Sufiforum.com

2009'da başlayan SUFİFORUM'da İslam; İslam Tasavvuf Geleneği ile ilgili her türlü güncel ya da 'eskimez' konular yer almaktadır. İçerik yenilemeleri tasavvuf.name sitesinden sürdürülmektedir. ALLAH YÂR OLSUN.

Giriş |  Kayıt




Yeni başlık gönder Başlığa cevap ver  [ 2 mesaj ] 
Yazar Mesaj
 Mesaj Başlığı: Yesevi Sempozyumu İzlenimleri / Mustafa Özcan
MesajGönderilme zamanı: 23.02.10, 12:15 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 05.01.10, 21:01
Mesajlar: 488
Yesevi şerbeti ve emanet hurma

Mustafa Özcan


23.02.2010

Bağcılar Belediyesi’nin organizasyonuyla birlikte Ramazan’da gittiğimiz Türkistan’da Pir-i Türkistan Hoca Ahmed Yesevi’nin türbesinde devasa bir kazan görmüştük.

Bu kazan şerbetlik imiş ve kazanda yapılan şerbetler, yemekle birlikte misafirlere ve dervişlere ikram edilirmiş. Orada kazanı görmüş ama şerbetini görememiş ve içememiştik. Atalar yurdunda nasip olmayan şerbeti, Batı Türkistan’ın merkezi İstanbul’da; Uluslararası Ahmed Yesevi Sempozyumu münasebetiyle Holiday Inn Oteli kongre salonunda içtik.

İyi ki birinci gün gitmişiz; zira ikinci gün gidince içecek şerbet arasak da bulamadık. Dervişlerin şerbeti sanki ab-ı Kevser ve hayat gibidir. Hurma, süt ve şerbet herhalde dervişlerle birlikte anılan yiyecek ve içecekler olsa gerek. Peygamberimizin doğumu esnasına da annesine bir bardak cam dolusu şerbet sunulur. Süleyman Çelebi bunu şöyle tasvir eder: Âmine hâtun Muhammed ânesi... Sundular bir cam dolusu şerbeti. Dolayısıyla dervişlerin şarabı, yani içeceği ya şerbettir, ya da Peygamberimizin miraca uruç ettiği sırada Cebrail’in kendisine sunduğu süttür veya sütün müştakatından, yani türevlerinden olan ayrandır. Dolayısıyla dervişlerin sevdiği içecek, şerbettir. Muhammedi rayihayı ise gül temsil eder ve bundan dolayı gül yağı veya gül suyu da yolun levazımatı arasındadır. Yine şerbete eşlik eden sufi ikramatındandır. Holiday Inn Oteli’nde yapılan sempozyumda resim sergileri de vardı. Bunlardan birisinde sadece silüeti ve karaltısı olan bir dervişin kalbinin hizasına gül nakşedilmişti. Zira orası bir nevi fena fir’rresul makamıdır. Bu makamı da gül-i Muhammedi temsil etmektedir. Ardından fenafillah ve beka billah makamları gelir.

Gerçekten de Yesevi şerbetini doya doya içtik ama yine de kanamadık. Yesevi şerbeti, 24 bitki türünden mamul ve sanki bu yönüyle Hoca Ahmed Yesevi’ye intikal etmiş miracın veya mevlidin bir hediyesi gibi. Bana Yesevi şerbeti, Merkez Efendi’nin 40 baharattan yapılan mesir macununu da hatırlattı. Bu şerbetler ve mesir macunu, aynı zamanda Şafi isminin de bir tecellisi olsa gerek. Bu anlamda sufiler Lokman Aleyhisselam’ın manevi mirasına da varis olsalar gerektir.

***

Yesevi şerbetini içtik ama kanamadık. Sempozyumdaki diğer sembol ifadelerden birisi de hurma idi. Hoca Ahmed Yesevi, Nakşibendiye ile aynı silsileye bağlı olarak Hace Yusuf Hamedani’ye dayanır. Lâkin hem Bahaeddin Nakşibend, hem de diğer büyük velilerde olduğu gibi, Hoca Ahmed Yesevi’de de Hamedani gibi yaşayan bir uluya intisapla birlikte bir yönüyle Üveysilik de vardır.

Üveysilik tasavvufta aşkın bir bağdır. Belki bu Üveysilik bağını temsil eden isimlerden birisi Arslan Baba olmalıdır. Merhum ve mağfur Mustafa Necati Sepetçioğlu’nun da ifade ettiği gibi, Cebrail’in getirdiği ve Rasûllullah’ın meclisinde yere düşen hurma, Hoca Ahmed Yesevi’nin nasibi ve kısmetidir. Bunu Hoca Ahmed Yesevi’ye ulaştırmakla mükellef olan sahabi de Arslan Baba’dır. Buna göre, Arslan Baba da bir ‘Türk sahabidir’ ve görevi asırlar ötesinden Hoca Ahmed Yesevi’yi yetiştirmektir. Bu anlamda, Arslan Baba’nın kimliği efsanevi bir kimliktir. Tarihi bir şahsiyetten ziyade, efsanevi bir şahsiyettir.

Destanlar da zaten efsanelerle beslenir. Firdevsi, Şehname destanıyla şuubiye damarlarını yeniden harekete geçirdiği gibi, Yesevi’nin yaptığı gibi sahabe destanlarıyla da iman ve İslâm damarı beslenir.
Süheyb er Rumi, Selman Farisi ve Bilal-ı Habeşi, Acem sahabiler (Arap olmayan) gibi Arslan Baba da sembol bir Türk sahabesidir. Bu anlamda bir Kürt sahabiden de bahsedilmektedir. Lâkin Arslan Baba’nın kimliği, zahiri bir kimlik olmayıp, müteşabih bir kimliktir.

***

Esasında Arslan Baba’nın bir sahabe ismi olmaktan ziyade, bir sahabe sıfatı olması pek muhtemeldir. Ve Yesevi’nin yetişmesinde Üveysilik makamını temsil etmiş olmalıdır. Zira, sahabiler için kullanılan sıfatlardan birisi de arslandır. İkinci sıfat olan babalık ise onları normal orman arslanlarından ayırır.

İbnü’l Esir’in sahabi ansiklobedisi tarzında kaleme almış olduğu ‘ormanın arslanları / Üsdü’l gabe’ kitabı ile sahabileri kastetmektedir. Dolayısıyla İbnü’l Esir ve benzerlerinin benzetmesiyle sahabiler, ormanın arslanlarıdır. Onlar alp erenlerdir. Hem gönül, hem de kılıç erleridir. Gece külahlı, gündüz silahlı varlıklardır. Bu bağlamda, Arslan Baba’nın kimliği hakikat ile efsane arasında bir menzileyi temsil etmektedir.

Başka yazılarımda da bahsettiğim gibi hicri yüzüncü yıldan itibaren sahabilerin yaşadığına dair rivayetler kabul görmemiştir. Lâkin fiziki değil, metafiziki bir hayattan bahsedebiliriz ve Arsan Baba böyle bir mazhariyeti temsil etmektedir.

Efsanelerin de kendi hakikatleri vardır. Battal Gazi ile Abdulvehhab Gazi’nin münasebeti neyse, Baba Ahmed Yesevi ile Arslan Baba’nın münasebeti de aynı görünmektedir.

http://www.timeturk.com/yazardetay.asp?Newsid=20471
Vakit


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: Yesevi şerbeti ve emanet hurma / Mustafa Özcan
MesajGönderilme zamanı: 24.02.10, 09:22 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 31.12.08, 16:59
Mesajlar: 308
Garnizon’daki sufi: Ebu Bekir Şibli

Mustafa Özcan

Vakit


2010-02-24


Bağcılar Belediyesi’nin organizasyonuyla Holiday Inn Oteli’nde yapılan Uluslararası Ahmet Yesevi Sempozyumunda Mahmut Kaya Hoca kendi dilinden bir şiir okudu. ‘Aklımın aklı olsaydı gönül olurdu’ dedi ve aklın koşarken yorulduğunu ama gönlün coştuğunu söyledi. Beden de akıl gibidir. Çalıştıkça yorulur. Zira toprak alemine aittir. Gönül ise Allah katından olduğundan yorulmak nedir bilmez. Bundan dolayı ‘beden çalışır, ruh dinlenir’ demişlerdir. İnsan ülkesinde Allah’ın irtibat noktası gönüldür. Bu anlamda tasavvuf da gönül ilmidir. Gönül ilmi olması hasebiyle Gazali’ye göre ahiret ilimlerindendir. Buna mukabil onun tasnifiyle, fıkıh ise dünyevi ilimlerdendir. Tasavvuf gönül hastalıklarını muayene ve tedavi eder. Bu bağlamda, sufilere de gönül erleri denmiştir. Gönül, gaybi akislerin uğrak yeri olmasından dolayı da bu gönül sahiplerine ricalu’l gayb veya merdan-ı gayb denilmiştir. Zira gönül ledünniyat kapısıdır. Tahliye ve tahliyelerle birlikte yani tezkiye ve riyazat ile kalp arındırıldıkça burası ilahi nurların nüzülgahı olur. Ameller nasıl (suud ederse) göklere yükselirse ilahi nurlar da insanın kalbine öyle nüzül ederler. Sufiler hakkında kullanılan bir başka deyim ise alp eren sıfatıdır. Alp erenlik bir anlamda iki kanatlı olmaktır. Amaçları ila-yı kelimetullah olan gazilere de alp erenler denmiştir. Ahmet Yesevi bu alp erenlerin serdarlarından birisidir. Gönül erlerinin ser çeşmesi, piri ve alp erenlerin ise serdarıdır. İlahi nurların buluşma noktası olan gönlünden fışkıran hikmet kıvılcımları Anadolu’ya ulaşmış ve böylece Anadolu ile Maveraünnehir ve Harezm arasında köprü şahsiyet olmuş ve gönül köprüsü kurmuştur. Ahmet Yesevi hazretleri buluşma köprüsü olduğu gibi aynı zamanda birleştirici bir potadır.

¥

Bir Kazak arkadaşın da dediği gibi aslında Alevilerle Sünniler arasında geriye doğru bir seyrüsefer yapıldığında Hoca Ahmed Yesevi’de buluşmak mümkündür. Bu anlamda o, buluşma köprüsü ve birleştirici bir unsurdur. Mevlana, Yunus Emre gibi. Hoca Ahmet Yesevi’nin en önemli özelliklerinden birisi de hikmetlerinde berrak bir Türkçe kullanmasıdır. Bu Türkçe, içinde kavram anlamında Arapça ve Farsça kelimeler ve sözler barındırsa da sebk-i Yesevi denilebilecek tarzda yeni nakışlarla bir dil örgüsü ve terkibi üretmiş ve meydana getirmiştir. Yeni irfani ve terminolojik bir dil inşa etmiştir. İşte bu dille birlikte de İslam eksenli yeni bir kültür gelişmiştir. Şeybaniler bu kültüre önem vermişler ve yeşertmişlerdir. Yesevi’nin nefesleri ve hikmetleri yeni kültürün temel unsur ve rükünlerinden birisi haline gelmiştir.

¥

Sempozyumdaki konuşmacılardan birisi de Süleyman Uludağ Hoca idi. Uludağ Hoca konuşmasında hikmetten bahsetti ve özellikle Hallac’a gül atan ve bu gülle onu can evinden vuran Ebubekir Şibli’yi anlattı. Bu anlattıkları ışığında, Ebubekir Şibli pekala birçok sufi gibi roman kahramanı olabilir. Kendisi Şakik Belhi, İbrahim Ethem ve Mevlana Celaleddin Rumi gibi sufilerin diyarı Belh’dendir yani Belhi’dir. Tasavvuf ile teşeyyü arasındaki münasebetin tarihçesini yazan Mustafa Kamil Şeybi, Şibli Divanı’nı tahkik ederek yayınlamıştır. En eski Türk sufilerinden birisi olmakla maruf ve meşhurdur. Daha doğrusu ilk dönem ve henüz tasavvufun ve sufilerin ekolleşmesinden ve kurumsallaşmasından önce Irak’ta yaşamış Horasanlı bir Türk dervişidir. Uludağ Hoca coğrafi dağılım olarak sufilerin iki ana kola ve damara ayrıldıklarını söylemiştir. Bunlardan birisi Irak, diğeri de Horasan koludur. Bu, Şam ve Mısır’da sufilerin olmadığı anlamına gelmez. Lakin itibar ekseriyete ve kıdeme, önceliğe göredir. Horasan ve Maveraünnehir ve Harezm’de Türk sufisi bol olmakla birlikte bunlar müteehhirin sufiyyesi (daha geç dönem) sayılabilirler.

¥

Sülemi’nin tasnifine göre Ebubekir Şibli dördüncü kuşak ve tabaka sufiler arasındadır. Doğum yeri Samarra olup daha sonra Bağdat’ta büyümüş ve gelişmiştir. Lakin Samarra’ya da Horasan ya da ötesinden gelmişlerdir. Bilindiği gibi, Samarra Türk askerleri için Mutasım Billah tarafından kurulan bir garnizon şehridir. Burada muhtemelen askeri kökenli bir aileden gelen Ebubekir Şibli tasavvufa meyletmiş ve daha sonra bu yolun öncüleri arasına katılmıştır. Lakin evveliyatı aynen Belhli İbrahim Ethem gibidir ve vali iken hasetçilerin gammazlaması sonucunda halife tarafından azledilmiştir. Sonra yanlış anlaşıldığı ortaya çıksa da eski vazifesine dönmek istememiş ve Siddhartha ve İbrahim Ethem gibi kendisini ahiret topluluğuna adamıştır. Vilayet yerine velayeti tercih etmiştir. Onlara enis ve munis olmuştur. Horasan sufilerinin dışında Ebubekir Şibli gibi erken dönem ve Irak sufileri arasında sayılan Türk sufilerinin de olması şayan-ı hayret ve sevindirici bir husustur. Bu bağlamda, Hoca Ahmed Yesevi’nin hocası Arslan Baba’yı, Ebubekir Şibli gibi hakiki muakkipler takip etmektedir. Ebubekir Şibli, seyyidü’t taife Cüneyd’i Bağdadi’nin yetiştirdiklerinden idi. Kendisine de ‘sufilerin tacı’ denmiştir. Sufilerin ser çeşmesi Cüneyd’dir. Sonrasında Yusuf Hamedani, Hoca Ahmed Yesevi gibi zatlar gelmektedir. Garnizon’daki sufi önce vali olmuş ve ardından da yeniden aslına rücu ederek alp erenlikte karar kılmıştır.

Maliki mezhebinden olan Şibli, Muvatta’yı ezberlemiş bir sufi muhaddistir.
Kendisi halk arasında az görünürdü, ama halkın içinden ayrılmayı da uygun görmez ve şöyle derdi:
“Halkın içinden kaçmak marifet değildir. Asıl marifet halkın içinde iken kendi içine dönebilmektir.”


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
Eskiden itibaren mesajları göster:  Sırala  
Yeni başlık gönder Başlığa cevap ver  [ 2 mesaj ] 

Tüm zamanlar UTC + 2 saat


Kimler çevrimiçi

Bu forumu gezen kullanıcılar: Hiç bir kayıtlı kullanıcı yok ve 1 misafir


Bu foruma yeni başlıklar gönderemezsiniz
Bu forumdaki başlıklara cevap veremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı düzenleyemezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı silemezsiniz

Geçiş yap:  
cron
   Powered by phpBB © 2000, 2002, 2005, 2007 phpBB Group

Türkçe çeviri: phpBB Türkiye