Sufiforum.com

2009'da başlayan SUFİFORUM'da İslam; İslam Tasavvuf Geleneği ile ilgili her türlü güncel ya da 'eskimez' konular yer almaktadır. İçerik yenilemeleri tasavvuf.name sitesinden sürdürülmektedir. ALLAH YÂR OLSUN.

Giriş |  Kayıt




Yeni başlık gönder Başlığa cevap ver  [ 3 mesaj ] 
Yazar Mesaj
 Mesaj Başlığı: Hacı Bayram’dan Cami-i Emevi’ye
MesajGönderilme zamanı: 18.05.09, 09:13 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 15.12.08, 02:19
Mesajlar: 253
Hacı Bayram’dan Cami-i Emevi’ye

Mustafa Özcan

Vakit

2009-05-18

Ankara hayatımın en mühim duraklarından birisini teşkil ediyor. 22 kusur yıl sonra yeniden Ankara’daydım. Esasında bu zaman dilimi içinde Ankara’ya günübirlik gittiğim oldu. Lakin hatıralarımın cevelan ve deveran ettiği mekanları gezememiştim. Sözgelimi, hayatımın en önemli 6 ayını geçirdiğim Rüzgarlı Sokak ve Zaman gazetesinin ilk yayınlandığı binayı bir daha görmemiştim. Bu ziyaretimle birlikte Rüzgarlı Sokak’tan da geçtim ve eski hatıralarımı da yadettim. 22 kusur yıl sona Zaman gazetesinin ilk yayınlandığı büronun yerine orada Vakit gazetesinin bürosunu ziyaret ettim. Benim için eski Zaman’ın yerini şimdi sanki manen Vakit gazetesi almış oldu. Besbelli ki ya civar değişmiş ya da Rüzgarlı Sokak’ın karakteristik çizgilerini unutmuştum. 22 yılın yabancılaşmasını yaşıyordum. Bundan dolayı bir türlü Zaman’ın eski yerini hatırlayamadım. O dönemde Milliyet ve Hürriyet gibi gazetelerin Ankara büroları da sözünü ettiğim binada faaliyet gösteriyorlardı. Kimilerinin nefret ettiği Ankara’yı doğrusu, sevmiştim.

Şehir sadece derli toplu değildi aynı zamanda havası da iyiydi. Her gün tek bir araçla ve dolmuş ile Ulus ile Etlik arasını kat ediyordum. Üstelik İstanbul’un çamurunu da yemiyordum. Etlik’te oturmaktan da memnunduk. Benim için hayat asude ve dingin geçiyordu. Burada evlendim ve eşimle evliliğimizin ilk altı ayını burada geçirdik. Yine 1987 yılında eski siyasetçilerin siyasete dönüşleriyle alakalı referanduma Ankara’da katılmıştım, sonra kullandığım oyun renginden dolayı sonraki yıllarda hep pişmanlık duyacaktım. Halen de duyuyorum. Ankara bizden sonra biraz, belki de epey değişmiş tabii. Ulus-Etlik dolmuşları eski yerlerinden çoktandır taşınmışlardı. Ve Ankara’da hayatım Hacı Bayram ile Gençlik Parkı arasında geçiyordu. İkisinde de değişiklik var. Hacı Bayram modernize edilmiş. Burasını son haliyle daha önce de gördüm. Lakin Hacı Bayram’ın eski hali bana daha münis ve sevecen geliyordu. Dini yapılar modernize edildikçe seküler anlam kazanıyor. Avlusunda eskiden bir kahvehanesi vardı orada çok hatıralarımız var. Şimdi o cemekanlı kahvehanenin yerinde yeller esiyor. Yine avluda Arapça İslâmi kitaplar satan Bağdat Kitabevi vardı. Onun da yerinde yeller esiyor. 6 ay önce kepenk indirmiş.
¥
Hacı Bayram, Ankara’nın manevi merkezi ve ışıldağıdır. Ve Hacı Bayram’a çıkarken eskiden kitapçıların bulunduğu mekanların ve binaların yıkılması eski havasını bozmuş. Modernizasyon hâlâ tamamlanmamış ama tamamlandığı kadarıyla da mekanı dönüştürmüş ve kısırlaştırmış. Maalesef bu kısırlaştırmayı başkaları yapsa tepki gösterirdik, keserin sapı bizden olunca sesimiz çıkmıyor.

Sağdan soldan soruşturduğumuzda Ankara’nın eski kültürel havasının kalmadığını da öğreniyoruz. Hacı Bayram etrafındaki kitapçıların sayısında gözle görülür bir azalma olmuş. Ankara merkezli yayınevleri ya kapanmış ya zayıflamış. Hacı Bayram benim için sembolik bir durak. Ankara’da ne zaman manevi bir teneffüse ihtiyacımız olsa soluğu Hacı Bayram’da alırdık. Hacı Bayram zamanında Yunus Emre gibi şakirtleriyle zamana ışık ve bereket saldığı gibi hâlâ asırlar ötesinden bu bereketi ve ışığı devam ediyor. Suudi Arabistan’a gitmek üzere 1978 yılında Ankara’ya gelmiştik. Lakin genç olduğumuz gerekçesiyle bize umre vizesi vermemişlerdi. Hacı Bayram o günlerde bizim bir nevi sığınağımız, dergahımız ve karargahımızdı. Suudi Arabistan’dan ümit kesince bu defa Suriye’ye ve Şam’a gitmeye karar verdik. Suriye de doğrudan vize vermiyordu ve transit vize için Ürdün vizesi aldık ve bu yolla Suriye vizesi de alabildik. Dolayısıyla Şam yolunda ilk durağımız Hacı Bayram’dı. Hacı Bayram, Cami-i Emevi’ye giden köprümüz oldu.

Suriye’ye giderken Hacı Bayram’daki kitapçılardan bazı kitaplar da almıştım. Ankara benim için sadece Şam’ın değil İstanbul’un da yolu oldu. Yahya Kemal Beyatlı, ‘Ankara’nın en güzel tarafı İstanbul’a dönüş yoludur’ demiş. Benim İstanbul’a onun kadar aşinalığım yoktu. Bürokrasi şehri ve başkent olmasına rağmen Ankara’yı hep Anadolu’nun bir parçası ve taşra olarak gördüm. Belki de nedeni Ankara’ya Hacı Bayram’dan bakmam idi.
¥
1978 yılından 10 yıl sona yeniden Ankara’daydım. 14 Haziran 1987’de Ankara’da Zaman’a başladım. 2 ay sonra 2 Ağustos 1987 tarihinde de dest-i kaderin elinden dest-i izdivaç şarabını içtik. Ve sonra da 6 ay sonra yeniden İstanbul’a dönmüş olduk.

İşte Ankara’yı bu hatıralarla yüklü olarak yeniden dolaştım, kolaçan ettim. Benim için nostaljik bir gezi oldu. Neden olanlara ve bunu yaşatanlara medyun-u şükranım. Mazlum-Der Ankara Şubesi’nin düzenlemiş olduğu ‘1917’den Günümüze Filistin Mücadelesi’ konulu panele konuşmacı olarak katıldık. Bizimle birlikte Timetürk Genel Yayın Yönetimeni Turan Kışlakçı, Mazlum-Der Genel Başkanı Faruk Gergerlioğlu, Sosyalist Yazar Roni Margulies de panelistlerden idi. Panelin oturum başkanlığını ise Mazlum-Der Ankara Şube Başkanı Üstün Bol yaptı. Gerçekten de Mazlum-Der ekibi bizi canla başla ağırladı ve iyi bir mihmandarlık ve misafirperverlik örneği sergiledi. Gece misafiri olduğumuz Murat Bey gibi arkadaşlara esasında her kurumun ihtiyacı var.

Bu arada eski Rüzgarlı Sokak’ın nostaljisini yaşatan ve hasretini gideren Vakit gazetemizin Ankara Haber Koordinatörü Yener Dönmez’i de anmadan geçemeyeceğim. Serdar Arseven Bey’in yokluğunu aratmadılar. Bu arada Hüsnü Aktaş Bey’i ziyaret ettiğimi ve alaka tazelediğimi ve müstefit olduğumu da ifade etmeden geçemeyeceğim. Ziyaret vakti biraz daha geniş olabilseydi Aydın Menderes ve Rasim Özdenören gibi dost ve ağabeyleri de ziyaret etme niyetindeydim. Elbette bütün ziyaretleri bir defaya sığdırmak mümkün değil. İnşaallah bir başka sefer de umulur ki, bu eksikliklerimizi telafi ederiz.


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Rüyadaki şehir
MesajGönderilme zamanı: 17.08.09, 10:15 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 15.12.08, 02:19
Mesajlar: 253
Rüyadaki şehir

Mustafa Özcan

Vakit

2009-08-17


Daha önceki yazılarımdan birisinde tahakkuk eden bir rüyadan bahsetmiştim.

Akşemseddin diyarı Göynük’ü ilk ziyaretim sırasında rüyanın bir başka zaviyeden ve boyuttan daha tahakkukuna şahit olacaktım. Bunu rüyanın zeyli olarak yazacaktım, lakin rüyadaki rüya şehri anlatmayı yeğledim. Zira rüyanın kahramanlarından birisi Akşemseddin iken rüyanın kahramanlarından bir ötekisi de onu bağrında saklayan mekan kahraman, o şehir olmalı. Bu rüya daha önce Cüneyd-i Bağdadi gibi gördüğüm müteşabihat rüyalardan birisiydi. Bir yıl kadar önce olmalı Suudi Arabistan’ın güney şehirlerinden birisiydi. Ebha bölgesi veya benzeri bir mekan olmalı. Ahşap bir cami içindeyim. Cami sevimli anlamında minik ve ahşaptandı. Birden kendimi caminin dışında ve şehrin merkezinde görüyorum. Bir an Kuzuluk gibi küçük bir sayfiye veya tatil beldesine benzetiyorum. Kuzuluk’tan da küçük olmalı. Bir de bakıyorum şehrin merkezinde yine ahşaptan bir köprü var. Köprü minik bir köprü. Köprü kemerli ve zirvesi çıkık ve etrafında da korkuluk var. Köprü bir çayın üzerine kurulu. Birden aklıma şöyle bir soru geliyor: Arabistan’da da çay ve nehir olur mu? Lakin bakıyorum su akıntısı olmasa bile galiba yaz mevsimi nedeniyle sular çekilmiş ama ötede beride orada burada su birikintileri var. Anlıyorum ki, zaman zaman bu çay suyla doluyor ve kemerli köprünün altından sular akıyor. Sonra ahşap küçük köprüden öte yakaya geçiyorum ve biraz suyun kaynağına doğru gidiyorum. Birden inanılmaz bir durumla karşılaşıyorum. Sanki gözümün değdiği yer multeka’n nehreyn, mereca’l bahreyni yeltekiyani (nehirlerin veya iki suyun birleştiği yer) misali bir yer vaziyetini almış.
¥
Birden gözümün değdiği çayın gerisinde çayla birleşen bir deniz bilemediniz bir nehirle göz göze geliyorum. Buna burun buruna gelmek de denebilir. Yine birden kendimi deniz cesametinde sanki bir nehrin kıyısında buluyorum. Nehirle karanın buluştuğu yerde bir asfalt yol beliriyor. Asfalt üzerinde hanımla birlikte kendimi kamyon tarzı bir aracın güvertesinde buluyorum. Su ile yeşilin buluşması azgın bir yeşilliğe dönüşmüş ve bunun sonucunda asfaltta dahi yeşillikler bitmiş. Asfaltın kenarı yeşile bürünmüş vaziyette. Kamyonun üzerinde seyahat ediyoruz. Bizden başka kimse yok. Bir ara iki kadın daha arabaya binmek istiyordu. Manevi atmosferi bozarlar korkusuyla pek isteksiz davranıyorum. Lakin onlar da atmosferi bozmuyorlar. Sonrasında nereye gittiğimiz sorusunun cevabını alıyoruz. Meğer o coşkun suyla coşkun yeşilin buluştuğu Arabistan toprakları üzerinden Akşemseddin’i ziyarete gidiyormuşuz. Ziyaret için Anadolu’dan Hicaz’a gidilir, biz de tersine Hicaz’ın bir yerinden Akşemseddin’e gidiyoruz veya geliyoruz.

Bu rüyadan sonra kaç defa Akşemseddin’i ziyaret etmeye niyetlendim. Mayıs ayında yapılan etkinlikleri kolladım. Ama nasip değilmiş. Hayatımın başlangıç noktasına Adapazarı’na döndüm. Bir rüyanın peşine düşmüştüm ama ona yol bulamıyordum. Adapazarı’ndan umumi nakil vasıtalarına binerek Göynük’e gitmek istedim ama pek de müsait bir pozisyon bulamadım. Bunun üzerine beklemekten başka çaremiz kalmadı. Ta ki bir zuhurat çıkana kadar.
¥
Fikrimi biradere açtım. O da bizim köylülerimizden ve hemşerilerimizden Fikret Çelikateş’e açmıştı. Bu vesile ile hem bir memleket ziyareti yapacak hem de Akşemseddin diyarına gidecektik. Ben rüyamı Fikret Çelikateş’e de aktarmıştım. “Senin rüyanın geçtiği şehir Göynük” dedi. Bir anlam veremedim. Zira daha önce Göynük’e gitmiş değildim ve nasıl bir yer olduğuna dair hiçbir fikrim yoktu. Bihaberdim. Sonunda bir kafile olarak 15 Ağustos tarihinde Erenler ile Erenler (Erenler’den Erenler’e inşallah başka bir yazının konusu) arasında bir gezi yaptık. Dört kişi sabah karanlığında yola çıktık. Şoförümüz ve mihmandarımız Fikret Çelikateş idi. Beraberimizde kardeşim İbrahim Özcan ve kayın kardeşim (kayınbiraderim) Mucip Geyik bulunuyordu. Beraberce Geyve-Taraklı hattı üzerinden nihayet Göynük’e vasıl olduk. Böylece rüyamdaki şehre vasıl olmuş olduk. Türbe Akşemseddin’in vefatından yaklaşık 5 yıl sonra yaptırılmış. Türbe doğusundaki Gazi Süleyman Paşa Camii Batısındaki küçük çay ile Süleyman Paşa İmareti arasında yer alıyordu. Mekana vardığımızda Fikret yine tutturdu “Senin rüyandaki şehir işte burası” diye. “Sen burayı görmüşün” dedi.

Gerçekten de burası ufak tefek farklılıklarla birlikte benim Arabistan’da gördüğüm şehrin tıpkısıydı. Ahşap Camii Gazi Süleyman Paşa Camii’ydi. Lakin Süleyman Paşa Camii kesme taşlardan yapılmış, ruhani olduğu kadar muhteşem bir taş yapıydı. Elbette rüyada türbe yoktu. Türbe de taştan yapılmıştı. Türbeyi kaldırdığınızda Arabistan’daki şehir ile Akşemseddin külliyesi neredeyse tıpa tıp aynısıydı. Benim gördüğüm çay da burasıydı. Akabinde gördüğüm muhteşem manevi nehir de bu nehir olmalı. Ve gördüğüm kemerli ve korkuluklu köprü ise türbe ile İmarethane arasındaki köprünün ta kendisiydi. Tek farkla, Akşemseddin’in medfun bulunduğu yerin köprüsü biraz daha büyük, çayının suyu da biraz daha fazlaydı. Ve rüyada sadece türbe yoktu. Lakin biz rüyadaki şehirden türbeye doğru yola çıkmıştık. İşte türbeye vasıl olduğumuzda Fikret’in dediği gibi rüya rüya olmaktan çıkmış ve gerçeğe tebeddül etmişti.

Bitirmeden; bu yazı, daha önce Vakit’te yazmış olduğum Hacı Bayram-ı Veli’den Camii-i Emeviye yazısının manen bir devamıdır.


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: Hacı Bayram’dan Cami-i Emevi’ye
MesajGönderilme zamanı: 18.08.09, 08:20 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 03.01.09, 22:40
Mesajlar: 926
Sahili olmayan deniz

Mustafa Özcan

Vakit

2009-08-18


İnsan yer ile gök arasında bağlantı ve köprü merkezidir. Bundan dolayı Akşemseddin insanı, arz ettiğimiz rüyadaki gibi Arabistan’daki küçük çayla Göynük’e giden ummanın birleştiği noktaya benzetmiştir. Bu anlamda Akşemseddin’de insan ‘bahreyn mecmaıdır’ yani iki denizin birleştiği yer ve mekandır. Kavuşum kavşağı ve iltika noktasıdır. Bu da oluyor ki, rüyadaki hakikat Akşemseddin’in hem kendisi hem de çizdiği insan portresidir. Bu da Allah’ın insana kendinden verdiği ruh ile kendisinin isim ve sıfatlarını ihata eden sonsuz denizin buluştuğu mekandır ki, biz buna gönül diyoruz. Onun derinliğinin sınırı olmadığı gibi bir kenarı da yoktur. Sahilsiz bir umman ve denizdir. Akşemseddin bunu açıklamanın çok zor olduğunu söyleyerek; “Beni gören kimse içimi dışımı beden sanır. Halbuki içimde o sahilsiz deniz vardır” demektedir. İşte insan bundan dolayı bütün kainatın ve Hakkın tecelligahıdır. Onun görevi aslına kavuşuncaya kadar hep onu istemek ve o yolda didişmektir.
Onun için Akşemseddin “Kul isen hani sultanın?” diye soruyor. Hemen arkasından “Mülkü, yani bedeni viran eyledin, bu mülke sultan iste ki bulasın”, talebinde bulunuyor. Zira can beden kafesinde kutsal bir kuştur. O hep asıl yurduna varıp orada yerleşmek ister. Ancak oraya maddi zenginliklerle, şan, şeref ve nişan ile varılmaz. O, ruhu zengin gönlü pişkin bir garip işidir. Akşemseddin diyor ki, bu beden ve canı terk etmeyen canana ulaşamaz. Gönlünü öyle bir cana ver ki o her vücudun canı (Allah’ın ruhu) olsun. Zira, insan asıl denizin kaynağıdır. Bunu fark etmeyip de kırlarda, vadilerde susuz dolaşıp gezmek olmaz. Dünya sevgisi kalbi harap eder. Halbuki, o insanın zehiridir. Berrak su sanıp insan onu içmemelidir. Onun içeceği su, ab-ı hayat kaynağı ve sonsuzluk çeşmesinin suyudur.

Kur’an ifadesiyle dünya seyrangah, bir nevi bulut ve sistir. Peygamberimiz de ona gölgelik olarak hitap etmiştir. Bu gölgeler dünyasının ruhu ve gönlü insandır. Zira inişi ve çıkışı olan dinamik bir varlıktır. Aşağılar aşağısı ile yukarılar yukarısını buluşturur. Mülk ve meleküt aleminin anahtarıdır. Burada Akşemseddin’in aslına kavuşuncaya kadar onu istemek, aramak tabiri bize Mevlana’nın benzetmesini hatırlatmaktadır. Ney’in ahu enini ve figanıyla alakalı benzetmesini çağrıştırmaktadır. Ney sazlıktan koparılmış ve vücudu aslından cüda olmuş bir vaziyette hep aslını terennüm eder. Adem ve Ademoğlu da cennetten dünyaya veya Pandoranın kutusuna düştükten sonra hep geldiği yüce yere ulaşmayı arzular. Dolayısıyla bunu istemeyenlerin ruhu pörsümüş ve sönmüştür. Daha doğrusu kafes, canı esir almıştır. Halbuki canın hayatı o kafesten kurtulmaktadır. Bundan dolayı Mevlana ölümü, kavuşmaya ve visale ve vuslata ve şeb-i arusa benzetmiştir. Onun diliyle ölüm bir ırs yani düğün dernek ve bayramdır. Zira canın canana ve aşıkın maşuka kavuşması anı ve tenin kafesinden ve berzahından kurtulup ruhun asli vatanına dönüşüdür. İstanbul’un manevi fatihi Akşemseddin gerçekten de hem bir sufi hem de bir irfan eridir. Onun diliyle sufiler nurani bir taife ve bölüktür. Manevi talebesi Fatih onun gibi bir derviş olmaya cihangirliğini yeğlemiştir, lakin makamların kaderi farklıdır. Melekut sultanı Akşemseddin, “sana mülk sultanı olmak yaraşır” diyerekten ona taç yerine hırka giydirmemiştir. Melekutun tacı hırkadır.

Kayıtlardan öğrendiğimize göre, Fatih ile Akşemseddin arasında zaman zaman cefa yani soğukluk ve uzaklık halleri hasıl olmuş, lakin Akşemseddin kimyasıyla ve ruh tababetiyle bu soğukluğu aşmış ve gidermiştir. Fatih sadece İstanbul’u fetheden bir komutan olarak bahtiyar olmadığını, aynı zamanda Akşemseddin zamanına erişmiş ve yetişmiş biri olarak da bahtiyarlığının sonsuz olduğunu söylemiştir. İstanbul fethi sırasında Fatih Sultan Mehmet asabi haller yaşamıştır. Önce kimi ulema İstanbul’u sadece Mehdi’nin alacağını ve binaenaleyh bunun Fatih’e müyesser olmayacağını söyleyerek genç padişahın hevesini kırmışlardır. Akşemseddin ise ağırlığını öteki tarafa koymuş ve Mehdi’nin fethinin bilahare olacağını ifade etmiştir. Kuşatma sırasında da birçok kabz ve yürek daralma halleri yaşanmış ve Fatih bir ara umutsuzluğun kıyısına kadar gelmiş ve fethin tayin vaktini istemiştir. Umutların tükendiği bir sırada Allah’ın medeti yetişmiş ve Akşemseddin niyaz ve murakabe halinde iken İstanbul’un surları açılmıştır. O asabi haller ancak Akşemseddin sayesinde aşılabilmiştir. Bundan dolayı hakkında fethin manevi mimarı denmesi hakikatin teslimidir. Dünyada da fazla muammer olmak istememiş ve yaşama şevkini sadece evlad-ı iyalinin mihnetine bağlamıştır. Onları bikes ve sahipsiz bırakmamak için bu fani dünya ile ilişiğini kesmemiş, barışıklığını bir süre daha devam ettirmiştir. Ölümü tam da Gazali’ninki gibi olmuş ve sahv ve bilinç halinde bedenini Allah’a teslim etmiş ve ruhu kuş gibi ötelere kanatlanmıştır.

_________________
" Hayrlar Feth Olsun ; Şerler Def Olsun !.."


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
Eskiden itibaren mesajları göster:  Sırala  
Yeni başlık gönder Başlığa cevap ver  [ 3 mesaj ] 

Tüm zamanlar UTC + 2 saat


Kimler çevrimiçi

Bu forumu gezen kullanıcılar: Hiç bir kayıtlı kullanıcı yok ve 1 misafir


Bu foruma yeni başlıklar gönderemezsiniz
Bu forumdaki başlıklara cevap veremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı düzenleyemezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı silemezsiniz

Geçiş yap:  
cron
   Powered by phpBB © 2000, 2002, 2005, 2007 phpBB Group

Türkçe çeviri: phpBB Türkiye