Sufiforum.com

2009'da başlayan SUFİFORUM'da İslam; İslam Tasavvuf Geleneği ile ilgili her türlü güncel ya da 'eskimez' konular yer almaktadır. İçerik yenilemeleri tasavvuf.name sitesinden sürdürülmektedir. ALLAH YÂR OLSUN.

Giriş |  Kayıt




Yeni başlık gönder Başlığa cevap ver  [ 1 mesaj ] 
Yazar Mesaj
 Mesaj Başlığı: Din Tahrîfi ve İstismarı
MesajGönderilme zamanı: 17.11.11, 15:41 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı

Kayıt: 10.11.09, 16:02
Mesajlar: 30
Din Tahrîfi ve İstismarı

Prof. Dr. Ali Osman ATEŞ

Çukurova Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Hadis Anabilim Dalı.

Kültürümüzde, Dinci, Din Simsarı, Din Bezirganı, Din İstismarı, Din Ticareti, Dini Siyasete Alet Etmek, Din Sömürücüsü gibi bir takım kelimeler vardır ki, dini kendi çıkarı için kullanma, dinden kendi menfaati için yararlanma, dinden faydalanarak çeşitli şekillerde kazanç temin etme anlamlarını çağrıştıran bu sözcükler çocukluğumuzdan beri bizleri rahatsız eder ve iç dünyamızda tiksinti uyandırır. İnsanlara, fedâkârlığı, sadece Allâh’ın rızâsını gözetmeyi, Yüce Yaratı-cının hoşnutluğunu her türlü menfaatten önde tutmayı, yaptıklarının karşılığını yalnızca O’ndan beklemeyi emreden dinin bir takım çıkarlara alet edilmesi insanın temiz fıtratına aykırı düşer ve gönüllerde nefretle karışık duygulara yol açar. Öte yandan bu kelimelerin yerli yersiz kullanımı da, samimi dindarları rahatsız eder, çocukluk çağlarımızda bir arkadaşımızın bir kabahatinden dolayı babası tarafından yanımızda şiddetle tokatlanması gibi, inanan insanların vicdanında yaralar açar.
İstismarın zıddı, ihlâs ve samimiyettir. Anlam itibariyle, içten, candan, kalbî, art niyetsiz, menfaatsiz ve riyasız olma haline samimiyet denilmektedir.1 Samimiyetin dînî literatürdeki karşılığı ihlâs kelimesi ile ifade edilmektedir. İhlâs da, riyânın, iki yüzlülüğün, gösterişin ve samimiyetsizliğin terkedilmesi, dine içten bağlanılması, dinin buyruklarının sırf Allâh rızası için yerine getirilmesi demektir.2

İslâm’da ihlâs o kadar önemlidir ki, Kurân’ın, tevhîd akîdesinin en özlü ve anlamlı olarak anlatıldığı bölümüne, İhlâs sûresi adı verilmiştir. Buna göre samimiyet, kişinin, içte, dışta ve görüntüde aynı olması ya da ferdin, duygu, düşünce ve fiillerinde birlik ve bütünlük içinde bulunması demektir. Duygulardan yön alan ve davranışlarla tezâhür eden samimiyet, öncelikle kişinin kendi içerisinde tutarlı olmasını gerektirir. Bu durum, aynı zamanda onun kendisiyle ve başkalarıyla iletişimini de kolaylaştırmaktadır. Çünkü samimiyet, ferdin kendisiyle, çevresiyle ve kutsal kabul ettiği varlıkla iletişiminin ön şartını oluşturmaktadır. Kişi, samimi davrandığı sürece hem kendisiyle, hem de diğer varlıklarla olumlu ilişkiler kurabilmektedir. Bu durumda kişinin samimi olmasını, içten gelen gönül eğilimlerine bağlı olarak hareket etmesi şeklinde tanımlamak mümkündür. 3

Burada yapmamız gereken önemli bir tesbit şudur ki, ülkemizde gündemimizi çok sık meşgul eden laiklik, insanlığın gündemine ilk gelişi itibariyle din ile bir mücadele sürecinde oluşmuş olup, dînî akım ve ideolojilere karşı kendisini koruma konusunda doğal olarak bir takım önlemlere başvurmuştur. Bu tedbirlerin içerisinde en belirgin olanı ise, dinin vicdânî bir boyutta ele alınmasıdır. Yine tarih içerisinde laikliğe karşı ortaya çıkan dinî eylemler tasvip görmemiş, bu yüzden laikliği savunan aydın kesim, laikliğe zarar verebilecek olan dinî grupları din istis-marcılığıyla suçlayagelmiştir. Buna karşılık dînî gruplar da, laik kesimlerin din düşmanlığı yaptığını ileri sürmeye devam edip durmuşlardır. Burada, karşılıklı olarak yapılan ve zaman zaman toplum gündemini meşgul eden bu suçlamaların doğruluğunu tesbitte temel ölçü nedir? sorusu karşımıza çıkmaktadır. Kaydetmek gerekir ki, merkezî tutumu dindarlık olmak üzere şekillenen bir insanın yaptığı davranışlarının hiçbiri, istismar kapsamında değerlendirilemez. Bir başka deyişle, içe dönük dindarların* tutumlarında din merkezî bir yer taşır ve bu kimseler genellikle samimi olup istismarcı değildir. Bu husus, insanın iç dünyasıyla alakalı içsel bir durumdur. Ayrıca Kur’ân-ı Kerîm’de takvâ kelimesiyle ortaya konulan objektif üstünlük kriteri de, birey açısından subjektif bir yapı arzetmekte olup bu niteliğe sahip kişiler (müttakîler) istismarcı değildir. Fakat merkezî tutumu** dindarlık üzerine kurulmayan bir kişi, yerine ve durumuna göre dindar bir hayat yaşama yoluna gidiyorsa, burada istismar söz konusu olabilir. Kısacası, dışa dönük dindar görünen kişiler sık sık din istismarına düşebilir. Yine, din istismarının rasyonel, objektif bir dış kriteri yoktur. Nitekim bunun için Hz.Peygamber, bir savaşta mağlup ettiği bir düşman askerini, gerçekten değil de ölüm korkusuyla imân ettiği gerekçesiyle, serbest bırakmayarak öldüren bir sahâbîsini, açıp da kalbini baktın mı? diye çok şiddetli bir şekilde azarlamıştır.4

Burada kaydetmeliyiz ki, dini buyrukları ortaya konuluş gayesinden saptırıp tahrif etmeden istismar etmek mümkün gözükmemektedir. Tarih boyu tüm istismarcılar, gayelerine erişebilmek için bir şekilde dini tahrif etmişlerdir. Bu yüzden din istismarı ile din tahrifi, din istismarcısı ile din tahrifcisi birbirinden ayrılmaz ikili konumundadır. Çoğunlukla da tahrifçilerle istismarcılar aynı kişi veya gruplar olagelmiştir.

Şurası bir gerçektir ki, insanlığa huzur ve mutluluk getirmek gayesiyle gönderilen din, bir güçtür ve bu gücün liyakatsiz ellerde bulunması veya art niyetli kimselerce olumsuz şekillerde kullanılarak istismar edilmesi Allâh’ın rızasına aykırıdır. Çünkü bu davranışlarda dinin tahrif edilerek ilâhî irâdenin saptırılması, ilâhî buyrukların gönderiliş gayesinin ortadan kaldırılması söz konusudur. Bir diğer deyişle, çıkarını gözeten insanlardan bir kısmının kendini ilahlaştırarak Yaratıcının yerine koymasıdır. Dinin yukarda sözünü ettiğimiz gücü, doğru kulla-nıldığında topluma huzur ve mutluluk getirir, insanın dünya ve âhiret mutluluğunu temin eder, onu olgunlaştırarak en yüce noktalara ulaştırır. Fakat bu güç, tahrif ve istismar edilerek insanın çeşitli çıkarlarına alet edildiğinde, toplumda bir çatışma ve kavga aracı haline gelir. Dini, Allâh’ın rızasına uygun olarak değil de, kendi çıkarları doğrultusunda yorumlayan ve ondan yararlanmaya kalkışanlar ise, dinin gönderiliş gayesi olan doğru yola erişip, olgunluğa ulaşamaz, yüce noktalara çıkamazlar. Aksine sapıtır, sonuçta kendisine ve başkalarına zulmederek yoldan çıkar, Kur’ân’ın işaret ettiği aşağı derecelere düşerler:
“İncire, zeytine, Sîna dağına ve şu emin beldeye yemin ederim ki, Biz insanı en güzel biçimde yarattık. Sonra onu aşağıların aşağısına indirdik.”5

İnsanlığın uzun tarihi deneyimi göstermektedir ki, Peygamberlerin ve onlara iman eden samimi dindarların elinde insanlığı cehalet karanlıklarından aydınlığa, zulüm ve vahşetten adâlet ve medeniyete, kısacası insanlığın ulaşmayı arzuladığı yüceliklere ulaştıran din, samimiyetsiz ellerde de çeşitli çıkarlara alet edilmiştir. Kimi ondan yararlanarak siyasi güç ve iktidar peşinde koşmuş, kimisi onu aracı edinerek maddi çıkar sağlamış, kimi de insanlığı yücelten âlimleri susturmuştur. Kendisine dayanılarak imparatorluklar kurulan, tahta çıkılan din, iktidar sahiplerinin haklı haksız icraatlarını meşrulaştırmakta da kullanılmıştır. Saltanat sahipleri ona dayanarak kardeş katlini gerçekleştirmiş, tahttan indirilenlerin ve devlet adamlarının idâmını temin etmiştir. Kilise, insanlığa, okumayı, ilmi ve araştırmayı emretmesi gereken dine dayanarak, tüm Orta Çağ boyunca araştırmalarının sonuçları İncillerle veya kendi öğretileriyle uyuşmadığı gerekçesiyle ilim ve fikir adamlarının ağzını kapatmış, başka görüş, mezhep ve din sahiplerini susturmuştur. Galile, Bruno, Michel Servetus, Richard Norman, John Cladion, John Badbi bunlardandır. Kaydedildiğine göre, Kilise’nin bilim adamlarına yönelik baskısı sonucu, Engizisyon mahkemelerinde büyücülük ve sihirbazlıkla suçlanarak birçok bilgin yok edilmiştir. Bu mahkemelerce uygulanan işkencelerde 43 bin kişi ölmüş, 33 bin kişi yakılarak idam edilmiş, 18 bin kişinin mezarları açılarak cesetleri yakılmış, mağdurların sayısı 5 milyona ulaşmıştır.6 Kısaca belirtmek gerekirse, tüm Orta ve Yakın Çağ boyunca Kilise’nin elinde din, gönderiliş gayesinin aksine din ve vicdan hürriyetinin, ilmin ve araştırmanın önündeki en büyük engeli oluşturmuştur. Bugün, Astronomi, Coğrafya, Tıp ve benzeri ilimlerin gelişerek Batı medeniyetinin yükselmesi, toplumun Kilise’nin baskısından kurtulması sonucunda gerçekleşmiş gözükmektedir.

Tarihte Din Tahrîfi ve Sömürüsü Olgusu :

1. İslâm Öncesi Dönemlerde Durum:

Şurası üzülerek belirtilmesi gereken bir husustur ki, geçmişte din istismarı yapılmıştır, bu husus, günümüzde olduğu gibi gelecekte de varlığını sürdürecek bir olgudur. İnsanoğlu, dinin buyruklarına ihlas ve samimiyetle sarılıp kendisini değiştirip geliştireceği, böylece her iki âlemdeki hayatında da mutluluğunu temin edeceği yerde, geçici dünya menfaatleri için dini tahrif ederek istismara yönel-miştir. Halbuki Allâh, İslâm’dan önce de insanlığa Peygamberleri aracılığıyla bu konudaki buyruklarını göndererek, kullarının ihlâslı ve samimi olmalarını emretmiştir. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de bu hususta şöyle buyurulmaktadır:
“Halbuki onlara ancak, dîni yalnız O’na has kılarak ve hanîfler olarak Allâh’a kulluk etmeleri, namaz kılmaları ve zekât vermeleri emrolunmuştu. Sağlam din de budur.” 7

Burada kaydetmek gerekir ki, insanlık tarihi din tahrifi ve istismarının örnekeriyle doludur. Çeşitli dinlerin tarihî seyri ile ilgili olarak yapılacak araştır-ma lar, bazı şahıs ve zü mrelerin kendi çıkarları için, yüce Allâh’ın insanoğluna göndermiş olduğu buyruklarda tahrîfât yaptığını ortaya koyacaktır. Bu kimseler arasında bazı Yahudi din adamları da vardır. Kur’ân-ı Kerîm, onların kelime ve cümlelerin yerlerini değiştirip, anlamlarını saptırarak, gerçekleri gizlemek suretiyle yapmış oldukları bu tahrîfâtı haber vermektedir.8 Bir fikir vermesi açısından konuyla ilgili bir âyeti aşağıda kaydetmek istiyoruz:
“...Oysa ki, onlardan bir zümre, Allâh’ın kelâmını işitirler de iyice anladık-tan sonra, bile bile onu tahrîf ederlerdi.” 9

Kurân-ı Kerîm’in haber verdiği gibi bu tahrîfât, ya mevcut dînî uygulamaları aslından saptırma ya da dînî uygulamaların arasına dinden olmayan şeylerin sokuşturulması şeklinde yapılmıştır. Ayrıca, tahrifâtı yapan zümrelerin, maddi çıkarları için uydurdukları bu hususlara dînî mahiyet vermeye gayret ettikleri, hîle-i şer’iyyeler ortaya atmaya çalıştıkları görülmektedir.10 Bu zümre ve şahıslara örnek olarak Yahudilerde din adamları sınıfının (Kâhinler) mensup olduğu Levililer’i,11 Hristiyanlık’ta Hz.İsâ’nın getirdiği dinin aslını tahrîf ederek, halka kilisenin yanılmazlığını ve kutsallığını kabul ettiren din adamlarını verebiliriz. Câhiliye döneminde ise, hums uygulamasını12 icâd eden Arap putperestlerini, Hz.İbrâhîm’in Hanîf dînini tahrîf ederek, Mekke’ye putları getiren, Bahîra, Sâibe, Hâmî, Vasîle gibi uygulamaları ortaya atan Amr b. Luhay gibi müşrik Arap önderlerini sayabiliriz.13 Kur’ân-ı Kerîm, bu zümre ve şahısların, dînin aslından olmayan hususları uydurmalarından dolayı “Allâh’a karşı yalan söyleyip, iftirâ ettik-lerini,”14 bu tutumları ile “kendilerinin saptıklarını, kendilerine uyan birçok kimseyi de saptırdıklarını”15 haber vermektedir. Yine Kur’ân-ı Kerîm, Ehl-i Kitâb’dan bir takım kimselerin maddî çıkarları için Allâh’ın kendilerine indirmiş olduğu buyrukları tahrîf ettiklerini haber vermektedir:
“Elleriyle bir kitap yazıp sonra onu az bir bedel karşılığında satmak için, ‘Bu Allâh katındandır’ diyenlere yazıklar olsun! Elleriyle yazdıklarından ötürü vay onların haline! Ve kazandıklarından ötürü vay onların haline !” 16
“Allâh, kendilerine kitap verilenlerden, ‘Onu mutlaka insanlara açıklaya-caksınız, onu gizlemeyeceksiniz’ diyerek söz almıştı. Onlar ise bunu kulak ardı ettiler, onu az bir dünyalığa değiştiler. Yaptıkları alış-veriş ne kadar kötü!”17
Yine Kur’ân-ı Kerîm, müşriklerin de, Allâh’ın âyetlerine karşılık az bir değeri / dünya malı ve bir takım nefsanî istekleri satın alarak, insanları Allâh yolundan menettiklerini bildirmektedir.18

Şimdi de İslâm öncesi toplumlarda, din istismarı olarak nitelendirilebilecek olan ve ortaya çıkmasında maddi çıkarların rol oynadığı bazı uygulamalara işaret etmek istiyoruz:
Kitâb-ı Mukaddes’i incelediğimizde, Yahudiler arasında fâizin kesin olarak yasaklandığını görmekteyiz.19 Fakat daha sonraları Yahudi din adamları tarafından ikinci defa, yeniden yazıldığı anlaşılan ve içinde Hz. Mûsâ’nın ölümü, defni gibi olayların nakledildiği Tesniye bölümünde20 Yahudilerin kendilerinden olmayanlara faizle ödünç vermelerinin serbest bırakıldığını görmekteyiz.21 Kur’ân-ı Kerîm, Yahudilerin bu konudaki tutumunu şu şekilde haber vermektedir:
“Yahudilerin haksızlıklarından, çoklarını Allâh yolundan menetmelerinden, yasak edilmişken faiz almaları ve insanların mallarını haksızlıkla yemelerinden ötürü, kendilerine helâl kılınan temiz şeyleri onlara haram kıldık.” 22
Kur’ân-ı Kerîm’in bu haberi, Yahudilerin, dinlerini istismar ederek, kutsal kitapları Tevrât’ın faiz konusundaki yasağını çıkarları doğrultusunda tahrîf ettiklerini açıkça ortaya koymaktadır. Yine kaynaklarda yer alan haberlerden, Câhiliye devri Araplarının da, Hz. İbrâhîm’in getirdiği dinde de yasak olduğu anlaşılan faizi helal saydıklarını öğrenmekteyiz.23 Yine elde mevcut bazı bilgilerden, Kitâb-ı Mukaddes’te, Yahudi din adamları olan kâhinlerin mensup olduğu Levililer lehine bazı düzenlemelerin yapıldığını görmekteyiz. Bu düzenlemelerden birisi, gayr-ı menkûllerin satışı konusunda yapılmıştır. Yahudilik’te gayr-ı menkûllerin satışı yasak olup,24 bunların satışı, satılan mülkün tekrar geri alınması şartıyla mümkün olabilirdi. Elli yılda bir gelen “Jübile” senesinde bütün satışlar feshedilerek, herkesin kendi mülküne dönmesi sağlanmaktaydı. Söz konusu kural, surlu şehirler için geçerli olmayıp, buralardaki evlerin geri alınması için bir yıllık süre tanınmıştı. Satılan ev, bu süre içerisinde geri alınmamışsa, yapılan satışın feshi imkansız hale gelmekteydi.25 Fakat Levililer, şehirlerde satmış oldukları evlerini geri almak için, bu konuda tanınmış olan bir yıllık süreden muaf tutulmuşlardı. Onlar sattıkları mallarını geri almak için her zaman fidye ödeyebilirlerdi.26 Bu hükümlerin açıkça Yahudi din adamları sınıfının mensup olduğu Levililer’i kayırması, onlara diğer Yahudilerden farklı olarak imtiyazlı bir durum tanıması, Tevrât’ın ilgili hükümlerinin Levililer’e mensup bazı din adamları tarafından kaleme alındığını hatıra getirtmektedir. Kitâb-ı Mukaddes üzerinde yapılacak kısa bir inceleme, Levililer lehine yapılan diğer bazı gelir getirici düzenlemeler hakkında bir fikir verebilir. Nitekim Tesniye bölümünde, ondalıkların ilk önce Levililer’e verilmesi emredil-miştir.27 Yine, ganimet malları ve esirlerden, savaşa katılan askerlerin payına düşenden beşyüzde biri Rab için vergi olarak alınacak ve kâhine kaldırma takdime-si olarak verilecektir. Savaşa katılmayan İsrailoğullarına düşen ganimetin diğer yarısından da, esirler ve hayvanlardan hangisi olursa olsun, ellide biri vergi olarak alınacak ve Rabbin meskenini bekçiliğini yapan Levililer’e verilecektir.28 Yukarıda işaret edilen düzenlemelere kurbanlar da dahil edilmiş ve kurbanların döşleriyle butlarının ebedî olarak kâhinlere ait olduğu bildirilmiştir.29 Kurbanların derileri de kahinlere ait olup,30 suç kurbanlarının tamamı da kahinlere tahsis edilmiştir.31 Kurbanların tamamının veya butları ile döşlerinin, derilerinin kahinlere ayrılması, ilgili hükümlerde bazı yahudi din adamları tarafından ekonomik çıkarlar uğruna bir takım düzenlemelerin yapılmış olması ihtimalini hatıra getirmektedir. Kahinlerin, evlenmeleri konusunda da gerekli düzenlemelerde bulunulmuş, kendilerinin bakirelerle evlenmeleri kural haline getirilmiştir: “Fahişe yahut bozuk kadın almayacaklar ve kocasından boşanmış kadın almayacaklar, çünkü kahin Allâh’ına mukaddestir. Ve alacağı kadın kız olacaktır. Dul, yahut boşanmış, yahut bozuk kadın almayacak, ancak karı olmak üzere kendi kavminden bir kız alacaktır.” 32

Yahudilik’te, leşin yenilmesi yasak olmasına rağmen,33 bunun Yahudi olmayanlara satılmasına izin verilmiştir.34 Bu durum, Yahudilerin bu yasağı maddi çıkarları için tahrif ettiklerini ortaya koymaktadır. Bu tutumun bir benzerini iç yağları konusunda da görmekteyiz. Yahudilere iç yağı yemeleri yasaklanmış,35 fakat iç yağını yeme dışında her iş için kullanabilmelerine de izin verilmiştir.36 Hz. Peygamber, Yahudilerin iç yağı konusundaki yasağı ihlâl ederek, bunu eriterek sattıklarını haber vermiştir.37 Hz. Peygamber’den gelen bu hadisin ışığında, Tevrat’ın iç yağları konusundaki yasağının ekonomik çıkarlar doğrultusunda tahrîf edildiği ortaya çıkmaktadır. Diğer bir husus da şudur ki, içki murdar olarak vasıflandırılarak Yahudilere yasaklanmıştır.38 Fakat öte yandan bu yasak tahrif edilerek, içkiye cevaz verilmiştir.39 Bu durum bize, Tevrât’ın içkiye cevaz veren satırlarının sonradan ilave edildiğini, bir takım zevk ve çıkarlar uğruna içkiyi yasaklayan hükümlerinin tahrîf edildiğini düşündürtmektedir.

Burada kaydedilmesi gereken diğer bir husus da şudur ki, Tevrât’ın kölelikle ilgili bir kısım hükümleri, köle sahiplerinin lehine olarak değiştirilmiştir. Tevrât, İbrânî asıllı kölelerin yedinci yılda, olmadığı takdirde jübile senesinde âzad edilmelerini emretmiştir.40 Ancak, efendisi tarafından evlendirilen kölelerin, âzad edildikleri zaman, karılarını ve çocuklarını terkederek çıkmaları,41 aksi takdirde ebediyyen köleliğe mahkûm edilmeleri hükme bağlanmıştır.42 İnsanın çok sevdiği, karısı ve çocuklarını geride bırakarak, yalnız başına âzad edilip gitmeyi istemeyeceği açıktır. Bu açıdan Tevrât’ın ilgili kısmı, yedinci yılda veya jübile senesinde İbrânî asıllı kölelerin âzad edilmeleri mecburiyetine karşı, köleliğin devamını isteyen köle sahiplerinin menfaati gözetilerek kaleme alınmış izlenimi uyandır-maktadır.
Yahudilerin yukarıda işaret ettiğimiz tutumlarını diyet konusunda da görmekteyiz. Tevrât, kısâsın diyete çevrilmesini kesinlikle reddetmektedir.43 Fakat sonraları Yahudilerin bu buyruğa uymadıkları anlaşılmaktadır. Nitekim Hz. Peygamber döneminde Medine‘de yaşayan Yahudi kabileleri arasında durum bu şekildeydi. Onlardan güçlü taraf olan Benî Kureyza, kâtil kendisinden olursa, daha zayıf durumda olan mağdur Benî Nadr’ı diyet almak zorunda bırakıyor, kâtil karşı taraftan olduğu zaman da kısâs yaparak katili öldürüyordu.44

Yahudilerde, miras hırsı ile kadınların aleyhine olarak bazı gelenek ve uygulamaların yerleşmiş olduğunu da görmekteyiz. Nitekim, Hz. Mûsâ’dan önce kız çocuklarına mirastan pay verilmemişti.45 Bu uygulama, Tselofhad adlı bir yahudinin kızları olan Mahla, Noa, Hogla, Milka ve Tirtsa’nın babalarının mirasından pay almak için direnmeleri sonucu Hz. Mûsâ zamanında değişmiştir.46 Yahudiler, mirasın başka boylara geçmesini önlemek için, kızları kendi sıptlarından* olan erkeklerle evlenmek zorunda bırakmışlardı.47 Ayrıca Cahiliye Araplarının yaptığı gibi, kamerî takvim kullanan Yahudilerin de nesî** uygulamasına başvurduklarını, bunu da Pesah bayramını yılın uygun bir zamanına denk getirmek için yaptıklarını kaydetmemiz yerinde olacaktır.48

Hristiyanlarda da, bazı dînî geleneklerin yerleşmesinde maddî çıkarların rol oynadığını görmekteyiz. Nitekim eski İngiliz parlamentosu, VI. Edward ile I. James zamanında çıkardığı kararla, oruç günlerinde et yememe mecburiyeti koymuş, balık avı ve deniz ticaretinin teşvik edilmesi gerektiği hususunu buna sebeb göstermişti.49 Bu konudaki benzer bir tutumu domuz eti konusunda da görmekteyiz. Hristiyanlığın da kutsal kabul ettiği Tevrât’ta yasaklanmış olmasına50 ve elde mevcut İncillerde de helal olduğuna dair bir kayda rastlanılmamasına rağmen, domuz eti, sonraları Hristiyanlarca helal sayılmıştır. Halbuki ilk Hristiyanlar da domuz etini haram saymaktaydılar.51 Hristiyan azizlerinden Petrus’un da daha önceleri, Musa şeriatında yasaklanmış olan şeyleri yemeyip, murdar kabul ettiğini öğrenmekteyiz.52 Ancak sonraları, Pavlus ve Petrus gibi kimseler tarafın-dan domuz etinin helal sayılarak yenilmesine cevaz verilmiştir.53 Bu durum, Kilisenin, daha önce domuz eti yeme alışkanlığı olan ve bu sebeple domuz besleyen toplumların çıkarlarını gözeterek, Hristiyanlığı kabul etmeleri için bu konuda onlara taviz verdiğini, onların bu âdetlerine dinen meşruiyet kazandırdığını hatıra getirmektedir.

Hristiyanlığın domuz eti hakkındaki tutumunun bir benzerini içki konusunda görmekteyiz. Hz. İsâ’nın getirdiği buyruklarda içkinin yasak olduğu anlaşılmaktadır.54 Ancak daha sonraları, Hristiyanlık’ta bu yasak çeşitli sebeplerden dolayı tahrîf edilerek, içkiye cevaz verilmiştir.55 Hristiyanlık’ta içkiye cevaz verilme sebepleri arasında, bu dinin yayıldığı ülkelerde içkinin yaygın olarak kullanılması, geçimini içki üretimine bağlayan kimselerin bu konuda verilen tavizle hristiyan olmalarının sağlanması gibi hususların bulunduğu düşünülmektedir.

Câhiliye döneminde de çeşitli din tahrîfi ve istismarı örneklerine rastla-maktayız. Bu devirde, Hz. İbrâhîm’in dinini tahrîf eden müşrik Arap toplumunun temsilcisi ve lideri olarak Amr b. Âmir b. Luhay el-Huzâî karşımıza çıkmaktadır. Bu şahıs, Bahîra, Sâibe, Hâmi ve Vasîle adaklarını ortaya atmış olup, Hz. Peygamber, onun Hz. İbrâhîm’in dîninin tahrîf edilmesinde öncülük yapanlardan olduğunu haber vermiştir.56 Mekke’nin yönetimini elinde bulunduran Amr b. Luhay’ın, Suriye’deki Balka mevkiinde gördüğü putları Mekke’ye getirerek Ka’be’nin çevresine diken ilk kimse olduğu kaydedilmektedir.57 Câhiliye Arapları, Amr b. Luhay’ın açtığı çığırdan yürüyerek, işi daha da ilerletmişler, diğer kabîlelerin Mekke’ye bağlılıklarını ve Ka’be’ye ziyarete gelmelerini sağlamak maksadıyla her kabile için oraya bir put dikmişlerdi. Putperestliğin, Cahiliye Araplarına bir takım maddi çıkarlar sağladığını görmekteyiz. Bu yüzdendir ki, putları terketmelerini isteyen Hz.Peygamber’e şiddetle karşı çıkmışlar, halkın Mekke’ye ziyarete gelme-yeceğini ve bu sebeble de geçimlerinin bozulacağını sanmışlardı. Putperestliğin tabii bir sonucu olarak, Mekke’de put imali ve ticareti ile uğraşan bir iş kolu gelişmişti. Hz. Peygamber, Mekke’yi fethettiği zaman Ka’be ve civarında bulunan putları imha etmiş, put imalini ve satışını yasaklamıştı.58

Cahiliye Arapları putlar vasıtasıyla başka çıkarlar da temin etmişlerdi. Bu dönemde Ka’be’nin önündeki Hübel adlı putun yanında, bir memur tarafından çantada taşınan, üzerinde Evet, Hayır, Bekle gibi kelimeler yazılı bulunan ve Ezlâm denilen birtakım oklar vardı. Araplar birşey yapmak istedikleri zaman, bu oklarla ilgili memura başvurur ve para karşılığında bu mukaddes fal oklarını çekerlerdi.59 Cahiliye Araplarının, Hz. İbrâhîm’in dinine aykırı olarak uydurup maddi çıkar temin ettikleri fal oklarına kudsiyet vasfı yüklemeleri, insanoğlunun maddi çıkarlarına dînî kisve giydirebilmesi noktasından çok düşündürücüdür. İslâm bu uygulamayı kesin olarak yasaklamıştır.60

Cahiliye Araplarının bu doğrultuda yapmış oldukları bir tahrîfi de, kan yeme konusunda görmekteyiz. Kan yemek, Tevrât’ta ve Kur’ân’da yasaklanmıştır.61 Bu noktadan hareketle kan yemenin Hz. İbrâhîm’in dininde de yasaklanmış olduğu tahmin edilebilir. Fakat Cahiliye Arapları bunu yasak saymayarak, acıktıklarında yaraladıkları hayvanın kanını içmişler, kanı bağırsaklara doldurup kızartarak yemişlerdir.62 Kandan, Bacca adı verilen bir sucuk üretmişlerdi.63 Meytenin (leş) yenilmesi de, Hz. İbrâhîm’in dininde haram kılınan hususlardandı.64 Fakat Câhiliye Araplarının meyte çeşitlerini yediklerini öğrenmekteyiz.65 Bu hususta Cahiliye Araplarının maddi çıkarlarının rol oynadığı anlaşılmaktadır. Nitekim onların mey-tenin satışını yaptıklarını da bilmekteyiz.66

Burada kaydedilmesi gereken diğer bir husus da şudur ki, Cahiliye Arapları maddi çıkarlarına ters düştüğü için kızlara ve kadınlara mirastan pay vermemek-teydi.67 Bu yüzden ölen kimselerin dul kalan eşleri mirasçı olamazlar, eşya gibi veraset yoluyla intikal ederlerdi. Kendileri de terîkeden sayılırlardı.68 Cahiliye devrinde, bir kimsenin, babası öldüğü zaman üvey anasıyla evlenme âdeti de vardı. Bu tür nikaha Makt, üvey anasını almış olanlara Dayzen denilmekteydi. Bu dönemde, bir kimse öldüğü zaman büyük oğlu üvey anasını mehirsiz alma hakkına sahipti. Kendisi üvey anasını almazsa, mehirini alarak bir başkasına nikahlayabi-lirdi. Cahiliye Arapları bu çirkin fiili miras hırsıyla yapmaktaydılar.69 Yine aynı miras hırsından dolayı, kadına, öldürülen kocasının diyeti üzerinde hiç bir hak tanınmıyordu.70 Kur’ân-ı Kerîm’den, Cahiliye döneminde kadının, mehirini geri vermek suretiyle talâkını satın almak zorunda kaldığını öğrenmekteyiz. Bu devirde kocalar, boşadıkları karılarını verdikleri mehiri geri alabilmek için sıkıştırıyorlardı.71

Zinâ ve fuhuş, Allâh tarafından gönderilen tüm dinlerde yasak olduğu halde72 Cahiliye Arapları bu yasağı tanımamışlar ve bu yolla maddi çıkar temini yoluna gitmişlerdi. Ellerinde mevcut cariyelerini para karşılığında erkeklere pazarlıyorlardı. Nitekim İslâm geldiği sırada, Medine’de münâfıkların lideri olan Abdullâh b. Ubey, Müseyke ve Ümeyme adlı müslüman cariyelerini zinâ yaparak para kazanmaya zorlamış, onlar da kendisini Hz. Peygamber’e şikayet etmişlerdi.73 Bir taraftan Allâh’ın Elçisi’nin arkasında namaz kılıp, diğer taraftan müslüman olmuş zavallı cariyelerini para kazanmaları için fuhşa zorlayan Abdullah b. Übey’in durumu, nifâk olgusu ile din istismarının ayrılmaz birlikteliğini sergileyen tipik bir örnektir.

Cahiliye Araplarının ticarî çıkarlarını gözeterek el attıkları bir husus da, takvim konusu idi. Onlar, nesî uygulamasına başvurarak, ayların yerini değiştir-mekteydiler. O devirde bu işle görevli kimseye Kalemmes veya Kalanbas deni-yordu.74 Burada kaydetmek gerekirse, ay takvimine göre yapılan İslâm’dan önceki hac ile yıldan yıla yapılan panayırların arasında sıkı bir bağ vardı. Bu yüzden Cahi-liye Arapları, haccı, katıldıkları diğer panayırların kurulduğu vakitle çakışmayacak şekilde, senenin belli bir devresine rastlatmak istemişlerdi. Bu şekilde hac zamanı, daima yılın aynı mevsimine denk gelecek, Mekke’li tüccarlar da hem Mekke’ye gelecek hacıları, hem de diğer yerlerde kurulan ticârî amaçlı fuarları kaçırmamış olacaklardı.75 İslâm, Cahiliye Araplarının bu tahrîfini küfürde ileri gitmek olarak nitelendirmiştir.76

Cahiliye devri Araplarının maddi çıkarları için yaptıkları tahrîflerden birisi de, hac ile umre ibadetinin birlikte yapılmasını yasaklamalarıydı. Bu dönemde müşrikler, hac aylarında umre yapmayı yeryüzünde işlenen günâhların en büyüklerinden sayarlardı.77 Onların bu tutumları ekonomik sebeplere dayanmaktaydı. Bununla, hac için gelen kimselerin memleketlerine döndükten sonra, umre yapmak için tekrar Mekke’ye gelmelerinin sağlanmasının hedeflendiği açıktır. Böylece, hac aylarında umre yapmak yasak olduğu için, başka bir vakitte umre yapmak için tekrar gelen kimseler sayesinde Mekke’nin ticârî hayatının canlanması istenilmekteydi. Bu uygulama, Cahiliye devrinde Kureyş müşriklerinin ekonomik çıkarlarına nasıl dînî bir maske takıp halka kabul ettirdiklerine, böylece Hz. İbrâhîm’in Tevhîd dinini ticârî maksatlarla nasıl dejenere ettiklerine çarpıcı bir örnektir.

Cahiliye döneminde din istismarının diğer bir örneği de, Hums* uygulamasıydı. Güçlü Kinâne, Huzâ’a ve Kureyş kabileleri kendilerine Hums lakabı takarak, ortaya attıkları bir takım uygulamalarla Hz. İbrâhîm’in dînini tahrîf etmişlerdi. Bunların din adına yaptıkları uygulamalarda bazı menfaatler bulunmaktaydı. Hums’a mensup olanlar, halkı keyfî bir takım davranışları yapmaya zorlayarak, kendilerini saydırmak ve kabileler arasında önem kazanmak istiyorlardı. Bunlar, hac mevsiminde Harem’den dışarı çıkmazlar, Müzdelife’den ileriye gitmezlerdi.78 Hums’a mensup olanların, Hz. İbrâhîm’in dîninde mevcut vakfe uygulamalarını da tahrîf ettiklerini bilmekteyiz. Bunlar, Arafât’a çıkmayarak Müzdelife’de vakfe yaparlar, buna gerekçe olarak da, “Biz İbrâhîm’in evlâdıyız. Ka’be’nin sahibiyiz. Mekke’liyiz. Arap kabilelerinin hiç biri, bizim şerefimize sahip değildir. Bundan sonra bütün hürmetimizi Harem içerisine hasretmeliyiz. Arafât’ta halkla birlikte vakfe yapmak bizim kadrimizi düşürüyor” derlerdi.79 Bu davranışlarının asıl sebebi ise, hacıların yapacağı alış-verişi kaçırmamaktı. Hac mevsiminde dükkanını kapatmamak için Müzdelife’den ileriye gitmeyip, Harem’i terketmek istemeyen, Arafât’a vakfeye çıkmayan bu Cahiliye dönemi insanın, çıkarına ve maddeye düşkün oluşunu Kur’ân-ı Kerîm haber vermiş ve mü’minleri bu durumlara düşmemeleri konusunda uyarmıştır.80

Hums’a mensup müşrikler, hac ve umre için ‘dışarıdan Mekke’ye gelen halkın beraberlerinde getirdikleri yiyecekleri Harem içinde yemeleri caiz değildir’, demekteydiler.81 Kur’ân’ın yasaklamış olduğu82 bu müşrik uygulamasının sebebi de, gelen hacılara yiyecek maddesi satmaktan başka bir şey değildi. Yine bu müşrikler, halka, dışardan gelen hacıların ticaret yapmasının günâh olduğunu da kabul ettirmişlerdi. Hacıların nafakasını yanında bulundurması yahut ticaret için mal getirmesi caiz görülmezdi. Bu da, Mekke tüccarıyla esnafının fazla miktarda alış-veriş yaparak para kazanmasına sebeb olurdu.83 Bu davranışlardan ortaya çıkan şudur ki, Hums’a mensup müşrikler, Allâh’ın helâl kıldığı şeyleri84 din kisvesi giydirmek suretiyle maddi çıkarları için tahrîf etmişlerdir.

Cahiliye döneminde Hums’a mensup müşriklerin Hz. İbrâhîm’in dîninde yaptıkları en çirkin istismar ve tahrîflerden birisi de, Ka’be’nin tavâfı konusunda olmuştur. Bu dönemde Hums’a mensup olanlar her zaman kendi elbiseleriyle tavâf yapabilirlerdi. Ancak diğer hacılar, kiralayarak ya da satın alarak, içinde tavaf yapacakları bir Hums’lu elbisesi bulmak zorundaydılar. Aksi takdirde, kadın veya erkek olduğuna bakılmaksızın bu kimseler çıplak tavaf yapmak mecburiyetinde kalıyordu. Bu durum, bir taraftan hac için Mekke’ye gelen kadınların erkeklerin nefsânî arzularına alet edilmesine, öte yandan da Mekke’lilerin dışardan gelen hacılara elbise satmasına sebep olurdu. Hums’lu müşrikler, hacılara,“İçinde günah işlediğiniz elbiselerle tavâf yapmanız caiz değildir” diyerek, Kur’ân’ın yasak-ladığı85 bu iğrenç davranışlarıyla bayağı maddi çıkarlarına kılıf hazırlamaktaydılar. Bunun için, çıplak kalmak istemeyerek kendi elbisesiyle tavâf eden kimseler, elbiselerini İsâf ve Nâile adlı putların arasına atmak zorundaydılar.86 Buraya kadar bazı örnekler vermeye çalıştığımız Hums uygulamaları, Mekke’de oturan Cahiliye Araplarının, ekonomik ve siyasî çıkarları uğruna Hz. İbrâhîm’in dînini nasıl tahrîf ettiklerini ortaya koymaktadır.

2. İslâm Tarihi Boyunca Durum:
Dînî inançlarını maddî çıkarları uğruna tahrîf edebilecek karakter ve ruh yapısına sahip olanlar her devirde bulunabildiği gibi, İslâm döneminde de mevcut olagelmiştir. Hz. Peygamber’in vefâtından sonra da bu tür kimseler eliyle, Kur’ân ve Sünnet’in tahrîfi ve bu yüce dini bozma teşebbüsleri ortaya çıkmıştır. İslâm muhalifleri bu konuda boş durmamışlar, bir taraftan Kurân’ı tahrîf için anlam kaydırmaları yaparak Allâh’ın buyruklarını geçersiz kılmaya gayret etmişler, diğer yandan da hadis uydurarak, Hz. Peygamber’in Sünnet’ini iptal etmeye yelten-mişlerdir. Hadis Tarihine göz attığımızda, bu tür kimselerin maddî çıkar temini için nelere teşebbüs ettiklerini tüm berraklığıyla görebiliriz. Bunların çeşitli çıkarlar doğrultusunda hadis diye uydurdukları rivâyetlerin tesbit ve reddi maksadıyla hadis âlimleri tarafından tasnîf edilmiş Mevzûât Kitapları bu konuda yeterli malzemeyi verecektir. İslâm âlimleri, bu konuda kendilerine düşen vazifeyi yaparak bu tür kötü niyetli kimselerle mücadele etmişler, bunların yapabilecekleri tahrîp ve tahrîflere izin vermemişlerdir. Burada hemen kaydedelim ki, İslâm âlimleri Kur’ân’ı tarîf ederek, onun mütevatir bir haber olduğunu bildirmişler, gerek lafzına, gerekse mânâsına yönelebilecek tahrîf teşebbüslerini önlemeye çalışmışlardır.87 Öte yandan, hadis uydurma faaliyetleriyle mücadeleye girişerek, İslâm düşmanlarının Sünnet’i tahrîf teşebbüslerinin önüne geçmişlerdir. Yine, bu tür kimselerin İslâm’a zarar vermek maksadıyla uydurarak, halkın arasına yaydıkları rivayetleri tesbit ederek ayıklamışlar, bu şahısları tesbit ve teşhir ederek, bunların zararlarından müslümanları korumaya çalışmışlardır.88 İslâm tarihi boyunca din istismarı yapan, dîni çeşitli menfaatlerine alet eden ve bu maksatla hadis uyduran çeşitli çıkar grupları vardır. Bunlar başlıca şu şekilde sıralanabilir:

a. İktidar veya Siyasî Çıkar Peşinde Koşanlar:
İktidar ve güçlü olma hırsı, tarihin her döneminde rastlanılan ve insanın vazgeçemediği, uğrunda kan döküp, canlar fedâ ettiği bir olgudur. İktidar hırslısı kimseler İslâm tarihinde de sık sık boy göstermişler ve emellerine ulaşmak için, etkili bir güç olan dinden, özellikle Hz. Peygamber’in otoritesinden yararlanmak istemişlerdir. Bu gayeyle ya mevcut hadisleri hedefleri doğrultusunda istismar etmişler veya bu konuda hadis uydurmuşlardır. Ehl-i Beyt, Hâşimoğulları, Kureyş, Emevîler ve Abbâsîler hakkında lehte veya aleyhte uydurularak günümüze intikal etmiş yığınla hadis, bu üzücü faaliyetlerin sonucu olarak karşımızda durmaktadır. Hilâfet davâsına kalkışmış, fakat başarılı olamamış Muhtâru’s-Sekafî ile hadisçi geçinen bir çıkarcı arasındaki pazarlık bu konuda çok çarpıcı bir örnek oluşturmaktadır. Muhtâr bu şahıstan, “Kendisinin, Hz. Peygamber’den sonra, O’nun evlâdının intikâmını almak isteyen bir halîfe olduğunu” bildiren bir hadis uydurmasını istemiş ve karşılığında on bin dirhem, bir hil’at, bir binit, bir de hizmetçi vermeyi teklif etmiştir.89

b. Maddi Çıkar Peşinde Koşanlar:

Devlet Adamlarına Yaranmak İsteyenler: Süflî çıkarları için ulvî mefhumları alet etmekte bir sakınca görmeyen ve dünyalık peşinde koşan bazı menfaatperest kimseler, nüfûz ve idare sahibi bir takım kimselerin arzu ve yaşayışlarına uygun hadisler imal ederek, onlara yaranmak ve bol bol bahşiş toplamak maksadı gütmüş-lerdir. Yaptıkları uygunsuz işleri dînî bir temele dayandırmak suretiyle, halk nazarındaki prestijlerini kaybetmek istemeyenler de, bunlara hüsn-i kabul göstermişlerdir. Nitekim Halîfe Mehdî’nin güvercin yarıştırdığını görerek, ona yaranmak için Hz. Peygamber’in bu konudaki hadisini tahrif eden ve güvercini de hadise dahil eden Ğıyâs b. İbrâhîm’in tutumu bu konuda çarpıcı bir örnektir.90 Yine Halîfe Mehdî ile ilgili olarak nakledilen bir haber, yöneticilere yaranmak ve iltifatlarına nail olmak için âlimlerden bile bu işe yeltenenler bulunduğunu göstermektedir. Nitekim es-Suyûtî’nın nakline göre meşhur müfessir Mukâtil b. Süleymân (v. 150 / 767) Halîfe Mehdî’ye gelerek, “Eğer istersen, senin için Abbâs hakkında hadisler uydurayım” demiş, fakat Mehdî, onun bu teklifini reddetmiştir.91 Bu olay, Emevîler ve Abbâsîler zamanında hadis uyduranlardan bir kısmının bu işi sırf dünyalık temini için yaptıklarını göstermektedir.

Kıssacılar: İslâm tarihinde, açıkça din istismarı olarak nitelendirilecek faaliyetleriyle karşımıza çıkan bir grup da kıssacılardır.92 Vaktiyle halkı eğiterek, dînî duygularını geliştirmek maksadıyla geçmiş milletlerin hikâyelerini anlatan vâizlere, “Kâs” veya “Kassâs” (çoğulu Kussâs) denilirdi. Hz. Peygamber, Hz. Ebû Bekir ve Ömer dönemlerinde kıssacılık mevcut olmadığı gibi, Abdullâh b. Ömer ve Enes b. Mâlik gibi büyük sahâbîlerin bildirdiğine göre, Resûlullâh’ın kendisi de kıssa anlatmamışlardır.93

Kıssacılar, hiç bir şekilde Allâh’ın rızâsını hesaba katmayarak, ellerine geçecek birkaç kuruş veya bayağı bir takım dünya menfaatleri uğruna İslâm’ın temellerini dinamitlemekten çekinmeyen çıkarcı insanlardı. Bunlar, naklettikleri akıl almaz masallarıyla, asıl gayeleri halkı memnun ederek, onlardan para sızdırmak olan efsane ticaretçileri konumuna düşmüşlerdir. Bu hedeflerine varmak için de, bu hikayelerden binlercesini uydurup Hz. Peygamber’e isnâd ederek, halkın cahil kesimlerine anlatmışlardır. Kıssacıların en belirgin özelliği, mübâlağacı oluşlarıydı. Bunların en sadık müşterileri de, zihnî ve fikrî açıdan gelişmemiş olan avâm tabakasıydı. Bu kimseler, aklın kabul edemeyeceği derecede ölçüsüz masallar uydurarak,94 cahil müşterilerini memnun etmeye çalışmışlardır. Cennet ve Cehennem konusu, bunların en çok el attığı konuların başında gelmekteydi. Bunlar bu tutumlarıyla, toplumun inanç konusundaki dengesini bozmuşlardır. Zaten kendileri İslâmî ilimlerden, hadis ve rivayet inceliklerinden haberi olmayan cahil kimseler olup, İslâm’ın ruhuna vâkıf olamayışları yüzünden de Kur’ân-ı Kerîm’e aykırı haberler nakletmişlerdir. 95 Burada üzücü bir tesbit yapmak gerekirse, İslâm tarihi boyunca halk, gerçek İslâm âlimleri ile sahtesini birbirinden ayıramamış ve çoğu kere, aklın kabul etmediği acaib hikayeler anlatan, kalbi rikkate getirip göz yaşları döktüren bu şarlatan ve din istismarcısı kıssacıların tarafını tutmuştur.96

c. Mânevî Nüfûz Ticareti Yapanlar:
İslâm tarihi boyunca mânevî nüfûz ticareti peşinde koşarak, dîni istismar eden, her yerde kendisine saygı gösterilen bir âlim konumuna gelmek için hadis uyduranlar da olmuştur. Şöhret hırslısı bu kimseler, kendilerine sorulan sorulara verdikleri cevapları takviye etmek için bile hadis uydurmuşlardır. Böylece, hem karşısındakileri susturmayı, hem de üstadlık vasfını kaybetmemeyi hedeflemişlerdir. Nitekim Abdülazîz b. el-Hâris et-Temîmî, Muhammed b. Ukkâşe, Me’mûn el-Herevî gibi kimselerin bunlardan olduğu kaydedilmektedir. Muhaddis olarak geçinen bazı çıkarcı kimselerin de, aranan bir hadisçi konumuna gelmek düşüncesiyle hadislerin sened ve metinleriyle oynayarak, bunları tahrîf ettikleri haber verilmektedir. Ayrıca belirtmek gerekir ki, Hz. Peygamber’den yüzyıllar sonra ortaya çıkarak, kendilerinin uzun ömürlü olduklarını ve sağlığında Resûlullâh’la görüştüklerini, O’nun ashabından olduklarını ileri sürerek,97 cahil halkı kandıran Mu’ammerûn da, İslâm tarihinde ortaya çıkmış dünyalık ve şöhret peşinde koşan din istismarcısı sahtekarlardır.98

Burada sonuç olarak kaydetmek gerekir ki, uydurma rivayetlerle, bunlardan kaynaklanan ve hayata uygunluk kabiliyeti taşımayan birtakım fetvâlarla İslâm, fıtrata uygun, yaşanabilir özelliklerinden uzaklaştırılmaya çalışılmıştır. Güya İslâm’ı günlük hayata intibâk ettirmek için, sonradan bir çare olarak (!) ortaya atılmış hile-i şeriyyeler, Allâh ve Resûlü’nün rızasına uygun olmayan bir nevi din tahrifi ve istismarı değil de nedir? Kur’ân’ın buyurduğu gibi, bu günün müslüma-nına düşen, geçmişi doğru veya yanlış tüm yönleriyle yüceltmeye çalışmak ve bir nevi tabu haline getirmek değil, doğruları alarak yanlışları sorgulamak ve bırakmaktır:
“Onlar ki sözü dinlerler ve en güzeline uyarlar. İşte onlar, Allâh’ın kendilerini doğru yola ilettiği, gerçek akıl sahibi kimselerdir.” 99

Din İstismârının Taşıdığı Çirkinlik ve Kötülükler:
Din istismarının bünyesinde taşıdığı birçok kötülük ve çirkinlikler vardır. Bunlar, kişi ve toplum hayatını tahrip eden bir takım hususlar olup, yüce Allâh tarafından şiddetle yasaklanmıştır. Bunlardan bazılarını aşağıda kaydetmek istiyoruz:

a. Din İstismârı ve Şirk Olgusu:
Kur’ân-ı Kerîm’de yer alan bazı âyetlerden hareketle biraz düşündüğü-müzde, din istismârı ile şirk arasında bir ilgi olduğunu görmekteyiz. Şirkte, ilâh olarak sadece Allâh’ı tanımama, kulluğunu ve ibâdetlerini yalnızca O’nun için yapmama, dînî hayatı sadece herşeyin yaratıcısı olan Allâh’ın rızâsı için yaşamama, bu konuda başka varlıkları ve başka menfaatleri araya sokma anlamları vardır. Bu sebeble de dinin istismâr edilmesinde açık veya gizli, dolaylı veya doğrudan bir şirk olgusu gündeme gelmektedir. Kur’ân- Kerîm’de yüce Allâh, dînin, sadece kendisinin rızâsını kazanmak için yaşanmasını, ibâdetlerin yalnızca kendisinin hoşnutluğunun temini gayesiyle yapılmasını emretmiş, kendisine şirk koşulmasını şiddetle yasaklamıştır. Konuyla ilgili bir âyette bu hususa şöyle işaret edilmektedir:
“Dikkat et, hâlis din yalnız Allâh’ındır. O’nu bırakıp kendilerine bir takım dostlar edinenler: Onlara, bizi sadece Allâh’a yaklaştırsınlar diye kulluk ediyoruz, derler. Doğrusu Allâh, ayrılığa düştükleri şeylerde aralarında hüküm verecektir. Şüphesiz Allâh yalancı ve inkârcı kimseyi doğru yola iletmez.”100
Yukarıda da işâret edildiği üzere, dînin tevhîd esaslarının özlü ve anlamlı bir şekilde ortaya konulduğu sûreye ihlâs adı verilmesi, üzerinde düşünüldüğünde tevhîd, ihlâs, ve şirk arasında kopmaz bir ilginin mevcut olduğunu ortaya koymaktadır. Buna göre, ihlâs ve samimiyet olmadan şirkten kurtulmaya, tevhîd esasları üzere yaşamaya imkan yoktur.

b. Din İstismârı ve Münâfıklık:
Dinde ihlaslı ve samimi olmanın zıddı, nifâktır. Dininde samimi olmayarak, çeşitli çıkarları için inanmış gözüken kimseleri Kur’ân-ı Kerîm, münâfık olarak adlandırmaktadır. Bu durumda münâfıkların, din istismarcısı veya din istismarcılarının münâfık kimseler olduğu ortaya çıkmaktadır. Yüce Allâh, münâfıkların bu davranışlarından hoşlanmadığını, âhirette onları şiddetle cezalandıracağını Kur’ân-ı Kerîm’de şu şekilde haber vermektedir:
“Şüphe yok ki münâfıklar Cehennem’in en alt katındadırlar. Artık onlara asla bir yardımcı bulamazsın. Ancak tevbe edip hallerini düzeltenler, Allâh’ın buyruklarına sımsıkı sarılıp, dinlerini (ibâdetlerini) yalnız O’nun için yapanlar başkadır. İşte bunlar gerçek mü’minlerle beraberdirler ve Allâh mü’minlere yakında büyük mükâfât verecektir.”101
Yukarda kaydettiğimiz âyetten de anlaşılacağı gibi Kur’ân-ı Kerîm, dinin samimi bağlıları yanında, çeşitli menfaatleri için inanmış görünen, durumu kurtarmak için mü’minlerin yanında bulunan kimselerin varlığından söz etmektedir. Bunlar, sadece Allâh’ın rızâsını kazanmak için değil, insanların hoşnutluğu ve onlardan çeşitli dünya menfaatleri temin etmek için dinî yaşantılarını düzenlerler, bunun için ibâdet ederler. Bu davranış ise, gerçek bir din istismârından başka bir şey değildir.
Burada kaydetmek gerekir ki, nifâkın sebepleri arasında çıkarcılık ön planda gelmektedir. İçinden inanmadığı halde, bu durumunu gizleyen münâfığın davranışında da çıkarını korumak esastır ve bu tür kimseler ancak çıkarı kadar din-dardır.102

c. İki Yüzlülük, Riyâkârlık ve Din İstismârı:
Gerek şirk olgusuyla ilgili olarak yukarda kaydettiğimizden, gerekse konuyla ilgili diğer âyetlerden anladığımıza göre, din istismârında riyâkârlık, iki yüzlülük, samimiyetsizlik, gizli inkârcılık ve sapıklık gibi hususların mevcut olduğu ortaya çıkmaktadır. Aynı zamanda bir nifâk belirtisi olan riyâ, küçük / gizli şirk kapsamına girmektedir ki, Kur’ân’da bu davranış, “Onların çoğu, Allâh’a ortak koşmadan inanmazlar” âyetiyle ifade edilmektedir.103 Hz. Peygamber de, şirk olduğunu bildirerek riyadan sakındırmıştır.104 Yüce Allâh’ın, buyruklarını geçici dünya menfaatleri için istismar eden iki yüzlü inkârcıları doğru yola iletmeyeceği açık bir husustur.

d. Din İstismarı, Sapıklık, İnkârcılık ve Sahte Dindarlığın Göstergesidir:
Din istismarı, Allâh’ın buyruklarına kulak asmayarak, Peygamberlerin davetinden yüz çevirmektir. Kısacası, insanın yüce Rabbine ve kendisine ihaneti olup, sonuç itibariyle sapıklık ve inkârcılıktır. Pek tabiidir ki, Hz. Peygamber zamanındaki deyimiyle münâfıklar, sonraki dönemler itibariyle küfrü içinde gizleyerek müslüman gözüken zındıklar, İslâm tarihi boyunca din istismarına yeltenen kimseler olarak zaman zaman karşımıza çıkmışlardır. Bunlar, İslâm dînini bozmak ve dinle alay etmek, İslâm ahlâkını sarsmak, bölücülük yapmak, haramı helal, helâlı haram göstermek, inançlara şüphe ve tereddüd sokmak, halkı İslâm’dan uzaklaştırmak yönünde faaliyette bulunmuşlardır.105

Din İstismârının Kapsamı:
Tarih boyunca din istismarının niçin yapılageldiğini incelediğimizde, bunun;
1. Siyasî güç ve iktidar temini,
2. İktidar sahiplerine yaklaşma ve onlara yaranma arzusu,
3. Kişisel veya toplumsal açıdan maddî çıkar sağlama, hayat standardını yükseltme gayesi,
4. Toplum içinde itibar kazanma ve düşük sosyal statüyü yükseltme hevesi, gibi konuları kapsamına aldığını görmekteyiz.

Din İstismârının Zararları:
Geçmişe ve günümüze baktığımızda din istismarının kişi ve toplum açısından bir çok zararları olduğunu görmekteyiz. Bunlardan ilk planda karşımıza çıkanlarını aşağıda kaydetmek istiyoruz. Buna göre din istismarı;
1. Dinin doğru bir şekilde anlaşılmasına mani olur,
2. İnsanları nefret ettirerek, dinin tebliğine engel olur,
3. Kişi veya toplumları sapıklığa sürükler,
4. İnsanın karekter ve ruhsal yapısını tahrip ederek, toplumda yalancılığı, riyâkârlık ve iki yüzlülüğü yerleştirir,
5. Gerçek dindarlığı ortadan kaldırır, samimi dindârların zarar görmesine sebeb olur,
6. Toplumda güven bunalımı yaratarak toplumsal çözülmeye neden olur,
7. Toplumun huzurunu ve iç barışı ortadan kaldırır.

Yüce Dînimiz İslâm’ın Din Sömürüsüne Karşı Tutumu:

a. Kur’ân-ı Kerîm’in Konuya Yaklaşımı:
Gerçek şudur ki, Allâh katından gönderilmiş olan bütün semâvî dinler inananlarına ihlâs ve samimiyeti emretmiş, buna karşılık din sömürüsünü yasaklamıştır. Yüce Allâh katından gönderilen son din İslâm’da da bu husus önemle vurgulanmıştır. Gerek Kur’ân-ı Kerîm, gerekse Hz.Peygamber’in örnek hayatı, din istismarına asla geçit vermeyecek buyruklar ihtiva etmektedir. Kur’ân-ı Kerîm’in bir çok âyetinde dinde ihlas ve samimiyetin önemi vurgulanmış, ihlaslı olmanın, Peygamberlerin, seçkin, iyi kulların özelliği olduğu bildirilmiştir. Nitekim konuyla ilgili bazı âyetlerde şöyle buyurulmaktadır:
“(Ey Muhammed!) Kuvvetli ve basiretli kullarımız İbrâhîm, İshâk ve Ya’kûb’u da an. Biz onları özellikle âhiret yurdunu düşünen ihlâslı kimseler kıldık. Doğrusu onlar Bizim katımızda seçkin iyi kimselerdendir.”106
“(Resûlüm!) Kitap’ta Mûsâ’yı da an. Gerçekten o ihlâs sahibi idi ve hem Resûl, hem de nebî idi.” 107
Yine, buraya kadar kaydetmiş olduğumuz âyetlerde, ihlâslı, seçkin, iyi kulların önemli bir özelliğine işaret edilmekte ve onların geçici dünya hayatını ve onun menfaatlerini değil, fakat ebedî olan âhiret hayatını ön planda tuttukları bildirilmekte ve kendilerinin bu tutumunun yüce Allâh tarafından beğenildiği haber verilmektedir. İşte burada, Allâh katından birer ıslahatçı ve güzel ahlâk önderi olarak seçilip gönderilen Peygamberlerin ve onlara imân eden seçkin iyi kimselerin, hayatları boyunca asla din istismarına yeltenmedikleri gerçeği karşımıza çıkmaktadır. Yine, Peygamberlerin mücadele ettikleri konuların başında din istismarının geldiği hususu da dikkat çekici bir şekilde karşımızda durmaktadır.

Kur’ân-ı Kerîm’de, Hz.İbrâhîm, Hz.İshâk ve Ya’kûb gibi önceki Peygamberlerin ihlâslı, seçkin kimseler olduğunu haber veren yüce Allâh, bununla yetinmemiş ve Son Peygamber’i Hz.Muhammed’e de ihlâslı olmasını emretmiştir:
“Resûlüm! Şüphesiz ki Kitâb’ı sana hak olarak indirdik. O halde sen de dini Allâh’a has kılarak (ihlâs ile) kulluk et.”108
“De ki: Bana, dîni Allâh’a hâlis kılarak O’na kulluk etmem emrolundu.” 109 “De ki: Ben dînimde ihlâs ile ancak Allâh’a ibâdet ederim.”110 Cenâb-ı Hakk’ın, dinde ihlâslı olma konusunda yukarıda kaydetmiş olduğumuz buyruğunun sadece Hz.Peygamber’e ait olmadığı, onun ümmetini de kapsamına aldığı anlaşılmaktadır:
“De ki: Rabbim bana adâleti emretti. Her secde ettiğinizde yüzlerinizi O’na çevirin ve dini yalnız Allah’a has kılarak O’na yalvarın. İlkin sizi yarattığı gibi (yine O’na) döneceksiniz.” 111
Bu sebeble, her müslümanın bu konuda en üst seviyede titizlik göstermesi gerektiği ve din istismarı olarak algılanabilecek en küçük davranışlardan bile sakınması gerektiği açıktır. Dinde ihlâslı olmak, bir anlamda Allâh’a ve O’nun yüce buyruklarına gönülden bağlanmak demektir. Nitekim bu hususa bir âyette şu şekilde işaret edilmektedir:
“De ki: Allâh bizim de Rabbimiz, sizin de Rabbiniz olduğu halde, O’nun hakkında bizimle tartışmaya mı girişiyorsunuz? Bizim yaptıklarımız bize, sizin yaptıklarınız da size aittir. Biz O’na gönülden bağlananlarız.” 112

Burada kaydetmemiz gereken diğer bir husus da şudur ki, Cenâb-ı Hak, bir belâ ve sıkıntı gelip çattığı zaman kendisini kurtarması için candan yalvarıp yakaran, sıkıntıdan kurtulunca da hiçbir şey olmamış gibi haksız yere taşkınlık yapan bir kısım insanların samimiyetsizlik ve tutarsızlıklarını Kur’ân-ı Kerîm’de eleştirerek kınamaktadır.113 Yine Allâh, müşriklerin, eğer öncekilere verildiği gibi, bize de kitap indirilseydi, bizde ihlâslı kullardan olurduk, dediklerini, fakat kendilerine Kur’ân-ı Kerîm gönderildiği zaman da onu inkâr ettiklerini bildirerek, onların iki yüzlülüklerini haber vermektedir. Konuyla ilgili âyetlerin incelenmesi bize, yüce Allâh’ın, kullarının dînî yaşayış ve davranışlarında daima ihlâs ve samimiyet üzere bulunarak tutarlı olmalarını istediğini anlatmaktadır. Belâ ve sıkıntıya düştüğünde ihlâs postuna bürünerek dindarlaşan, sıkıntıyı savdığında da önceki davranışını unutarak canavar kesilen bir insan, içtenlikten uzak bu tutumuyla elbette bir din istismarcısı konumuna düşmektedir. Çünkü Cenâb-ı Hak, geçici dünya menfaatlerini elde edinceye veya belâyı savuncaya kadar değil, “Allâh için dindar ve ihlâslı olarak” kendisine duâ edilmesini emretmektedir:114
“O daima diridir; O’ndan başka hiçbir tanrı yoktur. O halde dinde ihlâslı ve samimi kişiler olarak O’na duâ edin. Her türlü övgü âlemlerin Rabbi Allâh’a mahsustur.” 115
Yine Kur’ân-ı Kerîm’den anladığımıza göre, dinde ihlâs ve samimiyet sahibi olmak, insanı, şeytânın kötü telkin ve vesveselerine, hîle ve tuzaklarına kapılmaktan, doğru yoldan çıkarak azmaktan, yüce Allâh’a isyan edip, O’nun yasaklarını çiğnemekten koruyan bir silahtır. Nitekim İblîs’in, Cenâb-ı Hakk’ın huzurundan kovulmasını anlatan âyetlerde, onun ancak ihlâslı kimseleri azdıramayacağı haber verilmektedir:
“(İblîs) dedi ki: Rabbim! Beni azdırmana karşılık ben de yeryüzünde onlara (günâhları) süsleyeceğim ve onların hepsini mutlaka azdıracağım! Ancak onlardan ihlâslı kulların müstesnâ.”116
“İblîs: Senin mutlak kudretine andolsun ki,onlardan ihlâsa erdirilmiş kulların bir yana, hepsini mutlaka azdıracağım, dedi.” 117
Yine Kur’ân-ı Kerîm, Cenâb-ı Hakk’ın ihlâs sahibi kullarını cezalandırmayacağını, bu kimseler için çeşitli mükâfatlar vâdettiğini bildirmektedir:
“(Bu azâptan) Ancak Allâh’ın hâlis kulları istisnâ edilecek. Bunlar için bilinen bir rızık, türlü meyveler vardır. Naîm cennetlerinde karşılıklı koltuklar üzerine kurulmuş oldukları halde kendilerine ikrâm edilir.” 118
“Andolsun ki, onlardan önce eski milletlerin çoğu dalâlete düştü. Kuşkusuz biz onlara uyarıcılar göndermiştik. Uyarılanların âkıbetinin ne olduğuna bir bak! Allâh’ın ihlâslı kulları müstesnâ.” 119
“Bunun üzerine İlyâs’ı yalanladılar. Onun için Allâh’ın ihlâslı kulları müs-tesnâ, onların hepsi (Cehennem’e) götürüleceklerdir.”120
Kur’ân-ı Kerîm’de, harama yönelerek yakışıklılık ve gençliğini istismar etmeyen, mevki sahibi, zengin ve güzel ev sahibesinin zinâ isteğini geri çeviren Hz. Yûsuf’tan bahsedilmekte, onun ihlâs sahibi bir kul olduğu bildirilerek, bizlere örnek gösterilmektedir:
“Yûsuf’un evinde kaldığı kadın, onun nefsinden murad almak istedi ve kapıları kilitleyip: ‘Haydi gelsene!’ dedi. Yûsuf: ‘Allâh’a sığınırım, efendim bana güzel baktı, (ben onun iyiliğine karşı nasıl hıyanet ederim), zalimler iflâh olmazlar’ dedi. Andolsun, kadın onu arzu etmişti, eğer Rabbin doğruyu gösteren delîlini gör-meseydi Yûsuf da onu arzu etmişti. Böylece Biz kötülüğü ve fuhşu ondan çevirmek istedik; çünkü o ihlasa erdirilmiş (seçkin) kullarımızdandır.” 121

Kur’ân-ı Kerîm’in bu âyetlerinden, istismar konuları arasında cinselliğin de bulunduğunu ve Cenâb-ı Hakk’ın bunu yasakladığını, samimi, ihlâs sahibi bir mü’minin, gizli ve açıkta kendisini görüp gözeten Yaratıcı’sından utanarak, eline bu konuda fırsat geçse bile bu davranışlardan kaçınması gerektiğini anlamaktayız.

b. Hz. Peygamber’in Sünnet’i Din İstismârına Asla Geçit Vermez:
Yüce Allâh tarafından, yaşayışı müslümanlara güzel bir örnek olarak gösterilmiş, kendisine itaat emredilerek, Sünnet’i dinin ikinci temel kaynağı kılın-mış olan Hz. Peygamber’in hayatında en ufak bir istismar unsuru yoktur. O (sav), başından sonuna kadar tüm hayatını bütünüyle bir ihlâs ve samimiyet âbidesi halinde geçirmiştir. İnsanların yanında başka, yalnız başına kaldığı zaman farklı şekilde davranmamıştır. Ailesi içerisinde ve toplumda değişik tutum ve davranışlara girerek, çelişkiye düşmemiştir. Olduğu gibi görünmüş, göründüğü gibi olmuş, inandığını söylemiş, söylediklerini de yaşamıştır. Tarih boyunca ve günümüzde bazı insanların yaptığı gibi, farklı yer ve konumlarda değişik çehrelerle dolaşmamış, gerçek kimliğini gizleyerek tabir caizse, asla yüzünü maskenin arkasına gizlememiştir. Çünkü o, yaşayan bir Kurân’dı ve Kur’ân; “Ey imân edenler!
Yapmayacağınız şeyleri niçin söylüyorsunuz ? Yapmayacağınız şeyleri söylemeniz, Allâh katında büyük bir nefretle karşılanır ”122 buyurmaktaydı.

Tarihte her büyük insanın düşmanı olduğu gibi, kendisinin de birçok muhâlifi ve düşmanı olmuş, fakat onlar Hz. Peygamber’i hiçbir şekilde samimiyetsizlikle, iki yüzlülükle, çıkar peşinde koşmakla, istismarcılıkla suçlamamışlardır. Mekke döneminde, kendisini Peygamberlik görevini yerine getirmekten vazgeçirmeye çalışan müşriklerin ileri gelenleri, amcası Ebû Tâlib’e başvurarak, rüşvet cinsinden çeşitli tekliflerde bulunmuşlardı. Kureyş ileri gelenlerinin Hz. Peygamber’e sundukları bu teklifler, Mekke’nin liderliği, istediği kadar servet ve mal, Mekke’nin en güzel kadın ve kızlarıyla evlenme gibi hususları ihtiva ediyordu. Kendisine sunulan bu tekliflere Hz. Peygamber’in vermiş olduğu cevap çok çarpıcı olup, her da’vâ adamını iliklerine kadar titretecek niteliktedir:
“Ey amca ! Nefsimi kudret elinde tutan Allâh’a yemin ederim ki, şu ilâhî tebliğ vazifemi bırakayım diye güneşi sağ elime, ayı da sol elime koysalar, sen bile beni terkedip bırakmış olsan, onların bu dediklerini asla yapmam!” 123

Bu olay, Hz. Peygamber’in dinini tebliğ ve yaşamadaki azîm ve kararlılığını, güçlü irâdesini, ihlâs ve samimiyetini gösteren güzel bir örnektir. Müşriklerin Hz. Peygamber’e İslâm davâsından vazgeçmesi karşılığında rüşvet olarak sundukları şeyler bize, dinin neler için istismar edilebileceğini, bir insanın neler karşılığında davasından vaz geçip satın alınabileceğini göstermektedir ki, geçmişte olduğu gibi, günümüzde ve gelecekte de insanoğlunun bunlara karşı zaafı ortadan kalkma-yacaktır: Liderlik, servet/mal ve kadın. Bunlar, ihlâs ve samimiyet sahibi olmayanların, kalblerine imân nuru yerleşmemiş bulunanların, geçici dünya nimetlerine zaafı olanların, kısacası peşin olanı sevip, ebedî saâdeti arkaya atanların avlanabilecekleri konuları oluşturmaktadır.

Hz. Peygamber’in tüm insanlık için örnek oluşturan hayatının incelenmesi şu hususu ortaya koymaktadır ki, O, tüm hayatı boyunca ne kendisi, ne ailesi, ne de akraba ve dostları yararına, sahip olduğu, hükmedip tasarruf edebildiği hiç bir şeyi istismar etmemiş, edilmesine izin vermemiştir. Kur’ân-ı Kerîm’de de işaret edildiği üzere, herkes gibi kendisinin de bir insan olduğunu söylemekten asla çekinmemiş, kendisini insanüstü boyutlara çıkarmak isteyenlere hiçbir şekilde müsaade etmemiştir.124 Çağında yaşayan bir çok devlet başkanına yapıldığı gibi, kendisinin de ayrıcalık ifade eden bir takım ünvanlarla anılmasına izin vermemiş, sadece “Resûlullâh=Allâh’ın Elçisi” olarak anılmayı yeterli görmüştür. Kendisini gereksiz yere överek dalkavukluk yapmak isteyenlere, yağcılık yaparak çeşitli çıkarlar sağlamak isteyenlere asla izin vermemiştir. Burada konuyla ilgili iki hadisi kaydetmenin yerinde olacağını düşünmekteyiz:
Mutarrıf b. Abdillâh’dan nakledildiğine göre, içlerinde Mutarrıf’ın babasının da bulunduğu Benî Âmir heyeti Hz. Peygamber’e ziyarete gitmişti. Hz. Peygamber’in huzuruna varınca, ‘Sen bizim ulumuzsun’ dediler. Hz. Peygamber de, ‘Ulu olan ancak Allâh’tır’ buyurdu. Heyettekiler, ‘Sen bizim fazilette en efda-limiz, güç bakımından da en kudretlimizsin’ dediler. Bunun üzerine Hz. Peygamber, ‘Sözünüzü söyleyin, fakat şeytana alet olmayın’125 buyurdu.

Konuyla ilgili olarak Enes’den (ra) nakledildiğine göre, birgün bir kimse Hz. Peygamber’e gelerek: “Ey Muhammed! Ey en hayırlımız! Ey en hayırlımızın oğlu! Ey Efendimiz! Ey Efendimizin oğlu! ” diye hitap etmişti. Hz. Peygamber bu davranışı tasvib etmeyerek, “Söyleyeceğiniz sözü söyleyin, ancak şeytan içinizde barınmasın. Ben, Allâh’ın Elçisi ve Abdullâh’ın oğluyum” veya “Ben Allâh’ın kulu ve Elçisi Muhammed’im” dedikten sonra, “Beni Allâh’ın lutfetmiş olduğu bu makamın üstüne yükseltmenizden hoşlanmıyorum” 126 buyurdu. Yine Hz. Ömer’den nakledildiğine göre Hz. Peygamber bu konuda şöyle söylemişlerdir: “Hıristiyan-ların Meryem oğlu İsâ’yı öğmekte aşırı gidip, Ona Allâh’ın oğlu dedikleri gibi, sakın sizler de beni medhetmekte aşırı gitmeyiniz. Şüphesiz ki ben, sadece bir kulum. Onun için bana, Allâh’ın kulu ve Resûlü deyin”127 buyurmuşlardır.

Sahip bulunduğu Peygamberlik makamını, devlet başkanlığını insanlara karşı bir üstünlük, bir ayrıcalık olarak görmemiş, karşısında heybetinden korkarak, titreyen bir kimseye, ‘Sakin ol! Ben bir kral değilim, ben güneşte kurutulmuş et yiyen bir kadının oğluyum!’ deme tevâzusunu göstererek, çok sevdiği ümmetinin yöneticilerine örnek olmuştur.128 O (sav), hayatının bütün safhalarında kendisine herhangi bir ayrıcalık tanımamış, çevresinden de, normal bir insana göstermeleri gerekenden farklı bir davranış içine girmemelerini istemiştir. Nitekim bir sefer esnasında ashabının bir koyun keserek yemek hazırlığı için iş bölümü yaptığını gördüklerinde bir kenara çekilip oturmamış, ‘Öyleyse odun toplaması da benden’ buyurmuştu. Ashâbının, siz zahmet buyurmayın, şeklindeki ricalarına karşılık üzerinde çok düşünülmesi gereken şu ölümsüz sözleri söyleyerek insanlığa önemli bir ders vermiştir:
“Sizin her işi yapacağınıza inanıyorum. Fakat sizlere karşı imtiyazlı biri durumunda bulunmaktan hoşlanmıyorum. Çünkü Cenâb-ı Hak, kulunu arkadaşları arasında imtiyazlı olarak görmekten hoşlanmaz! ”129

Güzel ahlâkı tamamlamak üzere gönderilen son Peygamber, kimseye yük olmak istemez, yakınlarının karşı çıkmasına rağmen kendi işlerini bizzat yapmaktan hoşlanırdı. Nitekim Hz. Âişe’den gelen bazı bilgilere dayanarak Resûllâh’ın (sav) evinde neler yaptığını şöylece özetlemek mümkündür:
“Sıradan bir erkek evinde ne ile meşgul olursa, Resûlullâh da onlarla meşgul olur, evinin kırık döküğünü elden geçirir, elbisesini yamar, düğmesini diker, pabucunu tamir eder, kendisine ait özel işlerini görür, evi süpürür, hayvanlarını yemlerdi...” 130

O (sav), Peygamberliğini veya devlet başkanlığını uzak veya yakın çevresine karşı asla bir istismar aracı olarak kullanmamıştır. İnsanlar birbirlerine bâr (yük) olmak yerine yâr olmalıdır, nezâketini öğreten O’dur. Nitekim bu konuda, “Eşyasını kendisi taşıyan kimse, kibirden arınmıştır”131 buyurmuşlardır. Çarşıdan pazardan aldığı eşyalarını bizzat kendileri taşımışlar, elinden eşyasını alıp taşımak isteyenlere de: “Herkesin, kendi eşyasını kendisinin taşıması daha uygundur. Şayet onu taşıyamayacak kadar halsiz ise, o zaman mü’min kardeşi ona yardım eder”132 demişlerdir. Kendisinin ve ailesinin kimseye yük olmasına izin vermemişlerdir. Nitekim O’nun terbiyesinde yetişen bazı kimseler, yere düşen kamçılarını bile yanındakinden istemezler, bineklerinden inerek kendileri alırlardı.133 Yine, bir defasında, o zamanki taş değirmende arpa öğütmekten yorulup bunalan, elleri nasır bağlayan sevgili kızı Hz. Fâtıma’nın, kendisine bir yardımcı vermesi isteğini kabul etmemişti.134 Emrinde binit develeri, soylu atları, seçkin katırları olmasına rağmen, yuları ve palanı hurma lifinden örülmüş eşeğe ya da palansız çıplak bir hayvana binmekten çekinmemişlerdir. Yaya olarak uzak mahallelerde oturan fakir dostlarını ziyaret eder, bir kenara itilip, kendileriyle birlikte olunmaktan çekinilen fukara takımıyla, sosyal mevkii düşük insanlarla birlikte olur, onların hatırını sorar, bulundukları sofraya oturur, onlarla birlikte yolda yürürdü. İnsanlığa, alçak gönüllülüğün, büyüğün küçüğe, zenginin fakire, âlimin câhile, kısacası varlık içindekinin yokluk içindekine karşı takınması gereken yüce bir davranış biçimi olduğunu gösteren O’dur. 135

Allâh’ın gönderdiği son Peygamber olarak lüks ve gösterişten uzak, samimi ve sade bir hayat sürmüş ve tüm ömrü boyunca bu sade yaşayış tarzını değiştirmemiştir. Vefat ettiği sırada sınırları Arabistan kıtasını kucaklamış olan bir devletin başkanı olarak, bu konumunu istismar ederek farklı bir hayat standardında yaşamamış, ailesini de yaşatmamıştır. Eşlerinin, diğer varlıklı müslümanların hanımları gibi zengin bir hayat sürme konusundaki isteklerine şiddetle karşı durmuş, onları, sade bir yaşayış süren Peygamber hanımları olarak kalma ya da kendisinden ayrılma konusunda serbest bırakmıştır. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm bu hususu şöyle haber veriyor:
“Ey Peygamber! Eşlerine söyle, eğer dünya dirliğini ve süsünü (refahını) istiyorsanız, gelin boşanma bedellerinizi vereyim de, sizi güzellikle salıvereyim. Eğer Allâh’ı, Peygamberini ve âhiret yurdunu diliyorsanız, bilin ki Allâh, içinizden güzel davrananlar için büyük bir mükâfat hazırlamışır.”136

Hz. Peygamber’in kendi hayat standardını değiştirmeyen, yaşayışındaki sadeliği bozmayan bu tavrı, kendisi ve ailesinin yoksul bir hayat sürmesi sonucunu doğurmuştur. Burada kaydetmek gerekir ki, Resûlullâh’ın geçim sıkıntısı çekmesi, ihtiyârî (kendi tercihi) olan bir fakirliğin sonucu olup, ıztırârî (zorunlu ) bir yoksulluktan kaynaklanmamaktaydı. Onun bu tutumu, “muvâsât” kelimesiyle ifade edilmiştir. Muvâsât, bir kimsenin sadece kendisine yetecek kadar malı olduğu halde, eli darda olan kimseye ondan vermesi anlamına gelir ki, Hz. Peygamber devamlı bir şekilde böyle yaşamıştır. Hz. Peygamber’in sofrasında uzun müddet su ve hurmadan başka bir şey bulunmayışının ve kendilerinin çoğu zaman açlık çekmelerinin sebebi, yokluktan değil, etrafındaki muhtaçların çokluğundan kaynaklanmaktaydı.137 Konuyla ilgili olarak bize ulaşan bilgiler, durumu net bir şekilde ortaya koymaktadır. Nitekim İbn Sa’d’ın nakline göre, birgün Ebû Hureyre, Hz. Peygamber de açlık çekerdi, diye anlatmaya başlamıştı. Kendisine, Bu nasıl bir açlıktır? diye sorulduğunda, durumu şöyle açıklamıştı:
‘Neden olacak! Hz. Peygamber’in etrafını saran aç insanların ve misafirlerin çokluğundan. O kadar ki, bir grup insan, Resûlullâh’ın yanından hiç ayrılmazdı. Onun yalnız başına yemek yediği hemen hemen hiç olmamıştır. Ashâbından bir kısmı daima sofrasında yer alır ve Mescid’de kalan ihtiyaç sahipleri devamlı olarak yemek isteğinde bulunurlardı...”138

Şimdi de, Hz. Peygamber’in hayat standardı konusundaki bazı belgeleri burada kaydetmenin uygun olacağını düşünmekteyiz. Hz. Peygamber döneminde, buğday gibi bazı temel gıda maddeleri konusunda yokluk ve sıkıntı mevcuttu. Arpa ekmeği bile güç şartlarda bulunabilmekteydi. İbn Sa’d’ın kaydettiğine göre, Peygamberimizin sevgili kızı Hz. Fâtıma, bir miktar arpa unu bularak, ekmek yapmış ve birazını da babasına götürmüştü. Kızının elindeki bu ekmeği gören Resûlullâh (sav); “Hayırdır yâ Fâtıma! Bu bir parça ekmeği nereden buldun?” diye sormuşlardı. Hz. Fâtıma; “Babacığım, bunu kendim pişirdim. Fakat sensiz boğazımdan geçmedi, birazını da sana getirdim” deyince Hz. Peygamber; “Kızım, inan ki, üç gündür babanın midesine giren ilk lokma bu olmuştur” diyerek alıp yemişlerdir. 139

Yine İbn Sa’d’ın kaydettiğine göre, halkın etraftan gelen açlık feryatlarına karşı Hz. Peygamber şöyle bir konuşma yapmışlardır:
“Yemîn ederek söylüyorum ki, dokuz hane olmasına rağmen, Muhammed’in aile efrâdının evinde, akşamdan sabaha bir kab yemek gecelemez. Ve yine yeminle ifade ediyorum ki, o bu sözü, Allâh’ın verdiği rızkı azımsadığı için değil, sırf ümmetini teselli ve sabretmeye teşvik için söylemiş bulunmaktadır.”140

Tâbiûn nesline mensup bir kimse olan Imrân b. Zeyd el-Medenî’nin babasından naklettiği şu rivâyet de, konumuzla ilgili çok çarpıcı mesajlar ihtiva etmekte ve Hz. Peygamber’in Kıyâmet’e kadar örnek olacak tutumu hakkında bizlere fikir vermektedir:
“Bir gün biz Hz.Âişe annemizin ziyaretine gitmiştik. Huzuruna varınca; “Selâmün aleyküm anneciğim” dedik. Ve aleyküm selâm, diye selâmımızı aldı ve bizleri görünce ağlamaya başladı. Anneciğim niçin ağladınız? diye sorunca şöyle cevap verdi: ‘Bana ulaşan haberlere göre sizler, çeşit çeşit yemekleri yiyor; sonra da onları sindirebilmek için ilaç arıyormuşsunuz. Sizin bu haliniz bana, Peygamberimizi hatırlattı da ondan ağladım. Çünkü O bu dünyadan geldi geçti de, bir günde iki öğün yemek yemedi. Birgün hurma bulsa ekmek bulamazdı, ekmek bulsa hurma bulamazdı. İşte beni ağlatan budur.”141

Yine Hz. Âişe’nin bildirdiğine göre, kendileri dünyadan ayrılıncaya kadar, ne Hz. Peygamber, ne de ailesi peşpeşe iki gün arpa ekmeğine, peşpeşe üç gün buğday ekmeğine doymamışlardır. Resûlullâh’ın, et ve ekmekle günde iki sefer karnı doymadığı gibi, yarın için de bir şey saklamazdı.142 Kendisinin ve ailesinin yaşayışı çok sade olup, evinde kullandığı eşyalar da son derece mütevazi, ancak çok yoksul müslümanların evinde bulunabilecek türden şeylerdi. Nitekim birgün Ensâr’dan bir hanım Hz. Âişe’nin evini ziyaret etmiş ve bu sırada Resûlullâh’ın, tabaklanmış deriden yapılmış, içi hurma yapraklarıyla dolu yatağını görerek bunu O’na layık görmemişti. Bu kadın evine dönünce, Hz. Peygamber’e hediye olarak bir yün döşek göndermişti. Durumu öğrenen Hz. Peygamber, yatağın geri gönderilmesini istedi. Fakat Hz. Âişe geri göndermek istemeyince, tekrar geri göndermesini emrettikten sonra şöyle buyurdu:
“Yâ Âişe! Vallâhi, değil bu gibi şeyleri, eğer istesem Allâh, altın ve gümüş dağlarını benim peşime takar!”143

O (sav), bu yaşayış biçimini seçmekle, toplumun en alt gelir düzeyine sahip kimselerinin hayat standardında yaşamış, zengin ve müreffeh bir hayat sürerek, yoksulların çektiği acılara duyarsız kalmamış, o fakir hayatı ailesiyle birlikte bizzat yaşamayı tercih etmiş, sonraki asırlarda, sokaklarda, ekmek istiyoruz, açız diye bağıran yoksul halka, ekmek bulamazlarsa pasta yesinler diyen imparatorların konumuna asla düşmemiştir. Nitekim bir gün kendisini ziyarete gelen Hz. Ömer, Resûlullâh’ın (sav), çıplak bir hasır üzerine uzandığını, hasırın da vücudunda iz bıraktığını görerek bu manzara karşısında duygulanıp ağlamaya başlamıştı. Hz. Peygamber’in niçin ağladığını sorması üzerine de, “Ya Rasûlallâh! Sizi bu halde görünce, altın tahtlar üzerinde oturup, ipekler, iprişimler, atlaslar, kadifeler giyen İran ve Bizans İmparatorlarını hatırladım da!” demişti. Hz. Peygamber de aslo-lanın ebedî Âhiret hayatı olduğunu söyleyerek kendisini teselli etmişti.144

Burada önemle kaydetmek gerekir ki, yerine halife bırakmamış,145 Peygamberlik makamının ve Peygamber ailesi / Ehl-i Beyt olma ayrıcalığının istismar vasıtası yapılarak, siyasî çıkara dönüştürülmesine fırsat tanımamıştır. Sahip olduğu yüce mevkiin, sağlığında ve kendisinden sonra bir takım maddî menfaatlere alet edilmesini de asla istememiştir. Yukarda kaydettiğimiz bilgilerden de anlaşılacağı gibi, bu hususu ciddiyet ve titizlikle takip etmiş, halkı ve devleti soymak niyetinde olanların, ailesine ve yakınlarına nüfûz etmelerine izin vermemiştir. Nitekim vefât ettiği zaman, dînâr, dirhem, köle, cariye, koyun, keçi, vasıyyet bırakmamıştır. Kendisinden geriye sadece, silahı, beyaz katırı, yakınları için ayırdığı bir tarla kalmıştır.146 Halkın elindeki ve avucundakine göz dikmemiş, bu konuda “İnsanların ellerindeki mala düşkünlük gösterme ki, halk seni sevsin” buyurarak, tebliğcilerine ve yöneticilerine yol göstermiştir.147 İlmin, özellikle din ilimlerinin her hangi bir dünyevî çıkara alet edilmesini yasaklamış, bunların sadece Allâh rızası için öğrenilmesini emretmiştir.148
Dinin maddî çıkarlara alet edilmesine, cahil ve sahte dindarlarca geçim vasıtası yapılmasına, dilenciliğe, İslâm tebliğinin yozlaştırılarak tesirsiz hale ko-nulmasına şiddetle karşı çıkmış, meslek sahibi olmayı ve gençlere meslek öğre-tilmesini teşvik etmiştir. Nitekim bu konuda; “İnsanların en şerlisi, ‘Allâh rızâsı için’ diyerek dilenip de istediği verilmeyen kimsedir” buyurmuşlardır.149 Diğer bazı hadislerinde de yüce dinimiz İslâm’ın, bedbaht bazı kimselerce, çeşitli dünya menfaatlerine alet edilerek bir takım çıkarlar karşılığı satılabileceğine dikkat çekmişlerdir.150
Mal-mülk, şeref ve mevkî hırsının, kişinin dînine zararlı olduğunu bildirerek bu konuda şöyle buyurmuşlardır:
“Bir koyun sürüsünün üzerine salıverilen iki aç kurdun bunlara verdiği zarar, kişinin mal ve şeref konusundaki hırsının dinine verdiği zarardan daha fazla değildir.” 151

Sonuç olarak, din istismarı, dün olduğu gibi bugün de çok sık gündeme gelen bir konudur. Bu olgu, dün olduğu gibi bugün de inanç dünyamızı kemiren, onun can damarlarını kurutmaya çalışan potansiyel bir tehlike olarak karşımızda durmaktadır. Bunun için Hz. Peygamber, İslâm öncesi toplumlarda ortaya çıkan din tahrîfi ve istismarı teşebbüslerinin, kendisinin vefâtından sonra meydana gelmemesi için müslümanların dikkatini çekmiş, onların bu konuda uyanık olmalarını emrederek şöyle buyurmuştur:
“Ben sizin, benden sonra şirke döneceğinizden endişe etmiyorum. Fakat ben sizin maddeperest olmanızdan korkuyorum.”152

---------------------------------------------------------------------
1 Doğan, D. Mehmet, Büyük Türkçe Sözlük, (Rehber Yayınları, 9. Baskı, Ankara tarihsiz), s. 961.
2 İbn Manzûr, Lisânu’l-Arab, (Dâru Sâdır, Beyrut 1410 / 1990), VII, 56.
3 Yapıcı, Asım, İslâm’da Tövbe ve Dînî Yaşayıştaki Rolü, (Beyan Yayınları, İstanbul 1997), s.183; (Lacroix, Jean, Les Sentiments et La Vie Morale, Paris 1952, s.53-54, 57’den naklen).
*İçe ve dışa dönük dindarlık biçimi: Bireyin kişilik özelliklerinin dini yaşantısını etkilediği ya da etkileyebileceği görüşünden hareketle dini davranışları itibariyle içten güdülenenlerin içe dönük, dıştan güdülenenlerin ise dışa dönük bir dindarlık yaşadığı ileri sürülmektedir. Özellikle Gordon W. Allport tarafından ön plana çıkarılan bu yaklaşıma göre içe dönük dindarlar için din bir amaçtır. Bu sebeple onlar inandıkları dini samimiyetle yaşarlar. Dışa dönük dindarlar ise inandıkları dini kullanma eğilimindedirler. Daha fazla bilgi için, bk. Hökelekli, Hayati, Din Psikolojisi, TDV Yayınları, Ankara 1993, s. 76-77; Kayıklık, Hasan, Dini Yaşayış Biçimleri:
Psikolojik Temelleri Açısından Bir Değerlendirme, Yayımlanmamış Doktora Tezi, İzmir 2000, s. 41-48; Yapıcı, Asım, “Dini Yaşayışın Farklı Görüntüleri ve Dogmatik Dindarlık”, Ç. Ü. İlahiyat Fakültesi Dergisi 2 / 2, Adana 2002, s. 93-94.
** Tutum ve merkezi tutum: Bir bireye atfedilen ve onun psikolojik bir obje ile ilgili olarak duygu düşünce ve davranışlarının düzenleyen eğilime tutum adı verilmektedir. Bk. Kağıtçıbaşı, Çiğdem, İnsan ve İnsanlar, Evrim Yayınları, İstanbul, 1988, s. 88-89; Birey gündelik hayat içerisinde dini, ahlaki, siyasi, sosyal, estetik, ekonomik vb. davranışlarını yönlendiren pek çok tutuma sahiptir. Bunlardan bazıları merkezi bazıları da tali olabilir. Buna göre merkezi tutumunu din oluşturan bireyler davranışlarını temelde dini bir gaye ile yaparlar. Merkezi tutumunu ekonomi, siyaset ya da estetik değerler oluşturan bireyler ise davranışlarını genelde bu çerçevede gösterirler. Bu sebeple söz konusu davranışları içerisinde din belirleyici bir değere sahip değildir. Bkz. Yapıcı, Asım, “Dini Yaşayışın Farklı Görüntüleri ve Dogmatik Dindarlık”, Ç. Ü. İlahiyat Fakültesi Dergisi 2 / 2, Adana 2002, s. 102. Kaya, Mevlüt, Din Eğitiminde İletişim ve Dini Tutum, Etüt Yayınları, Samsun, 1998, s. 54-59.
4 Müslim, İmân, 41 / 158-160; Ebû Davud, Cihâd, 95; İbn Mâce, Fiten, 1.
5 95. Tîn, 1-5.
6 Bu konuda geniş bilgi için bkz. A.Adnan Adıvar, Bilim ve Din (İlim ve Din), Remzi Kitabevi, İstanbul 1980, s.113 vd.
7 98. Beyyine, 5.
8 4. Nisâ, 46; 5..Mâide, 13, 41.
9 2. Bakara, 75.
10 Ali Osman Ateş, İslâm’a Göre Câhiliye ve Ehl-i Kitâb Örf ve Âdetleri, s. 407.
11 Ateş, age, s. 207, 485-486.
12 Ateş, age, s.148-149.
13 Buhârî, Sahîh, IV, 160; V, 191; Müslim, Sahîh, IV, 2192; Nesâî, Sünen, III, 131-132; Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 336; İbnü’l-Kelbî, Kitâbu’l-Asnâm, s. 7; İbn Hişâm, Sîre, I, 91-92; İbn Habîb, Muhabber, s.330-331; İbnü’l-Esîr, en-Nihâye, I, 100; II, 431; Aynî, Umdetu’l-Kârî,
XVI, 91; Ateş, age, s. 234-237.
14 6. En’âm, 21.
15 5. Mâide, 77; 7. A’râf, 38.
16 2. Bakara, 79.
17 3. Âl-i Imrân, 187.
18 9. Tevbe, 9.
19 Çıkış, 22 / 25.
20 Tümer, Günay-Küçük, Abdurrahman, Dinler Tarihi (Ankara 1988), s. 121-122.
21 Tesniye, 23 / 19-20.
22 4. Nisâ, 160-161.
23 Mâlik b. Enes, el- Muvatta’, Buyû’, 39 / 83; Ebû Dâvud, Buyû’, 5 / 3334; İbn Hişâm, es-Sîretü’n-Nebeviyye, (Tahkîk: Mustafa es-Sakkâ-İbrâhîm el-Ebyârî-Abdülhafîz Şelebî, 2.baskı,Beyrut 1391 / 1971), IV, 250-251; el- Aynî, Umdetü’l-Kârî li Şerhi Sahîhi’l-Buhârî, (Beyrut,
tarihsiz), XI, 201; Yazır, Hak Dini Kurân Dili, (İstanbul 1979), II, 952-953.
24 Levililer, 25 / 23.
25 Levililer, 25 / 10-14, 25, 34; Mahmud Es’ad Seydişehrî, Tarîh-i İlm-i Hukûk (Medhal), (Dersaadet 1327-1328), s.195-196.
26 Levililer, 25 / 25-34.
27 Tesniye, 14 / 29, 26 / 12.
28 Sayılar, 31 / 25-30.
29 Levililer, 7 / 31-34.
30 Levililer, 7 / 8.
31 Sayılar, 5 / 6-9.
32 Levililer, 21 / 7-15.
33 Çıkış, 22 / 31; Levililer, 22 / 8.
34 Tesniye, 14 / 21.
35 Levililer, 7 / 22
36 Levililer, 7 / 22-25.
37 Buhârî, Buyû’, 103; Enbiyâ, 50; Müslim, Müsâkât, 13 / 71-72.
38 Levililer, 10 / 8-10; Sayılar, 6 / 1-3.
39 Sayılar, 6 / 20, 15 / 7, 10.
40 Levililer, 25 / 39-42.
41 Çıkış, 21 / 2-4.
42 Çıkış, 21 / 5-6; Tesniye, 15 / 16-17.
43 Sayılar, 35 / 31.
44 Ebû Dâvud, Diyât, 1 / 4494; en-Nesâî, Kasâme, 7-9 / 4729-4730.
45 Tekvin, 31 / 14-15.
46 Sayılar, 27 / 1-8; 36 / 1-12.
* Hz. Ya’kûb’un on iki oğlundan türeyen her bir Yahudi kabilesine Sıbt denilmektedir. Krş. Kur’ân-ı Kerîm, 7.A’râf, 160. 47 Sayılar, 36 / 1-12.
** Cahiliye Araplarının, kullanmış oldukları ay takvimini ticaret vs. maksatlarla güneş takvimine uydurmak için, seneye boş bir ay ekleyip ayların asıl yerini ve haccın mevsimini değiştirerek yaptıkları düzenlemeye Nesî’ denilmektedir. Bu uygulama Kur’ân-ı Kerîm tarafından şiddetle yasaklanmıştır. Krş. 9.Tevbe, 36-37, fazla bilgi için bkz. Ateş, İslam’a Göre Cahiliye ve Ehl-i Kitâb Örf ve Âdetleri, s. 178 vd.
48 Örs, Hayrullah, Musa ve Yahudilik, (Remzi Kitabevi, İstanbul 1966) s.408; Moberg, A., MEB. İslam Ansiklopedisi, Nesî Maddesi, (İstanbul 1970 ), IX, 202.
49 Heaton, Herbert, Avrupa İktisat Tarihi, (Ankara 1985), I, 314; Nedvi, Ebu’l-Hasen Ali Hasenî, Dört Rükün, (Tercüme: İsmet Ersöz, Konya 1969), s. 191.
50 Levililer, 11 / 7-8; Tesniye, 14 / 8.
51 Barnabas, The Gospel of Barnabas, (Karachi 1974), s. 2.
52 Resullerin İşleri, 10 / 14, 11 / 8.
53 Resullerin İşleri, 10 / 9-16; 11 / 5-9; I. Korintoslular, 10 / 25-26; Romalılara Mektup, 14 / 14, 20.
54 Luka, 1 / 13-15; Efesoslulara Mektup, 5 / 18; Romalılara Mektup, 13 / 13; 14 / 21.
55 Yuhanna, 21 / 1-11; Matta, 27 / 33-34; Challaye, Felicien, Dinler Tarihi, (Tercüme: Samih Tiryakioğlu, İstanbul 1960), s. 205-206.
56 Buhârî, Menâkıb, 9-10; Tefsîru’l-Kur’ân, (Mâide), 13; Müslim, Kusûf, 1 / 3; Cennet, 51; en-Nesâî, Kusûf, 11 / 1470; Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 366.
57 İbnü’l-Kelbî, Kitâbu’l-Asnâm, (Metin ve tercüme birlikte neşir, tercüme: Be yza Düşüngen, Ankara 1969) s. 7; Tercüme: Putlar Kitabı, s. 27-28.
58 Buhârî, Buyû’, 113; Müslim, Müsâkât, 13 / 71; Ebû Dâvud, Buyû’, 64 / 3486; Tirmizî, Buyû’,61 / 1297; İbn Mâce, Ticârât, 11 / 2167.
59 Ezrakî, Ahbâru Mekke, (Tahkîk: Rüşdî Sâlih Melhas, 3.baskı, Mekke 1399 / 1979), I, 117-119.
60 5. Mâide, 90.
61 Levililer, 7/ 26-27, 17 / 10-14, 19/ 26; Tesniye, 12 / 16, 23-25; 2. Bakara, 173; 5. Mâide, 3; 6. En’âm, 145; 16. Nahl, 115.
62 Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 200; Beydâvî, Envâru’t-Tenzîl, (Mecmau’t- Tefâsîr içinde, İstanbul 1399 / 1979), II, 227; Hâzin, Lübâbü’t-Te’vîl, (Mecmau’t-Tefâsîr içinde), II, 227; Yazır, Hak Dini Kur’ân Dili (İstanbul 1979), III, 1557.
63 İbnü’l-Kelbî, age, s.3; İbnü’l-Esîr, en-Nihâye fî Garîbi’l-Hadîs, (Tahkîk: Tâhir Ahmed ez-Zâvî-Mahmûd Muhammed et-Tanâhî, Beyrut tarihsiz), I, 96; II, 342.
64 Süheylî, Ravdu’l-Unuf, (Tahkîk: Abdurrahmân el-Vekîl, Kâhire 1387 / 1967), II, 362; Kastallânî, İrşâdü’s-Sârî, (Kâhire 1326), VII, 427; VIII, 265; İbn Hacer, Fethu’l-Bârî, (Beyrut tarihsiz), VII, 109.
65 en-Nesâî, Dahâyâ, 40 / 4434, VII, 237; Taberî, Câmiu’l-Beyân, (2. baskı, Mısır 1373 / 1954 ), VI, 68, 72; VIII, 16; Hâzin, age, II, 227; Yazır, age, III, 1557-1558.
66 Buhârî, Buyû’, 103, 112; Müslim, Müsâkât, 13 / 71-74; Ebû Dâvud, Buyû’, 64 / 3485-3486; Tirmizî, Buyû’, 59/ 1295; 61 / 1297; İbn Mâce, Ticârât, 11 / 2167.
67 Ebû Dâvud, Ferâiz, 4 / 2891; Tirmizî, Ferâiz, 3 / 2092; İbn Mâce, Ferâiz, 2 / 2720; Râzî, Mefâtîhu’l-Ğayb, ( 2. baskı, Tahran tarihsiz), IX, 203.
68 Dârimî, Sünen, (Dımaşk 1349), II, 349-350; Cessâs, Ahkâmü’l-Kur’ân, (Tahkîk: Muhammed Sâdık Kamhâvî, 2. Baskı, Kâhire tarihsiz), II, 367.
69 4. Nisâ, 22; Ebû Dâvud, Hudûd, 26 / 4456-4457; en-Nesâî, Nikâh, 58 / 3329-3330; İbn Habîb, Kitâbu’l-Muhabber, (Beyrut tarihsiz ), s.325-326; Taberî, age, IV, 304, 307; Yazır, age, II, 1321; Miras, Tecrîd-i Sarîh Tercemesi, (D.İ.B. Yayınları, 4. baskı, Ankara 1976), XI, 304-307.
70 Tirmizî, Diyât, 18 / 1415; İbn Mâce, Diyât, 12 / 2642.
71 4. Nisâ, 19-20; Taberî, age, IV, 309.
72 Krş. Levililer, 20 / 10-12; 22 / 21-26; Tesniye, 22 / 22; Matta, 5 / 27-30.
73 24. Nûr, 33; Müslim, Tefsîr, 3 / 3029 (26-27); Ebû Dâvud, Talâk, 50 / 2311.
74 Ezrakî, age, I, 183.
75 Krş. Moberg, MEB İslâm Ansiklopedisi, Nesî Maddesi, IX, 201; Hamidullah, İslâm Peygamberi, (Tercüme: Salih Tuğ, İrfan Yayınevi, 4. Baskı, İstanbul 1980 / 1400), II, 905.
76 9. Tevbe, 37; Buhârî, Bedü’l-Halk, 2; Meğâzî, 77; Müslim, Kasâme, 9 / 1679 (29); Ebû Dâvud, Menâsık, 66-67 / 1940, 1947.
77 Buhârî, Hac, 34; Müslim, Hac, 31 / 1240 ( 198).
* Câhiliye döneminde, kendilerince din işlerinde salâbet ve hamâset gösterdiklerini ileri süren Kureyş, Huzaa, Kinâne ve Cedile ile bunlara tabi olan kabilelere Hums denilmektedir. Bunlar kendilerini diğer Araplardan ayrıcalıklı ve üstün tutar, dini bazı yükümlülüklerden muaf olduklarını öne sürerlerdi. Bkz. Ateş, age, s. 148 vd.
78 İbn İshâk, es-Sîretü’n-Nebeviyye, (Tahkîk: M. Hamidullah, Konya 1981 / 1401), s. 100; İbn Habîb, age, s.319; İbn Mâce, Menâsık, 58 / 3018.
79 İbn İshâk, age, s. 80; İbn Hişâm, age, I, 211-212; Miras, age, XI, 56.
80 70. Meâric, 19 vd.
81 İbn İshâk, age, s.81; Ezrakî, age, I, 177.
82 2. Bakara, 197.
83 Buhârî, Hac, 151; Ebû Dâvud, Menâsık, 4 / 1731, 6 / 1733-1735.
84 2. Bakara, 198.
85 7. A’râf, 31.
86 İbn İshâk, age, s. 75-76; Ezrakî, age, I, 178; İbn Hişâm, age, I, 215; Buhârî, Hac, 91; Müslim, Hac, 21 / 152; Tirmizî, Hac, 44 / 871; en-Nesâî, Hac, 161 / 2954-2956.
87 Cerrahoğlu, İsmail, Tefsir Usûlü, (AÜİF Yayınları, ikinci baskı, Ankara 1976 ), s. 33 vd.
88 Bu konuda ayrıntılı bilgi için bkz. Kandemir, M. Yaşar, Mevzû Hadisler, (Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara 1975); Cihan, Sadık, Uydurma Hadislerin Doğuşu Siyasi ve Sosyo-Politik Olaylarla İlgisi, (Samsun 1997).
89 İbnu’l-Cevzî, Kitâbu’l-Mevdûât, (Tahkîk: Abdurrahmân Muhammed Osmân, Dâru’l-Fikr, 2.Baskı, 1403 / 1983), I, 39; Kandemir, age, s. 62, 238 no’lu açıklama.
90 İbnu’l-Cevzî, age, I, 42; Suyûtî, T ed r î bü ’r - R âv î , (Tahkîk: Abdü’l-Vehhâb Abdü’l-Latîf, el-Mektebetü’l-Ilmiyye, Medîne 1379 / 1959), s. 187; Kandemir, age, s. 61.
91 Suyûtî, age, s.187; Kandemir, age, s. 62.
92 Kıssacılık hakkında geniş bilgi için bkz. Uğur, Müctebâ, Va’z, Kıssacılık ve Hadiste Kussâs, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Ankara 1986, XXVIII, 291-326.Cihan, age, 62-63;
93 Kandemir, age, s.83.
94 Cihan, age, s.60 vd.
95 Kandemir, age, s. 84-85.
96 İbnu’l-Cevzî, age, I, 44 vd; Kandemir, age, 87-91; Cihan, age, s. 66 vd.
97 Sahte sahâbîler ve uydurdukları hadisler hakkında geniş bilgi için bkz. Aşık, Nevzat, Sahte Sahâbîler: Meklebe İbn Melkân, DEÜİFD İzmir 1989, sayı: V, s. 209-224; Sahte Sahâbî Ca’fer İbn Nastûr ve Sahîfesi, DEÜİFD, sayı: VI, s. 405-414; Hicrî VI. Asırda Sahâbî Olduğunu İddia Eden Reten el-Hindî ve Uydurduğu Hadisler, DEÜİFD İzmir 1992, sayı: VII, s. 47-65.
98 Kandemir, age, s. 63-64.
99 39. Zümer, 18. 0
100 39. Zümer, 3.
101 4. Nisâ, 145-146.
102 Bu konuda bkz. Yıldız, Abdullah, Hadislerde Hz. Peygamber ve Gizli Düşmanları Münâfıklar, İz Yayıncılık, İstanbul 2000, s.45-47.
103 12. Yûsuf, 106.
104 Tirmizî, Nüzûr, 9; İbn Mâce, Fiten, 16; Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 428.
105 İbnu’l-Cevzî, age, I, 37-38; Cihan, Sadık, “Zındıkların Uydurma Hadislerle Münâsebeti”, Ondokuz Mayıs Üniversitesi İlâhiyât Fakültesi Dergisi, (Samsun 1990), IV,40; Toksarı, Ali, Delil Olma Yönünden Sünnet, (Kayseri 1994), s. 123.
106 38. Sâd, 45-47.
107 19. Meryem, 51.
108 38. Zümer, 2.
109 38. Zümer, 11.
110 38. Zümer, 14.
111 7. A’râf, 29.
112 2. Bakara, 139.
113 Bkz. 10. Yûnus, 22-23; 29. Ankebût, 65; 31.Lokmân, 32.
114 40. Mü’min, 14.
115 40. Mü’min, 65.
116 15. Hicr, 39-40.
117 38. Sâd, 82-83.
118 37. Saffât, 40-44; bu konu ayrıca bkz. 37.Saffât, 160.
119 37. Saffât, 71-74.
120 37. Saffât, 127-128.
121 12. Yûsuf, 23-24.
122 61. es-Saff, 2-3.
123 İbn Hişâm, es-Sîre, I, 285; Krş. Hamidullah, İslâm Peygamberi, I, 109.
124 18. Kehf, 110.
125 Ebû Dâvud, Edeb, 10 / 4806; Krş. Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 25.
126 Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 153, 249.
127 Buhârî, Enbiyâ, 48; Dârimî, Rikâk, 68; Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 23,24, 47, 55; Krş. Ali Yardım, Peygamberimiz’in Şemâili, (Damla Yayınevi, İstanbul 1997 ), s.410.
128 İbn Mâce, Et’ıme, 30 / 3312.
129. Yardım, age, s. 406-407, (Alî el-Kârî, Cem’u’l-Vesâil fî Şerhı’ş-Şemâil, İstanbul 1290, s.463’den naklen).
130 el-Buhârî, el-Edebü’l-Müfred, (Tahkîk: M. Fuâd Abdü’l-Bâkî, 2.baskı, Kâhire 1379), s.190, bâb: 247 / 538-541; Ahlâk Hadisleri, (Tercüme ve Şerh: A. Fikri Yavuz, Sönmez Neşriyat, İstanbul 1979), I, 546-548; Yardım, age, s. 408.
131 el-Kuzâî, Şihâbu’l-Ahbâr, (Tahkîk, tahrîc ve tercüme ile neşreden: Prof. Dr. Ali Yardım, Damla Yayınevi, İstanbul 1999), metin: s. 41; Tercüme: Şihâb’ül-Ahbâr Tercümesi, s. 98, hadis no:285;Yardım, Peygamberimiz’in Şemâili, s. 408.
132 Suyûtî, el-Câmiu’s-Sağîr, (4. Baskı, Kâhire 1373 / 1954 ), II, 43; Krş. Yardım, Peygamberimiz’in Şemâili, s.408.
133 Müslim, Zekât, 108; Ebû Dâvud, Zekât, 27; İbn Mâce, Cihâd, 41.
134 İbn Sa’d, age, VIII, 25; Buhârî, Farzu’l-Humus, 6; Ebû Dâvud, Edeb, 100 / 5062-5063; Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 95-96, 106, 153.
135 Yardım, age, s. 408-409.
136 33. Ahzâb, 28.
137 Bu konuda geniş bilgi için bkz. Yardım, age, s. 437 vd.
138 İbn Sa’d, et-Tabakâtü’l-Kübrâ, Beyrut 1388 / 1968, I, 409; Krş. Yardım, age, s. 444.
139 İbn Sa’d, age, I, 400; Krş. Yardım, age, s. 439. İbn Sa’d, age, I, 402; Krş. Yardım, age, s.443.
141 İbn Sa’d, age, I, 406; Krş. Yardım, age, s. 450.
142 Tirmizî, Zühd, 38 / 2356-2362.
143 İbn Sa’d, age, I, 465; Krş. Yardım, age, s.347-348; Resûlullâh’ın yatağı hk.de ayrıca bkz. Buhârî, Rikâk, 17; Müslim, Libâs, 6 / 37-38; Tirmizî, Libâs, 27 / 1761.
144 İbn Sa’d, age, I, 466; Buhârî, Tefsîru’l-Kur’ân, 66 (Tahrîm) / 2.
145 Bkz. Hatiboğlu, Mehmed Said, “İslâm’da İlk Siyâsî Kavmiyetçilik Hilâfetin Kureyşliliği”, AÜİFD, Ankara 1978, XXIII, 121-209.
146 Buhârî, Vasâyâ, 1; Cihâd, 61,86; Humus, 3; Meğâzî, 83; Müslim, Vasıyyet, 18 / 1635; Ebû 147 Dâvud, Vasâyâ, 1 / 2863.
147 İbn Mâce, Zühd, 1.
148 İbn Mâce, Mukaddime 23 / 252-260.
149 en-Nesâî, Zekât, 75 / 2560.
150 Müslim, İmân, 51 / 186; Tirmizî, Fiten, 30 / 2195-2197; Zühd, 60 / 2404; Kıyâmet, 17 / 2448.
151 Tirmizî, Zühd, 43 / 2376; Dârimî, Rikâk, 21; Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 456, 460.
152 Buhârî, Menâkıb, 25; Meğâzî, 17; Müslim, Fedâil, 9 / 30 (2296); Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 149.

Ç. Ü. İlahiyat Fakültesi Dergisi, Cilt 4, Sayı 1, Ocak-Haziran 2004. s.1-39


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
Eskiden itibaren mesajları göster:  Sırala  
Yeni başlık gönder Başlığa cevap ver  [ 1 mesaj ] 

Tüm zamanlar UTC + 2 saat


Kimler çevrimiçi

Bu forumu gezen kullanıcılar: Hiç bir kayıtlı kullanıcı yok ve 1 misafir


Bu foruma yeni başlıklar gönderemezsiniz
Bu forumdaki başlıklara cevap veremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı düzenleyemezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı silemezsiniz

Geçiş yap:  
   Powered by phpBB © 2000, 2002, 2005, 2007 phpBB Group

Türkçe çeviri: phpBB Türkiye