Sufiforum.com

2009'da başlayan SUFİFORUM'da İslam; İslam Tasavvuf Geleneği ile ilgili her türlü güncel ya da 'eskimez' konular yer almaktadır. İçerik yenilemeleri tasavvuf.name sitesinden sürdürülmektedir. ALLAH YÂR OLSUN.

Giriş |  Kayıt




Yeni başlık gönder Başlığa cevap ver  [ 2 mesaj ] 
Yazar Mesaj
 Mesaj Başlığı: Sahte Maneviyat Akımları / SIZINTI
MesajGönderilme zamanı: 27.04.12, 15:29 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı

Kayıt: 13.09.10, 19:32
Mesajlar: 90
Sahte Maneviyat Akımları

C. Hamza AYDIN
chaydin@sizinti.com.tr

İnsan dünyaya gözlerini açtığında, esas olarak biyolojik bir organizmadır; ama potansiyel olarak birçok insanî duygu ve karakterin gelişmesine müsait bir programda yaratılmıştır. Bu açıdan o öğrenmeye ve gelişmeye muhtaçtır. Biyolojik (beşerî) gelişmeye paralel olarak insanda benlik, karakter, kişilik, gönül, vicdan gibi insanî ve mânevî değerler (hakiki insanî yön) gelişir ve tekâmül eder. Bu farklılık literatürde beşer olmak veya insan olmak şeklinde karşılık bulur. İnsanın, varlığı nasıl tarif edip açıklayacağı ve mânâlandıracağı, büyük ölçüde içine doğduğu inanç sistemleri, kültür ve aldığı eğitim tarafından belirlenir. Her kültür ve medeniyet, insanın mahiyetindeki cihaz ve donanımları farklı kavramlarla tanımlar ve açıklar. Bundan dolayı da, İslâm fıtratı üzerine yaratılan, evrensel cihaz ve donanımlara, hislere ve kabiliyetlere, kısaca diğer varlıklardan farklı bir iç donanıma sahip insanın hakikatı çeşitlenir ve çoğalır. İnsanın ne olduğu, nasıl sağlıklı ve huzurlu bir hayat süreceği konusunda hem kültürler ve medeniyetler hem de çeşitli felsefî akımlar farklı şeyler söyler. Sosyokültürel ve mânevî gelişmesini yönlendirmekten âciz olduğundan, dünyaya gelen her çocuğu, ebeveyni, yakın çevresi ve içine doğduğu sosyokültürel ortam inşa eder; ona hayatını temellendireceği mânâ çerçeveleri sunar.

İçinde yaşadığımız dünyayı şekillendiren hâkim medeniyet ve küresel güç, Ş.Teoman Duralı’ya göre, Yeniçağ din dışı Batı Avrupa medeniyetidir; bu medeniyet, ortaçağ Hristiyan medeniyetine karşı bir isyan ve başkaldırmanın neticesinde şekillenmiştir. Bu hâkim güç, semavî kaynaklı dinî inanç sistemlerinin yerine, sermayeyi, ekonomik gücü ve iktidarı merkeze alan ideolojileri doğurmuştur. Maddî refahla tatmin olmayan ve mânevî arayışa yönelen insanlara da medyayı kullanarak, yine ekonomik ve menfaat hedefli, antik uygarlıklara ait tevhidden uzak, pagan temelli ezoterik, sahte mânevîyat ve spiritüel akımları çözüm olarak sunmaktadır. Bu akımlar içerisinde günümüzde en fazla öne çıkarılanlar, Uzakdoğu dinlerinden ve felsefelerinden beslenen Reiki, Yoga ve Transadantal Meditasyon’dur. Bu akımların hepsi insana sağlığını, aradığı iç huzuru ve dengeyi kazandırma iddiasındadır. Ayrıca bu akımlar, insan tabiatını modellerken, açıklarken ve mânâlandırırken, Eski Hint bilgeliğinin, Vedaların, Budizm’in insan ve kâinat anlayışlarını kullanırlar. Dolayısıyla insanın mahiyetini açıklamada ve ona göre insana sağlık ve huzur reçeteleri yazmada dünyanın diğer kültürlerinden farklılaşırlar.

İç huzur noktasından Batı ve Uzakdoğu felsefeleri

Yeniçağ din dışı Batı medeniyeti, insanı Descartesçı bir zihniyetle ele alır; biyolojik ve ruhî olarak ikiye ayırır, insanın mânevî boyutunu arka tarafa iterek, ağırlıklı olarak maddî yönünü geliştirir, güçlendirir hattâ putlaştırır. İnsanın saadetini ve huzurunu, “Ne kadar çok şeye sahip olursan ve tüketirsen, o kadar mutlu olursun.” anlayışında arar. Bu mutluluğun devam edebilmesi için de, ihtiyaçların çoğalması ve çeşitlenmesini ve bunları karşılayacak alım gücüne ulaşılmasını sürekli zihinlere empoze eder. Modern Batı terminolojisinde, apaçık tarif edilen bir nefis kavramı ve onu ıslah etme kültürü yoktur. Onun yerine ego ve ruh vardır. Batı tarzı hayat, insanları tatmin etmeyince ve maddî olarak her şeye sahip insanlarda mânevî arayış ve iç huzursuzluk artınca kültür üreticileri; Uzakdoğu’nun sahte mânevîyat akımlarını ve paganistik ritüellerini nefsanî hayat tarzına uydurup yeniden formatlamışlar; sağlıklı hayat ve ‘içsel’ mutluluğun sırları olarak, ekonomik pazarlama ve reklâm kanalları üzerinden insanlara sunmaya başlamışlardır. Çünkü güç ve iktidar putlaştırılacak ölçüde önemsenince, bunu devam ettirmek için, “Her yol mübahtır, her şey gider, reklâmın iyisi, kötüsü olmaz, önemli olan neticelerdir.” gibi anlayışların da insanlığın ortak şuuraltına yerleştirilmesi kaçınılmaz hâle gelmiştir.

Pagan temelli, Ulûhiyet’i inkâr eden Uzakdoğu öğretilerine göre, insanın kurtuluşu, iç huzuru, kendi içindeki biyoenerjiyi veya ruhî enerjileri keşfetmekle, evrendeki yüce ruhla(!) temasa geçmekle mümkün olur. İnsanın huzursuzluğunun, depresyonunun, bunalımlarının kaynağının kendi hatalarından ve günahlarından değil, aksine kişinin içindeki ruhî enerjiyle irtibatının kopmasından kaynaklandığını kabul eder. Bundan dolayı bu öğretiler, insanın ızdırap ve mutsuzluğunun kaynağının, mahiyetine konan iç arzuların dayanılmaz baskısı olduğunu kabul eder. “İnsanın gerçek iç huzuru ve sağlığını koruması, fıtratına konulan güçlü istekleri ve arzuları terk etmesine bağlıdır.” anlayışına inandıklarından, bu temel inanca dayalı olarak onlarca farklı tipi olan iç huzura ve sağlıklı bir hayata giden üç temel yol ve öğreti geliştirmişlerdir. Onların öğretilerinin temelinde, ruh ve ondan türevlenen enerjiler vardır. Bu akımlara göre insan bedeni, aslında yoğunlaşmış enerjidir. Enerjiler pozitif, negatif, iyileştirici ve hastalık yapıcı olabilir. Bunlar, bedenî ihtiyaç ve arzuları mümkün olduğunca terk etme yolu; sevgiyle ve aile kurmayla alâkalı muhabbeti ve karşı cinse alâkayı koparma olan keşişlerin yolu; “Her şey zihinde ve düşünmeyle başlar.” anlayışından türevlenen düşünmeyi terk etme, geçici olarak askıya alma, tek bir şeye odaklanma (mantra) yoludur. Yoga ve Transandantal Meditasyon bu yollardan türevlenmiş egzersizlerdir. Sağlıklı yaşamaya ve iç huzura giden yollar olarak sunulan bu akımların ortak noktası ‘terk’tir; bu akımlar, insanın bütün huzursuzluğunun, depresyonunun ve bunalımının altında kendi iç dünyasındaki şiddetli isteklerinin ve mide, akıl ve gönül santrallerinin yoğun çalışması olduğunu kabul ederler. Bu açıdan Batı medeniyeti, insan tabiatındaki cihazların ve hislerin, arzuların geciktirilmeden hemen kontrolsüzce ve sınırsız tatmin edilmesini teşvik ederken, Uzakdoğu öğretileri, bunları mümkün olduğunca terk etmeyi, mide, akıl ve gönül santrallerinden birini veya birkaçını askıya almayı, iptal etmeyi öne çıkarır.

İfrat-tefrit arasında dengeli çözüm

Batı ile Doğu arasındaki bir coğrafyada insanlığa son din olarak gönderilen İslâmiyet ise, insan tabiatını iyiye ve kötüye açık yönleriyle kabul eder ve her bir insan cihazını, hissini ve arzusunu meşru çizgide tatmin ederek, şükür kapısını insanlara gösterir. İnsanın gerçek sağlığının, iç huzurunun, kendine verilen cihaz ve donanımları, kabiliyetleri, inkişaf ettirerek üretime kanalize etmesinde, üretip kazandıklarını paylaşmasında, şükretmesinde, tefekkürde bulunmasında ve gönlünü bütün varlığı kucaklayacak derecede muhabbetle doldurmasında olduğunu insanlığa İslâmiyet öğretmiştir. Fıtrat dini olan İslâm’ın bütün emir ve yasakları, hayatı sürdürebilir kılmaya ve canlı ve cansız varlıklar âlemine zarar vermemeye, yeryüzünde fesat ve bozgunculuk üretmemeye odaklıdır. İslâmiyet, insanın mâhiyetinde beden, nefis ve ruh olmak üzere üç varlık tabakası olduğunu kabul eder. Bedenle ruh arasında bir ara tabaka ve köprü görevi gören nefis, ne öldürülmeli ne de yok sayılmalıdır. Sadece terbiye edilip, bedenin sağlıklı işleyişinden sorumlu ve ruha hizmetçi konumunda bulunmalıdır. Sağlıklı bir nefis, şükrün kapısını açan ve şükrü çoğaltan bir potansiyel mekanizmadır. Dolayısıyla insan ne sadece beden, ne sadece nefis, ne de sadece ruhtur. Her birisi bir hakikati temsil eden, Allah’ın insanda dengeli olarak çalıştırılmasını murad ettiği bir hakikatler manzumesidir. Bu açıdan insanı sadece maddî boyutuyla veya ruhî yönüyle, yahut enerji kavramıyla çözümleyemeyiz, sağlıklı ve dengeli kılamayız. Daha öncede belirttiğimiz gibi, her medeniyetin ve kültürün insan tasavvuru, sağlıklı, huzurlu insan olma modelleri farklıdır. Çünkü her biri farklı terminolojiler ve ön kabuller üzerine kurgulanmış insan modelleri üzerinden insanı eğitme iddiasını öne sürdüklerinden, insanın gerçek yaratılış zenginliğinden mahrum kalırlar, onu sadece belli birkaç yönün gelişmesi gibi ifrat ve tefritlere açık hâle getirirler. Bir başka ifadeyle, Batı ayrı bir ifrat, Uzakdoğu öğretileri ayrı bir tefrit sunarken, İslâm insanı tam bir denge içinde ele almaktadır.

İslâmiyet’te, insanın varoluş gâyesi, kendisine verilen donanımlar, kabiliyetler ve hisler üzerinden Yaratıcı’sını bulmak, O’na iman etmek ve mahiyetine konan bütün cihaz, his ve duyularla ibadet etmektir. Uzakdoğu öğretilerinde ise, böyle bir gâye-i hayâl yoktur. Bedenden ve onun isteklerinden kurtulmak ve evrende var olduğuna inanılan sonsuz iyileştirici enerjilerle temasa geçmek ve sonunun nereye çıkacağı belli olmayan ruhî tecrübelere yelken açmaktır. Güncel Batı dünyasındaki hâkim din dışı küresel sermaye sahiplerinin temel ideolojisi ise, maddî dünyayı ölçülebilen bütün boyutlarıyla çözümleyerek, kontrol edilebilir hâle getirmek ve insanın diğer bütün cihaz ve donanımlarını, sadece bu dünyada yaşama istikametinde kullanmaya çalışmak, kullanılamıyorsa da ihmal etmektir. İnsanlığa gerçek mânâda verebileceği bir şeyleri kalmayan, hayatı dünya/âhiret dengesi içinde bütünüyle kucaklamaktan uzak, bu sahte öğretiler, bugün sermayecilik paradigmasına inanan ve küresel ölçekte güç ve iktidarını sürdürmeye çalışan çevreler tarafından, insanlığa maskeli bir şekilde takdim edilmektedir.

Uzakdoğu öğretilerinin doğru tarafı var mı?

İnsan tabiatının yaratılıştan konulmuş evrensel prensiplere göre işleyen yanlarından biri, bedenin tesirinden kısmen kurtulup, ruhun tesirini tecrübe etme yoludur. İnsan bedeniyle ruh arasındaki münasebet, meyvenin iç kısmıyla kabuğu arasındaki münasebete benzer. Bunların biri, diğerinin aleyhine gelişir. Bedenin beslenme kanalları (yeme-içme, koku-burun kanalı ile beş duyu ile zihne açılan kanallar) kontrollü şekilde az kullanılırsa, kişi ruhî tecrübeleri yaşamaya yatkın hâle gelir hattâ değişik derecelerde yaşar. Bütün semavî dinlerde ve dünyevî spiritüel akımlarda, az yemek-içmek, az konuşmak, az uyumak ve beş duyu girişlerini azaltmak, ortak ön şartlardır. Kişi bu riyazeti kendisine uyguladığında bunun kendisine getirdiği rahatlığı birinci elden tecrübe eder. Kişi kendisi üzerinde bedeninin baskısını ve kontrolünü bu şekilde azalttığında, ruhî dünyaya, metafizik âlemlere açık hâle gelir. Beden üzerinden ruha doğru açılan kapıları aktifleştiren bu kısım egzersizler, bütün mistik ve tasavvufî akımlarda ortaktır. Bu öğretilerde, bedenin ve zihnin evrensel işleyiş kurallarıyla kısmen uyuşan bazı gerçekler vardır. Uzakdoğu’nun zihni ve bedeni kısmî arındırma metotlarından olan Reiki, Yoga ve Transdantal Meditasyon mânevî ve ruhî bir yolculuk olmaktan ziyade, bedenin ve nefsin kısmî arınma ve kontrolüne bağlı olarak, metafizik âlemlerle temasa açık hâle gelme ameliyesidir.

Vahyin rehberliği olmadan metafizik dünyanın riskleri

Kişi az yemenin, konuşmanın, uyumanın ve beş duyusunu daha az meşgul etmenin faydalarını bedeninde ve psikolojisinde hisseder. Kişide geçici bir gevşeme ve rahatlama açığa çıkar. İşte şeytan bu noktada devreye girer. Çünkü madde âleminde iyi-kötü ne kadar birbirine karışmış ise, ayırt etmek rehberliğe ve bilgiye muhtaç ise, mânevî âlemler de aynıdır. Kişi yukarıdaki egzersizlerle kendinde potansiyel olarak mevcut mânâ âlemlerini algılayıcı reseptörleri aktifleştirir. İslâmî literatürde lâtifeler olarak isimlendirilen bu reseptörler, iyi-kötü ruhları, cinleri veya ruhanî varlıkları kendine çekme, onların mesajlarını algılama noktasında nötrdür. Bu açıdan bu riyazata ve egzersizlere Kur’ân-ı Kerîm’de belirtilen ibadetler, dualar ve prensipler eşlik etmezse, kişi farkında olmadan habis ruhların, şeytanların mesajlarını, ilhâm zannederek kendini bir şey zannetmeye başlar. Kendinde hissettiği birtakım ruhî kuvveleri ve güçleri kullanarak insanlara hükmetmeye başlar. Kendini bir guru ve otorite olarak görür. Kur’ân-ı Kerîm ve Sünnet’teki bazı esasları inkâra veya göz ardı etmeye eğilimli hâle gelir. Bu hakikatten dolayıdır ki, İslâmiyet’te Allah, insanın aslî vazifesini, bedenin tesirinden kurtulmak, ruhî güçlerini geliştirmek olarak tarif etmemiştir. Aksine insanın var oluş gâyesi, fıtratına konulan cihazların, hislerin ve kabiliyetlerin hâl diliyle Allah’a ibadet etmek, şükür ve hamdde bulunmak olarak belirlenmiştir. Şükür, hamd, tefekkür ve muhabbet gibi ibadetlerin sağlıklı yerine getirilebilmesi, belli ölçüde bedenî ve nefsanî arzu ve heveslerin tesirinden kurtulmaya ve onları kontrollü şekilde meşru çizgide tatmin etmeye bağlı olduğundan, İslâmî tasavvuftaki riyâzât ve itikaf beden kapısından ruhî boyuta geçiş noktasında zâhiren Uzakdoğu öğretilerine kısmen benzerlik gösterir. Esas farklılık, iç idrâk hislerini ruhanî tecrübeye açık hâle getirdikten sonra başlar. Dua, ibadet, istiğfar, tefekkür ve zikr ile beslenilmezse, bu tecrübenin kişiyi nereye götüreceği bilinemez. Bu durum âdeta kişinin bir hortumun veya girdabın çekim gücüne kendini kaptırmasına benzer. Bu açıdan Uzakdoğu öğretilerinin egzersizleri, başlangıçta bu dünyalardan çok uzak (Batılı ve maddî dünyadan başka bir şey tanımayan) insana belli bir rahatlama ve sözkonusu kişinin beden sağlığında iyileşme sağlayabilir. Ancak daha sonra bu ifrattan tefrite savrulmanın getireceği çarpıklıklar kişide çok farklı yanlışlara sebep olacaktır. Denge olmadığı için bu yola girmiş birçok kişi ya bir müddet sonra sıkılacak ve tekrar eski bohem hayatına geri dönecek veya normal hayata adaptasyon sıkıntısından dolayı psikolojik rahatsızlıklara maruz kalacaktır.

Her metafizik tecrübe herkese uygun mu?

Ayrıca çoğu insanın zaman zaman göz ardı ettiği bir diğer husus da, Allah’ın insanları bir yandan hem kabiliyet ve hisler, hem de seçici algılama-idrak ve akıl yürütme bakımından farklı farklı yaratmış olmasıdır. Diğer yandan da O (cc) kabiliyet ve hisleri kendi içinde derecelendirerek her kabiliyet için, bir normal dağılım eğrisinin (Çan Eğrisi) oluşmasına izin vermiştir. Bundan dolayı insanlar psişik ve spiritüel kabiliyetler, enerjiler bakımından benzer bir dağılım gösterirler. Bunun mânâsı, toplam nüfusun % 2,5 kadarında her kabiliyet veya biyoenerji, çok çok az, % 2,5 kadarında ise çok fazladır. Toplumun büyük ekseriyetinde (% 95) ise, bu kabiliyet ve enerjiler normal ortalama seviyelerde seyreder. Biyoenerjileri çok çok fazla olan bu az nispetteki kişiler, kendilerini şifa dağıtıcı, guru gibi görmeye başlayabilirler. Kendilerinde kapasite genişliği olmayan veya zayıf olan herkese de bu enerjileri aşılamaya çalışırlar. Burada dikkat edilmesi gereken, herkesi bu enerjilerden faydalanmaya zorlamadan fıtrat farklılıklarına saygı duymadır.

Mânevî arayışlarda niyet farkı

Bir davranışın ibadet, sevap veya günah olabilmesi, tamamen kişinin hangi niyet ve maksatla o işi yaptığına bağlıdır. İslâmiyet’te niyet çok önemli olup, bir davranış sadece Allah için yapılırsa, gerçek ibadet olur ve mânevî huzur verir. Dünyevî faydalar elde etmek için yapılan işler, hakiki ibadet değildir. Bundan dolayı, aç kalma, sürekli Meditasyon, beden ve nefes hareketleri gibi egzersizler, uzun vadede kişinin mânevî hayatını sağlıklı kılmaz, nadiren kılsa da, beden ile akıl ve gönül arasında sağlıklı bir irtibat kanalı olmadığından, bütüncül ve dengeli, kâmil bir insan portresini netice vermez. Sadece vicdanlarındaki tatminsizliğin tetiklediği, ‘içsel’ mânevî arayış yolculuklarının hakiki hedefinden saptırılmasına ve yanlış istasyonlarda insanların meşgul edilmesine hizmet eder. Zîrâ gönlün ve ruhun gerçek gıdası, mânevî huzuru, Allah’ı zikretmek, şükür ve tefekkürde bulunmak ve gönlü İlâhî aşk ve muhabbetle doldurup, elemsiz bir yaşama sevinci yakalayabilmektir. İşte Reiki, Yoga ve Transdantal Meditasyon, bu hedefe ulaşmak isteyenlerin ve arayış sürecine girenlerin önüne konulan sahte istasyonlar ve aldatıcı ruhanî tecrübeler olup, şeytanın ordusuna hizmet eden bir sacayağıdır. Bu Uzakdoğu öğretileri, din ve diyanet düşmanları tarafından, sağlıklı bir hayat sürme, depresyondan kurtulma, tamamlayıcı tıbbî tedavi gibi başlıklar altında geniş kitlelere servis edilmektedir. Çünkü hakiki ve elemsiz lezzet ve kaygılardan âzâde gerçek saadet, ancak tevhid dini olan İslâmiyet’te ve ona iman etmededir. Müslümanlar kendi dinî inançlarını yaşadıkları ve ibadetlerini yaptıkları takdirde Yoga, Reiki ve TM gibi öğretilere hiç ihtiyaç duymayacaktır. İnsan Kaynakları alanında uzman bir Batılı bilim adamı 2003 yılında İstanbul’da katıldığı 8. İnsan Kaynakları Zirvesinde (12-13 Mart 2003), Yoga ve Reiki gibi Uzakdoğu öğretileri, üst kademe yöneticilerine dinlenme, gevşeme, rahatlama, sağlığını koruma ve ‘içsel’ mutluluğu yakalama teknikleri olarak tanıtılıp standlar açılınca, Türkiyeli iş adamlarına şöyle seslenmişti: “Değerli Katılımcılar, birkaç gündür Sultanahmet Camii’ne yakın bir otelde kalıyorum. Sabah ezanlarını dinliyorum. Ben de öyle bir iç huzur ve sükûnet hâsıl etti ki anlatılmaz. Dolayısıyla beş vakit ezanların okunduğu bir ülkede, Yoga ve Reiki, TM gibi Uzakdoğu öğretileri tutmaz. Ezan okunurken, birkaç dakika işinize ara verip, ezana konsantre olsanız, bunların size sağlayacağı faydanın daha fazlasını kazanırsınız. Bu açıdan bu ülkede bu öğretilerin çok fazla kabul göreceğini zannetmiyorum.”

Batılı araştırmacının da belirttiği gibi, fıtrat dini olan İslâmiyet’in temel prensipleri bilinse ve yaşansa, bu gibi sahte ruhî öğretilere ihtiyaç kalmayacaktır. Ancak günümüzün kitleleri mânevî rehberlik eğitiminden mahrum olduğundan ve İslâmiyet’in altın düstûrları sansürlenip çarpıtıldığından, Batılılar başta olmak üzere mânevî arayışa giren insanlar bu güzelliklerin farkında değildir.

İnsanlar neyin arayışında?

Bu üç öğreti, hakiki din ve mânevîyât eğitiminden mahrum kalmış kişiler için, yaşadıkları acı ve ıstırapların mânâsını değiştirmeye yönelik zihnî ve hissî gerçeklik algısını değiştirme teknikleri sunar. Bu işi pazarlayan gurular, insanları maddenin, bedenin ve benliğin sıkıcı, bunaltıcı atmosferinden kısmen kurtarmaya çalışarak, kendilerince onlara benötesi ruhî tecrübeler yaşatmaya çalışırlar. Çoğu insan, önünde hazır bulunan kolay çözümleri, zor ve gayret gerektiren sağlıklı çözümlere tercih etmeye meyilli olduğundan, küresel sermayenin destek verdiği Reiki, TM ve Yoga gibi Uzakdoğu menşeli sahte mânevîyât akımlarını parola sormadan kullanmaktadır. Öte yandan Uzakdoğu öğretileri hakkında kitap, dergi, CD, DVD gibi dokümanlar her yerde dağıtılmakta olduğundan, bu öğretiler yoğun reklâmla ve cazip pazarlama etiketleriyle, insanı iç huzura götürücü teknikler ve sağlıklı hayat sürme reçeteleriymiş gibi takdim edilmektedir. Bütün bu öğretiler, sonunda kişinin idrâkini, bakış açısını, niyetini değiştirmeye çalışır. Bu tekniklerden istifade edebilmek; kişinin mizacına, fıtratına, şifa dağıtıcı kişiyle hasta arasında kurulan münasebet ve güvene, plasebo tesirine, pozitif iyi niyete, farkına varmaya, şuurlu odaklanmayı becerebilmeye bağlıdır. Bağışıklık sisteminin işleyişi de bundan etkilenir. Ancak şu âna kadar biyoenerjetik alanların varlığını çift kontrollü ilmî deneylerle gösteren bir araştırma yayımlanmamıştır. Deliller, daha çok şahsî, subjektif anlatımlara ve kontrolleri zayıf ‘bilimsel’ çalışmalara dayalıdır. Postmodern dünyada kişinin kendi inanç ve kültürünü koruyabilmesi, bir başka ifadeyle kıblesini bulabilmesi için, yaşadığı çağın popüler düşünce akımlarına karşı bilgi sahibi olması ve şuur seviyesini yüksek tutması gerekir.

İlâhî kaynaktan üflenen ve mahiyetini bilmediğimiz ruhun, zihin ve bedenimizdeki tesirlerini açıklamak için, çeşitli fıtrat modellerinden üretilen kavramları kullanıp, tahminlerde bulunuyoruz. Her şeyin üzerindeki kuşatıcı hakikat ise, Allah’ın insanı en güzel surette yaratmış olması ve Kendi’nin bilinmesi için sıfat ve isimlerinden değişik derecelerde insanın mahiyetine koymasıdır. Dolayısıyla insan Allah’ın sonsuz sıfat ve güzel isimlerinin hususi bir kombinasyonudur. İnsanda Allah’ın isimleri, kabiliyetler, hisler, tutkular ve çeşitli işler yapmaya uygun enerjilere sahip olma şeklinde tecelli eder. Kişi kendi fıtratında baskın veya zayıf olan isimlerin inkişafını, hem fiilî dualarla hem de o ismin kendine has enerjisini kendine çekmek için esma zikirleriyle sağlayabilir. Bu açıdan İslâmiyet’te, bu enerjiler, Allah’ın isimlerinin tecellisi ve yansıması olarak yorumlanabilir. Meselâ kişi Şâfi ismini çok zikrederse ve onunla ilgili ilimleri öğrenir ve tatbik ederse, hem kendisine hem de insanlara şifa verici tesirler ve enerjilerin akışına vesile olur. Benzer şekilde her bir işe, kabiliyete bakan diğer isimleri de bu şekilde düşünebiliriz.

İslâm’ın evrensel mesajı

Uzakdoğu öğretilerinin dayandığı insan modeli ile Kur’an-ı Kerîm ve Sünnet’in bize öğrettiği insan modeli farklıdır. Uzakdoğu öğretileri, esas olan varlık tabakasının ruh ve ona bağlı enerjiler olduğunu, beden ağırlıklı bir hayat sürmenin bu enerjileri hapsettiğini hattâ hasta ettiğini, enerji dolaşımını engellediğini vurgulayarak, bedenî arzuları, düşünceleri, şehvânî sevgiye dayalı bağlılıkları azaltmayı, mümkünse terk etmenin gerekliliğini vurgular. Bu açıdan vurgu, enerjiye, düşünceye ve ruhî güçleri açığa çıkarıcı farkındalığa, odaklanmaya yapılır. Odaklanma için tek bir sembol ve kelime (mantra) tercih edilir ve belli sürelerle tekrarlanır. Ayrıca beden ve ruh arasındaki münasebetlerin, bedenin çeşitli egzersizlere maruz bırakılması (yoga) neticesinde artırılabileceğine inanılmaktadır. Kısmen de doğrudur. Her bir beden duruşu, belli mânâlara ve değerlere sahip olduğundan psikolojik ve ruhî enerji akışını değiştirir. Ama bunların hiçbirinde İslâmiyet’in tavsiye ettiği ve modellediği bütüncül kamil insan portresi yoktur. Açarsak, aynı ânda çalışıp üreten, kazanan, kazandıklarını paylaşan, şükreden, diğer yandan aklî ve zihnî melekelerini kullanarak tefekkür eden, gönlünü sevgiye, hoşgörüye ayarlamış aşk, şevk ve muhabbet insanı olma yönünde gayret gösteren ve insanın üç fakültesini (mide, akıl ve gönül-vicdan) entegre eden dengeli ve uyumlu insanî gelişme modeli sadece İslâmiyet’te vardır. Ancak bize düşen, kendi öz değerlerimize sahip çıkmak, onları öğrenmek, yaşamak ve çevremizdeki insanlara rol-model olarak, hakikatin bütüncül ve dengeli resminin İslâmiyet’te olduğunu anlatmaktır. İbadetlerin yapılmasının illeti (hakiki sebebi) Allah’ın emri ve isteği olması yanında, Hakîm-i Alîm olan Allah’ın her bir ibadetin sonunda muazzam sayıda hikmetleri ve faydaları hâsıl etmesi de bir hakikattir. Bu faydalar, Reiki, Yoga ve TM tekniklerinin hâsıl edeceği rahatlama ve gevşemeyle mukayese edilemeyecek kadar fazladır.

Kaynaklar

- Duralı, Ş.T.(2009) Sorun Çağının Anatomisi. Şule yayınları. İstanbul. Derleyen. M.S.Genç.
- Yitik, İ.A. (2009). Doğu Kökenli Batılı Akımlar. Diyanet Aylık Dergi. Mayıs.Sayı.221 sh:5-9
- Özarslan, S. (2009). Yoga ve Düşündürdükleri. Diyanet Aylık Dergi. Mayıs.Sayı. 221 sh:10-11

www.sizinti.com.tr/konular/ayrinti/saht ... mlari.html


En son yakin tarafından 30.04.12, 08:30 tarihinde düzenlendi, toplamda 2 kere düzenlendi.

Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: Sahte Maneviyat Akımları / C. Hamza AYDIN
MesajGönderilme zamanı: 30.04.12, 08:27 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı

Kayıt: 13.09.10, 19:32
Mesajlar: 90
İslâm ve Mistik Öğretiler

Fatih FERDA


fferda@sizinti.com.tr

* Mâneviyatı ve ruhî âlemleri inkâr eden pozitivist bilim anlayışının, bugün ‘mânevî âlemlerin var olduğunu’ kabul eden bir anlayışa kaymasının sebepleri ve bunun getirdiği tehlikeler...
* Mistik ve ruhçu akımlar; bilimi de yanlarına alarak Allah’ın sıfat ve isimlerini yeni metafizik varlık ve güçlere dağıtarak materyalist eksenli şirkten, metafizik temelli şirklerin ortaya çıkmasına nasıl zemin hazırlıyor?
* İslâm’ın kalbî ve ruhî hayatına ait kavramların, ekonomik güce sahip olanlarca, popülerize edilerek, içlerinin boşaltılması tehlikesine karşı ne yapmalıyız?
* Uzak Doğu kaynaklı mistik yollar, insan-kâinat ve Yaratıcı münasebetini yorumlamada neden yanlış ve yetersizdir?
* Yanlış ve sahte mânevîyat anlayışı sunan akımlar...


Son on yıl içinde, disiplinler arası yeni bilim dalları, özellikle psikonöroimmünoloji, nöroimmünoendokrinoloji, psikososyobiyoloji, paleopsikososyoloji, kompleks uyum sağlayıcı sistemler bilimi, insanın maddî boyutunu aşan yönleriyle irtibat kurmada bir şeyleri açıklamaya çalışırken bazı problemleri de ortaya çıkarmıştır. Bu gelişmeler ışığında, insana dair ortaya konmuş pek çok parçalı bilgi, anlamlı bütünler haline getirilmeye ve insanın farklı boyutları arasında köprüler kurulmaya çalışılmaktadır. Bilimin, fizikî âleminin sınırlarına dayandığını, bütün yetersizliğine rağmen, maddenin ötesine köprüler atmaya çalıştığını görmekteyiz. Biyolojik yapı ile ruhun fonksiyonları arasındaki münasebetler tespit edilmeye başlanmıştır. Burada dikkat edilmesi gereken en önemli nokta, materyalist felsefenin metafizikî bir anlayış zeminine kaydığıdır. Yeni çağın ekonomik gücünü elinde tutanlar, ‘sömürgeci’ ve eklektik bir anlayışla, geçmişin bâtıl mistik geleneklerini harmanlayarak, yeni ve karma maneviyat ekolleri üretmektedir. Önümüzdeki dönemde İslâm’ın ruhî hayatına ait pek çok kavramın bu yeni akımlar tarafından popülerize edilmesine ve içlerinin boşaltılarak kullanılmasına daha fazla şahit olabiliriz. Müslümanlar olarak kendi insan modelimizi, çağın rengi ve kokusunu hesaba katarak sahih bir şekilde ortaya koyamaz veya ifade edemez, insan-kâinat-Yaratıcı münasebetlerini sağlam bir zemine oturtamazsak, karşımıza çıkacak pek çok gelişme karşısında kafalarımızın karışması ve şok yaşamamız mukadder gibi görünüyor.

Varlık ağacının çekirdeği ve meyvesi olarak insan
Birçok semavî dinde, varlık-insan münasebetini anlamada ağaç-meyve (çekirdek) sembolü kullanılmıştır. Bu çerçevede İslâmiyet’te insan, varlık ağacının hem çekirdeği, hem de meyvesi olarak vasıflandırılmış; Peygamber Efendimiz de (sas) meyvelerin en mükemmeli olarak görülmüştür. Bu perspektiften, âlemde ne varsa, bir kopyası veya benzeri insanda da bulunur. Âlemdeki câri kanunlar, insanda da geçerlidir. İnsanın ‘Yaratıcı-insan-kâinat’ münasebetlerini sağlıklı bir zemine oturtabilmesi için ‘mikrokozmos’(âlem-i sağir) olan kendi iç dünyasını tanıması hayatî bir öneme sahiptir. “Nefsini bilen Rabb’ini bilir.” anlayışının temelini bu görüş oluşturmaktadır. Enfüsî tefekkürün afakî tefekkürden önce yapılması tavsiyesi bu noktada çok anlamlıdır. Dolayısıyla insanın iç dünyasına yönelik enfüsî bilgiler, kişinin Hakk’a dair marifetini de ziyadeleştirecektir.

İnsanda üç âlemin buluşma noktası: ruh-nefis-beden
İnsan, sistem olarak ele alındığında; ruh-nefis-beden boyutlarından oluşmaktadır. Bu üç boyut ve yapı, mülk (görünür âlem), misal ve melekut âlemlerinin insandaki izdüşümleri veya yansımalarıdır. Ruh-nefis-beden yapıları, âdeta içiçe daireler şeklinde insanın farklı yönlerini oluşturmaktadır. İnsan yaşarken ruh-nefis-beden sürekli dinamik olarak karşılıklı münasebet içindedir. Gülün iç içe geçmiş katmanlı yapraklarına benzer şekilde, nefis ve beden de (ruh için bir şey söyleyemesek de) ayrıca kendi iç katmanlarına sahiptir. Mikrokozmos (âlem-i sağir) olabilecek mahiyette yaratılan insanda, hem mülk, hem misal, hem de melekut âlemleri, iç içe geçmiş bir kompleks oluşturur. Bediüzzaman (ra) 23. Söz’de insanın bu üçlü yapısını, saray metaforuyla anlatmaktadır. İnsan üç katlı bir saraya benzetilirse, sarayın zemin katı, mülk âleminin bir misâlidir ve insanın beden dairesine karşılık gelir. Sarayın orta katı, misâl âleminin temsilidir ve nefis dairesine karşılık gelir. En üst kat ise melekut âlemlerinin bir numunesidir ve sarayın efendisinin yaşadığı ruh ve kalbin zümrüt tepeleridir. Ruh için bir şey söyleyemesek de nefis ve bedenin kendi içinde ayrı ayrı ara-katları, ayrı ayrı menzilleri söz konusudur.

Ruh, insan sarayının en üst katında veya en iç katmanında yer alan insanın aslî ve lâtif yönü, özüdür. Ruhla bedenin teması (İmam-ı Rabbani Hazretleri’nin terminolojisi ile Nur ile Zulmet’in teması) nefis denen ara yapı sayesinde gerçekleşmektedir. Kalbin Zümrüt Tepeleri’nde, ruhun mahiyeti ve diğer varlık katmanlarıyla münasebeti veciz şekilde özetlenmektedir:

“Sofiye, ruhu, ilâhî hayatın bir tecellisi, bir zılli ve hakikatine Cenâb-ı Hakk’ın kimseyi tam muttali kılmadığı bir cevher olarak tarif etmiştir ki, hükema ona “nefs-i nâtıka”, sofiler de “Kendi ruhumdan ona üfledim.” âyetine dayanarak “ruh-u menfûh” demişlerdir. Onlara göre, insanın insanlığı bu ruha bağlı olduğu gibi, onun kemalâtı da bu ruh ve onun önemli bir esası olan kalbin ayak ve kanatlarıyla gerçekleşmektedir. Evet bu ruh, insanın Hakk’a yürüyüp yükselmesinde bir vesile ve Allah’ın insanla münasebetinde de önemli bir vasıtadır. Öyle ki insan ancak, bu ruh-u menfûhla metafizik düzlüklere açılabilir, onunla Hakk’la münasebetini duyar ve onunla kalb, sır ufuklarından, cismâniyete kapalı ne müşahede edilmezleri müşahede eder..

Ceset, bu ruhun matıyyesi ve biniti, cismânî kalb lâtife-i rabbaniyenin ve batınî havâs da sırrın. İnsan, bildiklerini bu ruhla bilir; idrak ettiklerini/edeceklerini bununla idrak eder ve kendini de onunla duyar, onunla kavrar. Uyku ve baygınlık hâli gibi durumlarda o, minvechin bedenden irtibatını keser ve kendi ufkunda serbest dolaşmaya başlar; ölüm vuku bulunca da tamamen cesetten ayrılır ve öbür âlemdeki “halk-ı cedid” anına kadar bir berzah vetiresi yaşar; yaşar ve kat’iyen yokluğa maruz kalmaz.

Ruhun esası melekûtîdir. “Arz üzerinde bulunan herkes fânidir.” âyeti mucibince fenâsı da itibarî ve ihtimal ki bir “gaşy”den ibarettir. İnsan öbür âleme, ruha bağlı hayatıyla girer; berzahı o hayatıyla geçer, mîzâna onunla yürür. Berzah sonrası oldukça uzun, inişli ve çıkışlı seyahatte de ceset ruha tâbi olur. Ötedeki cismânî ve ruhanî bütün zevkler, lezzetler, burada ruhun hayat seviyesine göre ömür sürdürmeye; bütün elemler, kederler de hayvanî hayat mertebesinde kalmaya bağlıdır. İnsan, inkişaf etmiş ruh-u menfûhun vesayetinde Cennet’e girer; nuranîleşmiş beden de bu mazhariyeti onunla paylaşır.” (Kalbin Zümrüt Tepeleri, “Sofiye ve Ruh”)

Nefis, insanın ruhla beden arasında bağlantısını sağlayan, maddeden mücerred ama maddeye mukarin bir yapıdır. Nefis dediğimiz yapı, bedenle ruh arasındaki bir cenk meydanıdır. Nefis, hem vicdan mekanizmasıyla kalb ve ruhun emrinde kullanılabilecek, hem de tamamen dünyevî arzular için bedenin hizmetinde kullanılabilecek bir mahiyette ve dual fonksiyonda yaratılmıştır. Değişik inanç ve kültürlerde nefis, enerji beden, can, kundalini, ki (chi) enerjisi vs. gibi ünvanlarla bilinmekte ve üzerinde çalışılmaktadır. Nefsin beden ve ruhla olan irtibatı ise Kalbin Zümrüt Tepeleri’nde çok enfes şekilde özetlenmektedir.

“Nefsin, insan bedeni ile ruhu arasında, o alanla alâkalı, tecrübe ile duyulup hissedilen mütemadî bir irtibatı söz konusudur. İnsanın zahirî ihsaslar muhassalası ve batınî ihtisaslarla mâverâ-i tabiata (fizik ötesi) ıttılâı, hep bu irtibat sayesinde gerçekleşir. Yine bu irtibat sayesinde ruhta meydana gelen herhangi bir hâl, bir zevk, bir mevhibe, bir vârid beden üzerinde bir iz bırakır ve onda infiâle sebebiyet verecek bir tesir icra eder. Böylece ruhtaki her teessür beden üzerinde bir çeşit kendini hissettirdiği gibi, bedende hâsıl olan herhangi bir hâl ve infiâlin de mutlaka ruh ufkunda bir tesiri görülür.” Kalbin Zümrüt Tepeleri (Nefis-1)

Ruh-nefis ve bedendeki santraller
İnsanın bedeni, nefsi ve ruhu arasında bir izdüşüm, bir mütekabiliyet vardır. Bu üç katmanın birbirleri arasındaki münasebetlerinin sağlandığı belirli irtibat noktaları, santraller (merkezler) yapılar, kuvveler, lâtifeler vardır. Bedendeki bir organın, bir endokrin salgı bezinin nefiste santral olarak bir karşılığı var. Nefisteki santrallerin de ruhla bağlantısını sağlayan irtibat noktaları bulunmaktadır. Meselâ, lâtife-i rabbaniye, sır, hafi ve ahfa, ruhun kalb dairesindeki santralleri iken, insandaki ‘çakralar, aura, enerji beden, kundalini, ki (chi) enerjisi, akupunktur noktaları vs.” nefsin santral noktalarıdır. Biyolojik yapı üzerinden nefis ve ruhla bağlantıyı sağlayan irtibat noktaları, beyin, kalb, mide, karaciğer vs gibi organlar, dolaşım, sinir sistemi gibi sistemler ile ‘epifiz, hipotalamus, hipofiz gibi endokrin salgı bezleridir. Dolayısıyla biyolojik sistem, hem maddî hem de misâlî ve ruhanî âlemlerle iletişime ve tesirlere açık donanımlara sahip olarak yaratılmıştır. İnsanın biyolojik yapısı fizikokimyevî bir temele oturduğundan, beyinde iş gördürülen birçok molekül, yaşanılan zihnî ve ruhî hâllerin tesirinde kalarak değiştiği gibi, benzer hallerin üretilmesinde de İcraatı İlâhiye’ye perde olarak rol oynar. 20. asrın başlarında bilimin körelmiş bir salgı bezi olarak tanımladığı epifiz, 1970’li yıllarda melatonin hormonunun salgılandığı yer olarak dikkatleri üzerine çekti. O güne kadar hormonal sistemin düzenlenmesinde anahtar rol, hipofize veya hipotalamusa verilmekteydi. Son yıllarda ise epifizde, hipofize ve diğer salgı bezlerine tesir eden melatoninden başka pinolin, dimetiltriptamin (DMT) gibi moleküllerin de sentez edildiği bulunmuştur.

Nefis-beden-ruh münasebeti
Nefis, hem ruhtan, hem de bedenden gelen tesirlere açıktır. Bedenden gelen tesirler, nefis mekanizması ile ruha tesir ettiği gibi, ruhî tecrübeler de aynı şekilde nefis mekanizması üzerinden bedene tesir etmektedir. İnsan mânevî bir hal ve tecrübe yaşarken (namaz, dua vs.) beden de eş zamanlı olarak, bu tecrübenin tesiri altında kalmaktadır. İnsandaki bu sistem, tersinden de işletilen bir mekanizma (bedenden nefis ve ruha doğru tesir hâsıl etme) olduğu için, günümüzde dünyevî temelli mistik öğretiler, tütsüler, ilâçlar vs. yoluyla, birtakım fiziko-kimyevî temelli tesirleri beden üzerinde oluşturup, cismaniyette boğulmuş insanlara geçici, farklı ve aldatıcı metafizikî tecrübeler yaşatmaktadır. İnsan enesinde bulunan nefis mekanizması, dış âlemde ‘âlem-i misâl’e karşılık geldiği için, beden üzerinden tetiklenen nefis merkezli tecrübelerde insanlar, çoğunlukla ‘âlem-i misâl’e gidiyorlar. Âlem-i misâl ise, mülk ile melekut âlemi arasında cinlerin, ifritlerin ve ruhanî varlıkların var olduğu karmaşık bir âlemdir.

Ruh-nefis-beden zaviyesinden bakıldığında, yediğimiz, içtiğimiz şeyler, ruhî hayatımıza tesir etmektedir. Rahmanî yönü olmayan, bedenin uyarılmasına dayalı cismanî hazlar ve tesirler, insanı, kalb ve ruhun hayat derecelerinde dolaşmaktan uzaklaştırıcı rol oynar. İnsan kalb ayağıyla ruhun hayat derecelerinde seyahat ederken, nefis katmanındaki saklı enerjilerin bir kısmı, değişik safhalarda eş zamanlı olarak uyarılmakta ve aktif hâle gelmektedir. Bazı durumlarda, meselâ cezbede ve halvette ortaya çıkan farklı hâllerde, bu enerjiler anlık olarak kendisini gösterebilir. İnsan ruhî hazların yanında, bedenî hazları da eş zamanlı olarak alabilir. Seyr-i sûluk eden pek çok kimse, bu tür tecrübeleri, çok garip, sıra dışı, farklı bir tecrübe olarak tarif etmişlerdir. Hayret ve şaşkınlıklarını, “Âdeta bütün hücreler radyasyon yayıyor ve cezbeye geliyordu.” şeklinde ifade etmişlerdir. Bir diğer husus da her kültürün, beden ve ruh arasındaki bağlantıyı sağlayan nefisteki bu yapıları, farklı terminolojilerle ifade etmiş olmasıdır. Nefis üzerindeki bu bağlantı noktaları (santraller), enerji kanalları ve enerji türleri (farklı kavramlar nefis mekanizmasının farklı boyutlarını temsil etmektedir) yanlış bir tatmin yolu olan Uzak Doğu öğretilerinde, çakralar, prana enerjisi, kundalini enerjisi, ki (chi) enerjisi, akupunktur noktaları veya aikido, kung-fu gibi savaş sanatları üzerinden tarif edilmiştir. İsimlerin değişmesiyle hakikat değişmeyeceğinden, insanın iç âlemindeki donanımlarına verilen farklı isimler ve birkaçının da daha öne çıkarılmasıyla, farklı mistik öğretiler ortaya çıkmıştır. Önemli bir nokta, değişik kültürlerde ve inanç sistemlerinde beden-nefis ve ruhun birbiriyle bağlantı noktalarından bazılarının, diğerlerine göre daha önemli görülmesi, bazılarının yokmuş gibi muamele görmesi veya birinin öne çıkarılarak diğer unsurların gözardı edilmesidir.

İnsanın bu üç esaslı kompleks yapısı, kültürümüzde “ene (ego)” ve nefis terminolojisi ile analiz edilmiştir (Batı kültürlerinde de farklı isim ve yaklaşımlarla bu konu üzerinde durulmuştur.). Hem nefis hem de vicdan mekanizmalarını içinde barındıran çekirdek misâl ene inkişaf ettiğinde, Bediüzzaman’ın Ene Risalesi’nde anlattığı insan kişiliği ve onun sosyo-kültürel meyveleri ortaya çıkmaktadır. Bu perspektiften hayata bakıldığında, insan fıtratlarının, sosyolojik ve idari sistemlerinin ve kültürlerinin analizi, bir bakıma “ene” isimli çekirdeklerin ne tür meyveler verdiklerinin tahlilidir.

Dünyevî mistik akımlar
Beden-nefis ve ruhun karşılıklı dinamik münasebetlerini anlamada ve yorumlamada dikkat edilmesi gereken önemli noktalardan biri, İslâm tasavvufu ve velayet yolunun, daha çok meditasyon, tütsüler ve bitkilerle beden üzerinden sun’i olarak uyarılmaya çalışılan üçüncü göz (epifiz) aktivasyonuna dayalı Hint mistisizminden, Uzak Doğu felsefi öğretilerinden ve Şamanistik temelli metafizikî âlemlere yolculuktan tamamen farklı olmasıdır. Bugünlerde oldukça popüler hâle getirilen ve 21. yüzyılın yeni dünyevî dinî(!) olarak sunulmaya çalışılan Uzak Doğu felsefeleri (Budizm, çakra öğretileri, Ayurveda tıbbı, yoga, meditasyon çeşitleri, nefes alma egzersizleri, Şamanistik âyinler) ve içeceklerle sağlanan psikolojik hâller ile; İslâm’ın ibadetlerinin (tevekkül, sabır, murakebe, erbain) İslâm’ın kalb ve ruhî hayatı olarak tarif edebileceğimiz tasavvufun, bazı dış görüntüler ve bedendeki bazı faydaları dışında herhangi bir ortak yönü yoktur. Ortak tek yönleri, hepsinin de insandaki aynı nefis-beden mekânizmalarını kullanmasıdır. Bu akımlar insanlara ‘sahte bir mâneviyat’ anlayışı sunmaktadır. Özellikle, Allah’a karşı herhangi bir sorumluluğun, ferdin düşünce-duygu ve davranışlarını tanzim edici bir İlâhî değerler sisteminin olmaması, günümüzün mâneviyat arayan insanlarına cazip gelmektedir. Fakat en temelde, gâye ve metot farklılıkları bu iki yolu keskin çizgilerle birbirinden ayırmaktadır.

İslâm’da gâye, ruhî melekeleri ve hazları geliştirmek değil, marifetullah, muhabbetullah ve ibadetullah yolunda, Allah’ın rızasını kazanacak bir hayat yaşamaktır. Bir başka ifadeyle, Allah’ın istediği kul olmaya çalışmak, İslâm’ın ahlâk anlayışının hallere ve tavırlara dönüşmesini sağlayan, denge ve ölçüyü emreden hayat düsturlarını, hayata bütüncül bir şekilde taşıyıp temsil edebilmektir.

Diğer esoterik, mistik öğretilerde ise; gâye, ruhî melekeleri kendi zâtı adına inkişaf ettirmek ve birtakım metafizik güçleri kullanabilir hâle gelmektir. İslâm dışı mistik kültürlerde hedef, insanı madde âleminden, cinlerin, ruhların ve madde dışı diğer varlıkların yaşadığı misâl âlemine götürmek ve o âlemlerin bazı olağanüstü hâllerini ve zevklerini onlara yaşatmaktır. İnsanları aldatan husus; beden-nefis-ruh üçlüsünde, ruhun bedendeki tesirlerinin ortak mekânizmalar üzerinden işletilmesi sebebiyle bazı görüntülerin ve hareketlerin benzerliğidir. Ama bu mânevî âlemlere yolculuk, sizi Kudret-i Sonsuz’u bilmeye, tanımaya götürmediği gibi, kâmil insan olmaya endeksli mânevî yolculuk da değildir. Üstelik, dua ve istiğfarsız bir şekilde bu yolculuğa çıktığınızda, ruhanî âlemlerin iyileriyle mi, yoksa kötüleriyle mi karşılaşacağınız belli değildir. O âlemdeki varlıkların oyuncağı da olabilirsiniz veya belli ölçüde onlar sizi kullanır, siz onları kullanırsız. Bu yüzden mânevî terakkide, kötü ruhların, cinlerin ve şeytanların şerrinden korunmak için sürekli dua, ibadet ve zikir gereklidir. Aynı tehlike, ‘rehbersiz’ ve ‘ölçüsüz’ kendi başlarına mânevî mesafe kat etmeye çalışan bir kısım Müslümanlar için de geçerlidir. Bu tehlikelerden emin olmanın, Hakk’a selametli bir şekilde gitmenin yolu ise, Sünnet-i Seniyye’ye ittibadır. Bediüzzaman Said Nursi (ra), mânevî seyahatler ve Sünnet-i Seniyye’ye ittibaın önemi ile ilgili kendi şahsî tecrübesini aktarırken, bu meseleye şu şekilde ışık tutuyor:

“Bu fakir Said, Eski Said’den çıkmaya çalıştığı bir zamanda, rehbersizlikten ve nefs-i emmârenin gururundan gayet müthiş ve mânevî bir fırtına içinde akıl ve kalbim, hakaik içerisinde yuvarlandılar. Kâh Süreyya’dan serâya, kâh serâdan Süreyya’ya kadar bir sukut ve suud içerisinde çalkanıyorlardı. İşte, o zaman müşahede ettim ki, Sünnet-i Seniyye’nin meseleleri, hattâ küçük âdâbları, gemilerde hatt-ı hareketi gösteren kıblenâmeli birer pusula gibi, hadsiz zararlı, zulümatlı yollar içinde birer düğme hükmünde görüyordum. Hem o seyahat-i ruhiyede, çok tazyikat altında, gayet ağır yükler yüklenmiş bir vaziyette kendimi gördüğüm zamanda, Sünnet-i Seniyye’nin o vaziyete temas eden meselelerine ittibâ ettikçe, benim bütün ağırlıklarımı alıyor gibi bir hiffet buluyordum. Bir teslimiyetle, tereddütlerden ve vesveselerden, yani, “Acaba böyle hareket hak mıdır, maslahat mıdır?” diye endişelerden kurtuluyordum. Ne vakit elimi çektiysem, bakıyordum, tazyikat çok. Nereye gittikleri anlaşılmayan çok yollar var. Yük ağır, ben de, gayet âcizim. Nazarım da kısa, yol da zulümatlı. Ne vakit Sünnet’e yapışsam yol aydınlaşıyor, selâmetli yol görünüyor, yük hafifleşiyor, tazyikat kalkıyor gibi bir hâlet hissediyordum. (11.Lem’a, 3.Nükte)

Mânevîyatı ve ruhî âlemleri inkâr eden pozitivist bilim anlayışı, bugünlerde mânevî âlemlerin var olduğunu ve insanın beyin-zihin sisteminin bu ruhî âlemlerle iletişim kurabilecek donanımlara sahip olduğunu seslendiren yeni bir anlayışa doğru kaymaktadır. Semavî dinlerin inanç sistemleri ve ruhî hayat tecrübeleri, paganistik temelde, “bilimsel” perspektiften incelenerek, dinî tecrübeleri insan fıtratının tabiî bir uzantısı olarak algılama anlayışı zihinlere aşılanmaktadır. Son yıllarda bunların temellerinin de insan beyni ve vücudundaki mekanizmalara dayandığı iddia edilerek, yanlış bir yorumla “bilimsel”(!) bir zemine oturtulmaya çalışılmaktadır. Daha da vahimi, liberal kapitalist ekonominin tüketim rüzgarıyla da birleşerek, mukaddes ve müteal olandan tecrid edilmiş, 21. yüzyılın postmodern yeni dünyevî dinleri olarak bu mistik ve ruhçu akımlar, kitlelere çekici hale getirilmektedir. Oluşan bu aldatıcı iyimser hava, farkında olmadan Allah’ın sıfat ve esmalarını, metafizik varlık ve güçlere dağıtarak, materyalist eksenli şirkten, spiritualist (ruhçu) temelli şirklere bir geçiş yapılmasına, bizatihi gökteki yıldızlara veya ruhanî varlıklara birer güç atfedilmesine yol açabilir. Bu konuda çok dikkatli ve uyanık olunmalıdır.

Metafizik güçlere sahip olmak için Müslüman olmak şart değildir.
Bu gelişmeleri sağlıklı yorumlayabilmek için bilinmesi gereken diğer bir husus, bir insanın metafizik güçlere sahip olabilmesi için illâ Müslüman olması, ibadet ve zikir halinde olması gerekmediğidir. Çünkü insan mizaç ve istidat olarak çeşitli seviyelerde böyle bir seyahate yatkın fıtrî donanımlara sahip olarak dünyaya gönderilmektedir. Her insanın tabiatına değişik derecelerde konan bu parapsikolojik ve metafizikî âlemlere geçiş potansiyellerini, insan, belli egzersizlerle aktif hale getirerek de söz konusu güçlere sahip olabilir. İspirtizma türünden madde ötesi harikulâdelikler gösterebilir. Ama İslâm’ın kalbî hayatında bu tür mânevi kerametler, aşkın ve ilâhi olana doğru yapılan yolculuğun yan tesirleri veya ilâhî ikramlar olarak görülür, bizatihi istenmez, verildiğinde de sır olarak saklanır. Asla insanların duygu ve inançlarını suiistimal etmede, onlar üzerinde otorite kurma maksatlı kullanılamaz. Aynı şekilde, tarikattaki birisi de, benzer tecrübeler yaşayabilir, kendisinde birtakım harikulâde hâller ortaya çıkabilir. Çünkü fıtrat doğuda da batıda da aynı fıtrattır. Niha-i yol ve metot ise, velâyet-i kübra olan ‘sahabe mesleğini’ meslek edinmektir. Risale-i Nur’da, bu mesele açık bir şekilde ‘sahabe veyaleti’ ile evliyanın kerametleri karşılaştırılırken izah edilmektedir:

“Sahabelerin velâyeti, velâyet-i kübrâ denilen, veraset-i nübüvvetten gelen, berzah tarikine uğramayarak, doğrudan doğruya zâhirden hakikate geçip akrebiyet-i İlâhiye’nin inkişafına bakan bir velâyettir ki, o velâyet yolu, gayet kısa olduğu hâlde gayet yüksektir. Harikaları az, fakat meziyâtı çoktur. Keşif ve keramet onda az görünür.

Hem evliyanın kerametleri ise, ekserisi ihtiyarî değil. Ummadığı yerden, ikram-ı İlâhî olarak bir harika ondan zuhur eder. Bu keşif ve kerametlerin ekserisi de, seyr ü sülûk zamanında tarikat berzahından geçtikleri vakit, âdi beşeriyetten bir derece tecerrüd ettiklerinden, hilâf-ı âdet hâlâta mazhar olurlar.” (15.Mektup, 1.Makam)

Günümüzde bu tür İslâm dışı mistik ve metafizikî yollar, gerek Uzak Doğu orijinli meditasyonlar, yoga egzersizleri, bitki kaynaklı tütsüler ve içecekler, gerekse ritmik danslar ve toplu müzikler teşvik edilerek daha da yaygınlaştırılmaktadır. Ancak akıldan çıkarılmamalıdır ki, bunların hiçbirisi, insanı tevhidi bir çizgide Vacibü’l-Vücud olan Allah’a götürmeyecektir. Bu Uzak Doğu kaynaklı mistik yollar, insan-kâinat ve Yaratıcı münasebetini bütüncül bir perspektifte ele alıp, potansiyel insanın hakiki mânâda insanîleşmesini ve güzel ahlâkla donanmasını sağlayabilecek semâvi bir dinin temel esaslarından mahrumdur. Bu sahte mistik ritüeller; sadece insanı maddenin bunaltıcı ve zevk vermeyen atmosferinden, geçici, kısmi ve aldatıcı olarak zihnin ve ruhun daha ferah ve geniş rahatlatıcı boyutuna taşıyan, dünyevî fayda eksenli, sağlıklı bir hayat sürme iddiasındaki öğretileridir.


Netice
Hakiki iman mertebesine ulaşamayanlar; beden-beyin-zihin-nefis-ruh bütünlüğünün işleyişi ve birbiriyle olan bağlantıları hakkındaki son ilmî gelişmelerin sonuçlarını doğru şekilde anlamazlar ve bunları bütüncül perspektiften İslâm’ın emir ve yasaklarını anlama ve yorumlama yönünde sentez etmezlerse, popüler kılınmaya çalışılan dünyevî mistik akımlara karşı, semavi dinlerini müdafaa etmede zorlanabilecekleri gibi, iman krizi de yaşayabilirler.

Özetlersek, Hz. Adem (as) nasıl bir fıtrata sahip idiyse, bizler de aynı fıtrata sahibiz. İnsanın değişen tarafları olduğu gibi, değişmeyen yönleri de vardır. Fakat, değişen şartlar ve zaman, kavramların ve kültürel mirasın üzerine birer perde çekiyor. Popüler kültür, medya gücüyle öne çıkarılıyor. Hâdiselerin ve zamanın kader-denk noktasında yapmamız gereken, kendi ilim ve irfan kültürümüze ve onun bağrında şekillenen eserlerimize yönelip, insanın hakikatine dair ortaya konulan o marifeti, irfanî bilgiyi ve tecrübeyi, günümüz insanının idrakine tekrardan sunmaktır. Bunun için öncelikle kendi eserlerimize karşı olan ülfetimizi kırmak, okuma ve anlama yorgunluğunu üzerimizden atmak mecburiyetindeyiz. Eğer biz bunu yapmazsak, sınır tanımayan kapitalizmin sömürgeci zihniyeti, korkarız İslâmî ve tasavvufî kavramları da kirletir ve tüketebilir. Acilen yapmamız gereken şey, İslâm’ın düşünce ve irfan dünyasının yıldızları olan Şah Veliyullah Dıhlevi, İmam-ı Rabbani, İmam Nesefi, Necmeddin Kübra, İmam-ı Gazali, Abdulkadiri Geylani, Şah-ı Nakşibendi, Mevlâna ve Bediüzzaman Said Nursi (r.anhüm) gibi binlerce asfiya, evliyanın ve ulemanın bizlere miras bıraktığı eserleri, bir kere de bu perspektiften çağın bilgisi ışığında harmanlayıp, ortaya orijinal eserler koyabilmektir.

http://www.sizinti.com.tr/konular/ayrin ... tiler.html


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
Eskiden itibaren mesajları göster:  Sırala  
Yeni başlık gönder Başlığa cevap ver  [ 2 mesaj ] 

Tüm zamanlar UTC + 2 saat


Kimler çevrimiçi

Bu forumu gezen kullanıcılar: Hiç bir kayıtlı kullanıcı yok ve 1 misafir


Bu foruma yeni başlıklar gönderemezsiniz
Bu forumdaki başlıklara cevap veremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı düzenleyemezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı silemezsiniz

Geçiş yap:  
cron
   Powered by phpBB © 2000, 2002, 2005, 2007 phpBB Group

Türkçe çeviri: phpBB Türkiye