Bediüzzaman'da Mehdiye Ait Tüm Vasıflar Var mıdır?
24 Haziran 2009
Mehmet Ali KAYASual: Bediüzzaman “Ahir zamanın en büyük fesadı zamanında elbette en büyük bir “müçtehit”, hem en büyük bir “Müceddit”, hem “Hakim”, hem “Mehdi”, hem “Mürşid” hem “Kutb-u Azam” olarak bir “Zât-ı Nuranî” gönderecek ve o zat da, Ehl-i Beyt-i Nebevîden olacaktır” (Mektubat, 2004, s.745) buyurur. Peki, Bediüzzaman bunlardan hangisidir?
Cevap: Bediüzzaman bu altı vasfı üzerinde bulunduran “bir Zat-ı Nurani”dir ve “Ehl-i Beyt-i Nebevî”den"dir. Ancak Bediüzzaman der ki “Baki hakikatler fani ve çürütülebilir şahsiyetler üzerine bina edilmezler.” Bu unvanların tamamı kıyamete kadar bâki, hâkim ve dâim olan “Kur’ân-ı Kerimin hakikatli bir tefsiri” “Kur’ânın asrımıza ve gelecek asırlara bir dersi” ve “Mucize-i Manevisi”, Hz. Ali’nin (ra) “İlim” noktasında bir “Veled-i Mânevisi” ve Hz. Hasan’ın hilafetinin devamı ve mütemmimi (5. Halife) olan “Risale-i Nurlarda” ve okuyanların teşkil ettiği “Şahs-ı Mânevisinde” ve her yerde bulunabilen ve her ülkeye giden “Cemaat-i Nuraniyesinde”dir ve onlara aittir. Her bir talebenin hizmetinin derecesine göre bunda bir hissesi vardır. Ve hepsinin sevabı kadar sevabı ve hissesi de bu hizmeti başlatan ve bu hakikatleri yazan “Bediüzzaman’a” aittir. Zira “Sebep olan işleyen gibidir” ve “Hayırlı bir çığır açan o yolda gidenlerin tamamının sevabını alır” hadisleri gereği “Şahsiyet-i mâneviyesi” daima terakki ve tekâmül eden Said Nursi’nin şahsındadır. Elbette böyle bir “Nurani zat” peygamberimizin (sav) iltifatına mazhar olur ve Hz. İsa (as) o mükemmel tevazusu ile gelir namazda ona iktida eder. Bediüzzaman da ihlas ve tevazusundan dolayı bütün bu unvanları üzerine almaz ve asıl membaı olan Kur’ana ve ona bağlı olan Risale-i Nur’a iade eder ve etmiştir.
Şimdi bu unvanlar tek tek ele alalım:
“Âhir zamanın en büyük fesadı zamanında…” Bu cümleyi esas kabul etmeliyiz. Zira bu unvanlar bu fesadı izale içindir. Ki bu fesat ve ifsat “Deccal ve Süfyana” aittir. Fesat yoksa, Deccal ve Süfyan yoksa ıslaha da gerek kalmaz. Deccal tüm dinlere savaş açan “Komünizm” olduğu “Süfyanın ise” İslam şeriatını yürürlükten kaldıran ve Şeriat-ı Muhammediyeyi ortadan kaldıran “Şeâir-i İslamı” kaldıran kimse olduğu 5. Şuadaki meselelerde ve peygamberimizin (sav) hadislerinin açıklandığı yerde vardır. Anlamak isteyen bakar. Anlamak istemeyene sözümüz yoktur.
1. En büyük Müçtehit: Müçtehit içtihat edendir. İçtihat ise “Ezmanın tagayyürü ile ahkam da tagayyür eder” kuralına göre hükümlerin değişmesi ve yeni hükümlerin konulmasıdır. Yeni hüküm koyan ve şeriatın tatbikini bu şekilde sağlayan alime “Müçtehit” denir. Yazın kıyafeti kışın giyilmez. İnsanın kendisini soğuktan ve hastalıklardan koruması için kalın yeni elbiseler giymesi gerekir. Bu özü korumak içindir. Özü ve esası değiştirmek için değildir. Uygulama imkanı yok gibi görünen şeriatın hükümleri müçtehitlerin çalışması ile uygulanır hale gelir.
Bunlardan bazılarını ele alalım:
a) Bediüzzaman bu zamanda cemaat, cemiyet ve kurumların öne çıktığını, fertlerin kurumlarla statü kazandığını görmüş ve şahısların zayıf ve çürütülebilir olmasını görerek şahsa bağlı dini hizmetleri de önünün kesildiğini görmüş ve “Zaman cemaat zamanıdır. Tarikat zamanı değil” diyerek yeni bir içtihat yapmıştır ki bu çok önemli bir içtihattır. Amaç zamanın gereği şeriatı ve dini şahısların hatalarından korumaktır.
b) Siyasi anlamda padişahlığın ve saltanatın dini himaye edemediğini ve kendini himaye için dine de zarar verdiğini görerek “Meşveret ve Şura”ların esas olması gerektiğini söylemiş ve esaslarını vazetmiştir. Parlamenter sistemi ve Seçimi “Şura Prensibinin” uygulama alanı olarak görmüştür. Dini hizmetlerin de “Şura ve Meşveretlerle” yapılması konusunda hükmünü vermiştir. Amaç Kur’ânın ihmal edilen “Şura” prensibini hayata geçirmektir.
c) İmana hücum edildiği onun yerine “akıl ve ilmi” koymak istediklerini görmüş ve “Zaman imanı kurtarmak zamanıdır. Ben bütün mesaimi iman üzere teksif etmiş bulunuyorum” demiş ve “İman Hizmeti” çığırını açmıştır. Burada amaç peygamberimizin (sav) ve sahabelerin yaptığı “İman Hizmetini” yeniden hayata geçirmektir. “Sahabe Mesleğini” ve yolunu açmak ve dinin selim akla ve hakikatli ilme ters düşmediğini göstermektir. Bunu yapmıştır.
d) Bireysel Hak Hürriyetlerin öne çıktığı asrımızda insanlığa gerçek hürriyeti getiren İslamiyet’in bu prensibini öne çıkarmış, günümüz “Meşrutiyet ve Demokrasinin” şeriattan kaynaklandığını izah ile “İstibdat” eseri olan ve sonradan İslamlar içine giren “hürriyetler Müslümanlara zarar verir” gibi görüşlere karşı çıkmış ve zamanın ulemasının aksine “Asr-ı Saadetin” adalet ve hürriyet ortamının ancak Demokrasi’nin “Adalet, meşveret, kanun hâkimiyeti ve Hürriyet” prensipleri ile tesis edileceği hükmünü vermiştir. Bunun amacı da Kur’anın ihmal edilen “Hürriyet, adalet” prensibini ve Asr-ı Saadetin “Seçim Modelini” hayata geçirmek ve Şeriata istinat ettirmektir. Böylece seçimler devlet başkanının seçimini esas alan Asr-ı Saadetin “Hilafet” modelini hayata geçirmektir.
d) Bu zamanda silahla savaşın artık islama zarar verdiğini ve savaşların dini olmaktan uzaklaştığını görmüş ve “Bu zamanın cihadı manevidir.” İmana ve dine hizmet ilimle ve kur’ânî ve imanî delillerle bürhanlarla dine hizmet edilir” hükmünü vermiştir. Bunun alt yapısını da “Risale-i Nurlar” ile yapmıştır. Sadece hükümle kalmamış tatbikatını da yapmıştır. Hem “Din ve Vicdan Hürriyeti”ni kabul eden devletlerle din için savaş yapılamayacağını “İman ve Kur’an hakikatlerini” neşretmenin önünde engellerin olmadığı hükmünü vermiştir. Bunda amaç “Cihad”ı yaygınlaştırmak ve sadece devlete ait bir görev olmadığını ortaya koymaktır. Bütün müslümanların bu manevi cihad görevini yapmasını sağlamaktır.
e) Tarikatların ehliyetsiz ellere geçtiğini görmüş ve günümüz tarikat liderleri yüzünden dine gelen zararı önlemek için “Telvihat-ı Tis’a” ile Tarikatın hakikatini izah etmekle beraber “
Bu zaman Tarikat zamanı değil” hükmünü vererek ehl-i tariki “Risale-i Nurlar” ile İmana hizmete çağırmıştır. Dine hizmetin bu zamanda tarikat yolu ile değil, İmana ve Kur’ana “Kur’anın i’cazı” olan “İlim ve Hikmetle” “İman hakikatlerini” akıllara ve kalplere yerleştirmekle olacağını izah etmiştir. “Marifetullah ve Muhabbetullah” derslerinin artık tarikatlarla değil Risale-i Nurlar ile kalplere yerleşeceğini ispat etmiştir.
Daha bunun gibi pek çok içtihatları vardır ki bunlar bin yıldır yapılamayan çok önemli içtihatlardır. Bu sebeple Bediüzzaman “En büyük müçtehittir.”
İçtihatlar dışında bir de fetvalar vardır ki bunlar şartların gereği kaçınılması mümkün olmayan hususlarda inananların günaha girmemeleri ve günahtan korunması için verilir. Yoksa inananları günaha sokmak için verilmezler. Örnek olarak fiilen Bediüzzaman’ın sakal bırakmaması, kendi resmini “Tarihçe-i hayata” koydurması, Diş kaplaması ile ilgili fetva vermesi, (Barla Lahikasında), Şapkayı kanun zoru ile giyenlerin günaha girmeyeceğine dair fetvası gibi hususlardır. Sakal bırakmaması sakal bırakmayan harama girer diye Müslümanları zor duruma sokanlara karşı, devlet memuru olan ve her gün sakal traşı olmak zorunda olanların günaha girmediğini göstermek içindir. (Başka hikmetleri ve kendine has durumları bahsimizden hariçtir.) Resmini kitaba koydurması, resim çektirmek haramdır diyenlerin bu hükümlerinin doğru olmadığı belli ölçüler içindeki resimlerin câiz olduğunu göstermek içindir. Şapkayı kanun zoru ile giyenlerin küfre girmeyeceği fetvası da daha önceki Zembilli Ali Efendi ve Ebussuud’un “Şaka ile dahi olsa serpuşu başına koyan küfre girer” fetvalarına karşı bu zamanın kanuni zorunluluğu gereği Bediüzzaman’ın yeni içtihatla fetva vermesidir.
Ancak Bediüzzaman “Şeâir” sayılan sünnetleri terk etmemek için ölümü göze almıştır. Ezanı asla tercümesi ile okumamış ve asla fetva vermemiştir, sarığını ise asla çıkarmamış resmi erkana ve mahkemeye karşı “Bu sarık bu başla beraber çıkar” demiştir. Sakal şeâir olmadığı için Bediüzzaman ancak “Sakalı sünnet üzere bıraktıktan sonra kesmek haramdır; yoksa sakal bırakmadan her gün veya haftalık traş olmanın mahzuru olmadığını” belirtmiştir.
2. En büyük Müceddit: Tecdid, yenileme anlamına gelir ki, bu aslı ve esası bozmadan, reform falan gibi hususlara girmeden, dini peygamberin uyguladığı ve nazil olduğu şekli ile muhafaza etmek ve dine sonradan giren bid’aları temizleyerek “Sünnet-i Seniyeyi” ihya etmektir. Bu bağlamda Bediüzzaman “İman ve İhlas” vadisinde, “Uhuvvet ve Muhabbet” potasında, “İmanın ispatı ve Fenn-i hikmete muvafakatı” noktasında, “Kalplere Allah korkusu ve Ahiret duygusu yerleştirme” hususunda ve Kur’ân-ı Kerime itiraz eden bütün hususları aklî ve mantıkı delillerle ilmî olarak ispat ederek en büyük, tarihte misli görülmeyen tecdidini yapmıştır. Risale-i Nur ile imanlarını kurtaran milyonlar buna şahittir. Kelam ve İslam Felsefesi sahasında Risale-i Nur gibi bir eser yazılmamıştır.
Bediüzzaman’ın müceddit olduğu konusunda bir şüphe zaten yoktur. Ancak bazıları 13. Asrın müceddididir” dedikten sonra 14. Asrın müceddidi aranmakta ve 15. Asrın müceddidi de “Mehdi-i Azam” olacak denilmektedir ki bu yorumlar doğru değildir. Risale-i Nur Talebeleri ihtilafsız “Son müceddit Bediüzzaman’dır ve son müceddittir ve Mehdi-i Azamdır” fikrinde ittifak etmektedir.
3. Hakim: Bilge ve hikmet sahibi anlamına gelir. Eskiler buna filozof derlerdi. Bu yönü ile Bediüzzaman o derece büyük bir hakim ve düşünürdür ki Mehmet Akif ve Ali Ulvi Kurucu gibi alimler Nurettin Topçu gibi felsefeciler “Sokrat ve Eflatun felsefede Said Nursi’nin ancak talebesi olabilirler” demişlerdir. Bize daha söz düşmez.
Hükmetmek açısından meseleye bakacak olursak “Hüküm ve hâkimiyet her zaman “ilim ve kalem” erbabınındır. Ve her zaman ilim erbabı hâkimdir. Bütün insanlar ilmin mahkûmudur. Haklı olan da her zaman hâkimdir, mahkûm ancak suçlu olandır. Bunun için Bediüzzaman için “Mahkûmken dahi hükmediyordu” ifadesi kullanılmaktadır. Gerek Hurşit Paşa’ya, gerek Rus orduları Başkomutanı’na ve gerekse Mustafa Kemal’e karşı nasıl hükmettiğini herkes bilir. Tarih böyle bir hâkimi ve kumandanı asla göstermemektedir.
Bu bakımdan Bediüzzaman Said Nursi hem Hakîm’dir hem de hâkimdir. Asla mahkûm olmamıştır.
4. Mehdi: Bediüzzaman’ı okuyanlar daima hak ve hidayet üzeredirler. O eserlerinden daima hak ve hidayet yolunu göstermiştir ve bu konuda şüphe yoktur. Risale-i Nurların “Hak ve Hakikati” ders vererek iman ve Kur’an hakikatlerini en güzel şekilde gösterdiği, Kur’an ve iman ile ilgili bütün şüpheleri giderdiği ve milyonların hidayetine vesile olduğu ve kıyamete kadar olmaya devam edeceği görüldüğü için “mehdiyetinde” asla şüphe yoktur. Ayrıca “İman-Hayat ve Şeriatı” davasında topladığı ve en azam mesele olan imanı tam olarak ders verdiği ve burada izah edilen altı yönü ile mükemmel olduğu ve Mehdi-i Azamın altı esasını şahsında cemettiği için de ahir zamanda müjdelenen “Mehdi-i Azamı” olduğunda şüphe yoktur.5. Mürşit: İrşadın en tesirlisi “Kalbe ve akla hitap etmektir.” Bediüzzaman her ikisini de tam olarak yapabilen bir mürşittir. Hayatından sonra dahi eserleri ile bu irşat vazifesini sağlığındaki gibi bizatihi yapmaktadır. O öyle bir mürşittir ki sadece yanına geleni değil, eserlerini okuyan herkesi irşat etmektedir. Aklını ve kalbini nurlandırmaktadır. Böyle bir allameye ve okuyanı hem irşat eden hem ilmini ve imanını artıran esere tarihte pek rastlanmamaktadır.
Bediüzzaman talebelerini şahsına değil, risaleleri vasıtası ile doğrudan Kur’âna, Peygambere ve Asr-ı Saadete bağlayan tam bir mürşid-i kâmildir.
Mürşid-i kâmil, Allah’ı kâmil manada tanıyandır. Bu hususta Bediüzzaman Mevlana’dan, Muhyiddin-i Arabi’den ve Abdulkadir Geylani ve İmam-ı Rabbani'den daha ileri seviyededir. Doğrudan Hz. Ali’nin (ra) “Evlâd-ı mâneviyesidir.” Bu husus Bediüzzaman’ın ifadeleri ve O büyük zatları tanıyan ve Risaleleri de okuyanların şahadetleri ile sabittir. Tabii ki O büyük zatları tanıyan ve eserlerini okuyanlar Bediüzzaman’ı da okur ve hayatını bilir de kıyas ederse bunu anlar ve ifade eder. Ama böyle bir tahkik sonucu değilse o zaman “Hayalî bir tanıma ve ale’l-amya (körü körüne bir taassubun sonucu) tarafgirlikle konuşmuş olur. Bunun da hakikat noktasında bir değeri yoktur. Sözümüz ehl-i tahkik ve ilim erbabı içindir. Bilmeyene ve taassupla hareket edene sözümüz olamaz.
6. Kutb-u Azam: Kutup değirmen taşının üzerinde döndüğü mile verilen addır. Tasavvuf erbabı “dünyanın manevi yönetiminden sorumlu gördükleri velilerin büyüklerine “Kutup” adını verirler. Kutup yıldızı nasıl şaşkınlara doğru yönü gösterirse bu kutuplar da şaşkın olanlara “Sırat-ı Müstakimi” gösterirler. Kutbun büyüğüne “Kutbu’l-Aktap” “Gavs” ya da “Gavs-ı Azam” adı verilir.
Kutup yaratılış sebebi olan “Hakikat-ı Muhammediye”nin şahsında tecelli ettiği kişidir. Bu mana Abdulkâdir Geylâni’de tam tecelli ettiği için ona “Gavs-ı Azam” denilmiştir. Onun dışında Ahmet Rufai, Ahmed-i Bedevî ve İbrahim Desukî (kaddesellahü esrarehüm) hazeratına “Aktab-ı Erbaa” yani Dört büyük kutup denilmiştir. Aynı şekilde Anadolu Evliyalarından Mevlana Celalettin-i Rumi, Hacı Bektaş-ı Veli, Hacı Bayram-ı Veli ve Şeyh Şaban-ı Veli hazeratına da Anadolu’nun dört kutbu denilmektedir.
Şimdi bu büyük zatları tanıyanlar ve onların hizmetlerini ve irşatlarını bilen ve eserlerini okuyanlar, Bediüzzamanı da iyi tanır ve eserlerini okursa anlarlar ki, Bediüzzaman “Hakikat-ı Tevhidi” ve “Hakikat-i Muhammediye”yi bu zatlardan daha mükemmel bir şekilde hem yapmış, hem de eserlerinde ortaya koyarak mükemmel bir irşat görevi ifa etmiştir. Sadece avama değil, havassa, tasavvuf ve şeriat erbabına, ulemaya ve hocalara, siyasilere ve yöneticilere rehber ve yol gösterici olmuştur. O büyük zatlara “Kutup ve Kutb-u Azam” dedirten hususların hem velayet, hem de hakikat ve ilim noktasında en mükemmeli Bediüzzaman’ın şahsında ve eserlerinde mevcuttur.
Bu sözümüz de ehl-i tahkik olan ulema ve tasavvuf erbabınadır. Kendilerinde ilim ve tahkik olmayan taassuptan kendisini kurtaramayan amilere ve avama sözümüz yoktur.
“Ehl-i Beytten olan bir ‘Zat-ı Nurani”: Bediüzzaman’ın Kürdistan vilayetinde doğması ve Kürtçe konuşması onun “Kürt” olduğunu göstermez. Mehdinin kendisini gizleyerek davasını öne çıkarması ve imtihan gereği böyle olması gerekirdi. Nitekim Ahir zaman peygamberinin Arabistan’da doğması ve Arap olması gibi. Gerçekte ise peygamberimiz (sav) Hz. İbrahim’in (as) neslinden Hz. İsmail’in neslinden olduğu bir gerçektir. Yahudi ve Hıristiyanlar bununla imtihan edilmiş ve imtihanı kaybetmişlerdir. Elbette yukarıda geçtiği şekli ile Anne tarafından Hz. Hasan ve baba tarafından Hz. Hüseyin neslindendir. Hem Seyyid hem de Şerif’tir. Bunun erbabı bilir. Herkesin bilmesi de gerekmez.
http://www.fikirbahcesi.org/soru-cevap/ ... midir.html