Merhum Zübeyr Ağabey ile başlangıçta 1962 den sonra Süleymaniye dersanesinde, daha sonra 1968 den sonra Haseki dershanesinde ve Kocamustafa Paşa’da Tevruz Dershanesinde vefatına kadar beraber kalan, Rüşdü Abinin anlattıklarında sadece merhum Zübeyir Ağabeyin Nur talebesi olmayan ve çeşitli vesilelerle İslama hizmet eden kimselere karşı tavrı ve davranışı nasıldı diye sorduklarımıza verdiği cevaplardan bir kısmını yayınlıyoruz.
Tâ ki, bir bazıları Zübeyir Abiyi kendi keyiflerine ve anlayışlarına göre konuşturmasınlar.
Soru: Zübeyir Ağabeyin sair müslüman cemaatlerle olan, münasebetlerin, İslâmî tesanüdlerin, İslami kardeşliğe, İslam birliğine bakış tarzı nasıl?
CEVAP: Bir hadise ile bunun cevabını vereyim.
Merhum Büyük Doğu sahibi Necip Fazıl Bey, büyük zatların tarihçesini, [Daha sonra Son Devrin Din Mazlumları adı ile kitap haline getirilecektir.] yazdı. Üstadımızın bölümünü aldık tashih ettik, fakat merhum Necip Fazıl Bey bu tashihimizi kabul etmedi. Biz de o yanlışlar sebebiyle kabul etmedik, derken
Mehmet Şevket Eygi bu eseri gazetesinde tefrika yaptı. Bu sefer bizimkiler (gazete kadrosu) Şevket Eygi'ye çok kızdılar ve bazı münakaşalar oldu. Biz ise mülayemetten gidiyorduk.
Durum şu:
Zübeyir Ağabey bizim merkezi kadro olarak Anadoluya bakan Süleymaniye 46 numara mensuplarının Nurculuğun hassasi yetinde yani hissiyat âlemimizde canlı ve metin, fakat beşeri münasebetlerde ve zâhirde İttihad-ı İslâmı koruma fedakârlığında olmamızı istiyor. Üstad bu dersi vermiş olduğundan bunu bize intikal ettirmek istiyordu.
Bir gün Zübeyir Ağabeyle, tuttuk yazıhaneye gittik, gidişimizin sebebi bu hadise dolayısiyledir. Zübeyir Ağabey bizim merkezi kadroya bir bilgi vere cek. Zübeyir Ağabeyle iç odada oturduk.
Zübeyir Ağabey Şevket Eygi mevzuunda, bu hadise münasebetiyle, metanetli ve hararetli bir konuşma yaptı. Yani Üstada tebaiyet gerekir, bizim böylesi hadiselerde vurdum duymaz olamıyacağımız manasında telkinlerde bulundu. Zübeyir Ağabey Hz. Üstadın Bu tarz hadiselerde bu manada tavır takındığını bize söylemişti. Yani daire dahilinde hassas ve metin, harice geldi miydi kasıtlı bir tecavüz olmamak şartiyle tamir ve ikaz edici mesleğini esas almağı ders verirdi. Yani mecburiyet olmadıkça dağıtıcı değil toplayıcı olmak gerekiyor.
Zübeyir Ağabeyin o metin konuşmasından sonra Ağabeyle beraber medresemize gitmek üzere kapıdan çıktık derken yazıhaneye gelen Mehmet Şevket Eygi karşımızda göründü. Zübeyir Ağabey Ona karşı şiddetli tavır takınacağı zanniyle ben "eyvah" dedim "şimdi ne olacak!" derken Zübeyr Ağabey Şevket Eygiye sarılmak için kollarını açtı ve sarıldı ve tevazukâr bir tavırla:
“- Kardeşim ben hastayım, ziyaretinize gelemiyorum, kusura bakmayın” dedi.
Şevket Eygi:
“- Estağfurullah Abi bizim sizi ziyaret etmemiz lazım” cevabında bulundu.
İşte Zübeyir Ağabeyin hikmetli, yani hem hukuk-u Nuru, hem uhuvvet-i İslamiyeyi koruyan tavrı...
Bu manzaradan alınacak ders, ciddiyetle yeterlidir diyorum.
Sonra ne oldu?
Bu ibretli tutumun inceliğini gereği gibi anlamayan bazı arkadaşları Şevket Eygi’ye gönderip, tehdit etmeleri için gençlerden bir heyet hazırladılar ve başlarına benim meşgul olduğum Nuri Tokdemir’i vazifelendirdiler ve direktif verdiler.
Ben Nuriyi bir kenara çektim ve dedim:
“Aman böyle dedikleri gibi yapma.”
Tokdemir:
“Tamam Ağabey ben biliyorum” dedi ve gitti ve Şevket Eygi’yi ciddi bir dost yaptı. Tokdemir bu haberi getirince, onu hemen heyetten çıkardılar.
Heyetin başına kavgacı mizaçlı bazı şahısları koydular, gittiler ve şiddetli münakaşalar oldu. Mahiyetini anlayamadıkları Zübeyir Ağabeyin konuşmasının tatbikatını yapıyorlar güya. Artık bu manzaralardan alınacak dersi siz anlayın ve İslâm âlemine teşmil edip doğacak müsbet veya menfi neticeleri tahayyül edin.
KAYNAK: ittihad.com.tr - Zübeyir Abi'nin Ehl-i İman ile Münasebeti
http://www.ittihad.com.tr/index.php?opt ... &Itemid=30
Said-i Nursî'nin 74 yıl boyunca gizli kalan sorgu tutanakları
Murat BardakçıHaberturk
31.08.2009
İznini almadığım için ismini vermeyeceğim bir okuyucum, bana hafta içerisinde kendisine babasından kalan ve Said-i Nursî'nin 1935 yılında Isparta ve Eskişehir Sorgu Hâkimliklerince yapılan sorgu tutanaklarının asıllarını gönderdi. Tutanaklarda ilk bakışta dikkati çeken husus, Said-i Nursî'nin sonraki senelerde yazılan hayat hikâyesinde, hâkimlere karşı oldukça sert sözler kullandığının iddia edilmesine rağmen, bu sözlerin zabıtlarda bulunmaması
HAFTA içerisinde, Ankara'da yaşayan bir okuyucumun gönderdiği zarftan bir mektup ve bir dosya çıktı.
Mektupta "Ekte, rahmetli babamın evrakı arasında bulduğum ve Said-i Nursî'nin 1935 yılında Isparta ve Eskişehir Sorgu Hâkimliklerince yapılan sorgu tutanaklarının aslı bulunmaktadır. Yazılanlar ilginç olmakla birlikte, merakımı gidermekten öteye bana fazlaca bir yararı olmayacaktır. Bu düşünce ile çalışmalarınızda istifade edebilirsiniz diye size gönderiyorum. Değer bulursanız, muhafaza edebilirsiniz" deniyordu.
Said-i Nursî'nin sorgu tutanakları tamamı 44, metin kısmı ise 34 sayfa olan bir dosyaydı.
Bu son derece ilginç ve önemli evrakı gönderen okuyucumun ismini, iznini almadığım için vermiyor ama samimi teşekkürlerimi buradan ifade ediyorum.
20. yüzyılın ilk on yılından itibaren Türkiye'nin düşünce ve inanç tarihi üzerinde önemli bir etkisi olan Said-i Nursî'nin hayatının her safhası hakkında çok sayıda araştırma yapıldı. Üstelik, bizzat kendisi de, ömrünün son döneminde kaleme aldırdığı "Tarihçe-i Hayat" isimli eserde hayatını ayrıntılarıyla anlatıyordu.
11 AY HAPİS VE SÜRGÜN
Ömrü tutuklamalarla, mahkemelerle ve sürgünlerle geçen Said-i Nursî'nin hayatında 1935'teki tutuklanmasının önemli bir yeri vardı.
Öğrencilerinin ifadesine göre, kendisine bağlı olan 120 kişiyle beraber Isparta'da tutuklanıp Eskişehir'e gönderilmişti. "Dini ve dinî duyguları âlet ederek devletin iç güvenliğini ihlâle teşebbüsle" suçlanmış, Eskişehir'deki yargılamada kendisine 11 ay hapis ve Kastamonu'ya sürgün cezası verilmiş, talebesinden 15 kişi altışar aya mahkûm olmuşlar diğer öğrencileri ise serbest bırakılmışlardı.
İşte, okuyucumun bana gönderdiği tutanaklarda, Said-i Nursî'nin Isparta ve Eskişehir'deki ifadelerinin tam metni yeralıyor.
İFADE İLE YAYIN FARKLI
Said-i Nursî, "Tarihçe-i Hayat"ında gerçi mahkemelerdeki ifadelerinden bahsediyor ve ifade metinlerini de veriyor, ancak "Tarihçe-i Hayat"taki metin ile sorgu zaptı arasında üslûp bakımından önemli farklar var. En önemli fark, "Tarihçe-i Hayat" metninde Said-i Nursî'nin ifadesini alan hâkimlere karşı oldukça sert sözler kullandığının iddia edilmesine rağmen, bu sözlerin zabıtlarda bulunmaması, yani "İşte, ey Türkçülük dâva eden mülhid zâlimler!" yahut "Ey heyet-i hâkime! Bu uzun ifâdâtı-mı (ifadelerimi) dinlemekten usanmamak gerektir" gibisinden cümlelerin yeralmaması ve hâkimlere daha alttan alan bir üslupla hitap ettiğinin görülmesi.
Bu sayfada, Said-i Nursî'nin Isparta ve Eskişehir'deki ifadelerinin bazı bölümlerini, günümüzün diline aktararak ama cümle yapısını aynen muhafaza ederek veriyorum.
'Okurum ama yazım noksandır'
SAİD-i Nursî, 7 Mayıs 1935'te Isparta'da verdiği ifadede okuma bildiğini ama yazısının çok kötü olduğunu söylüyor:
- Arap harfleriyle okur yazar mısınız?
- Okurum fakat yazım gayet noksandır. Ancak hattıma (yazıma) alışabilenler okuyabilir.
- Barla'da yazı işlerini kim yaptı?
- Benim ziyaretime gelen herhangi bir şahsa kendime ait olarak yazdığım bu eserlerimi yine kendi şahsım için yazdırdım. Çünki, kendi yazım okunmayacak derecede olduğundan, gelen herhangi bir kimseye rica eder, beyaz ettirirdim (temize çektirirdim).
Osmanlı'da da, Cumhuriyet'te de hayatı hep sürgünlerde geçti
HAYATINI "Eski Said" ve "Yeni Said" şeklinde iki devreye ayıran ve resmî adı "Said Okur" olan Said-i Nursî 1876'da, Bitlis'in Hizan Kazası'na bağlı İsparit Nahiyesi'nin Nurs Köyü'nde doğdu.
Düzenli bir eğitimi olmadı. Sultan Abdülhamid'in iktidarı sırasında seyahat etmesi yasaklandı ve 1908 e yani Meşrutiyet'in ilânına kadar köyünün civarında yaşadı. Sonra İstanbul'a geldi, Derviş Vahdetî'nin Volkan Gazetesi'nde yazmaya başladı. O yıllarda "Said-i Kürdî" adını kullanıyordu ve "Bedîuzzaman" yani "zamanının en iyisi, eşi ve benzeri olmayanı" diye bir unvanı da vardı.
31 Mart ayaklanmasından sonra yargılandı, 1923'te Ankara'ya gitti, burada kısa bir müddet kalıp Van'a geçti.
MEZARI KAYBEDİLDİ
1925te, Şeyh Said İsyanı'ndan sonra önce Burdur'a, yedi ay sonra da Isparta'nın Barla nahiyesine sürgün edildi. Meşhur eseri "Risâle-i Nur"u burada yazmaya başladı. Sekiz sene Barla'da yaşadı, 1934 Temmuz'unda Isparta'ya gönderildi, 1935'te çok sayıda öğrencisiyle beraber Eskişehir Ağır Ceza Mahkemesi'nde yargılandı, on bir ay hapse mahkûm edildi. Kastamonu'ya sürüldü, 1943'te yeniden tutuklandı, bu defa dokuz ay Denizli'de tutuklu kaldı ve Emirdağ'a sürgün edildi.
1947'de tekrar tutuklanan ve 20 ay Afyon Hapishanesi'nde yatan Said-i Nursî, tekrar Emirdağ'a gönderildi. 1950'de Demokrat Parti'nin iktidara gelmesi üzerine seyahatlere başladı ve 1952'den itibaren iki defa İstanbul'a, 1960 darbesinden önce de Şanlıurfa'ya gitti. İçişleri Bakanlığı'nın emriyle yeniden Isparta'ya götürülmek istenirken, 1960'ın 23 Mart'ında Şanlıurfa'da hayata veda etti ve Halilü'r-Rahman Dergâhı'na defnedildi. Ama, dört ay sonra askerî yönetimin emriyle mezarı açıldı ve cenazesi alınarak bilinmeyen bir yere götürüldü.
'Hizmetlerimin yüzde doksanı, Türkler içindir!'
SAİD-i Nursî, ifadesinin bir bölümünde kendisinden "Kürt" diye bahsedilmesinden yakınırken şöyle diyor:
"Adalet açısından taraf tutma fikrini veren ve adaletin mahiyetini zulme çeviren bir hadise ile Isparta'da maruz kaldım.
Bu da, bazı sorgularda bana karşı 'Kürt' diye hitap edilmesidir.
Bununla hem ahıret kardeşlerimin millî hamiyetlerine ilişerek aleyhime bir his uyandırmak, hem de mahkeme ve adaletin mahiyetine bütün bütün zıt ve muhalif bir cereyan vermek istediler.
Evet, hâkim ve mahkemelerin taraf tutma şâibesinden aklanmış olarak gayet tarafsızca hareket etmesi adaletin birinci şartı olduğuna dair binlerce tarihî hatıra ve sosyal hadise delil gösterilebilir.
'ÖNCE, MÜSLÜMANIM'
Benim hakkımda bir yabancılık hissini veren ve adaletin bakışını şaşırtmak isteyen adamlara derim ki: Ben herşeyden evvel Müslüman'ım ve Kürdistan'da dünyaya geldim, fakat Türkler'e hizmet ettim ve yüzde doksan hizmetim Türk'e olmuş ve en çok hayatım Türkler içinde geçmiş, en sadık ve hâlis arkadaşlarım Türkler'den çıkmış ve İslâmiyet ordularının en kahramanı Türkler olduğundan, Kur'an doğrultusunda Türkler'i sevmekliğim hizmetlerimiz gereği bulunmuştur.
Bana 'Kürt' diyen ve kendini milliyetperver gösteren adamların bini kadar Türk milletine hizmet ettiğimi hakiki ve civanmert binlerce Türk ile ispat ederim.
Benim kitaplarım Kürtler'in değil, belki tamamen Türkler'in elinden geçmiştir.
Bizi bu belâya sokan ve hükümetin mühim bazı erkânını kandıran ve milliyetperverlik perdesi altında entrikalar çeviren Isparta'daki (burada bir kelime anlaşılmıyor) benim hakkımda tesbit edilmeyen ve tesbit edilse dahi bir suç teşkil etmeyen, suçsa bile yalnız beni mes'ul eden bir madde yüzünden kırktan fazla Türk'ün kıymetli gençlerini ve muhterem ihtiyarlarını büyük bir cinayet işlemişler gibi bu belâya atmak milliyetperver varlık icabı mıdır?
Evet, sebepsiz bu işkenceli tevkife düşenler içerisinde öyleleri vardır ki, uzaktan ona yalnız bir selâm veya iman ile ilgili bir risâle gönderdiğim için onu bir cani gibi çoluk-çocuğu içinden alıp bu belâya atmak milliyetçilik midir?
Ben ki, nazarlarda yabancı millettenim. Bu tutuklu olan civanmerd ve muhterem Türk gençleri ve ihtiyarları içinde öyleleri vardır ki, on sene bana zulmeden memurlara beş seneden beri onların hatırları için beddua etmekten vazgeçtim.
Onların içinde öyleleri var ki, yüksek seciyelerinin en hâlis örneklerini büyük bir hayret ve takdir ile şahsiyetlerinde gördüm ve Türk milletinin başarma sırrını onlarda anladım.
'GARİP BİR İHTİYARIM'
...Binâenaleyh, Türkçülük dâvâ eden Isparta memurları Türk Milleti nin medâr-ı iftihârı olabilecek bu kadar insanı adi ve ehemmiyetsiz bahanelerle ve onların tabiriyle benim gibi bir Kürd'ün yüzünden perişan edip hor görüp küçük düşürmeleri milliyetçilikleri, Türkçülükleri, vatanperverlikleri iktizâsından mıdır, bunları tamamen vicdanınıza terkediyorum.
...Eğer bir suç varsa, kabul ettim, o benimdir. Diğerleri, büyüklüklerinden, benim gibi garip bir ihtiyar hocaya soba yakmak, su getirmek, yemek pişirmek, kendime mahsus bir risâlemi temize çekmek gibi cüz'i işlerimi sırf Allah için yapmışlar ve benim hatırım için hatıra defteri hükmündeki iki kitabımın sonuna imza atmışlardır. Acaba dünyada bir kimseyi bu sebeple paylayıp suçlayacak bir kanun, bir usul ve bir maslahat var mıdır?
http://www.haberturk.com/HTYazi.aspx?ID=3844