D.Mehmet Doğan
Vakit 2009-08-22
Selahaddin Eyyübî ve kardeşleri! Bir kaç yazımızı Türkler ve Kürtlere, bilhassa modern dönemde her iki topluluğu etnik temelli tanımlama ve yönlendirme çalışmaları konusuna ayırdık. Yüzyıllarca bir arada yaşamış olan kardeşlerin (insan kardeşliği, İslâm kardeşliği, tarih kardeşliği, vatan kardeşliği) tabiî beraberliğinin 20. Yüzyılda sentetik Türk ve sentetik Kürt tanımlamaları ile zedelendiğini anlatmaya çalıştık.
Yazılarımıza olumlu veya olumsuz bir hayli yorum geldi. Destekleyenlere teşekkürümüz tabiîdir. Fikirlerimize katılmadıkları halde yorum yapanlara da teşekkür ediyorum. Çünkü böylece bir konuşma zemini, anlama zemini oluşmasına yol açtılar. Bugünlerde bu zeminlere de şiddetle ihtiyaç var.
Kürt milliyetçiliği, Türk milliyetçiliğinden sonra gelişti. Türkler milliyetçiliği artık eskisi kadar ön plana almıyorlar. Milliyetçi partinin oylarına bakarak bir Türk sayımı yapmak asla mümkün değil. Hatta en aşırı milliyetçiler, türkçüler bile, Kürtlerle beraberliği savunuyorlar. Bu uğurda işi gerçek veya sanal soy beraberliğine kadar götürüyorlar. Elbette bir toplumun bir arada bulunması sadece soy birliği ile açıklanamaz. Bunun en açık ve modern örneği ABD’dir. Yetmişikibuçuk millet ABD’yi meydana getiriyor. Irkçılık siyah beyaz temelli sürdürülebilirken, bunun dahi artık önemini kaybettiği görülüyor. Zenciler ABD’de çoğunlukta değiller ama, şimdi bu devletin başında bir zenci var!
Tepkilerden anladığım, Kürtlerin geleneksel değerleri yaşatanları, birkaç nesildir şehirli olanları Türklerle beraber olmaktan şikâyetçi değiller. İşte bu Türkiye’nin tabiî zeminini oluşturuyor. Milliyetçi Kürtler, kürtçüler ise, milliyetçiliğin ergenlik döneminde oldukları için sivilcelerini patlatmayı sürdürüyorlar. Böyle giderse yüzleri çiçek bozuğuna dönüşecek!
Türklerle Kürtlerin soy beraberliği tezi, iddiası, hatta ihtimali bile onları çok rahatsız ediyor, nedense. Çok şiddetli itirazlarda bulunuyorlar. İşi bin yıllık beraberliği inkâra kadar götürüyorlar. Bundan on sene kadar önce, Türkmenistan’da bir şiir şöleni yapmıştık. Orada Türkmenlerin aklı başında aydınları, şairleri, yazarları ile de beraber olmuştuk. Türkmenler Orta Asya’nın son asra kadar göçebeliği sürdüren topluluklarındandı. Sovyet döneminde mecburen yerleşik hayata geçtiler. Şehir hayatını tanıdılar. Türkmen aydınları şöyle yakınıyorlardı: Bir Türkmen, Kazak, Kırgız veya bir başkası Özbekistan’da her hangi bir şehirde rahatlıkla yaşayabilir! Özbekler bu harici unsurları kabulde zorlanmazlar. Onlar da bu şehir muhitinde sıkıntı çekmeksizin var olurlar. Ama Türkmenlerin arasına katılmak isteyenler, böyle bir rahatlık içinde olamazlar. Biz hâlâ kimin kimden geldiğini, soyunu, boyunu, kiminle evlendiğini vs. araştırır ve ona göre ölçüler tayin ederiz...
Özbekistan, Türkistan’da medeniyetin kalbi diyebileceğimiz en meşhurları Semerkand ve Buhara olan tarihi şehirleri bünyesinde barındırıyor. Özbekler yüzyıllardır yerleşik hayata alışkın bir toplum.
Türkiye’nin bütün şehirlerinde etnik aidiyet asla mesele teşkil etmiyor. Her türlü insan rahatlıkla şehirlerimizde yaşayabiliyor. Bundan ötürüdür ki, Osmanlının payıtahtı İstanbul’da ve yeni Türkiye’nin başkenti Ankara’da çok sayıda Kürt hiç bir ayrımla karşılaşmadan hayatını sürdürüyor. Hatta, deniliyor ki, yer yüzünde Kürt nüfusun en fazla olduğu şehri ne Türkiye’nin güneydoğusunda, ne Kuzey Irak’ta veya İran Kürdistanı’nda aramayın. Çünkü en kalabalık Kürt nüfusu İstanbul’da yaşıyor!
Açık konuşmak zorundayız: Türk milliyetçileri, türkçüler şu anda Kürt milliyetçilerinin, kürtçülerin psikolojisine sahip olsalardı, böyle bir durum asla sözkonusu olamazdı! Türkiye’de çeyrek asırdır süren terörizme rağmen bir Türk-Kürt çatışmasının çıkmaması, çıkarılamaması üzerinde dikkatle düşünmek lâzımdır.
Etnik farklılıkları önemsemek, büyütmek, ayrılık sebebi saymak, Türkiye’de yaşayan hiç bir topluluk için aklen mümkün değildir. Çünkü Türkiye’nin yaşama kültürü, bütün toplulukları temsil eden bir yapıdadır. Kürdün, Çerkezin, Arnavudun, Boşnağın vb. ürünleri zengin bir sofra oluşturuyor. Kimse de bu sofradaki mahsullerin kime ait olduğunu sormuyor. Modernlik belli ölçüde bu temsili zedelemiş olsa da, sonucu etkileyecek bir raddeye varmamıştır. Aslında yazımızın başlığına uygun bir noktaya gelemedik. Şarkın en sevgili sultanı Selahaddin ve kardeşlerinden söz edemedik. O başlığa uygun yazımızı, bir gün aradan sonra okuyabileceksiniz.
Bütün okuyucularımın ramazan-ı şerifini tebrik ediyorum. Pazartesi günü buluşmak üzere!
*** D.Mehmet Doğan - Vakit 2009-08-24 Selahaddin Eyyübî ve kardeşleri! (2) 1994 aralığında yapılan seçimler, Türkiye’de sistemi allak bullak etti. Dinî referansları olan bir parti en çok reyi aldı ve iktidara en kuvvetli aday oldu... Kısacası bugünlere gelen sürecin başlangıç noktası 1994 seçimleridir. Bu seçimler dolayısıyla RP Genel Başkanı Güneydoğu’da yapılan mitinglerde halka “Fatih’in, Yavuz’un torunları” diye hitab etmiş. Çok değer verdiğim, ilahiyat menşeli fakat sosyoloji ile de ilgilenen bir yazar dostum, bunu yanlış buluyor ve her halde onlara “Selahaddin’in torunları” şeklinde hitab edilmelidir, diyordu. Bu değerli dostum ırkcı-kavmiyetci yaklaşımlardan uzaklaşmanın böylece sağlanabileceği kanaatindeydi. Her kavme, ırka veya etnik gruba kendi soyundan kahramanlar ile hitap etmenin -hatta- daha ırkcı, daha kavmiyetci bir yaklaşım olduğu düşüncesini daha fazla doğru buluyorum. Müslüman kavimlerin, İslâm tarihinin bütün büyüklerini etnik-ırkî menşelerini araştırmadan kendi büyükleri olarak görmeleri daha sağlıklı bir yaklaşımdır. Nitekim, müslüman halkımız İslâm tarihinin büyüklerini kendi cedleri, ataları gibi görürler. Bilhassa İslâm tarihinin büyük hanımları anılırken “Ayşe validemiz, Fatıma annemiz” gibi hitaplar kullanılır. Bu, ferde seçme iradesi tanımayan ırkı değil, seçime dayanan mensubiyeti, inancı-kültürü öne alan bir yaklaşımdır. Bu yaklaşımda “kötü veya zâlim de olsa bizim ırkımızın kahramanı” yerine, kendi seçimimizle mensubiyet hissi duyduğumuz dünyanın kahramanları tercih edilmiş olur.
O zaman babası Arnavut, anası Buharalı Türk olan fakat tamamen müslüman Türk kültür muhitinde yetişen Mehmed Âkif’in Kürt olduğu söylenen Selahaddin Eyyübi’yi “Şarkın en sevgili sultanı” diye övmesi anlam kazanır. Mehmed Âkif, Selahaddin’i Çanakkale’yi kahramanca müdafaa eden askerler için yazdığı muhteşem şiirde anar:
Sen ki, son ehl-i salîbin kırarak savletini, Şarkın en sevgili sultanı Selahaddin’i, Kılıç Arslan gibi iclâline ettin hayran
Bülbül şiirinde ise onu Fatih’le birlikte zikreder: “Selahaddin-i Eyyübilerin, Fatihlerin yurdu”... Düşmanın çiğnediği yurd, kurtarılması gereken topraklar, Selahaddin’le Fatih’den bize miras kalmıştır.
Selahaddin’e “şarkın en sevgili sultanı” niteliğini kazandıran ise, Haçlılara karşı 12. yüzyılda elde ettiği başarılardır; bir asırdır esir olan Kudüs’ü haçlıların elinden almasıdır. Mehmed Âkif’in Mısır’a gidiş sebepleri (veya bahaneleri) arasında Selahaddin’in hayatını manzum piyes halinde yazmak da vardır.
Peki, Selahaddin kimdir? Tarihciler, Selahaddin’in büyük ihtimalle ırken Kürt olduğunu beyan ediyorlar. Fakat babası ve kendisi tamamen Selçuklu Devleti’nin kolu ve devamı mahiyetindeki Atabeylerden Zengilerin hizmetinde bulunmuşlar, Suriye’deki başarılarından sonra Selahaddin, bir komutanı olduğu Nureddin Zengi tarafından Mısır’a gönderilmiştir. Selahaddin Mısır’da Şiî Fatimî idaresine son vermiştir. Bağlı olduğu Zengi hükümdarı Nureddin ölünce onun 11 yaşındaki oğluna bağlı kalmıştır. Daha sonra Halife tarafından da Nureddin Zengi’nin varisi olarak tanınmıştır. Böylece Eyyübî Devleti, Selçuklu Atabeyliği olan Zengi Devleti’nin devamı olmuştur. Böylece ırk ile kültürün farklılaşması gündeme gelmektedir. Selahaddin ırkına yönelik bir tutum içinde olsa idi, ne devleti olurdu ve ne de İslâm kahramanı olarak “şarkın en sevgili sultanı” sıfatını kazanabilirdi!
Selahaddin ölümünden önce eski Türk devletlerinde ve Selçuklularda olduğu gibi devletinin idaresini ailesi ve oğullarına paylaştırdı. Bir çok konuda hizmetinde bulunduğu Nureddin’in yolundan gitti. Nureddin’in onun şahsiyeti üzerinde büyük tesiri vardı. Selahaddin türkçe biliyordu. Bazı tarihcilere göre, ilk Eyyübiler bu arada Selahaddin de “türkleşmiş”ler ve hâkim oldukları ülkelerde Selçuklu yönetim tarzını uygulamışlardır. Mısır’da kökleştikten sonra da “araplaşmış”lardır. İlk Eyyübî yöneticileri türkçe bilirken, daha sonrakilerin tamamen arapcaya meylettikleri anlaşılıyor. Selahaddin’in ordusunda askerlerin çoğunluğunun Türk (Oğuz) olduğuna ve Eyyübilerin Selahaddin’in devrinde “Türk devleti” olarak kabul edildiğine dair bilgiler vardır. Şair İbn Senaül-mülk, Selahaddin’in Haleb’i ele geçirmesi üzerine yazdığı medhiyeye “Arap milleti Türklerin devletiyle yüceldi. Ehl-i Salib’in dâvası Eyyub’un oğlu tarafından perişan edildi” beytiyle başlamaktadır. (Bkz. R. Şeşen: Salahaddin Devrinde Eyyübiler Devleti)
“Şarkın en sevgili Sultanı” Selahaddin’in ağabeyinin adı Turanşah, kardeşlerinin ise Tuğtekin ve Böri’dir. Ailede çok sayıda türkçe isimli kadın vardır! Bugün bu isimleri bilhassa “Böri”yi değme türkçü bile çocuğuna veremez!
Kıssa: Hacdan dönen bir muhterem kendisinden hac hatıraları dinlemek isteyenlere şöyle söyler: “Arabistan’da ezan, namaz bizim gibi türkce, fakat sokaklarda, işyerlerinde arapca konuşuyorlar!”
Türkiye’de insanlar kendilerine Fatih’in, Yavuz’un, Selahaddin’in, Sokollu Mehmed’in, Şamil’in torunları diye hitap edilmesinden rahatsızlık duymazlar. Hatta bu kişilerin etnik veya ırkî bakımdan farklılıkları olduğunu bilmez ve araştırmazlar! Araştıran ve ona göre tavır takınanlar için ise yapılacak bir şey yoktur!
|