|
BEDİUZZAMAN’A GÖRE ; MEHDİ, HZ. İSA VE ÂHİR ZAMAN
Hüseyin YILMAZ
“Dinler arası diyalog”, ne demek?
Harf inkılâbından beri ülkemiz, Bâbil’den farksız. Bir gecede, bin yıllık muhteşem irfânın kapıları yüzlerine kapatılan nesillerin kaçınılmaz âkibeti, birbirileriyle anlaşamamak olur. Düşünceyi insana, insanı insana taşıyan dile indirilen darbe, Cumhuriyet nesillerine önce hafıza kaybı yaşatır, sonra şuur felci. Bu, bir nevi beyin iğdişine bir de menşei belli olmayan, şekilsiz, hiç bir müştereki aksettirmeyen, neseben soysuz veled-i zina yeni kelimelerin dile tasallutu da eşlik edince, memleket açık hava tımarhanesine döner.
Mefhumların bir ittifaktan gelen mânâ ve mahiyeti, yerini dildeki büyük kargaşaya bırakır. En zayıf tarafımız olan lügat faaliyetleri büsbütün rafa kalkar. Dil adına atılan her adımın maksadı, yeni nesiller ile târihlerinin arasındaki uçurumu derinleştirmek. Savaşlar ve derme çatma mahkeme darağçlarından yakasını kurtarabilmiş bir avuc bakâya münevverin yegâne meselesi, seleflerinin akibetine uğramamak olur. Birbirileriyle giriştikleri yarış, devlet ricâline yalakalık yapmaktan ibaret. Birine göre ak olan, diğerine göre kara. Bugün bir bataklığa dikilen fidanın yeri, ertesi gün çorak bir arazi.
Reculiyetini kaybetmiş, hadım ağalarına dönmüş nesillerin muassır medeniyeti yakalama cehdi, seksen küsür yıl sonra geride bir hezimetler tarihi bırakır. Şaşkınlık ve me’yusiyet içindeyiz. O kadar ki dünyanın her tarafında târifleri mermer salabetinde olan kaç asırlık mefhumlar, bizde birer ucubeye dönüşür: Şekilsiz, müphem ve meçhul.. Mübalağa değil, Fransız İhtilâli’nden beri üzerinden geçen iki asrın neredeyse nasslaştırdığı “lâiklik” mefhumu, bizde hâlâ savaş sebebidir. “Hürriyet”, taraftarlarını meydanlarda birbirine kırdıran nâzenin. “İnsan Hakları”, tam bir ucube... Rakibin hasmına biçtiği “İnsan Hakları”nı hayvana bağışlasan, kendisini bir uçurumdan ölümün kucağına bırakır...
Anlaşamıyoruz... Târih düşmanlığından vaz geçip bin yıllık irfânımızın rehberi olan dilimizi kucaklamadığımız müddetce de anlaşamayız. Mefahirimizi târihe hapseden zihniyetin baş tacı mefhumlar, yaşlı cadıların hakîkatsiz ama büyülerle gençleştirilmiş endamları gibi, düşünce hayatımızda raksa devam ediyor. Bu cadılar karnavalında her nasılsa uyananları bekleyen âkibet, bir orta çağ afarozu. Vakitsiz uyananların ikbali söndürülüp A’raf’a sürülüyorlar. A’raf’ta yükselen seslerin bir zafer neşidesine dönmesi, yakın ihtimal
Suale dönelim. Dinler arası diyalog, ne demek?..
“Din”, belli... “Ara”, eski aşinamız, açık... “Diyalog” , harem-i ismetimize buyur edip baştacı yaptığımız ecnebî. Düpedüz ingilizce. Kelimenin bu dildeki şekli: Dialogue. Son günlerin gözde kelimesi, türkçede zaman zaman almanca yazılışı ile de boy gösteriyor: Dialog. Nasıl kullanılırsa kullanılsın; mûsikîsiz, boğuk, şekilsiz, sevimsiz bir şey... Konuşmak, söyleşmek, münasebet kurmak, temasa geçmek gibi kelimelerle karşılamak mümkün. İsim ya da sıfat değil, fiil...
Fiil’in bir hareketten haber verdiği, bütün dillerin kabulü. Hareketin menşeii, hayat... Taşlar arası diyalog, hezeyân. Ağaçlar arası diyalog, vehim yahut edibâne bir hülya... Kabul edilebilir en zayıf diyalogun tarafları, hayvan. Zirve, insanlar arası diyalog. Diyalogun tabiî tedaisi, taraflarının insan olduğu. Dinler arası diyalog, hangi tasnife yakın? Bu hilkat garibesi terkibi, nereye oturtacağız... Bu galata doğru bir yer bulmak imkânsız, hiç bir dilde bu yanlışın yeri yok. Bizde itibar görmesi anlaşılır gibi değil. Olsa olsa dildeki cinnetimizin sıradan bir tezâhürü.
Dinler arası diyalog, yanlış. Doğrusu, müntesipler arası diyalog. Genç nesiller için daha anlaşılabilir olanı: Taraflar arası temas...
Hudutları belirsiz bu tartışmanın bütününü kucaklamak, bu makalenin iddiası da değil, hedefi de. Hareket noktamız, bu kargaşa cehenneminden mukaddeslerimizi çekip almak.
Mevzua Hazret-i İsâ’nın(a.s) nüzûlünden başlayalım...
Kaynaklar ne diyor?
Önce Kur’an:
Mevzuun menşei din olunca, kaynak önceliğinin Kur’an’da olması tabiîdir. Kelâm-ı İlâhî’de, Hazret-i İsâ’nın kıyamete yakın tekrar yeryüzüne geleceği ve Deccal’ı öldüreceğine dair olan iki yüze yakın Hadîs-i Şerifi teyid eden bir meal sarahati yok. Müfessirlerin atıfta bulundukları âyetlerden yayılan aydınlık, daha çok yorumların vuzuhuyla, teyid edici.
Tercüme, zorun zoru. Mütercimin birinci vasfı, iki dili birden bilmek. Çünkü bir dilden başka bir dile düşünceyi nakledecektir. İki dile tâm mânâsıyla hâkim olmak kaç fâniye nâsip olur! Mütercimlerimiz için işin kötüsü, bu dillerden birisinin şirazesi bozulmuş, yapısı tespih taneleri gibi dağılmış zavallı türkçe olması. Peki doğru bir tercüme için iki dile vukufiyet kâfi sebep mi? Hayır... Nakledeceğiniz düşünceye de âşinalık gerekir. Aşinalık ne kelime, basbayağı vukufiyet lâzım. Sırf iki dile birden hâkim diye bevliye uzmanına Kur’an tercüme ettirilmez. Yeter mi? Ne münasebet?.. Düşünceyi besleyen kaynaktır dil. Birinci dilin zenginlikleri ile diğer dilin imkânları aşağı yukarı emsâl olmalı. Düşünceyi üçyüz kelime ile kuşatmaya kalkışan bir dilin kapılarını ardına kadar açsanız bile o mekâna bırakınız Kur’an’ı , alelâde akademik bir hakîkati de sığdıramazsınız. Düşünce, öncelikle doğduğu dilin malıdır ve en güzel ifadesini doğduğu dilde bulur. Hiç bir dâhinin düşüncesi, aktarıldığı yeni dilde daha iyi durmamıştır. Bahis mevzuu nakil, Kelamullah için olunca hüküm kat’iyet kazanır...
Ee... Bütün yolları tıkadıktan sonra Kur’an’a nasıl müracaat edeceğiz? Üstad haklı, bir şeyin bütünü elde edilemiyor diye tamamından mahrumiyet, yanlış. İster istemez meallerin aydınlığına koşacağız. Türkiye tam bir meal cenneti... Sebebi, ya imandan gelen bir cehd, ya ihtiyacın kamçıladığı bir zaruret. Bu kısa yazı için uzandığım mealler: Merhum Elmalı Hamdi Yazır, Prof Yaşar Nuri Öztürk ve Diyanetin meali.
Bu üç kaynak arasındaki farklar, mânâya halel verecek cinsten değil. Fark daha çok ifade şeklinde. Tercihim, mealleri merhum Yazır’dan nakletmek olurdu. Fakat Öztürk’ün kapısını çalmak, günün şartlarına daha muvafık.
Kur’an’a dikkat kesilelim mi? Ama önce kısa bir hatırlama... Yaklaşık ikibin yıl önce... Cenab-ı Hak, Hazret-i Meryem’e bir çocuk bağışlamıştır. Ama Meryem evlenmemiştir, bâkiredir ve çocuk babasızdır... Yer yarılsa, yedi kat dibine girmeye râzıdır. Bu, Adetullah istisnası vâkâ, Yahudileri tabiatları ve cehilleri istikametinde kamçılayıp harekete geçirir, daha doğrusu galeyana. İffet ve hayâsıyla emsâlsiz peygamber annesi Hazret-i Meryem’e iftiraların en alçakçasını revâ görürler: Meryem zânidir, çocuğu veled-i zinâ...
Bugün erkek hücresine ihtiyaç kalmaksızın ,yine kadından alınacak hücre ile babasız çocuk dünyaya getirilebileceği, ilmin mevzuudur. İlim mahfellerinde, kılı kırka yaran laboratuvarlarda bunun çalışmaları müjdelenmektedir. Muvaffakıyetin neticeleri neler olur, bilinmez. Ama hiç değilse, babasız çocuk dünyaya getirme örneğinin ilki olan Hazret-i Meryem ikibin küsür yıl sonra ilmen de temize çıkar ve eski iftiralarında mussır Yahudi âleminin yüzüne ilmin şamarı inmiş olur.
Çünkü Yahudilerin elindeki cehl mazereti önce aslî İncil sonra da son İlâhî Kelâm Kur’an tarafından alınmış, Hazreti Meryem İlâhî tezkiye ile temizlenmiştir. İşte Kur’an’ın Hazret-i Meryem’e şahadeti:
“Meryem, çocuğa işaret etti. Dediler: ‘Beşikteki bir sabiyle nasıl konuşuruz?’
“Sabi dedi: ‘Ben Allah'ın kuluyum. O bana kitap verdi, beni peygamber yaptı.
"Beni, bulunduğum her yerde kutsal ve bereketli kıldı. Yaşadığım sürece bana namazı/duayı, zekâtı önerdi.
"Anneme iyilik etmemi önerdi. Beni zorba bir eşkıya yapmadı.
"Selam bana doğduğum gün, öleceğim gün ve diri olarak kaldırılacağım gün.’
“ İşte Meryem'in oğlu İsa budur! Hakkında kuşku ve çelişmeye düştükleri şeyin doğrusu bu sözdür.” (Yaşar Nuri Öztürk, Türkçe Kur’an-ı Kerim, Meryem Suresi, âyet 29-34)
Ben-i İsrail’in hıncı, Hazret-i Meryem’e attıkları ağır iftira ile yatışmaz. Peygamberlikle müjdelenen babasız oğlu Hazret-i İsâ’nın(a.s) hayatına kastetmeye kadar uzanır. Dini yayma gayreti, Yahudilerin akıl almaz red ve inadları karşısında bir avuç havari ile sınırlı kalan Hazret-i İsâ’ya(a.s), nihâyet Rahmet kapıları açılır. Söz Allah’ın(c.c):
“Başlarına gelenler; ahitlerini bozmaları, Allah'ın ayetlerini inkâr etmeleri, haksız yere peygamberleri öldürmeleri ve "Kalplerimiz kılıflıdır" demeleri,daha doğrusu,küfürleri yüzünden Allah, kalpleri üzerine mühür basmıştır da pek azı müstesna, iman etmezler.
“Küfürleri sebebiyle, Meryem aleyhinde büyük bir yalan söylemeleri yüzünden...
“ "Biz, Allah'ın resulü Meryem oğlu İsa Mesih'i öldürdük" demeleri yüzünden. Oysaki onu öldürmediler, onu asmadılar da; sadece o onlara benzer gösterildi. Onun hakkında tartışmaya girenler, onunla ilgili olarak tam bir kuşku içindedirler. Onların, ona ilişkin bir bilgileri yoktur; sadece sanıya uymaktalar. Onu kesinlikle öldürmediler.
“Tam aksine, Allah onu kendisine yükseltti. Allah Azîz'dir, Hakîm'dir.
“Ehlikitap'tan her biri ölümünden önce ona mutlaka inanacaktır. Kıyamet günü de o, onlar aleyhine bir tanık olacaktır.” (Yaşar Nuri Öztürk, Türkçe Kur’an-I Kerim, Nisa Suresi, âyet 155-159)
Âyetler, müfessirler arasında küçük görüş farklılıklarına sebebiyet verse de umumî kanaat, Hazret-i İsâ'nın(a.s) çarmıha gerilmediği ve öldürülmediğidir.
Meryem oğlu İsâ’nın(a.s) kıyamete yakın tekrar yeryüzüne ineceğine dair umumî görüşü teyid eden, bu İlâhi me’hazdır. Bir kere, Hazret-i İsa(a.s) öldürülmemiştir. Daha sonra her fâni gibi öldüğüne dair hiçbir sarih kaynak da yoktur. Hazret-i İsa’yı(a.s) kendisine yükselttiğini buyuran Allah(c.c), ölümünün daha sonra vâki olduğunu bildirmemiştir. Aksine, “Ehlikitap'tan her biri ölümünden önce ona mutlaka inanacaktır. Kıyamet günü de o, onlar aleyhine bir tanık olacaktır.” Mealindeki âyet, ekser müfessirlerce kıyamet öncesi ikinci nuzülün me’hazı addedilmiştir. “Her nefis ölümü tadacaktır” mealindeki âyet-i kerime istisna kabul etmiyor ki, Hazret-i İsâ’yı hariç tutalım. Elbet de her fâni gibi o da ölecektir. Bu kadar da değil… Zuhruf Suresi bu husus için çok daha açıklayıcı, çok daha aydınlatıcıdır. Yine Öztürk’ün mealinden:
“Meryem'in oğlu, kendisine nimet verdiğimiz ve İsrailoğullarına örnek yaptığımız bir kuldu.
“Eğer dileseydik, içinizden, yeryüzünde size halef olacak melekler vücuda getirirdik.
“Hiç kuşkusuz o, kıyamet saati için bir bilgidir. O halde sakın o saat hakkında şüpheye düşmeyin; bana uyun. Dosdoğru yol budur.” (Yaşar Nuri Öztürk, Türkçe Kur’an-ı Kerim, Zuhruf Suresi, âyet 59-61)
Bir peygamber kıyamet için, saat kabilinden bir bilgi olacaksa; bu, kıyamete en yakın olan Hatem-ül Enbiya Efendimiz(a.s.m) olmalıydı, ondan takriben altı asır önce yaşamış olan Hazret-i İsâ(a.s) değil. “Hiç kuşkusuz o” diye başlayan âyetteki “o” zamirinin Hazret-i İsa(a.s) olduğu açıktır. Müfessirlerce teyid edilen umumî kanaat de bu istikamettedir. Bedihi değil midir ki “Hiç kuşkusuz o, kıyamet saati için bir bilgidir.” âyeti Hazret-i İsâ’nın(a.s) kıyamet öncesindeki nüzûlünü müjdelemektedir. Hayat tabakalarını bir eserinde medar-ı bahseden Üstâd Bediuzzaman’ın Hazret-i İsa’nın(a.s) nüzûl öncesi hayatına tuttuğu ışık sadece ikna edici değil, Kur’an’îdir de:
“ Üçüncü tabaka-i hayat: Hazret-i İdris ve İsâ Aleyhimesselâmın tabaka-i hayatlarıdır ki, beşeriyet levazımatından tecerrüdle, melek hayatı gibi bir hayata girerek nuranî bir letâfet kesb eder. Âdetâ beden-i misalî letâfetinde ve cesed-i necmî nuraniyetinde olan cism-i dünyevîleriyle semâvatta bulunurlar.” (Bediuzzaman Said-i Nursi, Mektubat, Sayfa 12)
Bahsi hülâsa edersek: Hazret-i İsâ(a.s) öldürülmemiştir, diri olarak Allah nezdine yükseltilmiştir ve kıyamet öncesinde bir hikmete binaen ve mühim bir vazifeyi ifâ için tekrar gönderilecektir. Bindörtyüz yıllık İsâm târihinin kabul görmüş en mümtaz şahsiyet ve en parlak dehâlarından olan Bediuzzaman Said-i Nursi’nin kanaati de budur. O kadar ki, bu kanaat hiç bir tereddüde mahal bırakmayacak kadar açık, net ve aydınlıktır. İleriki satırlarda tafsilatını bulacak düşüncelerine bir mukaddime kabilinden şu beyanına kulak verelim:
“İşte böyle bir sırada, o cereyan pek kuvvetli göründüğü bir zamanda, Hazret-i İsâ Aleyhisselâmın şahsiyet-i mâneviyesinden ibaret olan hakikî İsevîlik dini zuhur edecek, yani rahmet-i İlâhiyenin semâsından nüzul edecek, halihazır Hıristiyanlık dini o hakikate karşı tasaffi edecek, hurafattan ve tahrifattan sıyrılacak, hakaik-i İslâmiye ile birleşecek, mânen Hıristiyanlık bir nevi İslâmiyete inkılâp edecektir. Ve Kur’ân’a iktida ederek, o İsevîlik şahs-ı mânevîsi tâbi ve İslâmiyet metbû makamında kalacak, din-i hak bu iltihak neticesinde azîm bir kuvvet bulacaktır. Dinsizlik cereyanına karşı ayrı ayrı iken mağlûp olan İsevîlik ve İslâmiyet, ittihad neticesinde dinsizlik cereyanına galebe edip dağıtacak istidadında iken, âlem-i semâvatta cism-i beşerîsiyle bulunan şahs-ı İsâ Aleyhisselâm, o din-i hak cereyanının başına geçeceğini, bir Muhbir-i Sadık, bir Kadîr-i Külli Şeyin vaadine istinad ederek haber vermiştir. Madem haber vermiş, haktır. Madem Kadîr-i Külli Şey vaad etmiş, elbette yapacaktır.” (Bediuzzaman Said-i Nursi, Mektubat, Sayfa 60)
Kur’an’dan sonra bir buket hadîs.
Hazret-i İsâ’nın(a.s.)nüzûlünden haber veren hadîslerin çokluğu, şaşırtıcıdır. İkiyüze yakın hadîsin âhir zaman, âhir zaman eşhası ve kıyamet üzerine yaptığı tasvirat bir bütüne hizmet eder. Çoğu müteşâbih ve mecaz kabilinden olan ve gayba dair bin dört yüz yıl önce söylenmiş bu hadîslerin, geçmiş zaman dilimlerinde anlaşılmamış olması, normal karşılanmalı. Peygamber Efendimiz rehber-i mutlaktır ve muhataplarının kamet-i kıymetlerini hesaba katmak ferasetine sahiptir. Meselâ, zamanının ilim seviyesi iptidainin iptidaisi iken, kavmini gözle görülmeyen ve ölüm saçan mikropların tehlikesinden sakındırmak içen, “Kırık (çatlak) çanaktan su (çorba) içmeyiniz, zirâ onda gözle görülmeyen milyonlarca mikrop denen canavarlar var ve onlar sizi öldürür.” diyemezdi. Diyemezdi, çünkü devrinin insanı, çanaktaki küçük bir çatlakta gözün göremediği milyonlarca öldürücü canavarı anlayamaz ve kabullenemezdi. Söz konusu hakikat, Peygamber’in(a.s.m) dilinde beliğane bir irtifa kazanır: “Kırık çanaktan su içmeyiniz. Zirâ onda şeytan vardır” buyurur.
Görünmeyen, cismanî olmayan ve her yere ulaşabilen, tehlikelerin tehlikelisi Şeytan’dan sakınmak için bu nebevî nasihat kâfi sebeptir. O günün insanı için meçhul ve anlaşılmaz olan çok hakikat var ki, bugünün çocukları için bile sıradan gerçektir. Çağ kapatıp, çağ açmış medar-ı iftiharımız Fâtih Sultan Mehmed Han’a akl-ı evvelin biri televizyon, uçak, internet gibi gündelik hayatımızın mebzul nimetlerinden bahsetse idi, soluğu ya tımarhanede alırdı, ya da hapishanede. Sultan da söylenenlere bir anlık ihtimal verse, aklını kaybetme telaşı yaşardı.
Anlaşılmıyor mu ki, âhir zaman hâdise ve şahıslarından haber veren hadîsler müteşâbih olmak zaruretiyle karşı karşıyadır. Çocukluğumda, annemin, babasından naklen anlattığı Deccal tasvirleri arasında, bugün bile hâfızamda bütün canlılığıyla duran, Deccal’ın eşeğinin büyüklüğü ve hızı idi. Bu hilkat garibesinin cesameti o kadar akıl almaz bir ucûbe idi ki, ayağının birini Nemrut dağının tepesinden kaldırır Urfa’nın ortasına indirir, soluğu ormanları tutuştururdu. Nemrut dağı ile Urfa’nın arası kuş bakışı bir uçuşla bile yüz kilometreyi aşkındır. Bazen çok uzaklarda sandığım İstanbul’u bile tek adımda yakalardı. Çocukluk havsalamı harab eden bu rivayetler ile ne hayâller kurardım. Halbuki bugün ses duvarını aşmakta olan savaş uçakları için bu mesafeler ne kadar kısa, Deccal’ın eşeği ne kadar zavallı. Ormanları kül eden soluğu, dünyayı tehdid eden dehşetli silah ve bombaların yanında ne kadar mâsumdur.
Zaman ve bilginin elverişsizliği sebebiyle müteşâbih hadîslerin zâhirlerinin hakikat telâkki edilmesi, bu hadîsleri tartışma mevzuu yapmıştır. En sahih hadîs kitaplarında yer alan bu rivayetlerin sıhhatinden, sırf mütevatir olmayışları sebebiyle şüpheye düşülmemiştir. Şüphe, kıyamete yakın bir zamanda meydana gelecek dünyevî terakkinin geçmiş zaman insanının havsalasına sığmamasının eseridir. Bediüzzaman Hazretleri’nin müteşâbih hadîslere taşıdığı aydınlık, bütün karanlıkları dağıtacak kadar parlak,bütün şüpheleri yıkacak kadar muknidir. Âhir zaman hâdiselerinden haber veren Beşinci Şua’daki bir demet hadîsin yorumu düşünceyi aydınlık bir eşikte kanatlandırır. Tafsilatı eserin kendisine havale ile bir kaç örneğin aydınlığına koşalım mı?
“Peygambere bildirilen umûr-u gaybiye, bir kısmı tafsil ile bildirilir. Bu kısımda hiç tasarruf edilmez ve karışamaz. Kur'anın ve hadîs-i kudsînin muhkematı gibi. Ve diğer bir kısmı icmal ile bildirilir, tafsilât ve tasviratı onun içtihadına havale edilir. İmana girmeyen hâdisat-ı kevniyeye ve vukuat-ı istikbaliyeye dair hadîsler gibi. Bu kısımda, Peygamberimiz (A.S.M.) belâgatıyla -temsiller suretinde- sırr-ı teklif hikmetine muvafık tafsil ve tasvir eder. Meselâ: Bir sohbette derin bir gürültü işitildi. Ferman etti ki: ‘Bu gürültü, yetmiş seneden beri Cehennem tarafına yuvarlanan bir taşın bu dakikada Cehennem'in dibine yetişip düşmesinin gürültüsüdür.’(Müslim, 4:3184, hadîs no: 2844, 4:2145, hadîs no:2780) Bu garib haberden beş-altı dakika sonra birisi geldi dedi: ‘Ya Resûlallah! Yetmiş yaşında bulunan filan münafık vefat etti, Cehennem'e gitti.’ Peygamber'in yüksek belîgane kelâmının te'vilini gösterdi.” (Bediizzaman Said-i Nursî, Şualar, Sayfa 499)
Hadîsin zâhiri, düşünceyi ne kadar zorluyorsa, hakikati o kadar akla yatkın ve açık… Aynı zaman dilimi içinde cereyan eden vâka, hadîsi teşbihin zirve örneklerinden yapmış.
Annemin anlattıkları arasında çocukluk hâfızama kazınmış bir başka tafsilat da Deccal’ın elinin delik olacağıydı. Bu deliğin sebebine akıl erdiremez ama, cesametinden sarf-ı nazar ettiğim vakitlerde onu, elinin delik oluşundan teşhis edebileceğimi düşünerek, teselli bulurdum. O kadar ki, köyde bir parça cüsseli ve muhayyileme göre deccalvarî görüntüde vehmettiğim insanların ellerine bakmak, bende garip bir itiyâd halini almıştı. Kötülerin tamamından bir nevî deccallık vehmettiğimden, şerlerinden sakınmak için erken tanıma mücadelesi veriyordum.
Bahis mevzuu hadîsin gerçek veçhesiyle Üstâd’ın satırları arasında karşılaşınca bu çocukluk bilgim tatlı bir hâtıraya inkılâb etti. Dâhiyi azamın rahle-i tedrisine bir daha oturalım mı?
“Rivayette var ki: ‘Âhirzamanın eşhas-ı mühimmesinden olan Süfyan'ın eli delinecek.’
“ Allahu a'lem, bunun bir tevili şudur ki: Sefahet ve lehviyat için gayet israf ile elinde mal durmaz, israfata akar. Darb-ı meselde deniliyor ki, ‘Filân adamın eli deliktir.’ Yani çok müsriftir.
“İşte, Süfyan israfı teşvik etmekle, şiddetli bir hırs ve tama'ı uyandırarak insanların o zaîf damarlarını tutup kendine musahhar eder diye bu hadîs ihtar ediyor. İsraf eden ona esir olur, onun dâmına düşer diye haber verir.” (Bediizzaman Said-i Nursî, Şualar, Sayfa 499)
Örneklerin kılavuzluğuna devam etmek mümkün, fakat makalenin imkânları mahdut. İyisi, meraklılarını Risâle-ı Nur’un ummanları andıran vüs’atine havale etmek.
Nihâyet Hazreti İsa’nın(a.s) nüzûlünden haber veren bir demet hadîs:
Hadîsleri şerh ya da te’vil, işimiz değil. Böyle bir ihtiyaç olsa, muhaddislerin eşiğinde soluğu alırdık. Maksadımız, sadece Hazret-i İsâ’nın(a.s) nüzûluyle ilgili bir kaç hadîsle zaman zaman coşkun zaman zaman durgun akan bu bindörtyüz yıllık pınarın kaynağını göstermek. Aşağıdaki hadîsler mevzuun en çok bilinenleri:
“Hz. Ebu Hureyre radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki:
"Nefsim kudret elinde olan Zât-ı Zülcelâl'e yemin ederim! Meryem oğlu İsâ'nın, aranıza (bu şeriatle hükmedecek) adâletli bir hâkim olarak ineceği, istavrozları kırıp, hınzırları öldüreceği, cizyeyi (Ehl-i Kitap'tan) kaldıracağı vakit yakındır. O zaman, mal öylesine artar ki, kimse onu kabul etmez; tek bir secde, dünya ve içindekilerin tamamından daha hayırlı olur."
“Sonra Ebu Hureyre der ki: "Dilerseniz şu ayeti okuyun. (Mealen): "Kitap ehlinden hiçbir kimse yoktur ki, ölümünden önce onun (İsa'nın) hak peygamber olduğuna iman etmesin. Kıyamet gününde ise İsâ onlar aleyhine şâhitlik edecektir"” (Nisa 159). (Buhari, Büyû' 102, Mezalim 31, Enbiya 49; Müslim, İman 242, (155); Ebu Dâvud, Melâhim 14, (4324); Tirmizi, Fiten 54, (2234).
“Hz. Câbir radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki:
“"Ümmetimden bir grup, hak için muzaffer şekilde mücadeleye Kıyamet gününe kadar devam edecektir. O zaman İsa İbnu Meryem de iner. Bu müslümanların reisi: "Gel bize namaz kıldır!" der. Fakat Hz. İsa aleyhisselam: "Hayır! der, Allah'ın bu ümmete bir ikramı olarak siz birbirinize emirsiniz!"” (Müslim, İman 247.)
“Ebu Hureyre radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: "Rumlar, A'mak ve Dâbık nam mahallere inmedikçe Kıyamet kopmaz. Onlara karşı Medine'den bir ordu çıkar. Bunlar o gün Arz ehlinin en hayırlılarıdır. Bu ordunun askerleri savaşmak üzere saf saf düzen alınca, rumlar:
“"Bizden esir edilenlerle aramızdan çekilin de onları öldürelim!" derler. Müslümanlar da:
“"Hayır" Vallahi sizinle, kardeşlerimizin arasından çekilmeyiz" derler. Bunun üzerine (müslümanlar) onlarla harb eder. bunlardan üçte biri inhizama uğrar. Allah ebediyen bunların tevbesini kabul etmez. Üçte biri katledilir, bunlar Allah indinde şehitlerin en faziletlileridir. Üçte biri de muzaffer olur. Bunlar ebediyen fitneye düşmezler. Bunlar İstanbul'u da fethederler. (Fetihten sonra) bunlar, kılıçlarını zeytin ağacına asmış ganimet taksim ederken, şeytan aralarında şöyle bir nida atar:
“"Mesih Deccal, ailelerinizde sizin yerinizi aldı!"
“Bunun üzerine, çıkarlar. Ancak bu haber bâtıldır. Şam'a geldiklerinde (Deccal) çıkar. Bunlar savaş için hazırlık yapıp safları tanzim ederken, namaz için ikamet okunur. Derken İsa İbnu Meryem iner ve onlara gitmek ister. Allah'ın düşmanı, Hz. İsa'yı görünce, tıpkı tuzun suda erimesi gibi, erir de erir. Eğer bırakacak olsa, (kendi kendine) helak oluncaya kadar eriyecekti. Ancak Allah onu kudret eliyle öldürür; öyle ki onlara, harbesindeki kanını gösterir."” (Müslim, Fiten 34, (2897)).
“Abdullah İbnu Mes'ud radıyallahu anh anlatıyor: "Mirac gecesinde, Resülullah aleyhissalâtu vesselam Hz. İbrahim, Hz. Musa ve Hz. İsa ile karşılaştı. Kıyameti aralarında müzakere ettiler. Önce Hz. İbrahim aleyhisselâm'dan başlayıp ona Kıyametten sordular. Onun Kıyamet hakkında herhangi bir bilgisi yoktu. Sonra Hz. Musa aleyhisselam'a sordular. Kıyamet hakkında onun da bir bilgisi yoktu. Söz Hz. İsa aleyhisselâm'a geldi. O: "Kıyametin kopmasına yakın şeyler (alametler) hakkında bana bilgi verildi. Ama Kıyametin kopma (vaktini) Allah'tan başka hiç kimse bilemez" dedi. Sonra (Kıyametin alâmetlerin en biri olarak) Deccal'in çıkmasını anlattı. Şunları söyledi: "Sonra ben inip onu öldüreceğim ve bundan sonra halk memleketlerine dönecek. Bu defa onların karşısına Ye'cüc ve Me'cüc çıkacak ve her tepeden hızla hücum edeceklerdir. Onlar giderken rastladıkları her suyu içip tüketecekler ve uğrayacakları her şeyi bozup alt-üst edecekler. Bunun üzerine halk feryat ederek Allah'tan yardım dileyecek. Ben de Ye'cüc ve Me'cüc'ü öldürmesi için Allah'a dua edeceğim. (Duâm kabul görecek) ve yer onların (leşlerinin) kokusu ile çok pis kokacak. Ben yine Allah'a dua edeceğim! Allah da bir su gönderecek ve o su, onları taşıyıp denize atacaktır. Daha sonra dağlar ufaltılıp dağıtılacak ve yer, derinin yarılıp genişletildiği gibi yayılıp genişletilecek.
“İşte söylenen bu hal vuküa gelince, insanlara yakınlığı itibariyle Kıyametin, ev halkı ne zaman doğumu ile aniden karşılaşacaklarını bilmedikleri hamile kadın gibi olacağı bana bildirildi."
“Râvi el-Avvam demiştir ki: "Bunun tasdiki Kitabullah'da bulunmuştur (Meâlen): "Nihayet, Ye'cüc ile Me'cüc'ün önündeki sed açıldığında, her tepeden saldırmağa başlarlar" (Enbiya 96)
Âhir Zaman ve Şahısları:
İyiler ile kötülerin kavgası Âdem’in(a.s.) çocukları ile yaşıt. Kavga, Kabil ile Habil arasında başlar. Hayır ile şerrin bu ilk karşılaşmasında, zafer şerde kalır. Tahribin kolaylığı, beşer târihinin daha bu ilk örneğinde kaziyye-i muhkeme olur. Hayır, inşa; şer, tahriptir; birincisi vücud, diğeri adem. Şerrin zaferleri, tahripkârlığının eseri; hasmına düşen, mâbed bekçiliği. Zor ama, mukaddes vazife. Ucunda çoğu zaman dünyevî zaferler gülümsemezse bile, ebedî saâdetin dâveti sarkar.
Şeytan şerre tâliptir, tahriple muvazzaf. İlk hamlede, Âdem ile Havva’yı Cennet’ten kovdurur, ikinci hamlede çocuklarını kırdırır birbirine. Yer yüzünde akıttırdığı ilk kan, kadeş kanı.
Şerrin hayra hayat hakkı tanımadığı devirler, dinlerin nüzûlüyle son bulur. Beşerin imdadına bu karanlık devirlerde koşturulan Peygamberler, hayrın bayrağını yeniden dalgalandırırlar. Tebliğin dinsizlik ve ahlâksızlığın gayyasını dolduramadığı zamanlarda doğrudan Kadir-ı Mutlak(c.c) devreye girer . Ehibba-i şerri ya Nuh’un tûfanı temizler, ya da yarılan arzın derinlikleri boğar. Semâvî dinler târihi, günâkâr kavimlerin helâketlerini de kaydeden bir ibretler mecmuası.
Ne var ki, Hâtem-ül Enbiyâ Efendimiz Peygamberlik zincirinin son halkasıdır. Artık din tamamlanmış ve başka peygamber gelmeyecektir. Fakat insanlığın Şeytan’ın yoldan çıkmasıyla başlayan imtihanı, kıyamet gününe kadar devam edecektir. Ümmet-i Muhammed kıyamete kadar yaşayacak, hayrın bayraktarlığını kaptırmayacaktır. Dar günlerin, karanlık gecelerin mücadelesinde ümitsizliğe düşmemesi lâzım. Teselli Server-i Ümmet’ten gelir: Bir taraftan ülemâya hâlifeliğini tevdi eder, öbür taraftan her asrı mücadelesiyle ayakta tutacak müceddidi müjdeler. Bu kadar da değil. Kıyamete yakın Meryem oğlu İsa’nın(a.s) nüzûlu ile Hazreti Mehdi’nin gelişi yeryüzünü son bir defa asr-ı saade çevirecek, beşer umumî bir sulh ve sükun devri yaşayacaktır.
Hazret-i Mehdi ve İsâ’nın teşrifine zemin hazırlayan sebepler ne, hasımlar kimler? Âhir zamanın şer cephesinin mümessilleri de iki: Biri büyük Deccal, diğeri Süfyan tabir edilen küçük Deccal. Kaynaklar, büyük Deccal’ın daha çok Hıristiyan âlemini küfrün ve ahlâksızlığın cehennemine sürükleyeceğini söylüyor. Süfyan ise İslâm şeriatını tahriple Cehennem’e istihkak kazanır, kaynaklara göre.
Kıyametin arefesinde miyiz, bilinmez. Ama muhakkak olan şu ki, eski zaman kavimlerinin topyekün helâkına sebep olan günah ve sapkınlıkların tamamı, gündelik hayatımızın adiyatları olmuş. Eskiden imkânları bol ve günaha meftun bir kimsenin bir ömürde yaşayabileceği günahların tamamı, bu günün insanının yirmi dört saat ermine amade. Tüyler ürpertmesi gereken kebairler sıradan sayılıyor, şer cephesi akla hayâle gelmedik günâhların icadıyla meşgul. Medeniyet dersi üstâdlığını kimseye bırakmak istemeyen Biritanya Krallığının evlâtları, erkek erkeğe evlenmenin rahatlığını kânun serbestiyeti ile yaşıyorlar. Mimsiz medeniyetin temsilcisi bir çok ülke helâk olmuş kavimlere rahmet okutturacak bir şenaatin içinde. Beklenen ya imtihanı bitirecek olan kıyamettir, ya da âhir zamanın müjdelenmiş eşhası: Mehdi ve İsa(a.s).
Bediuzzaman’a göre Hazreti İsâ ve Mehdi
Üstâd, bir helâket ve felâket asrının adamı. Altıyüz yıllık Devlet-i Aliyye’nin târih sahnesine diz çöktürüldüğü, memat öncesi yıllar. Târih sahnesi asırları kucaklamış bir şan ve şeref devrine perdelerini kapatmak üzeredir. Zâfer nâralarının çınladığı serhad boylarında, artık ricat çığlıkları yükselmektedir. Memleketin dört bir tarafından beklenen, zafer müjdeleri değil, bozgun haberleridir. İhtiyar dev şaşkındır, dün hayatlarını lütfuna borçlu olanlardan yediği darbeler, sadece öldürücü değil, haysiyet kırıcıdır da. Hantallaşmış, içten içe çürümüş, asırların yorduğu, fitnenin kemirdiği bu koca gövde ölümle pençeleşmektedir.
İslâm târihi korkunç bir fetretin kapılarını bir daha aralamakta, uçsuz bucaksız ümmet coğrafyası katran gibi bir gecenin gurûbunu yaşamaktadır. Nitekim Devlet-i Aliyye bütün bütün târih sahnesinden çekilecek, o uzun ve zifiri karanlık fetret gecesi İslâm âlemine çökecektir.
Bediuzzaman, bu fetret gecesinin zifirî karanlığını dağıtmak için şahlanır. Bir asra yaklaşan ömrü, daha çocuk deneecek yaştan bu fâni hayata gözlerini kapayıncaya kadar bu kudsî mücadelenin destanını yazmakla geçer. Yaklaşan şafak, biraz da onun eseri. Ne birazı, kahir ekseriyetiyle onun…
Üstâda göre, Önce Mehdi:
Bediüzzaman Hazretleri, zannedildiği gibi, ne Hazret-i Mehdi’nin gelişiyle meşguldur, ne de Hazret-i İsâ’nın(a.s.) yolunu gözlemektedir. Her feraset sahibi gibi, sadece kendisine terettüp edenleri yapmakta, vazife-i İlâhî’ye karışmamaktadır. O kadar ki, dünyânın bütün fenalıklarını durdurma, bütün şerleri def etme mükellefiyeti sadece onun omuzlarındadır sanırsınız. Bütün ömrünü hayrın müdafaası ve şerrin def’iyle geçirir. Stratejiden mahrum değildir, neticeye götürecek unsurları bir araya getirmek ve kullanmak için âzamî dikkat gösterir. Beklenen zevât geldiğinde hayatta ise, kendisini cihad meydanında görmelerini arzular. Onların ne zaman gelecekleri, nasıl gelecekleri, kat’iyen meselesi değildir. Bu makamda şâkirtlerine de İslâm târihinin parlak bir örneğiyle ders verir:
“Meşhurdur ki, bir zaman İslâm kahramanlarından ve Cengiz’in ordusunu müteaddit defa mağlûp eden Celâleddin-i Harzemşah harbe giderken, vüzerâsı ve etbâı ona demişler: ‘Sen muzaffer olacaksın. Cenâb-ı Hak seni galip edecek.’
O demiş: ‘Ben Allah’ın emriyle, cihad yolunda hareket etmeye vazifedarım. Cenâb-ı Hakkın vazifesine karışmam. Muzaffer etmek veya mağlûp etmek Onun vazifesidir.’
İşte o zat bu sırr-ı teslimiyeti anlamasıyla, harika bir surette çok defa muzaffer olmuştur.
“Evet, insanın elindeki cüz-ü ihtiyarî ile işledikleri ef’allerinde, Cenâb-ı Hakka ait netâici düşünmemek gerektir. Meselâ, kardeşlerimizden bir kısım zatlar, halkların Risale-i Nur’a iltihakları şevklerini ziyadeleştiriyor, gayrete getiriyor. Dinlemedikleri vakit, zayıfların kuvve-i mâneviyeleri kırılıyor, şevkleri bir derece sönüyor. Halbuki, üstad-ı mutlak, muktedâ-yı küll, rehber-i ekmel olan Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, ‘Peygambere düşen, ancak tebliğ etmekten ibarettir.’ (Nur Sûresi, 24:54.) olan ferman-ı İlâhîyi kendine rehber-i mutlak ederek, insanların çekilmesiyle ve dinlememesiyle daha ziyade sa’y ve gayret ve ciddiyetle tebliğ etmiş. Çünkü, ‘Sen sevdiğin kimseyi hidayete erdiremezsin. Ancak Allah dilediğine hidayet verir’ (Kasas Sûresi, 28:56.) sırrıyla anlamış ki, insanlara dinlettirmek ve hidayet vermek, Cenâb-ı Hakkın vazifesidir; Cenâb-ı Hakkın vazifesine karışmazdı. (Bediüzzaman Said-I Nursî, Lem’alar, Sayfa 135)
Bediüzzaman’ın bu mevzu etrafındaki bilgilendirmelerinin tamamı herhangi bir sualin cevabı şeklindedir. Âhir zaman ve eşhasıyla ilgili tek risâle olan Beşinci Şua da savaş ve çöküş yıllarının telkin ettiği ümitsizlik havası içinde bir necat kapısı arayan, müjdelenmiş kurtarıcı bekleyen hocaların kendisine tevcih ettiği suallere verdiği cevaplardan müteşekkildir. Gerisi, seksen küsur senelik bereketli ömrünün muhtelif zamanlarında kendisine sorulmuş suallere verdiği cevabî mektuplardan ibarettir ki, bütün külliyatı tarasanız bir düzineyi aşmaz.
Üstâd’ın Hazret-i Mehdi hakkındaki düşünceleri aydınlık ve tereddütsüzdür. Ne zaman geleceğinden çok, ifâ edeceği vazifelerle meşguldur. Bir suale borçlu olduğumuz aşağıdaki satırlar, Hazret-i Mehdi’nin vazifelerinin en derli toplu takdim edildiği ender kaynaklardandır:
“Çok defa mektuplarımda işaret ettiğim gibi, Mehdi-i Al-i Resulün temsil ettiği kudsi cemaatinin şahs-ı manevisinin üç vazifesi var. Eğer çabuk kıyamet kopmazsa ve beşer bütün bütün yoldan çıkmazsa, o vazifeleri onun cemiyeti ve seyyidler cemaati yapacağını rahmet-i İlahiyeden bekliyoruz. Ve onun üç büyük vazifesi olacak:
Birincisi : Fen ve felsefenin tasallutuyla ve maddiyun ve tabiiyyun taunu, beşer içine intişar etmesiyle, herşeyden evvel felsefeyi ve maddiyun fikrini tam susturacak bir tarzda imanı kurtarmaktır.
“Ehl-i imanı dalaletten muhafaza etmek ve bu vazife hem dünya, hem herşeyi bırakmakla, çok zaman tedkikat ile meşguliyeti iktiza ettiğinden, Hazret-i Mehdinin, o vazifesini bizzat kendisi görmeye vakit ve hal müsaade edemez. Çünkü hilafet-i Muhammediye (a.s.m.) cihetindeki saltanatı, onunla iştigale vakit bırakmıyor. Herhalde o vazifeyi ondan evvel bir taife bir cihette görecek. O zat, o taifenin uzun tetkikatıyla yazdıkları eseri kendine hazır bir program yapacak, onunla o birinci vazifeyi tam yapmış olacak.
“Bu vazifenin istinad ettiği kuvvet ve manevi ordusu, yalnız ihlas ve sadakat ve tesanüd sıfatlarına tam sahip olan bir kısım şakirtlerdir. Ne kadar da az da olsalar, manen bir ordu kadar kuvvetli ve kıymetli sayılırlar.
“İkinci vazifesi : Hilafet-i Muhammediye (a.s.m.) unvanıyla şeair-i İslamiyeyi ihya etmektir. Alem-i İslamın vahdetini nokta-i istinad edip beşeriyeti maddi ve manevi tehlikelerden ve gazab-ı İlahiden kurtarmaktır. Bu vazifenin, nokta-i istinadı ve hadimleri, milyonlarla efradı bulunan ordular lazımdır.
“Üçüncü vazifesi : İnkılabat-ı zamaniye ile çok ahkam-ı Kur’âniyenin zedelenmesiyle ve şeriat-ı Muhammediyenin (a.s.m.) kanunları bir derece tatile uğramasıyla, o zat, bütün ehl-i imanın manevi yardımlarıyla ve ittihad-ı İslamın muavenetiyle ve bütün ulema ve evliyanın ve bilhassa Al-i Beytin neslinden her asırda kuvvetli ve kesretli bulunan milyonlar fedakar seyyidlerin iltihaklarıyla o vazife-i uzmayı yapmaya çalışır.
“Şimdi hakikat-i hal böyle olduğu halde, en birinci vazifesi ve en yüksek mesleği olan imanı kurtarmak ve imanı, tahkiki bir surette umuma ders vermek, hatta avamın da imanını tahkiki yapmak vazifesi ise, manen ve hakikaten hidayet edici, irşad edici manasının tam sarahatini ifade ettiği için, Nur şakirtleri bu vazifeyi tamamıyla Risale-i Nur da gördüklerinden, ikinci ve üçüncü vazifeler buna nisbeten ikinci ve üçüncü derecedir diye, Risale-i Nur’un şahs-ı manevisini haklı olarak bir nevi Mehdi telakki ediyorlar. O şahs-ı manevinin de bir mümessili, Nur şakirtlerinin tesanüdünden gelen bir şahs-ı manevisi ve o şahs-ı manevide bir nevi mümessili olan biçare tercümanını zannettiklerinden, bazan o ismi ona da veriyorlar. Gerçi bu, bir iltibas ve bir sehivdir, fakat onlar onda mes ul değiller. Çünkü ziyade hüsn-ü zan, eskiden beri cereyan ediyor ve itiraz edilmez. Ben de o kardeşlerimin pek ziyade hüsn-ü zanlarını bir nevi dua ve bir temenni ve Nur talebelerinin kemal-i itikatlarının bir tereşşuhu gördüğümden, onlara çok ilişmezdim. Hatta eski evliyanın bir kısmı, keramet-i gaybiyelerinde Risale-i Nur u aynı o ahir zamanın hidayet edicisi olduğu diye keşifleri, bu tahkikat ile tevili anlaşılır. Demek iki noktada bir iltibas var; tevil lazımdır.
“Birincisi: Ahirdeki iki vazife, gerçi hakikat noktasında birinci vazife derecesinde değiller; fakat hilafet-i Muhammediye (a.s.m.) ve ittihad-ı İslam ordularıyla zemin yüzünde saltanat-ı İslamiyeyi sürmek cihetinde herkeste, hususan avamda, hususan ehl-i siyasette, hususan bu asrın efkarında, o birinci vazifeden bin derece geniş görünüyor. Ve bu isim bir adama verildiği vakit, bu iki vazife hatıra geliyor; siyaset manasını ihsas eder, belki de bir hodfuruşluk manasını hatıra getirir; belki bir şan, şeref ve makamperestlik ve şöhretperestlik arzularını gösterir. Ve eskiden beri ve şimdi de çok safdil ve makamperest zatlar, Mehdi olacağım diye dava ederler. Gerçi her asırda hidayet edici, bir nevi Mehdi ve müceddid geliyor ve gelmiş. Fakat herbiri, üç vazifelerden birisini bir cihette yapması itibarıyla, ahir zamanın Büyük Mehdi unvanını almamışlar.” (Bediüzzaman Said-i Nursî, Emirdağ Lâhikası, Sayfa 231-233)
Üstâd’a göre, kesin olan bir başka husus da, Hazret-i Mehdi’nin önceliğinin İslam Deccal’ı addedilen Süfyan ile mücadelesidir. Bir fitnenin başına geçerek İslâm şeriatını tahrib edecek Süfya’nın karşı cephesidir Mehdi. Bu kanaatini yine bir talebesinin suali kitabîleştirir:
“Âhirzamanda, dinsizliğin iki cereyanı kuvvet bulacak:
“Birisi: Nifak perdesi altında risalet-i Ahmediyeyi (a.s.m.) inkâr edecek, Süfyan namında müthiş bir şahıs, ehl-i nifakın başına geçecek, şeriat-ı İslâmiyenin tahribine çalışacaktır. Ona karşı, Âl-i Beyt-i Nebevînin silsile-i nuranîsine bağlanan ehl-i velâyet ve ehl-i kemâlin başına geçecek, Âl-i Beytten Muhammed Mehdî isminde bir zât-ı nuranî, o Süfyanın şahs-ı mânevîsi olan cereyan-ı münafıkaneyi öldürüp dağıtacaktır.” (Bediüzzaman Said-i Nursî, Mektubat, Sayfa 59)
Tekrar, ihtiyaçtandır. Binaenaleyh, tekrarlayalım: Bu makalenin hedefi, mevzuun bütün detayları değildir, tafsilat iddiası taşımıyor. Sadece hayatî noktaları tespitle iktifa ediyoruz. Arzu ediyoruz ki, bu makale âhir zaman ve eşhası ile ilgili hayâtî noktalara birer işaret teşkil etsin. Bir de son zamanlarda sıkça medar-ı bahs edildiğinden, Bediüzzaman Said-i Nursî’nin de mevzu ile ilgili düşüncelerine bir nevî fihrist vazifesi görsün. Tafsilat, bin dört yüz yıllık İslâm kütüphanelerinde ve Risâle-i Nurlardadır. İslâm kütüphaneleri ibadetsiz kalmış mâbedler gibi, ziyaretçi bekliyor.
Nihâyet Bediüzzaman’a göre nüzûl-ü İsâ:
Bediüzzaman, Mehdi gibi, Hazret-i İsâ’nın(a.s) kıyamet öncesi gelişiyle de çok alâkadar görünmemektedir. Yanlış, elbet de alâkadar. Fakat bu alâkadarlık yeis içinde bir kurtarıcı bekler gibi değil. Aksine onun gelişi öncesinde insanlığı bir zemin hazırlığı yapmaya teşvik eder. Çünkü, Hazret-i İsâ(a.s.) geldiğinde mevcut Hıristiyanlık hurâfelerinden sıyrılmış, hakikî İsevî dinine yaklaşmış olmalıdır. Üstâd, bu tasaffinin bir nevî İslâmiyete yaklaşma olduğunu kaydeder. Zirâ, İslâmiyet’in gelişiyle neshettiği hakikî Hıristiyanlık, tahrif öncesi bütün semâvî dinler gibi, esasta Müslimdir. Tahrifattan sıyrılıp tasaffileşmesi demek, ana esaslarda İslâmîleşmesi demektir.
Nitekim Hazret-i İsa bu tasaffi etmiş Hıristiyanlık âleminin şahs-ı mânevisini temsilen küfür ve ahlâksızlığın şahs-ı mânevîsini temsil eden Deccal’ı öldürecektir. Bu hususta da Üstâd’ın düşünceleri tartışma gerektirmez. İfâdelerinde ne bir gölge barınır, ne de bir tereddüd sallanır. Dinleyelim:
“ ‘Âhirzamanda Hazret-i İsâ Aleyhisselâm gelecek, şeriat-i Muhammediye (a.s.m.) ile amel edecek’ meâlindeki hadisin sırrı şudur ki:
“Âhirzamanda, felsefe-i tabiiyenin verdiği cereyan-ı küfrîye ve inkâr-ı ulûhiyete karşı, İsevîlik dini tasaffi ederek ve hurafattan tecerrüd edip İslâmiyete inkılâp edeceği bir sırada, nasıl ki İsevîlik şahs-ı mânevîsi, vahy-i semâvî kılıcıyla o müthiş dinsizliğin şahs-ı mânevîsini öldürür. Öyle de, Hazret-i İsâ Aleyhisselâm, İsevîlik şahs-ı mânevîsini temsil ederek, dinsizliğin şahs-ı mânevîsini temsil eden Deccalı öldürür; yani, inkâr-ı ulûhiyet fikrini öldürecek.” (Bediüzzaman Said-I Nursî, Mektubat, Sayfa 12)
Hazret-i İsâ’nın(a.s) ikinci gelişi, taradığımız kaynaklara göre, yeni bir peygamberlik vasfıyla olmadığı gibi, yeni bir din getirmek suretiyle de değildir. Bu geliş, bir İlahî hikmete binaen, daha önce getirdiği, ancak Yahudilerin red ve inadları yüzünden neşredemediği ve semaya kaldırılışından hemen sonra müntesiplerince de muhafaza edilemeyip tahrif edilen dinini bir nevi tashih, bir nevi temize çıkarmak gibi görünmektedir. Teşbihde hata olmasın, Efendimiz’in bir nevî Medine Hicretini andıran bu semavat hicreti, kıyametten hemen önce son bulacak, Hırıstiyanlık âlemi bir çeşit nedâmetle dinde tasaffi edecek ve Hazret-i İsâ(a.s.) bu şartlarda nüzûl edecektir. Bu ikinci vazife ifâsında kaynaklar onun müstakil değil, İslâmiyet’e tâbi olacağını kaydetmektedir. Yukarıdaki ifadelerinde de görüldüğü gibi, Bediüzzaman Said-i Nursi’nin kanaati de bu merkezdedir ve kesindir. Nitekim bu mevzuda sorulmuş bir suale verdiği bir başka cevapta, Hazret-i İsâ’nın(a.s) kıyamet öncesi nüzûlü ile ilgili bahis çok daha tafsilatlıdır:
“Tabiiyyun, maddiyyun felsefesinden tevellüt eden bir cereyan-ı nemrudâne, gittikçe âhirzamanda felsefe-i maddiye vasıtasıyla intişar ederek kuvvet bulup, Ulûhiyeti inkâr edecek bir dereceye gelir. Nasıl bir padişahı tanımayan ve ordudaki zâbitan ve efrad onun askerleri olduğunu kabul etmeyen vahşî bir adam, herkese, her askere bir nevi padişahlık ve bir gûnâ hâkimiyet verir. Öyle de, Allah’ı inkâr eden o cereyan efradları, birer küçük Nemrud hükmünde nefislerine birer rububiyet verir. Ve onların başına geçen en büyükleri, ispritizma ve manyetizmanın hâdisâtı nevinden müthiş harikalara mazhar olan Deccal ise, daha ileri gidip, cebbârâne surî hükümetini bir nevi rububiyet tasavvur edip ulûhiyetini ilân eder. Bir sineğe mağlûp olan ve bir sineğin kanadını bile icad edemeyen âciz bir insanın ulûhiyet dâvâ etmesi ne derece ahmakçasına bir maskaralık olduğu malûmdur.
“İşte böyle bir sırada, o cereyan pek kuvvetli göründüğü bir zamanda, Hazret-i İsâ Aleyhisselâmın şahsiyet-i mâneviyesinden ibaret olan hakikî İsevîlik dini zuhur edecek, yani rahmet-i İlâhiyenin semâsından nüzul edecek, halihazır Hıristiyanlık dini o hakikate karşı tasaffi edecek, hurafattan ve tahrifattan sıyrılacak, hakaik-i İslâmiye ile birleşecek, mânen Hıristiyanlık bir nevi İslâmiyete inkılâp edecektir. Ve Kur’ân’a iktida ederek, o İsevîlik şahs-ı mânevîsi tâbi ve İslâmiyet metbû makamında kalacak, din-i hak bu iltihak neticesinde azîm bir kuvvet bulacaktır. Dinsizlik cereyanına karşı ayrı ayrı iken mağlûp olan İsevîlik ve İslâmiyet, ittihad neticesinde dinsizlik cereyanına galebe edip dağıtacak istidadında iken, âlem-i semâvatta cism-i beşerîsiyle bulunan şahs-ı İsâ Aleyhisselâm, o din-i hak cereyanının başına geçeceğini, bir Muhbir-i Sadık, bir Kadîr-i Külli Şeyin vaadine istinad ederek haber vermiştir. Madem haber vermiş, haktır. Madem Kadîr-i Külli Şey vaad etmiş, elbette yapacaktır.
“Evet, her vakit semâvattan melâikeleri yere gönderen ve bazı vakitte insan suretine vaz’ eden (Hazret-i Cibril’in Dıhye suretine girmesi gibi) ve ruhanîleri âlem-i ervahtan gönderip beşer suretine temessül ettiren, hattâ ölmüş evliyaların çoklarının ervahlarını cesed-i misaliyle dünyaya gönderen bir Hakîm-i Zülcelâl, Hazret-i İsâ Aleyhisselâmı, İsâ dinine ait en mühim bir hüsn-ü hâtimesi için, değil semâ-i dünyada cesediyle bulunan ve hayatta olan Hazret-i İsâ, belki âlem-i âhiretin en uzak köşesine gitseydi ve hakikaten ölseydi, yine şöyle bir netice-i azîme için ona yeniden ceset giydirip dünyaya göndermek, o Hakîmin hikmetinden uzak değil. Belki onun hikmeti öyle iktiza ettiği için vaad etmiş ve vaad ettiği için elbette gönderecek.” ( Bediüzzaman Said-i Nursî, Mektubat, Sayfa: 60)
Yukarıdaki satırlar, Üstâd’ın bahisle ilgili düşüncelerinin usâresi gibidir. Mevzuun bütün unsurları bir aradadır. Hülâsa etmek gerekirse:
Hazret-i İsâ(a.s.), âhir zamanda yeryüzünü tekrar şereflendirecektir. Ancak bu teşrifte müstakil-i bizzat değildir, şeriat-ı Muhammedîyeye tâbidir. Vazifesi, küfür ve ahlâksızlığa karşı mücadele vermekte belli bir mesafeyi katetmiş, kısmen tahrifatlarından sıyrılmış İsevîlik dinini aslına irca ile bir nevî müslümanlaştırmak ve Deccal’ı öldürmektir. Hazret-i Mehdi ile münasebetlerinde matbu değil, tâbidir.
“Dinler arası diyalog”la bitirelim:
Tâbirin bir dil fâciası olduğunu, daha önce kaydettik. Tekrarlarsak, bu ifâdenin Türkçesi, “Din müntesipleri arası temas” olmalı. Hadi mânâyı bütünüyle ihata etmezse bile, hiç değilse “Din taraftarları arası temas”, denmeli.
Bu ifâdeyi, daha çok, Fethullah Hoca merkezli bir câmianın kullanması, mevzu ile ilgili tartışmaların Bediüzzaman Said-i Nursî Hazretleri’ne kadar uzanmasına sebep teşkil etmektedir. Hocaefendi’yi müdafaa makamında değilim, buna ihtiyacı day ok. Hem kendisi hayatta, hem müdafaasını benden çok daha iyi yapacak kalemlere sahip. Ancak hiç temas etmeden geçmeye de mevzuun tabiatı müsait değil.
Hocaefendi’nin Risâle-i Nurlar’dan feyiz aldığı, muhakkak. Ama kabul görmüş mânâsıyla bir Nurculuk yaptığı, söylenemez. Esasen, böyle bir iddası olmadığı gibi, isnâd edildiğinde de reddetmektedir. Yâni Risâle-ı Nur’lardan feyiz almış olmak, bütünüyle şâkirt olmayı gerektirmiyor. Tamamıyla farklı, kendisine has bir hizmet tarzı ihdas etmiş. Takdire şâyân… Her mü’min gibi, bana da düşen, İslâmiyet’e hizmet eden her müslümana dua etmek ve muvaffakiyet dilemektir. Bu, Hocaefendi gibi mümtaz bir zât olunca, bütün kalbimle ömrüne dua eder ve hizmetlerinin selametini dilerim. Çünkü esasa taalluk etmeyen detaylardaki farklılıklar neticeye zarar vermez. Geniş kitlelerin onun gayretleri ile büründükleri veçhe, herşeyden çok İslâmîdir. Daha fazlası, meslek ve meşreb farklılıklarından sarf-ı nazar etmeyi gerektirir ki, muhaldir. Gereği de yok. Ne var ki bu bahiste, Üstâd ve Risâle-i Nur’dan kaynaklanmayan detay inhirafları temyiz ve reddetmek, başka bir mükellefiyet. Bu mükellefiyet, benim zâviyemden vicdanî bir emirin neticesidir. Başkasının ne düşündüğü ile de meşgul değilim.
Bediüzzaman’a gelince… Üstâd, daha hayatta iken bilhassa Hıristiyan ruhanîleri ile temas imkânları aramış ve bunları değerlendirmiştir. Bu temaslarda, ya talebeleri vasıtasıyla Kur’an ve kendi eserlerini hediye etmiş, ya da dinsizlik ve ahlâksızlığa karşı onları Müslümanlarla iş birliğine dâvet etmiştir.
Üstâd, dinî muhteva itibariyle Hıristiyanlardan ve Hıristiyanlıktan herhangi bir şey beklemek şöyle dursun, her vesile ile Hıristiyanlığın muharref olduğunu dile getirmiş, Allah katında yegâne ve son dinin İslâmiyet olduğunu insanlığa anlatmayı, ömrünün gâyesi edinmiştir. Yüz otuz parça Risale-i Nur Külliyatı’nda bunun aksini işaret eden tek kelime şöyle dursun, tek imâ bile yoktur.
İtikad noktasındaki bu sarsılmaz imânı, insanlığa hayatını adamış bu büyük dâhinin, bilhassa Hıristiyan âlemini yok saymasına, mânidir. İnsanlık bir bütün olarak kurtulacaksa, Hıristiyan âleminin dinsizlik ve ahâksızlığa kaynaklık etmesinin önüne geçilmesi bir zarurettir. Zirâ, bugünkü Batı medeniyetine menşe olan bu âlem, bütünüyle Müslümanlaşmazsa bile, kendi dininde bir arayışla hurafelerden sıyrılabilir ve buradan alacağı vecdle küfür ve ahlâksızlığın büyük fırtınalarına karşı durabilir. Nitekim muharref temeller üzerinde hayatîyetini devam ettirmekte olan bu günkü kilise bile, Batı menşeli bir çok ahlâksızlığa karşı durmakta, günâhın bin bir çeşidinin istilâsına bir yere kadar sed teşkil etmektedir. Bugün Batı dünyasını kuşatma istidadı gösteren ahlâksızlığa karşı kendi içinden yükselen tek ses, kilisenin sesidir. Kilisenin muharref bir dine istinad ediyor olması, müsbet taraflarının da reddini gerektirmez. Aksine kimden gelirse gelsin, hakperestliğin şiarı, insanlığın faydasına olanlara taraf çıkmaktır.
Bediüzzaman, bir taraftan kiliseyi dinsizlik ve ahlâksızlığa karşı durmaya dâvet ederken, öbür taraftan müntesiplerine İslâmiyeti anlatmanın mücadelesini verir.
Son zamanlarda, İslâmiyetle alâkaları nüfus kayıtlarıyla sınırlı olanların ,bu bahiste Üstâd’a dil uzatmalarına gelince. Bu cür’et, ya düpedüz bir ahmaklığın, ya da büsbütün budalalığın eseri. Düşmanlığa ihtimal vermek kabil, ama bu iftira furyasını körükleyen düşmanlık bile olsa, vasıtası ahmaklıktır. Çünkü akl-ı başında her insan, Bediüzzaman’a dil uzatma cür’etinin, haddizatında kendisinin rüsvaylığıyla neticeleneceğini bilir. Bu büyük insana söyleyebileceğiniz iki şey var: Ya dinsizlik hesabına, düşüncelerini beğenmediğinizi dinsizce bir haysiyetle de olsa haykıracaksınız, ya da: Sadakte ya eyyüh-el Üstâd, diyeceksiniz.
Bediüzzaman, fincancı katırlarını ürküten değil, dehleyen insan. Yaşadığı devrin bütün şer odaklarını rahatsız etmiş, çomak sokmadığı eşek arısı kovanı, tekmelemediği put yok. Batının bütün hezeyanları gibi küfrün galizliklerini de tokatlamış. Yeri geldiğinde ne sultan dinlemiş, ne reis. İnandıklarını haykırmak için tek şeye ihtiyacı var: Allah’ın bağışladığı nefesinin çıkıyor olması. Susması için, nabzının durması gerek. Ama o çarpıcı dehâ ölüme de kafa tutar. Mevt karşısında susmayacak dil: Kitap… Yüz otuz parçalık Risâle-i Nur Külliyatı, bugün hemen bütün dünya dilleriyle beşere onun düşüncesini haykırmaktadır. Yarasanın ışığa karşı duyduğu şifa bulmaz ürpertiyle onun ismini sayıklayan hasımlarına göre bile, bugün Nurları okuyan kitlenin adedi sadece Türkiye’de altı milyonu aşkın.
Bu saded haricinden mevzua dönersek; evet Bediüzzaman, Hıristiyanların Ruhanî dindarları ile Müslümanları ittifaka teşvik etmiştir. Sebep, dinsizlik ve ahlâksızlık istilâsına karşı insanlığı korumak. Bu bir iltihak değil, müşterek düşmana karşı bir iş birliğidir. İltihak olsa, bu Hıristiyanların Müslümanlara iltihakı olacaktır. Aksini bir imâ ile bile olsa Risâle-i Nurda aramak, beyhûde gayret. Bu satırların yazarı, Üstad’ın düşünce dünyâsını otuz küsür yıldan beri her gün tavaf ediyor. Tek bir yanlışa tesadüf etmiş değil. Kaldı ki, bâriz vasfı tenkiddir; lâkabı, münekkid… Lâkin Üstâd kılı kırka yaran bir harika-i beşer, hakkıyla bediüzzaman.
Makaleyi Üstâdın huzurunda noktalayalım:
“Hattâ, hadis-i sahihle, âhirzamanda İsevîlerin hakikî dindarları ehl-i Kur’ân ile ittifak edip, müşterek düşmanları olan zındıkaya karşı dayanacakları gibi; şu zamanda dahi ehl-i diyanet ve ehl-i hakikat, değil yalnız dindaşı, meslektaşı, kardeşi olanlarla samimî ittifak etmek, belki Hıristiyanların hakikî dindar ruhanîleriyle dahi, medar-ı ihtilâf noktaları muvakkaten medar-ı münakaşa ve nizâ etmeyerek, müşterek düşmanları olan mütecaviz dinsizlere karşı ittifaka muhtaçtırlar.” (Bediüzzaman Said-i Nursî, Lem’alar, Sayfa 155)
Bu makale bir müdafaanâme değildir, asla… Risâle-i Nur’un da Müellif-i Muhteremi’nin de hiç bir müdafaa ihtiyacı yoktur. Doğuşu gökteki yıldızların kaybolmasını zarurî kılan bu parlak güneşin herhangi bir delile de ihtiyacı yok. Yapılması gereken tek şey, bir parça samimiyetle Üstâd’ın asırları kucaklayan sesine kulak vermek. Bu satırlar, otuz küsür yıllık bir mâbed ziyaretçisinin muasırlarına takdim ettiği küçük bir ön rehberliktir. Mâbedin tamamını ziyaret ve ihata yüz otuz parça Risâle-i Nur Külliyatını tedkikle mümkün. Bu bahisteki her nevî kusur âcizin, fâziletler Üstâd’ımındır. Dersimin bir kısmını paylaşmak istedim, o kadar…
|