Sufiforum.com

2009'da başlayan SUFİFORUM'da İslam; İslam Tasavvuf Geleneği ile ilgili her türlü güncel ya da 'eskimez' konular yer almaktadır. İçerik yenilemeleri tasavvuf.name sitesinden sürdürülmektedir. ALLAH YÂR OLSUN.

Giriş |  Kayıt




Yeni başlık gönder Başlığa cevap ver  [ 1 mesaj ] 
Yazar Mesaj
 Mesaj Başlığı: METAFİZİK EVRENDE ARAYIŞLAR VE YANLIŞ ADRESLER
MesajGönderilme zamanı: 19.04.10, 08:51 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı

Kayıt: 13.04.10, 08:42
Mesajlar: 47
METAFİZİK EVRENDE ARAYIŞLAR VE YANLIŞ ADRESLER

Prof. Dr. Abdulhâkim YÜCE
*
Y.Y.Ü. İlahiyat Fakültesi Tasavvuf Anabilim Dalı Öğretim Üyesi

Giriş

Günümüzde insanların büyük bir bölümü, dünyada yaşanan kaos, kargaşa, kavga, sıkıntı, çekişme, samimiyetsizlik, bencillik, koşuşturma ve yalancılıktan uzaklaşmanın/kurtulmanın; huzur, güven ve barış içinde bir hayat yaşamanın yollarını aramak¬tadır. Huzurun içe ait, ruh dünyasını ilgilendiren, manevî ve psikolojik bir inanç ve deneyim olduğu; maddî imkân, iktidar, fizikî güç ve güzellik, hatta ilim ve sanatla elde edilemediği anlaşıldıkça insanlar, değişik alternatifler aramaya koyulmakta ve çareler aramaktadırlar. Aslında insanı böyle bir ihtiyaçla yaratan Yüce Allah, yanlışa düşmemeleri için kitaplar göndermiş ve onlar arasından seçtiği yol gösterici peygamberler görevlendirmiştir. Ancak zaman zaman İlahî mesajdan uzaklaşmalar yaşanmakta ve huzur yerine huzursuzluk kaynağı olan, insanları maddî ve manevî açıdan sömüren, aile dramlarına, intiharlara, psikolojik hastalıklara neden olan yanlış düşünceler mey¬dana çıkmaktadır. Bunların bir kısmının önü alınmaz ve kitlelerin ihtiyacı doğru olanla giderilmezse toplumsal felaketlere düşmek bile mümkündür.

Ülkemizde de huzur ve mutluluk sağlayacağı iddiasıyla son zamanlarda basına yansıyan ve geniş halk kitlelerinin anlamlarını bilmediği, ancak kulağa hoş ve ilginç gelen birçok kavram bulunmaktadır. Örneğin: Misitk Gurup, Yoga, Meditasyon, Maharaşi, Yeni Çağ Hareketi, Yüksek Bilinç, İnsan Potansiyeli, Biyo-Enerji, Satanizm, Şamanizm, Zenbudizm, Ökültizm, Ezoterizm, Teozofi, Uzaylılar, Ateşte Yürüme, FRP (Fantastik Rol), Kişisel Gelişim, NLP, Zihin Kontrolu, Ruh Çağırma, İnsanlığın Evrensel Kardeşliği, Moon, Mormon, Ufoculuk, Amon (Ufocuların Mehdisi), Sosyete Dini, Herry Poter, Teletabis, vs.

Teknolojide baş döndüren gelişmeleri yaşayan Batı dünyası mistik konulara ve fel¬sefelere büyük ilgi gösteriyor. Köklü bir din ve dünya anlayışı olan ülkemiz de bu fırtı¬nadan nasibini almış durumda. Örneğin 1990'lı yılların ikinci yarısından itibaren daha da belirginleşen yoga modası son birkaç yılda doruk seviyesine ulaştı. Yoga guruları ülkemize geliyor, lüks otellerde pahalı seanslar düzenleniyor, onlarca kitap piyasaya çıkıyor, lüks semtlerde yoga salonları açılıyor, hatta bazı kreşler çocuklara yoga ve meditasyon yaptırıyor; ünlü sanatçılar, politikacılar ve iş adamları yoga ve meditasyonun faydalarına yönelik beyanlarda bulunuyorlar.

Başta Amerika ve Avrupa ülkeleri olmak üzere, dünya çapında, bu arada artık ül¬kemizde de, bir şeyler yapan bu türden binlerle ifade edilen düşünce, kurum ve fikirden söz edilmektedir. Örneğin, şu ifadeler haber dergilerine yansımış durumdadır: Birleşik Alan Teknolojileri Derneği adı altında çalışmalarını sürdüren Maharishi’lerin Türkiye'de 20 bin kayıtlı üyesi bulunmakta ve 5 büyük ilde TM (Transandantal Meditasyon) Derneği adı altında faaliyette olan dernek haftada iki gün ücretsiz tanıtım toplantıları yapmaktadır. TM'nin insanlığın nihai huzura ulaşmasında tek yol olduğunu savunan Türkiye temsilcisi Albert Baruh'a göre TM ve Maharishi Yogi tüm dinlerin temeli olan bir inançtır.”1

Diğer taraftan “Mormon Kilisesinin rakamlarına göre Türkiye’de Mormonluk hızlı bir şekilde büyümektedir. 1998 yılından bu yana Türkiye’de Mormon sayısı 850’yi bulmuştur. Ayrıca, Türkiye’deki Mormon cemaati ile Salt Lake City arasında dinamik bir dizi ilişki gelişiyor. Mormon Kitabı’nın tümü Türkçe olarak yayınlandı. Şu an Kürtçe tercümesi üzerinde çalışılıyor. Türk Mormonların sayısı büyük şehirlerde hızlı şekilde artıyor. 1996 yılında 250 olan Mormon sayısı 1998’de 500 ve 2002’de ise 850 oldu. Biri Anadolu yakasında diğeri ise Avrupa yakasında olmak üzere iki Mormon din görevlisi sürekli olarak Türkiye’de yaşıyor. Mormon kilisesine ait olan Birgham Young Üniversitesi Türkiye’den yabancı dil öğrenmek için ABD’ye gelmek isteyen gençlere birtakım mali imkânlar sunuyor.”2

Bu arada işin hem siyasi, hem ekonomik, hem de dinî boyutu gündeme gelmekte¬dir. Kısacası sosyal ve inanç çevremiz ciddi bir şekilde değişmekle kalmamakta, nereye varacağı kestirilemeyen bir kaosa doğru adeta sürüklenmektedir.

Biz bu yazımızda, çok karmaşık olan bu inançların bir iki noktasını kısaca tahlil etmeye çalışacağız.

İnsan Tabiatı ve Huzur Arayışı
Huzur aramak insan tabiatının bir gereğidir ve manevî/metafizik bir keyfiyettir. Ne bunu insan fıtratından çıkarmak ne de maneviyâtın dışında bir yolla tatmin etmek mümkündür. Tarih boyunca bu ihtiyacı yasaklama veya suç sayma gibi girişimler hep başarısız kalmıştır. Huzur bulmak diğer bir ifade ile ruhlarının ihtiyaçlarını gidermek için insanlar birçok zorluklara katlanmış, maddî imkânlarını seferber etmiş kısacası hemen her yola başvurmuşlardır. Örneğin Hintli guru Shri Mataji’nin, aralarında bir¬çok ünlü sanatçı, gazeteci ve işverenin bulunduğu yaklaşık beş bin kişiye meditasyon yaptırdığı salonda bulunan gazeteci Coşkun Aral, şunları söylüyor: “Hindistan’daki Sai Baba’ya her yıl Türkiye’den pek çok milyarder huzur aramaya gidiyor!”3

Huzur/mutluluk başlı başına talip olunan bir değer olduğundan istismar edilmesi de kolaydır. Onun için de huzur vadeden hemen her düşünce ve pratik ilgi odağı ol¬maktadır. Şöyle demek de mümkündür: İlginin arttırılması için daha çok huzur ve benzeri kavramlar kullanılmaktadır. Örneğin meditasyon için şöyle denilmektedir: “Solunumla meditasyon, meditasyonun tüm yarar ve amaçlarını gerçekleştirmesi nedeniyle çok etkili bir yöntem olarak övülmektedir. Bu yarar ve amaçlara; daha enerjik oluş, sağlıklı yaşam, dengeli bir sinir sistemi, derin bir rahatlama, sükûnet, zihin açıklığı, duygu ve düşünceleri kontrol edebilme; konsantrasyonun, fiziksel gücün, ruhsal dengenin gelişmesi gibi haller girmektedir.”4

Sayılanlar tek tek incelendiğinde vadedilen hedeflere ulaşmanın adeta imkânsız olduğu görülmektedir. Zira hem insanın yaradılışı gayesi, hem fizik ve psikolojik yapı¬sı, hem çevre şartları, hem de genetik aktarımlar bu hedeflere ulaşmada ciddi şekilde etkili olmakta, diğer bir ifade ile engel oluşturmaktadırlar. Bilinen insanlık tarihi ince¬lendiğinde bu hedeflere ulaşmaları gereken kişilerin başında gelen peygamberlerin, bunlardan daha çok, dünyanın ahirete nazaran değerini dile getirdikleri ve hemen hepsinin ciddi yokluk, sıkıntı ve üzüntüler içinde vefat ettikleri görülecektir. Peygamberlerin dışında kalan kişi ve toplulukların da yine sayılan hedeflere ulaşamadıklarını tesbit etmek mümkündür. “... Ari'ler Yoga tekniklerini uygulayarak vücudun, duyguların ve zihnin hâkimi olup, doğadan kopmadan, Evrensel Ruhla devamlı temasta olmuşlardır.”5 şeklindeki cümlelerin de her hangi bir objektif tesbit ve kritere dayan¬madıkları söylenebilir. Zira tarihi kayıtların olmadığı binlerce yıl önce yaşamış kişi ve toplulukların nasıl yaşadıklarına dair kesin bir şey söylemek mümkün değildir. Öyle ise örneğin yoga yoluyla varılacağı söylenen hedeflerin kısmen hayal olduğu ve kişileri, aşırı güven, teslimiyet ve inançtan ötürü geçici bir rahatlamaya götürse bile, sonuçta boşlukla yüz yüze bırakıp psikolojik sıkıntılara sürükleyebileceği hesaba katılmalıdır.

Oysa, tarafsız bilimsel araştırmaların da onayladığı, başta İslam olmak üzere, tahrif olmamış bütün ilahî dinlerin öngördüğü inanç ve bazı pratiklerin, dünyada olunması mümkün olabilecek kadar huzur ve mutluluğu sağlamaya yeterli olduğu kanaatinde¬yiz. Bu inançların başında ve temelinde doğru bir Tanrı inancı gelmektedir. Sözü edilen akımlara bakıldığında bu konuda ciddi sıkıntı ve yanlışlıklar içinde olduğu görüle¬cektir. Kimisi Allah’a inanmamakta, kimisi kendileri gibi bir insanı Tanrı edinmekte, kimisi Şeytan’ı veya Meleği Tanrı telakki etmekte, kimisi, Hz. İsa vb. kişileri ya Tanrı saymakta veya Tanrı’nın oğlu addetmekte, kimisi de tabiatta var olan taş, ağaç, güneş yıldız vb. şeyleri Tanrı olarak kabul etmektedir. Panteistler gibi Tanrı’yı yok sayıp bü¬tün varlığı Tanrı kabul edenler de bulunmaktadırlar. Bir Evrensel Ruh’tan söz edenler de bununla neyi kastettiklerini ve sözü edilen Ruh'un hangi özellikler/sıfatlar taşıdığı¬nı belirtmeye yanaşmamaktadırlar. İşin felsefesini yapmaya kalkıştıklarında da Tanrı olması mümkün olmayan hayali bir varlık portresi çizmektedirler.

Öyle ise Zatı, isimleri, sıfatları ve şuunatı ile doğru bir Allah/tevhid inancı, işin en önemli noktasını oluşturmaktadır. Allah-insan-kâinat ilişkisinin sağlam bir zemine
oturtulması ise, hem beklentilerimizi netleştirecek hem de nasıl yaşamamız gerektiğinin köşe taşlarını koyacaktır. Bir kaç örnekle konu daha da netleşebilir: 1. İnsan ha¬yatı dünyada yaşadığı kısımdan ibaret olmadığı gibi, ahirete nazaran çok kısadır. Ayrı¬ca çalışma ve hazırlanma yeridir. 2. Başta kalb olmak üzere kişiyi huzura kavuşturacak manevî güç odakları6 ancak Allah’ı zikretmekle tatmin olabilmektedirler. (Ra’d, 13/28) 3. Huzurun diğer bir kaynağı da insanlığa hizmet, paylaşma, diğergamlık, ibadet, ada¬let ve sağlam bir tevekkül anlayışıdır. Bunlara başka maddeler de eklemek mümkündür.

Bir iki maddesini saydığımız dünya ve ahiret anlayışı, kendi içinde bir bütünlük oluşturmakta ve tevhid, nübüvvet ve ahiret prensiplerine dayanmaktadır. Tekrar et¬mek gerekirse, adı geçen akım ve düşüncelerin hedefledikleri hayat, sayılan prensiplere dayanmadığından kısır kalmakta ve geçici bazı faydalar sağlasa bile sonuçta kişiyi yanlışa sürükleme riskini kuvvetle taşımaktadır. Dünyada görülen toplu intiharlar ve psikolojik hastalıklar da bunu doğrular bir mahiyet arz etmektedir.

Bir noktaya daha değinmek gerekir: Sonsuzluğa talip olan insan, ancak Cennetteki sonsuz hayatla bütün duygu ve isteklerini karşılayabilecek bir nitelikte yaratılmıştır. Sözü edilen bazı akımlar da bu noktayı isabetle tesbit etmiş olacaklar ki, bu dünyada Cennet hayatı yaşanacağını, bazen üstü kapalı, ifade etmektedirler. Bu durum ahiret hayatını ve orada yaşanacakları inkâr etmek anlamına gelir. Oysa ilahî dinler hem de tarihî realite, bu dünyada yaşanan sıkıntı ve adaletsizliklerin ahiret hayatını gerektir¬diğini ve orada hem insanın bütün yönleri ile mükemmel ve eksiksiz olacağını hem de sonsuza kadar zirve seviyede mutlu yaşayacağını ortya koymaktadırlar. Sonsuzluğa namzet insanı da ancak bu hayat tatmin eder. Ancak bu hayatın dünyada yaşanabile¬ceği düşüncesine kapılmak, hedefe varmak için bütün yolların meşru sayılmasına ne¬den olacaktır ki, istismar ve aldatmaya kapı açar.

Eski Düşünce Ve Medeniyetler
Bu gün kimi kişilere çekici gelen akımların hemen bütünü, çok eski çağlarda ya¬şanmış ve tarihe karışmış öğreti, düşünce, medeniyet ve geleneklere dayanmaktadır¬lar. Hatta cazip olmalarının bir nedeni de sık sık bu espriye vurgu yapmalarıdır. Kimi Atlanta gibi eski medeniyetleri tekrar kurmakla görevli olduklarını söylemekte,7 kimisi de Amon, Babil, Mu, Maya, Eski Mısır... gibi medeniyetlerden söz ederek o dönemde yaşanan bazı pratiklerin ve o gün insanlığın içinde bulunduğu durum gereği gelişen, çoğu gizli kadim ilimlerin günümüze taşınabileceğini söylemektedir. Oysa sözü edilen medeniyetlerin yaşandığı ortam günümüze taşınamayacak kadar değişmiş ve insanlı¬ğın ruhî, kültürel ve zihnî kazanımları o günlerle kıyaslanmayacak derecede ilerlemiş¬tir. İlahî kaynaklı gerçek din açısından da durum farklı değildir. Özellikle Hz. Peygamber (sas)in peygamberlikle görevlendirilmesinden sonra insan hayatında birçok şey değişmiştir. Örneğin din (İslam), insanların manevî ihtiyaçlarını karşılamada eski hiç bir öğreti, pratik ve düşünceye gerek olmayacak şekilde kemâle ermiş; hem yaşanmış hem de ayet ve sahih sünnetle kayıt altına alınmıştır. Yüce Allah, "Bugün size dininizi olgunlaştırdım, size nimetimi tamamladım ve din olarak size İslam'ı beğendim" (Maide, 5/3) derken Hz. Peygamber de bu ayetin bir yönünü şöyle tefsir ediyor: "Ben güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim"8 Öyle ise, özellikle ahlakî ve manevî açı¬dan eskiye ihtiyaç olmayacak şekilde din tamamlanmıştır.
Değişenlerden birisi de, cin ve şeytanların daha önce kullandıkları bilgi edinme yollarının Hz. Peygamber’in bi’seti ile birlikte kapanmış olmasıdır. Edinilen ve insanlara bire bin katılarak ulaştırılan bu bilgilerin bir kısmı, net ve kesin olmamakla birlikte, ileriye dönük tahminlerin ipuçlarını içermekteydi. Kur’an-i Kerim bu konuya şöyle değiniyor: “Andolsun biz, gökte burçlar yaptık. Ve onu bakanlar için süsledik. Ve onu, her racim (taşlanmış, uydurma sözler atan) şeytandan koruduk. Ancak kulak hırsızlığına kalkışan olursa, onu da parlak bir ateş şûlesi kovalar.” (Hicr, 15/16-18)9 “Cinler dediler ki: “Biz göğe çıkmak istedik. Bir de ne görelim; orası sert ve kuvvetli bekçiler, şihablar, alevler, mermilerle doludur. Önceleri biz göğün bazı yerlerinde oturup dinleme merkezi edinirdik. Ama şimdi kim dinlemeye kalkışırsa, derhal ken¬dini gözetleyip izleyen bir alevle karşılaşır.” (Cin, 72/8-9)

Mealen verilen bu ayetlerin tefsirlerinde ana hatları ile şu noktalara yer verilmektedir:
1. İstisnasız bütün şeytanlar recimdir, yani taşlanmış ve söz uydurmaktadırlar. Zira gaybı taşlamak, yalan söylemek, halk tabiri ile atmak anlamına gelir.
2. Cinler özellikle Hz. Peygamber’den önceki (ağırlıklı olarak fetret ve cehalet) dö¬nemlerde, insanları sapık düşüncelere sevk etmek için, manevî âlemde kulak hırsızlığına kalkışmışlardır. Önce şu noktaya dikkat çekmek istiyoruz: Başta filozof ve mutasavvıflar olmak üzere, birçok bilgin, insanların yaratılışları itibariyle farklı özellikler taşıdıklarını belirtmektedirler. Bu noktada ana hatlarıyla beş ayrı sınıftan söz ederler ki, bunlar şöyle sıralanabilir.

Peygamberler: Bu insanlar Allah tarafından üstün özelliklerle yaratılmış seçkin kişilerdir. Bu özellikler ve kabiliyetlerinin yanı sıra, kendileri tarafından hiç bir gayret gösterilmeden Allah tarafından vehbî bir arınmışlığa tabi tutulmuşlardır. Dolayısıyla maddi hiç bir perde ve engel onları, ne aklen ne de ruhen bir bulanıklığa sürükleyemez.

Her peygamberde şu ortak özellikler bulunur:
aa. Emânet: Emânet, peygamberlerin kudsî görevlerini yerine getirmek hususunda ve her konuda emin ve güvenilir olmalarıdır. Bütün peygamberler son derece emin, güvenilen dürüst ve seçkin şahsiyetlerdir. Onlardan asla her hangi bir hiyânet mey¬dana gelmez. Çünkü, Allah Teâlâ, ilâhî vahyini, peygamberlik şeref ve vazifesini hain¬lere değil, ancak her bakımdan emin olan sâdık kullarına verir. Peygamberlerini bu gibi emin, sâdık ve dürüst kulları arasından seçer.
bb. Sıdk: Sıdk, peygamberlerin, ilâhî hükümleri, emir ve yasakları insanlara tebliğ¬de ve verdikleri her türlü haberde doğru sözlü, sadık olmalarıdır. Aksi halde, insanları kendilerine inandırmaları ve onları irşad ederek doğru yola sevk etmeleri mümkün olmaz. Çünkü yalan söylemek, büyük bir günah olduğundan, peygamberlerin "ismet" ve "emanet" sıfatlarıyla bağdaşmaz.
cc. Fetanet: Fetânet, peygamberlerin üstün bir akıl ve zekâya, kuvvetli bir hâfıza ve yüksek bir ikna gücüne sahip olmalarıdır. Her peygamberin, şerefli ve yüce olduğu kadar da ağır ve çok mesuliyetli olan peygamberlik görevini eksiksiz ve mükemmel bir şekilde yerine getirebilmesi için, böyle üstün bir zekâya ve yüksek vasıf ve yetenekle¬re sahip olması gerekir. Aksi halde, gönderildikleri milletlere karşı kuvvetli hüccet (kesin delil) ikame edemez, onları ikna veya ilzam işin gerekli güzel mücadeleyi ya¬pamazlar; kendilerine inananları irşad ederek onları hak ve hidayete sevk edemezler.
dd. İsmet: İsmet, peygamberlerin gizli ve aşikâr her türlü masiyetten, günahtan ve peygamberlik şerefiyle bağdaşmayacak hareketlerden uzak bulunmalarıdır. Zira, eğer peygamberlerin günâh ve suç işlemeleri veya ismet ve nezâhete yaraşmayan uygun¬suz hareketler yapmaları onlar hakkında caiz olsaydı, biz insanların da onlara uyarak çirkin şeyler yapmamız normal karşılanır ve günah sayılmazdı.
ee. Adalet: Her peygamber, Allah’ın adl sıfatını temsil etmiş ve her konuda adaletli davranmıştır.
ff. Davet: İnsanları Allah’ı birlemeye (tevhid), O’na ibadet etmeye, her türlü güzel ahlaka, barış ve esenliğe, iffetli ve diğergam olmaya, yardımlaşmaya vs. davet etmiş¬ler; her türlü kötülük ve fuhşiyattan da men etmeye çalışmışlardır.
gg. Peygamberler, içinde bulundukları toplumun asalet ve prestij açısından en seçkinleridir.
hh. Doğruluklarını belgeleyen ve kanıtlayan olağanüstü haller ve durumlar göste¬rirler.
ıı. Kâhinlerin aksine açık renk giysilerden hoşlanırlar. Kâhinler daha çok, şer ve kötülüğün simgesi olan siyah renkten hoşlanır ve kullanırlar.

İşte bu temel özelliklere sahip olan peygamber, Allah tarafından, bazen direkt ba¬zen de melek vasıtasıyla bilgilendirilmektedir. Bu bilgilendirmeye, değişik derece ve kısımlarıyla genel olarak vahiy denir. Üstün bir yaratılış, seçilmişlik, arınmışlık ve genel bir koruma ve terbiye, vahiy gibi yanılmaz ve beşeriyet üstü bir bilgi kaynağı ile bir araya gelince veya bunlar bir şahsiyette birleşince peygamberlik hali ortaya çıkmaktadır.

a. Veliler: Veli Allah’ın dostluğunu kazanmış kişidir. Allah tarafından
kendisine verilen üstün bir yaratılış ve kabiliyetin yanı sıra, çalışıp didinerek nefsini
arındırmış ve vahye göre ikinci derecede aydınlanma kaynağı olan ilhama mazhar
olmaya ehil hale gelmiştir. Elbette vahiy ve ilham arasında farklar vardır. Ezcümle,
ilham kişisel ve sübjektif olup dinî açıdan bağlayıcılığı söz konusu değildir; icitihadî
ilim türünden olduğundan yoruma muhtaç olabilir; dinî ahkâm için delil olmaz;
Kur’an ve sünnete uygunluğu ölçüsünde kabule şayandır; melek gibi bir aracı olma¬
dan direkt olarak kalbe ilka edildiğinden adeta şahitsizdir; ilhama mazhar olan ve ona
inanan kişiler için izaha muhtaç bazı konularda aydınlatıcı ve yol gösterici olabilir vs.
İlhama mazhar olan kişi, kişisel ahlak açısından peygamberin izinde olduğu gibi, gaye,
hedef ve metot olarak da tıpkı peygamberler gibi hareket etmektedir; zaten onların
manevî cephedeki varisleridir. Onları bundan sonra vereceğimiz kişilerden ayıran
temel özellikleri de bunlardır...

b. Yogiler ve Benzerleri: Bu kişiler de yaratılıştan bazı üstün kabiliyetlere sahiptirler. Ayrıca kişisel gayretleriyle nefislerini de bir ölçüde arındırırlar. Ancak sağlam bir Allah inancına ve peygamber gibi vahiy alan bir rehbere sahip olmadıkları için,
ne ilhama mazhardırlar ne de kişisel ahlak, hedef ve metot itibariyle hayır ve güzellikler peşindeler.

c. Kâhinler: Bu kişiler de yaratılıştan diğer insanlara nazaran üstün bazı özellikler taşırlar. Ancak kişisel gayretleri ile de olsa bir arınmışlık elde etmemişlerdir. Zaten arınmışlığa inanmadıkları gibi böyle bir zahmete de katlanamazlar. Bundan
ötürü de ilhama mazhar değillerdir. Ancak bu kabiliyetlerini bazı aletlerle destekleye¬
rek (konsantre olmak için) ve cinlerin verdiği çoğu yalan bilgilere dayanarak bazı sıra
dışı bilgilere sahip olma gayreti içine girmektedirler. Alet olarak cam küre, rakamlar,
yıldızlar, burçlar, el izi, zar, domino taşları, iskambil kâğıtları, kaptaki su, kahve telvesi, kuş, güzel ve etkileyici söz vs. kullanılmaktadır. Bu arada cinlerden de yararlanmaktadırlar.

Cinlerden yararlanma konusunu önemine binaen bir az açmak gerekir.
Ayet ve hadislerde ifade edilen kulak hırsızlığı 10 Müslüman olmayan cinlerin/şeytanların, ilahî/semavî bazı bilgileri elde etmek için başvurdukları bilgi edinme yoludur. Müslüman cinler Kur’an ve sahih sünnet vasıtasıyla bu ihtiyaçlarını giderdikleri için kulak hırsızlığına teşebbüs etmemişlerdir. Kâfir cinlerin bu işten gayeleri, manevî ihtiyaçlarını gidermek değildir elbette. Aksine ilahî mesaja alternatif oluşturmak
ve böylece insanlığı sapıklığa sürüklemektir. Kâhinlik, büyücülük, falcılık, ruh çağırma,
tapınak şövalyeliği, satanizm, okültizm, ezoterizm, teozofi, ufoculuk, vb oluşum ve
hususların bütünü bu mastır planın birer parçası hükmündedirler. Yoga, meditasyon,
Zenbudizm, Kabbala, Masonluk, vb. oluşumların da son noktada dayandığı ve hedeflediği husus bundan çok farklı değildir. Ancak dayanak noktaları Hz. Peygamber’in bi’seti ile birlikte yıkılmıştır. Zira, yukarıda meallerini verdiğimiz ayetlerde, cinlerin artık gökten haber alma yollarının kapandığı açıkça ifade edilmektedir. Bu iş için kul¬lanılan şihapların ise, maddi bir şey olmaktan çok Kur’an ve nübüvvet nuru olduğu anlaşılmaktadır. Nitekim Hz. Peygamber (sas), kişinin tuvalet veya cinsel ihtiyacı için soyunduğunda “besmele” çekerek kendisini gözleyen cin ve şeytanları kovmasını emretmiştir.11 Başka bir hadis-i şerifte ise, Hz. Peygamber (sas) ve ashabını namaz kılarken gören ve namazda Kur’an okuduklarını işiten cinlerin, semadan bilgi edinme¬lerine engel olan şeyin bu okunan Kur’an olduğunu söyledikleri ifade edilmektedir.12 Elmalılı da şu ifadeleri kullanıyor: “Kısacası atılan bu şihaplar, cinlerden sema haber¬lerini kesmiş, gök kapılarını birer asker gibi tutmuştur. Bu ise, maneviyatlarını, yalan¬larını, sefahet ve tuğyanlarını yakan hakikat nurlarını anlatıyor. Onlar da, Muhamme-dî gökten parıldayan ateşin ayetler ve mucizelerdir ki, onun karşısında insan ve cin şeytanların ödleri kopmuş, dilleri tutulmuştur. Bu tecrübeleri yaşamış olan cinler ar¬tık eskisi gibi gaybten dem vurmaya kalkışmayıp, yalan söylemekten sakınarak ilerisi hakkında bilgileri olmadığını ortaya koymaktadırlar.”13

Ancak şunu eklememiz gerekir: Bu gün olduğu gibi, Kur’an ve nübüvvet nurunun insanlık semasında yeterince parlamadığı, gereğine uygun hayata hayat olmadığı dönemlerde cin ve şeytanlar in¬sanlığı sapıtmaya devam edecek ve bu işe daha çok hız vereceklerdir. Elbette semavî her hangi bir bilgi elde edemezler, dolayısıyla söyleyeceklerinin tamamı yalan ve at¬madan ibaret olacaktır. Bununla mücadele etmenin yolu Kur’an ve nübüvvet nuru¬nun tekrar insanlığın hayatına bir ruh gibi girmesidir.

Şihap konusunda şu mülahaza da gözden uzak tutulmamalıdır: Bunlar henüz ne oldukları bilimsel yöntemlerle bilinemeyen şeyler de olabilirler. Maddenin başka bo¬yutlarını da konu edinebilecek yeni bilimsel metot ve teknikler gelişirse belki konu daha detaylı bir şekilde anlaşılabilir. Dolayısıyla gözle görülen yıldız kaymaları ile bu¬nu açıklamaya kalkışmak yeterli ve uygun değildir.14

Konumuzla ilgili Mülk süresinde geçen, “o yıldızları şeytanların taşlanması/gaybı taşlamaları için aracı kıldık” (Mülk, 67/6) ayetinin tefsirinde falcı ve astrologlara da işaret edildiği belirtiliyor. Örneğin şöyle deniyor: Gaybı taşlamak, bir takım zan ve vehimlerle gaybten haber vermeye kalkışmak, bu yolla bilgiçlik taslayarak halkı al¬datmak ve Allah’a isnat edilmesi gereken (zira sadece O bunları sonsuz ilmiyle bilir) konuları, yıldızların konum ve özelliklerine dayandırarak bilimsel yetkisini kötüye kul¬lanmak demektir. Böylece yıldız ve burç gibi şeyler, halkı şirke ve yanlış düşüncelere sevk etmek için birer araç ve bahane olmuş olurlar. Ayette zikri geçen şeytan kavra¬mı, yukarıda anlatıldığı şekilde davranan falcı, müneccim, astrolog, kâhin, vb. adlarla anılan kişiler de girmektedir.15 Zira bunlar da şeytanların yaptığını yapmaktadırlar. Zaten Kur’an-ı Kerim’in son ayetinde de hem cinlerden hem de insanlardan olan şey¬tanların şerrinden Allah’a sığınılması dile getirilmektedir. Aslında bu ayet-i kerimede, cin ve şeytanlardan bile korunan, onların insanlardan çok geniş olan manevra kabili¬yetlerine rağmen yanaşamadıkları semavî âlemlere, astrolog ve yıldız bilimci geçinen kişilerin uzanmalarının ve bilgi sahibi olmalarının mümkün olmadığı vurgulanmaktadır.

d. Diğer İnsanlar: Bunlar daha önce zikri geçen kişiler gibi yaratılıştan üs-
tün bazı özelliklere sahip olmadıkları gibi arınma gayreti de göstermezler. Bu arada kâhinler gibi cin ve alete de başvurmazlar. Ancak Hz. Peygamber (sas) tarafından nübüvvetin kırk altıda biri olarak ifade edilen rüya halinde bazı bilgiler elde edebilirler. Ancak sadık olan bir rüya (çünkü Kur’an tarafından adğas u ahlam –karışık hayaller-türünden rüyalar olduğu da ifade edilmiştir) tıpkı ilham gibidir. Yani kişisel, sübjektif, yoruma muhtaç, dinî açıdan delil olmayan, sadece gören için aydınlatıcı bir şeydir. Elbette peygamberlerin gördüğü ve yorumladığı rüyalar istisnadır. Ayrıca ölüm anı, delilik hali vb. durumlarda da dünya ile ruhî ilişki adeta sıfırlandığından her insan sıra dışı bazı bilgiler verebilir.

Aktardığımız bilgiler ışığında şu neticeye varmak mümkündür: Hz. Peygamber’e ulaşıncaya kadar geçen eski medeniyetlerin hemen çoğunda cin ve şeytanların kırıntı¬lar halinde insanlara ulaştırdığı bilgilerin, sihir ve benzeri ilimlerle geliştirilerek o gü¬nün insanını yoldan çıkarma gayret ve uygulamalarının olduğu görülmektedir. Elbette insanlık başı boş bırakılmamış ve zaman zaman peygamber görevlendirilmiştir. Bunun ötesinde sihir ve büyünün çok yaygın olduğu Babil’de Hz. Süleyman döneminde, in¬sanları kâhin ve büyücülerin şerrinden ve aldatmalarından korumak için bir de melek¬ler görevlendirilmiştir. Harut ve Marut adında iki melek, büyünün dayandığı esas ve bilgileri halka öğretmiş ve bu bilgilerin kötüye kullanılma tehlikesinin de olduğunu hatırlatarak insanları uyarmışlardır. Olayın anlatıldığı Bakara, 102. ayetin izahında şu ifadeler bulunmaktadır: Bu iki melek, “Biz bir imtihan vesilesiyiz, öğreteceğimiz şeyler kötü kullanılmaya müsaittir, bunun kötüye kullanılması küfürdür, sakın bunu öğrenip küfre girme” şeklinde öğüt vermedikçe gelişi güzel kimseye öğretmezlerdi. Şeytanlar ise, her şeyi kötüye kullanarak ve irtibat kurdukları büyücüleri de yoldan çıkararak büyüyü, aile saadetini bozmak, insanları birbirine düşürmek, vahyin ışığından soğut¬mak neticede küfre gitmelerini sağlamak üzere kullanıyorlardı.16

Günümüzde tekrar diriltilmek istenen gizli ilimlerin, peygamberlere gönderilen ilahî mesaj değil de cin ve şeytanların yalan yanlış insanların önüne koyduğu ve hida¬yete ermeyen çoğunluğun tabi olduğu bu tür bilgilerden oluştuğu anlaşılmaktadır. Şeytan’a sık sık vurgu yapılamasının nedeni de bu olmalıdır. Hatta Şeytan’ın Cennette Hz. Adem ve eşine bir anlık yaptırmaya başladığı ancak neticelendiremediği isyan ve delaleti, bu dünyada tamamlamak üzere kolları sıvadığı da söylenebilir. Satanizm ve benzerlerinin gerisinde bu ve benzeri düşünceler de aranmalıdır.

Örneğin Hz. Musa’nın yaşadığı dönemde Amon medeniyeti hâkimdi ve bu mede¬niyette büyücülük büyük bir rol oynamaktaydı.17 Ondan ötürür de Firavun, resmi ra¬hipler olan büyücüleri Hz. Musa’nın karşısına çıkarmıştı. Hz. Musa da onların anlaya¬cağı bir dille mucizeler göstererek hidayete ermelerine vesile olmuştu. Dikkat edilirse sözü edilen akımlar tarafından Amon medeniyetine vurgu yapılmakta ve tekrar dirilti-leceği, kurtuluşun bunda olduğu söylenmektedir. Hz. Süleyman dönemindeki Babil medeniyetinde de yaygın bir şekilde büyü vardı. Kur’an durumu şöyle açıklıyor: “Tut¬tular Süleyman’ın hükümranlığı hakkında şeytanların uydurdukları sözlere tabi ol¬dular. Halbuki Süleyman küfre girmemişti. Fakat asıl o şeytanlar küfre girmişlerdi...” (Bakara, 2/102) Şeytan-cin-büyü ilişkisi gözden uzak tutulmamalıdır.

Kısacası artık o dönemler kapandı. Hz. Muhammed (sas)’in bi’setinden sonra bü¬tün inanç ve pratikleriyle o dönemi tekrar insanlığın önüne koymak mümkün olmayacağı gibi, böyle bir girişim insanlığın ilerleme ve gelişimini de hiçe saymak olur.

Kâmil/Yetkin/Kozmik İnsan (Logos/Kelam)
Olağan üstü denebilecek güçlere sahip olma, maddeye ve tabiat olaylarına söz ge¬çirme, geleceği bilme, her yönüyle mükemmel bir insan olma, yüksek bilinç seviyesi¬ne yükselme... kısacası tasavvuf ehlinin tabiriyle kâmil insan yeni tabirle yet¬kin/kozmik insan olma vaat, arzu ve arayışı da ayakların kaydığı zeminlerden birisidir. Nitekim konumuz olan akım ve tarikatlar propagandalarında şu tür ifadeler kullan¬maktadırlar: “Uzay uygarlığına ulaşmak, bir üst dereceye yükselmek, kozmik insan olmak, yedinci bilinç seviyesine yükselmek vs. istiyorsanız bize katılın!”

Genelde İslam’ın özelde ise tasavvufun insana bakış açısına kısaca değinerek bu konuda aşırıya gitmenin yanlışlığına işaret etmek istiyoruz. İnsan yaratılmış varlıklar arasında mükemmel bir yaradılışa sahiptir. Ahsen-i takvim (et-Tin, 95/4) sırrına mazhardır ve Allah’ın sıfatlarından bazı tecelliler taşımaktadır. Böyle olmakla birlikte, Allah’a nazaran eksik olan bir varlıktır. Çünkü mutlak kemâl sadece O’na aittir. Kur’an-ı Kerim’in insanla ilgili bir kaç ayeti şöyledir: Meleklere hitaben şöyle deniliyor: “Onu düzenleyip insan şekline koyduğum ve ona ruhumdan üflediğim zaman hemen ona secde edin.” (Hicr, 15/29; Sad, 38/72) “Biz insanı en güzel biçimde yarattık.” (Tin, 95/4) “Allah sizi yer yüzünde halife yaptı.” (En’am, 6/165) “Gerçekten insanoğlunu şerefli/kerim kıldık.” (İsra, 17/70)

Bu ayetlerde insanın ilahî, sermedi, lahutî ve batınî bir yönünün bulunduğu ortaya çıkmaktadır. Elbette insanın eksikliğini, yetersizliğini, isyankârlığını, nankörlüğünü, zayıflığını... vurgulayan ayetler de vardır. “İnsan zayıf yaratılmıştır.”(Nisa, 4/28) “Doğrusu insan hırslı ve huysuz yaratılmıştır.” (Mearic, 79/19) vb.

Ancak tasavvuf geleneğinde özellikle de vahdet-i vücûd anlayışında, insanın daha çok birinci sırada zikredilen özellikleri öne çıkarılarak bir insan-ı kâmil anlayışı geliştirilmiştir. Özeti şudur: Allah fiil ve isimleri ile bilinir (malumdur). Bunların tecelli alanı ise varlık ve olay¬lardır. İnsan ise, varlığın hem nüvesi (çekirdeği/özü), hem de meyvesidir. Aynı zamanda Allah’ın halifesi olan insan kemâl derecesine ulaşınca, Allah’ın zat, sıfat ve isimlerinin en mükemmel şekilde tecelli ettiği varlık olur. O Allah ile âlem arasında, zahir ile batın arasında bir berzah (ara)tır. O, bütün ilahî kemâl manaları kendisinde gerçekleştiren kişidir. Âlem Allah’ın tecelli ettiği bir aynadır. İnsan-ı Kâmil bu aynanın cilasıdır. “Allah Adem’i kendi sûretinde yarattı.”18 Bu durum Hz. Adem’den sonra da devam etti, nebiler ve veliler bu özelliği taşıdı.
Sûfîler, insan-ı kâmilin, Allah ile âlem arasında yer alması konusunu işarî yönden şu ayetle açıklamaktadırlar: “O iki denizi salıverdi. Birbirlerine temas ediyorlar, ara¬larında bir engel vardır, birbirine geçip karışmıyorlar.” (Rahman, 55/19-20) Bu ayetlerin ışığında, Allah ile insan-ı kâmilin birleşmesi (ittihad) birbirine girip karışması (hulûl) görüşleri de kendiliğinden çürümektedir. Onun için insan-ı kâmil vasatı camiadır.

Diğer taraftan insan-i kâmil, din ve diyanet adına örnek bir tiptir. İman, İslam ve ihsan onun yol ve yörüngesi, Allah rızası hedefi, Hakk’ı sevip sevdirmek vazifesi, cen¬net ve Cemalullah da bu düşünce ve aksiyonun sürpriz semeresidir. Varlık ve olaylarla ilgisi ve müdahalesi açısından insan-i kâmil yeryüzünde Allah’ın halifesidir. (el-Bakara, 2/30) O her zaman kendi konumun farkındadır. Her şeyin Allah’tan geldiği şuuruyla kendi yaratılmışlık ve kulluk sınırlarını korumada hassas hareket eder; ne mazhariyet¬lerini şatahat vesilesi yapar, ne de ayinedârlığını ayniyet iltibasına düşer.

Tasavvuftaki insan-ı kâmil özel anlamda ve zirve seviyede Hz. Muhammed (sas)’dir. Her ne kadar bütün nebiler ve onlardan sonra da veliler birer insan-ı kâmil iseler de Allah’ın bütün isimlerini kemâl derecede temsil etmezler. “Herkesin kabili¬yetine vabestedir âsâr-ı feyzi” ifadesi buna işaret etmektedir. Bütün enbiya ve evliya¬da icmal edilen isim ve sıfatlar tafsilî bir şekilde Hz. Muhammed (sas)’de tecelli etmiş¬tir. Kemâli isteyen bir kimse için bütün mertebeleri aşarak Hakikat-ı Muhammediye’ye ulaşmak bir idealdir. Onun için tasavvuf büyükleri ferdî anlamda insan-i kâmil olabilme idealini sürekli canlı tutmuşlardır. Kozmik anlamda en mü¬kemmel varlık olan insan, bu durumunu fert planında da gerçekleştirebilmek için marifet ufkuna yükselmeye ve ilim-amel bütünlüğünü sağlamaya gayret edecektir.

Yapılan izahlardan konuyu şu başlıklar halinde müşahhaslaştırmak mümkündür.
Vahdet-i vücûd felsefesinde, vücûd mertebelerinin yedili tasnifine göre ikinci mer¬tebe taayyün-i evvel adını alır. Buna aynı zamanda Hakikat-ı Muhammediye veya insan-ı kâmil adı da verilir. Hakikat-ı Muhammediye, zaman ve mekan sınırlarının dışında saf metafizik bir olgudur. Tasavvuf kitaplarında birçok üstün niteliklerin atfedildiği mertebe/manevî (kozmik) varlık budur. Vahdet-i vücûd felsefesinin merâtib-i vücûd izahına göre bu mertebeyi Zat’tan ayırmak mümkün olmadığı gibi O’nunla aynı saymak da mümkün değildir. Zira aralarında fark vardır. Konunun diğer unsurlarını da göz önüne alınca üçlü bir tasnif ortaya çıkmaktadır.

a. Peygamberler: İlk peygamber Hz. Adem’den son peygamber Hz. Muhammed’(sas)’e varıncaya kadar bütün peygamberlerin manevî ve batını varlığı, derecesine göre, bu olgunun birer temsilcisi olmakla birlikte son peygamber zirvede yer almaktadır.

b. Ricalu’l-Gayb: Tasavvufî anlayışta kâinatı manen idare eden ricalü’l-gayb ve
bunların başında yer alan ve genelde kutup adı verilen kişi ikinci derecede Hakikat-i
Muhammediye’den nasibini almaktadır. Her ne kadar kutup da mükemmel bir insan
ise de birinci şıkta bulunanların seviyesinde değildir.

c. Kâmil insan: Bunu da iki şıkta incelemek daha açıklayıcı olabilir.
1. Mürşid: Seyr u sulûk esaslarına göre ruhî eğitimini tamamlamış, irşada ehil olup mürşidi tarafından irşadla görevlendirilen kişidir. Kâmil ve mükemmil bir şahsiyettir. Her tarikat mensubunun kendi şeyhini bu makamda görmesi normaldir, hatta feyiz alabilmesi için bu anlayışta olması tavsiye edilir.
2. Kâmil mümin: İster bir tarikata intisab etmiş olsun
ister olmasın, Kitap ve sünnete göre Allah’ı tanıyıp mükemmel bir islamî hayatı ve
düşüncesi olan her mümin bu gurupta değerlendirilebilir.

Yukarıda verdiğimiz tasnif tasavvufî eserlerde geçmemekle beraber, konunun an¬laşılması için tarafımızdan düzenlenmiştir.19 Gaye her insanın şeyhini Hakikat-ı Muhammediye makamının sahibi veya kutup görmesinin yanlışlığına ve tasavvuf kar¬şıtlarının bu noktaya yönelik tenkitlerinin yersizliğine işaret etmektir.20 Elbette bu tasnif işin erbabı tarafından yapılacak tenkit ve izahlara açıktır. Ayrıca kâmil insan meselesi kozmolojik bir yöne de sahiptir ve tasavvufî/felsefî eserlerde Hakikat-ı Muhammediye, Nur-i Muhammedî, yetkin insan, kelime (logos) vb. başlıklar altında yer almaktadır.

Kısaca değindiğimiz İslam Tasavvufundaki kâmil insan düşüncesi, aşkın bir Allah ve O’nun kulu olan insan ayırımına dayandığından, bu konudaki en tutarlı ve dengeli düşünce olmasına rağmen, yanlış anlaşılmalara neden olabilecek bazı aşırı yorumlar yapıldığından ötürü bazı İslam alimleri tarafından kısmen tenkide uğramıştır.

Konumuz olan akımlarda ise, Allah -haşa- yok sayılarak O’nun yerine insan konmakta ve her şeye gücü yeten bir yaratıcı edasıyla karşımıza çıkarılmak istenmektedir. Bu da kişilik bozulmalarına ve her istediğini yapmaya kalkışma sendromuna ne¬den olmaktadır. Şeytana alet olma da bu noktada başlamaktadır. Allah’a kulluğu reddeden kişi yabancılaşarak hürriyetini kaybedecek ve Allah’ın dışında her şeyi mabud/ilah edinmeye açık ve hazır hale gelecektir. Zira üzerinde yaratılmış olduğu fıtratıyla ters düşmüştür.

Maddeler halinde özetlersek:
Tasavvuftaki kâmil insan anlayışında,
a. Hiç bir insan Allah mertebesine çıkamaz ve O’nun niteliklerini elde edemez.
b. Hakikat-ı Muhammediye dahil olmak üzere, ilk taayyün seviyesinde bile olsa, Allah’tan başka her şey yaratılmıştır.
c. Abd ve mabud ayırımı yapılarak, kişinin hiç bir seviyede ilahlaşma id¬
diasına kapılmaması, dolayısıyla ibadetten uzak durmaması gerektiği vurgulanmıştır.21

Konumuz olan akımların kâmil insan anlayışında ise,
a. Aşkın bir Allah anlayışı olmadığı gibi, hemen hiç birinde Allah inancı da
bulunmamaktadır. Buna bağlı olarak elbette ahiret, nübüvvet, vahiy vb. inançlar da
bulunmamaktadır.
b. İnsan her şeyden üstün görülerek, Firavnvarî bir benlik, kibir ve ken¬
dini beğenmişlik girdabına sürüklenmektedir. Dikkat edilirse tasavvufî eğitiminin te¬
mel hedeflerinden birisi benliği yıkmaktır, onu sıfırlamaktır.
c. Allah’a kul olup ibadet etmesi engellenerek kişi, her şeye kul olma gibi
bir tehlike ile karşı karşıya bırakılmaktadır.
d. Vadedilen seviye yakalanamayınca -ki bu mümkün değil- mutsuzluk
başlamakta, ruhî ve psikolojik hastalıklar, bazen de ferdî veya toplu intiharlar yaşan¬
maktadır.
e. İnsana, her şeyi yapma güç ve yetkisi olduğu, her şeyin hâkimi olduğu
hissi verilerek, kontrolsuz davranmasına ve tabiatı tahrip etmesine kapı açılmaktadır.
Oysa tasavvufta, canlı-cansız her şeyin Allah’ın bir yaratığı olduğu ve O’ndan ötürü
sevilmesi ve korunması gerektiği vurgulanmaktadır.

İlahî Kaynak ve Bağ
Allah (cc) ilk insan olan Hz. Adem’e isimleri öğretti ve onu nübüvvetle görevlendirdi. Nelerin öğretildiğine dair değişik yorumlar yapılmaktadır, ancak tasavvuf ehli Hz. Adem’e verilenler arasında dinin manevî/derunî yanını oluşturan ilahî bir feyz/nurdan da söz ederler. Feyz veya feyz-i ilâhı kavramı Tasavvuf literatüründe iki anlama gelir: Birincisi, ilâhî gerçeklerin insan kalbine nüzulü anlamında marifet nazariyesi ile; ikincisi ise, sûfi kozmoloji ile ilgili olarak kullanılır.

İbnu’l-Arabi, “kurb-i nevafil” hadisini Hakk’a ve hakk’ın şamil ve kapsayıcı sureti olan insan-ı kâmilin suretine daha yakın bazı varlıkların bulunduğuna delil olarak zik¬retmiştir. Fakat gölgenin varlığını ispat ettiğimiz için varlığın en latif gölgesi olan insan-i kâmilde bile Hak ve kul ikiliğinden bahsetmeye devam edeceğimize göre, daha kesif ve karanlık olan gölgeler hakkında ne diyebiliriz.” Afifi, Fususu’l-Hikem Okumaları İçin Anahtar, 209.

Mutasavvıflara göre Hak’tan gelen feyiz (bilgi ve ruhanî zevk hali) Hz. Cebrail vasıtasıyla peygamberlere, oradan peygamberlerin manevî cihetten varisi olan velilere, onlar aracığıyla da insanlara ulaştığından feyzin asıl kaynağı Allah’tır. Daimi olan ilahî feyz, ya teveccüh metoduyla veliler aracılığıyla insanlara ulaşır ya da tecelli yoluyla gerçekleşir. Teveccüh, mürşidin bütün manevî gücünü müridin kalbine yöneltmesi ve bu yolla ona bu gücü aktarmasıdır. Bu durum müridin ruhunda filizlenmelere neden olacak bir manevî aşılamadır. Böylece müridin ruhî kapasitesinin arttırılması hedefle-nir22. İlk vahyin aktarılması sırasında Hz. Cebrail’in Hz. Peygamber (sas)’i kucaklayıp sıkmasını23 delil olarak zikreden Tahanevî (1863-1943) şu açıklamayı yapmaktadır: “Meleğin Hz. Peygamber (sas)’i sıkmasına gelince, emredilen vahyi belleyebilmesi, kapasitesini kuvvetlendirmesi ve tekmil olması için bu gerekiyordu. Bu amaç ile me¬lek bir kaç defa Hz. Peygamber (sas)’i sıktı. Böylelikle teveccüh gücü ve himmeti ile O’nun kalbine tasarruf edebildi.”24

Nazar ise, mürşidin müride ve sülûk ehline bakışıdır ki bu bakış ruhlarına tesir ederek gönüllerini feyizle doldurur, ruhlarını olgunlaştı-rır. Bu nazarın eğitici ve yetiştirici özelliği olduğu için “veliler müridlerini kaplumbağanın yavrularını yetiştirmeleri gibi nazarla yetiştirirler”25 denilmiştir.26 Sülemî, nazar¬la ilgili şu açıklamayı yapmaktadır: “Hekimler (şeyhler) müridlere nazar ettiklerinde, müridlerin üzerinde, onların ettikleri nazar ölçüsünde bereketler hâsıl olur. Çünkü Hz. Peygamber (sas), “Beni görene ne mutlu ve beni görmüş olanı görene ne mutlu”27 demiştir. (...) Hz. Peygamber (sas)’in nazarı, halleri ölçüsünde ashabına tesir etmiştir. Bu tesir, onlardan şeyhlere ve müridlere geçmiştir ve ta dünya hayatının sonuna kadar böyle sürüp gidecektir.”28

Kelime olarak görünme, belirme, ortaya çıkma ve Allah’ın husûsî lütuflarına nail olma demek olan tecelli ise, tasavvuf literatüründe şu şekilde açıklanır: Cenab-ı Hak’tan gelen marifet nurları sayesinde, salikin kalbinde ilahî sırların ayan olması halidir. İlk durum manevî bir silsile şeklinde devam eder. Onun için silsile meşruluğun ve güvenirliliğin bir göstergesi olarak kabul edilir. İlm-i ledün, keşf, tasarruf, bereket, himmet, feth, ilham, hads (sezgi), Nur-i Muhammedî ve istifaza gibi kavramlar da konuyla ilgilidir.
Tasavvuf ehline göre Nur-i Muhammedî ezelîdir. Zaman içinde nesilden nesile inti¬kal etmiş, Hz. Adem, Hz. Nuh, Hz. İbrahim ve diğer peygamberlerin suretinde; son olarak da peygamberlerin sonuncusu olan Hz. Muhammed (sas)’in suretinde zuhur etmiştir. Dolayısıyla Hz. Adem’den Hz. Muhammed (sas)’e kadar bütün peygamberler Nur-i Muhammedî’nin varisleridir ve aynı kaynağa bağlıdır.

Çok kısa bir şekilde değindiğimiz feyz-i ilahî konusu basit ifadelerle söyleyecek olursak bize şunu ifade etmektedir: Mana âleminde yol alabilmek için manevî olarak Cenab-ı Hak’a ulaşan bir bağ gereklidir. Bu da genel olarak sağlam bir ulûhiyet ve peygamberlik inancını; özel olarak da Hz. Muhammed gerçeğini anlamayı gerektirir. Kişi ona olan bağlılığı ve yakınlığı derecesinde kendisini gerçekleştirir ve Allah’a kurbiyet kazanarak varidata açık hale gelir. Diğer taraftan, insan dahil bütün varlık Allah’ın isim ve sıfatlarının tecellisi olduğundan, uluhiyet konusundaki yanlış inanç ve değerlendirmeler kişiyi her türlü feyzden mahrum edecek büyük bir tehlikedir ve çıkmaza sürükler.
Batı mistisizmi dahil bu alanda söz söylemeye kalkışan akımları, ferdî bazı kaza¬nımlar ve hazlar istisna edilirse, semeresiz kılan ve bazen çıkmaza götüren en büyük eksiklik bu bağdan ve bütüncül sistemden yoksun olmalarıdır. Tabir yerinde ise hedef tutturulamamakta adeta konunun etrafında dolaşılmaktadır.

S. A. Nadir Şah29, Modern Batı psikolojisi ile Tasavvuf arasındaki farkı anlatmak için vermiş olduğu basit lamba örneği, üzerinde bulunduğumuz konuya da örnek olabile¬cek mahiyettedir. Bu örneğe göre “psikoloji, lambanın boyu, ağırlığı ve yapıldığı mad¬deler gibi özelliklerini incelemektedir. O bir yer lambası mı yoksa masa lambası mı? Gece lambası mı yoksa okuma lambası mı? Ağırlığı ne kadardır ve bu ağırlık nasıl dağılmış? Gölgeliğinin şekli nasıldır? ... Tüm bunlar değişebilen özelliklerdir.

Benzetmeye devam edersek, psikoterapi de lambayı koymak istediğimiz yere uy¬gun biçimde yerleştirmek için gerekli her tür değişiklikle ilgilenir. Rengi odanın rengi¬ne uygun mu, çekici mi, modeli dekorla uyum içinde mi, elektrik tertibatı sağlam mı, elektrik düğmesine kolaylıkla ulaşılır mı? vs. Psikoterapinin değişik kolları lambanın bu dış özelliklerini değiştirmekle uğraşır. Diğer taraftan kişi lambanın özelliğini ne kadar değiştirirse değiştirsin ya da incelerse incelesin fişi prize takmadığı sürece onu çalıştıramayacaktır. Lambanın ışık vermesi için bir ışık kaynağına bağlı olması gerekir. Kaynağa bağlı değilse değişikliklerin bir önemi yoktur.

Bu örnek bağlamında Tasavvuf öncelikle lambanın yapılış gayesiyle ilgilidir. Yani, lambayı yakmakla, ona işlevini gereğince yerine getirmesini sağlayacak bir bağlantı sağlamakla; lambanın şekli ya da rengi ile değil, ona ışığı temin edecek güçle ilintilidir. Sonuç olarak tasavvuf lambanın değişmeyen tek bir yanıyla ilgilenir: kaynağa bağlılık. Tasavvuf ruhun hastalığını, modern bireylerin mustarip oldukları kişinin gerçek benli¬ğinden ve Tanrı’dan yabancılaşmasını tedavi etmeye çalışır. Bu tedavi Yaşamın Kaynağı ile bağlantıda yatmaktadır.”30

Konumuz olan akım ve felsefelerin hemen bütününde, yukarıda verilen örnekte işaret edildiği gibi, Gerçek/Hakiki bir hidayet kaynağından yoksunluk, diğer bir ifade ile dayanaksızlık söz konusudur.

Konuyu aydınlatan diğer bir nokta da şudur: Modern fizik, ışığın ötesinde, ondan daha nuranî –daha ışıksal- bir vücut tanımlayamıyordu. Tanımlamaya kalktığında maddenin özelliklerinin ve sınırlarının dışına çıkıldığını fark ediyordu. Modernite ve 20. yüzyıl, maddecilikle doğdu, maddeye odaklandı ve son noktasına kadar maddeyi keşfetmeye çalıştı; maddenin sınırına geldiğinde ise ruhla karşılaştı. Öyle anlaşılıyor ki, 21. yüzyıl ruhu araştıracak ve tüm eski bilgileri aşacak şekilde onu keşfetmeye çalışacaktır.

Maddenin sınırlarını, e = mc2 formülü en kapsayıcı şekilde çizmiştir. Bu formülün dışında doğal madde tanımlanamamaktadır. Problem, bu sınırın dışında kalan alanın maddî evrenle bitişen ilk çizgisinin ne olduğu noktasında çıkmaktadır. Vücudumuzun beslendiği, ona kaynaklık eder gibi görünen, sıfırın altında, sanal veya imajinatif te¬rimleriyle tanımlanan bu alanın, bazı felsefeler tarafından Yaratıcının kendisi olarak iddia edilmesi ciddi bir yanılgıdır. Elimizdeki aynada bir güneş yansıyor, yansıyan ışığa baktığımızda ışığın kaynağının o ayna olduğunu sanıyoruz; çünkü baktığımız nesnenin bir ayna olduğunu,, aslında onun da, baktığı bir aynadan ışığını yansıttığını dikkate almıyoruz. Kendisinde boş bir yüzeyden başka hiç bir şey tesbit edemediğimiz ama tüm ışığın oradan doğduğu ve kendi içinde sanal bir Güneş gösteren aynayı – melekût- Yaratıcı’nın kendisi sanıyoruz.
Bilimin ulaştığı sınırın melekût31 alanı/âlemi olduğunu, zaman ve mekân dışında olan ruhlarımızın ve tabiat kanunlarının orada barındığını, sınırsız enerji kaynağı ola¬rak görülen o alanın veya boyutun, Yaratıcı’nın sınırsız enerjisini yansıttığını (şuunatı veya isim ve fiillerinin tezahürü) ve ruhumuzun bu anlamda, sınırsız bir enerji ile bes¬lendiğini ileri süren görüş bu yanılgıyı tashih etmektedir. ABD Princeton NEC Enstitüsü Fizik doktoru Lijun Wang’ın, ışık hızının bilinenden tam üç yüz kat hızlı hareket edebildiğini tesbit etmiş olması da bu konuda ciddi bir adımdır.32 Zira e = mc2 formü¬lünün tanımladığı alanın dışına çıkma başarıldığında, aynı anda birden fazla yerde bulunulabilen, mekan ve zaman kaydından azade dolaşılabilen ruhsallığın dünyasına, melekût boyutuna/âlemine girilmiş olur.

Tüm Uzak Doğu felsefelerinde bu alan (melekût âlemi), Yaratıcı’nın, kudretin ken¬disi, özü ve kaynağı olarak gösterilmekte ve insan bu alandan ibaret olan, Tanrının bir parçası olarak görülmektedir. Bu görüş, “sınırsız gücün kaynağı sizsiniz, siz ne isterseniz yaparsınız,” gibi asılsız ve zaman içinde depresyon üretebilecek kadar tehlikeli bir felsefeyi geliştirmiştir.

Öyle ise pozitif biliminin ulaştığı teoriler ve Doğu felsefelerine dayanılarak üretilen teknikler işe yarayacak ve değişime katkı sağlayacaktır. Ancak, Güneş gizlendiği süre¬ce sorunlara sonsuza dek tatmin edici cevaplar sunamayacaklardır. Verilen en büyük cevaba dayanılarak hayat son bulduğunda bir yerlerde eksiklik olduğu anlaşılacak fakat geri dönüp yeniden yaşama fırsatı olmayacaktır. (Münafikûn, 63/10-11) Bu gerçeği gizlemek veya bu açığı kapatmak için ise reenkarnasyon iddiası ileri sürülmüştür.33

Sonuç

Genel olarak dinimizin, özel olarak da dinî kazanımlarımızın önemlilerinden biri olan tasavvufun bu konuda söyleyecekleri olduğu kanaatindeyim.

Zira yukarıda isim¬leri zikredilen ve bir kaç uygulama ve hedefine işaret edilen düşünce, akım ve eylem¬lerin müsbet olanlarının hemen tamamının, tabir yerinde ise, yerini alabilecek, menfi olanları da ayıklayıp ortadan kaldırabilecek; üstelik tevhid dininin şemsiyesi altında ve onun bozulmamış, Allah’a bağlı prensipleri ile hareket ettiğinden, kişiyi dünya ve ahiret saadetine eriştirecek tasavvuf gibi engin bir hayat ve düşünce tarzına sahibiz. Başta eğitimli ve ekonomik yeterliliğe sahip kişileri cezbeden bu akımların uyguladığı tekniklerin ve zahiren varmak istedikleri hedeflerin, tekrar edilecek olursa, müsbet olanlarının hemen bütünü, tasavvufta bulunmaktadır. Nitekim adı geçen akımları yayanların kendileri de buna işaret ederek şöyle demektedirler: “Solunum düzenlemesi ve konsantrasyonunu da kapsamak üzere, bu kitapta anlatılan yöntemlerin çoğu
sûfîlerce de uygulanmaktadır”34

Elimizde, bu konuda yazılmış ve yukarıdaki akımlara kapılanların nezdinde bile best seller (en çok satan) olabilecek Mevlana’nın Mesnevisi gibi nadide eserler bu¬lunmaktadır. Diğer taraftan, bir fetret döneminden söz edilse bile, daha hala bu işin erbabı olan mürşitler bulunmaktadır. Önü açılsa daha ehilleri de şüphesiz yetişeceklerdir. Zira arz ve talep prensipleri nisbeten burada da geçerliliğini korumaktadır. Varsa dine aykırı tarafı, asra uymayan yönü, başta psikoloji35 olmak üzere bilimsel verilerle çatışan tarafları, onlar ayrıca tartışılır ve ehil kişiler tarafından içtihatlar yapılarak hal edilir.

--------------------------------------
DİPNOTLAR:


1 Adem Yavuz Aslan, Aksiyon, 06.05.2002
2 M. Hakan Yavuz, Zaman Gazetesi, 01.09.2002 (Yazar Mormon dinin hakimiyetinde
olan Utah eyaletinde Salt Lake City’de öğretim üyesi olarak çalışmaktadır.)
3 Aktüel Dergisi, 07. 06. 2001.
4 James Hewitt, Meditasyon, İst. 2000, 46.
5 Akif Manaf, Yoga, http://www.gizlibilimler.com/amanaf.htm’den alınmıştır. 08.11.2002.
6 Ruh, kalb, sır, hafî, ahfa gibi latifeler kastedilmektedir.
7 Aksiyon, 30 Mart 2002, s. 382.
8 Muvatta, Husnü'l- Huluk, 8; A. b. Hanbel, Müsned, II, 38.
9 Benzeri bir anlam için bak: Saffat, 37/6-10.
10 Hicr, 15/18; Buharî, Tıp, 46, Edep, 117, Tevhid, 57; Müslim, Selam, 123; Müsned, VI, 87.
11 Tirmizi, Cuma, 73; İbn Mace, Taharet, 9.
12 Buhari, Tefsir, 72/1, Ezan, 105; Müslim, Salat, 149; Tirmizî, Tefsir, 72/2.
13 Elmalılı, Hak Dini, VIII, 5403.
14 Zikredilen ayetlerin tefsiri için bak: Elmalılı, Hak Dini Kur’an Dili, 5/3051, 3049;
7/5206; 8/5382, 5404.
15 Daha geniş açıklamalar için bak: Elmalılı, a.g.e., VII, 5206.
16 Geniş bilgi ve deliller için bak: Elmalılı, Hak Dini Kur’an Dili, I, 449; Ali Osman
Ateşi, Kur’an ve Hadislere Göre Cin ve Büyü, 231 vd.
17Bak. Suat Yıldırım, Kur’an-ı Hakim ve Açıklamalı Meali, 367.
18 Buharî, İsti’zan, 1; Müslim, Birr, 115.
19 Yakın bir tasnif için bak: H. Kamil Yılmaz, Tasavvûfî Meseleler, İst. 1997, 208-216.
20 Abdulaziz Bayındır tarafından yapılan böyle bir tenkit için bak:
http://www.suleymaniyevakfi.org/kitaplar/evliya/kâmil.html.
21 “İbnu’l-Arabi, “kurb-i nevafil” hadisini Hakk’a ve hakk’ın şamil ve kapsayıcı sureti
olan insan-ı kâmilin suretine daha yakın bazı varlıkların bulunduğuna delil olarak zikretmiştir.
Fakat gölgenin varlığını ispat ettiğimiz için varlığın en latif gölgesi olan insan-
i kâmilde bile Hak ve kul ikiliğinden bahsetmeye devam edeceğimize göre, daha
kesif ve karanlık olan gölgeler hakkında ne diyebiliriz.” Afifi, Fususu’l-Hikem
Okumaları İçin Anahtar, 209.
22 Bak: S.Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, 488; E. Cebecioğlu, Tasavvuf Terimleri ve
Deyimleri Sözlüğü, 717.
23 Buharî, Bed’u’l-Vahy, 3.
24 Eşref Ali et-Tahanevî, Hadislerle Tasavvuf, İst. 1995, (Hzr: Zaferullah Davudî - Ahmed Yıldırım),239.
25 Abdurrahman es-Sülemi, Tabakatu’s-Sûfiyye, 328.
26 S.Uludağ, Tasavvufî Terimler Sözlüğü, 365.
27 A. Hanbel, Müsned, V, 248, 257, 264.
28 A. Es-Sülemî, Ariflerin Yolu, (Tasavvufun Ana İlkeleri Süleminin Risaleleri içinde) Ank.
1981, (Hzr: S. Ateş), 10.
25 Abdurrahman es-Sülemi, Tabakatu’s-Sûfiyye, 328.
26 S.Uludağ, Tasavvufî Terimler Sözlüğü, 365.
27 A. Hanbel, Müsned, V, 248, 257, 264.
28 A. Es-Sülemî, Ariflerin Yolu, (Tasavvufun Ana İlkeleri Süleminin Risaleleri içinde) Ank.1981, (Hzr: S. Ateş), 10.
29 ABD’de School of İslamic Sufism’in ruhanî lideridir.
30 Lynn Wilcox, Sufizm ve Psikoloji, (Trc. Orhan Düz) İnsan yay. İst 2001, 13.
31 İzzet, saltanat, hükümranlık gibi anlamlara gelen bu kavram, gayb alemi, ruhlar ve nefislere ait alem anlamına gelir.
32 Zaman Gazetesi, 5 Haziran, 2000.
33 133 vd. İst, 2001. Daha geniş bilgi için bak: Muhammed Bozdağ, Rusal Zeka
34 James Hewitt, Meditasyon, 145. Akaşa Yay. İst. 2000.
35 Günümüzde bir çok bilimsel çalışma, tasavvuf ehlinin uyguladığı tekniklerin, yukarıda işaret edilen akımlardaki tehlikeleri içermediğini ve, ehlinin eliyle uygulandığında, insan psikolojisini müsbet yönde etkilediğini ortaya koymuştur. Örneğin şu eserlere ve verdikleri referanslara bakılabilir: Lynn Wilcox, Sufizm ve Psikoloji, İst 2001, Spiegelman-İnayet Han-Fernandez, Jung Psikolojisi ve Tasavvuf, İst, 1994; Kemal Sayar, Sufî Psikolojisi, İst, 2000.

http://www.abdulhakimyuce.com/Makaleler/arayis.pdf


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
Eskiden itibaren mesajları göster:  Sırala  
Yeni başlık gönder Başlığa cevap ver  [ 1 mesaj ] 

Tüm zamanlar UTC + 2 saat


Kimler çevrimiçi

Bu forumu gezen kullanıcılar: Hiç bir kayıtlı kullanıcı yok ve 1 misafir


Bu foruma yeni başlıklar gönderemezsiniz
Bu forumdaki başlıklara cevap veremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı düzenleyemezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı silemezsiniz

Geçiş yap:  
cron
   Powered by phpBB © 2000, 2002, 2005, 2007 phpBB Group

Türkçe çeviri: phpBB Türkiye