Sufiforum.com

2009'da başlayan SUFİFORUM'da İslam; İslam Tasavvuf Geleneği ile ilgili her türlü güncel ya da 'eskimez' konular yer almaktadır. İçerik yenilemeleri tasavvuf.name sitesinden sürdürülmektedir. ALLAH YÂR OLSUN.

Giriş |  Kayıt




Yeni başlık gönder Başlığa cevap ver  [ 3 mesaj ] 
Yazar Mesaj
 Mesaj Başlığı: Prof. Dr. Robert Frager’in "Kalp, Nefs ve Ruh" kitabı
MesajGönderilme zamanı: 13.08.12, 15:25 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 15.12.08, 02:19
Mesajlar: 253
KAFASI KARIŞIK BİR ŞEYHİN KİTABI

Seyfi Say


Prof. Dr. Robert Frager’in "Kalp, Nefs ve Ruh" adlı kitabına göz atıldığında şu anlaşılıyor: Büyük ihtimalle yazar, samimi ve iyi niyetli bir insan.. Fakat, tasavvufa olan bakışında kendi uzmanlık alanının (modern psikoloji) etkisi altında. Her ne kadar, modern psikolojiye önemli eleştiriler getiriyorsa da, onun bütünüyle etkisinden kurtulmuş olarak konuya baktığını söylemek mümkün değil.

İkincisi, İslam tasavvufu olarak adlandırılan şeyin kaynağının Kitap ve Sünnet olduğu önkabulünden hareketle değil de, tasavvufun kendi başına bir varlığının bulunduğu ve İslam'da da buna rastlandığı gibi bir yaklaşım var. Önsöz'ün ikinci paragrafı bunu ortaya koyuyor: "Tasavvuf, bütün dinlerin kalbinde yer alan mistisizmden farklı değildir...."

Yazarın, İslam'ı ve tasavvufu tam anladığını söylemek mümkün değil. Altyapısı yetersiz olduğu için, mesela “meşhur bir kudsî hadis”ten söz ediyor (s. 31). Aktardığı söz (“Ben gizli bir hazine idim.”) belki meşhur ama kudsî hadis olduğunu söylemek zor görünüyor. Çünkü sahih kaynaklarda yok. Madve Yayınları’nın iki ciltlik "Kudsi Hadisler" kitabında da yer almıyor.

Yine, "en önemli hadislerden biri" diye "Kendini bilen Rabbini bilir" sözünü aktarıyor. Bu söz, kelam-ı kibar ve önemli bir söz, ama hadîs değil. Nitekim Prof. Dr. M. Es'ad Coşan, "İbrahim Müteferrika" kitabında bir dipnotta bunu Keşful-Hafa'ya dayandırarak söylüyor.

Yine yazar, sufilerin sık sık, ilmiyle amel etmeyen alimin kitap yüklü eşek olduğunu söylediklerini belirtiyor (s. 40). Halbuki “kitap yüklü eşek” tabiri Kur'an'da, Tevrat'la amel etmeyen yahudiler için kullanılmıştır. Ve bu tabiri kullananlar, Kur'an'a atıfta bulunmuş olurlar. Sufî sözü değildir. Yazarın Kur'an bilgisinin yetersiz olduğu anlaşılmaktadır.

Başka kültürlerden alıntılar da yapıyor ki, bu da sağlıklı bir yol değil. Mesela şöyle diyor: "Üstelik önemli olan hizmetin miktarı değil niyetimizdir. Rahibe Theresa'nın dediği gibi, 'Ne yaptığınız değil, ne ölçüde bir aşkla yaptığınız önemlidir'."

Gerçekte, ne yaptığınız da önemlidir. Hatta insanın nefsiyle mücadele ederek, nefsine acı gelerek yaptığı bir hayırlı iş, bir doğru hareket daha sevaplı olabilir. İlla da hoşlanmak şart değildir. Ayet-i kerimede, hoşumuza gitmeyen şeylerde hayır olabileceği belirtilmiştir. Cennet nefse hoş gelmeyen, cehennem de hoşa giden şeylerle çevrilmiştir.

Ayrıca yazar, şöyle diyor: "Azıcık bir uygulamalı ilim, irfanı kazandırır; ama çok fazla kitabî ilim zihinsel ve manevî hazımsızlığa neden olur."

Bu söz yanlıştır ve "İlim perdedir" sözünü hatırlatıyor. İmam Gazalî şöyle demektedir: “… tasavvufu bilene göre, sofulukta cehalet şart değildir. Marifetten haberi olmayan bazı ahmakların ‘İlim hicabdır’ gibi aslı olmayan sözlerine değer verilmez. Asıl perde olan, cehalettir.” (İhya, C. 2, çev. A. Serdaroğlu, s. 380.) Yine, Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi'nin dediği gibi, alimde hata varsa, bu ilminden değil, ya öğrendiğini layıkıyla öğrenememesinden ya da niyetinin bozukluğundan kaynaklanır. İlim önemlidir. Onun için ayet-i kerimede, "İlmimi artır" diye dua edilmesi emrediliyor.

Yine yazar şöyle diyor: "... aslında hepimiz doğuştan hikmet ve iyilikle doğarız." (s. 55) Hikmet ve iyilikle değil, 'fıtrat' üzere doğarız. Yani hikmeti ve iyiliği kabul etmeye açık olarak..

“Biz ona (insana) iki göz, bir dil, iki kulak vermedik mi?! Ona iki yol (hayrı ve şerri) göstermedik mi?!” (90: 8-9-10)

“Her bir nefse ve onu (insan şeklinde) düzenleyene, sonra da ona hem kötülüğü hem de (ondan) sakınmayı ilham edene and olsun ki, onu (nefsini) günahlardan tertemiz yapan, muhakkak kurtulup umduğuna ermiştir. Onu (günahlarla) örtüp gömen de elbette ziyana uğramıştır.” (91: 7-8-9-10)

Yine yazar şöyle diyor: "... Batınî ilme sahip olanlar kalp bağlamında anlarlar. Böylece amelin zahirî biçimlerinin arkasındaki batınî, sembolik anlamları ve sözcüklerin arkasındaki derin, sembolik anlamları kavrayabilirler...." (s.59)

Bu sözlerden Batınîlik kokusu geliyor.

Yazar şunu da söylüyor: "Sufiler genellikle ilimsiz, birşeye bakmaksızın ve gözlem yapmaksızın, tanımlamaksızın, örtmeksizin ve örtüsüz görürler. Onlar kendileri değildirler, eğer var iseler bile, Hakk'ın içinde vardırlar. Onların hareketlerinin müsebbibi Allah (c.c.)'tır ve sözleri Allah (c.c.)'ın onların diliyle söylediği sözlerdir ve onların bakışları Hakk'ın onların gözlerine giren bakışlarıdır. (Cenab-ı Hakk buyurdular ki; 'Ben bir hizmetkarımı sevdiğim zaman, Ben, onun Rabbi, onun kulağıyım böylece Benimle duyar, Ben onun gözüyüm, böylece Benimle görür ve Ben onun diliyim böylece Benimle konuşur ve onun eliyim, Böylece benimle alır.)" (s. 62)

Yazarın parantez içinde verdiği ifadeler, Buharî'de yer alan bir kudsî hadîs. Bunun şerhi ile ilgili olarak, sözü edilen Kudsi Hadisler kitabında şu bilgiler veriliyor:

"Allahu Teala'nın 'gözü, kulağı, vs. olurum' demesi mecazi anlamdadır. Yani Allahu Teala'nın kulunun her azasına yardımcı olacağını, o kulun bütün azalarıyla Allah'ın yardımına kavuşacağını ifade etmektedir. Buradaki mananın şöyle olduğu da belirtilmiştir: 'O kulum artık ancak Benim zikrimi duyar, Benim kelamımdan ve kitabımı okumaktan tad alır, ancak Bana münacaatle huzur duyar, sadece Benim melekutumun fevkalade durumlarına bakar, elini sadece Benim razı olacağım yerlere uzadır, ayağıyla sadece Benim rızama uygun olacak yerlere gider.' Bu görüşü el-Fakihanî ileri sürmüştür. el-İttihadiyye [Allah ile kul arasında ittihat/birlik olacağını söyleyen grup], bunun hakikat üzere olduğunu söylemiştir.... Kutbuddin el-Kastallanî bu görüşü savunanların iddialarını çürütmek için çok beliğ bir risale yazmıştır.... Gönül ehlinin imamlarından Ebu Osman el-Cîrî, Beyhakî'ye isnad ettiği bir görüşünde bu hususu şöyle izah etmiştir: Allahü Teala böyle buyurmakla kulunun ihtiyaçlarını kulağından daha çabuk duyduğunu, gözünden daha çabuk gördüğünü, elinden daha çabuk tuttuğunu ve ayağından daha çabuk o ihtiyaçlarına vardığını ve karşıladığını bildirmiştir."

Kelâbâzî (ö. 380/990) ise, tasavvufun ilk ve en önemli kaynak eserlerinden olan Ta’arruf’unda şöyle demektedir: “ ‘Ben kulumun hakkımdaki zannı üzereyim’ sözünün manasının şu olması caizdir: ‘Kul benim kendisi için kafi olduğumu bilirse ben öyleyim. Kulum benim kendisini korumamı isterse ben öyleyim, o (tevbe ederek) bana dönerse ben de ona yönelirim, dua ederse icabet ederim, benim için bir amel yaparsa onu kabul ederim, af dilerse kendisini affederim.” (Ta’arruf, çev. Süleyman Uludağ, 2. b., İstanbul: Dergâh Y., 1992, s. 31.)

Yazarın bu konudaki sözleri, kitabın belki en mahzurlu yönü.. Çünkü doğrudan iman ve itikadla, Tevhid'le ilgili.. Yazarın vahdet-i vücutçu bir bakış açısı var fakat vahdet-i vücudu da tam anlamamış. Daha doğrusu yanlış anlamış. Sorun da burada. İnsanların itikadının/imanının bozulması pahasına tasavvufu savunmak veya anlatmaya çalışmak boş birşeydir.

Önsöz'ün üçüncü sayfasında ise şöyle deniliyor: "... Marifet düzeyinde 'ne ben ne de sen varsın'. Birey her şeyin Hakk'tan ibaret olduğunu ve hiç kimsenin Hakk'ın gayrı olmadığını anlar. Bu tasavvufun nihai hedefidir."

Bu, tasavvufun nihai hedefi değildir. Eğer öyleyse, tasavvufun nihai hedefinin sapıklık ve şirk olduğunu kabul etmek gerekir.

Ayrıca, bu şekilde marifetten bahsetmek faydasız birşeydir. Nitekim İmam Gazali şöyle der: "... ariflerin O’nun hakkındaki marifetlerinin kemali, acziyyetlerini itiraftan ibaret olduğu, bir Allah’tır. Nitekim Resul-i Ekrem: ‘Gereği gibi Seni sena etmekten acizim. Sen, kendini sena ettiğin gibi yücesin’ buyurmuş. Sıddîk-ı Ekber de, ‘Anlamadığını anlamak bir anlayıştır’ demiştir....” (İmam Gazalî, İhya..., C. 4, Bedir Yay., s. 551-552.)

Ebu Said Harrâz şöyle demiştir: “Allah hakkındaki marifet, Allah’ı bulmadan (vuslat) önce O’nu araştırmakla ilgili olmak üzere elde edilen ilimdir.” (Kelâbâzî, Doğuş Devrinde Tasavvuf/Ta’arruf, çev. Uludağ, s. 98)

Muhammed bin Vasi’e “marifet” sorulduğunda “bir müddet başını eğdi ve sonra, ‘O’nu tanıyan bir kimsenin sözü az, düşünmesi devamlı olur’ dedi.” (Attar, Tezkiret-ül Evliya, çev. Uludağ, s. 94)

Zünnun-ı Mısrî’den ise şu söz nakledilir:

“Allah’tan en uzak kalan, zahir itibariyle O’na en fazla işarette bulunandır.” (Tezkiret-ül Evliya, s. 192)

Cüneyd-i Bağdadî de şöyle demiştir: “Marifet, Allahü Teala’nın mekri, yani oyunudur [hilesidir]. Arif olduğu zannına kapılan oyuna gelmiştir.” (Tezkiret-ül Evliya, s. 463)

Ondan şu söz de nakledilmiştir: “İlim, ihata eden birşeydir, keza marifet de ihata eden birşeydir. Şu halde (ihata olunmaktan münezzeh bulunan) Allah nerede, kul nerede?”

Yine şu söz de ona aittir: “Allah’ın vahdaniyetine dair olan ilim, O’nun varlığından farklıdır, keza O’nun varlığı, O’na dair olan ilimden farklıdır.”

Ebu Bekir Vasıtî ise şöyle der:

“Bir pîr, ‘En büyük günahım O’nun hakkında marifet sahibi olmamdır’ demiştir. (Kulun, Allah hakkında ‘arif olduğunu zannetmesi’, ‘kendine varlık vermesi’ demek olup, ‘kendini görmesi’ günahların en büyüğüdür.) .... İbare ve ifade Tevhid yolunun mahremi değildir. Bilmek tevhid yolunda, yabancıdır. Tevehhüm ve zan gibi şeylerin tümünde hudus tohumu vardır. Tevhid ise kendi mukaddes aleminde tertemiz bir halde olup konuşmak, dinlemek, ibare, ifade, işaret, görmek, suret, hayal, öyle veya böyle olmak gibi şeylerden münezzehtir. Bütün bunlarda beşeriyet kiri vardır, halbuki tevhiddeki marifet kirli olmaktan münezzehtir....” (Tezkiret-ül Evliya, s. 739)

Yine şöyle demiştir: “Muamele yoluna dair söz söylemek güzel birşeydir. Lakin söz, hakikatlar bahsinde şirk çölünden esen bir rüzgar, beşeriyet aleminden zahir olan bir inkar ve tanınma halidir.” (Tezkiret-ül Evliya, s. 743)

Ebu Abbas Seyyarî ise, “Hakiki marifet, marifetlerden çıkmaktır” demiştir. (Tezkiret-ül Evliya, s.. 777)

“Şeyhlerden biri şöyle der: ‘Marifet iki nevidir: Hakk’ı tanımak, hakikatı tanımak. Hakk ile ilgili olan marifet, sıfatlarından anlaşıldığı gibi Allah Teala’nın birliğini kabul etmektir. Hakikatla ilgili olan marifet, “Allah Teala’nın birliğine ulaşmanın yolu yoktur” diye arifin inanmasıdır. Zira samediyet bunu imkansız hale getirmiştir.’ Bu sebeple Rabb’ın ihata edilemeyeceği bir hakikat olarak ortaya çıkmıştır. Allah Teala, ‘İlim yönünden onu ihata edemezler’ (Taha, 20/110) buyurmuştur. Samed, sıfat ve vasıflarının mahiyeti idrak edilmeyen varlık demektir.” (Kelâbâzî, s. 193)

Merhum Elmalılı, vahdet-i vücud konusuna Hak Dini Kur’an Dili'nin farklı yerlerinde temas eder. Birinci ciltte söylediklerini aktarmanın yeterli olacağını sanıyorum:

“... İslam dininde emredilen genel iman konusu ‘Allah’tan başka hiçbir ilah yoktur’ tevhidi, Allah’ı bir bilmektir. Yoksa ‘Allah’tan başka hiçbir mevcud yoktur’ diye ifade edilen; mevcudu, varlığı bir bilmek değildir. Bu olsa olsa marifet yolunda merhaleler katetmiş seçkin şahıslar için bahis konusu olabilir. Bizim nazarımızda vücud birliği genel olarak olumsuz değil, belki keşif yoluyla olumludur. Fakat ‘Allah’tan başka mevcud yoktur’ demekle ‘Her mevcud Allah’tır’ demek arasında pek büyük fark vardır. Birincisi sırf tevhid olabilir, fakat ikincisi sırf şirktir.” (C. 1, sad. İsmail Karaçam ve diğerleri, s. 475.)

Yazarın sözüne tekrar dönelim: "... Marifet düzeyinde 'ne ben ne de sen varsın'. Birey her şeyin Hakk'tan ibaret olduğunu ve hiç kimsenin Hakk'ın gayrı olmadığını anlar. Bu tasavvufun nihai hedefidir."

Halbuki, (muhtemelen) İbn Arabî ve onu doğru anlayanlar, onun böyle demek istemediğini bilmekteydiler:

“ ‘Ve zuhuru ile emr ettiği şeyin ifşasından onu nehy etti.’ Hak Teala hazretlerinin zuhuru ile emrettiği şey marifet-i haktır.... İnsan-ı kamil halkı marifet-i Hakk’a dâ’îdir [davetçidir]. Zira Hak Teala onun zuhurunu emr etmiştir. Fakat zevka taalluk eden vahdet-i vücud sırrının avama ifşasından nehy etmiştir. Zira vahdet-i vücud ‘hakikat’tir. Bu hakikatin akval [sözler] ile ifşası ukul-ı zaife erbabı indinde delalete ve ta’tîl-i şeriate sebep olur [Bu hakikatin sözle açığa vurulması, zayıf akıllıları sapıklığa ve şeriati bırakmaya iter].... Ve şeriat tevhide davet eder. Zira şeriat isneyniyyet [ikilik] üzerine müsteniddir. Çünkü tevhid ‘bir kılmak’ demektir. Ve tevhid için ‘birleyen’in ve ‘birlenen’in vücudları ve ‘birlemek’ keyfiyyeti iktiza eder. Bunlar ise kesrettir.... Ve bir olmaktan maksad, kasır-ı nazar (kısa görüşlü) olan kimselerin tevehhüm ettikleri gibi ‘hulul’ değildir. İki vücudun ‘birleşmesi’ de değildir.... İmdi bu makam bir insan-ı kamilin terbiye-i hususiyyesiyle süluk (yol alma) ve mücahedat neticesinde salikin (yol alanın) nefsinde münkeşif olan (ortaya çıkan) bir hal ve zevk olduğundan, insan-ı kamil bu vahdet-i vücud sırrının umuma ifşasından neyh olunmuştur.... Halkın tahammül edemeyeceği (taşıyamayacağı) bir şeye daveti haklarında muzırdır [zararlıdır].” (İbn Arabî-Ahmed Avni Konuk, Tedbîrat-ı İlahiyye, ss. 13-14)

“O birlik, vasıf ve hal bakımındandır. Fakat söz meydanına ancak ikilik gelebilir.

“Ya şaşı gibi ikiliği iç, yahut ağzını yum, güzelce sus!”

(Mesnevî, C. 6, s. 162)

Genelde vahdet-i vücud konusunda yazıp çizenlerin çok büyük hatalar yaptıklarını, bunun da, kendilerinde “özel bir bilgi” bulunduğunu zannetmelerinden kaynaklandığını söylemek her halde yanlış olmaz.

Bazıları bunu, bilmeyerek yapar(dı geçmişte). İmam Gazalî şöyle der:

“... Tarîkatin başlangıcından itibaren, keşif ve müşahedelerle başlar.... Daha sonra durum, şekil ve misallerin müşahedesinden, sözle ifâde edilemeyecek derecelere yükselir. Bunları anlatmağa teşebbüs eden, söylediklerinde muhakkak kaçınılması mümkün olmayan açık bir hataya düşer. Kısaca durum, içlerinden bir zümrenin, Allah’a hulûl etmelerini, bir zümrenin Allah’la birleştiğini ve bir zümrenin de O’na kavuştuğunu tahayyül edebilecekleri hale varır. Bunların hepsi yanlış tutumlardır....” (el-Gazzâlî, el-Munkızu min ed-Dalal, çev. A. Suphi Furat, İstanbul: Şamil Yayınları, s. 75.)

Çağımızda vahdet-i vücud konusunda yazıp çizenlerin çoğunlukla, böylesine halleri yaşamadıkları halde, kendilerinde “özel bir bilgi” bulunduğunu zannettiklerini veya öyle görünmeye çalıştıklarını söylemek her halde yanlış olmaz. Onlar, seçkin ve havastır.. Merhum Elmalılı, havass-avam ayrımının mahzuruna şu şekilde işaret eder:

“... Demek ki, iman hususunda münafıkların, şüphecilerin saplandıkları özel fikir, imanın insan için bir tuzak olması ve buna göre sırasında yalnız halkı gemlemek için kullanılması noktasında toplanır ve bunun için kâfirlerle beraber yaşamak imkânını gördükleri zaman, imanın lafından bile sıyrılırlar. Mü’minler içinde yaşamaya mecbur kaldıkları zaman da imandan bahsederler. Lâkin havass (seçkinler)ın imanıyla halkın imanı arasında zaruri bir fark ve yükselme bulunacağı davasından vazgeçmezler. Halbuki İslâm dininin teklif ettiği imanın şartları, hak ve gerçeğin en genel ve en kapsamlı esas çizgileri olduğu için, imanın aslında ve şartlarında seçkinler ve halk farkı bahis konusu olamaz. Bu fark, o imanın amellerinde ve kemalinin derecelerinde bahis konusu olabilir. Genel prensiplerde eşitlik başka, bunda ilerleme meselesi yine başkadır. Halbuki şüpheciler, imanın esasını, kalbin saflığını, ihlası budalalık saydıklarından müminlere, aldatılmaya hazır, safdil, budala gözüyle bakarlar. Fakat Allah Teâlâ buyuruyor ki: ‘Şunu muhakkak biliniz ki, beyinsiz, budala, ancak o münafıkların kendileridir, fakat bilmezler.’ Gerçi onlar kendilerini, ilim ve bilgi ile herkesten yüksek görmek isterlerse de, onların ilim ile ilgileri yoktur....” (C. 1, s. 212.)

Bu gerçeğe, meşhur mutasavvıflardan Niyazî-i Mısrî, “Tarikatın Usûlü ve Hakikatin Rumuzu” başlıklı risalesinde şöyle işaret etmiştir:

“Tasavvuf ehli geçinen bazı ümmîler, [mutasavvıfların] o mutlak sözlerine bakıp ilhada [sapıklığa] düşmesinler ve aynı zamanda bilsinler ki tasavvuf ehli her ne kadar yüksek mertebelere yetişseler de onların imanı, şu yeni imana gelen mü’minin imanından artık [fazla] olmaz. Onun için ‘Aleyküm bi-dini’l-acâyiz - Sizin için din, kocakarıların dinidir’ denilmiştir. O halde bu manayı bilip tasavvuf yolunu şerefli şeriat yolundan başka bir yol zannedip dalâlet yoluna düşmesinler.” (Mehmet Ali Aynî, Tasavvuf Tarihi, sad. Hüseyin Rahmi Yananlı, İstanbul 1992, s. 332.)

Yine, Niyazî-i Mısrî şunları da yazmıştır:

“- Bir kimse sofîlerin bildiği ilmi bilmese, şerefli şeriatın zahiri ile amel etse ve onunla yetinse o kimsenin imanında ve İslam’ında sofîlerden eksik olur mu?

“- Olmaz... Sofîlerden değil, belki enbiya aleyhimüsselamın imanından ve İslam’ından dahi eksik olmaz. Zira iman ve İslam öyle bir cevherdir ki bölünme ve parçalarına ayrılma kabul etmez; artık ve eksik denilmez.” (A.g.e., s. 330)

“- Bunlar, ‘Biz Allah’ı görürüz’ derler. Dünyada bu hazret (yakınlık) Resulullah’dan başkası için mümkün müdür?

“- Mümkün değildir. ‘Biz Allah’ı görürüz’ demeleri, ‘Biz Allah’ı biliriz ve kudretinin eserlerini müşahade ederiz’ demektir.

“- Bu sözler bunlara yalan olmaz mı? Birşeyin eserlerini görmek kendisini görmek demek olur mu?

“- Olur... Bir kimse güneşin ışığını görse ve ‘Ben güneşi gördüm’ dese caizdir. Halbuki görmemiştir. Başka bir örneği: Eline bir ayna alırsın, içinde suretini görürsün. Gördüğün kendi yüzün olmadığını bilirken ‘Yüzümü gördüm’ dersin. Bu söz de yalan değildir.” (A.g.e., ss. 330-331)

İmam-ı Rabbanî, Abdülhalık Gücdüvanî hazretlerinin, bu yolda son merhalenin “yâd daşt” (Allah’ı hatırda tutmak, unutmamak) olduğunu, bundan ötesinin “vehim ve hayaller”den ibaret bulunduğunu söylediğini aktarır. Bu söz, konuyu mükemmel bir şekilde özetlemektedir.


Frager şunları da söylüyor: “… İlham yalnızca kendi kalp ya da vicdanımızın bâtınî sesini işitmekten ibaret değildir. Şeyhlerin ritmine kendilerini ayarlayan dervişler ayrıca işlerinde de şeyhlerinin sesini duyarlar. Çok uzaklarda olsa bile şeyhlerinden ilham alır ve irşad olurlar. Bu, şeyhin bir konuşmasını ya da ibretli öykülerinden birisini aniden hatırlama ya da sanki şeyhin huzurunda imiş gibi hissetme şeklinde gerçekleşebilir.” (s. 90)

Frager’in yukarıdaki ifadeleri, şair Esmaî ile Harun Reşid arasında geçen olayı hatırlatıyor. Bedevîlerin palûzeyi (bir tatlı çeşidi) bilip bilmediği konusunda bahse giriyorlar. Sofralarına bir bedevîyi getiriyor, palûze de ikram ediyorlar ve soruyorlar: “Bu nedir?” Bedevî, “Ben nar diye birşey olduğunu duymuştum, bu herhalde o” diye cevap veriyor. Bunun üzerine, bahsi kazanan Esmaî şöyle diyor: “İki defa kazandım. Bu hem palûzeyi, hem de narı bilmiyor.” Frager’in ifadeleri de, ilham kadar rabıtanın ne olduğunu da bilmediğini gösteriyor.

İlhamın değer taşıması, rahmanî olmasına bağlıdır. Hz. Peygamber s.a.s., bu ümmetten kendisine ilham olunanlar bulunduğunu, Ömer’in de onlardan olduğunu belirtmiştir. Hanefî alimi ve Nakşbendî şeyhi Eşref Ali et-Tanevî, Türkçe’ye “Hadîslerle Tasavvuf” adıyla tercüme edilen kitabında (Umran Yayınları), bu hadîsin nasıl anlaşılması gerektiğini açıklar. Hz. Peygamber s.a.s. Hz. Ömer’in ismini verdiği için, onun ilham alanlardan olduğunda şüphe yoktur. Ama herhangi bir şeyh hakkında böyle bir hadîs bulunmadığı için, onun ilham alanlardan olup olmadığı bilinemez. Şeyhten ilham almak diye birşey ise yoktur, şeyhin kendisi ilham almaya muhtaç olan kişidir, ilham veren değildir. Hz. Peygamber s.a.s., “Bu ümmetten ilham verenler vardır, biri de Ömer’dir” dememiştir.

Buna karşılık, bazı tarikatlarda rabıta diye bir uygulama vardır. Bunu da üçe ayırırlar: Şeyhe rabıta, ölüm rabıtası, rabıta-i huzur. Huzur rabıtasından maksat, Allahü Teala’nın huzurunda olduğunu hatırlamak ve düşünmektir. Bunun, Cibrîl hadîsinde geçen “ihsan” anlamına geldiği söylenebilir. Ömer Ziyaeddin Dağıstanî rh. a., “Tasavvuf ve Tarikatlarla İlgili Fetvalar” adlı kitabında (Seha Neşriyat), rabıta-i şeyh ile rabıta-i mevt’in huzur rabıtası için bir vesile, bir araç olduğunu, asıl maksadın rabıta-i huzura ulaşmak olduğunu belirtir. İlham başka, rabıta başka birşeydir.


Burada Frager'in kitabının sadece ilk 100 sayfasını konu edinmiş bulunuyoruz. İmam Gazali gibi alimlerin kitaplarını okumak daha doğru olur. Çünkü onlar hem akaid, hem fıkıh hem de tasavvuf konularında uzmandır. Hem fıkhı hem fıkıh usulünü, hem tefsiri hem de tefsir usulünü iyi bilirler. Frager gibi insanlar iyi olabilir, ama ilimleri yetersiz olduğu için farkında olmadan sapabilir ve saptırabilirler. Bilgisi yetersiz olanların peşinden gidilmez. Adam konuya vakıf değil ama, çok okumayı hazımsızlık sebebi olarak göstererek, kendisine bu yönden gelebilecek eleştirileri baştan etkisiz hale getiriyor. Getiriyor ama, bu, bilgisizliği ile yolaçtığı facianın büyüklüğünü ortadan kaldırmaz.

Kendisi muhtac-ı himmet bir dede, nerde kaldı gayriye himmet ede!

KAYNAK: http://beyanname.blogcu.com/kafasi-kari ... bi/7130315


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: Prof. Dr. Robert Frager’in "Kalp, Nefs ve Ruh" kitabı
MesajGönderilme zamanı: 19.11.12, 14:21 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 15.12.08, 02:19
Mesajlar: 253
Alıntı:
Prof. Dr. Robert Frager’in "Kalp, Nefs ve Ruh" adlı kitabına göz atıldığında şu anlaşılıyor: Büyük ihtimalle yazar, samimi ve iyi niyetli bir insan.. Fakat, tasavvufa olan bakışında kendi uzmanlık alanının (modern psikoloji) etkisi altında.


Kitabı önemli yapan da bu...


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: Prof. Dr. Robert Frager’in "Kalp, Nefs ve Ruh" kitabı
MesajGönderilme zamanı: 06.12.12, 09:36 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 15.12.08, 02:19
Mesajlar: 253
Okunmalı.


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
Eskiden itibaren mesajları göster:  Sırala  
Yeni başlık gönder Başlığa cevap ver  [ 3 mesaj ] 

Tüm zamanlar UTC + 2 saat


Kimler çevrimiçi

Bu forumu gezen kullanıcılar: Hiç bir kayıtlı kullanıcı yok ve 1 misafir


Bu foruma yeni başlıklar gönderemezsiniz
Bu forumdaki başlıklara cevap veremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı düzenleyemezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı silemezsiniz

Geçiş yap:  
cron
   Powered by phpBB © 2000, 2002, 2005, 2007 phpBB Group

Türkçe çeviri: phpBB Türkiye