Sufiforum.com

2009'da başlayan SUFİFORUM'da İslam; İslam Tasavvuf Geleneği ile ilgili her türlü güncel ya da 'eskimez' konular yer almaktadır. İçerik yenilemeleri tasavvuf.name sitesinden sürdürülmektedir. ALLAH YÂR OLSUN.

Giriş |  Kayıt




Yeni başlık gönder Başlığa cevap ver  [ 9 mesaj ] 
Yazar Mesaj
 Mesaj Başlığı: Rabbânîyyun için Seyr ü Sülûk Rehberi
MesajGönderilme zamanı: 03.12.09, 09:17 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı

Kayıt: 27.12.08, 17:20
Mesajlar: 565
SEYR U SÜLÛK MERTEBELERİ

Tasavvuf târihinde, mânevî yolculuğun aşamalarını bütün detaylarıyla anlatan ilk sûfîlerden biri muhtemelen İmâm-ı Rabbânî Ahmed Sirhindî’dir. Seyr u sülûk varlık mertebelerinde bir yolculuk olduğu için Sirhindî’nin ortaya koyduğu “sülûk mertebeleri”, onun “varlık mertebeleri” anlayışına da ışık tutmaktadır.

Ahmed Sirhindî kendi rûhî tecrübelerinden yararlanarak seyr u sülûk (mânevî yolculuk) esnâsında ulaşılacak mertebeleri oldukça detaylı bir şekilde anlatmıştır. Ancak eserlerinde ve mektuplarında seyr u sülûk mertebelerini baştan sona anlatmak yerine, daha ziyâde muhâtabı ilgilendiren bazı mertebeler hakkında bilgi vermiştir. Bu mektuplardaki parçalar bir düzen içinde sıralanmadığı takdirde okuyucuya bir yap-boz oyununun dağınık parçaları gibi görünmekte, mânevî yolculuğun başlangıcı, ortası ve sonu hakkında bütüncül bir fikir vermemektedir. Bu mektuplardan sâdece birinci cildin 260. mektubunda verilen bilgiler nisbeten daha derli toplu ise de yeterli değildir.

Sonraları Sirhindî’nin halifelerinden Mîr Muhammed Nu‘mân Risâle-i Sülûk isimli eserinde mânevî yolculuğun aşamalarını sistematik ve özet bir biçimde anlatmış, Muhammed Bâkır Lâhûrî (ö. 1080/1669’dan sonra) de Ahmed Sirhindî ile oğlu Muhammed Ma‘sûm’un mektuplarında dağınık durumda olan mertebeler ile ilgili bilgileri sıralarına göre dizerek Kenzü’l-hidâyât isimli eserini vücûda getirmiştir.

Sonraki Müceddidiyye mensupları da seyr u sülûkü bir bütün olarak anlatan birçok eser kaleme almışlardır. Bu eserler, Ahmed Sirhindî tarafından ortaya konan mânevî yolculuğu ve aşamalarını, başlangıcı, sonu ve durakları (mola yerleri) belli olan bir yol haritası ya da seyahat rehberi gibi derli toplu anlatmışlardır.

Dolayısıyla, konunun daha iyi anlaşılabilmesi için burada Sirhindî’nin eserlerinin yanı sıra sonraki Müceddidîler’in verdiği bilgilerden de zaman zaman yararlanılacaktır.



MÜKÂŞEFÂT-I GAYBİYYE
MANEVÎ YOLCULUK

İMÂM-I RABBÂNÎ AHMED SİRHİNDÎ

s.9-16

Tercüme: Doç. Dr. Necdet Tosun

SUFÎ Kitap


En son rabbani tarafından 10.12.10, 13:06 tarihinde düzenlendi, toplamda 3 kere düzenlendi.

Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: RABBANÎ SEYR U SÜLÛK / Doç. Dr. Necdet TOSUN
MesajGönderilme zamanı: 03.12.09, 09:18 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı

Kayıt: 27.12.08, 17:20
Mesajlar: 565
RABBANÎ SEYR U SÜLÛK REHBERİ

Mânevî yolculuk İmkân Dâiresi’nde başlar. Bu dâirenin alt yarısında (Halk Âlemi’nde) insan, insana âit latîfeler (letâif), kâinât, melekler, Cennet, Kürsî v.s bulunur. İmkân Dâiresi’nin ortasında Arş yer alır. Üst yarısında (yani Emr Âlemi, rûhânî âlem) ise insanın beş letâifinin asılları bulunur. Sâlik önce letâifini zikre alıştırır. Sonra letâifini fenâya ulaştırarak Arş’ın üzerindeki asıllarına ermesini sağlar (letâifi kendi asıllarında fânî ve bâkî eder). Letâifin asıllarındaki seyri de bitince İmkân Dâiresi seyri tamamlanmış olur. Bunun ardından Nakşbendîler’in “vücûd-i adem” dedikleri fenâya benzer bir hâl zuhûr eder.

Resim

İmkân Dâiresi’ndeki yolculuğunu tamamlayan sâlik, ikinci mertebe olan Velâyet-i Suğrâ Dâiresi’nde seyre başlar. Velâyet-i Suğrâ’ya Velâyet-i Evliyâ, Velâyet-i Zılliyye ve Merâtib-i Zılâl (gölge mertebeleri) de denir. Bu dâiredeki seyr, letâifin asıllarının da asılları sayılan, “ilâhî isim ve sıfatların gölgelerinde” olan yolculuktur. Sâlik bu mertebede, bağlı bulunduğu ve feyz aldığı ilâhî ismin gölgesine (mebde-i taayyününe) ulaşır ve orada yolculuk yapar. Müceddidî meşâyıhına göre ilâhî fiillerin tecellîsi (tecellî-yi ef‘âl), kalbin fenâsı (fenâ-yı kalb, fenâ fillâh), sâlikin kendisini Allah ile bir görüp “Ene’l-Hak” gibi sözler söylemesi ve varlığı bir olarak idrâk etmesi (vahdet-i vücûd) Velâyet-i Suğrâ’da zuhûr eder. Sâlik, bu mertebede Allah’tan başka varlık göremez. İlâhî isim ve sıfatların gölgelerinde olan yolculuk “seyr ilallâh”a dâhil olduğu için, Velâyet-i Suğrâ Dâiresi’ndeki yolculuk da İmkân Dâiresi’ndeki gibi seyr ilallâh içindedir. Velâyet-i Suğrâ’nın sonunda “tecellî-i berkî” (şimşek gibi gelip geçen tecellî) hâsıl olur. Ancak bu Allah’ın zâtının tecellîsi olmayıp, ilâhî isim ve sıfatların asıllarının gölge perdesindeki tecellîsidir. Bir sonraki mertebe olan Velâyet-i Kübrâ’ya ulaşanlar için bu tecellî dâimî olur.

Üçüncü mertebe Velâyet-i Kübrâ Dâiresi’dir. Velâyet-i Suğrâ, ilâhî isim ve sıfatların gölgeler hâlinde belirdiği mertebe iken, Velâyet-i Kübrâ bu isim ve sıfatların “asılları” mertebesidir. Velâyet-i Kübrâ’ya Velâyet-i Enbiyâ, Velâyet-i Asliyye ve Merâtib-i Usûl (asıl mertebeleri) de denir. Gerçekte peygamberlere âit olan bu velîlik mertebesinden, onlara tâbî ve vâris olma yönüyle bazı velîlerin de nasîbi vardır. Velâyet-i Kübrâ Dâiresi, üç küçük dâire ve bir kavsi (yarım dâireyi) içerir. Birinci dâirenin alt yarısı ilâhî isim ve sıfatların asıllarını (kendilerini), üst yarısı ise bu isim ve sıfatların asıllarının da asılları demek olan zâtî şuûnlar ve îtibârları ihtivâ eder. Sâlik birinci dâireden yükselince seyr, ikinci dâire olan Asıl Dâiresi’nde olur. Asıl Dâiresi’nden yükselince üçüncü dâire olan Aslın Aslı’na erişir. Oradan da kavse (yarım dâireye) geçer. Velâyet-i Kübrâ Dâiresi’nde seyre başlayan sâlik “seyr fillâh”a başlamış olur. Bu mertebede vahdet-i şuhûd hâsıl olur. Mahlûkâtın varlığı ve sıfatları Allah’ın varlığı ve sıfatlarından bir parıltı ve gölge olarak görülür, gerçek varlık olarak değil. Dönen bir noktanın havada hayâlî bir dâire oluşturması gibi âlem de hayâlî (mevhûm) olarak hissedilir. Velâyet-i Kübrâ makâmında nefsin itmi’nânı ve sadrın şerhi hâsıl olur, sâlik rızâ makâmı ve İslâm-ı hakîkî mertebesine kavuşur. Velâyet-i Kübrâ’nın sonunda ilâhî isim ve sıfatların asılları perdesinden şimşek çakması gibi zâtî şuûnât tecellîsi olur.

Dördüncü mertebe Velâyet-i Ulyâ Dâiresi’dir. Buna Velâyet-i Mele-i A‘lâ (meleklerin velîlik mertebesi) de denir. Bu velîlik makâmının seyri de, Velâyet-i Kübrâ gibi isim ve sıfatların asıllarındadır. Farkı ise, Velâyet-i Suğrâ ve Kübrâ’nın seyirleri “Zâhir” ismine ilişkin iken, Velâyet-i Ulyâ seyrinin “Bâtın” ismiyle alâkalı olmasıdır. Zâhir isminde Allah’ın zâtı düşünülmez, Bâtın isminde ise isimle birlikte zât da düşünülür. Meselâ Allah’ın “İlim” sıfatında zâtı düşünülmez, “Alîm” (Bilen) sıfatında ise zâtı düşünülür. Sâlik, Velâyet-i Ulyâ’da isim ve sıfatların asıllarının asılları olan zâtî şuûnât tecellîsine ve bu tecellî perdesinden zaman zaman Allah’ın zât tecellîsine şimşek çakması gibi mazhar olur. “Tecellî-i zâtî-i berkî” budur. Bu makâmda feyzin geliş yeri toprak dışındaki üç unsurdur, yani hava, su ve ateş. Bu üç unsurun arınıp temizlenmesi bu mertebede gerçekleşir. Yukarıda sayılan üç velîlik mertebesine (Velâyet-i Suğrâ, Kübrâ ve Ulyâ’ya) “Velâyât-ı Selâse” (üç velîlik) veya “Kemâlât-ı Velâyet” adı verilir.

Beşinci mertebe Kemâlât-ı Nübüvvet Dâiresi’dir. Velâyet-i Ulyâ’da şuûnât perdesinden gelen Zât’ın şimşek gibi tecellîsi, Kemâlât-ı Nübüvvet Dâiresi’ne ulaşanlara dâimî olur (tecellî-i zâtî-i dâimî). Bu dâimî Zât tecellîsi asıl olarak peygamberlere mahsus ise de, seyri bu mertebeye ulaşan sâlikler, tâbî ve vâris olma yoluyla bu tecellîden nasip alırlar. Kemâlât-ı Nübüvvet Dâiresi’nde feyzin geliş yeri “toprak” latîfesidir (unsurudur). Müceddidî meşâyıhına göre, bu mertebede vahdet-i vücûd ve vahdet-i şuhûddan eser kalmaz. Sâlik, önceleri varlık hakkında yorum yapamaz, bir cehl ve hayret hâli yaşar. Sonra hâli yükseldikçe Allah ile âlemi ayrı iki varlık olarak görmeye başlar. Zât, gölgeye, asla ve şuûnâta ilişkin perdeler olmaksızın tecellî ettiği için gerçek anlamda “vasl-ı uryân” (tüm varlığından ve benliğinden geçmiş olarak zâtî kavuşma) meydana gelir.

Altıncı mertebe Kemâlât-ı Risâlet Dâiresi’dir. Bu mertebede feyzin geliş yeri insanın birleşik hâlde bütün latîfeleridir. İnsanın Emr ve Halk Âlemi’ne âit on latîfesinin arınıp temizlendikten sonra birleşerek tek bir latîfe hükmünü almasına “hey’et-i vahdânî” denir. Bu durum, Kemâlât-ı Risâlet Dâiresi’nde gerçekleşir. Sâlik bundan sonra hey’et-i vahdânîsi ile mânevî yolculuğuna devam eder. Bu mertebede de dâimî zât tecellîsi devâm eder.

Yedinci mertebe Kemâlât-ı Ülü’l-Azm Dâiresi’dir. Bu mertebede de dâimî zât tecellîsî kendi mertebesine göre devâm eder. Feyzin geliş yeri, bir önceki mertebede olduğu ve bundan sonraki tüm mertebelerde olacağı gibi hey’et-i vahdânîdir. Bu makâmda Kur’ân’ın mukatta‘ât ve müteşâbihâtına âit sırlar açılır. Kayyûmiyyet (bütün eşyânın kendisiyle kâim olması) görev ve rütbesine ulaşılır. Kemâlât-ı Nübüvvet, Kemâlât-ı Risâlet ve Kemâlât-ı Ülü’l-Azm’a “Kemâlât-ı Selâse” (üç kemâlât) adı verilir.

Ahmed Sirhindî bu mertebelerden sonra Hakîkat-ı İbrâhîmî, Hakîkat-ı Mûsevî, Hakîkat-ı Muhammedî ve Hakîkat-ı Ahmedî gibi “Peygamberlere Âit Hakîkatler” ile Hakîkat-ı Ka‘be, Hakîkat-ı Kur’ân ve Hakîkat-ı Salât gibi “İlâhî Hakîkatler”den bahsetmiş ancak bunların sıralanışı hakkında detaylı bilgi vermemiştir. Hakîkat-ı Ka‘be’nin, Hakîkat-ı Muhammedî’den daha üstün olduğu şeklindeki sözleri ise sonraları önemli bir tartışma konusu olmuştur.

Müceddidiyye meşâyıhına göre, Kemâlât-ı Ülü’l-Azm Dâiresi’nden sonra mânevî yol ikiye ayrılır. Bu yollardan birine “Hakâik-ı İlâhiyye” (İlâhî Hakîkatler), diğerine “Hakâik-ı Enbiyâ” (Peygamberlerin Hakîkatleri) adı verilir. Hakâik-ı İlâhiyye yolunda Hakîkat-ı Ka‘be, Hakîkat-ı Kur’ân ve Hakîkat-ı Salât isimlerinde üç adet hakîkat; Hakâik-ı Enbiyâ yolunda ise Hakîkat-ı İbrâhîmî, Hakîkat-ı Mûsevî, Hakîkat-ı Muhammedî ve Hakîkat-ı Ahmedî isimlerinde dört adet hakîkat bulunmaktadır. Bunların toplamı yedi mertebe olup “Hakâik-ı Seb‘a” (yedi hakîkat) adıyla da bilinirler. Sâliki bu hakîkatlere yönlendirirken bu iki yoldan birine öncelik vermek mürşidin tercihine bağlıdır. Sonraki Müceddidîler genellikle Hakâik-ı İlâhiyye yoluna öncelik vermişlerdir. Ancak Sirhindî “Hakîkat-ı Kur’ân, Hakîkat-ı Muhammedî’den üstündür” dediğine göre, urûc mertebelerinde onun önce (içinde Hakîkat-ı Muhammedî’nin de bulunduğu) Hakâik-ı Enbiyâ (Peygamberlerin Hakîkatleri) grubunda, ardından (içinde Hakîkat-ı Kur’ân’ın da bulunduğu) Hakâik-ı İlâhiyye (İlâhî Hakîkatler) grubunda yolculuk etmeyi tercih etmiş olduğu anlaşılmaktadır. Dolayısıyla buradaki sıralamada Sirhindî’nin tercihi esas alınacaktır.

Hakâik-ı Enbiyâ grubunun ilk mertebesi, tüm sülûk mertebelerinin sekizincisi olan Hakîkat-ı İbrâhîmî Dâiresi’dir. Hakîkat-ı İbrâhîmî seyrinde mahbûbiyyet-i sıfâtiyye (Allah’ın sıfatlarına ilişkin sevgililik, sıfatlarına âşık olma) hâlleri oluşur. Bu mertebeye “Velâyet-i Halîlî” ve “Velâyet-i Hullet” (Allah’ın dostu olma makâmı) da denir.

Dokuzuncu mertebe Hakîkat-ı Mûsevî Dâiresi’dir. Buna Velâyet-i Mûsevî de denir. Bu mertebedeki yolculukta muhibbiyyet-i zâtiyye (Allah’ın zâtına yönelik sevgi) hâli oluşur.

Onuncu mertebe Hakîkat-ı Muhammedî Dâiresi’dir. Buna Velâyet-i Hâssa-i Muhammedî de denir. Bu makâmdaki yolculukta muhibbiyyet-i zâtiyye ile mahbûbiyyet-i zâtiyye hâlleri karışmış durumdadır. Bu mertebedeki tasavvuf yolcusunda Hz. Peygamber’e karşı özel bir muhabbet oluşur. Ahmed Sirhindî bu mertebede: “Hak Teâlâ’yı onun için severim ki, Muhammed’in Rabbidir” demiştir.

Onbirinci mertebe Hakîkat-ı Ahmedî Dâiresi’dir. Bu mertebede mahbûbiyyet-i zâtiyye (Allah’ın zâtına âşık olma) hâli zuhûr eder, sıfatlarından ilgi kesilir. Ahmed Sirhindî, Hakîkat-ı Muhammedî mertebesinin kendi makâmından yükselip Hakîkat-ı Ka‘be ile birleşmesi netîcesinde Hakîkat-ı Ahmedî ismini aldığını ifâde etmiştir.

Onikinci mertebe Hubb-i Sırf-ı Zâtî Dâiresi’dir. Sirhindî buna varlık mertebelerinde Taayyün-i Hubbî demiştir. Hakîkat-ı Ahmedî Dâiresi’ndeki yolculuğunu tamamlayan sâlik Hubb-i Sırf-ı Zâtî (Allah’ın sırf zâtî sevgisi) mertebesinde seyre başlar. Allah’ın zât mertebesi demek olan Lâ-taayyün’e en yakın makâm budur. Dolayısıyla Sirhindî’ye göre gerçek anlamda Hakîkat-ı Muhammedî (Taayyün-i Evvel, Taayün-i Hubbî) bu mertebedir. Bundan önce sözü edilen Hakîkat-ı Muhammedî bunun gölgesidir. Bu mertebede yolculuğunu tamamlayan sâlik Peygamberlerin Hakîkatleri grubunu tamamlamış olarak onüçüncü mertebe olan Zât-ı Baht Dâiresi’ne kademî değil nazarî seyr ile kavuşur. Burası Zât makâmı (Lâ-taayyün) olduğu için oraya adım atmak mümkün değildir.

Hakâik-ı Enbiyâ grubundaki mertebeler aşıldıktan sonra sıra Hakâik-ı İlâhiyye grubundaki mertebelere gelir. Bu yolun ilk mertebesi, tüm sülûk mertebelerinin ondördüncüsü olan Hakîkat-ı Ka‘be Dâiresi olmaktadır. Hakîkat-ı Ka‘be makâmında Zât mertebesinin azameti zuhûr eder.

Onbeşinci mertebe Hakîkat-ı Kur’ân Dâiresi olup burada Zât’ın keyfiyeti meçhûl olan genişliğinin başlangıcı zuhûr eder.

Onaltıncı mertebe de Hakîkat-ı Salât Dâiresi’dir. Burada Zât’ın keyfiyeti meçhûl genişliğinin kemâli idrâk edilir.

İlâhî Hakîkatler grubundaki bu mertebeler aşıldıktan sonra onyedinci sıradaki Ma‘bûdiyyet-i Sırf Dâiresi seyr-i kademî ile değil, seyr-i nazarî ile müşâhede edilir. Zîrâ burası ilâhlık ve Zât mertebesidir (Lâ-taayyün).

Resim

Buraya kadar anlatılan mertebeler seyr u sülûkteki “yükseliş” (urûc) makâmlarıdır. Bundan sonra sâlik “inişe” (nüzûl) geçer, seyr ani’llâh billâh ve seyr fi’l-eşyâ aşamalarını tamamlayarak yolculuğa başladığı yer olan kalp makâmına döner.


“Murâkabeler”

Bunlara ek olarak, Müceddidî seyr u sülûk sistemi içinde “Murâkabeler” konusunun da önemli bir yeri vardır.
Ahmed Sirhindî murâkabeler hakkında eserlerinde geniş bilgi vermemiş ise de, sonraki Müceddidîler bunları detaylı ve sistematik bir şekilde anlatmışlardır. Bu murâkabeler belli âyet ve kavramların derinlemesine tefekkürü olup bu tefekkür bağlamında feyzin Allah’ın Zât’ından sâlikin letâifine gelişini beklemek ve düşünmektir.

Meselâ birinci murâkabe olan “Murâkabe-i Ahadiyyet”te bütün kemâl sıfatlara sâhip ve noksan sıfatlardan uzak olan “Allah” isminin mânâsı tefekkür edilir ve bu mertebeden sâlikin kalp latîfesine feyzin geldiği düşünülür. Bu murâkabe İmkân Dâiresi’nin seyri esnâsında letâif ve nefy u isbât zikirlerinden sonra yapılır.

İkinci murâkabe olan “Murâkabe-i Ma‘iyyet”, Velâyet-i Suğrâ Dâiresi’nde yapılır. Burada, “Her nerede olursanız, O (Allah) sizinle berâberdir” (el-Hadîd, 57/4) âyetinin anlamı üzerinde derinlemesine düşünülür.

Üçüncü murâkabe olan “Murâkabe-i Akrabiyyet” Velâyet-i Kübrâ Dâiresi’nin içindeki üç küçük dâireden birincisinin alt yarısında yapılır. Burada, “Ve biz ona (insana) şah damarından daha yakınız” (Kâf, 50/16) âyeti tefekkür edilir.

Dördüncü murâkabe olan “Murâkabe-i Muhabbet”, Velâyet-i Kübrâ Dâiresi’nin içindeki ikinci küçük dâireden Velâyet-i Ulyâ’nın sonuna kadar yapılır. Bu murâkabede “Allah onları sever, onlar da Allâh’ı severler” (el-Mâide, 5/54) âyeti tefekkür edilir.

Beşinci murâkabe olan “Murâkabe-i Zât-ı Baht” da, Kemâlât-ı Nübüvvet Dâiresi’nde ve sonraki tüm mertebelerde yapılır.


Müceddidiyye öncesi Nakşbendîlik’te murâkabe uygulaması olmakla birlikte, bu şekilde belirli mertebelerde belirli âyetler kullanılarak yapılan sistematik bir murâkabe usûlü bulunmamaktadır. Ahmed Sirhindî’nin eserlerinde de bu tarzda sistematik olarak murâkabelerden bahsedilmez. Üstelik Sirhindî Murâkabe-i Zât yapan sûfîleri eleştirmekte ve Allah’ın Zât’ının düşünülemeyeceğini öne sürmektedir. Dolayısıyla sonraki Müceddidîler’in bu murâkabe usûlünü Sirhindî’den şifâhî yolla almış olabileceklerini söylemek oldukça zordur.

Yukarıda anlatılan tarzda sistematik murâkabe usûlünü Müceddidiyye sülûk metodları arasına katan ilk kişi Mazhar Cân-ı Cânân (ö. 1195/1781) olmalıdır. Bu murâkabeler tesbit edilirken muhtemelen Çiştiyye tarîkatının sülûk sisteminden yararlanılmıştır. Zîrâ Çiştiyye şeyhlerinden Seyyid Muhammed Gîsûdırâz’ın (ö. 825/1422) Risâle-i Murâkabe isimli eserinde 36 tane murâkabe anlatılmaktadır. Bunlardan üçüncüsü “Murâkabe-i Kurbet”, dördüncüsü “Murâkabe-i Ma‘iyyet”, dokuzuncusu “Murâkabe-i Zâtî” isimlerini taşır. Mazhar Cân-ı Cânân bu murâkabeler sistemini bazı düzenleme ve özetlemelerden sonra Müceddidî sülûk sistemine dâhil etmiş olmalıdır. Bu durum, İmâm-ı Rabbânî Ahmed Sirhindî’nin temellerini attığı seyr u sülûk sisteminin kendisinden sonra bazı gelişmelere uğradığını göstermektedir.*


(*)Geniş bilgi için bk. Necdet Tosun, İmâm-ı Rabbânî Ahmed Sirhindî: Hayatı, Eserleri, Tasavvufî Görüşleri, İstanbul 2005.[/b]


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: Rabbânîyyun için Seyr ü Sülûk Rehberi
MesajGönderilme zamanı: 17.12.10, 15:51 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı

Kayıt: 27.12.08, 17:20
Mesajlar: 565
İmâm-ı Rabbânî Ahmed Sirhindî’ye göre Letâif ve Terbiyesi

Letâif, latîfe (ince, nâzik, şeffaf şey) kelimesinin çoğulu olup, tasavvuf ıstılâhı olarak insanın hakîkatını oluşturan katmanları ifâde eder. Bunlara rûhun mertebeleri veya farklı boyutları da denebilir. Bir başka târife göre letâif, duyu organları ve aklın sağladığı bilgilerin ötesindeki mânevî gerçekleri bilmemizi sağlayan hassas bilinçaltı yetenekleridir.

İmâm-ı Rabbânî Ahmed Sirhindî’ye göre insan, on letâiften oluşmaktadır. Bunlara “Letâif-i Aşere” adı verilir. Bunlardan beşi Âlem-i Emr’e (ruhlar âlemine), beşi de Âlem-i Halk’a (yaratılış âlemine) âittir.

Âlem-i Emr’in beş latîfesi “kalp”, “ruh”, “sır”, “hafî” ve “ahfâ” olup “letâif-i hamse” veya “cevâhir-i hamse” (beş latîfe) diye bilinirler.

Âlem-i Halk’ın beş latîfesi ise “nefs” ve insan bedenini oluşturan “dört unsur”dur (anâsır-ı erba‘a: Toprak, ateş, su ve hava). Bu dört unsurun da nefse dâhil olduğu kabûl edilir. Letâif-i Sitte (altı latîfe) dendiğinde Âlem-i Emr’in beş latîfesi ile “nefs”ten oluşan altılı grup kastedilir. “Letâif-i Seb‘a” (yedi latîfe) dendiğinde ise bu altılı gruba dört unsurun “latîfe-i kâlebiyye” (beden latîfesi) adıyla tek bir latîfe olarak eklenmesiyle oluşan yedili grup kastedilir.

Letâif-i sitte (altı latîfe) iç içe geçmiş halkalar şeklinde düşünülebilir. En dış halka nefs, onun içindekiler sırasıyla kalp, ruh, sır, hafî ve ahfâdır. Bunlar insan rûhunun farklı mertebeleri ve boyutları olup bir içteki, dıştakine göre daha hassâs ve yüksek seviyelidir.

Sûfî, önce “kalbine” (göğsün sol tarafına) yoğunlaşarak zikre başlar. Kalbi zikrin lezzetini hissedip zikre iştirâk eder hâle gelince “rûhuna” (göğsün sağ tarafına) yoğunlaşarak zikre devam eder. Ruh da zikre iştirâk edince bunu sırasıyla sır, hafî, ahfâ ve nefs izler. Nefs zikre iştirâk ettikten sonra tüm bedenin zikre iştirâk etmesi sağlanır (sultânü’z-zikr). Bu işlemlere, “letâife zikrin ilkâsı” denir.

Ahmed Sirhindî’den önceki sûfîlerde, özellikle Kübreviyye şeyhleri arasında letâifin isimleri, nurları ve irtibatlı olduğu peygamberler bilinmekteydi . Ancak letâifin yerlerinden yani insan bedenindeki farklı bölgelere yerleştirilmesinden bahseden ilk yazılı kaynak, muhtemelen Sirhindî’nin Mebde’ ve Me‘âd adlı eseridir. Sirhindî bu eserde “kalb”in, göğsün sol tarafında, “rûh”un ise sağ tarafında olduğunu; sır, hafî ve ahfânın göğsün ortasında bulunduğunu, “ahfâ”nın tam ortada, “sır” ve “hafî”nin de onun yanlarında bulunduğunu, “nefs”in ise beyin (dimâğ) ile irtibatlı olduğunu ifâde etmiştir . Sirhindî bu cümleleri ile letâifin yerlerini ana hatlarıyla belirtmiş, detaylara girmemiştir. Sonraki Müceddidîler letâifin yerleri konusunda detaylı ya da detaysız olarak bazı bilgiler vermişlerdir . Ancak her sûfînin kendi rûhî tecrübesinin farklı oluşu sebebiyle olsa gerek, Sirhindî’den sonraki bazı Müceddidî şeyhleri letâifin yerleri konusunda farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Meselâ Sirhindî’nin halifelerinden Âdem Benûrî’ye göre “kalp” solda, “ruh” sağda, “sır” göğsün ortasında, “hafî” alında, “ahfâ” başın üst tarafında bulunmaktadır . Sirhindî’nin ana hatlarını belirlediği dizilişi prensip olarak kabul edenler bile bunu üç şekilde yorumlamışlardır:

Resim

1. Şekil: “Kalp” sol memenin altında; “ruh” sağ memenin altında; “sır” kalbin yanında, kalp ile göğsün ortası arasında; “hafî” rûhun yanında, ruh ile göğsün ortası arasında; “ahfâ” kalp ile ruh arasında ve göğsün tam ortasında yer alır. Nefs ise beyinde (dimâğ) bulunmaktadır. Bu dizilişe göre, ilk beş letâif insan göğsünde yatay bir çizgi üzerinde sıralanmış durumdadır . Ahmed Sirhindî’nin ifâde ettiği diziliş budur. İlk dönem Müceddidî şeyhlerinin de çoğunlukla bunu esas aldıkları anlaşılmaktadır.

2. Şekil: “Kalp” sol memenin iki parmak altında, “ruh” sağ memenin iki parmak altındadır. “Sır” sol memenin hizâsında, göğsün ortasına doğru iki parmak içte, “hafî” sağ memenin hizâsında göğsün ortasına doğru iki parmak içte, “ahfâ”, göğsün ortasının üst kısmında, nefs de alındadır. Bu dizilişe göre ilk beş letâif insan göğsünde bir üçgen üzerindeki noktalar şeklinde sıralanmıştır. Bu diziliş yorumunu, muhtemelen ilk kez Abdullah Dihlevî (ö. 1240/1824) yapmıştır.

3. Şekil: Abdullah Dihlevî’nin halifelerinden Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî (ö. 1242/1827) ile başlayan Hâlidiyye kolunda “sır” sol memenin hizâsına değil üstüne, “hafî” de sağ memenin hizâsına değil üstüne yerleştirmiştir. Bazı şeyhler bu dizilişi daha detaylı olarak şöyle ifâde etmişlerdir: “Kalp” sol memenin iki parmak altında, “ruh” sağ memenin iki parmak altında, “sır” sol memenin iki parmak üstünde, “hafî” sağ memenin iki parmak üstünde, “ahfâ” iki memenin arasında, göğsün ortasındadır. Bu dizilişe göre ilk dört letâif göğüste âdetâ bir dikdörtgen üzerinde dizilmiş, ahfâ da ortalarına yerleşmiş durumdadır . Bazı kaynaklarda “ahfâ”, “sır” ile “hafî” arasına yerleştirilmiştir.

[color=#004080]Letâifin bedendeki yerleri hakkında yazılı en eski kaynak muhtemelen Ahmed Sirhindî’ye âit ise de, bu yerleştirmeyi ilk kez Sirhindî’nin yaptığını ve önceki şeyhler tarafından bilinmediğini söylemek oldukça zordur. Zîrâ Sirhindî’nin halifelerinden Mîr Muhammed Nu‘mân’a nisbet edilen Risâle-i Sülûk isimli eserde letâifin bedendeki yerleri konusunda üç farklı diziliş tarzı nakledilmiştir. Bunlardan ikinci dizilişe göre “sır” göğsün ortasında, “hafî” alında, “ahfâ” başın tepesinde, “nefs” göbeğin altındadır. Üçüncü dizilişe göre, “hafî” göz bebeğinde, “ahfâ” ise ensede, beynin siyah noktasının (süveydâ) arkasındadır. Muhammed Nu‘mân bu farklı dizilişlerin sebebini “sâliklerin isti‘dâdlarındaki fark” olarak açıklamış, ayrıca bazı sûfîlerin letâifin “mekânsız” olduğunu düşünüp onlar için belli bir yer tahsis etmediklerini kaydetmiştir.

Bu ifâdelerden, o dönemde letâifin yerlerinin Hindistan’daki sûfîler tarafından bilindiği ancak bu konuda aralarında bir ittifak olmadığı anlaşılmaktadır. Sûfîler, zikir esnâsındaki rûhî tecrübeleri doğrultusunda letâifin yerlerini kendi algıladıkları biçimde ifâde etmiş olmalıdırlar. Bu farklı tecrübeler, letâifin bedendeki farklı dizilişlerini ortaya çıkarmıştır. Letâifin yerleri konusunda sûfîlerin işâret ettiği noktalar ile, Hint kültüründe, özellikle yogadaki şakralar (çakra, insan bedenindeki enerji merkezleri) arasında büyük bir benzerlik görülmektedir. Bu durum, Hindistan sûfîlerinin letâifin yerlerini tesbit ederken kendi rûhî tecrübelerinin yanısıra yoga kültüründen de istifâde etmiş olabilecekleri ihtimâlini gündeme getirmektedir. Nitekim o dönemde Hindistan sûfîlerinin, özellikle de Şattâriyye tarîkatı mensuplarının yoga pratiklerinden haberdâr oldukları bilinmektedir . Esâsen burada altı çizilmesi gereken nokta, tüm insanların bedeninde belli enerji merkezlerinin bulunduğu ve bunların bazı pratiklerle geliştirilebildiği gerçeğidir.

Letâiften her birinin ayrı renkte bir nûrunun olduğu önceki sûfîler tarafından da bilinmekte idi. Ahmed Sirhindî bu nurların Misâl Âlemi’nde zuhûr ettiğini söylemiş ve bu zuhûrun, ilgili latîfenin safâsının alâmeti olduğunu kaydetmiştir. Bu konuda o şöyle der: “Kalbin safâsının alâmeti, Misâl Âlemi’nde kalbin kırmızı bir nur şeklinde zuhûr etmesidir. Rûhun safâsı da sarı bir nur şeklinde zuhûr etmesidir. Bu kıyâs (diğer latîfeler için de) devâm edip gider” . Sonraki dönemlerde letâifin renkleri konusunda bazı farklı görüşlerin ortaya çıktığı bilinmektedir .

Necdet Tosun, İmam-ı Rabbânî Ahmed Sirhindî, İstanbul: İnsan Yayınları, 2005, s. 55-63:


En son rabbani tarafından 29.12.10, 09:54 tarihinde düzenlendi, toplamda 1 kere düzenlendi.

Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: Rabbânîyyun için Seyr ü Sülûk Rehberi
MesajGönderilme zamanı: 29.12.10, 09:48 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı

Kayıt: 27.12.08, 17:20
Mesajlar: 565
Letâifin fenâsı ve terakkîsi (mânen ilerleyişi) meselesini Ahmed Sirhindî özetle şöyle ele alır: Sâlik, Allah’ın sevgisinin galebesi sebebiyle mahlûkâta karşı önce ilgisini, sonra bilgisini yitirip “fenâ-i cesedî” hâline girer. Bunun ardından kendi rûhunu ve rûhunun iç katmanları olan sır, hafî ve ahfâyı unutmaya başlar. Sonunda ruh kendisini tamâmen unutur. Ortada, Hak Teâlâ’yı müşâhededen başka bir şey kalmaz. Bu duruma “fenâ-i rûhî” (ruhun fânî olması) adı verilir. Kalp kendi makâmından rûhun makâmına yükselince, bu unutma hâli ona da gelir ve rûha tâbî olarak kalp de fânî olur (fenâ-i kalbî). Kalp, rûhun makâmına yükselince, kalbin makâmına da nefs yükselir. Bu makâmda tezkiye edilip arıtılan nefs bir süre sonra diğerleri gibi fânî olur (fenâ-i nefs). Letâifin fenâsı bu şekilde devam eder ve sonunda hepsi ahfâ makâmına ulaşırlar. Hepsi birlikte (hey’et-i vahdânî) Kuds Âlemi’ne doğru uçarlar ve bedeni (latîfe-i kâlebiyyeyi) boş bırakırlar. “Ölmeden önce ölmek” diye tâbir edilen durum, bu altı letâifin bedeni terk etmesinden ibârettir. Ancak bütün latîfelerin ahfâda birleşmesi şart değildir. Meselâ fenâ-i rûhîye ulaşan her sâlikin fenâ-i kalbîye ulaşacağına dâir bir kâide ve garanti yoktur. Sâliklerden çoğu bu letâiften biri ya da birkaçı ile yolculuğuna devâm eder. Sâdece Muhammedî meşreb olan sâlikler bütün latîfelerini fânî edip (ahfâda birleştirip) tek latîfe (hey’et-i vahdânî) hâline getirerek sülûke devâm edebilirler . Muhammedî meşreb olmayanlar için ise ya “kalp” makâmından bir delik açılır ve oradan fiilî sıfatlara yükselirler, yahut “ruh” makâmından bir delik açılır ve oradan zâtî sıfatlara ulaşırlar. Diğer latîfeler de bu minvâl üzeredir . Letâifin fenâya ulaşabilmesi için nefes tutularak kelime-i tevhîd (nefy u isbât) zikri yapılır .

Emr Âlemi’nin beş latîfesinin (kalp, ruh, sır, hafî, ahfâ) Âlem-i Sağîr olarak kabul edilen insandaki seyri bu şekilde tamamlandıktan sonra, seyr u sülûk (mânevî yolculuk) Âlem-i Kebîr olarak kabûl edilen kâinâtta (Kuds Âlemi kısmında) devâm eder. Arş’ın üzerinde beş letâifin asıllarının bulunduğu kabul edilir. Seyr, letâifin bu asıllarında devâm eder. Âlem-i Kebîr’de (Arş’ın üzerinde) letâifin asıllarındaki yolculuk tamamlanınca, seyr ilallah yoluyla İmkân Dâiresi’nin seyri tamamlanmış olur. Sâlik, fenâ menzillerinden birine ulaşır, Velâyet-i Suğrâ (küçük velîlik, evliyâ velîliği) Mertebesi’ne girmiş olur. Sonra Allah’ın “vücûbî isim ve sıfatlarının gölgelerinde” yolculuğa başlar. Bu gölgeler, letâifin, Âlem-i Kebîr’deki asıllarının da asılları sayılır. Sâlik ilâhî isim ve sıfatların “gölgelerinde” yaptığı yolculuğu seyr fillah yoluyla tamamlayınca, gölgelerden çıkıp Allah’ın “isim ve sıfatlarında” seyre başlar. Bu noktada evliyâ velîliği olan “Velâyet-i Suğrâ” sona erer, hakîkî fenâya ulaşılır, enbiyâ velîliği olan “Velâyet-i Kübrâ”ya ayak basılır. Bu mertebede isim ve sıfatların tecellîsi, şuûn ve îtibarların zuhûru vâki olur. Velâyet-i Kübrâ Mertebesi’nin ilk dâiresinin alt yarısında Allah’ın “zâid olan isim ve sıfatları”, üst yarısında ise “zâtî şuûnlar ve îtibârlar” bulunur. Emr Âlemi’ne âit beş latîfenin yükselebileceği son nokta bu isim ve şuûnların nihâyetine (ilk dâirenin üst kısmının sonuna) kadardır. Daha öteye geçemezler. Bu mertebede beş letâifin yolculuğu tamamlanmış olur . Velâyet-i suğrâ ve velâyet-i kübrâ gibi kavramların detayları ileride ele alınacaktır.
Bundan sonra bir mânevî ilerleme ve yükseliş (urûc) vâki olursa, bu önce fenâ ve bakâya ulaşmış olan “nefs” latîfesi (nefs-i mutmainne) ile, sonra sırasıyla Velâyet-i Ulyâ Mertebesi’nde “anâsır-ı erbaadan üçü” ile (ateş, su ve hava), Kemâlât-ı Nübüvvet Mertebesi’nde “toprak” unsuru ile, Kemâlât-ı Risâlet ve Hakâik-i Selâse Mertebeleri’nde ise on letâifin birleşmesinden oluşan “hey’et-i vahdânî” ile olur . Bu mertebeler de ileride daha detaylı olarak anlatılacaktır.

Letâif, bedenden ayrılıp Kuds Âlemi’ndeki uçuş ve yolculuğu aşamalarından sonra, o âlemin rengine boyanarak tekrar bedene dönerse, sâlik bir tür fenâ hâline girer, husûsî tecellîye kavuşur ve ardından bakâ billah makâmına geçer. Bu makâmda Allah’ın ahlâkıyla ahlâklanır. Bu sâlik, tekrâr görülür âleme (şehâdet âlemi) döndürülürse halkı irşâd edecek kâbiliyete sâhip olur. Âleme geri döndürülmezse uzlet velîlerinden olur, halkı irşâd edebilecek kâbiliyete sâhip olamaz .

Sirhindî’ye göre, letâif, beşerî kusurlardan temizlendikten sonra, sâlikin terbiyecisi ve feyz kaynağı olan “ilâhî isimden” gelecek tecellîlere, yansımalara ve feyizlere ayna olma kâbiliyetine sâhip olur . Yani ilâhî isimler, kulun letâifine yansır, tecellî eder. İlâhî feyz de, kula doğrudan gelmez, Allah’ın isim ve sıfatlarından, bir peygamberin rûhâniyeti vâsıtası ile kulun latîfelerine gelir.

Sûfîler velîliğin farklı derecelerinde bulunurlar.
Birinci derecede bulunanlar “kalp” makâmındadır. Bu mertebe ilâhî sıfat ve fiillerin tecellîsi ile irtibatlıdır.Hz. Âdem ile ve Allah’ın Tekvîn sıfatıyla bağlantılıdır.
İkinci derecede bulunanlar “ruh” makâmındadır. Bu mertebe zâtî-subûtî sıfatların tecellîsi ile irtibatlıdır. Hz. İbrâhim ve biraz da Hz. Nûh ile ilişkisi vardır. İlim sıfatıyla bağlantılıdır.
Üçüncü derecede bulunanlar “sır” makâmındadır. Bu mertebe zâtî şuûn ve îtibârlar ile alâkalıdır. Hz. Mûsâ ve Kelâm şânı (Allah’ın Kelâm sıfatının aslı) ile ilişkisi vardır.
Dördüncü derecede bulunanlar “hafî” makâmındadır. Bu mertebe Allah’ın selbî sıfatları ile irtibatlıdır. Hz. Îsâ ile alâkası vardır.
Beşinci derecede bulunanlar ise “ahfâ” makâmındadırlar. Bu mertebe Hz. Muhammed ve İlim şânı ile irtibatlıdır. Muhammedî meşreb sûfîlerin velîlik mertebesi (Velâyet-i Muhammedî) budur.

Bu tasnifte anlatılmak istenen şey şudur: İlâhî feyz insanlara latîfeler ve bazı peygamberlerin rûhâniyeti yoluyla ulaşır. Âdemî meşreb olan sûfîler, mânevî yolculuğunu kalp latîfesi ile yaparlar, onların kalp latîfesine ilâhî feyz, Hz. Âdem vâsıtası ile gelir. İbrâhimî meşreb olanlar mânevî yolculuğunu ruh latîfesi ile yaparlar, onların ruh latîfesine ilâhî feyz Hz. İbrâhim vâsıtası ile gelir. Diğerleri de bu minvâl üzeredir.

Ahmed Sirhindî’ye göre insanın letâifi, bedeninin şekline dönüşerek aynı anda birçok yerde hâzır olabilir. O kişi çoğunlukla bu durumdan haberdâr olmaz. Meselâ Mekke’den gelen bir grup insanın, Hindistan’da evinden çıkmamış olan bir kişi hakkında “Biz Kâbe’de onunla görüştük” demeleri bu duruma örnektir .


Doç. Dr. Necdet Tosun, İmam-ı Rabbânî Ahmed Sirhindî, İnsan Yayınları, İstanbul,2005, s.55-63.

DİPNOTLAR
----------------

1 Şâh Ni‘metullah Velî Kirmânî, Risâlehâ-yı Hazret-i Seyyid Nûreddîn Şâh Ni‘metullâh-i Velî (nşr. Cevâd Nûrbahş), Tahran 1357 hş./1978, IV, 229; Şâh Veliyyullah Dihlevî, Eltâfü’l-kuds fî ma‘rifeti letâifi’n-nefs (Farsça metin ve Urduca tercümesi ile birlikte nşr. Seyyid Zahîruddîn), Delhi 1312/1894, s. 16-17; Kabir Helminski, Bilen Kalp: Ruhsal Dönüşümün Sufi Yolu (trc. Refik Algan), İstanbul 2001, s. 117.
2 Bu terimler için bk. Sirhindî, Mektûbât, I, 98 (no. 34), 136 (no. 58); III, 290 (no. 11), 460 (no. 81). Dört unsurun nefse dâhil olduğu hakkında bk. Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî, Bugyetü’l-vâcid fî Mektûbâtı Hazreti Mevlânâ Hâlid, (drl. Muhammed Es‘ad Sâhibzâde), Dımaşk 1334/1916, s. 149.
3 Müceddidî şeyhlerinden Mazhar Cân-ı Cânân (ö. 1195/1781) şöyle demiştir: “Kalbin hareket etmesi o kadar zarûrî değildir. Maksad Allah’a yönelmektir”. bk. Abdullah Dihlevî, Makâmât-ı Mazhariyye, İstanbul 1993, s. 156.
4 bk. Necdet Tosun, Bahâeddîn Nakşbend: Hayatı, Görüşleri, Tarîkatı (XII-XVII. Asırlar), s. 308-310.
5 Sirhindî, Mebde’ ve Me‘âd, s. 60. Daha önce bir eserimizde sehven, letâifin bedendeki yerlerini Ahmed Sirhindî’nin halifesi Mîr Muhammed Nu‘mân’ın tesbit ettiğini yazmıştık. bk. Necdet Tosun, Bahâeddîn Nakşbend: Hayatı, Görüşleri, Tarîkatı (XII-XVII. Asırlar), s. 308. Bu vesîleyle düzeltmiş olduk.
6 Mîr Muhammed Nu‘mân Bedahşî, Risâle-i Sülûk (nşr. Gulâm Mustafa Hân), Karaçi 1969, s. 7; Bedreddîn Sirhindî, Hazarâtü’l-kuds, II, 386; Muhammed Ma‘sûm, Mektûbât-ı Ma‘sûmiyye, II, 193-194, 196 (no. 113-114); Huccetullah Muhammed Nakşbend-i Sânî b. Muhammed Ma‘sûm, Vesîletü’l-kabûl ilallâhi ve’r-rasûl (drl. İmâdüddîn Muhammed; nşr. Gulâm Mustafa Hân), Haydarâbâd-Sind 1963, I, 69; Şâh Veliyyullah Dihlevî, İntibâh fî selâsili evliyâillâh, s. 73-76; Abdullah Dihlevî, Makâmât-ı Mazhariyye, s. 154-155; Abdullah Dihlevî, Mekâtîb-i Şerîfe, İstanbul 1992, s. 137 (no. 90); Ebû Sa‘îd Fârûkî, Hidâyetü’t-tâlibîn (nşr. Gulâm Mustafa Hân), Karaçi 1385/1965, s. 18; Ahmed Sa‘îd Müceddidî, Erbau Enhâr, Delhi 1311/1893, s. 2.
7 bk. Şâh Veliyyullah Dihlevî, İntibâh fî selâsili evliyâillâh, s. 87-88.
8 Letâifin bu yatay şeması için bk. Thomas Dahnhardt, Change and Continuity in Indian Sufism, New Delhi 2002, s. 409.
9 Sirhindî, Mebde’ ve Me‘âd, s. 60; Abdülehad Vahdet Sirhindî, Kühlü’l-cevâhir, Beyazıt Devlet Ktp., Beyazıt bölümü, nr. 3823, vr. 18b-20a.
10 Abdullah Dihlevî, Mekâtîb-i Şerîfe, s. 137; Raûf Ahmed Müceddidî, Merâtibu’l-vusûl, Süleymaniye Ktp., Esad Efendi, nr. 1424, vr. 9b. Letâifin bu üçgen şeması için bk. Ebu’l-Hasan Zeyd Fârûkî, Menâhicü’s-seyr ve medâricü’l-hayr, Delhi 1376/1957, s. 17.
11 Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî, Bugyetü’l-vâcid fî Mektûbâtı Hazreti Mevlânâ Hâlid, s. 149; Şemseddîn Muhammed Nûrî, Risâle-i Murâkabe, Miftâhu’l-kulûb ile berâber, İstanbul 1284/1867, s. 17-18; Muhammed Emîn el-Kürdî el-Erbilî, Tenvîru’l-kulûb fî mu‘âmeleti allâmi’l-guyûb (nşr. Muhammed Riyâd), Beyrût 1995, s. 564-565.
12 Bk. Kösec Ahmed Trabzonî, Silsiletü’l-Hâcegân fî âdâbı ubûdiyyeti’l-a‘yân, Süleymaniye Ktp., Hacı Mahmûd, nr. 2851, vr. 42a; Ebû Abdurrahmân Muhammed b. Abdülvehhâb el-Cestâvî, Tebsıratü’l-mürşidîn min meşâyihi’l-Hâlidîn (nşr. Abdülcelîl el-Atâ), Şu‘ayb b. İdrîs el-Bâkinî’nin Tabakâtü’l-Hâcegâni’n-Nakşbendiyye’sinin ekinde, Dımaşk 2003, s. 13, 15.
13 Mîr Muhammed Nu‘mân, age, s. 9.
14 Sanskritçe bir yoga kitabı olan Amratkund (Amrtakunda) Bengal’de mîlâdî 1210 senesinde Havzu mâi’l-hayât adıyla Arapça’ya çevrilmiş, daha sonra XVI. yüzyılda Hindistanlı Şattârî şeyhi Muhammed Gavs (ö. 970/1563) tarafından Bahru’l-hayât ismiyle Farsça’ya tercüme edilmiştir. Farsça’sı yayınlanan eser (Delhi 1893) Osmanlı döneminde Abdullah Salâhî Uşşâkî (ö. 1196/1782) tarafından Havzu’l-hayât adıyla Türkçe’ye çevrilmiş ve yayınlanmıştır (İstanbul 1328/1910). bk. Mahmut Erol Kılıç, Muhyiddîn İbnu’l-Arabî’de Varlık ve Mertebeleri (yayınlanmamış doktora tezi), Marmara Üniversitesi, İstanbul 1995, s. 72; Carl W. Ernst, “Sufism and Yoga According to Muhammad Ghawth”, Sufi, 29 (1996), s. 9-10.
15 Sirhindî, Mektûbât, II, 103 (no. 42).
16 Meselâ Sirhindî’nin aksine, halifesi Mîr Muhammed Nu‘mân’a ve torunu Abdülehad Vahdet Sirhindî’ye göre kalbin nûru sarı, rûhun nûru kırmızıdır. bk. Mîr Nu‘mân Bedahşî, Risâle-i Sülûk, s. 10; Abdülehad Vahdet Sirhindî, Gülşen-i Vahdet (drl. Muhammed Murâd Keşmîrî; nşr. Abdullah Cân Fârûkî- Gulâm Mustafa Hân), Karaçi 1966, s. 119-120. Sirhindî’nin halifesi Âdem Benûrî’ye göre rûhun nûru beyazdır. bk. Şâh Veliyyullah Dihlevî, İntibâh, s. 87. Diğer latîfelerin renkleri konusunda da bazı ihtilâflar bulunmaktadır.
17 Sirhindî, Ma‘ârif-i Ledünniyye, s. 50-54; a.mlf., Mebde’ ve Me‘âd, s. 60-61. Bazı Müceddidîler, letâifin, Arş’ın üzerindeki asıllarına ulaşmadıkça fânî olamayacağını söylemişlerdir. bk. Ahmed Sa‘îd Müceddidî, Erbau Enhâr, s. 2. Ahmed Sirhindî’nin torunu Abdülehad Vahdet Sirhindî (ö. 1126/1715) de fenâ-i kalbe ulaşmak için İmkân Dâiresi’nin aşılması ve on mertebenin geçilmesi gerektiğini söyler. Bu on mertebe şunlardır: Zühd, sabır, tevekkül, rızâ, teslîm, kanâat, insanlardan ümit kesmek, fakr, ferâğ, riyâzat. bk. Abdülehad Vahdet Sirhindî, Gülşen-i Vahdet s. 119; Şâh Veliyyullah Dihlevî, İntibâh, s. 73-74. Müceddidiyye’de letâifi fenâya ulaştırmak için “murâkabe-i letâif” usûlü kullanılmaktadır. Ahmed Sirhindî’nin eserlerinde yer almayan bu murâkabenin yapılış şekli sonraki dönemlere âit eserlerde şöyle anlatılır: Sâlik, kalbini, Hz. Muhammed’in kalbinin karşısında olarak düşünür. İlâhî feyzin, fiil tecellîsi ile Hz. Muhammed’in kalbinden Hz. Âdem’in kalbine, oradan da kendi kalbine geldiğini düşünür. Bu sâyede kalp fânî olur. Bu dönemde sâlik, mahlûkâtın fiillerini göremez olur. Bütün fiilleri, fâil-i hakîkînin (Allah) fiilleri olarak görür. Âdemî meşreb olanlar bu yolla vuslata ererler. Sonra sâlik rûhunu Hz. Muhammed’in rûhu karşısında olarak düşünür. İlâhî feyzin, Hz. Muhammed’in rûhundan Hz. İbrâhim ve Hz. Nûh’un ruhlarına, oradan da kendi rûhuna geldiğini düşünür. Bu yolla rûhu fânî olur. Diğer latîfeler de benzer usûlle fenâya ulaştırılabilir. bk. Ahmed Sa‘îd Müceddidî, Erbau Enhâr, s. 3. Kaynaklarda Ahmed Sirhindî’nin, altı letâifi sırasıyla fenâya ulaştırma usûlünü uyguladığı, oğullarının (Muhammed Ma‘sûm’un) ise kalbin fenâsından sonra mürîdleri hemen nefsin fenâsına yönlendirdiği, bu ikisi fânî olunca diğerlerini de bunların içinde fânî olmuş saydığı ve bu yolun daha kısa olması sebebiyle sonraki asırlarda da tercih edilip uygulandığı ifâde edilmektedir. bk. Abdullah Dihlevî, Makâmât-ı Mazhariyye, s. 156; a. mlf, Mekâtîb-i Şerîfe, s. 141.
18 Sirhindî, Mektûbât, I, 241-242 (no. 135); 441 (no. 260).
19 Kâdî Senâullah Pânîpatî, İrşâdü’t-tâlibîn, Delhi 1899, s. 45.
20 Sirhindî, Mektûbât, I, 425 (no. 257); 431-433 (no. 260); Abdülehad Vahdet Sirhindî, Kühlü’l-cevâhir, vr. 20b.
21 Sirhindî, Mektûbât, I, 433, 435-437 (no. 260); ayrıca bk. Şâh Veliyyullah Dihlevî, İntibâh, s. 77.
22 Sirhindî, Mebde’ ve Me‘âd, s. 61.
23 Sirhindî, Mektûbât, II, 104 (no. 42).
24 Sirhindî, Mektûbât, I, 440-441 (no. 260).
25 bk. Abdülehad Vahdet Sirhindî, Gülşen-i Vahdet, s. 119-121; Şâh Veliyyullah Dihlevî, İntibâh, s. 68-69, 74-76; Ahmed Sa‘îd Müceddidî, Erbau Enhâr, s. 3; Arthur F. Buehler, Sufi Heirs of the Prophet. The Indian Naqshbandiyya and Rise of the Mediating Sufi Shaykh, Columbia 1998, s. 120.
26 Sirhindî, Mektûbât, II, 164-165 (no. 58).


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: Rabbânîyyun için Seyr ü Sülûk Rehberi
MesajGönderilme zamanı: 29.12.10, 11:22 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 01.04.10, 00:05
Mesajlar: 220
1- Zât-ı sırf = Âhir-i lâ-bidâyet


2- Ahâdiyyet = Esmâ ve Sıfâtın zuhûru = Velâyet-i Kübrâ ( Melekûtun aslının aslı )


3- Vahîdiyyet = Esmâ ve Sıfat = Velâyet-i Suğra ( Melekûtun aslı )


4- Melekût = Âlem-i emr letâifleri


5- Ceberrût = Âlem-i halk letâifleri


6- Şehâdet = İçinde bulunduğumuz âlem



Sizin yazınızda anlatılan sülûkun 'çıkış' kısmının Ekberî/Vahdetü'l-vücûd irfânının sülûk tablosunda nerelere tekâbül ettiğini yukarıda göstermek istedim.(Bunun Konyada,Hz.Mevlanâ türbesinde nazâr-ı dikkat sahiblerini kendisine cezb eden enfes bir tablosu vardır)Ki daha sonra 'iniş' başlıyor ki bu hususta sizin naklettiklerinizin mezkûr irfânda mütekâbillerini gösteremem çünkü orada 'iniş' bize bildirdiklerinizden daha ziyade tafsîlatlı anlatılır.Bu hususta dileyen baştan sona Hakâik-i İlahiyye ve Hakâik-i Enbiyâ mertebelerini -Hz.Âdem (a.s)'dan başlayıp Hz.Muhammed (a.s.v)'e kadar-cem' ederek anlatan Muhyiddîn-i Arabî Hocaefendi Hz.lerinin Fusûsu'l-Hikemine bakabilir.


İmdi bunları şu sebeb ile yazdım.Naklettiğiniz yazıda vahdet'ül-vücûd ehli velâyet-i suğra makâmında gösterilmiş.Madem ki Onlar velâyet-i suğra makamında idiler,velâyet-i kübrâya dair ma'lumâtı nereden biliyorlar?Demek ki iş sizin iddia ettiğiniz gibi değilmiş.Nazar-ı dikkatinize arz ederim.

( Fa'râf cidden !!! )

_________________
Ne Dervişlikte, ne Şeyhlikte, ne İmamlıkta iş yok... İş, Allah'ın rızasını kazanabilmekte!.. İş, Allah'ın rızasını kazanabilmekte!.. İş, Allah'a kul olabilmekte!..(MZK)


En son Gümüşhanevî tarafından 29.12.10, 12:18 tarihinde düzenlendi, toplamda 1 kere düzenlendi.

Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: Rabbânîyyun için Seyr ü Sülûk Rehberi
MesajGönderilme zamanı: 29.12.10, 11:35 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 07.12.10, 00:24
Mesajlar: 424
Gümüşhanevî yazdı:
1- Zât-ı sırf = Âhir-i lâ-bidâyet


2- Ahâdiyyet = Esmâ ve Sıfâtın zuhûru = Velâyet-i Kübrâ ( Melekûtun aslının aslı )


3- Vahîdiyyet = Esmâ ve Sıfat = Velâyet-i Suğra ( Melekûtun aslı )


4- Melekût = Âlem-i emr letâifleri


5- Ceberrût = Âlem-i halk letâifleri


6- Şehâdet = İçinde bulunduğumuz âlem



Rabbim ilmini ve feyzini arttırsın... Şu tasnif çok zihin açıcı...

Velayet-i SUGRA (KÜÇÜK velayet) diye anlaşıldığı için yanlış değerlendiriliyor. Rabbanî sülukun en zahmetli kısmı buradan geçmek oysa...

Ekberî irfanın velayet-i KÜBRA (BÜYÜK velayet) olarak andığı daire de Allahu alem Rabbanîlerin SUGRA olarak çizdiği dairedir.


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: Rabbânîyyun için Seyr ü Sülûk Rehberi
MesajGönderilme zamanı: 30.12.10, 10:24 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 07.12.10, 00:24
Mesajlar: 424
Alıntı:
Ahmed Sirhindî’ye göre insanın letâifi, bedeninin şekline dönüşerek aynı anda birçok yerde hâzır olabilir. O kişi çoğunlukla bu durumdan haberdâr olmaz. Meselâ Mekke’den gelen bir grup insanın, Hindistan’da evinden çıkmamış olan bir kişi hakkında “Biz Kâbe’de onunla görüştük” demeleri bu duruma örnektir .

Doç. Dr. Necdet Tosun, İmam-ı Rabbânî Ahmed Sirhindî, İnsan Yayınları, İstanbul,2005, s.63.


Tasavvuf tarihinde birçok menkıbede pekçok evliyaullah için rivayet edilen olağanüstü hallerin anlaşılmasında çok önemli bir nokta...


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: Rabbânîyyun için Seyr ü Sülûk Rehberi
MesajGönderilme zamanı: 07.02.11, 16:46 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 21.12.08, 12:25
Mesajlar: 641
Alıntı:
66. HİKMET

Tarikatnı bâzârıda sevdâ kılsam
Mansur-yanglığ "Enel-Hakk"nı gavğa kılsam
Hizmet kılıb derdi hâlet beyân kılsam
Köksümdeki kürrelerin açar mukin?

Hâce Ahmed Yesevî


"Göğüsteki küreler"in açılması Letâif seyri olmalı...

Resim

_________________
"Bismillah dep beyan eyley hikmet aytıp
Taliblerge dürr ü gevher saçdım mena..."


Hazret-i Pîr-i Türkistan Hoca Ahmed Yesevî [ Qaddesallahu Teala Sırrahul-Azîz ]


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: Rabbânîyyun için Seyr ü Sülûk Rehberi
MesajGönderilme zamanı: 08.02.11, 16:36 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 07.12.10, 00:24
Mesajlar: 424
Tasavvufî literatürde "Letaif" teorisinin hep Hind kaynaklı olduğu kayıtlıdır. Bu konuyu sistematik olarak işleyenlerin de (16. miladi asırdsn sonra) İmam-ı Rabbanî ve takipçileri olduğu kabul edilir.

Hz. Pir-i Türkistan Yesevî şiirinde letaife işaret eden bir kıta bulunması bütün bu kabulleri gözden geçirmeyi gerektirecek kadar önemli...


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
Eskiden itibaren mesajları göster:  Sırala  
Yeni başlık gönder Başlığa cevap ver  [ 9 mesaj ] 

Tüm zamanlar UTC + 2 saat


Kimler çevrimiçi

Bu forumu gezen kullanıcılar: Hiç bir kayıtlı kullanıcı yok ve 1 misafir


Bu foruma yeni başlıklar gönderemezsiniz
Bu forumdaki başlıklara cevap veremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı düzenleyemezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı silemezsiniz

Geçiş yap:  
cron
   Powered by phpBB © 2000, 2002, 2005, 2007 phpBB Group

Türkçe çeviri: phpBB Türkiye