(161. MEKTUB )
HAKÎKÎ CEZBE, SEYR VE İLERLEME
M. İhsan Oğuz
Ey kardeş! Sizde Hakk'a erme isteği, aşk ve muhabbet hâli yaygın bulunmaktadır. Bu güzel hallerin tohumu, Hakk'ın lütuf ve insanıyla rahmet ve mağfirete ermiş bulunan Hocanız vasıtasıyla ekilmiş; bugünki hâlinde gelişip serpilmiştir. Meyveleri, bu hallerin sönmeden devamıdır. Bu devamdan esaslı ve kalıcı sonuçlar elde edilebilir.
Bilmiş olunuz ki: Her iki âlemin terki, tasavvuf yoluna koyulmuş olanlar için Seyr İlâllâh'ın (1) sonunda, aşırı manevî coşku ve kendinden geçme ile birlikte hâl olarak meydana gelir.
Fakat; her iki âlemin içinde bu âlemlerin terki, gerçekte meydana gelmez. Yalnız, manevî coşku ile kendinden geçenlere böyle görünür. Çünkü; âlemin bir parçası olan insanın türünü ve niteliğini terk ederek başka bir nitelik kazanmasına imkân yoktur. Bu gibi sözlerin kaynağı ya hâle yenik düşmektir, yahut hâl ehlini taklîd etmektir. Hâle yenik düşmekten kurtularak her şeyin hakikatini olduğu gibi görmek, bütün hallere üstün gelmek, onlarda tasarruf etmek gerekir. Bu hâl ve kemâl, Seyr Fillâh'a (2) ermeye bağlıdır. Seyr Fillâh, Beka mertebesidir. Manevî şuur ve temkîn, bu mertebede başlar. Herkesin bu mertebeye ermesi farklıdır. Velîlik, sözü edilen fena ve bekadan (3) ibaret olduğundan; ancak fena ve bekaya eren kimse için Velî demek doğru olur. Bu konu açıklama ister. Fakat; burada ona imkân yoktur.
Yine bilesiniz ki: Hakîkat ehlinin bildiği ve sözünü ettiği cezbe (4), Seyr Fillâh'ta elverir. Zîrâ; Seyr Fillâh, cezbe yeridir. Ona Cezbe Makamı, Erme Makamı da denir. Demek ki; cezbenin hakîkati, manevî şuur ve beka makamı olan Seyr Fillâh'ta gerçekleşir. Bu makama ermeden önceki herhangi bir hâle cezbe denirse, yanlıştır. Ona gerçek anlamı dışında cezbe demek, ayrı bir mesele teşkil eder. Seyr Fillâh'tan önce görülen şeylere "hâl veya sekir (5)" denebilir. Bunu diyebilmek için de, bir takım şartların bulunması gerekir. Çünkü; manevî seyr ve ilerlemeye ilişkin haller ve sekirler başka, manevî seyr ve ilerleme dışında kendini dünyâ nîmetlerinden alıkoymaya dayanan haller, sekirler başkadır. İrşâd olunmak durumundaki tasavvuf yolcusu, bunu ayırdedemez. Bunları ancak, manevî seyr ve ilerlemeyi tamamlayarak kemâle ermiş ve başkalarını kemâle erdirecek dereceye gelmiş bir mürşid-i kâmil ayırabilir. Manevî seyr ve ilerlemede, bir de başlangıçta olanlara has bir cezbe vardır. Uzun bir konudur.
Yine bilmiş olasınız ki: Manevî seyr ve ilerlemesi tam olmayanlardan, fena ve bekaya erdirecek gerçek bir irşad meydana gelemez. Yukarıki hallerden hangisine anlayış ve kabiliyetleri fazla ise, onlardan o yansır ve o meydana gelir. Bu haller ise, onlara uyanları da kendileri gibi hâl, zevk, ma'rifet bağlarıyla bağlar. Yerinde saymalarına, bir takım varlık ve benliklere düşmelerine, hattâ kendi yaratılışlarındaki anlayış ve kabiliyet tohumunun çürümesine sebep olur. Hakk'a ermek isteyenler için en büyük tehlike budur. Zîrâ; aslî yaratılışı bozulan bir kimseyi irşâd etmek kadar güç bir şey yoktur.
Çünkü; öncelikle bozulmaya sebep o-lan maddeyi çıkarmak ve düzeltmek, uzun bir süreyi gerektiren bu hususun sağlanmasından sonra da irşada başlamak gerekir ki, insan ömrü buna yetmez.
Yine bilinmelidir ki: İrşâd ehli çok azdır. Onları bilmek ve anlamak da, Allah Teâlâ bildirmedikçe çok zordur.
Velîler ve ermişler iki kısımdır:
Birinci kısmı; fena ve bekayı, diğer bir deyimle Seyr İlâllâh ve Seyr Fillâh'ı elde ederler. Fakat; yaratılışlarında (Velilikleri yönünden) Nübüvvet kemâlâtına kabiliyet bulunmadığından, inişlerine yol verilmez. Bunlar, kemâl sahibi ermişlerdir. Ancak; manevî seyr ve ilerlemeleri tam değildir. Kendilerinden irşad (manevî eğitim) alınamaz. İrşadın dışındaki haller ve bâzı faziletler alınabilir.
İkinci kısmı; yaratılışlarında irşad kabiliyeti olduğundan, fena ve bekayı elde ettikden sonra Seyr Anillâh (6) ve Seyr Billâh (7) ile şereflendirilirler. Bu dönüş ve inişi tamamladıktan sonra irşada yetkili ve irşâd ile görevli olurlar, işte; irşad sahipleri, bu tür velîlerdir. Ancak; manevî seyr ve ilerlemesini böylece tamamlayarak halka döndürülen bu Allah dostlarında fena ve beka bir arada olup dış görünüşleri diğer insanlardan farksızdır.
Söz konusu haller ilim yoluyla vicdanlarında, yâni iç âlemlerinde hüküm sürüp dışa taşmadığından; sahip bulundukları kemâlâtı, Hakk'ın lütuf ve yardımı elvermedikçe bilmek ve anlamak mümkün değildir. Bu gibi Allah dostlarına tâbi' olmak, Hakk'a ermek demektir. Zîrâ; Hakk'a erdirilmesi istenmeyenler, gerçek mânâda ermişlere er-dirilmezler. Ermiş olana erişmek, niyet ve düşünce olarak ermekten ibarettir. Çünkü; bir ermişe erdiri-len, elbette ermek saadetine erişmiş olur.
Yukarıda geçen dört türlü seyrden Seyr İlâllâh ile Seyr Fillâh Velîliğin yarısını, Seyr Anillâh ile Seyr Billâh diğer yarısını teşkil eder. Seyr ilâllâh'a "Seyr-i Âfâkî (8)", Seyr Fillâh'a "Seyr-i Enfüsî (9)" de derler.
Genelde tasavvuf ehline göre manevî yükseliş, bir bakıma Seyr Fillâh'ta tamam olur. insanları kemâle erdirme ve irşad makamı, bu dört seyrin tamamlanmasına bağlıdır. Yalnız ilk yarısını elde etmek, tam kemâle erme değildir. Fakat; bu mertebede olanlara Velî denebilir. Bu kısa bilgi; genelde erişilen Velîlik makamlarının bir özetini, irşâd ehline âit mertebelerin özünü bildirir.
Şu hususa da dikkat edilsin ki: Sözü edilen makam ve mertebelere ermek, kolay sanılmamalıdır. Seyr ve ilerleme yoluyla bu devlete ancak kırk-elli yılda, yahut daha çok zamanda erilir. Genelde tasavvuf yollarının gerçek eğiticilerinin tavır ve hareketi böyledir. Nakşibendîlerden bu seyr ve kemâle ortak olanlar da, bu durumdadırlar. Bununla birlikte; manevî seyr ve ilerlemeyi tamamladığını iddia eden veya kesin bir bilgiye dayanmaksızın manevî seyr ve ilerlemesi tam olduğuna inanılan çoğu şöhretli kimselerin söz konusu kemâlâta sahip bulunmadıkları, ancak genelde yedi tavır veya latifenin, fena ve bekanın sureti, gölgenin benzerliği ile kaldıkları görülmektedir. Bir şeyin gölgesi ve sureti başka, aslı ve hakikati başkadır. Gölgenin sonucu yoktur. Asla ve hakîkate yönelmiş, onu istemiş olanların gölgeye yönelmeleri günahtır.
Yine bilinsin ki: Yukarıda söz konusu edilen yükseliş ve inişin, kemâle erme ve erdirmenin dışında başka makamlar ve mertebeler, fenalar ve bekalar, ermeler ve erdirilmeler vardır ki; bunlar, Muhammed Aleyhisselâm'ın Nübüvvet kemâlâtına vâris olma yoluyla elverir. Zîrâ; âlemde en fazîletli varlık olan Peygamber (S.A.V.) Efendimiz'in kemâlâtı iki asla dayanır. Onun birisi Vilâyet-i Muhammediyye, diğeri Nübüvvet-i Ahmediyye kemâlâtıdır. Ümmeti içinde, her iki kemâlin vârisleri vardır. Vilâyet kemâlâtına tam vâris olanların en son kemâli, şimşek çakması gibi zaman zaman Hakk'ın Zât tecellîsine ermektir. Bu erme, Vilâyet-i Kübrâ ve Vilâyet-i Ulyâ mertebesinde elverir. Nübüvvet kemâlâtı vârislerine elveren ilk kemâl, Vilâyet kemâlâtı vârislerinin son kemâli olan Zât'ın şimşek misâli tecellîsine sürekli bir halde ermektir.
Nakşibendiyye Büyüklerinin Yâd-dâşt (10) kelimesiyle işaret ettikleri nisbetin kemâli budur. Bundan sonra Risâlet kemâlâtına, daha sonra Peygamber Efendimiz'in zâtına has kemâlâta, birkaç mertebe sonra da Hak Teâlâ Hazretleri'ne âit İlâhî hakikatlere ve zatî ma'rifetlere erilir. Fakat; Nübüvvet kemâlâtı vârisleri, milyonlarca velî içinde son derece azdır. Daha yukanki kemâl ve hakikatlere eren yüce kullar ise, daha da azdır.
Yine bilinsin ki: Nakşibendîler ve Sıddîkîlerin kendilerine nisbet ettikleri, "Sıddîkıyye ve Nakşibendiyye Huzur ve Nisbeti" dedikleri, her nisbetin üstünde olduğunu söyledikleri nisbet, Yâd-dâşt'tan ibarettir ki; "Daimî Zât Tecellîsi", onun başka bir ifadesidir. Peygamberlerden sonra insanların en fazîletlisi Sıddîk-ı Ekber'den gelen ve Sıddîkîlere has olan hakîkî nisbet, işte budur. Zîrâ; Sıddîk-ı Ekber Hazretleri Peygamber Efendimiz'in Nübüvvet kemâlâtının, Alî el-Murtazâ Hazretleri de Vilâyet kemâlâtının vârisi ve dağılım merkezidir. Hazret-i Ali'nin bu durumu, Nübüvvet kemâlâtının vârisi olmadığı anlamına gelmez. Zîrâ; bir makam ve mertebenin feyz ve kemâlinin dağılım merkezi olmak başka, veraset ve mazhariyetler meselesi başkadır.
Bundan dolayı; herhangi bir feyz ve kemâlin dağılım merkezine yönelmiş olanlar, o feyz ve kemâli dağıtan zâtın ermiş olduğu türden bir kemâle ererler. Muhammed Aleyhisselâm'ın Nübüvvet kemâlât ve emânetini yüklenen ve onun dağılım merkezi olan Sıddîk-ı Ekber'in vârisler silsilesi ve onların tabileri, sözü edilen bu yüce nisbet ile şereflen-dirilmişlerdir. Bu yüce nisbet, Sıddîkıyye nisbetinin başlangıcını teşkil eder.
Nakşibendiyye Yolunun Büyük Önderleri, bu nisbetin elde edilmesi için usûl ve kurallar koymuşlardır. Allah Teâlâ sırlarını yüceltsin.
Yüce Mevlâ hepimizi bu yüksek ve aslî kemâlât ile şereflendirsin. Yüce Zâtı'na yöneltip zatî ma'rifetine erme yollarına iletsin. Bütün yaşantımızda zatî rızâsına erdirsin. Sebepsiz lütuf ve ihsanı ile...
(1) Allah'a erme yolunda seyrin (2) Allah'a erme hâlinde seyre (3) Varlığından geçerek Hakk'ın feyz ve muhabbetiyle hayat bulmaktan (4) Manevî coşku (5) Manevî sarhoşluk (6) Allah'a erme hâlinden eşyaya seyr (7) Allah'a erme haliyle eşyada seyr (8) Dış âlemde olan seyr (9) iç âlemde olan seyr (10) Her an hatırda olma
M. İhsan Oğuz; Mektuplar, 2. Cild,s. 177-183
|