Sufiforum.com

2009'da başlayan SUFİFORUM'da İslam; İslam Tasavvuf Geleneği ile ilgili her türlü güncel ya da 'eskimez' konular yer almaktadır. İçerik yenilemeleri tasavvuf.name sitesinden sürdürülmektedir. ALLAH YÂR OLSUN.

Giriş |  Kayıt




Yeni başlık gönder Başlığa cevap ver  [ 10 mesaj ] 
Yazar Mesaj
 Mesaj Başlığı: Kazakistan Hatıraları / Mustafa Özcan
MesajGönderilme zamanı: 07.09.09, 11:00 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 07.09.09, 09:16
Mesajlar: 29
Meşeler altında Almatı

Mustafa Özcan

Vakit

2009-09-07

Arap dünyasında Cezayir, Umman Sultanlığı ve Moritanya gibi bir iki devleti istisna edersek hemen hemen hepsini ziyaret etmişimdir. 1990’lı yılların başlarında da Moskova üzerinden Kazan ve Başkurdistan (Ufa) gibi kardeş diyarları ve eski İslâm yurtlarını ziyaret etmiştim. Lakin bir türlü Orta Asya Türk Cumhuriyetlerini ziyaret etmek nasip olmamıştı. Bu yüzden zaman zaman derunumda bu dünyayı ihmal ettiğim hissi uyanmıştır ve üzülmüşümdür. Lakin, 1991 yılı ertesinde bir furya yaşanmıştı.
Doğrusu bu furyanın sürükledikleri veya kurbanları arasında da olmak istemezdim. Nasip ve kısmetimi bekliyordum. Nasibim ve kısmetim bir duru ana rastlamakmış. Nitekim, ramazan münasebetiyle sıla-i rahim için Adapazarına gidiyordum. Yolda; şehirlerarası otobüste telefonum çaldı ve. Telefon, adeta uzun bir bekleyişten sonra vaktin geldiğini iş’ar eden bir duyuruydu ve davetti. Telefonda aziz kardeşim Abdullah Arıduru’nun daveti geldi. Bana ramazan ve iftar programı için Kazakistan’a gelip gelemeyeceğimi soruyordu. Bağcılar Belelediyesi bu sene dördüncüsünü organize ettiği ramazan programı münasebetiyle beni de Kazakistan’a davet ediyordu. Doğrusu hiç yapmadığım bir biçimde ve şekilde kalu bela’dan beri bu daveti bekliyormuş gibi tereddütsüz ve anında sanki daveti kaçırmamak için-eskilerin tabiriyle tehalükle- evet dedim. Sanki bu davet beni küçük sıladan büyük sılaya taşıyacaktı.
Doğrusu başlangıçta seyahatin ve gezinin bu kadar güzel geçeceğini ve güzel bir ülke ve insanlarla karşılaşacağımı ummuyordum. Sanki tarihin müzesinde saklanmış güzel bir yurtla ve diyarla karşılaşacaktık.

Bir iki telefon görüşmesiyle gerekli işlemleri yapmıştık. Derken kafile ile 31 Ağustos günü havaalanında buluştuk. Bağcılar Belediyesi Kültür ve Sosyal İşler Müdürü Kenan Gültürk, Basın Müşaviri Abdullah Arıduru ve Belediye Başkanı Lokman Çağırıcı kafiledeki seçebildiğim simalar arasındaydı. Diğer kafile arkadaşlarını simaen seçemiyordum. Yani tanıdık gelmediler. Yol boyunca onlarla da tanıştık ve ötesinde kaynaştık. Bu defa benim açımdan -kafiledekilerin görüşü de bu yönde idi- çok asude ve tatlı bir gezi oldu. Arkadaşların tabiriyle kafilede çıkıntı yapan ve uyumsuzluk gösteren bir kimse bulunmuyordu. Kimyalar birbirine uymuştu. Hatta on yıldır başıma geldiği gibi bu defa Türk hudutlarını aşarken pasaport kontrolü sırasında isim benzerliğinden dolayı bir takılma ve pürüzle de karşılaşmamıştım. Bunu tefeüle yordum. Gerçekten de gezi bu tefeül ve iyimserliğin gölgesinde ve ışığında sürdü ve hitama erdi. Hatta yaşanılan boyut ile, aynel yakin ve hakka’l yakin mertebelerine ulaştı. Giderken koltukta Hoca Ahmet Yesevi Vakfı Başkanı Abdurrahman Cevher ile yan yana düşmüştük.
Tevafuken dönerken de koltuklarda mücavirdik ve aynı civarı paylaştık. Abdurrahman Cevher, Kazak asıllı mihmandarımızdı. Ailesi Çin mezaliminden Doğu Türkistan’dan kaçarak Türkiye’ye sığınmıştı. Şimdi hizmetleriyle ata diyarındaki kardeşlerine manevi borcunu ödüyor.

5 saat zarfında uçak bizi Anadolu’dan ata diyarına taşıdı daha doğrusu kavuşturdu. Havaalanında az bir vakit bekledik ve bir arkadaşımız rüşvet odasından teğet geçerek kafileye katıldı. Bereket yanımızda Meclis tercümanlarından Almila Hakim gibi gibi sıkıştığımızda imdadımıza yetişecek aracı insanlar vardı ve onlar sayesinde sıkıntılarımızı kolayca ve rahatça aşıyorduk. Kazakistan’a indiğimde tipik komünizmin eski kokusunu hissettim. Bu yanık kokusu gibi bir şey olmalı.
Zira etkisi binaların ve çevrenin üzerine sinmişti ve yılların bile bu etkiyi silmesi zordu. Havaalanı, 10 yıl kadar önce yapılmasına rağmen yetersiz kalmıştı. Gelişmeler planlama ve tasavvurları aşmıştı. Çimkent’e giderken de dönüşte de yolumuz birkaç defa havaalanına düştü ve bu da sözkonusu kanaatimizi pekiştirdi. Baştan, kısa bir vakitte, planladıkları yapının yetersiz kalacağını düşünememişlerdi. Bağımsızlığına yeni kavuşmuş olmasına rağmen Kazakistan cıvıl cıvıl ve Türk cumhuriyetlerinin incisi ve en rahatı.
Baştan beri Nur Sultan Nazarbayev’in isabetli ve hakimane politikaları kendisini gösteriyor ve sayesinde ülkenin potansiyeli açığa çıkmış bulunuyor. Havaalanından sonra birkaç yıldır Türklerin yönetimine geçen ve Kruşçev döneminde yapıldığı söylenen Kazakistan Oteline yerleşiyoruz. Bina restorasyondan geçirilmiş ve girişi ve kabul bölümleri dar olmasına rağmen odaları rahattı. Havadayken yer saatine göre iftar vakti dolmuştu ama havada güneş hâlâ batmamıştı. Cevher ile birlikte idik ve Kahire-Doha seferi sırasında yaşanan bir tartışmayı hatırlatarak iftarı hafif geciktirdik. Sözkonusu yolculukta yolcular karaya göre iftarlarını açmak üzereyken Yusuf Karadavi kükrüyor: “Cemaat! Size ne oluyor güneş batmadan oruç açılır mı ve yenir mi?” diye onları ikaz ediyor. Bu sahneyi hatırlatarak iftarı biraz erteliyoruz sonunda güneş havada da kararıyor ve Abdurrahman Cevher’in hurmaları imdada yetişiyor. Devamını otelde yapıyoruz. Ve midelerimizin hakkını verdikten sonra bir tur için otel dışına çıkıyoruz. Şehri boydan boya ve içten içe kaplayan ağaçların altından yürüyoruz. Kimileri ağaçların kimliğini soruyor. Meşe olduğunu öğreniyoruz. İspatı da alttaki pelitler. Gerçekten de Almatı’da pelitlerin üzerinde ve meşelerin altında yürüyoruz. Sanki köyümdeki Sırt Ormanlarında gibiyim. Daha sonra Çimkent’te de meşeler altındaki yolculuğumuzu sürdürüyoruz.


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: Kazakistan Hatıraları / Mustafa Özcan
MesajGönderilme zamanı: 08.09.09, 12:35 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 07.09.09, 09:16
Mesajlar: 29
Meryem makamındakiler

Mustafa Özcan


Vakit
2009-09-08


Meşeler altında yürüdüğümüz gecenin ertesi sabahında kısa da olsa bir şehir turu yaptık. Otobüsümüzle şehrin kuzeyine doğru ufak bir ufuk turu yaptık. Sanki Çamlıbel’e doğru yol aldık. Dağın eteklerinden Almatı sanki Tahran’a benziyordu. Elbruz Dağlarına yaslanmış Tahran’ın kuzeyinde mazgallardan erimiş kar suları akar ve seyrine doyum olmaz ve bu şehre ayrı bir revnak katar. Lakin ormanlık oluşu onu Tahran’dan ayıran en önemli bariz vasfı. Almatı her yönüyle güzel. Dağlar, ormanlar ve bozkır iç içe ve onun ötesinde düzenli bir şehir. Sovyetler döneminde düzenli bir şehir olarak planlanmış; simetrik ve geniş caddeleri ve caddeleri süsleyen ormanları var. Sanki şehirleri orman ve ormanları şehir deniliyor. Asya olimpiyatları için yapılan hazırlıklar arasından Tanrı Dağlarının eteklerine doğru süzülüyoruz. Ve derbentler ve küçük setleri ve barajları aşarak sonunda yukarıda bir düzlüğe doğru ulaşıyoruz. Burada mola veriyoruz ve bize söylenen bu dağlar ve ulu ormanların Kırgızistan’a kadar uzanıyor olması. Deşt-i Kıpçak’ın bir parçası olan Kazakistan alabildiğine uzanan bozkırlardan teşekkül ediyor. Galiba Türk dünyasının en dağlık ve ormanlık bölgesi ve ülkesi Kırgızistan. Mikatı Musa gibi dağın eteğinde ulaştığımız düzlük bizim için sınır oluyor ve daha ötesine geçemiyoruz. Burası Tur-u Sina’nın değil Tanrı Dağlarının mikatı. Mikattan geri dönüyor ve şehre iniyoruz. Şehir turunda ilk yaptığımız işlerden birisi öğle veya ikindi namazı için bir cami aramak oluyor. Ve şehrin Merkez Camii olan ve 10 yıl kadar önce bizzat Nur Sultan Nazarbayev tarafından yaptırılan Merkez Camii’ne gidiyoruz. Oraya vardığımızda ‘burasını bir de Cuma günü görün’ diyorlar. Gerçekten de bu cami ve etrafındaki hareketlilik komünizmden sonra yeniden sürgün veren ve yeşeren Kazakların İslâm tutkusuna şahitlik ve tanıklık ediyor.

Bu tutku Türklerin İslâmiyet’e aşkla ve şevkle bağlanmasının ve sarılmalarının bir tezahüründen başkası değil. Tanrı Dağlarının eteklerinde bir zamanlar Tanrı Ordusu yaşamış işte Kazaklar onların bugünkü torunları. Namazlarımızı eda ettikten sonra dışarıya çıkarken gözümüze iki Kazak kızı ilişiyor. Diğerlerine pek benzemiyorlar. Yüzleri hariç tesettüre bürünmüşler ve ellerindeki silgeç ve çaputlarla cami avlusunu ibadet aşkıyla siliyor ve temizliyorlardı. Kafilemizden bazıları kızların hizmetli veya temizlik görevlisi olup olmadığını yani bu hizmeti para karşılığı yapıp yapmadıklarını öğrenmek istiyor. Ve civardan sorup soruşturuyorlar. Öğrendiğimize göre, kızlar kendilerini caminin hizmetine adamışlar ve temizliği para karşılığı değil, karşılıksız fisebilillah yapıyorlar. Kendilerini yaptıkları işe vermeleri ve bunu bir ibadet bilinciyle ve huşu ile yapmaları durumlarını zaten ortaya koyuyordu. Cılız ama sülün gibi kızlardı. Mahcup bir eda ile işlerine yoğunlaşmışlardı. Bu manzara bana Al-i İmran’ın erkek çocuklarını Mabede adamış iken çocuklarının kız olması karşısında geçirdikleri şaşkınlığı ve o kızın (Meryem) erkeğin yerini alarak Mabedin hadimi olmasını hatırlattı. Mabedin başsadini ve görevlisi Hazreti Zekeriya (Aleyhisselam) ne zaman Mabede girse Meryem’in kerametiyle karşılaşır. Ve Meryem beklenen erkeğin yerini bihakkın aldığı gibi sonrasında da betül sıfatıyla beklenen Hazreti İsa’nın annesi olur. Genellikle nübüvvet şartlarında İslâm mezhepleri zukuret yani erkekliği şart olarak görseler de bazı görüşlere göre, Hazreti Meryem ve Asiye gibi kadınlar da erkek olmadıkları halde peygamberlik makamını ihraz eden kadınlar zümresindendir.

Kur’an bize ‘Hazreti Yusuf’un dilberlerinden veya ayartıcılarından’ bahseder. Peygamberimiz, kadınların işve ve nazını anlatmak için Hazreti Yusuf’un ayartıcıları ifadesini (sevahibi Yusuf) kullanır. Benzetme yapar. Bunlardan birisi şüphesiz kıssanın kahramanı, cilveleriyle Hazreti Yusuf’u kendisine bende etmek isteyen ve kıssacıların adlandırmasıyla Zeliha veya Züleyha’dan başkası değildir. Kendisini insan güzeli Yusuf’a adayanlar olduğu gibi mabedlere adayanlar da vardır. Bunlara, Meryem timsali olanlar ve Meryem makamındakiler diyoruz. İşte Almatı kızları arasında Yusuf’lara adananlar olduğu gibi kendilerini mabede adayanlar da çok. Genelde Kıpçaklar arasında yani Kazak ve Tatarlar arasında kadın unsurunun ve figürünün baskın bir figür olduğunu görüyoruz. Sosyal ve iş hayatında onlar öncü konumdalar. Lakin camide de farklı değiller. 1991 yılında Kazan ve Başkurdistan’a yaptığımız seyahat ve gezi esnasında yeni yapılan onlarca cami gördük. Burada mütemadiyen dindar kadınlar önsaftaydılar. Sanki camilerin sakinleri onlardı. Yine Çimkent ve Türkistan ziyareti dönüşünde Cuma namazını eda ettiğimiz Merkez Camii’nde her kıyafette kadınların camiye akın ettiklerini görecektik. Bazıları bu kadınların yeterince kurala uymadıklarından şikâyet ediyorlardı. Esasında camiye gelenlerin büyük kısmı aidiyetten ve İslâmiyet muhabbetinden geliyordu. İşlenmemiş cevher konumundaydılar. Zamanla bunlar imbikten ve kuralların işleminden geçecekler ve durulacaklardı.

Lakin bizim sabrımız kıt. Bunlardan bir kısmı da kuralları öğrenmiş ve onları icra ediyordu. Kuralları öğrenen ve başörtüsü takanların önemli bir kısmının Türkiye’den giden hizmet ehlinin ve erlerinin irşadıyla bu kıvama geldiğini öğreniyor ve seviniyoruz. Namazdan sonra bir genç geldi ve kadınların kurallara uymayan halinden şikâyet etti. Biz de kuralların zamanla oturacağını ve endişe etmemesi gerektiğini söylüyoruz. ‘Mala yüdreku kulluhu la yütreku kullehu’ yani tamamı elde edilemeyen tamamen terk edilmez kuralını hatırlıyoruz. Modernizm dini kadın üzerinden yıktı. Yiğit düştüğü yerden kalkarmış ve galiba modernizm de aynı şekilde kadın üzerinden yıkılacaktır. Kadınların şefkat ve samimi dindarlıkları ve bunların mücessem hali olan Hazreti Meryem’in izindekiler şüphesiz modernizmi alt edecekler. Yine yiğit düştüğü yerden kalkacak.


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: Kazakistan Hatıraları / Mustafa Özcan
MesajGönderilme zamanı: 09.09.09, 13:24 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 07.09.09, 09:16
Mesajlar: 29
Hacegan yurdunda iftar buluşması
Mustafa Özcan


Vakit
2009-09-09


Orucun kerameti olsa gerek; Oğuzların çocuklarıyla atayurdun bekçileri olan Kıpçakların Kazak kolunu buluşturdu. Kazak, Kıpçak boylarından birisinin adı. Kimilerine göre bunun manevi bir anlamı var. Bu manevi anlam Ahmed Yesevi’ye uzanıyor ve Ehl-i Beyt ve onların daha büyük açılımı olan Araplarla Türklerin buluşması ve kaynaşması anlamına geliyor. Hace ve Hacegan da aynı anlamı ifade etmektedir. Dolayısıyla Kazakistan bu anlamda Hace ve Hacegan yurdu anlamına gelmektedir. Bundan dolayı geniş ve yaygın bölge ‘Mübarek Türkistan’ olarak da anılmaktadır. Dolayısıyla Kazakistan’ın manevi mimarı bu durumda Ahmet Yesevi hazretleridir. Yesevi’yi tabii ki sadece Kazakistan’la sınırlamak olmaz. Kazakistan, Yeseviye dervişlerinin otağı, ocağı ve merkezi iken Anadolu, Balkanlar ve Hindistan ayakları olmuştur.

Biz de atalar yurduna ramazan köprüsü üzerinden yürüdük ve atalarımızın torunları ile iftarda buluştuk. Bağcılar Belediyesi ata yurduna ramazan köprüsü kurmuştu. Biz de atayurtta iftar buluşmasının şahitleri idik. Müminler diğer ümmetlerin ve bütün kainatın şahitleridir. Kur’an buyruğuyla Hazreti İsa ve Hazreti Peygamber (S.A.V.) gibi bütün peygamberler ümmetlerinin şahitleridir. Hazreti İsa göğe çekildikten sonra huzurda ve gıyapta ümmetinin şahitliğine Allah’ı tevkil etmiştir. Peygamberlerin varisleri ve kopyaları olan alimler ve müminler de insanlığın ve kainatın şahitleridir. Biz de bu yeniden dirilen güzelliklere tanık ve şahitleri olduk. Birinci iftarımızı uçakla Kazakistan Oteli arasında açmıştık. İkinci iftar için de Esperanza Lokantasına davetliydik. İftar sırasında iki bayram sanki bir arada koptu. Birincisi, nice sonra konuklar ile ev sahipleri; mihmanlar ile mihmandarların veya ata çocuklarının buluşmasıydı. İkincisi de onca imsaktan sonra taam ve aş yurdu olan midemizin sıcak aşlarla buluşma ve hemhal olma saatiydi.

Enva-i çeşit yiyeceklerle donatılan sofradaki manzara ile önce gözlerimiz doydu. Bol çeşidinden karpuz, kavun, üzüm, elma, armut ve muz vardı. Unuttuklarımı elbette kayda geçmiyorum. Onun dışında yeşil ve kırmızı çaylar masada servis saatini bekliyordu. Tatlılar yine kenarda bizleri bekliyordu. Onun dışında sofrada bekleyen hamur işleri bana tanıdık geldi. Sanki ata yurdundan bizim yöremize gelmişlerdi. Bu yemeklerden birisi lokma idi. Aynen bizdeki gibi ata yurdunda da lokma yağla pişirilmiş ve ekmek yerine tüketiliyordu. Bazı yörelerimizde yapılan lokma tatlısıyla karıştırmayalım. Sonra yine tanıdık çeşitlerden birisi de gözlemeden yapılmış nan ve ekmek çeşitleriydi. Sonra sofrada samsa böreği de vardı. Samsa yemekleri Orta Asya’dan Arnavutluk ve Bosna’ya kadar geniş alana yayılmış bir damak tadı. Sanki bu yemek Yesevi ocağı dervişlerinden Sarı Saltuk’la birlikte diyar diyar gezmiş. Belki yeri değil ama ramazanın en güzel ve hafif tatlılarından olan güllacın da böyle bir seyrüseferi var. Arnavutlar, başka ad altında olsa da aynısını yapıyorlar. Lübnan ve Suriye gibi bölgelerde de ramazanların vazgeçilmezleri arasında güllaç vardır. Samsa sadece yemek çeşidi değil, Samsa Çavuş, Ertuğrul Gazi’nin silah arkadaşlarından birisi ve Mudurnu ile birlikte anılan gazi. Mudurnu’da Samsa adıyla anılan bir de köy var. ABD’nin kurucu ataları olduğu gibi ülkemizin de kurucu ataları var ve bunlardan birisi Samsa Çavuş’tur. Sofrada hatırlayabildiklerimin arasında kımız da vardı. Eskiden ülkücü gençlerin öykündükleri ve galat-ı meşhurla bizde sarhoş edici bir içki sanılan ayran tadındaki at sütü. Ben ayranı tercih etsem de kımıza da alışkınım. Öbür yanında da deve sütü var. Hacegan diyarını Arap diyarıyla buluşturan adetlerden birisi deve ve deve sütü tüketmek olsa gerek. Arslan Baba ziyaretimiz sırasında da kadınlar ziyaretgahın girişinde deve sütü ve keş satıyorlardı. Lakin bu keşler bizdekilerden daha küçük idiler.

Hiç hilafsız göçebe bir millet olan Kazakların yemek kültürü ile Anadolu’nun yemek kültürü zenginlik açısından çok farklı. Biz Batı’ya gittikçe yeni lezzetler keşfetmiş, öğrenmiş ve dağarcığımıza katmışız. Dolayısıyla mutfağımızda ata diyarından getirdiklerimize ilaveler yapmışız. Yeni diyarlar fethettikçe ve ahalisiyle kaynaştıkça yemek kültürümüz de artmış ve yerleşik düzen ve imparatorluğun getirdiği ufuk çizgisiyle yeni maharetler ve hünerler iktisap etmişiz. Ata yurdunun lezzetleri bana hiç yabancı gelmedi ama elbette Anadolu ile karşılaştırıldığında eksikleri var. Sofrada bizde olmayan ve alışık olmadığımız iki husus vardı. Bunlardan birisi, at etiydi. Mihmandarlar hatırına bir iki defa mecburen tattık. İkincisini hiç anlatmasam daha iyi ama okuyucunun merakını uyandırıp da onu yüzüstü bırakmamak ve merakını giderme babından anlatmadan da geçemeyeceğim. Sofralarda bir adet var. Pilavın üstüne bir pişmiş kelle oturtuyorlar. Bu genelde koyun veya kuzu başı oluyor. Bir bütün olarak pişiriyorlar ve servis ediyorlar. Bizdeki gibi ayıklama olsa bir şey demeyeceğim. Bütün olarak getiriyorlar. Bu bir gelenek. Geleneğe göre pişmiş kelle önce sofrada bulunan en yaşlı veya aksakalın önüne getiriliyor. Bu husussa önceden uyarılmıştım ama çaresizdim! Yapacak bir şey yoktu. Sofrada tek aksakal ben gözüküyordum ve kelle sonunda benim önüme geldi. Sonrasını anlatmayayım. Hatıra binaen…

Yemeklere değindik ama sofradaşlarımıza değinmedik. Yanımda Kazak erkekler ve bayanlardan oluşan bir küme vardı. Derken Kul Hoca Ahmet Yesevi İlim ve İrfan Vakfı’ndan Ahmet Zekai Yakşi beyin getirdiği bir Kazak yazar ve çizerle burun buruna geldik. Sanki tarihten çıkmış bir figür gibiydi ve kendisine haza Türk dedirtiyordu. Türk, Hind ve Arap diyarında aynı zamanda güzel ve yakışıklı anlamına geliyor ve bu zat aynı vasfı üzerinde barındırıyordu. Kalu bela’dan aşina olduğumuz bu topraklarda Kazakların yüzlerini süzerken sanki rahmetli babamın silüetini görüyordum.


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: Kazakistan Hatıraları / Mustafa Özcan
MesajGönderilme zamanı: 14.09.09, 09:11 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 31.12.08, 16:59
Mesajlar: 308
İlim ve irfan havzaları
Mustafa Özcan


Vakit
2009-09-14



Kazakistan’a intikalimin ertesi sabahı Kazakistan Oteli’nin lobisinde TC Astana Büyükelçiliği Din Hizmetleri Müşaviri Arif Gökçe ile sohbet ediyor ve genel ahvali konuşuyoruz.

Bu konuşma ateş almak tabirinin çağrıştırdığı gibi kısa oluyor, lakin bu kısa anın bereketi ve verimi zaman sınırını aşıyor. Ülkenin geneline yayılan 2 bin 300 kadar cami ve mescidin Kazak imamları var. Ahiska Türklerinin de kendi imamları var. Bu Kazak imamların bir kısmı kendi imkanlarıyla okumuşlar ve komunizm sonrası dönemde de ülke içinde ve dışında çeşitli merkezlerde takviyeler almışlar. Buna mumasil olarak Türkiye de katkılarını esirgememiş ve bu bağlamda Türkiye’den 22 din görevlisi bulunuyor. Bu anlamda, ülke genelindeki 16 eyaletin tamamında Türkiye’den ata diyarına gelen din hizmetlileri görev yapıyor. Lakin Kazaklar bu sayıyı yetersiz buluyorlar ve bu sayının 50’ye isal edilmesini istiyorlar. Belki de buna mumasil güzel isteklerinden birisi de gök kubbeyi süsleyen Osmanlı tarzı camiler. Gerçekten de salatin tarzı camiler Türkiye’nin dış dünya ile alakalı olarak geliştirdiği en önemli ve güzel manevi projesidir. Ata diyarlarını Anadolu’ya bağlamanın en kestirme, pratik, güzel ve tatlı yolu ve boyutu budur. Hatta Afrika ile Asya’yı Osmanlı tarzı camilerle süslemek hayalimizi süsleyen en büyük projeye dönüşmelidir. Bu hususta fütur getirilmemeli ve proje tamamlanmalıdır. Bunun iki yararı var, birincisi dediğimiz gibi Osmanlı tipi mimari ve bunun yansıması olan mabetler aramızda manevi köprü olur ve gözleri ister istemez Anadolu’ya çevirir. Anadolu’yu manevi bir merkez haline getirir. İkincisi, Almatı’daki Merkez Camii’nde de gördüğümüz gibi yerel makamlarca yaptırılan ve yerel ustaların yaptıkları camiler sanat yönüyle kusursuz değil. Osmanlı tarzını tutması mümkün değil. Evet, cami yine cami ve kendisine çekiyor. Lakin Osmanlı tarzı mimari, şüphe yok ki estetik boyutuyla lahutiliğini artırıyor ve revnaklığına revnak katıyor.
¥
Komunizm sonrasında imamlar genel olarak Suriye, Pakistan, Mısır ve Suudi Arabistan ve Türkiye gibi ülkelerden eğitim alarak geri dönmüşler ve görevlerinin başına geçmişler. Kazak imamlardan bir kısmı kısa aralıklarla seminerler için Türkiye’ye gönderilmişler. Camilerde cemaatın yapısına baktığımızda bunların yaşlarının genelde 15-45 arasında değiştiğini görüyoruz. Yaşlıların pek esamisi okunmuyor. İbadet yerlerinin yanında en büyük eksikliklerden birisi de Kur’an-ı Kerim ve ilmihal gibi temel ihtiyaç kitaplarının olmayışı. Arif Bey’e komunizm döneminden kalma imamların nerelerde eğitim aldıklarını soruyoruz. Adres olarak Mir Arap Medresesi’ni gösteriyor. Mir Arap Medresesi önemli. 1920 yılında Lenin tarafından kapatılan bu yüzyılları aşan medrese bilahare Stalin tarafından yeniden açılmıştır. Stalin bunu İslam’ı sevdiği için yapmaz. Nifak politikasının bir sonucudur. Medrese üzerinden İslam’ı kontrol etmek ister ve bu bağlamda komunist sisteme uygun imamlar yetiştirilir. Halkın ve İslam’ın değerlerine yabancı ve komunist değerlere bağlı ve sadık bu imam tipini Şemseddin Babahanov gibiler temsil etmektedirler. Sözgelimi, komunist tipi imam örneğini temsil eden Şemseddin Babahanov gibiler İslam’ın kurallarına sadık ve yasaklarına hürmetkar değillerdir. Bu anlamda, sözgelimi içki yasağına riayet etmezler ve onlar açısından önemli olan İslam’ın haramları değil, komunist sistemin helalleridir.
¥
Buhara’nın gözbebeği olan Mir Arap Medresesi esasında bir İslami kalkınma hamlesi ve projesidir. Bir manevi havzanın ve bileşkenin mühim bir parçasıdır.

1536 senesinde yapılan Mir Arap Medresesi esasında bölgenin Ezher’idir. Bilindiği gibi, Camiü’l Ezher zamanla bir okul olmaktan çıkmış ve bütün boyutlarıyla bir ekol halini almıştır ve bin yıldır Ortadoğu ve Afrika’yı aydınlatmakta ve ışık saçmaktadır. Önce Fatimiler tarafından kurulan, ardından Eyyübiler tarafından Sünniliğin hizmetine sokulan Ezher hocaları arasında geçmiş dönemlerde tasavvufa yabancı kalmış veya düşmüş az hoca bulunur. Bu anlamda Ezher Havzası ve ocağı zülcenaheyn yani iki kanatlı hatta çok kanatlı bir havzadır. Hem ilim hem de feyz-i irfan saçmıştır. Ezher’in Afrika ve Ortadoğu için ifade ettiği anlamı Mir Arap Medresesi de Orta Asya için ifa eder.

Ahmet Yesevi ve akabinde onun karıştığı Nakşibendiye damarı ile birlikte Buhara’da Mir Arap Medresesi ile Taşkent Barakhan ve Kökeltaş medreseleri ilim ve feyz havzasını temsil etmiştir. İşte Özbekistan ve Kazakistan ve diğer Türk illerinin geleceği, bu ilim ve feyz ve irfan ocak ve havzalarının ihya edilmesine bağlıdır. Türkistan ili ve Yese şehri nasıl feyzin ser-çeşmesi ise Mir Arap da ilim açısından nur ve ışık havzasıdır. Bu havzaya benzeyen bir diğer havza da Uzak Doğu’nun Ezher’i olarak ün yapan Diyobend Medresesi ve ilaveten Nedvetü’l ulema’dır. Orada da ilim merkezi Diyobend ile feyz merkezi Serhind buluşmuştur.

Onlar da 1860’lı yıllardan itibaren Hint Altkıtasında kurulmuş ve bütün civarına ışık ve nur saçmıştır. Etkisi Endonezya’dan Afganistan’a kadar geniş bir bölgeye yayılmıştır. Bu bölgesel ilim ve feyz ocaklarının yeniden ihya edilmesi ve amacına uygun olarak hizmet vermesi sağlanmalıdır. Bu sağlandığında Ahmet Yesevi gibi yeni futuhat erleri ve alp erenler kalınan noktadan iman fethine ve manevi cihada devam edeceklerdir.

Rivayete göre, Mir Arap, Peygamberimizin on birinci kuşak torunu olup Yemen’den kalkıp bölgeye gelmiş ve Nakşibendiliğe intisap etmiş. Şeybani hanlarından Ubeydullah Han nezdinde hatırlı bir mevkiye sahip olan Mir Arap, bu kendi ismiyle anılan medreseyi kurmuştur. Bu medresenin yansımaları Kazakistan’dan da hissedilmektedir. Mir Arap bir rivayete göre gördüğü rüya üzerine buralara gelmiştir. Nice hükümdarlar külliye içerisinde medfun olan Mir-i Arap’ın ayakucunda yatmak için can atıyorlar. Aynen Türkistan’daki Yesevi türbesinde de olduğu gibi. Hâsılı Mir-i Arap, Arap kökenli olmasına rağmen Özbeklerin en büyük manevi rehberlerinden sayılır.

Görüldüğü gibi Orta Asya’da her şey bin bir gece masallarından çıkmış gibi bir efsaneye bürünüyor. Lakin her efsanede bir hakikat gizlidir. Belki bu anlamda Yahya Kemal şairane bir biçimde şöyle der: Tarihte zahiri hakikat, masalda ledünni hakikat gizlidir..


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: 350 yılın sonu / Mustafa Özcan
MesajGönderilme zamanı: 15.09.09, 08:55 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 07.09.09, 09:16
Mesajlar: 29
350 yılın sonu

Mustafa Özcan


Vakit
2009-09-15


Kazakistan’da bazıları İslâm yurdunun 350 yıldır bir geri çekilme, daralma yaşadığını ifade ediyorlardı. Bu 350 yıl aslında İslâm’ın bahadır kavmi olan Türklerin de gerilemesinin tarihidir. Moğollar ve ardından Cengiz’in eğitimli ve Müslüman bir silüeti olan Timurlenk İslâm semasından bir rüzgar gibi, bir fecr-i kazip gibi doğup geçmişti. Esasında 350 yıllık gerileme İslâm’ın bahadır milletinin gerilemesiydi. Moğollar sadece tarihin seyrini değiştiren bir set oldular sonra da yıkılıp gittiler. Lakin Timurlenk’in Altınordu devletini yıkması geride kalıcı hasarlar bıraktı ve Asya ve Orta Asya’daki Türk yurtları, istila ardından gelen 350 yıllık dönemde tam bir Endülüs olmasalar da yarım Endülüs haline geldiler. Moğolların Müslümanların içlerine karışması, katışması ve erimesiyle İslâm ve Türkler yeniden yükselişe geçtiler. Lakin bu yükselişi, dış etken olarak Timurlenk iç etken olarak da tefrika durdurdu. Moğol İmparatorluğu 13. yüzyılla sınırlı kaldı ve ardından İslâmiyet’e karıştı. Lakin ardından gelen iki yüzyıl Tatar esaretinden uyanan Rusların yükselişe geçtikleri dönem Bozkırların eski sahiplerinin de inişe geçtikleri bir dönem olmuştur. İşte Kazakların bahsettikleri 350 yıllık dönem bu dönemdir. 16. ve 19. yüzyılları kapsamaktadır. Ruslarınkısi kalıcı bir Moğol istilası ve etkisi idi. Bunun temel nedenlerinden birisi Rusların yerleşik olmaları bir diğeri de dine dayanmalarıdır. Bundan dolayı Moğollar gibi yükselişleri ve düşüşleri veya parlamalarıyla sönmeleri ani olmamıştır. Bu yönüyle ancak Osmanlı ile mukayese edilebilirler. Moğollar fetret bulutları gibi toplanmış ve dağılmışlardı. Lakin Rus işgali uzun soluklu olmuş ve 1492 sonrasında İspanya’ya benzemiştir. Ve zaten Rusların Kazan için öngördükleri ikinci bir Endülüs modelidir. Rusların esnemeden sistematik olarak yükselişlerinin bir nedeni de dini ve dünyevi otoriteyi birleştirmiş olmalarıdır. Bu birlikteliği çarlar ve Ortodoks kilisesi ricali yani ruhban sınıfı olan Clergy temsil ediyordu.
¥
Bu 350 yıllık gerileme veya içe çekilme ve daralma şeridi aslında yabana atılabilecek bir tez değil. Türk boylarıyla birlikte Müslümanlaşan Moğolların torunları iki yüzyıllık yükselme dönemlerinden sonra Orta Asya’da dağınıklıkları nedeniyle kademe kademe Rus kıskacı ve boyunduruğu altına girmişlerdir. Bundan dolayı Rusların bu ilerlemesiyle birlikte neredeyse üç Endülüs yaşanmıştır. Sırasıyla Kazan, Astrahan ve Kırım düşmüştür. Bu süreci ise gerçek anlamda bir Cengiz Han olan Stalin ikmal etmiştir. Lakin Lenin-Stalin’in kurmuş olduğu yeni Cengiz veya Kızıl İmparatorluk da zamana ancak tek yüzyıl dayanabilmiştir. Bu zulmün abad olmayacağının göstergesidir. Ve 1989 yılında Gorbaçov’un Afganistan’dan çekilmesi ve Berlin Duvarının yıkılmasıyla birlikte 350 yıllık sürecin sonuna gelinmiştir. 1989 yılı 350 yıllık daralmanın ve esaretin sonunu temsil etmektedir. Tarihte çok derin bir kırılmayı temsil etmektedir. Rusların klasik iki düşmanları vardır Türkler ve Cermenler. Zira bu üç milletin hayat alanı ortak olduğundan bu alan aralarında rekabet alanına dönüşmüştür. Dolayısıyla Afganistan bozgunu ve Berlin Duvarının yıkılması Rusların Asya ve Avrupa’ya ve Asya ve Avrupa’nın fatihleri olan Türklere ve Cermenlere vurdukları paranga ve kelepçenin kırılmasıdır. Bu kelepçenin kırılmasıyla birlikte esaret altındaki Türk illeri yeniden bağımsızlıklarına kavuşmuşlardır. Dolayısıyla, 1989, Rus seddinin yıkılmasına neden olmuş ve bu set içindeki kavimleri özgürlüğe taşımıştır.
¥
Lakin Rus yükselişi bu 350 yıllık daralma döneminin sadece bir boyutudur. Diğer boyutlarda yine karşı aktör olarak Türkler vardır. Orta Asya’da Altınordu ve devamında Kazan Hanlığı varken; Hindistan da yine bir Türk imparatorluğu olan Babür Hanlığı tarafından yönetilmektedir. Ortadoğu ve Avrupa’da ise Osmanlı devleti vardır. Bu devletlerin gerilemesi takdim tehirlerle birlikte aynı döneme rastlamış ve son 350 yıla damgasını vurmuştur. Yıkılış sıralamasında bunların sonuncusu Osmanlı olmuş ve Moskova knezliklerinin varisi olan Romanovlar Hanedanlığı ile birlikte kaderin bir cilvesi olarak aynı yıl yıkılmıştır (1917-1918). Osmanlı sonrasında ve Çarlık sonrasında ise iki ülkede de benzeri rejimler kurulmuştur. Bu benzerlik daha ziyade dinle ilişkilerde kendisini dışa vurmuştur. Hindistan’da Babür Hanlığı İngilizler tarafından feci bir şekilde yıkılmıştır ve bu yıkım ile Romanovlar Hanedanlığının Bolşevikler tarafından yıkılması birbirine çok benzer. Çok kanlı olmuştur. Osmanlı Hanedanlığı üyeleri ise sadece sürülmüşlerdir. Orta Asya’daki güçlü İslâm devletleri önce Moğollar ardından Ruslar tarafından tek tek yıkılırken Osmanlılar da Batı’da özellikle de Fransız Devriminin akabinde Fransızlar ve İngilizler gibi Batılı güçlerce, kuzeyde de Ruslar tarafından sıkıştırıldı ve kıskaca alındı. Bir dönem terekesine paylaşamayan güçler tarafından Osmanlı yurdu no man’s land/tarafsız bölge ilan edildi veya Rus yayılmacılığına karşı müttefik görüldü ve sonunda mukadder akıbetini paylaştı. 1989’dan sonra ise Afganistan üzerinden dünya yeniden şekilleniyor. Bunun ilk işareti Cengiz Han’ın zaman aşımlı varisi Komünist İmparatorluğun çöküşüydü.


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: Kazakistan Hatıraları / Mustafa Özcan
MesajGönderilme zamanı: 22.09.09, 20:44 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 07.09.09, 09:16
Mesajlar: 29
Türkistan-Arabistan kavşağında

Mustafa Özcan


Vakit
2009-09-22

Bu bir ikinci istidrak mi yoksa değil mi, bir türlü karar veremiyorum. Kazakistan intibalarının arasına girerek sondan başa dönmek istiyorum. Bu meyanda Kazakistan buluşmasının hitamı-ı miski olan kadir gecesinden söz etmek arzusundayım. Gerçekten de o gecenin kadir’e isabet ettiğimizi zannediyorum. Kazakistan heyeti olarak tam kadroya yakın Bağcılar Halk Sarayı’nda buluştuk. Buluşma tek yanlı değildi, karmaydı ve iade-i ziyarette bulunan Kazak heyeti de bizimleydi. Yesevi yurdu Türkistan’ın bağlı bulunduğu Çimkent vali yardımcısı ve Allahyar yani namı diğer Türkistan’ın atom karıncası Halilullah Madcanov ve benzeri misafirler de bizimleydi. Hazirunun üzerine kadir gecesinin lahuti gölgesi inmişti, inşaallah sinmiştir de. Kazakistan heyeti ve misafirlerine iki masa tahsis edilmişti. Ev sahibi olarak aktif Başkan Lokman Çağırıcı ile birlikte eski başkan Feyzullah Kıyıklık da vardı. Kadir gecesi, ayrı düşmüş obaların buluşmasının saadeti ve keyfi içinde selamlama konuşmalarına sahne oldu. Orada Kazak Vali Yardımcısı geceye damga vuran bir konuşma yaptı. Ayrı düşen obaların kadir gecesi bir araya gelmesi gibi bütün İslam dünyasının bir araya gelmesi ve iki yakasının birleşmesi için herkesi duaya davet etti ve geceyi bu maksada uygun olarak ihya etmesini istedi. Ben de İslam dünyasının kuzeyini temsil eden Türkistan ile güneyini temsil eden Arabistan ile geride kalan diğer parçalarının da bir araya gelmesi için dua istenmesini gecenin mana ve ehemmiyetine uygun buldum ve kadir gecesinin bir işareti olarak saydım ve değerlendirdim.

Yemekten sonra Bağcılar Belediyesi’nin Ramazan Çadırına geçtik ve orada teravih namazı öncesinde çay içerek hem serinledik hem de oruç hararetini savdık. Ardından çadır mescidde teravih namazını eda ettik ve ardından etkinlik çadırına girdik. Hazreti Musa ve Beni İsrail büyüklerinin geçmişteki çadırları da böyle bir şey olmalı. Biraz sonra sırada Kur’an tilaveti vardı. Türkiye’den dünya Kur’an okuma birincisi ve şampiyonu arkadaşla Mısırlı bir kari Kur’an ziyafeti verdiler. Kadir gecesi mezamir-i Davud’dan yükselen sesler eşliğinde bir geceydi ve kariler bütün maharetlerini sergileyerek dinleyicilere bir dinleti ziyafeti sundular. Saatin nasıl geçtiğini anlamadık bile. Kur’an ziyafetinden sonra heyetimizin mühim bir erkanı ve parçası olan Bağcılar Müftüsü Mustafa Derin Bey aynı zamanda gecenin kapanışı olan konuşmayı yaptılar. Çadırdan çıkarken kuş gibiydik. Sonra tekrar bir otağ veya odalarından birinde Kazak heyeti ile bir araya geldik ve saat 12’ye kadar çay içtik ve sohbet ettik. ‘Dert söyletir’ hesabı dertlerimizi ve ötesinde rüyalarımızı paylaştık. Hemhal olduk ve kimyamızdaki yabancı maddeleri attık ve İslam’ın potasında eridik. Kazak heyeti galiba geceyi kendi tarzında ihya etmekte ısrarlıydı ve saat 24.00 sularında izin aldılar ve Eyüp Sultan’ın yoluna koyuldular. Eyüp Sultan da İstanbul’umuzun Aslan Baba’sı ve Mir Arap’ıdır. Onun kabrini keşfeden de yine muhitimizin bir başka Aslan Baba’sı ve Mir Arap’ı olan Akşemseddin Hazretleridir. Besbelli ki Türkistan ve Arabistan’ın kaderine ve ötesinde bütün İslam dünyasının kaderine dua ediyorlardı. Biz de gıyaplarında ‘garip ile yolcunun duası makbuldür’ fehvası ve anlayışıyla onların dualarına aminler dedik.

Mahrem gecenin vakıf olabildiğimiz küçük sırlarından birisi bizim Kazak heyetiyle yaşadıklarımızdı. İnşallah kadir gecesi ve ramazan, ümmeti felaha çıkarmıştır ve çıkaracaktır. Yaşanılan yatay gelişmeler umut vericiydi ve dikey gelişmelere baktığımızda da tarih Kazakları doğruluyordu. 350 yıllık sendelemeden sonra belimizi doğrultmaya başlamıştık. Bu 350 yıllık fasılanın ilk farkına varanlarından birisi Turgut Özal olmuştu. İhlas Holding’in temel atma töreninde Özal SSCB’nin sonuna dikkat çekerek Allah’ın bir millete ancak 350-400 yılda bir böyle bir fırsat bahşedebileceğini ve bunun kıymetinin bilinmesi gerektiğini söylemişti. Bunlar vasiyet gibi sözler olmalıydı. Gerçekten de yitirdiğimiz liderlik ve organize olma kabiliyetini yeniden yakalayabilirsek ve bunu ihlas iksiriyle mesir macunu gibi bir macun haline getirirsek bütün dünya manevi olarak feth olunmak üzere bizi bekliyor. Asya’nın, Avrupa’nın ve bütün dünyanın kapıları bizleri ve bizdeki lahuti anahtarı bekliyor. Sözgelimi, Amerikalılar siyah Obama konusunda hazımsızlar ve binicisini tepmek üzere olan atı andırıyorlar. ABD’nin gücü Bush’un boş hamleleri yüzünden tükendi ve merkezi Londra’daki Uuslararası Araştırmalar Enstitüsü’nün yıllık raporuna göre, ABD’nin gücü artık küresel meseleleri ve problemleri çözmeye yetmiyor. ABD çaptan düştü ve muktedir olma sıfatını kaybetti. Rusya’nın 2012 yılından önce ekonomik debelenmeden kurtulması ve toparlanması mümkün değil. Her şey İslam dünyasının yeni hamlesini ve sıçrama yapmasını bekliyor. Dünya yeniden bize hazırlanıyor.


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: Kazakistan Hatıraları / Mustafa Özcan
MesajGönderilme zamanı: 24.09.09, 00:57 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 07.09.09, 09:16
Mesajlar: 29
Kaytpas / Dünyanın son sınırı

Mustafa Özcan


Vakit

2009-09-24



Moğollar ve Stalin dönemleri soykırım dönemleri olarak anılmıştır. İnsanlık tarihinde en yoğun kırımların yapıldığı iki dönemdir. Kazaklar da bu kırımlardan nasiplerini fazlasıyla almışlardır. Kazakistan ziyaretimizin ikinci gününde Özgürlük Meydanını ziyaret etmiştik. Meydanda birçok kabartma ve heykeller vardı. Meydanda olanlar balalar, atalar ve anaları temsil ediyordu. Meydana heykeli dikilmiş Kazak ata sakallı görünüyordu. Ana ise kapalı idi. Burada ata besbelli ki otoriteyi temsil ediyordu. Ana ise şefkat timsali idi ve onun ötesinde fedakarlık, cefakarlık ve vefakarlığı temsil ediyor olmalı. Balalar ise şüphesiz istikbali temsil ediyorlar. Bununla birlikte, kanaatime göre burada tek eksik figür ata ile temsil edilse bile dede figürüdür. Dede babadan farklı olarak hikmeti ve tecrübeyi temsil ediyor. Babanın otoritesi onda hikmetle yer değiştirmiştir. Dede Korkut bunun efsaneleşmiş ve anonimleşmiş figürü olmalı veya sayılmalıdır. Özgürlük Meydanı aynı zamanda bir kırım veya katliam açık müzesi gibi. Zira Gorbaçov dönemi özellikle Azerilerle Ermeniler arasında kanlı çatışmalara ve Rus müdahalelerine sahne olmuştur. Onun ötesinde güya Brejnev kalıntılarını silme bahanesiyle Gorbaçov, Türk illerine yeniden düzen vermek istemiştir. Esasında Müslümanlar da zaman zaman Batılılar gibi alkış tutsa da Orta Asya Türklerinin yıldızı Gorbaçov’la hiç barışmamıştır. Yumuşak gücün elindeki silah daha çirkin görünmüştür. Gorbaçov bidayetinde Afganistan’a yönelik olarak uygulamak istediği politikaları Türki cumhuriyetlere de yansıtmak istemiştir. Brejnev’in ardından Afganistan’da otoriteyi sağlamlaştırmak isteyen Gorbaçov buraya ek birlikler sevketti, lakin yenilgiden kurtulamadı ve 1989 yılında yani işgalden 11 yıl sonra arkasına bakmadan Afganistan’dan çekildi ve ricat etti. Bir iki yıl sonra sıra aynı politikaları uyguladığı Orta Asya Türki cumhuriyetlere gelmişti. Denetim ve otoriteyi artırayım derken maksadının aksiyle tokat yemişti.
¥
Gorbaçov Batı topraklarında barışçı politikalar izlerken Orta Asya Türki cumhuriyetlere oldukça müdahaleci davranmıştır. Brejnev tarafından atanmış görevlileri nobran bir şekilde ve halkın duygularına bakmadan görevden almış ve Kazakistan’da olduğu gibi yerlerine doğrudan Moskova’ya bağlı Rusları getirmek istemiş ve bu da geri tepmişti. Yeni dinsiz imparatorluğu kurduğunda ne olup bittiğini bile anlamadan Lenin’in hayatı bir tekerlekli sandalyede acınası bir biçimde son bulmuştu. Yerine demir ve ateşin adamı ve karışımı ve cehennemi temsil eden kızıllığın sahibi Stalin gelmişti. Stalin imparatorluğu Sovyetleştirmede başarılı olmuştu. Ardından gelen Kruşçev Ruslaştırma politikasına hız verdi ve Ruslaştırmaya matuf olarak yeni iskan politikası geliştirdi. Bu politikada Ruslar İsrail, Türkler ise Filistinliler idi. Stalin’in sürgün politikası onda Rus halkının bakir topraklara yerleştirilmesi ve yerleşimciler olarak civar bölgelere uzanması ile tecelli etmiş ve yer değiştirmişti. Brejnev dönemi ise durgunluk dönemi idi ve onun ötesinde Afganistan üzerinden şarka uzanma siyaseti izlemişti. Gorbaçov ise Deli Petro’dan beri zaman zaman sürdürülen Batılılaşma politikalarına geri dönmüş ve bu da Müslümanlara sevimsiz gelmişti. Gorbaçov Batı’da Sovyetler Birliği’ne yer arıyordu, lakin deve kuşu gibi başını Avrupa’ya gömse bile vücudu Asya’da kalıyordu ve Asyalılar da buna güceniyorlardı. Gorbaçov’un Ortak Avrupa Evi projesine mukabil Müslümanların gönüllerinde ortak İslam evi yatıyor ve atıyordu. Bundan dolayı Afganistan işgali Orta Asya’da da siyasi sarsıntılara ve zelzelelere neden olmuştu. İşte Gorbaçov yolsuzlukla suçladığı Brejnev ekibini biraz da Ermeni danışmanlarıyla tasfiye ediyordu. Bunlardan birisi Kazak Din Muhammed Kunayev idi ve onun yerine devşirme değil, katıksız Rus Genadii Kolbin’i atadı. Bunu da kabaca ve hoyratça bir biçimde yaptı.
¥
Kazak gençliğinin ve üniversite öğrencilerinin buna tepkisi büyük oldu ve 68 kuşağı gibi ayağa kalktılar ve Gorbaçov’un politikasını telin ve protesto ettiler. Gorbaçov buna mukabil Batı’da yapmadığını yaptı ve Moskova’dan Almatı’ya özel birlikler sevkedildi ve bunlar gençlerin üzerine 17 Aralık gibi soğuğun zemherir halini aldığı bir sırada hortumla tazyikli su sıktılar ve bu müdahale sırasında kaç Kazak gencinin öldüğü bilinmiyor ya da sır gibi saklanıyor. Ölenlerden bir kısmı yüksek dağlardan atılmış, bir kısmı da yolların altına atılarak üstünden asfalt geçirilmiştir. Bu da bu olayda Gorbaçov’un seleflerinin izinden ayrılmadığını ve mesele İslam dünyası olduğunda onların sünnetinden milim sapmadığını göstermiştir. Zira, aynısını Bolşevik ihtilalciler ihtilalin ilk günlerinde II. Nikolay ve ailesine yani Romanovlar sülalesinin son ferdine kadar yapmışlar ve çoluk çocuk demeden tamamını öldürdükten sonra açtıkları çukura gömmüşler ve ardından da burasını yol haline getirmişlerdi. Ertesi günü Çimkent’te ‘Siyasi Baskı-Sürgün Kurbanları Müzesi’ne gidecektik ancak şoförümüzün azizliği nedeniyle müze yerine Kaytpas/ Dönüşü olmayan tepeye gitmiştik. Orası park ve abide haline getirilmişti. Lakin Stalin’in infaz rejimi gölgesinde buraya getirilenler bir daha geriye dönmüyorlarmış. Arap alemindeki polis rejimleri ‘beş dakika’ deyimiyle tarif edilir. Siyasi polis veya muhaberat, kurbanlarını beş dakika diyerekten kandırır. Beş dakika diye alır ve ardından ara ki bir daha zanlının izine rastlayasın. Sovyet aleminde ise özellikle Kazakistan bu tepe ile tanınmış ve burası hatırlayanlarca gelenin bir daha geri dönmediği dünyanın son sınırı kabul edilmiştir.


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: Kazakistan Hatıraları / Mustafa Özcan
MesajGönderilme zamanı: 06.10.09, 07:06 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 07.09.09, 09:16
Mesajlar: 29
Bozkırda Arslan Baba’nın huzurunda

Mustafa Özcan


Vakit

2009-10-06

Bozkırlar yer ile göğün aynı hizada görüldüğü uçsuz bucaksız yerlerdir. Çölün biraz daha ehven halidir. Bundan dolayı toprağın yapısı ve mahiyeti olmasa bile fiziği itibarıyla çöl ile bozkır arasında benzerlikler vardır. Bundan dolayı da fiziken Arabistan ile Türkistan kardeş iklimdir. Almatı’dan uçakla Çimkent’e giderken uçsuz bucaksız bozkırların üzerinden süzülüyoruz. Önce Özbekistan sınırlarına yakın olan Çimkent’e varıyoruz, oradan da Pir-i Türkistan’ın yurduna yani Sayram’a, Yesi’ye gideceğiz. Amerikalılar geldikleri yeni yurdu Ken’an diyarı olarak anarlar. Arslan Baba ve Yesevilere göre de Türkistan ikinci Mekke’dir. Üç defa bu mekanları ziyarete gelenler manen Mekke’ye gitmiş gibi olurlar.

Mevlana ‘ben asrın Ahmedi’yim’ dediği gibi gerçekten de makam olarak asrın Yusuf’ları, Cüneyd’leri de vardır. Arslan Baba ve Ahmed Yesevi bunlardandır. Çimkent’ten uçaktan indiğimizde bizi bağlaması ve kopuzu ile yerel bir ozan karşıladı. O söyledi, biz dinledik. Ritmik bir vaziyette bir taraftan ağzından hoş geldiniz nağmeleri dökülüyor, diğer taraftan da kopuzun tellerine vuruyordu. Vurmak ne kelime, adeta dövüyordu. Herkes mest oldu. İslam’a girmeden önce de şamanlar kopuzlar eşliğinde çalar oynarmış. Yesevi ve nesli ile birlikte kopuz İslam’a çağrıda bir enstrümental haline geliyor. Horasan erenleri veya alp erenler iki şeyi yapıyorlar. Davet dili olarak Türkçe’yi ve araçlarından birisi olarak da kopuzu kullanıyorlar. Ahmedi Yesevi’nin efsanevi pir olmasının nedenlerinden birisi de davet geleneğinde Türkçe’yi ustalıkla kullanmasıdır. O Yusuf Has Hacip ve Yunus arasında köprü olmuştur. Yusuf Has Hacip’in Kutatgu Bilig, Yüknekli Edip Ahmet’in Atabet’ül Hakayık ile Ahmed Yesevi’nin Divan-ı Hikmet’i Yunus’un dilinde billurlaşıp başka kalıplarda dökülmüştür. Bu anlamda Hazreti Peygamberin buyruğuna imtisal etmiştir. Zira Sahih Buhari’de belirtildiği gibi, Efendimiz ‘İnsanların akıl ve anlayışları seviyesinde kendilerine hitap edin’ buyurmuştur. Aksi halde, ardından ‘Anlamadan, dinlemeden inkar mı etmelerini istiyorsunuz?’ hitabı ve buyruğu gelmiştir.

Halk ozanı gerçekten de çok estetik ve sanatkarane bir biçimde bizi karşıladı. Ardından otele yerleştik. Odaları geniş ve ferah, lakin buzdolabı çalışmıyordu. Temiz ve nezih bir otel. Bir iki alışveriş merkezini ziyaret ettik. Bunlar arasında Koç’un mağazalar zinciri de vardı. İftardan sonra özelleştirme ile Hüdai Vakfı’nın temlikine geçen bir külliyeye geldik. Külliyenin camiinde hatimle eda edilen bir teravih namazına yetiştik. Ardından da Nakşibendi sadatının yaptığı gibi sohbetle demlendik. Sanki mustağrak bir haldeydik ve ömre bedel gecelerden birisini geçirdik. Ertesi gün sabah bütün kafile hazır vaziyette Türkistan’a hareket etmek üzere komut bekliyordu. İşte bozkırda seyahat başlıyordu. Arslan Baba’ya doğru gidiyorduk. Yollarda tek tük ağaç kümeleri, atlar ve uçsuz bucaksız bozkırları temaşa ediyorduk. Derken Farabi’nin yurdundan geçtiğimiz ihtar edildi ve orada hatırasına bir müze yapılmış. Farabi kusursuz şehrin kusursuz filozofudur. İhvan-ı Safa’nın şehri, siyasi şehirdir. İbni Sina’nın şehri ruhani şehir, Farabi’ninki ise kusursuz şehirdir. Bu şehirde Farabi masum imamın yerine kusursuz filozofu ya da masum filozofu tensip ve ikame etmiştir. Bu hayal şehrinin filozofunun medfun bulunduğu yerde eğlenmiyoruz. Oradan hızlıca geçiyoruz. Bizi az ileride Arslan Baba bekliyor. Menzil-i maksudumuzda Arslan Baba ve Ahmed Yesevi hazretleri var. Uzaktan Arslan Baba’ya yaklaştığımızı hissediyoruz. Kartal yuvası mı desem yoksa usüdü’l gabe (arslan ormanı)’den koparılmış bir arslan ini mi desem, bilmem! Teberrük eşyası satan dükkanları geçerek keş ve deve sütü satan çadırlardaki köylü kadınların arasından mekana ulaşıyoruz. Komunizmin ateşli vakitlerinde türbe, dikenli tellerle çevrilmiş. Bu açıdan komunizmle kimi zaman ‘mezar avcıları’ olarak da ünlenen ilk Vehhabiler arasında birbirine yakın bir damar olduğu düşünülebilir. Son sıralarda deli ile dahi arasında ince bir sınırın olduğu ilmen de ispatlanmış durumda. Bundan dolayı bazen ehl-i zahir ile maddiyyun mezhebi arasında sınır, Arslan Baba türbesinde olduğu gibi daralabilir.

Arslan Baba’nın kimliği ilginç. O da Mir Arap gibi bu diyara Arabistan’dan gelmiş. Bu anlamda Arap asıllı ilk alp erenlerden olmalı. Arslan Baba, Ahmed Yesevi’yi irşad için dest-i gaybdan (gayb aleminden) vazifelendirilmiştir. Bu dest-i gaybı izah babından kimileri, Arslan Baba’nın usudü’l gabe yani sahabe arslanlarından birisi olduğunu ve 4 ile 7 asır arasında yaşadığını ileri sürerler. Peygamber Efendimiz yeni doğan çocukların ağzına ezilmiş hurma sürermiş. Ahmed Yesevi de dört yaşında Hazreti Peygamberin kendisine böyle bir hurma verdiğini söylemiştir. Kimileri bu hurmanın Arslan Baba tarafından Peygamberimizin bir vediası ve emaneti olarak Ahmed Yesevi’ye ulaştırıldığını söylerler. Buna sünnet literatüründe ‘tahnit/ezme hurma’ diyoruz. Dolayısıyla, Yesevi’nin ağzı dest-i gaybdan (gayb eliyle) tahnitlenmiş ve belki de bu yüzden bu kadar çağlayanlar gibi coşkun ve ma-i zülal gibi tatlı akan bir pınar. Lakin yine kendi hikmetlerinde Yesevi, Arslan Baba’ya 7 yaşında, Yusuf Hemedani’ye ise 27 yaşında intisap ettiğini ifade eder. Dolayısıyla burada intisap yaşı ile hurma alma yaşı arasında sene farkı ortaya çıkıyor. Ve bu, izahı gerektiren bir müşkildir. Arslan Baba’nın Yesevi’ye hurma getirmesi hususu başka kıssalarda da vardır. Battal Gazi kıssası bunlardan birisidir. Battal Gazi de Hazreti Ali’nin ahfadından Hüseyin Gazi’nin oğlu olup Abdülvehhab Gazi tarafından Hazreti Peygamberin tükürüğü kendisine ulaştırılmıştır. Görüldüğü gibi Ahmed Yesevi ve Battal Gazi menkibelerinde gerçekle efsane ayırt edilemeyecek kadar iç içe geçmiş ve bütünleşmiştir. Arslan Baba, Ahmed Yesevi’yi irşad ederken, oğlu Mansur Ata da Ahmed Yesevi’nin ilk halifelerinden olacaktır.


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: Kazakistan Hatıraları / Mustafa Özcan
MesajGönderilme zamanı: 06.10.09, 23:55 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 07.09.09, 09:16
Mesajlar: 29
Pir-i Mugandan, Pir-i Türkistan’a

Mustafa Özcan

Vakit
2009-10-07

Arslan Baba ile alakalı olarak yazdıklarımız yanlış anlaşılmalara neden olabilir, öyleyse izahla iltibası aradan kaldıralım. Uzun ömürlüler yani muammerler ve cahiliyeti ile İslam dönemine idrak eden muhadramlar olmakla birlikte hadislerin dili ve ulemanın tasdikiyle sahabilerin en uzun ömürlüsü bile hicri yüzüncü yıla erişmemiş ve bu sınırda vefat etmiştir. Dolayısıyla hicri yüz yılından itibaren yeryüzünde Hazreti peygamberi gören kimse kalmamıştır. Hatta Hızır’ın da bu kapsama dahil olup olmadığı tartışılmış ve onun hayatının başka boyutta bir hayat olduğu kaydıyla umumdan istisna edilmiştir. Bununla birlikte, bu tarihten sonra da kendilerini sahabi olarak gören insanlar zuhur etmiştir. Arslan Baba ile birlikte aynı dönemde uzun ömürlü olarak anılan babalardan birisi de Maçin Baba’dır. Benzerlerinin en meşhurlarından birisi Reten el Hindi’dir. Bir diğeri, 300 yıl yaşadığı rivayet edilen Baba Yusuf Herevi’dir. ‘Cinlerin kadısı’ olarak ünlenen Şemheruş bunlardan bir başka örnektir. El Habeşi ve Muhammed Tahir el İsbehani gibi kimilerinin 500 yıl yaşadıkları ileri sürülmüşse de ulema anılan nedenlerden dolayı bu iddiaları reddetmiştir. Bu bağlamda, Arslan Baba elbette ki 400 veya 700 yıl yaşamış olamaz. Ahmed Yesevi hazretlerinin de ömrüyle ilgili mübalağalı ifadeler var. Bu anlamda sahabi ansiklobedilerinde böyle isimlere rastlanmış da değildir. İbni Hacer, el İsabe’sinde Reten el Hindi’nin şahsiyetini reddetmiştir. Bununla birlikte, Arslan Baba hayaller içinde bir gerçektir. Bir gerçektir zira oğlu Mansur Ata, Ahmed Yesevi’nin ilk halifesidir. Ahmed Yesevi pir-i muganı (mecazen Hazreti Peygamber) üsve-i hasene yani hayat rehberi olarak almış pir-i Türkistan’dır. Mevlana gibi Kübreviyye tarikatıyla bir biçimde bağlantılı ve münasebet içinde olan Feridüddin Atar yetenek avcısıdır (keşşaf-ı mevahip). Mevlana için ‘nehrin peşine düşmüş deniz’ ifadesini kullandığı rivayet edilir. Ve Ahmed Yesevi’nin Pir-i Türkistan olduğunu ilk söyleyen ve keşfeden de yine o’dur.
¥
Lisan-ı gayb olarak nitelendirilen ve sembolizmin en önemli şairleri arasında sayılan Hafız-ı Şirazi, Divan’ında pir-i mugan deyimine sık sık atıfta bulunmuştur. Bunlardan birisi de şudur:

“Menem ki güşe-i meyhane hankah-ı menest
Du’a-yı pir-i mugan vird-i şubhgah-ı menest.”

Benzeri ifadeler Divan-ı Hikmet’te de mevcuttur. Ser saki ve ser çeşme anlamında Ahmed Yesevi de divanında sık sık bu deyimi ve ifadeyi kullanmaktadır. Muhakkak ki Ahmed Yesevi didaktik ve öğretici bir pirdir ve bu anlamda gerçekten de pir-i Türkistan yani Türkistan’ın manevi rehberi ve hocasıdır. İnsanın yaşına göre fiziki tekamül yaşadığı gibi manevi ahvalinde de metafiziki makamlar yaşar. Divan-ı Hikmet bu metafizik yaşları anlatmaktadır. Bilindiği gibi, nefsin mertebeleri olarak halleri değişir, lakin makamlar değişmez ve kalıcıdır. Bununla birlikte onun hikmetlerinde nefsin daima bir televvün halinde olduğunu müşahade ederiz ve nefis bu anlamda med/cezir; git gel yaşamaktadır. Ve nefsin makamları ve basamakları değişmekle birlikte genel olarak aynı da kalmaktadır. Bu calib-i dikkat bir yaklaşımdır. Makamlar sanki emmare ile levvame arasında gidip gelmektedir

O Yusuf Sıddik gibi hiçbir makamda nefsini tezkiye etmez. Yine o aynen al-i Davud gibi elinin emeğiyle geçinmiş ve kaşıkçılık yapmıştır. Altın silsileden olan Emir Külal da çömlekçidir. Ahmed Yesevi aynı zamanda İsevi kadem bir derviştir. ‘Nasıralı İsa’ olarak anılan Hazreti İsa gibi doğduğu kentle değil, ikamet ettiği şehirle anılmıştır. Hazreti İsa Nezaret’te doğmuş, lakin daha sonra yaşadığı şehir Nasıra ile anılmış ve onunla bütünleşmiştir. Nasıralı olarak tarihe geçmiştir. Ahmet Yesevi de Sayram’da doğmasına rağmen daha sonra göçtüğü Yese ile anılmış ve bütünleşmiş ve Yesevi olarak ete kemiğe bürünmüştür. Oğuzhan’ın payı tahtı Yese ile birlikte anılır olmuştur.
¥
Yahya Kemal’e göre bizim milliyetimizin manevi kodları Ahmed Yesevi’de gizlidir ve Türk ile İslam’ı buluşturan ve onu Türkmen (Türk iman) haline getiren yani çeliğe su veren o’dur. Türkler gibi bir milletin İslam’a girmesi çeliğe su verilmesidir. O, manavi orduların komutanıdır. Bir rivayete göre Anadolu ve benzeri bölgelerin İslam’a girmesi için 100 bin alp ereni seferber etmiştir. Bundan şüphesi olanlar Ebu’l Hasan en Nedevi’nin Maza hasire’l alemu biinhitati’l müslimin kitabındaki benzeri tablolara bakabilirler. Kazan’da yayınlanan bir ilmihal kitabında ‘kimin silsilesindensin?’ sorusuna ‘Ahmed Yesevi silsilesindenim’ şeklinde cevap verilmiştir. Bundan dolayı ‘Medine’de Ahmed, Türkistan’da Hoca Ahmed’ terkibiyle anılmıştır. Mağripliler itikatta Eş’ari, amelde Maliki ve sülükte Cüneydi olarak anılırken Türkler millet olarak İbrahim milletine ilave olarak genellikle itikatta Maturudi, mezheben Hanefi ve meşreben Yesevi olarak anılmışlardır.

Şeyhi Arslan Baba dikenli kulübe ile anılırken Ahmed Yesevi yer altı hücresiyle şöhret bulmuştur. Müridlerinden Süleyman Hakim Ata sanki Yunus ve piri Yesevi de sanki Taptuk Emre’dir. Mürşidinin tekkesine yağmur altında da olsa odunları ıslatmadan götürmüştür. Yunus da Tapduk dergahına kendisi gibi pürüzsüz odunlar taşımıştır.


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Hitam-ı misk / Mustafa Özcan
MesajGönderilme zamanı: 09.10.09, 21:41 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 07.09.09, 09:16
Mesajlar: 29
Hitam-ı misk
Mustafa Özcan


Vakit
2009-10-08

Esasında Kazakistan yazılarını bir bütünlük içerisinde bitirmem gerekirdi. Lakin araya mecburi fasılalar ve gündemin zaruretleri girdi ve bundan dolayı Türkistan hatıratını bölük pörçük yayınlama durumunda kaldık. Nasip, bu haftaki son dörtleme ile hitam-ı misk imiş. ‘Ömür biter yol bitmez’ hesabı söz de bitmiyor. Geride daha yazılacak çok şey var. Yine ‘söz uçar yazı kalır’ hesabı yazılar arşive kaldırılsa da geride kalıcı dostluklar kurduk, tesis ettik. Artık Kazakistan’da ve Kazakistanlı dostlarımız var. Yine Türkiye’den birlikte olduğumuz Kazakistan kafilesi var. Yesevi ve Arslan Baba’nın kartal yuvalarından geriye dönüşte, bozkırda eğlendik. Buradaki eğlenme mola verme anlamındadır. Bizdeki otoban kenarlarındaki mola yerleri gibi bozkırda da mola yerleri var.

İlk defa çölde molayı 1979 yılında Şam’dan Medine’ye giderken yaşamış ve ay ile yıldızların altında hasır masalarda ve yataklarda çay içerek keyfini çıkarmıştık. Burada da bozkırın gecesinde Diyarbakır karpuzu cesametindeki karpuzların ziyafet olarak verildiği bir ortamda mola verdik. Burada bütün meyveler bilaistisna kurutuluyor. Karpuz gibiler tabii ki hariç olmalı. Lakin buna kavunlar da dahil. Kurutulan kavunlar arasında irisinden bir karpuz kesildi ve karpuzu yedikten sonra yolumuza yeniden revan olduk. Çimkent’e dönüş için acele ediyorduk.

Yolda Bağcılar Belediyesi Kültür ve Sosyal İşler Müdürü Kenan Gültürk samimane bir biçimde eksiklerini sordu ve gelecek yıllarda telafisi için bunlara değinmemizi istedi. Ben de bu hakkımı dönüşe sakladığımı söyledim. Kimileri sınırdan Kırgızistan’a uzansaydık diyorsa da esasında Bozkır’da karpuz ziyafeti pekala bir koyun kızartmasıyla eşleştirilebilirdik. Neyse ki bakiye hesaba yazıyoruz. Gidiş hatırda kalıyor da dönüş nedense pek iyi hatırda kalmıyor. Dönüş telaşıyla birlikte birçok ayrıntıyı unutabiliyorsunuz. Dönüş yolunda sahurdan sonra havaalanına hareket üzerine sözleşiyoruz. Nasıl oluyorsa en son inen ben oluyorum. Bu da gösteriyor ki, aklım başım arkada kalmış. Yani Kazakistan gönlümde yer etmiş.
¥¥¥
Dönüşte formaliteleri geçtikten sonra uçağı beklemeye koyulduk. Uçağa kavunlarıyla karpuzlarıyla binenlere de rastladık. Mal canın yongasıymış. Bu biraz tuhafımıza da gitmiyor değil. Lakin ülkemizde de bu tabii manzaraları kendi hesabıma özlemiş bulunuyorum. Lakin önümde yaşlıca bir bayan yürüyordu. Hormon bozukluğundan olsa gerek bıyıkları biraz erkek bıyığını andırıyordu. Muziplik bu ya aklıma, Teksas adlı çizgi romandaki Profesör Oklitus tiplemesi geldi. Zira, maceralarından birisinde hormon bozukluğundan dolayı sakalları uzamış bir kadına bir ilaç tavsiye eder. İlaç ters etki yapar ve hormon bozukluğunu tamir edeceğine daha da azdırır. Bu nedenle kadın Oklitus’un azılı bir düşmanı haline gelir ve pompalı tüfekle Profesör Oklitus’u kovalar. İntikamı acı olur. Bu, işin latife kısmı.

Lakin ziyaretin makbuliyetine dair uçaktaki rüyada bir işaret ve beşaret gördüm.

¥¥¥

Yine dönüşte de Abdurrahman Cevher ile birlikte aynı sıradayız. Zaman zaman uykuya dalıp çıkıyor yani uyanıyorum. Uçağın koltukları gidişimizdeki gibi rahat değil. Bundan dolayı sağa sola dönüp duruyorum. Anlık dalgınlıklardan birisinde bir rüya görüyorum.

Rüyada sanki bir mescitteyiz ve etrafımda bir kalabalık var. Osman Nuri Topbaş Beyefendiyi ziyarete gitmeyi planlıyorlar. Lakin ben geride duruyor ve onların gündemi ile alakadar olmuyorum. Sonra yanıma yaklaşıyorlar. Aralarında hatırlı kişiler de var. Bana kendilerine neden katılmadığımı ve kendileriyle birlikte ziyarete gelmediğimi soruyorlar. Onların tekliflerinden dolayı irkiliyorum ve böyle bir teklife hazır değilmişim gibi bir halim var. Beni ikna etmek için biraz daha ısrar ediyorlar ve şöyle diyorlar: "Çekinme! Osman Nuri Topbaş Bey de seni tanır ve sana yabancı değildir..." Bunun üzerine topluluktan ayrılıyor ve biraz öne doğru uzanıyorum. Mescidin orta yerinde sanki camekanlı bir bölme var. Osman Nuri Topbaş Beyefendi guya oradaymış gibi bir hava var. Ben öne doğru giderken yine uyanıyorum. Bu ahval ve şeriat üzerine bir geziyi de böylece bitirmiş oluyoruz. Rüyayı oradaki güzelliklere ve manevi kaynaşmamıza ve ziyaretin makbuliyetine ve o zatın da Kazakistan’a hizmetlerine yoruyor ve bağlıyorum.

Neden olanlardan Allah razı olsun...

Hatime notu:
Daha önce 1944 yılında veya akabinde Mir Arap Medresesi’nin açılmasında Babahanovlardan birisinin Stalin’le konuşmasının etkili olduğunu yazmıştık. Doğrusu Stalin üzerinde etkili olan isim dönemin Ufa Müftüsü Abdurrahman Resuloğlu’dur. Düzeltir, özür dileriz.


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
Eskiden itibaren mesajları göster:  Sırala  
Yeni başlık gönder Başlığa cevap ver  [ 10 mesaj ] 

Tüm zamanlar UTC + 2 saat


Kimler çevrimiçi

Bu forumu gezen kullanıcılar: Hiç bir kayıtlı kullanıcı yok ve 1 misafir


Bu foruma yeni başlıklar gönderemezsiniz
Bu forumdaki başlıklara cevap veremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı düzenleyemezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı silemezsiniz

Geçiş yap:  
cron
   Powered by phpBB © 2000, 2002, 2005, 2007 phpBB Group

Türkçe çeviri: phpBB Türkiye