Nebevî Verasetin Getirdiği Sorumluluklar: Şuur ve Vakar
Nebevî veraset Hz. Peygamber Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)’e varis olmak, onun geriye bıraktığı “ilm”e sahip olmak demek. Nebevî veraset deyince akla ulemanın peygamber varisi olduğunu belirten hadis geliyor. Tirmizî, Ebu Davud, İbn-i Mâce ve diğer birçok hadis mecmuasında[1] Ebu’d-Derdâ (radıyallahü anh)’dan nakledilen hadis-i şerif şu mealde: “Âlimler peygamberlerin varisleridir, peygamberler geriye ne dinar ne de dirhem bırakırlar. Onlar geriye ancak ilim bırakırlar. Kim bu ilmi alırsa büyük bir pay almış olur.”[2]
Bugüne kadar Hz. Peygamber Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)’in mübarek ağızlarından çıkan bu sözleri genelde ulemanın faziletini beyan sadedinde okuduk, kürsülerde ve sohbet meclislerinde hep ilme teşvik için zikrettik durduk. Yanlış değildi şüphesiz; ama meselenin sadece fazilet meselesi olduğunu düşünürsek önemli bir inceliği atlamış oluruz. Her lütuf liyakat muhasebesini iktiza eder fehvasınca faziletin sorumluluk boyutu unutulmamalıdır. Öyleyse bugün Hz. Peygamber Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)’e varis olmanın ulemaya kazandırdığı manevi makamı değil, onlara yüklediği sorumluluğu konuşmanın sırası olduğunu söylersem beni mazur göreceğinizi umuyorum.
Hadis-i şerifte faziletin herhangi bir surette değil de veraset suretinde zikredilmiş olması, bizi verasetin hususiyetleri üzerine düşünmeye zorluyor. İyi düşünülürse verasetin sadece muristen kalan bir değere sahip olmak demek olmadığı, murisin şahsiyeti, hak ve ödevleri karşısında varisin mesuliyetini de doğuran derin bir ilişki biçimi olduğu anlaşılacaktır. Evet, veraset muris ile varis arasında bir ilişkidir, hem de dost ahbab arasında olmayan derin ve özel bir ilişki. Ve bu ilişkide varisin murisi temsil sorumluluğu merkezi yer işgal eder. Demek oluyor ki, ulema Hz. Peygamber Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)’e varis olmakla bir yere kadar nübüvvet makamını temsil sorumluluğunu yükleniyor.
Verasetin bu cihetini esas alarak burada ulema için hadis-i şerifin tazammun ettiği sorumluluklar sadedinde iki hususa değinmek istiyorum. Birincisi, verasete sahip çıkma sorumluluğu. İkincisi verasete yaraşır bir vakar ve ciddiyet sorumluluğu.
Nebevî verasete sahip çıkmak derken Hz. Nebî’nin bizlere emanet bıraktığı ilmi sahiplenmeyi; talim, tedris, telif, tatbik ve gerektiğinde müdafaa yoluyla hayatiyetini sürdürmeyi kastediyorum. Hz. Peygamberimiz’den tevarüs ettiğimiz bu ilim tabii olarak temelde Kur’an ve Sünnet bilgisidir. Temelde diyorum; çünkü Kur’an ve Sünnet’in ihtiva ettiği ilim yine kendilerinden müstahreç usul ve anlayışla bugün “İslamî ilimler” diye bilinen muhtelif ilim dallarında müesses hale kavuşmuştur. Tefsir, hadis, fıkıh, akaid, tasavvuf ve usul ilimlerinde tecessüm eden “kavramsal yapı”, başta Hz. Peygamber Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)’in öğrencileri bulunan Ashab olmak üzere ilk nesil imamlarının elinde Kur’an ve Sünnet’in müşahhas ve mufassal bir muhtevaya kavuşturularak “sistemleşmiş” halidir. Kur’an ve Sünnet naslarında açık ifadesini bulan dinî bilgileri bir tarafa koyacak olursak meseleyi şöyle de anlayabiliriz; Kur’an ve Sünnet dinî bilginin “öz hali”ni teşkil ederken anılan ilimler, Kur’an ve Sünnet’in işaret ettiği yönde liyakat ve ciddiyet esasında bu bilginin detaylandırılması, pratiğe dönüştürülmesi diyebileceğimiz “müesses hali”ni teşkil etmektedir. Söz konusu detaylandırma ve pratiğe dökme işinin önce Kur’an ve Sünnet’in açık ya da zımnen işaretlediği istikamette icra edilmesi sonra bu icranın gerek donanım gerekse takva açılarından liyakatli şahsiyetler tarafından gerçekleştirilmesi son derece önemlidir. Zira tabiî seyri içinde dinî bilginin murad-ı ilahiye paralel zengin bir anlam ve uygulama sistemine kavuşturulmasıyla yabancı metod ve telakkiler esasında murad-ı ilahîden uzaklaşıp tahrif edilmesi/modernleştirilmesi arasındaki hayatî fark burada yatmaktadır. Şu halde nebevî mirası temsil eden öz dinî bilginin hem hayatın muhtelif alanlarında uygulanabilir “tesis edilmiş bilgi” olması hem de kaynağından tabiî biçimde kaynayıp gelen “güvenilir bilgi” olması zarureti bizi bir yandan katı selefî anlayışa karşı, diğer yandan modernist islamcı anlayışa karşı mesafeli durmaya sevk ediyor. Katı selefî anlayış tesis edilmiş İslamî bilgiye arkasını dönerken hesabı verilmiş bir anlam/istinbat ve izah/ictihad sistemi tesis etmeden tepeden inme bir surette nasları tatbike kalkmakla indirgemeci bir okuma biçimini idealleştirmektedir. Esmâ ve sıfat naslarındaki zahirci yaklaşımları bunun tipik örneği olarak görülebilir. İslamî ilimlerin ortaya koyduğu anlam ve izah sistemini reddeden diğer bir kesim olan Modernist İslamcı çevre de konjonktürel baskıların altında “modern değerleri” vahyin değerlerine öncelemekte, islamî ilimlere alternatif olarak sundukları modern anlam ve izah teorileri sebebiyle murad-ı ilahîye yabancı bir yorum biçimini Cenab-ı Allah’ın hitabına uygulamaya kalkmakta ve böylece ürettikleri bilgide güven krizine yol açmaktadır. Modernist Fazlur Rahman’ın günümüz ribasının/faizinin haram olmadığı yönündeki görüşü sözünü ettiğim güven krizine başka örnek gerektirmeyecek kadar açıktır.
Şu halde söz konusu ilimlerle Kur’an ve Sünnet arasındaki soyut mahiyet farkını burada konuşmanın bir faydası olmadığını, dolayısıyla nebevî mirasa sahip çıkmanın bir yolu varsa bunun İslamî ilimlere sahip çıkmaktan geçtiğini söylemek gerekecektir.
Şu halde hem nebevî mirasa sahip çıkmak adına hem de Kur’an ve Sünnet bilgisini hayata tatbik adına bu ilimlere sahip çıkmak herkesten önce ulemanın sorumluluğundadır. Bu ilimlere sırt çevirmek, modern anlama ve yorumlama yöntemleri içinden alternatiflerini aramak redd-i mirasa eş değer nankörlük ve cahillik örneğinden başka bir şey değildir.
Hadis-i şerifin ulemaya yüklediği ikinci sorumluluk verasete yaraşır bir vakar ve ciddiyettir. Hz. Peygamber Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)’in mirasının azametine yaraşır üstün ahlak, vakur bir duruş sadece bir sorumluluk değil, ayrıca ulemanın ayırt edici özelliğidir. Bugün üçüncü nesil patronları tarafından yönetilen köklü aile şirketleri var. Babalarından şirket yönetimini tevarüs eden bu yeni kuşak patronlarında bile bir veraset ahlakını gözlemlemek mümkün. Bunların, akranları arasında şirket mirasının onur ve ciddiyetine mütenasip bir iş adamı vizyonuyla temayüz ettiklerini görüyoruz. Hz. Peygamber Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)’e varis olmanın da ahlakî sorumluluğu var şüphesiz. Herkesten çok ulema bunun şuurunda olmalı, yerine ve zamanına göre tavırlarını bu mizanda tartabilmelidir. Ne var ki ekranların büyüleyici etkisi imaj yapma, daha geniş kitlelere hitap etme takıntısıyla birleştiğinde işbu vakar sorumluluğunu unutturuyor. Televizyon ekranlarında kaş göz işaretiyle konuşmak, şuurlu islami çevrelere hor gözle bakan sekülerlere “abi” çekmek, okuduğu ayet-hadis metinlerini bastıran müstehzi kahkahalar arasında şeâir-i diniyyeyi ayağa düşürmek nebevî verasetin vakar ve ciddiyetiyle örtüşmez.
Nereden baksan dinî şiarların alay konusu edildiği “ofli hoca” tiplemeleriyle islamî izzetin habire hırpalandığı bir dönemde, bizim açımızdan hedefi ve getirisi ne olursa olsun egemen medya mahfillerinin alternatif “şovmenler” üzerinden yeni reyting alanları açmak gibi kirli amaçlarına alet olmak asla “izzetli bir âlim tavrı” olamaz.
Hele yüzyıllardır bu toprakların değer kaynağı iman, kültür ve ideallere kast eden hak ihlalcisi zorbaların tahrip ve tahrifleri karşısında anılan değerlerden feragat ilanı anlamına gelen “savunmacı” ve “biz aslında sizin bildiğiniz gibi değiliz” mealindeki üslup ve zımnında bu coğrafyanın mazlum âlimlerini zan altında bırakan “güdük gerekçeler” değil bir âlim; tarihe vefa duygusu taşıyan sıradan bir müslüman için bile zillet göstergesidir.
Talha Hakan Alp
[1] Hafız Sehâvî hadisin kendisini takviye eden şahitleriyle birlikte güvenilirlik seviyesine çıktığını ifade etmiştir. Bkz., es-Sehâvî, el-Makâsıdü’l-hasene, c. 1, s. 458.
[2] Tirmizi, 2682; Ebu Davûd, 3641; İbn-i Mâce, 223.
http://www.darulhikme.org.tr/?sf=haber& ... 353&ktg=17