Sufiforum.com

2009'da başlayan SUFİFORUM'da İslam; İslam Tasavvuf Geleneği ile ilgili her türlü güncel ya da 'eskimez' konular yer almaktadır. İçerik yenilemeleri tasavvuf.name sitesinden sürdürülmektedir. ALLAH YÂR OLSUN.

Giriş |  Kayıt




Yeni başlık gönder Başlığa cevap ver  [ 1 mesaj ] 
Yazar Mesaj
 Mesaj Başlığı: 'Din metalaşıyor, muhafazakar söylem yükseliyor'
MesajGönderilme zamanı: 08.09.11, 22:30 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı

Kayıt: 17.01.09, 20:24
Mesajlar: 55
'Din metalaşıyor, muhafazakar söylem yükseliyor'

Asım Öz, İhsan Çapcıoğlu ile genel olarak modern durum içinde yaşanan değişimleri konuştu...

Asım Öz

Dünya Bülteni

Türkiye'de, hızlı kentleşme, sanayileşme ve modernleşme süreçlerinin beraberinde getirdiği sorunlar, köklü sosyal hareketlilikler ve sosyo-kültürel yapı değişimlerinin habercisi olmaktadır. Bu süreçte, toplumsal alan güçlü geleneksel muhafazakâr yapısı ile modernleşme arasında salınan bir görünüm sergilemektedir. Geleneksel toplum yapısından modern toplum yapısına geçişle birlikte görülen değerlerdeki farklılaşma, dinin toplum yapısı ve bireyin değerler dünyasında yerine getirdiği fonksiyonlar üzerinde de değişimlere neden olmaktadır. İhsan Çapcıoğlu Modernleşen Türkiye'de Din ve Toplum kitabında hem modernleşmenin epistemolojik, kuramsal ve dinsel çerçevesini hem de modernleşmenin Türkiye örneğinde toplumsal/kültürel sonuçlarının din/dindarlıkla ilişkilerini ele almaktadır. Çapcıoğlu ile genel olarak modern durum içinde yaşan değişimleri konuştuk.

Asım Öz: Türk modernleşmesinin Batı modernitesi ile özdeşleşen ya da farklılaşan yönlerini kıyasladığımızda nasıl bir manzara ile karşılaşırız?

İhsan Çapçıoğlu: Tanzimat'tan beri geleneksel anlayışlarla modernleşme sürecinde yaşanan değişimlerin paradoksal birlikteliğine ve etkileşimine sahne olan bir ülke görünümündeyiz. Hızlı değişim süreçlerinin toplumsal yapıda ortaya çıkardığı sorunlar, sosyal hayatta etkisi her geçen gün daha fazla hissedilen modernleşme ve sekülerleşme süreçleriyle birleşince, insanımız, gerek bireysel gerekse toplumsal hayatta yaşadığı uyum ve uyumsuzluk problemleriyle daha fazla yüzleşmek zorunda kalmıştır. Toplumumuzun geleneksel bir yapıdan modern bir yapıya geçiş süreci içinde bulunması, fakat bu süreçte gerekli yapılanmayı sağlayarak istenen değişimi tam anlamıyla gerçekleştirememesi, bu sorunların en temel belirleyicisi olmaktadır. Elbette gelişmekte olan diğer ülkelerde olduğu gibi kendi tarihî, toplumsal ve kültürel koşullarımızın doğurduğu bize özgü bir modernleşme süreci yaşıyoruz. Bu sürecin özellikle son yüzyılda beraberinde getirdiği sorunlar, köklü sosyal hareketlilikler ve sosyo-kültürel yapı değişimlerinin habercisi olmakta ve bu süreçte Türk toplumu güçlü geleneksel muhafazakâr yapısının etkisiyle ne tam anlamıyla modernleşebilmekte ne de değişime engel olabilmektedir.

Batı dünyasında modernleşme aklın egemenliğinde sosyal ve siyasal düzenin gerçekleştirilebileceğini iddia eden rasyonel bir ilkeye dayanarak doğmuştur. Bu bağlamda o, 15. yüzyıldan 20. yüzyıla kadar olan süreçte, Rönesans ve Reformla başlayan, Aydınlanma hareketi ve devrimlerle devam eden kültürel, entelektüel ve sosyal dönüşümleri tanımlamaktadır. Modernleşme kuramlarından yapısal-işlevsel yaklaşıma göre çağdaş batılı toplum yapılarının karakteristik özelliklerini oluşturan ve biraz önce belirttiğimiz kültürel, entelektüel ve sosyal dönüşümlerin ortaya çıkardığı rasyonalizm, laiklik, demokrasi, özgür girişim ve bireycilik gibi ilkelerin, batı-dışı toplumlar tarafından aynen alınmaması durumunda sanayileşmenin geliştirilip sürdürülmesi mümkün değildir. Bu anlamda, ülkemizde ve Doğu toplumlarında Batı'daki anlamıyla bir modernleşme süreci değilse de, daha çok Batı'da yetişen düşünürlerin etkisiyle kendine özgü bir modernleşme süreci yaşanmıştır. Bütünüyle Batı'yla örtüşmemekle birlikte birçok yönden benzerlikler gösteren bir Türk modernleşmesi, siyasal, sosyal ve kültürel alanlarda etkisini güçlü bir şekilde göstermiştir. Bu nedenle genelde Batı dışı toplumlarda ve özelde Türk toplumunda gelenek ve modernlik arasında özel bir kopukluktan, süreksizlikten söz etmek ve "geleneksel toplum" klişesinin aksine bu toplumların gelenekten kopuş yaşadıklarını söylemek mümkündür. Türkiye ve hatta Çin örneğinde olduğu gibi gönüllü otoriter modernizasyon projelerinin etkili olduğu durumlarda geçmişten ve gelenekten kopuş, geleneğiyle arasındaki bağlantıyı sahiplenen, hatta bunu sömürgeciliğe direnişin bir biçimi hâline dönüştüren sömürgeci modernizasyon örneği Hindistan gibi ülkelerden daha radikal olmaktadır.

Gönüllü otoriter modernizasyon projesinin sömürgeci modernizasyon süreçlerinden daha radikal olmasının sebepleri nelerdir? Bu radikallik aynı zamanda bir süre sonra modern olan durumu benimsemeyi yahut kanıksamayı sağlıyor mu?

Daniel Lerner gibi bazı sosyal bilimciler modernleşmeyi 'batılılaşma' ile özdeşleştirmektedir. Amerikan sosyolojisinde modernleşme kuramının öncülerinden olan Lerner, 1950'li yıllarda yayımlanan The Passing of Traditional Society: Modernizing the Middle East (Geleneksel Toplumun Ortadan Kaybolması: Ortadoğu'yu Modernleştirmek) adlı eserin yazarıdır. Bu çalışmasında Lerner, İran ve Suriye gibi diğer Ortadoğu ülkeleriyle Türk toplumunu da değişme süreçleri açısından değerlendirir ve Atatürk devrimlerinin 'batılılaşma' yolunda gerçekleştirilen modernleşme çabaları olduğuna işaret eder. Lerner'e göre Türk modernleşmesinde, akıl ve pozitivist düşünce egemendir. Habermas'a dayanarak 'modernite' ile 'modernizasyon' arasında temel bir farklılık olduğunu belirten bazı kuramcılar ise bu farklılığın, sadece batılı toplumların değil batılı olmayan toplumların da tarihsel evrimini belirlediğinden söz etmektedir. Onlara göre modernlik, bir projeye, bir refleksiyona; modernleşme ise bu projeyi mümkün kılan kurumsal-yapısal evrime işaret eder ve bu anlamda Batı dışı toplumlar modernleşirler ancak modern olamazlar. Onlar sadece modernliğin kurumsal altyapısıyla eklemlenebilirler. Burada modernleşme, Batı dışı toplumların, batılı toplumların gelişmişlik düzeylerine gelmek için gösterdikleri çabayı ifade etmekte ve batılılaşma ile eş anlamlı bir kavram olarak ele alınmaktadır.

Modernleşme kuramı, modernliğin bütün dünya toplumlarına yayılabileceğini, azgelişmişlik sorununun kökeninde Batı dışı toplumların kalkınma sorununun yattığını ve bu toplumlar modernleştirildiklerinde kalkınma sorununun çözüleceğini savunuyor ve kalkınma sürecini, modernleşme süreciyle özdeşleştiriyordu. Ancak modernleşme, doğal bir tarihsel sürecin eşliğinde gerçekleşebilecek bir durum olmaktan çok Batı modelini izleyerek başarılabilecek bir toplum ödevi olarak görüldü. Bu nedenle Batı dışı toplumların modernleşmede başarılı olabilmeleri, sistemli bir biçimde içsel tasfiye ve dışsal müdahale süreçlerinin işletilmesine bağlıydı. Modernliğin önünü tıkayan geleneksel unsurlar toplumsal alandan ve tarihsel hafızadan ayıklanmalı ve Batılı olmayan toplumlar eğer modernleşmek istiyorlarsa modernleşmiş batılı toplumların gelişim çizgisinde yol almalıydılar. Bu modernleşme yorumu, 1960'ların sonları ile 1970'lerin başlarından itibaren ciddi eleştirilerle karşılaşarak egemen söylem olma özelliğini kaybetmiştir. Bu dönemde kapitalist endüstrileşmenin ortaya çıkardığı olumsuzluklar üzerinde durulmuş, batılı toplumlarca finanse edilen ancak toplumsal ilerlemeyi ve ekonomik büyümeyi sağlamakta başarılı olamayan kalkınma modelleri yoğun eleştirilere maruz kalmıştır. Ne var ki Türkiye'de de geleneğin radikal biçimde reddi, 'yenilikçilik' ideolojisinin temelini oluşturmuştur. Gelenekler modernliğe engel teşkil ettiği gerekçesiyle ya göz ardı edilmiş ya kendiliğinden yok olmuş ya da yasaklanmıştır. Bu nedenle modernliğin gelenek üzerindeki etkisi dönüştürücü olmamıştır. Gelenekler, değişimin dinamik kaynakları olarak yeniden yorumlanıp modernliğin içerisine taşınmamış, bunun yerine dondurulmuş ya da folklorikleştirilmiştir. Eğer var olmayı sürdüren gelenekler varsa bu, modernizasyon sürecinin kenarında kalmayı başarabilmiş olmalarındandır. Bu nedenle Batı dışı ortamlarda, gelenek ve modernlik birbiriyle örtüşmeyen ya da zayıf bir denklik gösteren uyumsuz parçacıklar olarak ortaya çıkmaktadır.

İkinci dünya savaşı sonrasında gündeme gelen modernleşme teorileri bir yandan soğuk savaşın diğer tarafı ''Sovyet'' hakimiyet alanının genişlemesini engellemenin ''bilimsel'' bir yolu olmakla birlikte, diğer yandan da henüz kapitalist sistemle bütünleşme aşamasına gelmemiş ama bu potansiyele sahip ülkelerin bu sisteme kazandırılmasını sağlamak için kullanılmaktaydı. Bu teorilerin din anlayışı hâlâ geçerliliğini sürdürüyor mu?

Bu sorunuza yanıt verebilmek için önce, 20. yüzyılda Dünya'nın sosyo-politik görünümünü panoramik bir biçimde de olsa kısaca değerlendirmemiz gerekir. Yüzyılın başlarında, Birinci Dünya Savaşı'nın sonunda Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ve Osmanlı Devleti'nin yıkılmasıyla birçok yeni devlet kurulmuştur. Bu devletlerin yönetimi, o döneme göre demokratik sayılabilecek uygulamalara sahne olmakla birlikte 1929 yılında ortaya çıkan Büyük Buhran döneminde Avrupa, Latin Amerika ve Asya'da birçok ülkede diktatör yönetimler ortaya çıkmıştır. İspanya, İtalya, Almanya, Portekiz'de faşist diktatörlükler, Baltık ve Balkan ülkelerinde, Küba, Brezilya, Japonya ve Sovyet Rusya'da demokratik olmayan yönetimler iktidara gelmiştir. Bu sebeple 1930'lar 'Diktatörler çağı' olarak nitelendirilir. İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra sömürgecilik anlayışı son bulmuş ve tekrar birçok bağımsız ülke ortaya çıkmıştır. Bununla birlikte demokratikleşme hareketleri Batı Avrupa'da yoğunlaşmıştır. Almanya ve Japonya'da diktatörlükler son bulmuştur.

20. yüzyıldaki en büyük çekişmelerden biri de demokratik olmayan Sovyet bloğu ülkeleriyle Batı demokrasileri arasında gerçekleşen soğuk savaştı. Komünizmi yaymaya çalışan Sovyet Rusya ile diğer demokrasi çeşitleri arasından sıyrılmış liberal demokrasiyi yaymaya çalışan ABD liderliğindeki Batı grubu arasındaki çekişme 1989 yılında son bulmuştur. Francis Fukuyama 'Tarihin Sonu' adlı makalesinde, soğuk savaşın bitmesiyle artık liberal demokrasinin tüm dünyada yayılacağı haberini verir. Nitekim bu demokratikleşme sürecinin, yakın dönemde Gürcistan'daki Gül Devrimi, Ukrayna'daki Turuncu Devrim ile devam ettiği düşünülmektedir. Ancak, 8 Ağustos 2008'de Gürcistan'ın Güney Osetya'ya müdahalesi sonrası Rusya'yla karşı karşıya gelmesi, iki ülke arasında kısa süreli bir savaşın yaşanması ve sonrasında ABD ve diğer batılı devletlerin sert açıklamalarıyla gelişen olayların demokratik yönetimlerin geleceği açısından nasıl bir sonuç vereceği ise yeni bir soğuk savaş ve yeniden çok-kutuplu dünya tartışmaları arasında hâlâ belirsizliğini korumaktadır.

İşte böylesine belirsiz bir sosyo-politik ortamda gelişen ve bir süre sonra eleştirilerin hedefi olan modernleşme kuramı, birçok yönüyle Batı merkezli, etnosantrik, ilerlemeci, evrimci ve aydınlanmacı bir çerçeve üzerine kuruludur ve Batı dışında kalan toplumların da gelişebileceğini ve modernleşme sürecine katılabileceğini savunur. Ancak Batı toplumlarında yaşanan siyasal çalkantı ortamı ve Batı dışı toplumlarda girişilen gelişme programlarının fiilî olarak başarısızlığa uğraması, kurama yöneltilen eleştirilerin başında gelmektedir. Bu eleştirilerde, 19. yüzyılda Batı'ya yönelişin adı, modern topluma geçiş süreci olarak değerlendirilmektedir. Buna göre Batı, teknolojik üstünlüğünün devamını sağlayabilmek ve kendisine karşı oluşan tepkileri yumuşatabilmek için modernleşme adı verilen bir kuram geliştirmiştir. Ayrıca Batı'nın konumunu ve icraatlarını meşrulaştıran, ideolojik olduğu gerekçesiyle ya da sömürgecilikle olan ilişkisi nedeniyle eleştirilen oryantalizmin ürettiği temel düşünce ve zihniyetin diğer tartışılan kuramların yanında modernleşme kuramında varlığını sürdürdüğü bilinmektedir. Bütün bunlarla birlikte modern Batı düşünce geleneği içerisinde, Batı dışı toplumların gelişmesi problemini temel alan ilk sistemli kuramsal çerçevenin modernleşme kuramına ait olduğunu unutmamak gerekir.

Modernleşme teorilerinin din anlayışına gelince, din, varoluşa ilişkin merkezi sorulara en tutarlı yanıtlar dizisini sağlayan bir inanç sistemi olarak tanımlandığında, bu durum, dinsel inançtaki bir gerilemenin zorunlu olarak toplumsal bütünleşmeyi ve toplumsal bağı zedeleyeceği anlamına gelir ki zaten özellikle Daniel Bell'in modernizmin kültürü konusundaki tespiti ve endişeleri bu doğrultudadır. Her ne kadar modernleşme ve sekülerleşme sürecinde kurumsal anlamda gerilediği düşünülse de, din hala insanın varlığı anlamlandırması ve tanımlamasında önemli bir yol göstericidir. O, insanın kendisiyle, toplumla ve evrenle ilgili anlam boşluklarını doldurarak temel yaşamsal sorularına yanıt bulmasına imkan sağlayan en önemli olgu durumundadır. Esasen dine inanan insan, bir sosyal yaşam kimliği kazanarak hayatına yön veren güvenli bir alana girmiş olmaktadır. Bugün insanlığın geldiği aşama da zaten dinin böyle anlaşılmasını bir yerde zorunlu kılıyor. Çünkü insanlık özellikle son on yılda din ve şiddet eksenli tartışmalardan bunalmıştır ve çıkış yolu arayışındadır.

Geleneğin modernlik içinde yer alarak sürdürülmesi ile muhafazakârlık arasında bir bağ var mı?

Geleneksel toplum yapısından modern toplum yapısına geçişle birlikte görülen değerlerdeki farklılaşma, dinin toplum yapısı ve bireyin değerler dünyasında yerine getirdiği fonksiyonlar üzerinde de değişimlere neden olmuştur. Geleneğin karşı çıktığı temel olgunun genel anlamda modernizm olduğunu söyleyebiliriz. Gelenek, modernizme, batıl ve yanlış öncüllere dayandığı ve doğaüstü gerçekliği esas almadığı için karşı çıkmaktadır. Bu tavır, aydınlanma felsefesinin getirdiği değerlere karşı çıkan muhafazakarlık ile de örtüşmektedir. Muhafazakarlık sürekli değişen kapitalist modernleşme sürecine bir tepkidir. Ama bu tepki eskiyi her haliyle koruma değil, daha yeni, daha modern olana karşı mevcut olanı korumadır. Modernleşme, geleneğe, onun kurumlarına ve zihniyetine karşı işlemektedir. Bu süreçte gelenek, asli anlamından uzaklaşmakta ve ıslah edilmiş bir kılığa bürünmektedir. Sonuçta, modern olan da geleneğin geliştirilmiş, evrimleştirilmiş, mevcut koşullara uyumlandırılmış, kısaca 'ıslah edilmiş' biçimi olmaktadır. Son zamanlarda muhafazakarlar, kutsal olmayan her şeyi yararlı olarak niteleyen pragmatik değişim düşüncesine tepki göstermektedirler. Bu anlamda muhafazakarlığın savunduğu, korunmasını istediği birikim, geleneği oluşturmakta ve gelenek ile muhafazakarlık içice girmektedir. Gelenek, muhafazakarlığın savunduğu değerleri içerisinde barındıran zengin tarihi mirası içermektedir.

Halk inançları, folklor vb daha çok sözlü kültürellikle beslenen inanç biçimleri modernleşme sürecinde nasıl bir değişim geçiriyor?

Toplum hâlinde yaşayan insanlar arasında kimi zaman korkudan, kimi zaman çaresizlikten, kimi zaman da rastlantılardan doğan ve çoğunlukla dinî bir dayanağı olmayan, folklorik birtakım inanışlar vardır. Kuşaktan kuşağa aktarılan bu inanışlar, bazı durumlarda dinî bir kural kadar etkili olabilmekte, kendisine inananlar üzerinde zorlayıcı etkilere yol açabilmektedir. Bireyler söz konusu inançları genellikle içselleştirmekte ve bu inanışlar zamanla sebebi bilinmeden tekrarlanan, hayatın pek çok alanını etkileyen, yönlendiren, hatta belirleyen bir tür alışkanlığa dönüşmektedir. Bu şekilde bireylerin ve toplumların ortak hafızasında kökleşerek kalıcı hâle gelen inanışlara, yaygın tanımlamayla 'halk inançları' adı verilmektedir. Halk inançları, toplumdan topluma değişmekle birlikte bazı ortak niteliklere sahiptir. Bu inançlar, insanın doğumundan ölümüne kadar yaşadığı süreçler ve karşılaştığı olaylar karşısında sergilediği tutum ve davranışlarına nüfuz edici özelliğini toplum hayatında da göstermektedir. Çünkü toplum, tek tek bireylerden oluşsa da bireyin tutum ve davranışları, bireyler tarafından örgütlenen bir yapı, bir sistem olarak, toplumun tavır ve davranışlarından bağımsız değildir. Bundan dolayı toplumların dinî algılarını, örf ve âdetlerini, geleneklerini ve kültürünü bir bütün olarak anlamlandırabilmek ve açıklayabilmek için halk inançları üzerine yapılan çalışmalar önemlidir.

Modernleşme sürecinde akılcı ve bilimsel düşünce biçiminin yaygınlaşması geleneksel inanç ve uygulamaların yaşam alanını daraltmıştır. Bununla birlikte geleneksel formunu bütünüyle koruyamasa da halk inanç ve uygulamalarının özellikle kırsal kesimde yaşayan insanlar arasında olmak üzere -kısmen de olsa- varlığını sürdürdüğü görülmektedir. Aynı şekilde insanların doğa olayları karşısında takındıkları tavırların ve geliştirdikleri ilişkilerin bir sonucu olarak gelişen geleneksel halk hekimliği uygulamalarının da varlığını kısmen devam ettirdiği söylenebilir. Özellikle dinî inançların ve büyünün belirleyici olduğu modern öncesi toplumlarda insanların başına gelen kötü olaylar, bedene yabancı unsurların girmesi ve onların yaptığı kötülüklerle açıklanıyordu. Daha sonraları insanların bunlardan korunmak için düşündükleri çareler ve geliştirdikleri bazı tedavi usulleri, halk hekimliğinin temellerini oluşturmuştur. Modernleşme sürecinde halk hekimliği uygulamaları ciddi değişimlere maruz kalsa da içinde doğduğu kültürün bir parçası olarak hala yaşamaya ve bu birikimler, halk arasında kuşaktan kuşağa aktarılmaya devam etmektedir. Bir yandan modernleşmenin imkanlarını sınırsızca kullanan insan, diğer yandan sınırlı aklı ve bilgisiyle kuşatamadığı konularda bir tür sığınma ihtiyacı hissetmektedir. Çünkü inanma, insanın en temel ihtiyaçlarından biridir. Tarih boyunca insanlar birtakım varlıklara ve güçlere inanmışlar, kendileri dışındaki canlı ve cansız varlıkların taşıdığını düşündükleri doğaüstü güçler karşısında yaşadıkları heyecan, coşku, hayret, korku ve çaresizlik gibi duyguları genellikle yüce bir varlığa inanma, sığınma ve ondan yardım isteme şeklinde ifade etmişlerdir. İşte halk inanç ve uygulamalarında insanın doğasında var olan inanma duygusunun toplumsal sonuçlarını görüyoruz. Her ne kadar bu tür uygulamalarda nesnesini doğru bulamasa da, inanma ihtiyacı doğru yönlendirildiğinde, bir taraftan insana sahip olduğu potansiyelleri ortaya çıkarmanın ve kullanmanın, diğer taraftan korku ve çaresizliklerin ikileminden kurtulmanın yollarını göstermektedir. Böylece insan içsel bir rahatlama yaşayarak daha mutlu ve güvenli bir dünyaya girdiğini hissetmektedir. Bu nedenle özellikle insan yaşamının geçiş dönemleri olarak tanımladığımız doğum, evlilik ve ölüm başta olmak üzere, ziyaret olgusu, nazar, atmosfer olayları, özel günler, aylar, mevsimler, ocak, su, ateş ve insan bedenine ilişkin geleneksel inanç ve uygulamalar ile halk hekimliğinin günümüzde yaşam alanı bulmayı sürdürmesinin başlıca nedeninin, insan ve toplumun psiko-sosyal açıdan karmaşık doğasında aranması gerektiğini düşünüyorum.

Şerif Mardin, Türkiye'deki sivil toplumu, tekkeler ve tarikatlar gibi İslam kültürünün doğrudan yaşandığı yerler içinde aramak gerektiğini söylemişti. 1950 sonrasında halkın, siyasetin ve muhalefetin güçlü bir şekilde ortaya çıktığını görüyoruz. Bu psikanalitik bir tanımla bastırılmışın, geri dönüşü olarak yorumlanabilir mi?

Evet, bir bakıma öyle olduğu söylenebilir. Bu aslında bir normalleşme süreci ve toplum mühendisliğinin uzun vadede sonuç verici olmadığının bir göstergesi.

Daniéle Hervieu-Léger gibi dini bir "hafıza zinciri" olarak değerlendirdiğimizde, dinin ve elbette Türkiye özelinde İslam'ın, kültürel kolektif hafızanın derinliklerindeki varlığının siyasetin yönlendirmesiyle yeniden harekete geçirildiğini söyleyebiliriz.

İnsanın anlam arayışı her zaman sürüyor. Modern dünyanın vahiy temelli dine karşı oluşu farklı bunalımları gündeme getiriyor. Bu süreçte modern toplumun inanç boşluğunu doldurmak için ürettiği mekanizmalar nelerdir?

Halk inançlarıyla ilgili sorunuzda da ifade etmeye çalıştığım gibi inanma insanın en doğal ihtiyaçlarından biri. İnsan doğası değişmeyeceğine göre, onun bu ihtiyacı da varolduğu sürece devam edecektir. Yaptığı eylemlerin anlamını sorgulayan tek varlık oluşu, insanı diğer bütün varlıklardan ayıran özelliğidir. Ayrıca varlıklar içinde yalnızca insanın eylemleri yaşamın akışını ve diğer bütün varlıkların yaşamlarını doğrudan etkileyebilme, hatta yönlendirebilme potansiyeline sahiptir. Çünkü insan eylemleriyle yaşamına anlam katmaya çalışır. Eğer yaşamın bir anlamı olmasaydı o zaman insanın tarihsel bir varlık oluşunun ve diğer varlık koşullarının da bir anlamı olmazdı. Bu nedenle nerede, ne zaman ve hangi koşullarda yaşarsa yaşasın anlam arayan biricik varlık olma özelliği, insanın çağlar boyunca değişmez özelliğidir. Ancak insanın bu arayışının her zaman hedefine ulaştığı söylenemez. Modern dönemde de insan, samanlıkta kaybettiği iğneyi samanlığın içi karanlık olduğu gerekçesiyle samanlığın dışında arayan Nasrettin Hoca fıkrasında olduğu gibi aradığı şeyi nerede kaybettiğini ve nerede bulabileceğini belirlemede zorlanmaktadır. Aradığını bir türlü bulamamak ise onu yeni arayışlara itmektedir. Bu durumda kişi Viktor Frankl'ın "varoluşsal boşluk" diye tanımladığı anlamsızlık duygusuyla karşılaşmaktadır. Varoluşsal boşluğa yol açan yanlış anlamlandırma şekillerinden birisi, anlamı ve değerleri geçici amaçlara bağlamaktır. Çünkü geçici amaçlara ulaşıldığı zaman, anlamın devamını sağlayan bağlantı, doğal olarak işlevini tamamlamış olur. Çeşitli nedenlerle ulaşmak arzusuyla planlanmış hedefler değerlerini yitirdiği, belirsizlik kazandığı ya da bunlara ulaşma umudu kırıldığı zaman, bireyin psikolojik dünyasında bir şaşkınlık ve çaresizlik ortaya çıkacaktır. Çünkü bireyi hayata bağlayan anlam ve değer, bağlı bulunduğu amaç ile birlikte ya fonksiyonunu tamamlamış ya da ulaşılabilir niteliğini kaybetmiştir. Her iki durumda da sonuç çoğu zaman anlamsızlıktır. Varoluşsal boşluk genellikle kendini can sıkıntısı durumunda dışa vurur. Gerçekte bugün can sıkıntısı, eskiden olduğundan çok daha fazla soruna yol açmakta ve elbette psikiyatristlere çözüm bekleyen daha çok sorun sunmaktadır. Ayrıca bu sorunlar giderek daha çok belirleyici olmaktadır. Çünkü toplumsal değişimin baş döndürücü bir hıza ulaştığı günümüz dünyasında ortalama bir çalışanın boş zamanında da büyük bir artış görülmektedir. Bu insanların boş zamanlarında ne yapacaklarını bilememeleri ciddi bir toplumsal sorun kaynağıdır. "Pazar günü nevrozu", yani hafta içinin yoğun işlerinin telaşından sıyrılan ve kendi içlerindeki boşluk belirginleştiği zaman yaşamlarının içerikten yoksun olduğunun farkına varan insanların yaşadığı tatil depresyonu buna örnek verilebilir. Birçok intihar olayı, bu varoluşsal boşluğa bağlanabilir. Depresyon, saldırganlık ve uyuşturucu alışkanlığı gibi bu türden yaygın olguları, bunların altında yatan varoluşsal boşluğu kavrayamadığımız sürece anlayamayız. Bu durum emeklilerin ve yaşlıların yaşadığı krizler için de geçerlidir.

Küreselleşme ile postmodern dünyayı din algıları açısından yorumladığımızda karşımıza çıkan manzara nedir?

Küreselleşme, dünyanın herhangi bir yerinde yaşanan ekonomik, sosyal, kültürel ve siyasal olayların dünyanın başka toplumları üzerinde de etkili olduğu ve toplumlar arasındaki karşılıklı bağımlılığın giderek arttığı bir sürece işaret etmektedir. Ülkeler arasındaki sınırları aşan toplumsal, politik ve ekonomik bağlar, her bir ülkede yaşayan insanların kaderini önemli ölçüde etkilemektedir. Dünya üzerindeki hiçbir ülkede yaşam, artık diğerlerinden bütünüyle bağımsız değildir. Bu bağlamda, karşı konulamaz ya da geri döndürülemez bir güç ve süreç olarak ifade edilen küreselleşmenin meydan okumalarına ve etkilerine karşı boyun eğmekten başka bir çarenin olmadığı her platformda açık ya da örtülü bir biçimde dile getirilmektedir. Böylece küreselleşme bir yandan dünya ölçeğinde görülen mal ve hizmetlerin, teknolojilerin, fikirlerin, sermayenin, emeğin, kültürel unsurların akışkanlığını belirten bir kavram olması bakımından betimleyici bir içeriğe göndermede bulunurken diğer yandan yenidünya düzeni ilkelerinin benimsenmesi çerçevesinde örtülü bir yönlendiriciliği de beraberinde getirmektedir. Günümüzde yoğunlukla yaşanmakta olan bu karmaşık süreçler dizisinin, din alanını da güçlü bir biçimde etkilediği görülmektedir. Küreselleşme karşısında dinin, esas itibariyle, mevcut iletişimlere alternatif bir iletişim tarzı olarak belirdiği söylenebilir. Dinler küresel vizyon geliştirmeye uygun bir yapıya sahiptir. Örneğin, küreselleşme, bilgiyi özgürleştirip paylaşımı kolaylaştırırken farklılıkları, eşitsizlikleri, işsizlik, ümitsizlik, dışlanma gibi sosyal sorunları önemli ölçüde büyütmektedir. Küreselleşmenin aşırı bireyciliğe dayanan ekonomik bakış açısına karşı din, daha merhametli ve empatik bir yaklaşımın temelini oluşturabilir. Çünkü küresel tüketim kültürü, insanları, din, dil, ırk ayrımı olmaksızın tüm dünyada aynı tip jeansleri ya da pantolonları giymeye, aynı marka spor ayakkabılarını kullanmaya, aynı gazozu içmeye vs. şartlandırmaktadır. Tüketim hızının artırılması, pek çok eşyanın ihtiyaç kategorisi içine sokulmasıyla birlikte bu eşyaların satışa sunulduğu mekânların çoğalması sonucunu doğurmuştur. Kitlesel tüketim, toplumsal bir değer sistemi olarak günlük hayatımızı şekillendirmekte, dolaşım, satın alma, satış, bireysel ihtiyaçlar ve hazlar gibi kimliklerimizi ifade etme imkânı sağlayarak bize geleneksel toplumdan farklı bir bağlam sunmaktadır. Bu çerçevede değerlendirdiğimizde postmodernizm kavramı, küreselleşmenin içeriğine benzer biçimde içeriklendirilerek tüketimin aşırı arttığı, imajların ve sembollerin değer olarak sunulduğu bir çağı nitelemek için kullanılmaktadır. Tüketilen mallar, gerçek kullanım değerinin yanında sınıf statüsünü belirleyen sembolik bir değere sahiptir ve bu anlamda tüketim, aynı zamanda bir iletişim aracıdır. Postmodern çağ, imajlar üzerinde pek çok farklı anlamlandırmaların yapıldığı bir çağdır. Kişiler kendi kimliklerini oluşturmak için sürekli seçim yapmak zorunda kalmakta, tüketimin zorladığı davranışlar hayatı aşırı metalaştırmaktadır. Metalaşan hayat, yaşanan hızlı değişim, beraberinde çeşitli uyumsuzluklar ve belirsizlikleri de gündeme getirmekte, bunalan bireyler yitirilen kutsalın arayışı içine düşmektedir. Bu ilke ve değer arayışı arttıkça dinsel canlanma da artmaktadır. Bu artış çoğu zaman ahlak ve erdemlerin egemen olacağı, ilkeleri olan bir toplum oluşturma gayretleri karşısında kitleleri sevindirirken bazen de dinsel canlanma köktenci bir görünüm kazanabilmekte ve kitleler üzerinde hoşnutsuzluğa yol açmaktadır. Tarımsal tipte bir cemaat nostaljisi, yaşanılan hayatla örtüşemeyen katı ve yoruma kapalı bir din anlayışı, dindarları toplumdan koparmakta, oluşan hiperaktif kültür içinde kendilerini alt bir kültür olarak konumlandırmalarına neden olmaktadır. Nietzsche'nin 'Tanrı öldü' sözü postmodern din anlayışının temelini oluşturmaktadır. Dolayısıyla postmodernizm içinde din, teolojik bir sorun olarak görülmemekte, toplumsal yönleriyle öne çıkan bir olgu olarak karşımıza çıkmaktadır. Yaşamı küresel tüketim kalıplarının yönlendirdiği postmodern dünyada din, küresel anafor tarafından yutulmakta, dinî hayat, küresel hayat içerisinde erimekte, bu akıcı ve hızla değişen ihtişamın içinde din, geleneksel yapısından hızla uzaklaşmakta, etkinliğini ve gerçekliğini kaybetmektedir. Bunun doğuracağı açık bir sonuç vardır: Üst anlatılara bağlı yaşanan hayatlar, dinin, alt küresel kültür olarak konumlandırılmasına yol açacak ve bu noktada din, hem göreceliği meşrulaştıracak, yani bir anlamda postmodernize olacak hem de değişim için değişmeye mecbur bırakılacaktır. Ancak özellikle İslam'ın, kendi kendisine yeterli olduğu inancı, İslami olmayan şeylere karşı kuşkuyla bakması ve yabancı kültürlere açılmadaki isteksizliği aynı zamanda onun 'alt küresel kültür' olarak konumlandırılması imkanını ortadan kaldırmaktadır. Küreselleşme sürecinin ürettiği kültür örüntülerinin geleneksel yerel kültürler içinde metalaştırılması, görselliğin egemen olduğu sanal dünyada yerel bağlamlarından koparılan kültürel imgelerin iletişim ve ulaşım araçları, özellikle de internet aracılığıyla dolaşımının hızlanması, kültürel farklılıkları aşındırarak homojenleşmiş bir kültür ortaya çıkarmayı amaçlayan popüler kültürün küresel egemenliği karşısında geleneksel kültürlerin ve dinlerin geleceği ile ilgili sorunları bütün boyutlarıyla değerlendirmeyi zorlaştırmaktadır.

Kitabınızdaki ağırlıklı konulardan biri de kültür. Baudrillard'ın 'tüketim ideolojisi' dediği, gereksinim yerine gösterişe yönelme ya da harcama eylemini gösterişe dönüştürme sürecinden, küresel tüketim kültürünün dinleri metalaştırmasından söz ediyorsunuz. Bu süreç nasıl işliyor?

Küresel kitle kültürüne paralel bir biçimde artan hiperaktif tüketim, imajların meta olarak sunumu, yaşanan aşırı, hızlı ve değişken hayat tarzı tüm dinleri gerçek hayatla bir rekabet içine sokmaktadır. Bu durumun sonucu olarak yaşanan hayatla inanılan ideallerin arası gün geçtikçe daha da açılmaktadır. Bu rekabet ve çelişki İslam için olduğu kadar Hıristiyanlık, Yahudilik, Hinduizm, Budizm vb. dinler için de geçerlidir. Küresel tüketimin bütün toplumsal alanı kuşattığı bir dünyada dinlerin metalaşması ve büyük dinlerin erozyonu, artan bir trend içinde hızla devam etmektedir. Hayata yön verme ve toplumsal formlar içinde kendine yer bulma konusunda ciddi sıkıntılarla karşı karşıya kalan dinler, giderek kişinin bir iç meselesi hâline gelmekte ve kişi için gerçek anlamını kaybederek sembolik bir anlam ve değer taşımaya başlamaktadır. Hayatın aşırı metalaşması ve katı bir biçimde sekülerleşmesi, günlük hayat formlarının, dinî inanışlarla bir rekabet ve çelişki doğurarak dinsel inançların doğasını etkilemesine yol açmaktadır. Bu durum, dinlerin kendilerini 'evrensel bir hayat tarzı' olarak sunmalarının önünde de ciddi bir engel oluşturmaktadır. Ancak kültürel heterojenlikle homojenliğin bir arada ve paradoksal bir biçimde yaşandığı bu süreç, çağdaş dünyada geleneksel, yerel olanın ya da dinî kültürlerin önemini kaybettiği anlamına gelmez. Bu süreçte yeni bilgi ve iletişim şebekeleri ile bağlantılı olarak yerellikten kurtulma süreçlerinin vurgulanıyor olması, mutlak bir eğilim olarak görülmemelidir. Nitekim küreselleşmenin ekonomik etkilerinin yanı sıra sosyal, siyasal ve kültürel etkilerini de dikkate alan siyasetçiler, bilim adamları hatta bizzat küresel aktörler bu yönüyle küreselleşmenin ne kadar sürdürülebilir olduğunu tartışmaya başlamışlardır. Küreselleşmenin ekonomik alanda önemli aktörlerinden biri olan ünlü finansör George Soros bile, ekonomik küreselleşmenin temellendirildiği neo-liberal doktrinden piyasa fundamentalizmi olarak söz etmekte ve fundamentalizmin her çeşidi gibi bunun da son derece tehlikeli olduğunu belirterek küreselleşmenin geleceğine ilişkin endişelerini dile getirmektedir. Böylece küreselleşmenin taşıdığı sosyal dışlanmışlık, sosyo-kültürel yozlaşma ve çözülme, çok hızlı ve yaygın çevre kirliliği, yeni hastalıkların yayılması, yoksulluğun ve adaletsizliğin artması, yabancılaşma ve yalnızlaşma, toplumsal ümitsizlik ve memnuniyetsizlik gibi birbiriyle ilişkili çok ciddi ekonomik, sosyo-kültürel ve siyasal tehlikeler ekonomik aktörler arasında da önemli endişelere yol açmaktadır. Bu bunalımlı süreçte dinin önemli bir alternatif olarak tekrar yerini alacağını düşünüyorum. Bilindiği gibi insan tarih sahnesine çıktığı andan itibaren yaşamına anlam verme arayışı içinde olmuştur. Bu anlam arayışı onun toplum hayatı içindeki faaliyetlerinde en yoğun şekilleriyle ortaya çıkmaktadır. Toplum hayatı insanların çeşitli faaliyetleri sonucunda belirli kültür formlarının kullanıma sokulduğu bir alandır. Toplumların yapısı ve özgül toplumsal koşulları dolayısıyla dinî inanç ve pratiklerin şiddet ve yoğunluğu toplumdan topluma ve hatta aynı toplum içerisinde dönemsel olarak değişiklikler göstermekle birlikte dinin insanların çeşitli faaliyet alanlarına etkisi bakımından kültür formları içindeki ayrıcalıklı konumu hiçbir zaman değişmemiştir. Bu sebeple insanlık tarihi boyunca insanın yaşamın anlam ve amacına ilişkin temel soruları hep dinle ilgili olmuştur. Dolayısıyla tüketim toplumunun kültürel çelişkilerine, sosyal yaşam ve değerler alanında sebep olduğu krizlere ve sosyo-kültürel erozyona en kapsayıcı, bütünleştirici ve yapıcı etkinin, modern dönemde ve postmodern tüketim kültüründe yaşadığı köklü transformasyonlara rağmen din kurumu aracılığıyla gerçekleşeceğine inanıyorum.

Muhafazakârlık günümüzde neden en parlak dönemini yaşıyor? Gündelik hayattaki muhafazakârlık ile ideolojik muhafazakârlık arasındaki farklılıklar nelerdir?

Evet bugün siyasal bir ideoloji olarak muhafazakârlığın en parlak dönemini yaşadığı söylenebilir. Muhafazakârlık, liberalizm ve sosyalizmle birlikte son iki yüzyılın siyasi düşünce tarihine ve pratiğine damgasını vuran bir siyasal ideolojidir. Özellikle 'muhafazakâr söylemin' yükselişine sahne olan 20. yüzyılın son çeyreği, başta Amerika ve İngiltere olmak üzere, bu ideolojinin adını veya temel argümanlarını kullanan siyasi partilerin uzun süreli iktidarlarına sahne olmuştur. Günümüz Türkiye'si de Muhafazakar-demokrat kimliğiyle iktidarda olan bir siyasi parti aracılığıyla benzer siyasal süreçler yaşamaktadır. Bu noktada 'muhafazakârlık' ve 'muhafazakâr' kelimelerinin kullanıldıkları alanlara göre geniş çeşitlilik gösteren bir anlam içeriğine sahip olduğunu hatırlamamız gerekir. Örneğin, kişiler kendilerini dinde, sanatta, edebiyatta, bilimde, hatta bir meslek, oyun ya da spor dalında 'muhafazakâr' olarak tanımlayabilir ya da başkaları onları bu alanlardan birinde 'muhafazakâr' biri olarak niteleyebilir. Ne var ki, günlük hayatta muhafazakârlığın ne olduğu ya da kime muhafazakâr denildiği ile siyasal bir ideoloji olarak muhafazakârlık arasında önemli farklar bulunmaktadır. Siyasal anlamda muhafazakârlar, genellikle, muhafazakârlığın soyut bir kuram ya da ideoloji olduğunu kabul etmezler ve görüşlerini; geleneğe ve tarihsel tecrübeye dayandırarak ortaya koyduklarını iddia ederler. Nitekim Robert A. Nisbet, Conservatism, Dream and Reality adlı eserinde, muhafazakârlığın dogmaları arasında tarih ve gelenek, önyargı ve akıl, otorite ve iktidar, özgürlük ve eşitlik, mülkiyet ve hayat, din ve ahlak konularına değinmekte ve muhafazakârlığın bir yandan doğal haklar ve faydacılık kuramının, diğer yandan da millî devletin talepleri karşısında kilise, sosyal sınıf, aile ve mülkiyet haklarını savunduğunu belirtmektedir. Sanırım muhafazakarlığın günümüzdeki yükselişi de burada, yani faydacı (pragmatik) siyaset anlayışı ile halkın taleplerini uzlaştırma çabasında aranmalıdır.

Cumhuriyet'in "muasır medeniyetler düzeyi" diye tarif ettiği modern yurttaşların yaratılması projesi, bir anlamda İlahiyatlar üzerinden de sürdürüldü. Yapmış olduğunuz araştırmanın sonuçları bu anlamda önemli. Şunu sormak istiyorum: İlahiyat fakültelerindeki eğitim dini bilinci nasıl etkiliyor?

Objektif, bilimsel ve modern pedagojik esaslara dayanmayan, normatif bilgi yığınları arasına sıkışmış, ezberci, şekilci, yüzeysel, telkinci, otoriter bir din eğitimi ve öğretimi, bağnazlık ve hurafelerle yüklü bir dini kültür yaratır. Böylesine bir karakteristiğin egemen olduğu bir toplumda ise ülkenin ihtiyaç duyduğu aydın din bilginlerini yetiştirmek mümkün olamamaktadır. Bu açıdan din eğitimi ve öğretiminin objektif, bilimsel ve modern pedagojik esaslar üzerine kurulmuş olması çok önemlidir. Popüler dinî yayınların seviyesizlik ve kalitesizliği, genel olarak dinî kültür düzeyinin düşüklüğü ve din alanında yaşanması muhtemel yozlaşmalar karşısında din etrafında kültürel bütünleşmenin en önemli teminatı budur. Türkiye'de, dejenere olmuş dini, kurumsal yapılanmaların yaratacağı hayal kırıklıklarını ve bunalımları bir daha yaşamak istenmiyorsak, din eğitim ve öğretimini, dinî yayınları ve din kültürünü, objektif, bilimsel ve modern pedagojik esaslara dayalı olarak geliştirmeye ve öğretmeye devam etmek durumundayız. Bununla birlikte, yaygın ve örgün din öğretimi alanında yaşanan problemlerin kısa vadede çözümünün oldukça zor olduğu anlaşılmaktadır. Küreselleşme sürecinin etkisini her geçen gün biraz daha fazla hissettirmesiyle birlikte, geleneksel kültür ve değerler alanında yaşanan kırılma, çözülme ve erozyonların, ülkemiz din öğretimi alanında da yeni ihtiyaç ve yönelimleri gündeme getirmesi kaçınılmaz görünmektedir.

Yaptığınız araştırmalarda geleceğe ilişkin umut hâli bugüne göre daha kötü. Akademi dünyasının bu karamsarlığını nasıl yorumluyorsunuz?

Sosyal bilimciler ve özellikle sosyologlar topluma ayna tutmaya çalışırlar. Toplumda ne varsa onu görmek ve göstermek durumundayız. Bu çalışmamda ben de bunu yapmaya çalışıyorum. Türk toplumunda siyasi ve sosyal reformların başlangıcı kabul edebileceğimiz Tanzimat'tan beri köklü transformasyonlarla birlikte, aslında fazlasıyla gündelik, geçici ve dönemsel değişimler yaşadığımızı düşünüyorum. Bu nedenle kendi adıma karamsar olmadığımı, hatta ülkemin geleceği adına umutlu olduğumu söyleyebilirim.

İhsan Çapcıoğlu Modernleşen Türkiye'de Din ve Toplum, Otto Yayıncılık,2011,384 sayfa.


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
Eskiden itibaren mesajları göster:  Sırala  
Yeni başlık gönder Başlığa cevap ver  [ 1 mesaj ] 

Tüm zamanlar UTC + 2 saat


Kimler çevrimiçi

Bu forumu gezen kullanıcılar: Hiç bir kayıtlı kullanıcı yok ve 2 misafir


Bu foruma yeni başlıklar gönderemezsiniz
Bu forumdaki başlıklara cevap veremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı düzenleyemezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı silemezsiniz

Geçiş yap:  
cron
   Powered by phpBB © 2000, 2002, 2005, 2007 phpBB Group

Türkçe çeviri: phpBB Türkiye