle yaşanması için, mutlaka tasavvufi eğitim almak ve tarikata intisap etmek gerekmemektedir. Nitekim, İslam tarihi içinde tasavvuf ve tarikat yolunu takip etmeden çok önemli hizmetler yapmış pek çok büyük alimler gelip geçmiştir. Bu alimlerin gönül dünyalarının bir dervişin gönül dünyasından aşağıda olduğunu söylemek de, pek insaflıca olmayacaktır.

Bu zamanda en büyük bir ihsan, bir vazife, imanını kurtarmaktır ve başkalarının imanına kuvvet verecek bir surette çalışmaktır [29] diyen Bediüzzaman için, “iman hizmeti, her şeyin üstünde kutsal bir vazifedir.” [30] Çünkü, fen ve felsefeden destek alan maddeci ve tabiatçı küfür cereyanı; bir veba gibi yeryüzünün her tarafını istila ettiği bir zamanda, her insana yeryüzü genişliğinde bir mülkü kazandıracak saadetli ebedi hayatı tehlikeye atmaktadır. Hiçbir şeyin yerini doldurması mümkün olmayan, bu önemli vazifenin yapılabilmesi için ise hem dünya, hem her şeyi bırakmak ve bütün vakti iman hizmetine yoğunlaştırmak gerekmektedir. [31] İşte Onun, bir insanın imanını kurtarmayı, on mümini velayet derecesine çıkarmaktan çok daha önemli görme nedenlerinden biri de budur. Çünkü iman, sonsuz bir saadeti, yeryüzü genişliğindeki bir saltanatla birlikte kazandırırken; velayet ise, cennetteki derecelerin yükselmesini temin etmektedir. [32] Bu asırda ise, -taklidi imana sahip mü'minler de dahil- birçok insan ebedi saadetli bir hayatı, iman zayıflığı ya da noksanlığı nedeniyle kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya bulunması sebebiyle, iman ve Kur'an hakikatlerinin her kesimden insanın anlayacağı seviyede açıklıkla anlatılması en önemli bir mesele olmuştur.

Günümüzde, her insanın ben duygusu ve kendini diğer insanlara beğendirme arzusu sınır tanımayacak derecelere varırcasına coşmuştur. Nazarların dünyevileştiği bu zamanda, en çok merak edilen, üzerinde konuşulan, tartışılan konuları da siyaset ve fen bilimleri oluşturmaktadır. Sekülerizm denilen, uğrunda mukaddes değerlerin de feda edildiği ve umumi bir gafletin hakim olduğu dehşetli bir dönem yaşanmaktadır. İşte, bu özel zamanda her şeyden fazla ihtiyaç hissedilen iman hakikatleri öyle bir tarzda anlatılmalıdır ki; kainatta hiçbir şeye alet ve basamak yapılmadığı, hiçbir menfaat ve maksadın kirletemediği, hiçbir şüphe ve felsefenin mağlup edemediği bir tarzda ders olabilsin. Aksi taktirde; dünyevi maksatlara alet edilme ittihamından kurtulamayacağı için, şimdi çok daha fazla layık olduğu ilgi ve değerden mahrum kalacaktır.

Bu zamanda kutbiyet gibi manevi makamlarla iman hakikatlerine hizmet etme yolu da müşkülleşmiştir. Bediüzzaman 'a göre, bunun iki ana nedeni vardır. Birincisi, yapılan hizmetlerin ve anlatılan hakikatlerin, manevi makamlara alet edilme ihtimaliyle revaç bulmayarak değer kaybetme riskidir. İkincisi ise, anlatılan hakikatlere “kutbun hususi makamından ve hususi hissiyatından geliyor,” nazarıyla bakılması sonucu, dünyadan ve felsefeden gelen şüphelere mağlup olmasıdır. Eğer, her şeyin üstünde yalnız hakikat ders verilirse, çekirdek mahiyetinde hakikatin özü daha sonraları inkişaf edip ağaç haline gelebilecek ve meyveler verebilecektir. [33] Bu halet ve itikat başkasına sirayet edip fayda verdiği halde, diğeri hususi ve şahsi kalmaya mahkum olmaktadır. Mesela, Risale-i Nur'dan haşir hakikatinin özünü ders alan biri, aliminden âmîsine, gencinden ihtiyarına her kim olursa olsun, bu dersini başkasının imanını takviye etmek amacıyla ikna edici bir tarzda anlatabildiği halde; tasavvufi haller ile ulaşılan hakikatleri toplumun her kesiminden insana ders verebilmek mümkün olamayacağı gibi felsefi şüpheleri izale etmesi de mümkün olmayacaktır. Çünkü, tasavvufi hakikati yakalamak için her kişinin ayrı olarak aynı haleti yaşaması ve görüp tattıktan sonra anlaması gerekmektedir.

Sufiler; seyr ü süluk esnasında üns, vecd, kabz, bast, heybet, şekv, inzicac, gaybet, huzur, cem, fark, fena, beka gibi “hal” denilen ruhsal tecrübeler yaşamaktadırlar. Sufinin mücadehesinin neticesi ve meyvesi olan makamların aksine, haller Allah'ın dilediği kuluna ihsan ettiği lütuflardır. Sufi, kalbine nur ve parıltılar şeklinde doğan bu halleri tabir etmekten de, izah etmekten de acizdir. Hatta, sufilerin büyük bir bölümü ya ruhi tecrübelerin ifade edilemeyeceğine inandığından ya da izaha kalkışmanın yanlış anlaşılmalara yol açmasından endişe ettikleri için sessiz kalmayı tercih etmişlerdir. Onların ilimleri zevki olduğundan ve zevki bilginin anlatımında dilin yetersiz kaldığı görüldüğünden, kinayeli ve remizli sembolik bir dil kullanmaktan başka çareleri kalmamıştır. Yine de, aynı tecrübe ve zevki yaşamamış insanlara yardımcı olmaları -istikameti kaybetmeksizin- imkansız bir hal almıştır. Zaten aslolan da, tasavvufun özü denilen bu haller, herkesin kendi müşahedesi ve tecrübesi olduğundan, delili de yalnızca sufinin kendisine ait olarak kalmasıdır. Sezgisel, vicdani ve zevki bilginin üzerine nazariye kurmak şimdiye kadar başarılabilmiş bir durum olmaması bunun en sağlam kanıtıdır.

Ayrıca, büyük zatların sözlerini delilsiz kabul etmek, hakikat hakkında güçlü bir zan ile kanaat verdiği halde, mantıkça kesinlik ifade etmemektedir. Çünkü, mantık ilminde kesin bilgi, hüsn-ü zanna ve otorite şahıslara bakmamaktadır; çürütülemeyen delillere dayanıp dayanmadığına bakmaktadır. Bu nedenle, bu zamanda tarikat cereyanlarına galebe çalan felsefi cereyanları mağlup etmek için; “ibadet” yerinde “ilim” içinde, “sülûk ve evrad” yerinde “mantıki bürhanlar” ile hakikatler anlatılmalıdır. İşte, Risale-i Nur'un tasavvuf ve tarikat yerine, kelam ve akide ilmi içinde hakikate yol açan bir metot takip etmesinin sırrı bu gerçeklerden kaynaklanmaktadır. [34]

İmanın Muhafazası İçin Neler Gereklidir?

Bu zamanı diğer zamanlardan çok daha dehşetli yapan iki hal vardır: “Hubb-u dünya” ve “küfr-ü inadi”

Günümüzde (konforlu) yaşama hissi, israf, iktisatsızlık, kanaatsızlık, hırs yüzünden bereketin kalkmasıyla ve zaruri olmayan ihtiyaçların artıp yaşam şartlarının ağırlaşmasıyla, şimdiye kadar görülmedik derecede yaralanmıştır. Dünyevi nimetlerden azami istifade etme arzusu o kadar çekici bir hal almıştır ki, en sıradan bir dünyevi ihtiyaç en büyük bir dini meseleden daha fazla önemsenir olmuştur. Akıbeti görmeyen, hazır lezzeti gelecekteki çok daha büyük lezzetlere tercih eden nefs-i emmare, insanın yüce hislerini, kalp ve aklını mağlup ederek hakiki vazifelerini yapmaktan alıkoymuştur. İşte, “Onlar dünya hayatını seve seve ahirete tercih ederler” [35] ayetine mâsadak olan bu asrın insanını, meşru olmayan dünya sevgisinden kurtarmanın yolu, haram lezzetlerin içindeki elemi ispat etmekten geçmektedir. Aksi halde, bu terbiyeden mahrum bir insan “Cenab-ı Hak, Gafurü'r-Rahim'dir. Hem Cehennem pek uzaktır” diyerek, hissiyatına mağlup olmuş kalp ve ruhunun rağmına sefahetine devam etmekten kendini kurtaramayacaktır. [36]

Fenlerin gelişmesi, pozitivist dünya görüşünün dünyanın her yerinde yaygınlık kazanmasıyla mukaddes olan her şeyi reddeden bir küfür akımı ortaya çıkmıştır. İlim ve fenniyle küfre gitmiş insanların sayısı, eski zamanlarla kıyaslanmayacak derecede artmıştır. Önceki asırlarda böyle inatla küfrünü savunan bir kişiyi, büyük bir memlekette bile bulmak zor iken, günümüzde bir ilçede yüzlercesi yaşamaktadır. Firavunluk derecesinde gurur sahibi olan bu kişiler, iman hakikatleri ve İslamiyet'in yaşanmasına karşı her türlü imkanı kullanarak mücadele ettikleri için, onların düşüncelerini temelinden sarsıp yıkan tesirli bir hakikate ihtiyaç vardır. Ta ki, onların tecavüzlerini durdursun, bir kısmını imana getirsin ve Müslümanların –taklidi dahi olsa- inançlarını hakikatsizlik şüphelerinden koruyabilsin. [37]

Çarşılarda mevsimlere göre bazı mallara rağbetin arttığı söyleyen Bediüzzaman, sosyal hayatı ve medeniyeti çarşıya, yüzyılların getirdiği yenilikleri de mevsimlere benzetmektedir. İnsanların yüzyıllar geçtikçe, ilgilendikleri ve değer verdikleri şeyler de çok büyük bir değişime uğramaktadır. Örneğin, Asr-ı Saadette, bütün nazarlar Allah'ın arzularını kelamından anlamaya çalışmak ve ahiret saadetini kazanmak ile meşgul iken; günümüzde nazarlar dünyevileşmiş ve “ben”in heveslerine odaklanmıştır. [38] Yani, bilimi, siyaseti ve ekonomik değişimleri daha fazla önemseyen insanlardan müteşekkil bir toplum meydana gelmiştir. İnancın zayıflayıp inkarın arttığı, yabancı kültürlerin istila ettiği, bid'aların yaygınlaştığı ve sapık inançların rağbet gördüğü bir zamanda, İslamiyet'e ve imana karşı yapılan şiddetli saldırılar tarihin hiçbir zamanında görülmedik bir boyuta çıkmıştır. Küfrün şahs-ı manevinin dehasıyla hücum ettiği bir sürece girilmiştir. Bu derecede yoğun saldırılar karşısında, Müslümanların ittifak ile bir şahs-ı manevi çıkarmaları, ihtilaf verici en küçük meselelerden bile kaçınmaları zorunluluk derecesine ulaşmıştır. Bu nedenle, İslamiyet'in nazariyat kısmına ait olan meseleler üzerine yoğunlaşan ve meşrebini bu meselelere bina eden her türlü hak cereyanlar, ihtilafa meydan vermemek ve her kesin yürüyebileceği Kur'an'ın ana caddesinde birliği temin etmek için gayret göstermelidirler. Hem, günümüzün insanları dinin zaruriyatını terk etmişlerdir. Dinin zaruriyatının terki ise ebedi saadetli bir hayatın kaybedilmesine yol açmaktadır. Öyle ise, böyle bir zamanda bütün himmet ve gayretin, zaruriyatın ikamesine ve ihyasına sarf edilmesi gerekmektedir.

Ahirzaman'ın en dehşetli hali olan dinsizlik, anarşilik ve maddiyyunluğun kısa bir zamanda Çin'i komünistliğe çevirmesi, onun siyasi ve maddi kuvvetlerle susmayan ne derece tehlike bir musibet olduğunu göstermiştir. Bediüzzaman, bu felaketten kurtulmanın yalnızca Kur'an'ın hakikatlerine sarılmakla mümkün olacağını söylemektedir. [39] Bu nedenle sofimeşrep zatların da, eski sermayeleriyle Risale-i Nur dairesine girip nurlanmalarını, bu zamanın “müstakim ve metin cadde-i Kur'aniyesi”ne sahip çıkmaları gerektiğini vurgulamıştır. Ona göre, zaten sünnet-i seniyye dairesinde, on iki tarikatin özü Risale-i Nur dairesi içinde mevcuttur. Eğer bu noktaya riayet etmeyip, rakibane bir çığır açılırsa, zındıka haricinde hiçbir kimsenin bundan fayda görmeyeceği ikazını yapmaktadır. [40]

Bu asrın ağır şartları altında, birçok meslekler gibi tarikatler de, dinsizlik akımına karşı mağlubane perde altında dini hizmet etmek zorunda bırakılmışlardır. Fakat, özellikle bu memlekette, bid'alara müsamaha göstererek, bazen teviller ile tahrifata taraftar olarak dine hizmet etmek mümkün olmadığını zaman göstermiştir. Yapılan bütün hücumlara karşı mağlup olmayan, en muannid düşmanlarına da hakikatlerini resmen teslim ettiren ve herkesin imanına kuvvet verecek bir tesire sahip olan bir mesleğe ihtiyaç vardır. Onun da Risale-i Nur mesleği olduğu, tarihin karanlık sayfalarının yaşandığı bir zamanda parlak bir surette görülmüştür.

Bütün İnsani Cihazlar İle Hakikate Yolculuk Etmek

İlmi ikiye ayıran sufiler, akıl ve düşünmeyle elde edilen bilgiye “ilim” derlerken, mahiyeti ile kaynağı bilinmeyen ve hem yorumu hem de açıklaması yapılamayan bilgiye ise “marifet” adını vermektedirler. Birinci bilgiyi elde edenleri “alim” diye adlandırırlarken, ikincilerine ise “arif” ünvanını kullanmaktadırlar. Akıl ve kategorilerini hakikat için kalın birer perde olarak gören sufiler, gerçek bilgiye vicdan ve irade ile ulaşılabileceğini kanaatine sahip olmuşlardır. Onlara göre, irade bütün ihtiyari davranışların kaynağıdır. Bu açıdan kalbin hareketlerinden ortaya çıkan tevekkül, şükür, haya, sabır, kanaat, havf vb. iradi hükümlerin ayrıntılarını araştırmak tasavvufun temelini oluşturmaktadır. Zevki idrakin algılayıcısı olan kalp de sufiler için tasavvufi marifetin merkezinde yer alan en önemli cihaz olarak ayrıcalık kazanmıştır.

Aslında, İslam sadece kalbi esas alan tasavvufi bir din değil, aynı zamanda akıl dinidir de. Hatta, İslamiyet'te ve Kur'an'da akla hitap edilen yerler kalbe ya da duygulara hitap yerlerden çok daha fazladır. Bediüzzaman, Muhakemat adlı eserinde Kur'an'ın hikmetli üslûbuna yemin ederek, İslamiyet'in her asrı aydınlatmasını ve Hıristiyanlığın ise dalalete sapmasını akla ve bürhana dayanmasından kaynaklanmasına bağlamaktadır. Kur'an, hakîmdir. Hakîm ise, akıl kabul etmeyen şeyleri akla tahmil etmez [41] diyen Bediüzzaman'a göre, Kur'an ezelden ebede uzanan hikmetin prensiplerini barındırmakta ve akılla meşveret etmektedir. “Bakmazlar mı?” [42] , “Bakınız” [43] , “Onlar hiç düşünmezler mi?” [44] , “Hâlâ düşünmez misiniz?” [45] , “Düşünün” [46] , “Farkında değiller” [47] , “Aklını kullanıyorlar” [48] , “Aklını kullanıp anlamazlar” [49] , “Biliyorlar” [50] ve “Bundan ibret alın, ey basiret sahipleri” [51] gibi birçok ayetin başlangıcı ya da sonunun aklın istişaresine sunulması, Kur'ân'ın akla verdiği değeri göstermesi açısından oldukça önemlidir. [52] Kainatı okunması ve anlaşılması gereken bir kitap gibi gösteren Kur'an, bütün varlıkları incelemeye ve vahdaniyete nasıl şahitlik ettiklerini anlamaya çağırmaktadır insanları. Sufilerin iddia ettikleri gibi, Cenab-ı Hakkı insanlara bütün yönleriyle eksiksiz tarif eden üç büyük külli muarriften biri olan varlık alemi ve tılsım-ı kainat olan benliği hiçe sayıp yaşamak, Kur'an vermiş olduğu terbiyenin birincil hedefleri arasında yer almamaktadır.

Bediüzzaman imanın yalnız ilim olmadığını, belki birçok duygunun onda hisselerinin bulunduğunu dikkat çekmektedir. Yemeğin midede hazmedildikten sonra, farklı fonksiyonlara sahip damarlar yardımıyla vücudun her tarafına hayat vermesi gibi; ilim ile gelen iman hakikatlerinin de “akıl midesi”nde hazmedildikten sonra sırasıyla ruh, kalp, sır ve nefis gibi latifeleri doyurması gerektiğini vurgulamaktadır. [53] Belki de, insanın manevi, ruhsal sağlığının korunması, bu şekilde bütün cihazların canlılıklarını temin eden gıdalardan mahrum bırakılmaması ile mümkün olacaktır.

Dünya, ahiret bütün varlık alemi terk etmek, hatta esma ve sıfatı dahi bırakarak, yalnız Cenab-ı Hakkın zatına kalbini bağlamak olan tasavvuf yolu, hem kainatın içinde vahdaniyet şahitleri olan sayısız varlıkları hem de insanın nefsine takılan birçok duyguları atıl duruma atmaktadır. Madem ki insan yalnızca kalpten ibaret değil, belki akıl, ruh, sır ve nefis gibi pek çok vazifeli duyguları bulunmaktadır. Kalp, yalnız kendini kurtarmak için askerini terk eden bir kumandan vaziyetinden kurtulmalıdır. Bu onun için iftihar vesile olmadığı gibi, zafer kazanmak da değildir. Belki ondan beklenen, duygulardan oluşan askerlerinin başına geçip kahramancasına hedefe yürümesi, ondan beklenen asıl ve asil vazifedir. Öyle ise, gerçek “insan-ı kamil”, bütün duygularını, cihazlarını kendilerine mahsus kulluk vazifelerinde istimal ederek, hakikat canibine zengin ve güçlü bir şekilde yol alan Sahabe mesleğinin takipçileridir. [54]

Bediüzzaman, kendisinin hakikat yolculuğunda yalnız kalben gitmeyi esas alan tasavvuf ve tarikat yoluna kanaat edememesini, zamanında akli ve felsefi ilimlerle çokça meşgul olmasına da bağlamaktadır. Felsefe hikmetinin aklına ve fikrine yaralar açması nedeniyle, aradığı mesleğin bu yaraları tedavi edebilmesini beklemektedir. Akıl ve kalple hakikate ulaşmış birçok büyük hakikat ehli olmasına rağmen, her birinin ayrı bir cazibedar özelliği olması nedeniyle birisiyle yetinememiştir. İmam-ı Rabbani'nin “Tevhid-i kıble et” irşadıyla, hakiki tevhid-i kıblenin ancak Kur'an ile olabileceğini anlamıştır. Tedavi isteyen nefsin şüphelerinin varlığı ise, manevi ve ilmi mücahedesinde akıl gözünün açık olmasını temin etmiştir. O'na göre, İmam-ı Gazali (r.a.), Mevlana Celaleddin (r.a.) ve İmam-ı Rabbani (r.a.) de akıl ve kalp ittifakıyla hakikate gitmişler, istiğrak ehlinin akıl gözünü kapadıkları makamlarda, gözleri açık olarak gezmişlerdir. [55]

Kaynağını, Doğu ilimleri ya da Batı bilimlerinden almayan, tamamen Kur'an ayetlerine dayanan Risale-i Nurlar, Bediüzzaman'ın ifadeleriyle: “Âyât-ı Kur'aniyeden tereşşuh eden bir nurdur. Kur'an-ı Mu'cizü'l-Beyan'ın bu zamana mahsus bir i'caz-ı manevisidir.” [56] Kur'an'ın insana ait vehim, hayal ve sır gibi bütün hisleri, latifeleri canlandırma ve kendi zevklerine göre gıdalandırma özelliği; bu zamanda onun manevi tefsiri olan ve hakikatlerini eşi benzeri görülmedik bir şekilde izah eden Risale-i Nur'da da bulunmaktadır. Kur'an temsil metodunu takip eden Risale-i Nur'un bir sayfasında bir kitap kadar, okuyanları üzerinde etki bırakmasının sırrı da bu olsa gerektir.

On beş haftada tahkiki imanı kazanmak ve kırk dakikada hakikate çıkmak

Bediüzzaman, imanı kurtarmak ve kuvvetlendirmek ve tahkiki yapmanın en kısa ve en kolay yolunun Risale-i Nur olduğunun, çok tecrübeler ile anlaşıldığını söylemektedir. Risale-i Nur'un on beş sene yerine on beş haftada tahkiki imanı kazandırdığına, başta kendisini ve yirmi bin Nur talebesini şahit olarak göstermektedir. Otuz üç adet Sözler'in, eski zamanda kırk günden kırk seneye kadar ancak çıkılabilen iman hakikatlerine, kırk dakikada çıkmaya yol açtığını, [57] –günümüzde sayıları milyonları aşmış- “dikkatle okuyan” Nur Talebeleri ilan etmektedirler.

Bu hakikatin birinci delili Bediüzzaman kendisidir. O eski hayatını, bir cilt kitabı bir günde anlayarak okuyacak derecede okuma merakı ve faaliyetiyle geçirmiştir. Bir çok hakikatlerin yer aldığı Risale-i Nur'un telifi esnasında ve telifinden sonra ise, Kur'an'dan ve yazdığı eserlerinden başka yanında hiç bir kitap bulundurmamış, bulundurmaya da ihtiyaç hissetmemiştir. [58]

Onun bu tavrı, gerçi bir kısım hocalar ve sufiler tarafından Risale-i Nur'a karşı geçici bir süre çekinmeyi ve soğukluğu netice vermiştir. İmam-ı Gazali (r.a.) gibi müçtehit zatların kitaplarını yanında bulundurmayışı, onları beğenmediği şeklinde yorumlanmıştır. Bediüzzaman, aslında bu gibi manasız sözlerin bir kısım dinsiz insanlar tarafından zihinlere bulantı verilmek için yayıldığı halde, bazı safdil hocalar ve sufilerin ise onlara perde yapıldığı düşüncesine sahiptir. Kendisini Hz. Ali (r.a.) ile bağlayan yegane üstadı olarak gördüğü İmam-ı Gazali'yi (r.a.) beğenmemek bir tarafa, bütün gayretinin onların takip ettiği mesleği dinsizliğin hücumundan kurtarmak ve korumak olduğunu söylemiştir. Fakat o zamandan bu zamana geçen yüzyıllar boyunca birçok şey değişime uğramıştır. Mesela; a- dinsizlik cereyanı doğrudan, iman hakikatlerine saldırmaktadır b- Dini ve ilmi tartışmalarda kullanılan manevi silahları kazanmak zaman gerektirmektedir c- Bu silahlar, zamanın düşmanlarının savunma tekniklerine karşı etkili olamamaktadır. Günümüz şartları altında çok daha farklı bir esere ihtiyaç duyulmaktadır. İşte, bütün hakikatli kitapların kaynağı olan Kur'an, bu zamanın ihtiyacı olarak keskin ve hızlı kazanılan silahları, Risale-i Nur'a mükemmel bir üstad olmakla vermiştir. [59]

Bediüzzaman'ın kendi tahsil hayatı da çok ilginç olaylara mazhar olmuştur. Dini ve İslami ilimlerde ihtisas sahibi olabilmek için, medrese usûlüne göre en az on beş sene eğitim almak gerekmektedir. Ancak, onun eğitimi bir iki sene sarf ve nahiv eğitimi gördükten sonra, üç ay gibi kısa bir zamanda kırk elli kitabı okuyup icazet almaya hak kazanacak derecede şaşırtıcı gelişmelere sahne olmuştur. Ona göre, Cenab-ı Hakkın kendisine böyle bir tarzda ilme vukufiyet nasip etmesini zaman şu şekilde tefsir etmiştir: “Bir zaman gelecek ki, değil on beş sene belki bir sene de ulûm-u imaniyeyi ders alacak medreseler ele geçmeyecek ve azalacak… Ulûm-u imaniyeyi üç dört ayda, kısa bir zamanda ellere verebilecek bir tefsir-i Kur'anî çıkacak ve o biçare Said de onun hizmetinde bulunacak.” [60]

On beş senede kazanılan “kuvvetli tahkiki imanı” Risale-i Nur'un on beş haftada ve bazılarına on beş günde kazandırdığına, “yirmi senede, yirmi bin zat” tecrübe etmeleriyle şahit olmuşlardır. [61] Bu sayı otuz beş, kırklı yıllar için geçerlidir. Günümüze kadar sayıları on milyonları geçen Nur talebeleri, aynı hakikati tasdik etmeye devam etmektedirler. Yine o zamanlarda, hapiste Risale-i Nur ile tanışan yüzlerce kişi cinayetlerinden tevbe edip namaz kılmaya başlamışlardır. Kısa bir zamanda Nur eserleriyle ıslah olan mahpusların bu durumları, bir kısım memurların (Denizli ve Afyon hapishaneleri, adliyenin gardiyan ve müdürleri) [62] dikkatlerini çekmiş ve onlara şu sözü söyletmiştir: “On beş sene hapiste kalmasının faydası kadar, on beş hafta Risale-i Nur fayda vermiş." [63]

İmam-ı Rabbani, kelam alimleri içinden birisinin iman ve İslam hakikatlerini ap açık akli delillerle ispat edeceğini, eski zamanın büyük zatlarına dayanarak ders vermiştir. Hatta o kişinin kendisi olmak istediğini, belki de kendisi olduğunu söylemiştir. Çünkü, onun nazarında iman, insan mükemmelliğinin özünü teşkil etmektedir ve “Bir saat tefekkür, bir sene ibadetten daha hayırlıdır” [64] hadisinin sırrına da, ancak iman hakikatlerini tefekkür ile ulaşmak mümkündür. [65] Fakat, zaman göstermiştir ki, asırlardır beklenilen Risale-i Nur'dur. Kur'an'ın bütün önemli hakikatlerini en inatçı dinsizlere karşı dahi parlak bir surette ispat etmiştir. İbn-i Sina gibi dahilerin bile, “akıl buna yol bulamaz” diyerek anlaşılmasında aciz kaldıklarını itiraf ettikleri hakikatleri avamlara, çocuklara bildirmiştir. Sa'd-ı Taftazani gibi bir allamenin, kırk elli sayfada havastan insanlara ancak anlatabildiği kader ve cüz'i ihtiyar ile ilgili meseleleri, Yirmi Altıncı Söz iki sayfada her kesimden insanın anlayabileceği tarzda açıklamaktadır. Kainatın yaratılış sırları, sürati hiç eksilmeyen müthiş hareketlerin ve değişimlerin hikmetleri gibi akılların hayrette kaldığı meseleler, Yirmi Dördüncü Mektup, Otuzuncu Söz vb. yerlerde derinlemesine izah edilmiştir. En sıkıntılı anlarda, çok süratli bir şekilde ve hakikatlerin bütün incelikleri korunarak yazılan bu eserler, elbette Kur'an'ın bu zamana bakan manevi i'cazından başka bir şey değildir. [66]

( Selim Sönmez , Yeni Asya gazetesi ve Köprü dergisi yazarı / Risale-i Nur Enstitüsü adına gönderdiği cevap / 07.01.2003)


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: Said-i Nursi Hz.nin Tasavvufa Bakışı: Telvîhât-ı Tis'a
MesajGönderilme zamanı: 11.01.10, 22:24 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 20.01.09, 10:20
Mesajlar: 239
DİPNOTLAR:

[1] Nursi, Bediüzzaman Said, Sözler (İstanbul: Yeniasya Neşriyat, 2001), s. 238.

[2] Nursi, Bediüzzaman Said, Mektubat (İstanbul: Yeniasya Neşriyat, 1999), s. 429.

[3] Nursi, Bediüzzaman Said, Mektubat (İstanbul: Yeniasya Neşriyat, 1999), s. 430.

[4] Nursi, Bediüzzaman Said, Sözler (İstanbul: Yeniasya Neşriyat, 2001), s. 438.

[5] Nursi, Bediüzzaman Said, Sözler (İstanbul: Yeniasya Neşriyat, 2001), s. 500.

[6] Nursi, Bediüzzaman Said, Mesnevi-i Nuriye (İstanbul: Yeniasya Neşriyat, 1999), s. 213; Nursi, Bediüzzaman Said, Muhakemat (İstanbul: Yeniasya Neşriyat, 1999), s. 107.

[7] Nursi, Bediüzzaman Said, Sözler (İstanbul: Yeniasya Neşriyat, 1999), s 454; Nursi, Bediüzzaman Said, Mektubat (İstanbul: Yeniasya Neşriyat, 1999), s. 340

[8] Nursi, Bediüzzaman Said, Sözler (İstanbul: Yeniasya Neşriyat, 1999), s. 454.

[9] Nursi, Bediüzzaman Said, Sözler (İstanbul: Yeniasya Neşriyat, 1999), s. 63.

[10] Nursi, Bediüzzaman Said, Sözler (İstanbul: Yeniasya Neşriyat, 1999), s. 123,124, 517.

[11] Nursi, Bediüzzaman Said, Sözler (İstanbul: Yeniasya Neşriyat, 1999), s. 454.

[12] Nursi, Bediüzzaman Said, Sözler (İstanbul: Yeniasya Neşriyat, 1999), s. 532.

[13] Nursi, Bediüzzaman Said, Sözler (İstanbul: Yeniasya Neşriyat, 1999), s. 540.

[14] Nursi, Bediüzzaman Said, Sözler (İstanbul: Yeniasya Neşriyat, 1999), s. 451.

[15] Nursi, Bediüzzaman Said, Mektubat (İstanbul: Yeniasya Neşriyat, 1998), s. 30-1.

[16] Nursi, Bediüzzaman Said, Kastamonu Lahikası (İstanbul: Yeniasya Neşriyat, 2001), s. 73; Nursi, Bediüzzaman Said, Sikke-i Tasdik-i Gaybi (İstanbul: Yeniasya Neşriyat, 2001), s. 151-2.

[17] Nursi, Bediüzzaman Said, Şualar (İstanbul: Yeniasya Neşriyat, 1997), s. 212.

[18] Nursi, Bediüzzaman Said, Lem'alar (İstanbul: Yeniasya Neşriyat, 1994), s. 55.

[19] Nursi, Bediüzzaman Said, Mektubat (İstanbul: Yeniasya Neşriyat, 1998), s. 82-4.

[20] Nursi, Bediüzzaman Said, Sözler (İstanbul: Yeniasya Neşriyat, 1999), s. 303.

[21] Nursi, Bediüzzaman Said, Sözler (İstanbul: Yeniasya Neşriyat, 1999), s. 305.

[22] Nursi, Bediüzzaman Said, Mektubat (İstanbul: Yeniasya Neşriyat, 1998), s. 24.

[23] Nursi, Bediüzzaman Said, Divan-ı Harb-i Örfi (İstanbul: Yeniasya Neşriyat, 1993), s. 64.

[24] Nursi, Bediüzzaman Said, Lem'alar (İstanbul: Yeniasya Neşriyat, 1994), s. 155.

[25] Nursi, Bediüzzaman Said, Lem'alar (İstanbul: Yeniasya Neşriyat, 1994), s. 156.

[26] Nursi, Bediüzzaman Said, Kastamonu Lahikası (İstanbul: Yeniasya Neşriyat, 2001), s. 111.

[27] Nursi, Bediüzzaman Said, Mektubat (İstanbul: Yeniasya Neşriyat, 1999), s. 66; Nursi, Bediüzzaman Said, Şualar (İstanbul: Yeniasya Neşriyat, 1997), s. 399; Nursi, Bediüzzaman Said, Emirdağ Lahikası (İstanbul: Yeniasya Neşriyat, 1999), s. 61.

[28] Nursi, Bediüzzaman Said, Emirdağ Lahikası (İstanbul: Yeniasya Neşriyat, 1999), s. 28.

[29] Nursi, Bediüzzaman Said, Emirdağ Lahikası (İstanbul: Yeniasya Neşriyat, 1999), s. 57.

[30] Nursi, Bediüzzaman Said, Emirdağ Lahikası (İstanbul: Yeniasya Neşriyat, 1999), s. 66.

[31] Nursi, Bediüzzaman Said, Emirdağ Lahikası (İstanbul: Yeniasya Neşriyat, 1999), s. 231.

[32] Nursi, Bediüzzaman Said, Kastamonu Lahikası (İstanbul: Yeniasya Neşriyat, 2001), s. 56.

[33] Nursi, Bediüzzaman Said, Emirdağ Lahikası (İstanbul: Yeniasya Neşriyat, 1999), s. 66.

[34] Nursi, Bediüzzaman Said, Emirdağ Lahikası (İstanbul: Yeniasya Neşriyat, 1999), s. 80.

[35] İbrahim Suresi, 3.

[36] Nursi, Bediüzzaman Said, Ayetü'l-Kübra (İstanbul: Yeniasya Neşriyat, 1999), s. 191-193; Nursi, Bediüzzaman Said, Kastamonu Lahikası (İstanbul: Yeniasya Neşriyat, 2001), s. 74.

[37] Nursi, Bediüzzaman Said, Ayetü'l-Kübra (İstanbul: Yeniasya Neşriyat, 1999), s. 199-200.

[38] Nursi, Bediüzzaman Said, Sözler (İstanbul: Yeniasya Neşriyat, 1999), s. 443.

[39] Nursi, Bediüzzaman Said, Emirdağ Lahikası (İstanbul: Yeniasya Neşriyat, 1999), s. 297.

[40] Nursi, Bediüzzaman Said, Kastamonu Lahikası (İstanbul: Yeniasya Neşriyat, 2001), s. 88.

[41] Nursi, Bediüzzaman Said, Sözler (İstanbul: Yeniasya Neşriyat, 1999), s. 177.

[42] Ğaşiye Suresi; 88:17.

[43] Âl-i İmran Suresi, 3:137; Nahl Suresi, 16:36, Neml Suresi, 26:69, Ankebut Suresi, 29:20; Rum Suresi, 30:42

[44] Nisa Suresi, 4; 82; Muhammed Suresi, 47:24.

[45] En'âm Suresi, 6:80; Secde Suresi, 32:4.

[46] Sebe Suresi, 34:46.

[47] Bakara Suresi, 2:9; Âl-i İmran Suresi, 3:69; En'âm Suresi, 6:26; Nahl Suresi, 16:2.

[48] Bakara Suresi, 2: 164; Ra'd Suresi, 13:4; Nahl Suresi, 16:2, 67; Hac Suresi, 22:46; Furkan Suresi, 25:44; Ankebut Suresi, 29: 35; Rum Suresi, 30: 24, 28: Casiye Suresi, 45:5.

[49] Bakara Suresi, 2:170, 171; Maide Suresi, 5:87; Enfal Suresi, 8:22; Yunus Suresi, 10:42, 100; Ankebut 29:63; Zümer Suresi, 39:43.

[50] Bakara, 2:75 (Kur'ân'da 32 yerde geçmektedir.)

[51] Haşir Suresi, 59:2.

[52] Nursi, Bediüzzaman Said, Muhakemat (İstanbul: Yeniasya Neşriyat, 2001), s. 34.

[53] Nursi, Bediüzzaman Said, Mektubat (İstanbul: Yeniasya Neşriyat, 1999), s. 318.

[54] Nursi, Bediüzzaman Said, Sözler (İstanbul: Yeniasya Neşriyat, 1999), s. 456.

[55] Nursi, Bediüzzaman Said, Mesnevi-i Nuriye (İstanbul: Yeniasya Neşriyat, 2001), s. 10.

[56] Nursi, Bediüzzaman Said, Kastamonu Lahikası (İstanbul: Yeniasya Neşriyat, 2001), s. 156.

[57] Nursi, Bediüzzaman Said, Mektubat (İstanbul: Yeniasya Neşriyat, 1999), s. 27.

[58] Nursi, Bediüzzaman Said, Kastamonu Lahikası (İstanbul: Yeniasya Neşriyat, 2001), s. 52.

[59] Nursi, Bediüzzaman Said, Kastamonu Lahikası (İstanbul: Yeniasya Neşriyat, 2001), s. 139.

[60] Nursi, Bediüzzaman Said, Emirdağ Lahikası (İstanbul: Yeniasya Neşriyat, 1999), s. 312.

[61] Nursi, Bediüzzaman Said, Kastamonu Lahikası (İstanbul: Yeniasya Neşriyat, 2001), s. 88.

[62] Nursi, Bediüzzaman Said, Emirdağ Lahikası (İstanbul: Yeniasya Neşriyat, 1999), s. 364.

[63] Nursi, Bediüzzaman Said, Emirdağ Lahikası (İstanbul: Yeniasya Neşriyat, 1999), s. 360.

[64] El-Aclunî, Keşfü'l-Hafâ, 1:310; Gazali, İhya-i Ulûmi'd-Din, 4:409 (Kitabu't-Tefekkür); el-Heysemî, Mecmeu'z-Zevâid, 1:78.

[65] Nursi, Bediüzzaman Said, Şualar (İstanbul: Yeniasya Neşriyat, 1997), s. 212.

[66] Nursi, Bediüzzaman Said, Mektubat (İstanbul: Yeniasya Neşriyat, 1999), s. 361-362.

http://www.hakikat.net/icerik/inceleme- ... akikat.php


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: Said-i Nursi Hz.nin Tasavvufa Bakışı: Telvîhât-ı Tis'a
MesajGönderilme zamanı: 11.01.10, 23:13 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 20.01.09, 10:20
Mesajlar: 239
Risale-i Nur'da Tasavvufî Anlayış

Cemal Doğan


23.02.2009

Kur'ân'ın hakikatlerini özellikle 20. asır insanlarının hidayetine daha çok muhtaç oldukları âyetleri izah eden Risale-i Nur Külliyatı, her insan için en mühim mesele olan "Ben neyim? Nereden geliyorum? Nereye gideceğim? Vazifem nedir? Bu mevcudat nereden gelip nereye gidiyorlar? Mahiyet ve hakikatleri nedir?" gibi suallerin cevabını Kur'ân'a dayanarak açık ve kati bir şekilde, çekici bir üslup ve güzel bir ifade ile beyan edip ruh ve akılları tenvir ve tatmin eder. 20. asrın Kur'ân düşüncesi olan bu eserler bir taraftan teknik, fen ve sanat olarak maddiyatı, diğer taraftan imân ve ahlâk olarak maneviyatı camî ve havî olacak İslâm medeniyetinin, sadece maddiyata dayanan sair medeniyetleri geride bırakacağını isbat ve îlân eder.
GİRİŞ
İnsan için en büyük merak konusu olan şeylerin başında kendi yaradılışı, kainatla münasebeti ve ikisi arasındaki hakikat bağlarını yakalamak gelir. Bu yolda ona yol gösterici olarak Allah (cc) tarafından Nebiler (as) gönderilmiş, daha sonra da onların yollarının izah ve şerhlerini yapan âlimler, âbidler, muhakkikler, tasavvuf erbabı vb. insanlar gelmiştir. Bunların bütünü bu hakikatin bir parçasını göstermeye çalışmış ve vazifelerini hakkıyla yaparak hakiki âleme gitmişlerdir. Bunlardan bir bölümü olan tarikat ve tasavvuf erbabı da vazifelerini bihakkın ifa etmiş ve insanlığa hakikate giden nurdan bir iz bırakmışlardır. Biz bu yazımızda tasavvufun genel bir tarifini yaptıktan sonra 14. (20) asırdaki İslâmî hizmette çok önemli bir yeri olan Risale-i Nurun tasavvuf ve tarikat anlayışını izah etmeye çalışacağız. Böyle bir çalışmadan maksat ise, kafalardaki bazı istifhamları kaldırmaktır. Bu istifhamların başında da "Risale-i Nur tasavvuf ve tarikata karşıdır" iddiası gelmektedir.
TASAVVUF VE TARİKAT NEDİR?
Tasavvuf en veciz tarifini Gazalî'de bulur: "Kalbi Hakka bağlayıp mâsiva (O'ndan gayri herşey) ile ilgiyi kesmektir"(1). O'nun gayesi ise, "Hakkın rızasını kazanmak için nefisleri temizlemek, güzel ahlâk sahibi olmaya çalışmak veya kısaca Allah (cc) ve Resûlünün (sau) ahlakıyla ahlâklanmak" (2) olarak bilinmektedir. Ayrıca tasavvuf, "Hz. Peygamber (sav)'in manevi otoritesinin terbiye, irşâd, davet ve tebliğ adıyla devam eden müesseseleşmiş şeklidir" (3) diye de izah edilmektedir. "Hz. Peygamber devrinde bilinmeyen ve pek meşhur olmayan bir kelime olan Tasavvufun ortaya çıkışı ve türetilişi tartışmalı bir konu olsa da" genel anlamıyla "Sûf (yün) kökünden geldiği kabul edilir" (4) ve kısaca "İlâhi emirlere tam teslimiyet, Allah ve Resûlünün ahlâkıyla ahlâklanmak ve mâsivadan kalbî alâkayı kesmek" (5) manâlarında kullanılır. Tasavvuf iyice incelendiğinde görülecektir ki; "O İslâm'ın insana gösterdiği gaye olan insan-ı kâmil olmanın bir yolu ve yöntemi, iki diyarın anahtarı, gönül gözünün açılmasında mükemmel vasıta ve ilâhi bir aşk" (6), "Allah (cc)'tan gayriye (makam, mevki, mal, mülk, para, kadın, hırs vs.) kul olmama, O'ndan başkasından hiç birşey ummama, ihtirası bırakıp Hakk'in verdiğine şükür etme, şikayeti bırakıp sıkıntıya alışma, kibri bırakıp tevazuyu huy edinme, uykuyu ve gafleti bırakıp ibadete devam etme" (7)'dir. Bu tariflerin yeterliliğine güvenerek Risale-i Nurun tasavvuf ve tarikat anlayışına geçelim. Fakat bu mevzuya geçmeden önce kısaca Risale-i Nur'un manâ ve mahiyetinden bahsetmekde de fayda mülahaza ediyoruz.
RİSALE-İ NUR NEDİR VE NASIL BİR TEFSİRDİR?
"Kur'ân'ın hakikatlerini özellikle 20. asır insanlarının hidayetine daha çok muhtaç oldukları âyetleri izah eden Risale-i Nur Külliyatı, her insan için en mühim mesele olan "Ben neyim? Nereden geliyorum? Nereye gideceğim? Vazifem nedir? Bu mevcudat nereden gelip nereye gidiyorlar? Mahiyet ve hakikatleri nedir?" gibi suallerin cevabını Kur'ân'a dayanarak açık ve kati bir şekilde, çekici bir üslup ve güzel bir ifade ile beyan edip ruh ve akıllan tenvir ve tatmin eder, 20. asrın Kur'ân düşüncesi olan bu eserler bir taraftan teknik, fen ve sanat olarak maddiyatı, diğer taraftan imân ve ahlâk olarak maneviyatı camî ve havî olacak İslâm medeniyetinin, sadece maddiyata dayanan sair medeniyetleri geride bırakacağını ispat ve ilan eder." Risale-i Nur'un nasıl bir tefsir olduğu hakkındaki açıklamalarda ise; Tefsir iki kısımdır. Birisi; malum tefsirlerdir ki, Kur'ân'ın kelime, ibare ve cümlelerinin manâlarını beyan, izah ve ispat ederler. İkinci kısım tefsir ise; "Kur'ân'ın imanı olan hakikatlarını kuvvetli delillerle beyan, ispat ve izah etmektir. Bu kısmın çok ehemmiyeti var. Meşhur malum tefsirler, bu kısmı bazan mücmel bir tarzda dercediyorlar, fakat Risale-i Nur doğrudan doğruya bu ikinci kısmı esas tutmuş, emsalsiz bir tarzda muannid feylesofları do susturan bir manevi tefsir olmuştur" (8) denmektedir. Ayrıca Risale-i Nur akla gelen bütün istifhamları çözüme kavuşturmuş, fenden ve felsefeden gelen küfrün önünde bir sedd-i Kur'ân oluşturmuş, vahdaniyet-i ilahiyyeyi ve nübüvvetin hakikatini aklî ve ilmî delillerle ispat etmiş, akla gelen bütün imanî meseleleri en kat'i ve sağlam delillerle aklen, mantıken, ilmen izaha çalışmış ve bunda yüzde yüze varan bir başarı elde etmiş nurlu bir tefsir ekolüdür.
RİSALE-İ NURDA TASAVVUFÎ ANLAYIŞ
20. asrın fen ve felsefesinden gelen saldırılara Kur'ânî cevaplarla karşı koyan Bediüzzaman, tasavvuf ve tarikata saldıranlara da karşı çıkmış ve tasavvufun gayesini "Tasavvuf ve tarikatın gayesi, marifet ve iman hakikatlerinin inkişafı olarak, Peygamber Efendimiz'in Mir'acının gölgesi ve himayesi altında kalb ayağıyla, ruhânî bir yol kat etme neticesinde, zevkî, halî ve bir derece iman-Kur'ân hakikatlerini görerek onlara mazhar olma namıyla ulvî bir insan sırrı ve beşerin kemâl noktasına ulaşmasıdır" (8) diye açıklayarak en güzel şekilde müdafaa etmiştir. Getirdiği izahlarla tarikat ve tasavvufun bir haritasını çizen Bediüzzaman "Şeriat kabuk, tasavvuf içtir" diyenlerin de ifrata gittiklerini belirterek bu yolda gidilecek düsturları da ortaya koymuştur. Tasavvufun lüzumuna değinirken "İnsan şu kainatın bir fihristi olduğundan, kalbi de binler âlemin manevî haritası hükmündedir. O zaviyeden kalbin yoktan var edicisi o kalbi işlettirmesini inkişafını ve hareketini irade etmiş ki, öyle yapmış, madem irade etmiş elbette o kalbi işlettirmek için en büyük vasıtası, velayet mertebelerinde ilahi zikir ile tarikat yolunda iman hakikatlerine teveccüh etmektir" diyerek insan için kaçınılmaz bir yol olduğunu da belirtmiştir. Bu kalbî yol alma ve ruhani hareketin anahtarı ve vesilesinin ise ancak "İlahi zikir ve tefekkür" olacağını ve bunların güzelliklerinin anlatmakla bitmeyen şeyler olduğunu ve insana uhrevî faydalarla mükemmeliyet kazandıran bu vasıtadan uzak olmanın insana büyük zararlar açabileceğini de belirtir. Onu inkar edenlerin mühim bir yanılgı içinde olduklarını beyan ederken "Tarikat ve tasavvuf şeriatın bir delilidir. Çünkü onların içindeki bütün velayet ehli hakikatleri gözle gördüklerinden şeriatın bütün hükümlerini tasdik ederler. Bu hakikati anlayamayan veya onların aldıkları feyzden mahrum olanlar ulaşamadıkları o nurları inkara sapmışlardır. Sebebi ise, tarikatın mensuplarının bazılarında gördükleri suistimalleri ve hataları umuma teşmil etmeleridir. Bunları bahane ederek bir nevi âb-ı hayat dağıtan o kevser menbaını kurutmak için çalışıyorlar. Halbuki bu hatalar ehil olmayanların işidir ve hatasız meslek ve meşrepler hemen hemen yok gibidir. Cenâb-ı Hakk ahirette sevap-günah dengesine bakar. Sevap kefesi ağır basan kulu makbul sayıp Cennete koyar. Hasenat ve günahın muvazenesi ise kemmiyete değil keyfiyete göredir. Bazan olur bir sevap binlerce günahı affettirir. Madem Cenâb-ı Hakk böyle adalet eder, o halde inkar manâsızdır" izahlarını getirerek tarikat ve tasavvuf erbabının ordan aldıkları zevkle ve evliyaya duydukları muhabbetle imanlarını muhafaza edeceklerini de ortaya koyar. Bu husustaki inkarcılara karşı da "İşte ey hamiyetfuruşlar ve sahtekar milliyetperverler.. Tarikatın toplum hayatımızdaki bu güzel yönlerini çürütecek olan hangi günahlardır söyleyiniz" diyerek onları susturur. (Bu sözlerin tarikate karşı resmi çevrelerde takibatın başlayıp tekke ve zaviyelerin kapatılmaya başladığı bir anda yayınlandığını unutmayalım.)
Bediüzzaman velayet mesleğinde (tarikat ve tasavvuf yolunda) ilerlemenin çok kolay, kısa, kıymetli ve geniş olduğunu, ancak bu kolaylık içerisinde özü yakalayamayan insanların çok müşkilatlara, uzun ve dar bir yola düşeceklerini de belirterek bu yolda ilerleyenlerin iki şekilde yürüyebileceklerini anlatır. Bu yollardan birincisinin "Seyr-i enfüsi, diğerinin ise seyr-i afaki" olduğunu belirtir. Getirdiği orijinal cevaplarla enfüsî ve afakî meşrepleri anlatırken "Enfüsi meşrebi nefisten başlar, hariçten gözünü çeker, kalbe bakar, enaniyeti deler geçer, kalbinden yol açar, hakikati bulur. Sonra afâka girer, onu nurani görür. Çabucak o seyri bitirir, Enfüsi dairesinde gördüğü hakikati büyük bir ölçüde onda da görür. Bu yolda gitmenin en mühim esası enaniyeti kırmak, hevayı terketmek ve nefsi öldürmektir. Seyr-i afâki ise afâktan başlar, o büyük dairenin görünen yerlerinde esmanın ve sıfatın cilvelerini seyredip, sonra enfüsi daireye girer. Küçük bir ölçüde kalb dairesinde o nurları müşahede edip, onda en yakın yolu açar. Kalbin ayine-i Samed olduğunu görür, aradığı maksada vasıl olur. İşte birinci meşrepte yol alan insanlar nefsi emmareyi öldürmeye muvaffak olamazlarsa, hevayı terkedip enaniyeti kıramazlarsa şükür makamından fahr makamına düşer.. fahirden de gurura sukut eder. Eğer muhabbetten gelen bir cezbe ve cezbeden gelen bir nev'i sekir beraber bulunsa 'ŞATAHAT' namıyla haddinden çok fazla dâvalar ondan sudur eder. Hem kendi zarar eder, hem başkalarının zararına sebeb olur (9) diyerek gelebilecek tehlikelere de dikkat çeker. Bu hale düşenlere ise tavsiye ettiği reçete "Şeriatın ölçülerini elinde tutmak ve usûl-ud-din ulemasının düsturlarını kendisine rehber kabul etmek ve İmam-ı Gazali, İmam-ı Rabbani (ra) gibi muhakkik evliyaların talimatlarını tutmak" şeklindedir. Ayrıca 'İnsanın nefsini daima ittiham etmesi gerektiğini ve ona verilecek şeyin yalnızca acz, fakr ve kusur" olduğunu da beyan eder. Velayet yollan içinde en sağlam yolun Sünnete tabi olma, yani "amel ve hareketlerinde sünnete bağlılığını düşünüp onu taklit etmekten ibaret müstakim bir yol" olduğunu izah eden Bediüzzaman "İşte bu büyük cadde en büyük velilik yolu ve Nübüvvetin mirasçısı olan sahabîlerin (ra) ve selef-i salihinin caddesidir" (10) diyerek bunun en büyük esasının ise 'İHLAS' olduğunun izahını yapar. Bunun esas kaidelerinin "Bu dünyayı hikmet ve hizmet diyarı bilmek, ücret ve mükafat istememek, uhrevi hayata ait neticelere talip olmamak, verilse bile memnunane değil, mahzunane kabul etmek ve her hale şükretmek" (11) olduğunu da ayrıca belirtir.
ŞERİAT-TARİKAT KARŞILAŞTIRMASI
Bediüzzaman şeriat ve tarikatın bir karşılaştırmasını yapar, herbirine genel kaideler vaz'eder. Bunu izah ederken "Şeriat doğrudan doğruya gölgesiz, perdesiz Ehadiyat sırrı ile Mutlak Rububiyet noktasında ilahi hitabın neticesidir" (12) diyerek "Tarikatın en yüksek mertebelerinin ancak şeriatın cüz'leri hükmüne geçebileceğini" yani onların ancak bir vesile, başlangıç ve hadim olabileceklerini (13) anlatır. Bu noktada 'Şeriat kabuk, tarikat-tasavvuf özdür" diyenlere de gereken cevabı verirken "yoksa bazı tasavvuf mensuplarının zannettikleri gibi şeriatı zâhiri bir kabuk, hakikati onun içi ve neticesi ve gayesi tasavvur etmek doğru değildir. Şeriatın insanların tabakalarına göre inkişafı ayrı ayrıdır. Avam insanlara göre şeriatın zâhirini şeriatın hakikati zannedip havassa açılmış olan şeriat mertebelerine HAKİKAT ve TARİKAT namı vermek yanlıştır. Şeriatın umum tabakalara bakan yanı vardır" (14), izahını getirir ve neticede de "Tarikatın en mühim esasının sünnete uymak" olduğunu söyler.
TARİKAT EHLİNİN VARTALARI
Sünnetin ölçülerini elinde tutmada yani onları pratik hayata tatbik etmeden tarikat ve tasavvufun içine dalan insanların birçok vartaya düşeceklerini ve bunların da insanı büyük yanılmalara götüreceğinin izah ve ispatını yapan Bediüzzaman bunların başlıcalarının; "Velayeti, Nübüvvete tercih etme, evliyayı Sahabeden üstün görme, birkısım tarikat evradı ve adaplarını sünnete tercih ederek muhalefet etme, ilhamı vahiyle karıştırma, keramet, zevk ve nurani tecellileri hoş görüp onlara aşık olma ve onları ibadete tercih etme, fahri, nazı şatahatı, insanların teveccühünü, şükrün, niyazın, tazarruatın ve insanlardan istiğnanın önüne geçirmek (15) ten ibaret olduğunu anlatır. Bu vartalardan kurtulmanın tek yolunun ise Kitap ve Sünnetin ölçüleri ile hareket etmekten geçtiğini ve onlar bilinmeden tarikat dairesine girilmemesi lazım geldiğini de ayrıca beyan eden Bediüzzaman "Şeriatsız cennete giden yoktur ama tarikatsız cennete giden çoktur" (16) diyerek meselenin önemine dikkat çekmiştir.
ZAMAN TARİKAT ZAMANI DEĞİLDİR SÖZÜNÜN HAKİKATI
Şimdi burada daima sözü edilen ve edildiği meclislerde çoğu zaman yanlış anlaşılmalara sebeb olan bir sözün izahını da yapmak gerekecektir. Bu "Zaman tarikat zamanı değildir" sözüdür. Şunun bilinmesi zaruri bir hakikattir ki, 'bir sözün hüsnünün, metanet ve kuvvetinin anlaşılması için dört şeyin iyi bilinmesi gerekir. Bunlar da, kim söylemiş, kime söylemiş, hangi makamda söylemiş ve hangi maksatla söylemiş' cümleleridir. Bunlar bilinmeden bir sözün gerçek değerinin anlaşılması zordur. Şimdi Bediüzzaman bu sözü ne zaman söylemiştir, bu çok önem arzetmektedir. Bu söz, Tekkelerin kapatılmaya başlandığı ve tarikat toplantılarının sıkı bir takibata maruz kaldığı bir anda söylenmiştir. Zaten tekkelerin bir kısmı, yeni şartların ihtiyaçlarına cevap vermekten uzak, üstelik kötü uygulamalar sebebiyle âdeta kendi kendilerini kapatmışlardır. Öyle anlaşılıyor ki Bediüzzaman, bir taraftan, bu tahribatın müslümanlar arasında doğuracağı ümitsizliği giderip teselli etmek, diğer taraftan, Kur'ân hizmetinin tarikatlarla kaim olmadığını belirtmek istiyordu.
Cemiyet hayatının bozulmaya yüz tutmasıyla, Osmanlı eski ihtişamını kaybetmiştir. Ahlâki çöküntü, ister istemez bütün müesseselere sıçramış ve İslâm bu dönemde toplum hayatında görünmez olmuştu. Bu sıçrayışta bu müesseselerin kurtulması ise zaten mümkün değildi. Artık zaman fitne ve fesadın kol gezdiği bir devirdir ve bu devirde herkes kendi şahsi kemâlatıyla meşgul olmaktadır. İman ve Kur'ân hakikatlerinin ayaklar altına alındığı bir dönemde insanın şahsi kemâlatıyla uğraşması, direkleri çürümüş bir binanın içinin süsüyle uğraşmaya benzediğinden birinci ve en birinci vazife olan iman kurtarma yoluna girmenin lüzumuna dikkat çekmek için söylenen bir sözü umum zamanlara teşmil edip 'Bediüzzaman tarikata karşıdır' deme en azından insafsızlıktır. Bediüzzaman Hazretleri bu hususu izah ederken İmam-ı Rabbani'den getirdiği misâllerle meseleyi derinlemesine tahlile tabi tutmuş ve neticede şu hükme varmıştır; "İmam-ı Rabbani (ra) Mektubatı'nda demiş ki, iman hakikatlerinden bir meselenin inkişafını binlerce zevkler, zevk halleri ve kerametlere tercih ederim', 'Hem demiş ki, bütün tariklerin son noktası iman hakikatlerinin vuzuh ve inkişafıdır', madem hakikat böyledir; ben tahmin ediyorum ki, eğer Şeyh Abdulkadir-i Geylani (ra), Şah-i Nakşibend (ra) ve İmam-ı Rabbani (ra) gibi zatlar bu zamanda olsaydılar (yani iman ve Kur'ân hakikatlerinin cemiyet hayatından silinmeye çalışıldığı dönem) bütün gayret ve çalışmalarını iman hakikatlerinin takviyesine sarfedeceklerdi. Çünkü, ebedî saadetin medârı onlardır. Onlarda kusur edilse ebedî şekavete sebebiyet verir. İmansız cennete gidemez, fakat tasavvufsuz cennete giden çoktur. Ekmeksiz insan yaşayamaz, fakat meyvesiz yaşayabilir. Tasavvuf meyvedir, iman hakikatleri gıdadır" (17). Bu hususta varid olan bir suale verdiği cevapda da, insanın şeriat yolunda kalbi çalıştırırken takip etmesi gereken hareketin ne olduğunu anlatır. Sualde iddia edilen mesele şudur; "Tarikatlar hakikatlerin yollarıdır. Tarikatların içerisinde en meşhur, yüksek ve büyük cadde iddia olunan Nakşibendi hakkında, o tarikatın kahramanlarından ve imamlarından bazıları esasını böyle tarif etmişler. Demişler ki: Nakşî tarikatında dört şeyi bırakmak lazım; 'Hem dünyayı, hem nefis hesabına ahireti dahi hakiki gaye yapmamak, hem vücudunu unutmak, hem ucbe, fahre girmemek için bu terkleri düşünmemektir. Demek hakiki Marifetullah ve insanın kemâlâta gitmesi mâsivânın terki ile olur?" denmektedir. Bediüzzaman bu suâle verdiği cevapta; 'Eğer insan yalnız bir kalbten ibaret olsaydı, bütün mâsivâyı terk, hatta esmâ ve sıfatı dahi bırakmak, yalnız Cenâb-ı Hakk'ın zâtına kalbi bağlamak lazım gelirdi. Fakat insanın akıl, ruh, sır, nefis gibi pek çok vazifeli latifeleri ve hassaları vardır. Esas kamil insan odur ki, bütün o latifeleri kendilerine mahsus ayrı ayrı ibadet yolunda hakikat yönüne sevketmekle sahabe gibi geniş bir dairede, zengin bir surette, kalb bir kumandan gibi, latife askerleriyle kahramanane maksada yürüsün. Yoksa kalb yalnız kendini kurtarmak için askerini bırakıp tek başıyla gitmek, iftihar sebebi değil belki ıztırar neticesidir" (18) diyerek insanın bazı latifelerini bazıları yolunda fedâ etmemek gerektiğini beyan eder.
TASAVVUFUN FAYDALARI
Bediüzzaman, tarikat ve tasavvuf hakkındaki bu açıklamaları yaptıktan sonra onun faydalarına da değinmiş ve onları dokuz maddede toplamıştır. Bunlar; "İstikametli tarikat sayesinde iman hakikatlerinin inkişafı, kalbi tarikat vasıtasıyla işlettirip insanî latifeleri yaradılış neticelerine sevketmek, tarikat silsilelerinden birisine dehalet ederek dalâlet ve şüpheleri defetmek, imandaki Allah'ı tanımak (marifetullah) ve o bilgideki Allah sevgisi (Muhabbetullah) zevkini safi tarikat vasıtasıyla anlamak, şer'i tekliflerdeki hakiki latifeyi tarikattan ve ilahi zikirden gelen bir uyanık kalb vasıtasıyla hissetmek, tevekkül makamı, hakiki zevke medâr olan teslim rütbesi ve rıza derecesini kazanmak, tarikat yolunun en mühim esası ve neticesi olan ihlas vasıtasıyla gizli şirk, tasannu ve rezâilden kurtulmak, kalbi zikir ve aklı tefekkür ile kazandığı huzur ve kuvvetli niyetler vasıtası ile âdetlerini ibadete çevirmek, kalbinin derinliklerine yaptığı seyahat ve verdiği ruhi mücadele ile kazandığı manevî terakki ile kamil insan olmak için çalışmak" (19) gibi daha sayılamayacak birçok faydalardır. Bediüzzaman ayrıca "Bütün hak tariklerin kaynağının Kur'ân olduğunu belirtirken kendisinin de Kur'ân'da dört esasa dayalı bir yol keşfettiğini ve bunların 'acz, fakr, şefkat ve tefekkür' tariki olduğunu ve bu yolun virdlerinin ise 'sünnete bağlanmak, farzları işlemek, büyük günahları terk etmek ve bilhassa namazı tadil-i erkan ile kılmak ve namazın arkasındaki tesbihatı muazzam yapmak' (20)'tan teşekkül ettiğini anlatır.
NETİCE
Şunu belirtmekte fayda mülahaza ediyoruz: "Hz. Ebubekir ve Hz. Ali (ra) ile Efendimizden alınarak başladığı söylenen tasavvuf ve tarikat yolunun böyle olduğunu 'Kitap, sünnet ve icma' esaslarına göre hareket eden bir insanın "böyledir" diye kanaat getirmesi zor görünse de yolun saliklerince bu mevzudaki inanç tamdır" (21) ve bu inanç dev halkalar şeklinde günümüze kadar gelmiştir. “Tatmayan bilmez7” sırrınca ona giremeyenlere düşen asla tenkit etmemek ve sırrına vakıf olamadıkları şey hakkında hüküm kesmemektir. Tasavvuf ve tarikata mensup kişiler ise; şeriatı kabuk sayma fikrinden vazgeçmeleri ve tasavvuf ve tarikata asla vasıtalıktan başka bir paye vermemeleri gerekir. Biz bu yazımızda Risale-i Nur'da daha geniş ve derinlemesine tahlillerle işlenen tasavvuf ve tarikatın fayda ve zararlarının kısa bir değerlendirmesini yapmaya gayret ettik. Gayemiz herşeyi yerli yerine oturtmak ve insanların birbirlerini kötülemelerinden vazgeçirmektir. Sözü tasavvuf yolunun en büyüklerinden İmam-ı Rabbani (ra)'nin şu sözüyle bitirelim; "Bütün tarikatîerin son noktası iman hakikatlerinin vuzuh ve inkişafıdır ve iman hakikatlerinden bir meselenin inkişafını binlerce zevk, zevk halleri ve keramete tercih ederim. Çünkü bu yol tarikat ve tasavvuf berzahına uğramadan doğrudan doğruya iman hakikatlerine yol açan Sahabenin (r. anhüm) cadde-i kübrasıdır" (22).

NOTLAR
1. Bu tarif ve diğer tarifler için bkz. Mustafa Kara, Tasavvuf ve Tarikatler Tarihi. S.34. 1990 İst. a.g.e. S.31-43 arası 40 kadar mutasavvıfın tasavvuf tarihini toplamışdır.
2. Mâhir İz, Tasavvuf, S. 31
3. Hasan K.Yılmaz, Kur'an ve Sünette Tasavvf, S.25
4. İrfan Gündüz, Tasavvuf ve İnsan. S.41
5. Yılmaz, a.g.e
6. Halil Necâtioğlu, M.Zâhid Kotku'nun Tercee-i Hâli. S.22
7. İz, a.g.e. S.39
8. Bediuzzaman'ın Tarihçe-i Hayatı. S.682
9. Bediuzzaman, Mektubât, S.415 (29. Mek. 9. Kısım)
10. 29. Mek. 9. Kısım. 4. Telvih
11. A.g.e... 6. Telvih
12. A.g.e. 6. Telvih, 3. nokta
13. A.g.e. 7. Telvih, 1. nükte
14. A.g.e. 7. Telvih, 7. nükte
15. A.g.e. T. Telvih, 1. nükte
16. A.g.e. 8. Telvih
17. A.g.e. S.21
18. A.g.e. S.20-21
19- Bediuzzaman, Sözler, S.464, 22. Sözün Zeyli
20. Mektubât, S.428. 29.Mek.
21. M.A.Şahin, Asrın Getirdiği Tereddütler, S.220
22. İmam-ı Rabbani, Mektûbatı Rabbani.


http://www.hikmet.net/content/view/57756/33/


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: Said-i Nursi Hz.nin Tasavvufa Bakışı: Telvîhât-ı Tis'a
MesajGönderilme zamanı: 05.02.10, 23:02 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı

Kayıt: 24.12.09, 22:13
Mesajlar: 147
Risale-i Nur ve Tasavvuf

Etiketler: risalei nur ve tasavvuf, risaleinurda tasavvuf, zaman tarikat zamanı değildir
EMİRDAĞ LÂHİKASI’NIN, BEDİÜZZAMAN Said Nursî’nin talebeleriyle 1950’li yıllarda yaptığı yazışmaları içeren ikinci cildinde, nedense pek dikkatleri çekmemiş bir mektup vardır. “Mahkeme-i kübraya şekva ve müdafaatın bir haşiyesi olan parçanın hülasasıdır” başlıklı bahisten sonra gelen bu mektupta, Bediüzzaman, daha önceki bir dizi mektubunda dile getirdiği bir söze şerh koyar.
Bu söz, ‘Risale-i Nur ve tarikat’ deyince akıllara gelen ilk söz olarak, “Bu zaman tarikat zamanı değil, imanı kurtarmak zamanıdır” sözüdür.

Bu söze getirilen şerh, şu şekildedir:

“… Şimdiye kadar ben yalnız iman hakikatını düşünüp ‘Tarikat zamanı değil, bid’alar mani oluyor’ dedim. Fakat şimdi, sünnet-i Peygamberî dairesinde bütün on iki büyük tarikatın hülâsası olan ve tariklerin en büyük dairesi bulunan Risale-i Nur dairesi içine, her tarikat ehli kendi tarikatı dairesi gibi görüp girmek lâzım ve elzem olduğunu bu zaman gösterdi. Hem ehl-i tarikatın en günahkârı dahi çabuk dinsizliğe giremiyor; kalbi mağlup olamıyor…”

İlgili mektupta, bu cümlelerin önünde ve sonunda yer alan ve buraya aktarmadığımız cümleler de dikkat gerektiren unsurlar barındırır; ama aldığımız bu kısım, Bediüzzaman’ın ehl-i tarikat ile Risale-i Nur müntesipleri arasında bir soğukluk sebebi olagelmiş o sözündeki kasdı, o sözü söylediği zaman ve zemin dahilinde, yeterince açıklar durumdadır.
Bu sözden anlaşıldığı üzere, bir vakit Bediüzzaman’ın ‘tarikat zamanı değil’ demesine sebebiyet veren iki unsurdan ilki ‘yalnız iman hakikatini düşünmesi,’ ikincisi ise ‘bid’alar’dır. Ki, Sünnet-i Seniyye Risalesi’nde, yani “Onbirinci Söz”de Bediüzzaman’ın ‘bid’a’ tabirine getirdiği açıklamayı hatırlarsak; “ahkâm-ı ubudiyette yeni icadlar, bid’attır.”

İşte, Bediüzzaman’ın ‘Zaman tarikat zamanı değil’ sözünü söylediği zaman, ‘ahkâm-ı ubudiyet’in en birincisi olarak tevhid ve risalete, dolayısıyla bir bütün olarak iman esaslarına; ve hepsi de kökünü iman esaslarında bulan ve ondan beslenen İslâmî esas ve ölçülere topyekün bir hücumun sözkonusu olduğu bir zamandır. Bu zamanın en etkili kişisince söylenen “Biz ilhamımızı gökten ve gaipten almıyoruz” gibi, “Filhakika insan tabiatın mahlukudur. Natür insanları türetti, onları kendine taptırdı” gibi sözler; bu sözler ekseninde oluşturulmuş devlet ve özellikle de eğitim politikaları; ve bu çizgide, ‘ahkâm-ı ubudiyette yeni icadlar’ın bu çizgide dayatılmak istenmesi; bu dayatma dahilinde, bırakın başka şeyleri, Kur’ân harflerine dahi tahammül edilmemesi… o sözün söylendiği dönemin keyfiyetini açıklamak için yeterlidir.

Böylesi bir zamanda, imanlar elden giderken, seyr-i sülûk içinde şahsî terakkî ve kemalat için çalışmak, Bediüzzaman’a zaid görünmüştür. Böyle bir zamanda, yapılması gereken, şahsî terakkiyatından feragat edip, umumun imanının selâmetine çalışmaktır. Nitekim, ilgili sözüyle, Bediüzzaman, bütün himmetin buna sarfedilmesi gereğine dikkat çekmektedir.

İşte böyle bir zamanda böyle bir keyfiyetle söylenen “Zaman tarikat zamanı değildir” sözünün hikmetini ve zeminini anlama noktasında dikkat etmemiz gereken ikinci bir husus, sözkonusu zamanda bu icraatları yürüten yönetim mekanizmasının en etkili üç isminden birinin, şahsen bir tarikata mensubiyeti olan bir kişi olmasıdır. Bediüzzaman’ın her üç lâhikasından bu vesileyle taradığım mektuplardan anladığım kadarıyla, ‘mareşal’ ünvanı taşıyan bu kişinin şahsen ‘tasavvuf mesleği’ne intisabı olmakla birlikte böylesi bir icraatın—’seyircisi’ bile değil—’icracısı’ olması; dahası başka bazı tasavvufî kümelenmelerin de bu icraata müdahil ve seyirci bir konumda bulunması, Bediüzzaman’ın ilgili sözü söylemesinde son derece müessirdir. Bediüzzaman, tasavvufun ‘bâtınî’ yorumlara müsait tarafının ve ehl-i tasavvufun ‘muhabbet,’ ‘müsamaha’ ve ‘itaat’ gibi cemalî vasıflarla mücehhez oluşunun hakim güçlerce suiistimal edileceği; ‘bid’aların’ bu yoldan ehl-i İslâm içine gireceği endişesi taşımaktadır. Mektuplarında geçen, “yirmi beş seneden beri ehl-i ilmi, ehl-i tarikatı ezen; ya kendilerine dalkavukluğa mecbur eden eski partinin müfrit ve mason ve komünist kısmı…” gibi, “seyr-i sülûk-ü kalbî ile tarikat mesleğinde bu bid’alar zamanında çok müşkilât bulunduğundan…” gibi ifadeler bu açıdan dikkat çekicidir. Nitekim, en başta zikrettiğimiz mektubunda da Bediüzzaman, vaktiyle niye öyle dediğini “Tarikat zamanı değil, bid’alar mani oluyor” ifadesiyle dile getirmektedir.

Yazımızın en başında dile getirdiğimiz bu mektup, diğer taraftan, şartlarını bir parça dile getirdiğimiz sözkonusu zeminde söylenmiş bu sözü yumuşatır bir mahiyettedir. Zira, bir kere, bu sözün söylendiği 1950’li yıllar, ‘tesadüf, şirk ve tabiatın âlem-i İslâm’dan nefiy ve ihracına Risale-i Nur’a verilen kararın infaz edildiği’ yıllardır. Yani, bundan böyle, getirilen küfrî yorumlar ve üflenen şüpheler mü’min akıllarda bir cevap, mü’min kalblerde bir mukavemet bulacak; iç dünyalara hakim olamayacaktır. İkincisi, ‘bid’alar’ galebe edememiş; Kur’ân’ın ve sünnetin esaslarına karşı ‘ahkâm-ı ubudiyette yeni icadlar’ kendilerine bir zemin, bir menfez bulamamıştır. Üçüncüsü, bu zaman zarfında, ehl-i tarikatın kâhir ekseriyeti, bid’alara mağlup olmamıştır. Yaşanan tecrübe, Bediüzzaman’a, “Ehl-i tarikatın en günahkârı dahi çabuk dinsizliğe giremiyor; kalbi mağlup olamıyor” dedirten bir tecrübedir.

Buna binaen, Bediüzzaman, ilgili sözüne şerh düşerek, bu sözü belli bir zamanda belli şartlar dahilinde söylediğini dile getirmektedir. Bu sözle, ehl-i tarikat ve tasavvufa karşı bir husumet, bir düşmanlık ve rekabet kasdı olmadığını açıkça gösteren kelimelerle… Onun bu mektubunda kullandığı ‘sünnet-i Peygamberî dairesinde bütün on iki büyük tarikatın hülâsası olan ve tariklerin en büyük dairesi bulunan Risale-i Nur dairesi’ ifadesi son derece manidardır. Bu ifade, bid’alara müsait ve müsaadekâr olmayan; bilakis ‘sünnet-i Peygamberi dairesinde’ yer alan anaakım tasavvuf çizgisine Bediüzzaman’ın kalbinin ve ruhunun sonuna kadar açık olduğunun nişanesidir. Onun bu ifadenin devamında, Risâle-i Nur’u sünnet-i seniyye dairesi içindeki ‘bütün on iki büyük tarikatın hülâsası’ olarak tarif etmesi ise, Risale mesleği ile tasavvuf mesleğinin özü itibarıyla ‘yoldaş’ ve ‘kardeş’ olduğunu ima ve ihsas etmektedir. Rakipler ve hasımlar değil; yoldaşlar ve kardeşler…

Sözün kısası, Risale-i Nur ve tasavvuf, Bediüzzaman’ın düştüğü şerhin açıkça gösterdiği üzere, iki hasım ve iki rakip değildir; aynı yolun, komşu iki şerididir.

Bu noktada “Hangi şeritte daha hızlı yol alınır?” gibi sorular da akla gelebilir. Ne var ki, öncelikli mesele, son tahlilde, ‘aynı yolun yolcusu’ olduğumuzun taraflarca anlaşılması meselesidir.

Aradaki buzlar eriyip kalbler yumuşadıktan sonra, her iki çizgideki mü’minler birbirlerinin kazanımlarından istifadeyi pekâlâ becereceklerdir.

Metin Karabaşoğlu

kaynak : http://www.risalesohbet.net/nur/risale- ... avvuf.html

ben de derim ki : velhasıl, aynı yolun 2 yolcusudur. dua kardeşimin dediği gibi cedelleşmeye de lüzum yoktur. cedelleşen taraf kaybeden taraf olur. vesselam...


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: Said-i Nursi Hz.nin Tasavvufa Bakışı: Telvîhât-ı Tis'a
MesajGönderilme zamanı: 06.02.10, 08:49 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 31.12.08, 09:14
Mesajlar: 764
Alıntı:
imam-ı Rabbani'den getirdiği misâllerle meseleyi derinlemesine tahlile tabi tutmuş ve neticede şu hükme varmıştır; "İmam-ı Rabbani (ra) Mektubatı'nda demiş ki, iman hakikatlerinden bir meselenin inkişafını binlerce zevkler, zevk halleri ve kerametlere tercih ederim', 'Hem demiş ki, bütün tariklerin son noktası iman hakikatlerinin vuzuh ve inkişafıdır', madem hakikat böyledir; ben tahmin ediyorum ki, eğer Şeyh Abdulkadir-i Geylani (ra), Şah-i Nakşibend (ra) ve İmam-ı Rabbani (ra) gibi zatlar bu zamanda olsaydılar (yani iman ve Kur'ân hakikatlerinin cemiyet hayatından silinmeye çalışıldığı dönem) bütün gayret ve çalışmalarını iman hakikatlerinin takviyesine sarfedeceklerdi.


soruyorum.

merhumun bulunduğu devirde pek çok tarikat şeyhi var idi.hemide nakşi - kadiri - halveti şazeli ve sair diğer tariklerden olmak üzere ki nakşi tarikatı piranı ise epey bir fazladır.

şimdi bunlar ki imam rabbanilerin geylanilerin - şahı nakşibendilerin - selaatin uşşakilerin [vesaire ]yolundan idi sünnete sımsıkı bağlı idiler ..bunlar tarikatımı bırakdılar .? tarikat iman hakikatlarını beyan etmekden uzak mıdır.? tarikat sadece eve camiye kapanıp tesbih çekmekden mi ibaretdir.?yazık .!!! yazık ki sanırım ki zamanında bu böyle anlaşılmış.

burda iki ihtimal var bana göre.

ya bunları merhum demedi onun adına risalelere sokuşturuldu ,ya da kendisi dedi ..eğer ki ikinci ihtimal ise bu sözleri şeriatda hangi delil ile kabul edeceğiz.?

efendi hazretlerinin dediği gibi : tarikat kapandı [işi bitdi diyenler - tarikat müessesi kapandı] diyenler vuslattan mahrumdurlar.

ben asla merhumun hakiki manada vuslata erdiğini düşünmüyorum bu sözleri sarfetmiş ise...

vesselam..

_________________
Ehl-i Bidat-ı Red ve Tahkir Ediyoruz |


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: Said-i Nursi Hz.nin Tasavvufa Bakışı: Telvîhât-ı Tis'a
MesajGönderilme zamanı: 06.02.10, 12:41 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 19.09.09, 21:50
Mesajlar: 105
Alıntı:
imam-ı Rabbani'den getirdiği misâllerle meseleyi derinlemesine tahlile tabi tutmuş ve neticede şu hükme varmıştır; "İmam-ı Rabbani (ra) Mektubatı'nda demiş ki, iman hakikatlerinden bir meselenin inkişafını binlerce zevkler, zevk halleri ve kerametlere tercih ederim', 'Hem demiş ki, bütün tariklerin son noktası iman hakikatlerinin vuzuh ve inkişafıdır', madem hakikat böyledir; ben tahmin ediyorum ki, eğer Şeyh Abdulkadir-i Geylani (ra), Şah-i Nakşibend (ra) ve İmam-ı Rabbani (ra) gibi zatlar bu zamanda olsaydılar (yani iman ve Kur'ân hakikatlerinin cemiyet hayatından silinmeye çalışıldığı dönem) bütün gayret ve çalışmalarını iman hakikatlerinin takviyesine sarfedeceklerdi.


1- İmamı Rabbani bir şey demiş ise o şeyi de herhalde yapmıştır..dolayısıyla bu devirde olsalardı cümlesi boştur...

2- Tarikatların hedefi de iman hakikatleri olduğuna göre ve asırlarca bu yoldan "hakikate erme" nin gerçekleştiği yazar tarafından da itiraf edildiğine göre ve adını zikrettiği Ali Zatlar ömürlerini bu iş ile geçirmişlerken nasıl oluyorda "bu devirde olsalardı" gibi bir cümle kurulabiliyor...

3- Kabul edelim ki Risaleler İman Hakikatlerine erdiriyor...iyide asırlardan beri uygulanan ve geçerliliği ispat edilmiş bir yolun mihenk taşlarına nasıl olurda "bu devirde olsalardı" benim yaptığımı yaparlardı gibi bir cümle kurulabildi...

4- İman GAYBA dır...dolayısıyla GAYBI akıl ile ihata etmek ne kadar mümkün ise yani ne derece ve nereye kadar hangi sınıra kadar mümkün ise en iyi ihtimalle Risaleler de ancak o kadar miktar "İMAN HAKİKATLERİNE" erdirebilirler...

5- güdüler akla değil de "duyguya (kalbe)" bağlandığında bilinçaltı otomatikmen devreye girer ve o şeye karşı bir iştiyak artar...halbuki akla bağlandığında "sorular" başlar...ve sorular sorunlar hiç bitmez...

6- tarikatların "iman hakikatlerine erdirdiğini" beyan edip sonradan da eğer bu devirde olsalardı RİSALE yazarlardı gibi bir cümle kurmak , tarikatların sanki erdirmediği gibi vir vehme kapı aralamaktadır...

7- zevk ve lezzetlerin ön plana çıktığı asrımızda akıl geçen asırda sahip olduğu prestijini kaybetmiştir...dolayısıyla "güdüleri duyguya bağlayan" ve insanı iknada en kestirme yol olan TARİKATLAR ın ehemiyeti ve alanı artmaktadır...

8- Risalelerin "muvakkat" ve "local" görevi eski ehemmiyetini yitirmiştir...

9- ayrıca cemiyetten silinen İMAN ve KURAN hakikatleri değil bizzat kendileridir...

10- Risalelerin bakabildiğim kadarıyla "KAFİR AKLINA" değil "MÜSLÜMAN AKLINA" hitap etmesi de ilginçtir...

maddeler devam edebilir....


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: Said-i Nursi Hz.nin Tasavvufa Bakışı: Telvîhât-ı Tis'a
MesajGönderilme zamanı: 06.02.10, 14:58 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı

Kayıt: 24.12.09, 22:13
Mesajlar: 147
Efendi Ebu Hamza ve Efendi Ebu Hanif kardeşlerim,
uzun lafa gerek yok, aşağıdaki temsili hikayeciğime bi göz atınız, sonra konuşunuz.

şimdi sizler insanları yola getirmek için görevlendirildiniz.

Ebu Hamza kardeşim bir şehre girdi, baktı ki insanlar o şehrin Sultanlarını tanıyorlar ama huzuruna nasıl gidecekler bilemiyorlar, unutmuşlar. Ebu Hamza kardeşim de doğal olarak o insanlara o Sultan'ın huzuruna nasıl varılır edep ve erkanını öğretiyor (O Sultan, bu alemlerin Sultanıdır, edep ve erkan da ibadetlerdir.)

Ebu Hanif kardeşim de bir şehre girdi, baktı ki bu şehirdeki insanlar, değil Sultanı tanımayı onu hiç bilmiyorlar, edep erkandan bîhaberler. Şimdi Ebu Hanif kardeşim, birince şehirdeki gibi insanlara edep ve erkanı mı anlatırdı, yoksa önce Sultan'ı mı?
tabiki önce Sultanı anlatırdı.

İmam Rabbani hazretleri de zamanının insanlarının eksik yanlarını kapatmıştır, sizler zannediyor musunuz ki, bu müceddiller her zamanda aynı metodolojik yaklaşımda bulunurlar...

Sözün kısası, Risale-i Nur ve tasavvuf, Bediüzzaman’ın düştüğü şerhin açıkça gösterdiği üzere, iki hasım ve iki rakip değildir; aynı yolun, komşu iki şerididir.


vesselam....


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: Said-i Nursi Hz.nin Tasavvufa Bakışı: Telvîhât-ı Tis'a
MesajGönderilme zamanı: 06.02.10, 16:00 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 22.01.10, 04:41
Mesajlar: 345
şu mesajlarda Ebu hanif ve Ebu hamza'ya teşekkürü borç bilirim ikisi de abukluğu (şu iz'ana sığmayan vicdanı tırmalayan çileden çıkaran anlamsız/garib söylemleri) gözler önüne seriyor..

hadi bütün saf dilliğimizi bütün hüsn-i zanlarımızı sonuna kadar zorlayıp diyelim ki: said efendi (rh.a) keşf-i hayal ve galebe-i hal yüzünden bunları söylemiş.. peki ya bunlara enaniyet zorlaması ve cehalet saikasıyla körü körüne sahip çıkanlara ne demeli?!..

said-i nursi ve risale'yi miheng(-i müceddid-i Elf-i Sani')e (hz.İmam ve mektubat-ı Rabbani'e) vurmak lazımdır mihengi risaleye değil..

not: ben acizane o mihenge vurdum ve baktım ki: risalelerin şeyh tarikat mürşid ve velayet bablarında iler tutarı tarafı kalmamış..

bu zatın hükmü bize bildirilmiştir:

alıntı: "efendi hazretlerinin dediği gibi : tarikat kapandı [işi bitdi diyenler - tarikat müessesi kapandı] diyenler vuslattan mahrumdurlar.. ben asla merhumun hakiki manada vuslata erdiğini düşünmüyorum bu sözleri sarfetmiş ise...(kesinlikle aynen katılıyorum)"


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
Eskiden itibaren mesajları göster:  Sırala  
Yeni başlık gönder Başlığa cevap ver  [ 12 mesaj ]  Sayfaya git 1, 2  Sonraki

Tüm zamanlar UTC + 2 saat


Kimler çevrimiçi

Bu forumu gezen kullanıcılar: Hiç bir kayıtlı kullanıcı yok ve 3 misafir


Bu foruma yeni başlıklar gönderemezsiniz
Bu forumdaki başlıklara cevap veremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı düzenleyemezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı silemezsiniz

Geçiş yap:  
cron
   Powered by phpBB © 2000, 2002, 2005, 2007 phpBB Group

Türkçe çeviri: phpBB Türkiye