Sufiforum.com

2009'da başlayan SUFİFORUM'da İslam; İslam Tasavvuf Geleneği ile ilgili her türlü güncel ya da 'eskimez' konular yer almaktadır. İçerik yenilemeleri tasavvuf.name sitesinden sürdürülmektedir. ALLAH YÂR OLSUN.

Giriş |  Kayıt




Yeni başlık gönder Başlığa cevap ver  [ 29 mesaj ]  Sayfaya git Önceki  1, 2, 3  Sonraki
Yazar Mesaj
 Mesaj Başlığı: Re: İmam Matüridi: Tevhid
MesajGönderilme zamanı: 17.11.11, 11:31 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı

Kayıt: 17.01.09, 20:24
Mesajlar: 55
Mes'ele (Sofistlerin Sözleri Ve Sözlerinin Batıl Olduğunun Açıklanması)


Allame Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Sofistler şöyle diyor : Vakta ki biz, insanı bir şeyi bilir, sonra bilmez olarak bulduk. Ve yine lezzeti bulur, sonra o lezzeti kaybeder, yeryüzünün haşaratı denizde ölür; denizde ya­şayanlar, karada ölür; yarasa kuşu gece görür, gündüz görmez, olduğu­nu gördük. Bu hususlarla ilmin sahih olmadığı ve ilmin ancak itikattan ibaret olduğu, her ne kadar diğerinin itikadına uymazsa da bundan başka bir şey olmadığı sabit olur.

îbni Şebib; bir soru sorup der ki : Siz ilim yoktur dediniz, eğer bu sözü ilimle söyledinizse, siz ilmin varlığım ispat etmiş olursunuz. Yahut bunu siz, ilimsiz olarak cehlinizden ötürü söylediniz. Öyle ise sizin ilim hakkında bir iddiada bulunmaya hakkınız yoktur. Bununla beraber siz, bu sözünüzü ilimsiz olarak cehaletinizden dolayı söylediğinizi biliyorsu­nuz, diye onlara sordu. Eğer onlar biz bu sözü ilimle söyledik- derlerse onlar, kendileri ilmi ispat etmiş olurlar[78]. Eğer ilimsiz söyledik derlerse onların ses çıkarmamalarını kendilerine lâzım görmüş olurlar.[79]

Allame Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Bu şekilde münazaranın oldu­ğunu söyliyen[80] kimsenin ifade etmiş olduğu hususun hiç bir mânası yok­tur[81]. Çünkü o, ilimden değil, itikattan hasıl olan bir şeydir. Münazara anında söylenen herşey, söylendiği gibidir. Münazara ancak hakikatleri inkâr eden kimse ile yapılır. Tâki onun sözü gerçek delillerle ve ispat edi­lerek reddedilsin ve dâvası da böylece reddedilmiş olsun.

Amma kim ki itikattan başkası değildi derse, o, ancak ne diyorsa odur. Böylesi kimseye ancak elem verici bir darbe ile ve icabında ölüm cezası ile mukabelede bulunulur. Öylesi itikat ettiğine inanır. İtikat etti­ğinin ziddmı inkâr eder. Veyahut ona gerçekten ben, senin inkârının ik­rar olduğunu biliyorum, diyerek mukabele eder ki, onu inkâr ettiği şeyle mecburen ikrar etmeğe zorlasın. Bununla beraber o, itikaddır, başka bir şey değildir. Ve kendisinde de itikadın ispatı vardır. İtikadı ispat etme­siyle de ilmi nefyetmesi hususundaki sözünün bâtıl olduğu meydana çıkar. Tevfik Allah'tandır.

Bununla beraber onun hilafı olarak zahir olan eşya ile karşı karşıya kaldı. Eğer ilim kesinlikle olmamış olsaydı, hilafın zahir olmasını mene-den şey batıl olurdu.

Muhammed bin Şebib, kendisine, bir olan şeyi iki olarak görmesi, di­ğerini de bir olarak görmesi ile soru sorup bu ikisinin hangisi hak ve ger­çektir dedi. Bu sorusuna şu cevabı verdiğini iddia etti. Birinci kısımda ona böyle baktığı için böyle olduğunu sanmıştır. Ona bir cihetten bakıyor. Her iki gözünden biri ile gördüğünü, diğer gözü ile başka yönden görmüş oluyor. Buna delil olarak şu hususu öne sürüyor : Eğer bir gözü kör ol­saydı, kör olan gözün isabet ettiği yönden onu göremezdi. îleri sürdüğü görüşünü bu örnekle güya kuvvetlendiriyor.

Fakih Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Bu mevzu ve bu mevzu gibi olan­larda asıl şudur : Hakikaten, his ile elde edilen ilim, hislerin, durumları­nın farklı olmaları ile birbirine benzemez bir halde olurlar. Hisler[82] sahibi olan, âfet kendisinde bulunanı bilir. Böylece âfetin bir perde olduğunu anlar. His ile ise, âfet anında hakikatin hilafını öğrenir. Onun hakikati­nin kalkıp yükselmesi[83] -de uzar. Bu husus, hissin üzerine vukubulan, uzaklık, lâtif olma ve kendisini kapsıyan ve kapatan perde gibi husus­lardan meydana gelmiş olur. Bu ise bazen görmede vukubulur. Her his­sin durumu buna göre olur. Bunların hepsi hislerle bilinir. Bunun üae-rine bir nakız'm[84] bulunması tasavvur edilmez. Bu söz ve görüşler, ihti­laflı olma sözü ve fikrini çürütmüş olur. Bununla da delil getirilir veyahut dava ispat edilir. Böylece onun hakikati nefyetmek için söylediği sözü ve fikri çürütülmüş olur. Zira ihtilâf sabit olmuştur. Kuvvet ancak Al­lah'tandır.

Balı acı bulan[85] safra sahibi kimsenin durumuna kargı cevaplarımız şöyledir : Bu husus tatma organındaki hastalıktan ileri gelmektedir. Ken­disi de bunu bilir.

Îbni Şebib diyor ki : Bu mevzuda insanlar ihtilâf etmişlerdir. Bir kı­sım insan, balda acılık bulunduğunu söylemiştir. Bal, tadma organında bulunan hususla[86] birleştiği zaman acılık çoğalıp kuvvetîeşir. O da balı acı olarak bulur. Diğer bir kısım insan da der ki : Gerçekten safralı olan kimsenin tadma organında, safra suyunda bulunan acılığın etkisi bulunur. Tadma organında bulunan bu acılık, baldaki tadla birleşince tadma organında acılık, harekete geçer. Böylece, kişi o acılığın hissini duyar.

Allame Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Bu hususta asıl olan odur ki, insan, hudut ve yönleri kuşattığı zaman kendisinde bulunan her cihet, idrak olunan cihetle karşı karşıya bulunur. însan, o cihetle ancak karşı karsıya bulunduğu ciheti idrak eder. Başkasını idrak etmez. Karşı karşıya bulunup idrak ettiği cihete bir hastalık ve âfet geldiği veyahut karşısın­daki cihet, perdelenip Örtüldüğü[87] zaman onu örten'[88] cihetten ve mukabi­linde bulunandan örtmüş olduğu kadarını giderir ve onu idrak edemez. Bu, tıpkı idrâk edilen neviden ibaret olan cihetten dişındakini idrâk et­mesi gibidir. Böylece, bu husus üç hâl olarak vukubulmuş olur : Birincisi, cihetin değişmesiyle, ki, bu durumda ondan kesinlikle bir şey idrâk et-mes. İkincisi de; perdelerin hepsinin kalkması ile beraber, cihetin olduğu gibi kalması. Bu hal ile idrâk olunanın hakikatini anlar. Üçüncüsü ise, şöyle ifade edilir : Karışık bir haîde bulunması. Bu haldeki birbirlerine olan farka göre idrâk etme de farklı olur. Bunun hepsi, hissin hakkıdır; hisle bilinmiştir. His ile elde edilen ilim hakkında hakikatle kesinlikle ihtilâf varid olmamıştır. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Sonra Nezzanı'm sumenîlerle yaptığı konuşma, öyle bir çeşit külfeti ortaya koymuştur ki, kendisinden hiç bir menfaat bulunmayan sözler­den ibaret olduğunu ortaya koyar. O, şu iddiada bulunuyor; hakikaten balıkların yaratılışında rutubet ve soğukluk galip vasıftır. Onlar, karada ve susuz yerde'[89] bulundukları zaman, kendilerinde hararet ve kuruluk galip gelmiştir. Bunlar, rutubet ve yaşlık üzerine galebe çaldıklarında her ikisini yok edip ortadan kaldırırlar. Tabiatten her, birbirine zıt olan da bÖyledir.Biri, zıttma galip geldiği zaman onu yok eder. Gökte uçan kuş ve su köpeğinin durumları da böyledir. Su köpeği balıktan daha fazla iti­dal sahibi olduğu için o, hem suda yaşar ve hem de karada. Yarasa kuşu ise, onun görmesi başka vasıta ile olup kendisinde kuvvetli olarak bilkuvve mevcut olmadığı için onun görmesini güneşin ziyası giderir. Onun için o, güneşte göremez. Tıpkı insanın güneşin gözüne baktığı zaman gözü kamaşıp göremediği gibi. Güneş battığı zaman görmesini zayıflatan hu­sus gider ve görme gücüne sahip olur. Karanlık fazlalaştığında da göremez. Arslan ise onun görme gücü ve kuvveti fazladır. Gördüğünü görür. En çok gördüğü şey de başkasıdır. Böylece onu geceleyin görmekten meneden şey, gayrini görmekten menedenden daha azdır. Ebu Mansur (r.h.) bunların hepsi[90] abestir, bilakis gerçek olan onun böylece yaratıl­mış ve bu tabiatla meydana getirilmiş olmasını ifade etmektir. Evet, cev­herlerin bazısı havada uçar, diğer bazısı da suda yüzer. Üçüncü bir kıs­mı da yeryüzünde yürür. Bu gibisine mutedil olmayı teklif etmek, âlem­lerin Rabb'isi olan Allah'a tahakküm etmektir. Aynı zamanda kendisine izin verilmiyen ve kendisinin idrâk edemediği şeyle illetlendirmektir. Bu husus ise mevcudatın tahkikinde şeriatm kendi zımnında kılmış olduğu şeyden değildir. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Sonra uyuyan kimsenin gördüğü şeyle kendisine itiraz etti ve dedi ki : Uyuyan kimsenin gördüğü şey çıkar. Belki de uyumayan kimsenin durumu da bunun gibidir. Veyahut rüyasında gördüğünden esinlenerek uyanıkken karşılaştığı şeyi daha evvel anlar. îddia edip diyor ki : Ger­çekten her iki halin arasını ayırt edecek şey, uyku halinde gördüğünü aklen doğru olmayan şeyi görmesidir. Meselâ, uykuda iken kendisini ölü olarak görmesi gibi. Ölü, bir şey bilmez ve anlamaz. Yahut başının ku­cağına düştüğünü görür. Bunun gibisini uyumayan kimsenin görmesinin imkân ve ihtimali yoktur.

Eğer uyuyan kimse, mümkün olmayan şeyi nasıl düşünebilir? Hal­buki o, düşünmekte sabit olmaz denirse, bu hususa şöyle cevap verilir : Uykusunda kendisini gördüğü vakitte kendisini ölü veyahut ta diri[91] ola­rak itikat etmiyor. Mümkün omlıyan ise bu husustur. Başını atılmış ola­rak görmesi de böyledir. Çünkü o, yani, başının iki mekânda atılmış ol­duğunu düşünmez. Ve uyanıkken elde edilen ilmin doğru olması, uykuda iken hasıl olan ilmin fasid olması iktisaptır diye iddia ediyor ve delil ola­rak da, zikrolunan şeyi gösteriyor, ilâve ederek şöyle diyor: Bazen uykuda gerçek ve doğru olanı görür. Bu ise meleğin kendisine göstermesi ile ve­yahut bunun sıhhatli olanlardan bulunan şey ile veyahut da bunun bazısı ile olur.

Fakih Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Bu hususta ve birinci görüşte asıl olan şudur : Gerçekten hasta olan kimse, rüyasında hastalığını, uyanıkken bildiği şey ile bilir[92]. Bu da hissin hakkıdır. O, uykuda iken mecburi görür, fakat uyanıkken mecburi görmez. Yine böylece uyanık halde iken kendisine vurulan şeyin acısı baki kalır. Yemiş olduğu şeyin[93] lezzetini bilir. Bizimle onların arasında bu hallerde bir mesele yoktur. Ancak bizim aramızda uyanık olanın hakkını ilzam etmek ve zikrettiği­miz şey ile zaruri olarak onun tahakkuk ettiğini, sonra bununla değişti­ğini ifade etmektedir ki, bu, ancak arız olan âfetler için olur. Bunun hü­lâsası şudur ki : Gerçekten tabiat veyahut yıldızlar ve gıda maddelerinin bunu meydana getirmelerinin ihtimali bulunmaz. Onlarda bu hususu ica-bettiren şey de yoktur. Ve gerçekten bunlardan her biri için zarar ve menfaat vardır. Kendisinde galebe çalma itidal bulunan şeyin tabiatle ve yıldızla bulunduğu hal üzere muhkem olması ve hikmetten çıkması bakımından mislinin ve aynının bulunması muhteme[94] değildir. Tabiatın âcabettirdiği şey, buna muhtemel olmaz. Bu hususun beyanı ve açıklan­ması geçmiştir. Tevfik ancak Allah'tandır. [95]





Seneviyyeierin Sözlerinin Sıfatı Hakkında Mes'ele (İlk Olarak; Menanîlerin Sözleri Ve Sözlerinin Fasid Olmasının Açıklanması)


Allame Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Menanîler şu iddiada bulun­dular : Gerçekten eşya, bulunduğu hal üzere karanlık ile ziyanın imtizaç etmesinden meydana gelmişlerdir. Halbuki ziya ile karanlık, birbirine zıt ve mütebayindirler. Ziya, yükseklikte doğu, batı, güney, kuzey yönlerin­den dört cihette nihayetsizdirler. Karanlıktaki alçaklıkta, bunun gibidir. Karanlığın iltika cihetinden bir sonucu vardır. Karanlık, ziyaya doğru hareket ederek her ikisi imtizaç etmişlerdir. Âlem, bunların imtizacın­dan hasıl olan imtizaç kadarınca var olmuştur. Ziya ile karanlıktan her birinin beş cinsi vardır. Onlar da : Beyaz, kırmızı, siyah, sarı ve yeşil ol­maktan ibarettir. Herşey ki, bu cinsten olup cevherden gelmiştir; o, ha­yırdır. Karanlık cevherinden olan ise serdir. Yine böylece ziya île karan­lıktan her birinin beş duyusu vardır : İşitme, görme, tadma, koklama ve tutma hassası. Ziya cevherinin bunlara ulaştığı şey hayır olur. Karanlık cevherinin ulaştığı da şer olur. Ziyanın ve karanlığın ruhu vardır. Karan­lığın ruhuna «hemâme» ismi verilir ki, o, diridir. Ziya'yı kendisinde hapsetmek için âleme galebe çalmıştır. Ziya, hassas değildir. Kendisinde bu­lunan şey, tabiatiyle var olmuş olup hepsi hayır olur. «Hemâme» ise, hassastır. Ziya ile karanlığın her biri kendi yerlerinde olurlar. Sonra eş­yanın en yücesi, en temizi olarak; en aşağıda olan da en pisi olarak bu­lundu. Onların tabiatlarında hafiflik ve ağırlık vardır. Bunlar ise bir­birine zattılar. Çünkü hafif olan yukarı doğru yükselir. Ağır olan da aşağı doğru yuvarlanıp iner. Böylece zaman gelir geçer. Zira böylece oldukları için imtizaç ettikleri gibi nihayet bulma hususundan kurtulurlar.

Allame Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Bu sözü iyi düşünen kimse, onu tefsir etmekten başka, o sözü iptal etmek için deliller arayıp ortaya koymaksizm hepsinin birbirine zıt ve birbirini nakzeder halde olduğunu görür. Bunun birincisi, o, sana bîr çok yönlerden nihayeti gösterdi ve bir yönden de ispat etti. Sonu olanı sonsuz hale soktu. Çünkü son olma bir sınırdır. Sınırlık ise kendisinden büyük olan şeye nazaran kıya ve küçüktür. Bu ise başkasının kendisinde tedbiri bulunduğunu ifade eder ki, o da onun bir tarafının hadis ve bir cüz olduğuna delildir. Ve mütenâhî olan cüzlerin[96] hepsinin gayri mütenâhî1 olmaları mümkün değildir. Çün­kü bu manâ, nihayete muttasıl olan her cüzde bulunmaktadır. Gerçekten onlardan her biri, nihayetsiz olma yönlerinden ya diğeri nihayette bulu­nur, o zaman onun «zıya ile karanlık bir taraftan imtizaç ettiler» sözü batıl olur. Belki her ikisi de bir taraftan olup sonra imtizaç ettiler. Eğer böyle olmasaydı onlardan her biri diğeri için bulunan dört yönden zail olurlardı. Böylece bütün o yönlerden mütenâhî olur. Tevfik Allah'tandır.

Sonra süflî olanın alçalması, ulvî olanın da yükselmesi, tabiatla­rından oldu ise -ki, birbirine zıt olmanın manâsı budur ve sonucunun gi­deceği yer de orasıdır- nasıl oluyor da süflî olan yükseğe doğru yükselip çıkıyor? Bu ise safî ve temiz olan yüksekliğin tabîatmdandır. Hayrın manâsı da budur. Süflî olandan her iki emri beraberce var olunca ken­disine iki hususu söylemeği lâzım kılan manâ batıl olur.

Sonra ulvî olandan beklenen yükseklere intikal etmesidir. Bunu ne yerine getirmeğe kalkıştı ve ne de cevherinin aşağı doğru inmesiyle tanı­nan şeyden bu hususu menetti. Hatta o, bunun üzerine yükseldi. Âlemi kendi hükmü ile yarattı. «Hemâmesnin elinden kurtulmayı nasıl arzulu­yor ve istiyorlar? «Hemâme» bununla beraber hassastır, hilelere faal­dir, onu tutup bağladı ve hapsetti. Onun «Hemâme»den kurtulması için hiç bir kuvveti yoktur. Onun yaratılışında hâli kaldığında imtina etme yoktur. Nasıl olur da bağlanıp hapsedildikten sonra kurtulabilir? Ancak şöyle demek müstesna : «Hemâme», onun yolunu serbest bıraktı[97] ve onu hayır faili olarak[98] kılmıştır.

Sonra gerçekten zulmetin cevheri eğer ziyanın görüşü ise ki o, ziya­yı hapsetmek için hükmü altına almıştır[99] onun kendisi ilim ve ru'yetle mevsuftur. Yoksa[100] kendisinden korunması için görmediği ve hükmünden kurtulması için de bilmediği şey değil. Öyle ise ilim, ru'yet, kudretli olma, ganî ve şerefli olmanın hepsi, karanlığın cevherinde bulunmaktadır. Mah­kûm olma, cahil olma, acz ve zillet içinde bulunma ve hafif olma, ziyanın cevherinde bulunsun. Eğer bunun hepsi hayır, evvelkinin de hepsi şer olursa size hayrı ve şerri gösteren nedir?

Ve yine sizin katınızda şu görüş vardır : Gerçekten ziyanın fi'li, tabiî ve yaratılış icabıdır. Karanlığın fi'li ise ihtiyarîdir. Âlemi de karan­lık meydana getirmiştir. Öyle ise, sizin âlemi yaratanın ikiden ibaret olduğu sözünüz batıldır. Bilakis âlemin hepsi «bir»in fi'li ile meydana gelmiştir. Fakat o, birin cüzleri, diğerinin cüzleri ile imtizaç etmiştir. Eğer diğeri, bunun yaptığı fi'li ile olursa bununla da iki aslın âlemi var ettiği sözünü elde etmek için diğeri var olur ise her tabiat sahibi[101] her ta­biat sahibinin kendisi ile olandır. Bunda da âlem bulunur. O zaman söz, adedi sayılmayacak şeyle olmuş olur.

Sonra,, karanlık ziyaya kızıp, galebe çalarak[102] onu hapsettikten son­ra, ziya ondan kurtulmuş[103] idiyse, ondan kurtulması ya cevheriyle olur ki, bu mümkün değildir. Çünkü karanlıktan, ziya imtina etmez. Bununla beraber ziyanın cüzlerinin, karanlığın hapsetmesinden kurtulmasını icabettirir. Ziyanın üstünde karanlıktan ayrılan şeyin gideceği bir yer yoktur. Zira bu tarafın gayri olan sonsuzdur. Halbuki ziya, kurtulmakla sonu olmayan yere gider. Kendisine karar kılacak bir yer bulamaz. Öyle ise karanlıktan kurtulmasının karanlığın onu kendisinden[104] reddetmesin­den[105] başka hiç bir manâsı yoktur. Böylece karanlığın ziyayı reddetmesi, ziya için hayır olan bir iş olur. Çünkü hapsedilmesi şer idi. Oysa ki ziya­nın cüzlerini reddettiği zaman yükselip giden şey, ancak ziyanın cüzleri­dir. O ise bazısına girer ve o da[106] nihayet ve sonuçtur. Fakat karanlık zi­yayı cevherinde tutuklamıştır. Sonra ziyanın tümüne hakim oldu ve kendisini düşmanını hapsedecek bir hapishane yapmıştır. Düşmanı kendi cevheri ile[107] ve kendi nefsinde hapsetmiş olur[108]

Sonra karanlığın imtizaç etmeden başka hiç bir had ve sınırı yok­tur. Ziya kurtulmakla, sonra ne olur ve nereye varır? Bu husus kurtul­manın hiç bir manâsı bulunmadığım açıklıyor. Kuvvet ancak Allah'tan­dır.

Allame Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Sonra onların sarfettikleri söz­lerden şu husus şayan-i taaccüptür : Gerçekten âlemde bulunan hayrın hepsi ziyanın cevherindedir diyorlar; öyle ise, ziya mahkûm ve mahpus olduğu halde hayır onun neresinden hasıl olur? Fi'lin hepsi onun hapse­dilmesi için diğerinden, yani karanlıktan vukubulmaktadır. Ziyanın ka­ranlığın zindanında tutsak olarak baki kalmasından başka bir durumu yoktur. Mahkûm olan kimseden hayır olur mu? O, kendisini istemeyen diğer cüzlerde görülmüyor mu ki, cüzlerini başkasının hapsine bırakıp terketmîş bulunmaktadır. îşte o, şerrin ta kendisidir. Hayır onun nere­sinde bulunur? Onun hepsi kurtulmaktan ibarettir ki, bu da kendisin­den menedilmis, değildir.

Sonra onların söz ve görüşlerinde tenakuz vardır. Zira onlar, teba-yünün cevherle olduğunu öne sürdüler. Onların cevherlere, birbirine mti-tebayin oldukları için imtizaç edip bağdaşmaları mümkün değildir. O da kendi hali ile kaimdir. Zira onlar, imtizacı başka bir varlık olarak kabul ediyorlar. Bu hususta onlara şöyle denmesi gerekir :

îmtizae, yok olduktan sonra[109] tekrar var olunca meydana gelmiş değil midir? Bu soruya mutlaka «evet» demesi lâzımdır. Bunun yerine sorup denir ki : O imtizaç, ziya mı idi; yoksa karanlık mı idi; yoksa her ikisin­den gayri mi idi? Eğer, ziya ile karanlık idi derse, bunların mümkün ol­madığım ifade etmiş olur. Çünkü onun kendisinde, hem imtizacı ve hem de tebayünü ispat etmiş oluyor. Eğer öyle olması caiz olsaydı, her iki­sinin beraber bulunması caiz olurdu. Bu husus açıkça anlaşılmaktadır. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Sonra, karşılaşmak, buluşmak bakımından bir sınır ispat etmeleri, ya ezelde birbiriyle ilişkili bir halde idiler, veyahut değildiler.[110] Eğer birbirlerinden ayrı ve mütebayin idilerse, birbirleriyle temas edip ilişki kurulunca her ikisi de hadis olur. Cüz'ün hadis olması görülen âlemdeki varlıklarla görüîmiyen âleme istidlal etme hakkı ile, kiil'ün hadis olma­sını icabettirir. Eğer birbirleriyle temas halinde idiyseler, her ikisinden birinin mutlaka çoğalması lâzımdır. Tâ ki, diğeri ile imtizaç etsin. Yahut kendi nefsine girebilmesi için diğerinden ayrı kalsın. Bu ikisinden han­gisi olursa kendisinde, olmayan bir ziyadelik bulunur. Yahut diğerinden alâkayı kesip cevhere girme olur. Bunun üzerine onun sonsuz olduğunu söylemek bâtıl ve faşid olur. Çünkü cüzlerinin sonu olmadığı zaman, ken­disiyle imtizaç etmesi için diğerinin kendisine girmesi yoktur, imtizacın ihtimali bulunduğunda onun sonu olduğu sabit olur. Bununla beraber ka­ranlığın yoğun olmasıyla, yoğun olmiyan ziyanın üzerinde baki kalması, ziyanın kendisinden bir parça olması çok uzaktır. Zira eşyadan her lâtif olan şeyle dolu bulunan da eşyadan yoğun olanmm bulunup yerleşmesi mümkün değildir. Eğer o husus ziyadan olmuş olsa kendisi muhakkak şerri iktisap etmiş olup keyfiyetin bir cevherde sabit olmasıyla kendi­sini hapsetmiş olur. Ancak lâtif olan, aralarında bir delik[111] kalan muhte­lif cevherlerden olduğu zaman yoğun olandan bir çıkacak yer bulur. Amma zikrolunan hususla yolu olamn vukubulması ise, o mümkün de­ğildir. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Eğer yok olduktan sonra imtizaçtan hadis olana sebkat ederse, bir veya ikisinden biri ile olur, yahut ikisi ile olur. Onda ise hadis olma ihti­mali vardır. Kül için de onun gibisi vuku bulur. Veya her ikisi ile olmaz. Bunda ise üçüncü bir varlık olduğu tesbit edilir. Yahut kendi nefisleri ile olurlar, bu sefer tebayünün nefyedilmesi lâzım gelir. Veyahut da karanlık, kendi nefsi ile kalır. Böyle olunca o zamanın kendisinden önce olan vakitten evlâ olması düşünülemez. Bir şeyde imtizaç etmeyen iki cüz var olmadığı zaman -halbuki bu husus vukubulmuştur-, niçin kül de böyle olmasın? Bununla beraber ayrılmaktan hâli kalmaz. Çünkü[112] imtizacın tabiatiyle olması gerekir. Tabiatler ise değişikliğe uğramaz. Bunun için ebediyyen böyle olması vacip olur. Tabiatlerin nevinden uzun uzun ko­nuşmuştur. Fakat gerçekten karanlığın kendi ihtiyarı ile faal olduğu ri­vayet edilmiştir. Tabiatler hakkında böyle söylemek ise fasittir. Onlar­dan şu haber de nakledilmiştir. Karanlık, ziyaya kavuşuncaya kadar20 hareket eder. Ziyaya kavuşunca ona girer. Eğer onlar, bu hususun ebedî ve devamlı olduğunu söylerlerse, kendilerine, zaman hakkında ge­çen mevzularda ileri sürülen fikir ve sözlerle cevap verilir. Hayır, böyle demeyip bir başlangıcın olduğunu ileri sürerlerse, o zaman hadis olduğu­nu kabul etmek lâzım gelir. Tevfik Allah'tandır.

Sonra onların öne attıkları gu sözlerinde cehaletin tamamı bulun­maktadır. Zira onlar, diyorlar ki; ağır olanın tabiatında agağı dü§me, ha­fif olanın tabiatında ise yukarı yükselme bulunmasından her ikisi birbi­rinden kurtulurlar. Sonra bu tabiatle beraber başlangıçta imtizaç ettik­lerini öne sürüyorlar. Eğer onlardan her birinin ayrılık ve ağırlık ve ha-fiflikde, diğerinin tabiatinde, olsaydı, imtizaç etme ihtimalleri bulunmaz­dı, îmtizac etme ihtimali bulununca iki tabiatın ne her brinde bulunmuş olduğuna delâlet etmektedir. Birisi her iki hususa muhtemel olduğu za­man hayır ve şerre de ihtimali bulunur. Bunun içindir ki, ikincisi batıl olur. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Gerçekten lâzım olan, onların ziya ile karanlığı, tabiatta birbirine zıt kılmaları ve onlardan birisinin imtizaca yararlı, diğerinin de uyum­suzluğa yararlı kılmaları gerekmeğidir ki, bunlardan birinin diğeri üze­rine galebe çalmış olsun. Sonra onlar diyorlar ki: Ziya ile karanlık ay­rıldıkları vakitte sonradan bir daha imtizaç etmezler. Onlara bu hususu bildiren nedir? Biz yakmen biliyoruz ki, onların içtimâ etmeleri müm­kün değildir. Nasıl oluyor da çalışmakla birbirinden ayrılma vücut buluyor? Onların ebediyyen içtima ve ayrılık üzerine olduklarını kendile­rine bildiren nedir? Ezeldeki durumları da böyledir. Öyle ise ziya ile ka­ranlığın iki asıl olarak kabul edilmesi fikri batıldır.

Sonra gerçekten onların verdikleri bu hüküm, çok acayip bir hüküm­dür. Çünkü onlar, evvelden var olan hallerinden haber almıyorlar[113]. Bu iki cevherden imtizaçtan önce bir ilimleri yok iken ve birbirlerinden ay­rılma keyfiyeti hakkında malûmatları yok iken bu iki cevherden onların katında, ne gibi haberler ve malûmat olur ki hüküm versinler. Tevfik Al­lah'tandır.

Sonra onların nihayetin kesilmesinden ve nihayetsiz âlemin «seri üzere bir âlem olmadan âlemin başlangıcı hakkında ileri sürdükleri fikir ve sözlerinin her bölümünden delil getirmeleri istenir. Çünkü bunların hepsi delil ile olur. üntizac etme ve ayrılma da delil ile sabit olur. Onlar­dan davalarını ispat etmek için delil istenir ki ne derece sözlerinde inath olduklarını bilsinler. Bu hususta onlara şöyle denir : Onlar, hayır ve serden imtizaç ettiğini müşahede etmemişlerdir. Size gerçek ve doğru olan bir haber de[114] gelmemiştir. Eğer «biz eşyanın yaratılışının ayrılık icabettirdîğini delillerle bildik» derse, her şey asıl cevherine rücu eder dîye cevap verilir.

Allame Ebu Mansur (r.h.) diyor ki: Onlara şöyle denir; bilakis eş­yanın yaratılışındaki karakteri içtimadir. Her birinin sonu cevherinin aslına varır. Bu vaki olduğu zaman içtima da gerçekten tahakkuk eder. Onu sen daima böyle olduğunu kabul edersin. Ve yine denir ki; zira bir­birinden ayrılma, parçalanmadır. İçtima ise, kenetleşme ve kuvvetleş-medir[115]. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Eğer, görünen âlemde şahidi bulunmayan şeyin tesbit edilmesi cev­herinden olması ile beraber caiz olsaydı maruf olan havasın fi'lini veya­hut kendisinde ulaşma bulunan şeyin zıttı ile idrâkin vukubulmasım söy­lemek caiz olurdu. Onların şu sözüne itiraz olundu; ziyada, hayırdan başka bir şey olmaz. Karanlıktan da serden başka bir şey beklenmez. Bir adam kati işini işleyip sonra ikrar ettiği zaman eğer ikrar eden, öldüre­nin kendisi ise o, sözünde sadıktır ve doğruyu söylediği için de gerçekten serden sonra hayır işlemiştir. Eğer ikrar eden öldürenin kendisi de­ğil ise o, yalan söylemiştir ve serdir. Ondan hayır da vukubulmuştu ki, o da öldürmeyi terketmektir.

Onların şu aşağıdaki sözleri de böyledir : Gerçekten her hasse, di­ğerinin idrak ettiğini idrak etmez. Sonra işittiği şey hakkında «işittim» dedi veyahut gördüğü şey hakkında da «gördüm» dedi. Gördüm ve işit­tim dediği şey, işitmiş ve görmüş olduğunun gayri değildir. îşte bu, idrak olunmayan gey ile verilen cevaptır.

Sonra karanlığın karanlığı, ziyanın karanlığına fazla olarak akset­tiği vakitte ondan soruldular : Karanlığa bir şey, ziyade olmuş mudur? Eğer hayır, derseler, çoğalmayan şeyi çoğalmış bir hale sokmuş olurlar. Eğer ziyadeleşti derlerse, kendilerine o ziyadeleşen ziya mıdır; yahut karanlık mıdır; veyahut her ikisi midir? diye sorulur. Eğer ziya ve ka­ranlıktır derlerse, ya ziyaya fazlalık gelir veyahut da karanlığa kî, bu da çok uzaktır. Çünkü onlardan her biri diğerinin cevheri ile ziyadeleş-miş olur. Eğer ziya ve karanlığın gayri ziyadeleşti derlerse, her iki hu­susa[116] başka bir varlık ispat etmiş olurlar. Halbuki onlar, her birinin ni­hayeti olmıyan şeyle cinslerin bütün cüzlerini bilmiyorlar. Eğer görü­nen âlemdeki varlıklarla, görülmeyen âleme delil getirdiğini iddia ederse ayrılma, nihayet ortadan kalkması hususunda söylediği sözü iptal etmiş olur. Çünkü o bunları görmemiştir.

Eğer biz, peygamberlerle bildik derse, kendisine denir kî : Eğer peygamberler ziyanın cüzlerinden olursa karanlık onu meneder. Karan­lığın beş duyu organının dışında kendilerinde bulunan başkalarını men-edip örtmüş olduğunu size bildiren nedir? Bunlar bilinmez. Eğer ilkinde her hassa, gayri ile idrak olunan şey idrak olunur diye iddia ederse, on­ların «duyu organları beştir» demeleri batıl olur ve bir olan hasıl olmuş olur. Sonra işitmekle beraber aczin mevcudiyeti de ortaya çıkar. Onların gayri olanları da böyledir. Bunun üzerine ihtilâfın bulunduğu sabit olur. Sonra karanlığın hasseleri ile itiraz olundu; gerçekten karanlık, ziyanın hasselerinin idrak etmiş olduğu şeyi idrak ettiği ve her şeyin olduğu hâli üzerine idrak ettiği zaman her iki idrâkin birisinin hayır, diğerinin şer olması nasıl olur? Sonra zemmi af etmek kimin fi'lidir? diye sorularak kendisine itiraz olundu. Eğer zemmi affetmek, ziyanın fi'lidir derse bu, düşmanının yararınadır ve o da gerdir. Eğer, karanlıktandır derse, karanlık affetmiştir ve hayır olur. Biz, gerçekten görünen âlemde, cahil olup, bileni, hata edip pişman olanı, söyleyip sözünden döneni görüyoruz. Amma eğer ikinci olanın kendisi, birincisi olursa; birbirine zıt olan her iki fi'lin birden ve birin gayrinden vukubuiması sabit olmuş olur. Böyle­ce üç yönden de hayırın yalan olduğu sabit olmuştur. Tevfik Allah'tan­dır. [117]



(İkinci Olarak : Disânîlerin[118] Sözleri Ve Sözlerinin Fasit Olduğunun Açıklanması)


Allame Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Disânîlerin sözleri, esasta me-nânîlerin sözleri gibidir. Fakat onlar, diyorlar ki : Ziyanın hepsi beyaz­dır, karanlığın tümü de siyahtır. Ziya, diridir. O, ölü' olan karanlığa im­tizaç edendir. Çünkü[119] karanlığa kavuştuğu yönde onda katılık[120] bulmuş­tur da onu yumuşatmak için kendisi ile imtizaç etmeyi murad etmiştir. Bazen katı olan yumuşar. Tıpkı eğe ile bazısı, bazısından naklolunduğu zaman testeredeki demir, katı olduğu gibi, yarık olan[121] giderilip cüzleri düzenlediği vakitte yumuşar.

Bazıları dediler ki; hayır, öyle değil, bilakis, ziya, karanlıktan ezi­yet görür ve onu kendisinden defeder. Ve bunun için ona imtizaç etmiş olur. Tıpkı bu, toprakta çürüyen kimse gibidir. Gerçekten çıkmayı teklif ettiği zaman kendisinde girme ziyadeleşir. Hareket, ziyadan olur. Hare­ketsizlik de onun zıtündan. Çünkü her ikisi de birbirine zıt olanlardır. Onlar, ziya ve karanlık olarak iki asim bulunmasını vacip kıldıkları gibi iki de fer'in bulunmasını gerektirdiler : Biri, ziyanın hareket etmesi ve hissi. İkincisi ise karanlığın hareketsiz ve hissiz olması. Bunları ziya ile karanlıktan başka hiç bir şeyi açıklamaksızın ifade etmişlerdir.

Fakih Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Biz, onların sözlerini, Allah-u Teâlâ'nm kendisine düşman olmayı tercih eden ve dağıtımdan uzakla­şan kimseye olan öfkesini bilmeniz için zikrettik. O kimse ki Allah'a ita­atten kaçınmış, ona düşman olmayı tercih etmiştir, kendi yaratılışım Allah'a boyun eğerek düşünmemiş, ona hak kapısını açmak ve dinine hidayet etmek ve muvaffak kılmak için yalvarıp niyazda bulunmamıştır. Fakat o, dünyaya meyil edip dünyaya kapanmış ve şehevî, nefsânî is­teklerine rağbet etmiş olduğundan kendi nefsine havale etmiş olup ken­disini düşmanından korumamiştır. Çünkü o, Allah'a niyazda bulunma­mış ve kendisine meylettiği dünyanın gayrine rağbet etmemiştir. Allah'­tan^ yardım talep ederiz.

Asıî olan şudur : Gerçekten Allah-u Teâlâ kulunun helakini, kulun kendisini Allah'a itaatten alakoyup, onu inkâr etmeğe sevk ettiği şeyle gerçekleştirir. Bunu, kendisine emrettiği şeyin, onu helak etmesinden korktuğu, ondan kurtulmayı arzuladığı şeyin lüzumunu ona hissettir­mesi ile Allah'ı inkâra sevketmiş olur. işte onlarda, kendisinden hayır sadır olandan şerrin sudur etmesi muhtemel olmadığı zannma kapıldık­ları için iki ilâhın var olduğunu ve her birinin aslmm diğerinin aslından başkası olduğunu söylemeğe koyuldular. Sonra kendilerince hayrın aslı olanı, şerrin nihayeti, şerrin aslı olanı da hayrın nihayeti yaptılar. Çün­kü, onlar ziyayı, vardığı yerden habersiz olup, ondan bir şey bilmez bir hale, hatta iki şeyden birine göre ona yapılan eziyeti red edip kendisinde devamla kalmayı istemiştir. Onun üzerine kadir olmadığını bilmediği gi­bi, onu reddetmeyi kasdettiği müddetçe orada kalacağım da bilmez. Kur­tulmaya da gücü ve kudreti yoktur. Zira onunla yok olmuştur. İlki onun ezasını reddetmek ve sertliğini yumuşatmak için ona varmış olur. Çün­kü onun üzerine kadir olmadığını bilmez. Ondan kurtulmadan da acizdir. Mani'nin sözüne göre de durum böyledir[122]. Zira onun sözüne göre karan­lık, ziyaya başkaldırmış, onu kendi hapishanesine atmış ve kendi zinciri üe[123] onu sımsıkı bağlamıştır. Hatta o, geldiği yeri bilememiş, kurtulmak­tan da aciz kalmıştır. Her hayrın başlangıcı, ilmin nihayeti, her hayrı ihata etmek ve ona ulaşılması ancak ve ancak onun üzerine olan kudret­le hasıl olur. Bunun için ziyadan her iki hususu giderdiler. Ve onları ka­ranlığa gerçekleştirdiler. Böylece ortaya atıp pekiştirdikleri şeyin hep­sini nakzedip yıkmağa vardılar. Zira onlar şöyle derler : Gerçekten hayrın hepsi, onların hepsi içindir. Böylece ziyayı hayrın ekserisinin dışın­da; karanlığı da şerrin ekserisinin dışında kıldılar. Sonra her iki hususu bire gerçekleştirdiler. Her zümrenin kendisi ile kurtulmayı zannettiği şeyle helak olacağını bilmesi için o birin iki varlık olduğunu söylediler. Tevfik Allah'tandır.

Bununla beraber eğer o iki vecihten dolayı iki ilâhın vacip olduğunu söylemek gerekseydi, tabiatler için dört ilâhm bulunduğunu söylemek vacip olurdu. Çünkü tabiatler birbirlerine zıttır. Hepsi, birbirine zarar vermektedir. Eğer dört ilâhm var olduğunu söylemek vacip olsaydı, şe­yin kâim olması altı cihetten hâli kalmaz. Bunun için altı ilâhın olduğunu söylemek vacip olurdu. Bu da yedi ilâhın var olduğunu söylemek icabet-tirirdi. Çünkü o cihetler kendisinde bulunan, daha önce geçmiş olan ci­hetle vasfolunmaz. Veyahut kendisinde toplanan tabiatler7 beşinci ol­masıyla beş ilâhın bulunduğunu söylemek gerekirdi ki, bu beşincisi ne sıcaklık ve ne de soğukluk ile vasfolunur. Eğer senviyelerin dedikleri gibi iki aslın var olduğu kabul edilmiş olsaydı, üçüncü varlığın bulunduğunu söylemek vacip olurdu. Çünkü o iki asıl var iken ne âlem vardı ve ne de hayır ve şer. Bir şeyin kendi nefsinde mütebayin olması ve aynı zaman­da içtima ve tenakuzu icabettirmiyecek şekilde kendi nefsi ile imtizaç et­mesi mümkün değildir. Öyle ise, onun her ikisinin gayri ile var olduğu sa­bit olmuştur ki, onunla da her hayır ve şer var olur. Böylece onların is­pat etmesini kasdetmeleri bakımından söyledikleri sözler batıl olur.

Sonra bir ilâhın varlığını söyliyen kimseyi, o sözü her hangi bir ve-cihle başka bir söz söylemiye mecbur kılmaz. Esasen bu husus şöyle izah edilir. Gerçekten onlar, öyle bir kavimdir ki, onların akılları eşyada, Allah'ın hikmetini idrak edecek dereceye ulaşmamıştır. Ve onlar, Rabb'in her türlü belâ ve musibet şaibesi, âfetlerin muhtemel olması, şehevî is­tekler ve ihtiyaçtan kendilerinin bulunduğu sıfat üzere olduğunu san­dılar. Allah'ın fiillerini, kendilerinin fiilleri ile bilmiş oldukları hikmetle takdir ettiler. Onlar, eğer eşyayı kuşatmaktan meneden zarurî perdeler­den ve kendilerinin meşakkatlerinin hepsinin içinde bulunduğu ve kendi maslahatlarına olan şeyleri düşünmüş olup çalışmış olsalardı, bunlardaki hikmeti idrak etmekten onları alakoyan şeyin cehalet olduğunu ve bu­na da insanlardan kendilerinin daha lâyık olduklarını bilirlerdi. Çünkü onlar, iddia ediyorlardı ki, gerçekten âlem, ancak ziya ile karanlığın bir­biriyle imtizaç etmesinden ibarettir. Ziyanın cüzlerinden hiç bir cüz yok­tur ki karanlığın cüzlerinden biri ile bağlı bulunmasın. Karanlığın kendisi bir perdedir. Sonra O, ziyaya hakimdir. Ziyadan meydana gelmesi istenen hiç bir hayır yoktur ki karanlık onu hükmü altına alıp mezhep ehline tecelli etmesini[124] engelleyip örtmesin. Öyle ise onlar için ilim ve hikmetin yoluna vukuf bulma nereden gelir ki, onlar, diğeri hakkında beşerin davası ile iddiada bulunsunlar? Sonra şu hususa da taaccüp edi­lir ki, onların ziyası kendi nefsi ile kaim olması ve zulmetin şaibelerin­den kurtulması ile beraber kendisinde darlıktan, sıkışıklıktan ve acz ve cehaletten imtizaç[125] ettiği şeyi bilmiyor. Sonra[126] onun cüz'ünden, cevhe­rinden çektiği ve düşmanının eline düştüğü zaman düşmanının kendisi­ni tamamına ulaşması mümkün oîmıyan hikmete binaen serbest bırak­ması umulmaktadır[127]. Hikmeti iddia etmiyen ve hikmet ehli ile münaza­rada bulunmayan, hikmeti niyet etmeye de başlamıyan kimse için daha gerçektir. Çünkü o, kendi nefsindeki şer ve hayırdan ibaret olan iki cev­here rücu eder. Yanında bulunan herkes de böyledir.

Amma hikmet hakkında teşebbüste bulunmak, ziyanın cevheri ile olursa hikmet hakkında kendisi ile konuşan kimse de böyledir her ikisi de onların katında kendilerine bir gey gizli olmayan hikmet sahibi olan­lardır. O vakit ikisinin birlikte olmasının manâsı yoktur. Her ikisi de ken­di nefisleri ile orada bulunmaktadır. Yahut karanhk cevheri ile girişim­de bulunur ki, her ikisinin hikmete muhtemel olması mümkün değildir. Yahut ikiden birisi ziya cevheri, diğeri de karanlık cevheri ile olur. Bu surette olduğu vakit birinde cehaletin bulunması, diğerinde de ilmin bu­lunmasının ihtimali yoktur. Öyle ise bu hususta konuşmak abes ve ma­nasızdır. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Allame Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Sonra bu mevzuda asıl olan odur ki; gerçekten kim ki bir iş işleyip onun helak olup yok olmasından onunla faydalanmazsa o, kimse kendini boşu boşuna yormuş olur. Ai-lah-u Teâlâ ise, başkasına muhtaç olmaktan yüce ve kendi nefsi ile gay­rinden müstağni, ve ihtiyaçlardan berî ve yüce olduğu içindir ki, ya­rattığı şey ile faydalanması için onu yaratmamıştır. Bu suretle fi'li ile bizzat kendisinin faydalanması batıl olur. Sonra yarattıklarını sırf yok etmek için yaratmış olsaydı yaratmasında hiç bir manâ bulunmazdı. ÖyIe İse gerçekten âlemin yaratılması sonuçları için olduğu sabit olur. Sonra Allah~u Teâlâ, mahlûkatı yarattı ve fakat kendisine işin akıbet­lerini idrâk etme ve ayırt etmeyi bilme halinde kılmadı. Bununla sabit olur ki Allah-u Teâlâ, mahlûkatı yarattı fakat kendi nefisleri için değil. Mahlûkatı, kendilerinin yaratılmış olduğunu bilmeleri için yaratmıştır ki, onlar; kendilerinde bulunan bütün sanat eseri ile kendilerini yarata­nı bilirler ve ondan sonuçların yararlı olmasını isterler. Hatta fi'li bu hususların dışına çıkan bile. Çünkü o, yani Allah, bütün başkalarının kendisine muhtaç olan ve fi'linde hikmet sahibi olandır. Bunun içindir ki sonuçları idrâk etmelerine sebeb olan akıllarından kendilerinde yarat­mış olduğu nimetleri yoketmemesi için onu yani Allah'ı sevmeleri ge~ rekmektedİF. Çünkü onlar, tedbir ve idareleri ile başbaşa bırakılmış [128]ol­salardı sonucu beğenilmeyen ve menfaat eseri bulunmayan şeyde ken­dilerinin böyle bir şeyi meydana getirmelerine razı olmazlardı. Bunun gi­bisini alıp kabul eden kimse, cahil ve aptalın tâ kendisidir. Bu zikrettiği­miz hususlar lâzım olunca, zararlı ve menfaatli olanların yaratılması ve elem ve lezzette ihtimali bulunan ve elem ve lezzetleri meydana getir­meğe vesile olan cevherin yaratılmasında bir hikmetin bulunması gerek­mektedir.

Bunları Allah-u Teâlâ, nefislerinin kendisi istedikleri §eyi ve kendi­sini istemeyip kaçındıkları hususu bilmeleri için yaratmıştır ki, imtihana tutulmuş oldukları şeyde kendi mislini, yani istediklerini istesinler ve istemediklerinden de kaçınıp korunsunlar, yine zararla menfaati bilsin­ler ki, eğer onlar olmamış olsaydı kendilerinin yaratılmasında hiç bir manâ bulunmazdı diye Alalh-u Teâlâ, onları bu iki sebebe binaen muh­telif bir şekilde yaratmıştır. Sonra kendi lûtfu keremi ile her cevheri fayda ve zarara ihtimali bulunmak suretiyle yaratmıştır ki onunla baş­kasına sirayet etmiş olur. Ve yine her cevherin menfaatini kendilerinde zararlı unsur bulunan cevherlerden gayrisine ulaştırdı ki bakıp gören kimseler onların hepsinin müdebbirinin gerçekten bir olduğunu bilsin­ler. Ve eğer onlar bir çok ve muhtelif olanlardan meydana gelmiş olsay­dı, nıahlûkat birbirlerine girip birbirlerini yok ederlerdi. Çünkü hayır cevherinden hayırdan başka bir şey gelmez. Şer cevherinden de serden başka bir şey gelmez. Bunlardan her birerlerinin yaptığı, diğerinin yap­tığının bazısı olur. Ve bunun benzeri ile kaim olan şey de âlemin fesada uğramasına sebeb olur. Öyle ise âlemin beraberce bulunması ve bir kısmı­nın menfaatlerinin diğer bir kısmına bağlı olması bu görüşün fasid ol­duğuna delâlet etmektedir. Gerçekten biz, âlemin hepsini yaratanın bir olduğunu söylemezsek birden fazla sayıları söylememiz mümkün olmaz. Çünkü onlardan biri, onun üzerine delâlet edeni, kendisinde helak olanı" ayırmasına kadir olmaz. Kendisine delâlet edecek bir ilmi de bildirmiş değildir. Kendi mislini hakkıyla bilmek ve onun halini anlamak vacip değildir. Böylece bütün ilim çeşitlerinin aslı ve furûu bilinmediği için ilim tüm olarak fasid olurdu.

Bununla beraber iki cevherden birinin menfaat vermesi, diğerine zarar verir, işte orada zararla menfaat birleşir. Ve onunla menfaatin sağlanması kendisiyle beraber menfaati meneden bulunduğu için kesin­likle batıl olur. Âlemin bulunması ve âlemin her birinde faydanın var olmasında onların yaratıcısı ve idarecisinin gerçekten bir olduğuna de­lil vardır. Çünkü her zararlıyı lûtfu ile zararlı olduğu yönden amelini hapsetmiştir. Bunu da menfaati murad ettiği kimseye ulaştırması için[129] menfaatten neyi murad ettiği ise onu kabullenmesi için yapar. İşte kim, onun zararını murad eden kimse hakkında bu konu böylece izah edilir. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Bununla beraber bilinmektedir ki, gerçekten akıllar, yemek ve iç­mek için yaratılmamışlardır. Bu hususta aklı olanla aklı olmayan birdir. Bir zümre vardır ki onlar, yemezler içmezler. îşte onların bir zümrenin kalbinde tazim ve hürmetleri vardır[130]; o yemiyen, içmiyenler de melek­lerdir. Bununla sabit olur ki onlar, bakmak ve ibret alınmak için yaratıl­mışlardır. Çünkü kendisinde övülecek ve güzel görülüp benimsenecek husus vardır. Böyle olunca da hikmette cevherlerin muhtelif olarak ya­ratılması lâzım gelir ki, tam bir ibret alma yolu ile ve tam bir bakma hakkının verilmesi husule gelmiş olsun. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Gerçekten görünen âlemde bilinen şudur ki, her iki işi birden ya­pan[131] kimse daha tamam bir iş yapmıştır. Hatta onu bilmediği zaman kendisine zarar verecek şeyden korunmasına hiç bir kimse kadir olamaz. Buna göre iki hususun hikmete binâen birden yaratılması ikiden birinin yaratılmasından daha tamam ve daha gereklidir. Bununla beraber onun yaratılmasmda failin gani olmasına ve her şeyin olduğu gibi lâyık olduğu ile yaratmasına ilminin ve kuvvetinin tam manâsı ile bulunduğuna de­lâlet eder. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Tevhid ehlinin üzerinde durduğu şey için delil olarak Allah'a davet edenlerin doğruluğuna delâlet eden hususlardan ve onlarla beraber bu­lunan açık seçik ve kuvvetli olan delillerden başka bir şey bulunmasaydı —ki kendileri ile kuvvetli deliller bulunan peygamberlerdir— ve bir olan yaratıcıyı inkâr edenler için onlardan başka bir şey bulunmasaydı sırf bunlar, yani mahlûkat olmuş olsaydı Allah'ın varlığına ve âlemin mu­cidi olduğuna kâfi derecede delil olurlardı. Nasıl hayır denir ki, âlemden bir şey yoktur ki, o[132] kendi cevheri ile hadis olduğuna ve onun hakim olan bir muhdis tarafından var edilmiş olduğuna şahadet etmiş olmasın? Din­sizlerin mahlûkatra kadim olması hususunda iddia ettikleri şey ile inat-iaşıp kendisine dönecekleri bir yere varmaları için bir yol bulamadıkla­rından kendisinde delil olmayan kimseyi taklid etme zorunda kaldılar. Veyahut da onları aptallıkları bu hale sokmuştur. O da âlemin bir şey olmaksızın bir şeyden var olmasına delil getirmeğe vakıf ve kadir olma­dıklarından dolayı acz içinde olmalarıdır. Hiç şüphe yoktur ki, onlardan herkes kendisinin eşyayı bilmediğini bilir. Sonra eşyayı bilir ve eşyadan aciz kalır, eşyanın üzerine kadir olur, eşyaya yönelmeğe mecbur kalır, sonra eşyadan zengin olur. Vasfı bu olan kimsenin kendi reyine güven­memeğe hakkı vardır. Ve kendi aklından olduğuna işaret edilen hususu görmesinden faydalanmaz.

Bununla beraber onları kendisinden doğan ve kendisine varan şey­leri bilmiyen tabiatlara yönelten kimseler bulunur. Yıldızlar da böyledir. Veyahut da öyle kimseler ortaya çıkar ki, işlerinin körlük ve cehaletten başlamış olan şeylerden bir çok yaratıcılara havale ederler. Veyahut da birbiriyle zıt ve tenakuz halinde olan şeylerden eşyanın bulunduğu hal üzere kadîm olduğunu söyliyenleri taklid ederler. Bu bilinmeyen asıllarla beraber onlar için akıl nasıl düşünülür ki, kendileri bu bilinmiyen asıl­ların ferlerini teşkil etmektedirler! Veyahut da eşyanın hakikatleri üzerinde dururlar; hatta her şeyde bir hikmet[133] olduğunu veyahut olma­dığını iddia ederler. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Gerçekten senviyeleri bir şeyin bir §ey olmaksızın var olmasını in­kâr etmeye sevkeden husus, akıllarda tasavvur edilmesinin dışma çıkan­dır. Veyahut da hikmeti bilmek için kendi aralarında gördükleri şeyi akıl­da takdir etmelerinden ileri gelmektedir. Eğer onlar inkâr ettikleri gibi aklen düşünülenin dışında kabul edip kendi katlarında bulunan şey üze­re âlemin mebadii hakkında sözlerini veyahut kendilerinde bulunan şe­yin akıl, ruh ve duyu organlarının dışına çıkma olduğunu veyahut ta ver­dikleri hükmün zihinde tasavvur edilmesinin dışında olduğunu bilmiş olsalardı muhakkak inkârda bulunmazlardı.

Sonra gerçekten onlar, cahil ve zayıf olan kimselerin kendi nefisle­rine yaptıklarına şahit olduklarını, onların haberle bildikleri şey sonra­dan var olduklarını bilmiş olsalardı muhakkak bilirlerdi ki, gerçekten bir şeyden olmaksızın eşyanın var olmasının Allah'a isnad edilmesi daha doğru ve gerçektir. Âlem de o şeyin cümlesindendir. Sonra Allah-u Teâlâ'nm mahlûkatm sıfatından berî ve münezzeh olduğunu ve herşeye kadir ve herşeyden müstağni olduğunu bilselerdi, Allah'ın mahlûkatım yaratma­sındaki hikmeti idrak etmekte kalbleri daralip kusur etmezlerdi. Biz, Al­lah'a tevekkül ederiz ve ondan yardım dileriz.

Ca'fer bin Harp[134] anlatıyor : O, Seneviyelerden dirine soruyor; di­yor ki : Birisi, diğerini haksız olarak öldürüyor; sonra kendisine özür di­lemesini teklif ediyorlar, o da yapmış olduğu kötülüğü ikrar ediyor. Sen ikinci iş olan kötülüğü ikrarın hayır olduğunu söylüyorsun. Eğer başka­sından ilk iş vukubulmuş olsaydı ziyadan meydana gelen yalan olurdu ki o da serdir. Böyle sorunca o kimse de bu soruyu kendilerinin reisleri ola­na bildirince reisleri cevabî mektubunda şöyle yazıyordu : Gerçekten o, hayvanına eziyet veren[135] ve ondan özür dileyen kimse gibidir.

Bunun üzerine Ca'fer, ona der ki : Onun zikrettiği husus ancak hay­vana acımasıdır. Eğer hakikatte Özür dilemiş olsaydı cahil olurdu. Ancak onun özür dilemesi hayvanı kendisine yaklaştırmasından dolayı olması müstesna. Bu sözü üzerine Seneviyelerden olan adam Islâmiyeti kabul etti. Ve onun müslüman olması da hakkıdır. Ibni Harb'ın zikrettiği husus da gerçek ve gereklidir. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Sonra mu'tezilelerin sözüne göre bu mesele yanlıştır. Çünkü onların mezhebince Allah'ın yarattıklarında şer olan yoktur. Şer olana ancak me­caz yolu ile şer ismi verilmektedir. Onların Seneviyelerle münazara et­meleri ancak seneviyelerin şer zannettikleri şeyin şer olmasını izale etme hakkındadır. Amma, ancak seneviyelere teslim olmaları ve her iki yön­den Allah-u Teâlâ'nm gayrinde bulunan yönden bir Halık'in bulunduğu­nun söylenmesi kendilerine gerekmesi ve onun da bir yaratıcıya hasre­dilmesi hususunda onları nefyettiklerini ve böyle söylediklerini görürsün, O ise mümkün değildir, fasiddir. Çünkü kendisinde şerri ve hayrı yara­tanın bir olduğunu ve bilindiğini tesbit etme vardır. Sonra gerçekte bun­lardan birini nefyeder ve seneviyeîerin sözüne rücu' eder ki, gerçekten, hakikatte kendisinden şer yaratılan şey, kendisinden hayrın yaratıldığı­nın gayridir. O zaman iki olanı[136] birlemesi lâzım gelir.

Bu mevzuda Mu'tezile mezhebinin görüşü şöyledir : Onlar, serler, ma'siyet ve kötülükler dahil olmak üzere kulların fiillerinin yaratılmasını inkâr ettiler. Fakat kendilerine cevherlerden serlerin yaratılması ile iti­raz olundu. Ona ne serin ismi verilir ve ne de kötünün. Eşyayı ifsad edene de mufsid denmez, ger ve fesad fiillerin yaratılması da böyledir. Onlarla Allah'a isim verilmez. Bu hususta onların şu cevabı vermeleri icabeder. Gerçekten cevherlere hakikat yönünden değil, mecazi olarak şer ismi verilir. Serler, hakikatte ger değildir.

Amma bizce ise, biz şöyle deriz : Gerçekten Allah-u Cellecelâluh, şer ve hayrın cevherinin yaratıcısıdır. Mahlûkatm fiili şer olsun veyahut ha­yır olsun, onun da yaratıcısı Allah'tır. Onun hükmü ve saltanatında var olan şeyin kendisinin yaratmaması caiz değildir. Böyle olmasaydı kendi­sinin saltanatında ve hükmünde şeriki, mahlûkatını yaratmasında da bir benzeri ve misli olurdu. Allah-u Teâlâ, bu gibi şeylerden yücedir ve beri­dir. Ve yine deriz ki: Mahlûkatm yaratılması, Allah'ın yaratma sıfatının kendisi değildir. Allah'ın fi'li de böyledir. Allah'ın fi'li şer ve hayırla vas-folunmaz. Allah'ın fi'li vasfolunup o hayırdır ve serdir denmez. Çünkü ö, kendi fili ile mevsuftur. O, kendisi hayırlıdır ve şer sahibidir denmez. Kim ki hakikatte o fiili islerse ona o isim verilir. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Hikmet hakkında vacip olan şudur ki, zararlı cevherlerin ve çirkin görünenlerin yaratılması duyu organlarındaki âfetlerin yaratılması -srer-çekten beşerin hepsi bir şeye inanmışlardır ki o, kendi duyu organların­dan gaip olmuştur- ya menfidir veyahut da müsbet. Onlardan gerçeğe yanaşanlar vardır, insanlardan bazıları da, cahil olup şehevî isteklerine râm olan vardır. Zikrettiğimiz şeylerden havas üzerine vaki olan şey, ya- i ratıîmamış olsaydı onlar güzelden çirkini ve menfaat verenden de eziyet vereni ayırt edip bilemezdiler. Onu anhyamadikları zaman akıllarının, gü­zelden çirkini, lezzet verenden de elem vereni ayırt edip idrak etmeleri­nin ihtimali olmazdı. Üzerine havassın vaki olmadığı şey, hasselerin kendi üzerine vaki olduğu şey ile temsil olunmaları için böylece yaratmıştır. Çünkü her mu'tekid olan müşahede ettiği şeyden bilinenin bulunduğu şey üzere görmesinden gaip olsun diye böyle yaratmıştır Allah. Kuvvet an­cak Allah'tandır.

Sonra Seneviyelerle ihtilâfa düştükleri hususları nakzederek onların söylediğinin hepsi hakkında ittifak etmişlerdir. Onlar, ziya cevherinin var olduğunu söylerler ve onunla hareket ederler. Bunun üzerine eğer onlar sözlerinde sadık olurlarsa bütün ihtilâfları bununla olmuş olur. Eğer ya­lan söylerlerse bütün yalan bununla olur. Onların bazıları sadık olup bazı­ları da yalancı olursa karanlık cevherini ziya cevherinin üstünde olanların sözü sadık olur. Tâ ki karanlık cevherine değil, ziya cevherine intisap et­meyi seçmiştir. Faziletli olanı tercih etmek ise akılların şahadet etmesiyle hayırdır. Öyle ise kendisinden başka bir şey sadır olmayan şerrin asıl ol­duğunu söylemek ve kendisinden başka bir şey gelmiyen hayırın da bir asıl olduğunu ifade etmenin batıl olması lâzım gelir. Kuvvet ancak Allah'­tandır. [137]

Üçüncü Olarak : Marlnyâtülerin[138] Sözleri Ve Sözlerinin Batıl Olmasının Açıklanması.


Markiyanîler şöyle diyorlar : Ziya, yükselir, karanlık ise alçalır. Her ikisinin arasında mutavassıt bir varlık vardır ki, ne ziyadır ve ne de karanlık. O, his eden ve idrâk sahibi olan insandır. Onların katında insan, bedendeki hayattır. Bu üç varlık, birbirinden ayrı idiler, sonra imtizaç ettiler. Onlardan her cins kendisine doğru bulunanın hizasında olur. Tıpkı güneşin yüksekten gölgenin hizasında olduğu gibi. Ortada bulunan da zi-yânın hizasında olur ve altında da karanlık bulunur. îki cevher de ilk ge­çenlerin katında hizada bulunma hususunda böyledir.

Yıldıza tapanların sözü menânîlerin sözüne uygundur. Ancak ibni Şe-bib'in iddia ettiği gibi aralarında az bir fark vardır ki, pek nazarı itibare alınmaz. Menânîler, §u batıl fikri öne sürerek iddia ediyorlar ki, gerçek­ten ziya, karanlığı kuzeyde bırakıp kendisi güneydeki yerine gidiyor. Ka­ranlık da ziyayı güneydeki yerinde bırakıp kendisi kuzeydeki yerine gidi­yor. Her ikisi de karanlığın bazısının ziyaya girmesinde buluşuyorlar idi. Ve her ikisinin diğer yönlerden nihayetleri yoktur. Bunun üzerine onların ifade ettikleri hususların seneviyelerin[139] konuştuklarının aynı olduğu an­laşılıyor. Sonra ortada bulunanın âlemin işi hakkında her ikisinden bulu­nanın tedbiri olmasından veyahut ta âlemden hadis olan içtimadan hâli kalmaz. Eğer ortada bulunan idareci ise imtizaç bulma batıl olur. O, ziya ile karanlık arasına nereden gelir? Karanlığın yaratılışmdaki karakter, alçalmadır, ziyanın karakteri ise yükselmedir. Her ikisi arasında bu hu­susu meneden fasıla vardır. Ancak her ikisinin arasım cemeden ve onun da kendileri ile bulunan bir tedbir ile olması müstesna. Böylece asıl olan şerrin tamamı olur. Çünkü o, imtizaçtan meydana gelmiş idi. Eğer o, zi­ya, ile karanlığın arasını bağdaştırmasaydı onlardan birisinin diğerine ulaşması için bir yol bulamazdı. Böylece hayır ve şerrin idarecisinin bir olduğu meydana çıkar. Eğer ziya ile karanlık yaratılışları itibariyle ortada rol oynıyana galebe çalarak onu kendi hükümlerine almış olup imtizaç etmiş olsalardı bu takdirde ortada rol oynıyanm hissetmesi ve idrak et­mesinin kendisine bir yararı olmazdı. Çünkü o, tabiat sahibinin hükmü altında olur. Onun vasıta olmasının hiç bir manâsı yoktur. Sonra iş ziya ve karanlıktan hasıl olmuştur.

Sonra dediler ki : Onlar ortada vasıta olanın nihayeti bulunduğunu, diğer ikisinin ise nihayetsiz olduğunu ileri sürdüler. Nihayeti olanın da nihayetsiz olanın hükmü altındadır. Çünkü o, nihayetli olmayanın tamam olmasına nisbetle daha noksandır. Tıpkı kısa olanın uzun olana nisbetle daha noksan olduğu gibi.

însanda eğer bedeninde bulunan hayat, bedene hissettiren ve onu kul­lanan ise, ortada olup rol oynayanın, yükselmeyi ve alçalmayı idare eden ve her ikisini kullananın kendisi olması gerekir. Böylece, hakikatte ilâh bir olur; veyahut imtizaç ve hayal gibisinden adı geçen husus batıl ve fa-sid olur.

Sonra, insanın hayatından ibaret olan imtizaca işaret etmesi hatadır. Zira başlangıcını meydana getirecek ve kendisinde fesada uğrayanı ıslâh edebilecek insan yoktur, insan kendisine arız olanı da gideremez. Öyle ise var eden ve müdebbiri olamn bir olduğu sabit olur. O da zikrolunanin gayridir. Zikrolunan da bir olan Allah'ın idaresi ve hükmü altındadır.

Sonra, aslı bulunmayan ve olmayan bir mizacın var olup, imtizaç bul­ması arası ile sonradan aslında uyumsuzluk bulunmayan ve yok iken son­radan var olanın[140] arasında hiç bir fark yoktur.

Sonra, yok iken sonradan var olan, hadislerin tamam olmasından sonra kadir olan Cenab-ı Hakk'm kudretiyle değişikliğe uğramasıyla ha­dislerin Allah tarafından var edilmesinin arasında da bir fark yoktur. Çünkü her ikisinin de düşüncede aynı görüşte olması uzaktır. [141]



(Mecûsîlerin[142] Sözleri Ve Sözlerinin Batıl Olmasının Açıklanması)


Allame Ebu Mansur (r.h.) anlatıyor : Mecûsîler şöyle diyorlar : Al-lah-u Teâlâ, yarattıklarına bakıp güzelliğine taaccüp etti. Bunun üzerine onlardan kendisine zıt olandan korktu. Bu durumu derin bir düşünce ile düşündü. O düşünceden de iblis meydana geldi. Onlardan bazıları da şöyle der; Allah-u Teâlâ'nm gözü geçen bir şeye ilişti, bunun üzerine ar­kasına baktı ki, iblisi gördü, iblisle onu bir müddet bırakmak üzere an­laştı ve böylece ondan ayrıldı. Bir müddet geçtikten sonra Allah onu he­lak etti. Bunun üzerine her şer iblisten oldu, her hayır olanı da Allah'tan­dır.

Bu anlattıkları gerçekte eğer onların ifadeleri ise onlar, Seneviyele-rin hepsinden daha serdir. Çünkü Seneviyeler, fikirde tasavvur edilmek­sizin bir şey olmadan bir şeyin yaratıldığını gördükleri için ilâhın iki ol­duğunu söylediler. Onlara bir şey olmadan âlemin var edilmesi sözü çok ağır ve büyük geldi. So.nra âlemin hayır ve şerre müştemil olduğunu, her kim ki fiili hayır ve adilane olursa onun öğülmeğe lâyık sıfatlarla ve fiili şer ve kötü olan kimsenin de kötü sıfatlarla vasfolunduğunu gördüler. Her ikisini bire nisbet etmeyi büyük gördüler. Böylece bir olan örf ve âdette cari olan şeyle hem öğülmüş ve hem de zem olunmuş olur. Bunun içindir ki, iki kadim olan aslın bulunduğunu söylediler.

Mecûsîler gerçekten âlemin bir asıl ve bir şeyden olmaksızın hadis olduğunu caiz gördüler[143]. Ancak kendisinden hayır işleri sadır olan kim­senin şer fiili ile[144] vasfolunması onlarca çok büyük bir şey olarak kabul edilir bir hal aldığı için ona şer olan bir şer fiili lâzım kılmadılar, bunun için onu ana yaptılar. Çünkü kötü ve alçak düşünce serdir. Ondan hadis olan da şer olan İblisin kendisidir. İşte tek olan ondan[145], iki husus var oldu: îşte o da, onları iki aslın bulunduğunu söylemeye sevkeden sebebtir. Bu­nunla beraber kendisinden bir vakitte fikir hasıl olup başka bir vakitte hasıl olmaması düşünülemez. Bunun için onunla bütün şer meydana ge­lir. Eğer onun intikal etmesi murad olunursa bunun bir kere bulunması intikalin reddedilmesine delâlet eder. Ancak hayır olanı söylemesi müs­tesna. Her halde ona bu husus, şer olanı düşünmeden zahir olmuştur. Oy­saki Allah-u Teâlâ, Şeytanı, o müddete kadar terketmek üzere onunla anlaşmış olsa, ya Şeytan'm serden yapacak olduğu şeyi, yapacağını. bil­mezdi. Bilmemek serdir ve o da başka bir serdir. Yahut onu böyle hare­ket edeceğini bilir de kendisindeki fesad çıkarma sıfatını bilmesiyle onu terketmiştir. Bu da ondan bir serdir. Bunun aynısını, ya düşündüğünü yapmazdan önce bilmiş olur ve ondan olan şeyi bilmek üzere düşünür ki, bu da serdir. Veyahut bu hususu bilmez. Oysa cehalet de serdir. Sonra bu hususların kendisinden olmasından hâli kalmaz; ki, o da serdir. Veya­hut bunu bilmez; bilmemek de serdir.

Sonra Şeytan'a hakim olma ve onu menetmeye kadir olmaktan veya olmamaktan hâli kalmaz. Eğer kadir olup sonra İblis'e mahlûkatı ifsad etmesi için mühlet verirse, onların katında bu serdir. Eğer İblis'i menet­meğe kadir olmazsa aciz olan âlemlerin Rabbi olmaz. Bununla beraber şöyle denir :

Gerçekten İblis kendisine verilen müddetçe Allah'a vadettiğini ye­rine getirir ki, vaadi yerine getirmek hayır ve haktır. Böylece serden hayır meydana gelmiş olur. Halbuki bunun, onun için olması lâzım olur. Çünkü o, hayirm aslı olan şeyden olduğu vakitte ondan şer gelir[146]. Bunun üzeri­ne onlara konunun aksini ifade eder. Her hayrm şeytandan geldiğini ve her şerrin de şeytan'ın gayrinden geldiğini ifade ederiz.

Sonra îblis'in kendisinden başka kendisine yardım edecek kimse ol­madığı vakitte ve herşeyin kendisine yardımcı olanlar varken aynı vakit­te ona kudret vermekle nasıl emin olur? Sonra mahlûkattan onun yardım­cıları olanı şeytanın aleyhindeki hareketinde yardımcı olmaktan onları nıenedecek olan Allah'ın yardımcıları ile karıştırdı. Allah-u Teâlâ, mül-hidlerin vasfettiği şeylerden yücedir, beridir.

Eğer karşılıklı anlaşma, bazı maslahatlar için olur derlerse cevaben şöyle denir : Zararlı haşaret ve elem verici eşya da onun gibidir.

Sonra Allah'ın kendi zıddmm karşısında korkuya düşmesi, kendisinin herşeyin Rabb'isi olduğunu bilmemesini icabettirir. Göz isabeti de böy­ledir. Kim ki kendisine göz isabet ederse, göz onu hükmü altına alıp kud­retini giderir, ilmini yok ederse o, kendi nefsiyle değil, gayri ile Rab olmuş olur ve başkası ile yaratıcı olur. Böylece onların mabudlarına mabud de­ğil, kul denmesi lâzım gelir. Sonra eza ve elem verici cevherlerden hiç birşey yoktur ki onlar, mahlûkata menfaat vermesin[147]. Onlar[148], kendi ne­fisleri ile ne zarar verirler ve ne de eziyet.[149] Fakat, âlim ve hakim olan Allah'm onları, birini eziyet verici ve zararlı kılması ile' ve diğerini de nıen-faatli olarak[150] yaratması ile olmuştur. Böylece şerrin yaratıcısının tek ol­masını söylemek çok uzaktır.

Sonra şeyin bir şeysiz olarak yaratılması ancak mahlûkatm kudret ve takatinin dışında ve tasavvurunun da kalkması ile olduğundan aynısı­nın gerçekleşmesini söylemekten hiç bir kimse kaçınmamıştır. Çünkü cis­min yaratılması ve onun tabiatleri ile rahimlerde var olması, yıldızların hareketleri ile meydana gelmesi veyahut âlemin bu tabiatın dışında bu­lunması, ziyanın ve karanlığın bağdaşması, sonra birbirine zıt düşmesi, zikrolunan vechin dışındadır. Oysaki gerçekten herşeyin hakikatini kim düşünürse onu böylece buluruz. Çünkü menide ve bütün gıda madde­lerinde ve rahimlerde beşerin manâsını ifade edecek hiç bir şey yoktur. Sonra kendisinde akıl, fikir, işitme ve görme gibi hasseleri bulunan kimse, onların zikrolunan hususların dışına âlim ve hakim olan Allah'ın takdiri ile çıkmışlardır. Allah'ın kudreti ve iradesi ile var olmuşlardır. Bütün muhtelif tabiatler veyahut da hayır ve şer cevherleri böyledir. Kendile­ri ile amelleri arası serbest bırakılmış olsa, onlardan bir cevher meydana gelmez ve bir şeyin yaratılması da mümkün olmaz. Allah'ın benzerinin olmasını söylemek aklın düşüneceği şey olmaktan çok uzaktır.

Muhakkak biz geçen mevzularda muhtelif cevherlerin yaratılmasın­daki hikmeti beyan edip şöyle demiştik : Cevherleri, güzeli güzel olarak, çirkini de çirkin olarak olduğu hal üzere yaratması ile Allah-u Teâlâ, on­larla vasfolunmaz. Allah'ın, cevherleri böyle yaratması hikmetin anlamı ve herşeyin yerine konması demektir. Gerçekten Allah-u Teâlâ, nıahlû-kati kendisi muhtaç olduğu için değil, ancak kendi zâtının bilinmesi için yaratmıştır. Kendilerinde akıl yaratılan mahlûkatın var olması için AI-lah-u Teâlâ, Halik sıfatıyla muttasiftır. Allah-u Teâlâ, mahlûkatı nimet­leri[151] ve belâları bilsinler diye ve onlarla imtihan olsunlar diye yaratmış­tır. Bu hususlar herşeyi yerli yerine koymakla ve kendilerine in'âm etmiş olduğu nimetlere şükretmek ile olur. Zira Allah-u Teâlâ, cevherlerinin muhtelif olmaları İle beraber bütün mahlûkatı[152] delü ve ibret[153] yapmıştır.

Ve cevherlerin birbirlerine tecavüz etmeleri[154] ve birbirleriyle uyuş-malariyla mihnet ve musibet olarak yaratılmıştır. Bunların hepsi nasıl korunulacağmı ve nasıl kaçınılacağını ve kendisinde korku olanı dimağ­larda güzel olarak yerleşip aklen öğülmeye lâyık olan sonuçlarına ulaş­mak için çaba harcamalarım bilsinler diye yaratılmıştır. Bununla bera­ber vaad ve vaıdin hissedilen ve görülen kadarmca olması için terğip ve teşvik hakkında rnüşahade ettikleri muhtelif cevher ve hallerle kendile­rinde bulunan çirkin ve matlup olmayan hususların ibka edilmesi için [155]yaratılmaları da bu nıeyanda nıütalea edilmektedir. Çünkü o, marifetin yoludur ve nihayetlerin anlaşılmasına onunla ulaşılır. Kuvvet ancak Al­lah'tandır.

Eğer fikirde tasavvur edilmeyen ile bir şeyden olmayan şeyin inkâr edilmesi caiz olsaydı, duyu organları ile her algı alamayanın onlarla id­râk edileni inkâr etmesi caiz olurdu. Çünkü duyu organının ulaşamadığı her gaip olanı inkâr etmesi anlaşılmamaktadır. îşte bu hususta mecûsîle-rin ve diğerlerinin görüş ve fikirleri nakzedümektedir. Çünkü onların hepsi geçmişlerine tabi olmuşlardır. Sonra akılda olanı düşünmek, duyu organının kendisine vaki olduğu şeyi takdir etmektir. Bu yok olduğu va­kitte duyunun, düşüncesinde vukubulma hali tasavvur edilir. Veyahut da onun aynı düşüncede takdir olunur. Sonra Allah-u Teâlâ, duyu organları yolu ile bilinmez ve kendisinin bilinenlerde örneği yoktur. Öyle ise Allah'ı bir şeyle takdir etmek batıl olur. Sonra esas oian şudur ki : Akılla tasav­vur edilen şey, hisle bilinen ilimdir. Veyahut hisle bilinen ilimde his olun­mayan şey ile bilinmenin lâzım olmasının delilidir. Ve bilinmenin de ica-bettirdiğine delâlet eder. Çünkü her his sahibi olan hissin mahiyeti ve key­fiyetini bilmez. Onun her hisde[156] bulunması gerekir ki, hakikatte de öy­ledir. Öyle ise duyu organlarının kendi hakikatlerini[157]. bilen ve yaratan[158] kimse üe olması vacip olur. Bununla beraber duyu organları sahipleri şu hususu görüp[159] anlarlar ki, gerçekten onları yaratanın duyu organları ile idrak edilmesi mümkün değildir. Zira her duyu organı sahibi, duyu or­ganlarının halleri ile kendisinde bulunan şeyi bilmez. Ve duyu organların­dan birinin kendisinde fesada uğradığında onu iyi etmesinden acizdir. îş-te bu hususun Ötesinde bir âlim ve hakim olan Allah'ın bulunması vacip­tir ki, bilinen hissolunan şeyin muhtemel olduğu hususun kendisinde bu­lunması mümkün değildir. Çünkü eğer caiz olup mümkün olsaydı, hissolu-nanm onunla var olması imkân ve ihtimal dahilinde olmazdı. Tıpkı bizim gibiler ile imkân ve ihtimal dahilinde olmadığı gibi. [160]


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: İmam Matüridi: Tevhid
MesajGönderilme zamanı: 17.11.11, 11:32 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı

Kayıt: 17.01.09, 20:24
Mesajlar: 55
Mes'ele (Peygamberlerin Gönderilmesinin İspatı Ve Kendilerine Olan İhtiyacın Açıklanması)


Fakih Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : İnsanlar, peygamberler ve getir­dikleri dinler hakkında konuşup fikirler öne sürdüler. Onları din âlimleri, maneviyat liderleri ve beşerin akıllı ve hikmetli olanları ispat ettiler. Ken­di yaratanmı bilmeyen kimse de onları inkâr etti. Allah'ın emrini ve neh-yini bilmiyenlerden onları tasdik edip ikrar edenler de vardır. Peygam­berlere ihtiyaç duyulmadığının aklen sabit olduğunu iddia edenlerden de peygamberleri ikrar edip kabul edenler vardır. Bununla beraber kâhinler, sihirbazlar ve hokkabazların yaptıkları ile peygamberlik iddia edenlerden alâmet ve işaretlerle karşılamak da mümkün olur.

Peygamberlerin gönderilmesi hususunda çaba ve güç harcamış ol­mayan kimselerin aczinin zahir olması da muhtemeldir. Onlar, bütün be­şerin güç ve kuvvetlerini de imtihan etmemişlerdir.

Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Biz, yaratıcı olan Allah'ı inkâr eden kimse ile Allah'ı ispat etme hakkında münazara ve münakaşa ederiz. Çünkü Allah'ın peygamberleri göndermesi hakkında münakaşa ve mü­nazarada bulunmanın mümkün olması ancak Allah'ın var olduğunu ve varlığının ispat edildiğini söylemenin lâzım olmasından sonra olur. Bu­nunla beraber her iki hususun birden olması, peygamberlerin mucizeleri ile de mümkün olur. Çünkü peygamberler öyle bir kimselerdir ki kendi hal ve durumlarını bilen millet arasından zuhur etmişlerdir. Onlar, güç­lerinin yettiği en doruk noktaya ulaşmışlar idi. Vaktaki onlar, akıllarına hükmeden âyetlerle geldiler —ki, aynısını getirmeğe onların gücünün yet­meğe muhtemel olmadığını bilmeleriyle beraber— kendisini gönderen tara­fından vermiş olduğu haberi tasdik etmekle ilim elde etmek gerekir. Ve o ayet ve mucizeleri meydana getiren kimsenin peygamberliği ve getirip tebliğ ettiği dinî kuralların âlim ve hakim olan ve kendisini ispatta deliller meydana getirmeğe kadir olan Allah tarafından olması gerekir ki onu müşahede etmemelerine rağmen bu âyet ve mucizelerle kendisini bi' sinler. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Sonra emri, nehyi vaad ve vaîdi inkâr eden kimse, hikmeti meydana getirmek için hasıl olmamıştır. O, ancak Allah'ın kendisini var etmek ve yok etmek Üzere meydana gelmiştir. Sonra bilinir ki gerçekten her fi'linin akıbeti böyle olan kimse, hikmet sahibi değildir. Öyle ise bu hususlar Al-lah-u Teâlâ'nın kendisinde var ettiği vahdaniyetine ve saltanatlığmın bü­yüklüğüne delâlet eden hususlarla beraber yaratıcı ve âlim olanın hikme­tine delâlet eder ki o da hakim olan Allah Celle Celâluhû'dur. Tevfik Al­lah'tandır.

Bununla beraber Allah Subhânehû ve Teâlâ, bizatihi ganîdir; fi'lin-de hikmet sahibidir. Mahlûkatı kendilerinde yaratmış olduğu kudret ile kalmaları için yaratmıştır. Sonra onların hayatta kalmalarını ancak gıda maddeleri ile Allah-u Teâlâ, mahlûkata devamlı kalmayı ve yaşamayı sevdirmiştir. Eğer [161]onlara emir ve nehiy koymamış olsaydı, onların hepsi baki kalma ve devamlı yaşamaya ait kendisinde bulunan şeye tamah et­tiği için önem verip onu elde etmeye koşardı. Bununla beraber o şeyde de kendisi için lezzet ve şehevî istekler vardır. Sonra onun yaptığı gibi akranı da aynı şeyi işlerdi. Ve böylece aralarında çekişme ve itişip kakış­ma hasıl olurdu. Bunlar da onları birbiriyle çarpışmaya sevkederdi. Ken­disi ile baki kalma hissini verdiği hususta bu haller olunca.yok olma kor­kusu da meydana gelirdi. Öyle kendisinde vaad ve vaîdin bulunduğu şeyle emrin, nehyin, helâl ve haramların meydana çıkarılması gerekirdi ki, herkes kendisi için olanı ve kendisi için olmayanı bilsin. Böylece her­kesin[162] düşmanlığından kurtulup canı bakî kalsın. Kim ki emri, nehyi, mihnet ve musibeti inkâr ederse, o görünen âlemdeki mihnet ve musi­betin manâsına gitmiştir. O da ancak gizli olanların zahir olması ve kapalı olanların açığa vurulmasından ibarettir. Emir ve nehiy, emreden ve nehyedenin nail olacağı[163] menfaati içindir. Veyahut da istemediği bir şeyi yok etmesi içindir.[164] Allah-u Teâlâ, bizatihi ganî ve bütün sırları ve gizli olanları bilen olduğu zaman mihnet ve musibetin; emir ve nehyin manâsı gitmiştir.

Fakih Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Biz, Allah'tan muvaffakiyet te­menni ederek deriz ki; eğer Allah-u Teâlâ'nın emri, nehyi, mihnet ve mu­sibeti yukarıda zikrolunan şey üzere olmuş olsaydı, gerçekten onun fi'li bu hususlardan ötürü istemediğini yok etmek veyahut istediğini elde et­mek veya kendisinde bulunan ayıptan[165] sıyrılmak için olurdu. Halbu ise AHah-u Teâlâ, âlemi yarattı, fakat zikrolunan hususlar için değil, emir, nehiy, mihnet ve musibet de onun gibidir. Bununla beraber o takdir olu­nan husus ancak kadrü şerefleri yüce olan ve dereceleri yükselen husus­lara muhtaç olanların fi'lidir. Eğer onlar, bunlardan başkasını istemiş olsalardı, işledikleri bu fiillerde onlar için ya hemen zarar veyahut da atîde azap olurdu. Amma bizatihi hikmet sahibi olan ve bizâtihî ganî olan zât, bir menfaat için yapmadığı gibi bir zararı defedip gidermek için de yap­maz. Emir ve nehiy de onun gibidir. Hikmet ve ganî olmada imtihana tabi tutanların muhtelif olmaları hususunu açıkladığımız şeylerle beraber on­lardan birinin, diğerini takdir etmesi caiz olmaz. Ve hakmı olanın rubû-biyet hikmeti için[166] şerri işlemesi muhtemel olmaz. Bunun içindir ki zikro­lunan şeyi kendi üzerine alması hatadır.

Sonra gerçekten mahlûkat, zararlı ve yararlı olmak üzere iki kısım olarak yaratılmıştır. Her cevherin elem ve tad verme karakteri içinde meydana getirilmesinin imkân ve ihtimali vardır. Bunların o şekilde var edilmelerinin muhtemel olması ancak sonuçların hasıl olması içindir ki, Allah-u Teâlâ şiddetli azabını vereceğini beyan etmekle mahlûkatı vara­cakları sonuçlarla korkuttuğu gibi zevk ve refah verecek lezzetli şeylerin kendisinde bulunanları vaad etmekle de sonuçlara böyle ulaşılmasına teş­vik buyurur. îşte bununla gerekenden korkma ve gerekeni de arzulama işi tamamlanır. Tevfik Allah'tandır.

Ve sonra Allah-u Teâlâ, mahlûkatı yarattı. Mahlûkattan bazısını, bazısı için[167] yararlı kıldı. Cenab-ı Hakk'in bizâtihî her şeyden müstağni olduğu için bu hususta bir menfaati yoktur. Zararlı olanlar da böyledir. Emir ve nehyin, mahlÛkatm bazısının, bazısına olan yararları ve zarar­lardan korunmaları bakımından onun gibidir. Bununla beraber Allah-u Teâlâ, onlara kendilerine yarıyacak olan hususları emreder. Tıpkı onları yaratıp yararlı nesneleri kendileri için kıldığı gibi. Allah-u Zülcelâl, mahlûkati kendilerine zararlı olan şeylerden nahyetnıiştir. Tevfik Allah'­tandır.

Yine emrin ve nehyin hikmeti olarak şu husus ifade edilir : Gerçek­ten Allah-u Teâlâ, insanı en güzel şekil ve bigimde yaratmıştır. Yeryüzün­de ve gökte bulunanları ve kendilerinde bulunan yararlı maddeleri ve be­reketleri ile onlara musahhar kılmıştır. Bu husus, onlardan meydana ge­lir. Mükâfaat yerine veyahut yaptıklarının hakkı ödenmiş olma yerine geçecek bir şey sebkat etmeksizin tahakkuk etmiştir. Öyle ise aklen böy­lesi bir nimetleri onları bilmiyenîere boş yere verilmesi caiz değildir. Çün­kü onda zayi olma ve nimetlere karşı nankörlük ve zulüm vardır. Öyle ise bununla onlara sevilmeye müstahak olanın, kendisine şükredilmenin va­cip[168] olanın kim olduğunu bilmeleri için nimetleri verenin kim olduğunu bilmeleri gerekir. îşte o hususta da mihnet bulunmaktadır. Korku ve rağ­betin tamam olması için onlara vaad ve vaîd vasıl olmuştur. Tevfik Al­lah'tandır.

Sonra şu husus bir gerçektir ki, adalet ve doğruluk aklen güzel gö­rülmüş olduğu gibi, zulüm ve yalan da aklen kötü ve çirkin telakki edil­miştir. Birinci grup, insanların kalblerinde taht kurmuş, onlarca hürmet edilmeye ve mükerrem kılınmaya lâyık[169] kılınmıştır. İkinci grup ise : Ha­kir ve hor ve korkunç birer varlık olarak insanların kalblerinde yer almış­lardır. Bunun içindir ki akıl, kendi nimeti ile rizıklanan kimsenin şerefini yükseltecek şeyi yapmasını emreder. Kendisinin bulunduğu kimseyi kü­çültüp alçaltacak, hor ve hakir kılacak hususlardan da nehyeder. Öyle ise emir ve nehyin, aklın mecburi ve zaruri kılmasiyle de, var olması vacip olur. Sonra keramet ve yollarını benimseyen sözünde durup verdiği sözü yerine getiren kimse için sevap ve mükâfaat, heva ve hevesine uyup on­ları aklın gösterdiği iyi yollara tercih edene de azap gerekir. Bunun için bizim zikrettiğimiz hususlarda onlara adalet ve doğruluğun neler oldu­ğunu göstermeleri[170] her ikisinin zıttı olan zulüm ve yalanın zararlarını[171] öğretmeleri için peygamberlerin gönderilmesinin gerektiğini ifade edil­mesini icabettirir. Durumların icabettirdiği işin hamdü senaya muvafık ve mutabık olması için de mahiyetinin anlaşılması güç olan her şeyi de peygamberler işaret buyurup izah ederler. Tevfik Allah'tandır.

Sonra dünyada hiç bir akıl yoktur ki, nefsini, verdiği sözü yerine ge­tirmeme ve şehevî isteklere dalmak hususunda onu ihmal etmekten razı olsun. Bilakis her akıl, nefsini kendisine zarar vermiyecek ve sonuçları iyi olup öğülmeye lâyık olacak şey üzere yetiştirmeğe çalışır. Bununla be­raber kurtulmasını umduğu ve yararına olanı tamah ettiği şeydeki zara­rım gidermekten cahildir. Bunun içindir ki kendisini, işlerin sonuçlarını bildirip öğreten kimseye muhtaç kılar. Hatta nefsini şehevî isteklerine râm olacak şekilde ihmal etmeksizin peygamberin işaret duyurduklarını kabullenmeğe hazırlar. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Sonra emir ve nehye iman edip tevhidi ikrar ettikten sonra zikretti­ğimiz yönlerden, gönderilen peygamberleri ve onların tebliğ ettiği husus­ları inkâr edenlerle, peygamberlerin gönderilmesine duyulan ihtiyacın yanısıra kendisinde hastalık olmayan ve nefsi sâlih olan kimseye kifayet edecek, emir ve nehyin gerektiğine dair delillerden zikrettiğim hususlarla beraber - münazaraya döneriz. Bu hususu ifade ettikten sonra deriz ki; din ve dünya bakımından akim kendisine ihtiyacı icabettiren ve mecburî kılma bakımından peygamberlerin gönderilmesinin gerektiğini söylemek vacip olur. Sonra her ne kadar aklen ondan müstağni idi ise de üstün kıl­manın Allah tarafından olduğunun ispat edildiğini de ifade etmek lâzım­dır. Dünya işi de yine kendisi ile bulunan hususlarla din kuvvetledir. Bu zikredilen hususlarda ve Allah-u Teâlâ'mn insanları yaratması ve onları mihnet ve musibet[172] ehli yapması, gökten indirdiği su ile yerden onlar için besin maddelerini üretmesi ve onlar için ilaç kılması, sonra yerden biten­lerden öldürücü zehirler ve hastalıkları meydana getirmesi ve kendilerine gıda[173] ve akılları ile kendilerini kontrol ve imtihan etme nimetini ihsan etmesi[174] ki, bununla gıda verenlerden[175] eza ve zarar verenleri ayırt edebi­lirler. Çünkü olur kî onda imtihana tabi tutulanın helakini icabettiren hu­sus bulunur. Akıllarda ise bu hususu keşfedip bilecek bir yol yoktur. Öyle ise yedikleri ile bedenlerini besleyip diri kılmak ve onunla dinlerini dim dik tutmak için Allah-u Teâlâ'mn yaratmış olduğu bu hususlardan her cevhere kişiyi muttali kıldığını söylemek lâzımdır.

Sonra akıllarda başlangıçta ziraat ile üretilen hususlardaki zararlı ve faydalı yönleri ziraattaki tedbir ve icad edilen şeyi bilmeye bir yol yoktur. Sonra cevherin tamam olup bilinmesinden sonra, onun nasıl kul­lanılacağını bildiren bir kimsenin bulunması elbette lâzımdır. Tâ ki o mad­deler ile beslenme doğru olsun. Bununla beraber beslenmeye sâlih olması meydana getirilen şey de muhteliftir. Sonra haddini muhafaza etmediği vakitte kendisinden faydalanan kimseyi zarara sokacak şeylerden yene­cek maddelerde çeşitli ezalar var edilmiştir. Çünkü o, onun sınırını bilen kimseden meydana gelmiştir.

Sonra kendisine zarar verdiği vakitte zararını giderecek kadarıyla devasını öğretti. Sonra tabiatların birbirine uymaması ve öldürücü ze­hirlerin kullanılması ile tıp ilimlerini var etti ki, zararlı olandan bedende kendisi ile faydalanacak olduğu kadarını bitebilsin. Sonra kendileri ile ör­tünme, kapanma elde edilen ve sıcak, soğuktan konumlan çeşitli elbise­lerin meydana getirilmesi için var olan sanatların meydana getirilmesi; sonra güçlü kuvvetli hayvanlardan kendileri için yaratilanlardaki faydayı onları ehlileştiren kimse hangi yarar için yaratıldıklarını bilmezler. Yani onlar menfaatler için mi yaratılmıştır veyahut gayri için mi yaratılmıştır? Onları nasıl hazırlıyacaklarmı bilmezler. Çünkü yaratılan hayvanların ya­ratılışında kendisi için yaratıldığı şeyden kaçınma vardır. Tâ ki ona alışıp boyun eğsin ve itaatta bulunsun. Sonra din ve dünya hususlarının ancak kendileri ile ikâme edebilecek oldukları çeşitli ticaret sistemlerinin ihdas edilmesi; sonra ihtiyaçlarının memleketlere yayılması kî, onların ne tabi­atlarında ve ne de akıllarında kendilerinin muhtaç olduğu §eyi nereden talep edeceklerini açıklıyacak veyahut delâlet edecek bir şey olmadığı gibi onların yolunu bilecek de bir şey bulunmaz. Çünkü akılda bunların bulun­dukları yerlere delâlet edecek ve yollarını gösterecek bir husus yoktur; sonra insanın dünyada yaşamasını teinin eden ve Ahiret'ini anlamasını sağlayan dinlerin öğrenilmesinde; sonra isimleri öğrenmemizde -—ki, o isimler olmamış olsaydı ne ihtiyaçlar anlaşılırdı ve ne de onların bulundu­ğu yerini bir kimsenin bilmesi mümkün olurdu— işte bu isimleri bilmemiz­de; sonra nesilleşme sebeblerinin yönlerini bilmede; küçükleri terbiye etme­yi bilmede; sonra yolları belli olmayan gıda maddelerinin meydana getiril­mesindeki ilimde; sonra insanların bazısının bazısını bilmesi ile beraber diller isimler, sanat, tıp ve bütün mesleklerden, memleketlerin yolların­dan ve hayvanları terbiye etme, onları kullanma keyfiyetinden, bütün zik­rettiğimiz şeylerin zuhuru üe anlaşiimaktadır ki bunların hepsi açık ve seçik olarak şuna delil teşkil etmektedir : Gerçekten bunların aslının akim meydana çıkarması değil, öğretme ve bildirmeden hasıl olmaktadır. Tev-ük Allah'tandır.

Bununla beraber musibetlerin gelmesindeki insanların bazısının ba­zısına sızlanıp yalvarmalarının var olmasından bilinen bir iştir ki, bu hu­sus ve onları üzen önemli işlerden[176] kendilerinin reyinden yardım iste­meleri, kendilerinin katında âlemde üstün kılman ile[177] müşavere etmele­rine yönelmelerinde; sonra edebin fenlerini talimde; sonra her birinin ki­tapları okumaktan ve filozofları dinlemekten çeşitli ilimden istifade etme­ğe kalkmaları delâlet eder ki, gerçekten onlar kendi akıllarını, ihtiyaçla­rını yerine getirmek ve yardım talep etmekte kâfi görmüyorlar. Öyle ise aklen bir gerçek, doğru olarak öğüt verene yakarmak gerekmektedir, îşte bunlar da mahlûkatin o kimselere karşı besledikleri zannıdır ki, ger­çekten onlara adı geçen kimselerin dilleri ile ilimler ulaşmıştır[178]. îşte o hususlar üzerine din ve dünya işi tesis edilmiştir.

Sihir ilmi de ona göredir. Eşyanın cevherleri, muâlecenin çeşitleriy­le itibar olunur[179]. Din, mal ve vatan düşmanları ile savaşma ilmi de za­hirde[180] dillerden ve dillerde bulunan hususlardan alınmaktadır. Onların ilk öğrenilmesi de âlim ve hikmet sahibi olan Allah-u Teâlâ'dan olur.

Sonra, aklın zaruri kılmasiyle peygamberlerin gönderilmesinin ge­rektiğini söylemeyi lâzım kılan hususlardan biri de şudur : Gerçekten, in'âm edenin, ve ona şükretmenin güzel olduğu hususu aklen sabit olmuş­tur. Aynı zamanda onu, yani nimeti veren Allah'ı inkâr ederek küfrân-ı ni'mette bulunmanın da çok kötü ve çirkin bir şey olduğu da aklen sabit olup bilinir.

Sonra, insan duyu organlarından biri üe bilinip anlaşılan hiç bir şey yoktur ki, duyu organının sapasağlam olması ve onunla her hangi bir şeyi idrak etmesindeki hususta Allah'ın nimetleri bulunmasın. Bu nimetleri ihata edip anlamaktan kul aciz olur.

Bundan sonra, bu hususu ifade etmek İçin iki ibare vardır : Birincisi : kendilerine in'âm ve ihsan edilenlerin şükretmelerini gerektiren hususun birbirinden farklı olması, nimetlerin miktarında bibirinden fazla olması. Bunun sonunu anlamağa ve bilmeğe, o, nimetleri yaradanm ilminden baş­ka hiç bir kimsenin ilmi yetmez. Buna göre de, o nimetleri tam manâsiyle kendisine şükredilecek olan şeyi akıl bildiremez, onu ancak nimeti veren Allah bildirip öğretir. Öyle ise aklen o nimetleri vereni haber verip öğre­tecek birinin olması gerekir.

İkincisi : Gerçekten o nimetler, duyu organlarına yayılmış ve taksim edilmiştir. Duyu organlarından her bir organa o nimetlerden bir nimet isabet etmiştir. Bunun içindir ki, nimetlerden kendisine verilen için şük­retmekte her azanın kullanılması lâzımdır. Bununla beraber, eğer sen, nimetlerin miktarını, anlayıp öğrenmek istersen, azaya bir illet ve âfet isabet etmek suretiyle hastalığa mübtelâ olup o nimetten istifade edenıi-yen kimseyi düşün ve ibret al ki, onun tedavisi için dünya dolusu varlı­ğını harcar[181]. Sonra her azada bulunan nimetin şükrünün edâ edilmesi hususunu akıl bilemez. Öyle ise her hususu Allah'tan haber verecek olan bir «muhbir-i sadıksın bulunması icap ettiğini söylemek lâzımdır.

Yine, Allah-u Teâlâ, mahlûkatı Öyle bir şekilde yarattı ki, mafsallara verdiği yumuşaklık ve kolay hareket etme durumu ile her organı kullan­ma imkânına sahip kılmıştır. Onlarla toplar ve yayar, alıp verir. Muhtelif hal ve durumlara intikal eder. Ayrı ayrı işler yapar. Eğer azaların yaratı­lışı örf ve adette bilinen hususların yapılmasında kullanılması için olma­mış olsaydı, kendisinde bulunan yapma ve faydalanma gücü Özellikle hay­vanlarda ve kuşlarda olanı gibi olurdu. Bunun içindir ki, insanın ibadet ve taat için yaratılmış olduğu sabit olur. Öyle ise her ihtiyaç da gereken mahiyetini açıklayan kimsenin bulunması mutlaka lâzımdır.

Sonra, peygamberlerin gönderilmesinin, ve onlara ihtiyaç duyulma­sının akim zaruri kılmasiyle vacip olması hususundan, bu mevzuda asıl olarak ele alman bir kaç vecih vardır :

Birincisi: Mahlûkatm, her birinin diğerinden daha haklı, nimetlerin kendisinde bulunması daha doğru ve evlâ olduğunu iddia etmek suretiyle aralarında düşmanlık ve dolayısiyle kavga ve gürültünün bulunması; bunu halledecek ve giderecek, dert dökülecek birinin kendi içlerinde bulunmadığma, kendilerine aralarındaki husumeti giderip birbirlerini sevdire­cek, onları bir araya toplayıp yekdiğerine kenetlestirecek olan şeyi gös­terecek ve aralarındaki davada âdilâne hükmetmek için kendisine baş­vurulacak olan birinin içlerinde bulunmadığına ittifak etmeleri. Bilinen bir gerçektir ki, husûmet, kavga etmek, her yok olmanın mukaddimesi ve her türlü fesadın anasıdır. Akîen bunların hepsi de kötü ve çirkindir. Akılların sonu, şu noktaya varmıştır ki, gerçekten bilme ve salahtan, kendilerinin yaratılmış oldukları hususa onları götürmek[182] yer ve vazife­lerini tayin etmek için mutlak birinin bulunup onlara bildirmesi lâzım. Bi­linir ki, bu hususları daha iyi bilen, kendilerini yoktan var eden, yaratan­dan başka bir kimse yoktur. îşte bu hususlar, bunları kendisinden öğren­diğimiz Allah-u Teâlâ tarafından gelen bir peygambere gerek olduğunu söylemek lâzım olduğunu bildirir[183]. Tevfik Allah'tandır.

İkinci olarak diğer bir delil : Malûmdur ki, bilginler, din ve dünya işlerinde, kendi yararlarına olan şeyi anlamakta birbirlerinden üstün olurlar. Kendilerine yararlı olan hususlar birince idrak edilir; fakat di-ğerince o husus bilinmez. Bu sabit olunca, kulların menfaatina olan hu­susları yaratmış olduğu kulların değü, Allah'ın daha iyi bildiğini reddet­memiz asla mümkün değildir. Böylece Allah-u Teâlâ peygamberleri vası­tasıyla kullarına kendilerinin maslahatına olan şeyleri ulaştırır. Yardımcı olan ancak Allah'tır. O'ndan yardım talep ederiz.

Üçüncü vechi tegkil eden başka bir delil : Herhangi bir iş, gafletin kendisine çağırdığı yere rücu etmesinden veyahut aklen ondan daha iyi ve tercihli olan şeyden başkasının kendisine gösterdiği hususu sinelerin bazısına lâzım kılmasından hâlî kalmaz. Eğer hak ve gerçek olan ilki olursa, akılların arasını cemedip bir noktada birleştirmek muhakkak va­cip olur. Aklının kendisine gösterdiği şeyle ifade ettiği zaman da, hepsi­nin görüşlerinde isabet ettiklerini söylemek gerekir. Bu husus, aklına iti­mat eden her din sahibinin isabet ettiğine şehadet eder. Görüşlerin ve söz­lerin birbirine uymayıp tenakuz içinde bulunduklarından bu hususun ka­bul edilmesi mümkün değildir. Eğer ikinci vecih olursa, onun aklı tıpkı Allah tarafından gelen Peygamber gibi olur. O da, kendi şahsını bize bil­direcek bir delile muhtaç olur. Sonra Allah'tan haber verdiği şeyin doğru olduğunu bildirecek delille, akliyle her söylediğinde hakka[184] isabet ettîğini bildirecek delilin arasında hiç bir fark yoktur. Her şeye muvaffak kı­lan Allah-u Teâlâ'dır.

Bununla beraber, şu husus da bilinir ki, hakikaten meşguliyet[185] ve meşgalenin yoğunlaşması akılları kaplayıp örter. Gam ve kederler, insanın yaratılmış olduğu haldeki çeşitli durumlar da böyledir. Çeşitli elemler, sayılmayacak kadar her gizli ve açık olan hususlar da hakkı ihata edip anlamadan aklı menedip meşgul eden sebebler de böyledir. Şehevî ve nefsânî isteklerin, galebe çalması, ümit, emel ve izzetlerin çoğalması da yukarıda geçen hususlar gibidir. Bunun içindir ki, onlara gerçekleri açıklayacak hak olan hakkında şüpheye düştüklerinde onları aydınlata­cak olan Allah, peygamberinin gelmesi elbette ki lâzımdır. Kuvvet'ancak Allah'tandır.

Biz geçen konularda Allah'a hamd olsun, peygamberlerin[186] gönderil­mesine akılların muhtaç olduğunu beyan ettik. Onların hak ve gerçek ol­duklarını, onların hepsini akılların ihata etmekten aciz olduklarım ifade ettik. Bu hususun aslında iki vechi vardır.

Birincisi, gerçekten Allah-u Teâlâ, her idrak edene bir a'zâ verdi ki, onunla idrak eder. Sonra onlar kendisine ulaştıracak sebebleri olmaksızın kendi zâtını ihata ederler. Sonra onunla beraber, o a'zâya Öyle bir afetler arız olur ki, kendisini yok edecek düşmanlarından sayılan zıdlardan, ken­disinin koruyucu yardımcılarından olan her türlü fedakârlığı[187] göze ahr. Hatta tam eleman olanları bile[188]. Bunu, ondaki uzaklığı menetmekle ilme gerçek anlaşılmış olanı idrak ettiğini, amelinde gerçekten çok latif ve akıl da ona göre mütalâa edilir. Zira o, yaratılmış olan bir sebebtir. Onun da idrâkin sebeblerinden olan gayrisi gibi bir haddi, bir sınırı vardır ki, eş­yanın gizli ve kapalı olmasıyla beraber, gayrisine aciz olan şey ona da arız olur. Sebeblere bakmak onun asıl maddesindendir. Onun filozofların sözlerinden işitilenidir. Onların daha hak ve daha üstün gerçeği olanı da hikmeti ve ortaya attığı doktrin için delili bulunandır. Kuvvet ancak Al­lah'tandır.

Bu konu hakkında dördüncü delili teşkil edecek başka bir vecih de şöyledir : Gerçekten Allah-u Zülcelâl, güzel olandan her dış varlığın, kendisi ile anlaşılması sağlanan sebebi iki kısım olarak meydana getirmiştir : Birincisi, müşahede ettiğine, müşahede etmediği, bitişik ve ilişkili olduğu zaman, müşahede[189] ettiği ile istidlal etmesi. Bu tıpkı dumanın ateşle iliş­kili olduğu ve güneşin ziyasını güneşle alâkalı bulunduğu ve yazının, ya­pının ve benzerleri fiilin eserinin fâille ilişkili olduğu gibi. İkincisi : Bütün akıllılarca bilinen[190], gelen hâdiseler değişen haller ve durumlar, uzak ül­keler gibilerin hallerini bildiren haber. İşte insan o haberle, cinsleri, fasıl ve nevileri, tıp ve dilin çeşitleri, sanatlar, harpler ve daha başka bunlara benziyen hususlar hakkındaki ilimleri bilir. Sonra duyu organı ile anla­şılmış bir delili olmayan, kendisinin anlaşılması için haberden başka hiç bir yön bulunmayan husustaki emir, nehiy, vaad ve vaîdi biliriz. O da mu­bah, haram ve kendisinde çeşitli hallerden bir şey bulunan gibi. Bu gibisi sözü söylemek için haber ile olması lâzımdır ki, o da peygamberlerin gön­derilmesini icabettirir..

Sonra asıl olanlar üçtür : Vacip olan, mümteni', yani mümkün olma­yan ve ikisinin ortasında bulunup mümkün olan. Âlemin bütün işi bunla­ra göre cari olur. Binâenaleyh aklen bir cihetten vacip olan, haberin gayri ile gelmesi caiz olmaz. Mümteni', yani mümkün olmayan da böyledir. Mümkün olan ise, haberin başkası ile gelmesi caiz olur. Çünkü mümkün olan bir halden başka bir hale, elden ele ve birinin mülkü olmaktan baş­kasının mülkü olmaya intikal eder. Onda ise aklen bir ciheti ieabettirme olmadığı gibi, bir ciheti de menetme yoktur. Öyle ise peygamberler her hal ve durumda onlardan daha iyi ve evlâ olanını beyan etmek için ge­lirler[191]. Tevfik Allah'tandır.

Mu'cizelerde zikrolunan hususa gelince; gerçekten onlardan her biri için bilinen bir alâmet ve zahir olan bir işaret vardır. Bununla beraber bu hususa itirazda bulunmak ve kargı gelmek fasid ve batıldır. Zira o, bi­rini, verdiği haberinde tasdik etmek veyahut bir şeyi kesinlikle ikrar et­memekten hâli kalmaz. Eğer bîrinin verdiği haberi tasdik ederse, sorusu tasdik ettiği o şeye vaki olmuş olur. Eğer kesinlikle bir şey ikrar etmiyor­sa bu sefer haberi kendisinden düşmüş olur. Bununla beraber müşahede etme yolundan hakikatlerin gayri olarak çıkanlarla karşılaşma söyledi­ğinden daha açık ve seçik olur. Sonra onunla mevcudatı bilmeyi nefyet­mek vacip olmaz. Öyle ise zikrolunan hususlar nasıl vacip olur? Peygamherlerin asrının gayrinden zikrolunanlar ise, onlar, haberlerin kabul edil­mesinde bir sözdür. Kendisi mecbur olduğundan dolayı bir yönden ona lâ­zım olur. Böylece onun sa'y-u gayreti batıl olur.

Şu söylediği sözde münazara edilebilir : öğülen ve helâl kılınanlar­dan akim haranı kıldığı şeyi aklın icabettirdiği şeyden veyahut tabiatın gerektirdiği husustan onun hakkında ilmi olanın kendi nefsinin çirkin gör­düğü ve tabiatının nefret ettiği her şeyi menetmesi ve reddetme cihetine gitmesi hakkıdır. Böylece hükümleri, hakikatlerinden değiştirir ve bu hü­kümlerinin cehaletinden ve akılsızlığından dolayı meydana çıktığını be­yan eder. Onun gibisi olanın akim hakikatini bilmesi hakkıdır. Böylece hükmünü iptal etmiş, hevâ ve hevesten dolayı aklı bilmediğinden-kendi­sine kızıp öfkelenmiştir. Tevfik Allah'tandır.

Sonra eğer akıl ondan yani peygamberin gönderilmesinden müstağni olsaydı, peygamberlerin gönderilmesinin Allah'ın bir lûtfu ve ihsanı ba­bından olması da caiz olurdu. Zira Allah-u Teâlâ, ihsan sıfatıyla mevsuf ve maruftur. Allah'ın kulları, O'nun ihsanı altında dolaşıp dururlar. Al­lah'ın nimetlerinden hiç bir nimet yoktur ki, onunla kullarını süsleyip güzelleştirmek suretiyle onlara lûtfu ihsanda bulunmasın. İki göz, iki ku­lak ve bedende her sayı sahibi olan azayı örnek olarak verebiliriz. Her ne kadar onlarsiz yeteri kadarmca delil varsa da, Allah'ın nimetlerinin çok­luğunda ve tevhid ve peygamberliği ispat hakkında delillerden yaratmış olduğu hususlar çoktur. Ve sonra azı dahi delil olmaya kâfi ise de mey­veler ve lezzetli şeylerin çokluğu ile de delil getirilir.

* Sonra akıl, o hususlardaki ihtiyacı gidermeğe, her türlü yardımlaş­maya Allah-u Teâîâ'nm onlardan giderdiği müşkülâtları ve onlara has kıl­mış olduğu hususlarda akü ve görüş sahibi olanlarla istişarede kâfi ise de, sonra her çalışmada kendisinde harcanan tam bir çalışması bulun­muş olsa bile Allah-u Teâlâ'nın peygamberleri göndermesinde onlara bir kolaylık gösterme ve müşkülâtlarını halletmek suretiyle onların işlerini hafifletme ciheti görülür ki, bu husus da Allah-u Teâlâ'nm en büyük ni-metlerindendir. Bunun gibisine küfrân-ı nimette bulunmak, kişinin ahmaklığma ve kendisine verilen nimetleri bilmemesine delâlet eder. Hatta onları belâ ve musibet bile saymıştır. Bununla beraber akılların öyle meş­galeleri ve nefislerin de öyle hevâ ve istekleri vardır ki, onlar, akıllan durdurur. Varlıklarım kapatır. Öyle ise, peygamberleri göndermek, onlara bir yardım ve onları irşad etmektir. İşte o hususta akıllar onu sevme üzere yaratılmış oldukları şeyden ibarettir. Bununla beraber kendisinde noksanlık yönünü terketmek için korkutma, tenbih ve hatırlatma vardır. Böylece onda bakmayı teşvik eden, düşünceyi davet eden ve akılları kul-lanan hususlar bulunmuş olur. O da bütün dünya işlerinde ve memle­ket idaresindeki siyasetlerde bilinir. Bununla beraber hevâ ve heves ona zıt ve düşman olarak kılınmıştır. Hevâ ve hevese gerçekten arzu ve is­teklerden, şehvetlerden ve bunları süsleyen şeytanlardan yardımcılar ya­pılmıştır. Öyle ise akıllar için yardımcılar meydana getirmek nasıl inkâr edilir? İşte akıllara yardımcı olmada peygamberler daha lâyık, daha ev­lâdır.

Sonra gerçekten heva ve hevesin isteklerin hepsi müşahede edilmiş­tir hissedilmiştir Hakkın amelinin sebeblerinin hepsi de gaiptir, görül­memektedir. Çünkü söylenen sevap, azap, emri, şehevî istekler ve lezzetli hususları terketmeği yadetmekten ibarettir. O ise tabiata ve heva ve he­vese güç olan bir iştir. Bunun içindir ki, o hususlarda onları Ahiret âlemini görmeğe davet eden kimsenin görüşü ile ve kendisinde kolaydan güçlüğe dönüşen hususlardan haber verenlerin yardımını istemeğe muhtaç olur­lar. O da mahlûkatm hakkı olmuş olur. Böylece tabiata muvafık olan şe­yin kolaylığı gibi tabiata kolaylık hasıl olmuş olur. Tevfik Allah'tandır.

Asıl olandan başka bir çeşit vardı ki, o da peygamberlerin beraber­lerinde kendilerini inkâr edenlerin hepsine bildirecek husustan olmak üze­re delillerin bulunmasıdır ki, onlardan hiç birinin peygamberi yalanlama­yı gerçekleştirecek delil veyahut kendisinden inatçılarda bulunan sıfatı giderecek bir şey bulunmaz. Bununla beraber peygamberleri inkâr eden­lerin onların delillerine mı^tabelede bulunacak bir çok hileleri vardır. Bazan da peygamberleri sihirbazlık ve diğer yönlerde ta'n etmeleri bulun­maktadır. Sonra peygamberlerin getirmiş oldukları nurları söndürmek hakkında dünyalarında en büyük çabayı harcayıp ellerinden geleni geri komanıalarına rağmen onlar, o nurun parlaması ve galebe çalmasından başka bir gey görmediler. Hatta Allah-u Teâlâ, bütün mahlûkatı peygam­berlere inananlara muhtaç bırakmıştır. Öylesine muhtaç kılmıştır ki, on­ların peygamberlerin getirdiklerinden bildikleri hususları öğrenmeğe kal­kışmışlardır. Çünkü onlar kendi işlerinde yararlı olacak ve kendileri­ni zenginleştirecek hususları müminlerin bildiklerinde görüyor ve kendi işlerine yararlı olmasını ümit ediyorlardı ve böylece o hususlar kendi söz­lerine[192] muvaffak olurdu. İşte dünya hükümdarlarının siyasetleri buna göre carî olmuştur.

Sonra hiç bir millet yoktur ki, kendilerinin amel edecekleri, yaşan­tılarım nizâm ve intizama sokacak kanunlara tâbi olmasın; benimseme­leri gereken temel prensipler olmasın. Her millet, idarecileri tarafından konan kanun ve yönetmeliklere uymak zorundadır. Bunun içindir ki, on­lar gibileri için kendilerini yarattığı zaman onlara yararlı olan hususları bilen ve meydana getiren bir yaratıcı ve idare edicinin bulunması elbet-teki lâzımdır. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Sonra biz burada Verrâk'm[193] söylediklerinden bir kısmını zikrede­ceğiz : Peygamberlerin tevhîd akidesini ispat edecek mucizelerden izhar ettikleri husus hakkında şöyle der : Peygamberler, mahlûkatm imtihan oldukları kuvvetlerle imtihana tâbi' tutulmadılar. Fiiller hakkında kendi­lerinden yardım taleb edilen âlemin tabiatlarına da vakıf kılınmadılar. Hatta onların ekserisinin ilmi o hususa ulaşmamıştır. Onlarla hilelerin ulaştığı yerleri nasıl bilirler? Onların gördükleri taaccüp verecek, insanı hayret içinde bırakacak oyundan başka bir şey midir? Sihrin meydana gelmesi de mıknatısın demiri kendisine çekmesinden başka bir şey midir?

Kendisine cevap olarak göyle denir : Sen, şu söylediğin sözlerin bir ta'n ve lekelemek olduğunu bilmen için, zikretiğin yere ulagtın mı? Pey­gamberler, her ne söylemişlerse ifade buyurduklarının her biri ilk orta­ya attığı bâtıl sözünün cevabını teşkil eder. Kendisine verilecek olan bir cevap da şöyledir : Eğer âlemin cevherinde zikrettiği husus bulunup mıknatıs hakkında söylediği şeyin zahir olması ihtimali bulunmuş olsay­dı; zikretiğinin taştan zuhuru mümkün olmazdı. Çünkü mucizeîerdeki uzaklığı, ihtimalin dışında olduğundan özel olan ancak kendi ismi için muhafaza edilir. Onu âlemin cevherine tahsis etmek, gerçekten çok taac­cüp edilecek bir husustur. Öyle ise onlar, peygamberleri izhar ettikleri mucizeleri vacip kılar. Hususiyle mucizelerin onlar için"[194] iddia ettiği şey­le cevherlerin dışına çıkmaktan ibaret olan mucize getirilmiş olur.

Bununla beraber, biz geçen konularda açıklamıştık ki, gerçekten Peygamber bir tabiat üzere bulunan kavmin arasında doğup yetişmiş­tir. Onlar, peygamberin getirip tebliğ ettiği hususu görmüşler, dâvasını te'yîd eden mucizelerin getirilmesi gibi hususların[195] benzeri gibisini biri­nin cevheri ile meydana gelmesi mümkün olmadığını bilmişlerdir.

Sonra yerin cevherine muttali olmakla onlardan mümkün olmayan şeylerin çeşitlerinden omlak üzere peygamberlerden bir çok mucizeler zuhur etmiştir. Ancak yerin cevherlerini bilen kimse müstesna. İşte zik-roluııanlar bu hususta bulunur. Oysaki peygamberliği hak ve gerçek olan hiç bir nebiy yoktur ki, mucizeler olmasa dahi onun sözünün kabul edil­mesini gerektiren ve dpğruluk alâmetlerini belirten hususların kendisin­de bulunduğunu kavmi müşahade etmiş olmasın. Sonra kendisine şöyle de denir : Sen, dünyadaki haberleri kabul edenlerden misin? Eğer evet derse; doğru söylediğini isbat etmesi için peygamberlerin delillerinden daha açık bir delil getirmesini kendisinden istenir. O hususta zikretti­ğim şeyin vacip olduğunu söylemek ifade edilir. Eğer hayır derse, akıl ve yalana delil olacak herşey, kendisinin aleyhinde şahid olur.

îbni Râvendî ona itiraz ederek der ki : Biri iddia edip dese ki; kendisi öyle bir yaratılıştadır ki, onunla yıldızlarla konuşur, yahut gü­neşe karşı dikiliverirse güneşin ziyasını giderir, yahut denize elini değ­dirdiği zaman deniz, içinde bulunanların hepsini dışarı atar, denize aya­ğım değdirdiği zaman ise deniz hemen buharlaşıp yükselir, göğe doğru çıkıp yağmur yağdıran bulut olur. Bilinen tabiat ve yaratılışlarının dı­şına çıktıklarını öne sürdüğü şeyin yalanlanması lâzım olduğu gibi ilk sarfettiği sözün de onun gibi olup yalanlanması gerekir. Bununla bera­ber yalanlayanın yanında hiç bir şey yoktur. Diğerinin yanında ise, zan-lar ve ihtimal dahilinde bulunmak, reddolunan ve kendisinde ayıp ol­ması mümkün olan şey bulunur. Delil ise, açık ve seçik olarak meydan­dadır. Öyle ise onu söyleyip kabul etmek lâzımdır. Verrâk'ın görüşüne her ne kadar hepsi peygambere şahit olmadhar, onlara inanmadılarsa da beşerin tümünün Ölümün varlığı üzerinde fikir birliği yapmaları ile delil getirip onu çürütmeğe kalktı. Böylece o da ölümün mevcudiyeti hakkında icma bulunduğunu ifade edip kabul etti.

Ebu Mansur (r.a.) diyor ki : Hakikaten o, şâhid olmadığını bili­yor. Bilâkis onun ilmine hiç bir şey ulaşmamıştır. îkinci olarak'da o husus hakkındaki delilini mihnet ve musibete talik etmiştir ki, o da mu­hakkak lâyık olmuştur. Üçüncü olarak ise; denir ki : «Çünkü o, tedbi­re ulaşmamıştır; Öyle ise onun peygamberlerin söylediği husus olduğu sabit olur.»

İleri sürdüğü felsefî fikir ve görüşüne de şu cevabı vermiştir : Hay­vanda bulunan terkip, ölen bir terkiptir. Bir grup insan eğer onu idrâk etmiş olsalardı peygamberleri de idrâk ederlerdi; dedikten sonra siz onun aptallığını düşününüz ki, sonra delil olduğu halde peygamberlerin sözünü inkâr ediyor. İkinci olarak; gerçekten filozofların hepsinin aklı imtihan olunmamıştır. Onlar da hepsinin tabiatlarım anlayıp inceleme­miştir, tecrübe etmemişlerdir. Üçüncü olarak da der ki : Eğer hayvan terkiple olmuş olsaydı hayatının miktarı ve müddeti muhtelif olmazdı.

Tabiat bakımından diyor ki : Gerçekten nefis onu reddetmeğe ta­mah etmiyor. Ona galip gelmeği de ummuyor. Onun cevabı da şöyle­dir : Hakikaten hepsinin tabiatları imtihana tâbi tutulmamıştır. İkin­cisi, peygamberlerin sözünden istifade etmekle buna ulaşıp yerleşmişler­dir. Üçüncü olarak da denir ki: Peygamberlerin mucizeleri böyledir O, ancak onlar gibisini getirmekle güç olanı tamah eder. Halbuki onlar, tamaha ihtimalleri bakımından var olmuşlardır. Bununla beraber onlar­da korkutmak ve azarlamakla birlikte tamah etmeme hususu da vardır. Onlar da ayın yarılması gibi kesinlikle tamah etme ihtimali bulunmıyan-lar da vardır.

Sonra kendisine şöyle denir : Sen muhakkak olarak bir şeye inanır mısın? Eğer hayır, inanmam, derse; anlaşılır ki o, zikrettiği kimseyi ya­lanlamaya inanmadığını ve onun da kendisi olmadığını ikrar etmiş olur. O, ne diridir ve ne de ölü. Binaenaleyh ona itiraz etme ve cevap verme teklifinde bulunmak hatadır. Eğer evet, bir şeye kesinlikle inanırım der­se; kendisine şöyle denir : Belki sen ona idrâkinin kuvvete ulaşamadığı ve ilminin eşyayı ihata edebilecek bir noktaya varamadığı şeyle inanı­yorsun. Çünkü sen inananlardan bir çoğunun itikadının bâtıl ve fâsıd olduğunu gördün. Belki de senin tabiatın sana o fesadı göstermiştir. Ta­biatlardan temiz ve pak bir tabiatın, senin inandığın şeyi idrâk etmiş olması ve senin de cehlini ortaya çıkarmış bulunması cazidir. Ne kadar söylediği söz varsa o, onun İnkâr ettiği sözlerin hepsine cevap teşkil etmektedir. Meselenin aslı odur ki; gerçekten her kimse marifetlerin dı­şına çıkarmayı, o yok idi veyahut belki de yoktu demenin dışında, tabiat-lerde bir şey olmaksızın hiç bir şey bulunmaz diye konuşmayı denerse, o kimse muhakkak bir şeyi ispat etme veyahut nefyetme yolunu kapa­tıp iptal etmiş olur. Bu suretle şek ve şüphe edenlerin tarifi hakkında hepsinin açıkça beyanı olmuş olur. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Sonra bizim katımızda peygamberlerin bildirmeleri hakkında asıl olan iki vecihtir. Birincisi; peygamberlerin halleri öyle bir şekilde zuhur etmiştir ki, akılları kendilerinden[196] şüpheyi reddeden, küçükken olsun, büyükken olsun onlarla birlikte yaşadıkları,[197] kendilerinde nıüşahade et­tikleri şeyle onlardan kötü düşünceyi kabullenmekten çekindi de onları[198] milletleri arasındaki hayatlarında'[199] tertemiz, ak - pâk ve her türlü kö­tülükten korunmuş ve kaçınmış bir halde bulundular ki, peygamberlerle kavimleri arasında peygamberlik sıfatları hususunda hiç bir eşitlik bu­lunmasının ihtimali yoktur. Onların yetişmeleri de peygamberlerin ye­tişme seviyelerine ulaşmamıştır. Peygamberlerin halleri kendilerine za­hir olmuştur.[200] Peygamberlerin yerleşip yayılmaları da onların arasında vukubulmuştur.[201] Gerçekten bu hususları ihata etmekle bilir ki; onların hepsi peygamberleri şerefli bir makamda bulundurmayı[202] bilen kimsenin korumasıdır. O koruyucu, onları[203] gizli olanlardan ve ayıplardan uzak olarak emin[204] kimseler yaratmıştır. Bu tabiatın kendisini kabul etme­ğe meylettiği şey ve aklen de işlerinin hepsini[205] güzel gördüğü husustur.

Bunun için, onu reddeden, bildikten sonra ona kin besleyen, getir­diğini kabul etmemede inatlaşan kimsenin reddetmesi gibi reddeder. Bunu, ya onun hilâfına hareket etmeği âdet edindiği, ünsiyet kesbettiğinden dolayı, yahut hemen şöhrete ulaşmak ve şerefe kavuşmak için veyahut da bir çok tamah ve ümitlerden dolayı yapmıştır. Yoksa, hiç bir kalb yoktur ki, mevkii ve derecesi bunun aşağısında olmayana meyletmesin. Kuvvet ancak Allah'tandır.

İkinci vecih şöyle ifade edilir : Peygamberlerin izhar ettikleri mu­cizeler, basiretli olan kimselerin onlar gibisine tamah etmelerinin müm­kün olmadığı veyahut mucizelerin künhünü anlamaya ulaşamadıkları şeylerden olmaları ile kendilerinin tabiatları dışında vukubulmuştur. Bununla beraber birisinin, öğrenmek ve çalışmakla bu hususlara, yani mucizeleri meydana getirmeye ulaşmasının ihtimali olsaydı, gerçekten peygamberlerin mucizeleri yaratılışlarındaki peygamberlik vasfı ile olur­du, yoksa Öğrenmek ve çalışmaklan değil; onlar, o şekilde terbiye edilip yetiştirilmiştir. Onların mucizelerinden istifade ederek meydana getir­dikleri düşünülemez. Hakikatte Allah onlara, mucizeleri ikram etmiş­tir.[206]Çünkü Allah, onları kendisinin vahyine emin kılmıştır.[207] ST Onlar­da Öyle bir mânâlar vardır ki; o mânâlarla kendileri sihirbazların mafev­kinde bulunurlar. Gerçekten sihir ilminin aslı gökten gelmedir.. Fakat insanlar onun aslını unuttular ve Öğrenmekle sihri nesilden nesile ulaş­tırdılar. San'atlar, meslekler ve kazançların hepsi de böyledir. Kim ki, ikram olunmuş, fakat bu ikramın bilinen yoldan olmadığı zahir olmuş­sa, o bilir ki gerçekten o ikram yüce olan Allah'ın tahsis etmesidir. Bu­nunla beraber onlarla beraber öyle mânâlar vardır ki, o mânâlarla ken­dilerinin peygamber olarak gönderildiği bilinir. O mânâlar, öyle haki­katler meydana çıkarır ki, mahlûkat baki kaldığı müddetçe baki kalır. Sihir de gözün alıp, sonradan kaybettiği bir şeyden ibarettir. İkinci'olarak gerçekten peygamberlerin mucizesi, peygamber olmayanın onu iddia etmesini meneder. Eğer bir yönünde sihir olmuş olsaydı, onunla bera­ber baki kalırdı. Hal bu ise, böyle bir şey yoktur. Üçüncü olarak denir ki : Gerçekten öğrenmekle garip ve acaip olan şeyleri meydana çıkar­makla mükellef olan o kimseler, evet onlar,[208] muhakkak şu hususa mey­lederler ki, eğer yaptığı sihir hak olmuş olsaydı, o sihir kendisini dün­ya metâmdan müstağni kılardı. Böylece sihirbazlarla beraber yalana delil bulunur.

Dördüncü olarak da şöyle denir : Gerçekten peygamberler insani? nn karakterinde inkâr hususu bulunan şeyi hamilen gelmişlerdir. Onlar da lezzetli ve şehevî isteklerden menetme ve insanların dünyada şeref ve haysiyet, namus ve izzetlerini koruyacak hususlardır. Peygamberler, insanları adı geçen iyi hususlara Allah için imtisal etmelerini ve kötü lükleri de Allah için terketmelerine çağırmışlardır. Beşinci husus ise; peygamberler, insanlardan gelen tehlikelerle çevrilmişlerdir. İnsanlar, peygamberlerin aleyhindeki çabalarını, onların zayıf oldukları ve insan­lardan kendilerine az yardımcı bulunduğu vakitte göstermişlerdir. Ve aynı zamanda peygamberlere inanmayanların bu kötü hareketleri pey­gamberlerin, zalim hükümdarlara karşı çıkıp onların zevkli yaşantıları­nı bozmak suretiyle onların tedirgin ettikleri vakitte vukubuhnuştur ki, kendileri Allah katından gelen yardımla kuvvetlerini izhar etmişlerdir. Peygamberler, hükümdarların kendilerine muhalif olanlara kötülük edip cezalandırdıklarım ve özellikle muhalefet edenlerden topluluklarını boza­cak ve işlerini dağıtacak olan kimseden korktuklarını bilirlerdi. Ve yine peygamberler gerçekten akılların kabul edecekleri hususu beyan eder­lerdi. Siyasetleri, milleti ve memleketi idare etmekteki siyasetin en gü­zeli idî. tnsanlan derleyip toplamak istedikleri husus, insanların din ve dünya menfaatlarmı, refah ve saadetlerini temin edecek en mükemmel hususlar idi. Ve yine peygamberler, hiç bir şeyde ona kendi içtihatların­dan davet ettikleriyle kusur etmediler. Onların, kendi dâvalarının hiç bir noktasından rücu ettikleri rivayet edilmemiştir. Ve hatta görülmemiş­tir. Onların ahlâklarından hiç bir kötü ahlâk bulunduğu bilinmemiştir. [209]Peygamberlerde, insanların kendilerinden uzaklaşmasını doğuracak se­beplerden hiç bir şey bulunmaz. Onlar, cömertlik, cesurluk, üstün ah­lâk, mahlûkata rahmet ve şefkatte bulunma, dünyada zühd ve takva sahibi olma, mahlûkatın yararına olan her türlü zahmet verici hususu yüklenme, bunlardan daha başka herkesi kendisine meylettirecek güzel huy ve kendisine hürmet ve tazim ifade edecek makam ve mekân sa­hibi olma gibi noksan olmayan ve tamam olan hususlarla vasfolunma-Iarı, dâvalarında haklı olmalarının en büyük delilleridir. Binâenaleyh nasıl olur da üstün ahlâktan bilinen huyları kendisinde toplayan ve Al-lah-u Teâlâ'nın emri ve izniyle en güzel bir şekilde edâ eden, kendisine isabet ettiği belâ ve musibete sabreden kimse, peygamber olmaz ki! O, gelen musibete tahammül etmiştir. Musibetlerden[210] hiç bir şeye kendi­lerinden başkası tahammül edemez. Ve bazı yumuşaklık göstermek su­retiyle kurtuluş sağlarlardı. Yine peygamberler, sonuçların güzel olaca­ğım vaadederler ve her türlü iş hakkında kendilerine rücu edilirdi. Bü­tün işler buna göre carî olurdu. Yine peygamberler hakkında onlara bü­yük olduklarını bilerek bakan ve kendilerine yararlı öğütleri dinleyen hiç bir kimseye söylenmez ki, onların sözlerinin hak olduğunu ve ken­dilerinin yüce bir şahsiyete sahip olduğunu görmesinler. Ona tâbi olan­dan hiç bir kimse yoktur ki, ona muhalefet etsin. Ancak muhalefet et­mesi onun dünyayı Ahiret'e, bâtılı da hakka tercih ettiğini kendisinden bilindikten sonra vukubulnıuştur. Bu zikrolunan iyi ve güzel sıfatlardan hepsi Peygamberimiz Muhammed Mustafa (s.a.v.) de mevcut idi.

Bunlardan başka peygamberliğini izhar etmeği devam ettirecek âyet­ler ve mucizeleri vardır. O, «Hâmetü'l - Enbiyâ»dır. Onun mucizelerinden biri de bu Kur'an'dır ki, onunla bütün kâfirleri, ins ve cin[211] den kendile­rine yardım edenlerle birlikte aynısını getirmelerini istiyerek tahaddi etmiştir. Bu hususa sefih, korkak ve akılsız ve aptal olduğundan kav­mi ve milleti kendisini terkedip atandan başkası tamah etmemiştir. Kur'an-ı Kerîm'de kıyamete kadar vukubulacak bütün hâdiselerin hü­küm ve hikmetleri beyan edilmektedir ki, kendisinin ebedî olan ve bü­tün gaybı bilen Allah tarafından geldiği bilinsin. Ve yine kendisiyle memleketlerin fethedilmesi müjdeleri ve dininin dinler ehli arasında en üstün bir din olarak bildirilmiştir. Kur'an-ı Kerîm'de geçen zamanlar­da vukubulacak hâdiselerin haberleri vardır. O haberleri bilenlerden hiç bir kimse ihtilâf etmediğini insanlar bilirler. Hiç bir kitaba bakılmamış-tır ki, o âyetler kendisinde baki kalsın. Bununla beraber semavî kitap­ların yanında Kur'an'm durumu zikredilmiştir. Kur'an-ı Kerîm, ehl-i ki­taptan deliller istedi, ehl-i kitap [212]onu inkâr edemedi. Onları kendi nefis­lerine meylettirerek susturdu. Hatta ehl-i kitabı lânetleşmeye davet etti. Yahudilere Allah-u Teâlâ'nın «Ey Resulüm (yahudilere) söyle : Eğer cennet (sizin iddianıza göre) diğer insanlara ait olmayıp Allah tarafın­dan size has kılınmış ise ve bunda sadıklarsanız Ölümü temenni edin.»61 kavl-i celîli ile Allah'ın lanetinin yalan söyleyenin üzerine olmasını te­menni etmeğe davet etti. Hıristiyanîarı da aynı şekilde Allah-u Teâlâ'­nın «...Gelin, oğullarımızı ve oğullarınızı, kadınlarımızı ve kadınlarınızı, bizleri ve sizleri çağıralım; sonra hepimiz duâ edip yalvaralım da Al­lah'ın lanetini yalancıların üzerine okuyalım»[213] kavli ile lânetleşmeğe çağırmıştır. Ve hepsini birden de, Allah-u Teâlâ'nın : «...Artık hepiniz toplanın, bana istediğiniz tuzağı kurun, sonra bir an bile müsaade et­meyin»[214] kavli celîli ile de münazaraya çağırmıştır. Onlara şefkat ve merhametini izhar etmek ve onların emniyet içinde bulunduklarını bil­dirmek ve Allah-u Teâlâ'nın : «...Allah, seni insanlardan koruyacak­tır.»[215] kavli celîli ile Allah'a güveni beyan etmesi de Kur'an'da bulunan mucizelerdendir. Bununla beraber Peygamber Aleyhisselâm'm yaradılış itibariyle mucizeleri vardır. Onlardan olmak üzere şu mucizeleri sayabi­liriz : O, yani Peygamber Aleyhisselâm, Âdem Aleyhisselâm'dan itiba­ren bedenlerde bulunan ve nesilden nesile intikal eden bir nûr olması ve aynı nûr olarak peder-i âlîlerinden dünyaya teşrif etmeleri. îki omu­zu arasında peygamberlik mührünün bulunması, üstünlük sıfatıyla vas-folunması ki, iki uzun kişi arasında bulunduğunda onlardan daha üstün ve yüksek görünürdü. Kendisine vahiy gelmezden önce üzerinde bulut dolaşıp gölge yapması, sonra karnının yarılması, yani, melek tarafından yapılan bir ameliye ile iç uzuvlarının temizlenmesi —ki bu bilinen bir husustur— ve temizlendikten sonra tekrar yerine yerleştirilmesi. Kav­minin putlara ibadet etmeğe düşkün olmaları ile beraber, küçüklüğünde putlara ibadetten uzak kalması ve terketmesi. Abbas'ın kendisi ile duâ ederek yağmur talep etmesi neticesinde yağmurun yağması. Sonra kâ­firlerin onuna muamelesinden vasfettikleri husus ki, o, ne mudarada bulunur ve ne münakaşa ederdi. Kötü ve fahiş sözlü ve hareketli olma­dığı gibi gürültüsü de değildi. Sonra O'nun hiç bir yalanım yakalayama-dılar. Düşmanları O'nu böylece vasfettiler. Sonra insanların hakkında ihtilâf edip ancak sihirle, kehânetle, şiirle ve benzeri hususlarla bildik­leri şey için getirdiği âyet ve mucizeler. Bunların hepsi ancak âyet ve mucizeleri çok olması için vukubulmugtur. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Sonra, Kur'an'la ihticac olunan Verrâk, birkaç yönden bu hususa taan etmiştir. Birincisi onların belagat ve fesahatte birbirlerine benze­memeleri; belki o, içlerinde en fesahat ve belagat sahibi olanın meyda­na getirdiği eserlerdir. İkincisi; gerçekten peygamberle savaşmaları, Kur'an'm aynısını söylemek ve getirmekten onları meşgul etmiş ve alı­koymuştur. Üçüncüsü; hakikaten onlar, görüş ve bilim, düşünce ve fi­kir sahibi değillerdi. Görülmüyor mu ki, zaruret erbabınca sebepleri tam mânâsı ile bulunmakla beraber ikrar etmede ve kazanç erbabınca aynı sebeplerin bulunması ile beraber bakma ve düşünme ve bilmeden menediîmişlerdir. Dördüncüsü; bütün millet içinden kendisine o şeyin bulunmasını icabettirmeksizdn birinin güç ve kuvvetle tahsis edilmesi. Meselâ peygamberlik verilmesi gibi. Veyahut onların kudretlerinin fikir ve seçmek ile kâim olması ki, onlar bununla mükellef kılınmadılar. Bu iftira ve ta'nlarına göyle cevap verilir : Birincisi; istenildiği şekilde ça-hşıldıktan sonra zikrolunan hususlardan uzak kaldıkları ve imtina' et­tikleri husus delâlet eder ki, onları peygamber terketmeyip, kendilerinin terketmesi kendiliğinden vâki olmamıştır. Bilâkis, onların yaratılışların­da bu husus mevcut olduğu için onu terketmişlerdir. İkinci olarak söy­le denir : Eğer öyle olmuş olsaydı, onun gibisi Allah-u Teâlâ'nm «...Ye­min olsun, eğer insanlar ve cinler, bu Kur'an'm benzerini getirmek üze­re toplansalar, birbirine yardımcı da olsalar, yine onun benzerini geti­remezler.»[216] kavl-i celîline muhatap olan kimselerden olması muhtemel olmazdı da beşerden birinin onun dille ulaşmış olduğu ilme ve merte­beye ilmiyle olsun ulaşmış olurdu. Üçüncü olarak da şu hususta cevap verilir; gerçekten peygamber, onların arasında yetişmiştir. Onların için­de yaşayan kimse, dillerini bilir. Peygamberde bulunanların hepsinin pey­gamberden başkasında olmayıp Allah tarafından özellikle peygambere ve­rilmemiş olsaydı ve bu makamda yani peygamberlik makamında olması imkân ve ihtimal dahilinde olmazdı. Dördüncüsü; onlar, fende, ilimde şöhret bulmuş, bilinen milletlere cevap vermek için zorlandılar. Hatta bir kaside için bir yıl müthiş çalışmalarda bile bulundular. Eğer onla­rın gücünün yetmesi veyahut başka yollardan ulaşma umudunun bulun­ması muhtemel olsaydı onların bu hususu terketmeîeri ihtimali bulun­mazdı. Bunda, onlar bir millete benzetilmektedir ki onlar, bu Nûr'u söndürmek için can ve mallarını ve bütün varlıklarını harcamışlardır.

İkinci bölüm olarak zikrolunanların muhtemel olmadığı söylenir. Çünkü bununla onlar, mallarını, canlarını harcamaktan müstağni idiler. Ve onlar harplerden önce yirmi seneye yakın bir zamanı ihmal edip boşa geçirmişlerdir. Ve âyet-i celîledeki ifade de cin ve ins'e sitem vardır. Mu­harebe eden de ancak bir millet idi. Ve sonra gerçekten savaşmak on­ları Rasulullah'dan (s.a.v.) işittikleri ile savaşmaktan menetmemiştir. Eğer onların güç ve kuvvetlerinin yetmesi muhtemel olsaydı, Kur'an'la da savaşmaktan onları meneden bulunmazdı. Üçüncü bölüm olarak da şu fikir ortaya atılabilir : Eğer böyle olmuş olsaydı onlar, inkâr ve red­detmekle karşılaşırlarda. Tıpkı Örf ve âdette redolunduğu gibi. Yoksa boyun eğme ve imtina' etmekle karşılanmaklardı. Halbuki arapîar, akıl bakımından insanların en zekisi, âdet ve Örflerine bağlı kalmakta da en çetin hareket edenlerdir. Gerçekte onlar, şairlere karşı şiirlerle sa­vaş açıp çarpışmışlardır.

Sonra sitem bütün beşer ve cinlere vukubulmuştur. O husus ger­çekten yayılmış ve her yerde zuhur etmiştir. Yine onu bu yöne ve getir­miş olduğu hususu yaymaya sevkeden güç, onların arasında yetişme­sinden"[217] hasıl olmuştur. Eğer onların arasında neşet etmesiyle[218] bera­ber kendisinde bir görüş, bir anlayış var idi ise yine o, kendisindeki be­şer üstü kabiliyetin bulunmasından dolayı idi. Kuvvet ancak Allah'tan­dır. Dördüncü sözüne göyle cveap veriliyor : Gerçekten Allah-u Teâlâ, birine bir kuvveti has kılarsa ona hiç bir kimse ortak olamaz ve onu sözle peygamberlik dâvasından menedemez. Tıpkı mıknatısa galebe çal­mak isteyeni menetiği gibi. Eğer onun iddia ettiği, yani kendiliğinden iddia etiği büinseydi şüphesiz ki Allah ona peygamberliği vermezdi. İkinci olarak denir ki; bir şey hakkında hiç bir kimse yoktur ki, ken­disine kuvvet bakımından üstünlük verilsin de başkası aynı kuvvetin tamamını elde etmeye veyahut kudretinin yettiği kadannca o çeşit kud­retle âmel etmeğe tamah etmesin. Bu hususta delil, tabiatın dışına çı­kan şeydir.

Sonra eğer peygamberin kendisine verilen kuvvet üstünlüğü, kendi âmelinden ve çalışmasından olsaydı, onları kendilerine ulaştırmak için elinden bîr şey gelmemiş olurdu. Kuvvet üstünlüğü onlarda yoktur. Çün­kü peygamberde olanın benzeri hiç bir şeyde bulunmaz. Bu hususlar delâlet eder ki, Allah-u Teâlâ, kendi sözüne alâmet ve işaret olması için onu peygamberinde yaratmıştır.

Biz, inşaallah bu te'villerin tümünü kendi bölümündeki sözü bitir­dikten ve bedîhî olarak ifade edilen sözden sonra zikredeceğiz. Onlar gerçekten geciktirildiler. Bununla beraber beşerden, kuvvetin üstünlüğü kendisinden sorulduğu vakitte onu bilen kimsenin olmasının ihtimali yoktur. Onlar, gürler yazmakla, sonra savaşların vukuu ile ve yardım­cıları toplamakla, araç ve gereçleri elde etmek için mal ve mülk har­camakla ve kendi yaşıtları ile çatışmakla ve en korkunç bir şekilde bir­birleri ile vuruşmakla mükellef idiler. Eğer onlarda bu hususu yerine getirmek için çalışmada bulunma heves ve isteklerinin ihtimali olsaydı, bu iş onlara çok kolay gelirdi. Sonra onlar, üç âyet gibi sûrenin geti­rilmesi için çağrıldılar. Eğer beşerin gücünün buna yetmesi ihtimali bu­lunmuş olsaydı, bu hususu yerine getirmek için zamandan bir saat kâfi gelmiş olurdu. [219]



İbni Râvendî'nin[220] Peygamberlik Hakkmdaki Kösleri Ve Sökerinin Fâsiâ Olmasının Açıldanması


Şeyh Ebu Mansur (r..a) diyor ki : îbni Râvendî, peygamberliği 'is­pat etmede geçen konulardaki gıda maddeleri ve öldürücü zehirler ile delil getirdi ve sonra şöyle dedi : haber hakkındaki iş, ya kesinlikle sabit olmamak veyahut da tevatürü ve tevatüre mecbur olan hususu ka­bul etmemizden hâli değildir. Eğer haberin kesinlikle sabit olmadığı ka­bul edilirse geçen günler ve o günlerde vukubulan hâdiseler ve uzak yer­ler hakkında malûmat sahibi olmayıp cahil olmak vacip olurdu. Mütevâtir haberi ve ona mecbur olan hususu kabul edersek onunla peygam­berlerin haberlerini kabul etmek vacip olur. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Sonra biz onun Kur'an'la deliller getirmeleri yönünden yaptığı taan ve sistemin fasid olduğunu açıklayan hususların cümlesini zikredeceğiz. Çünkü o deliler bir çok yönden ele alınmıştır.

Birincisi : Kur'an'm nazmı ile ki, onda arabm Örfünün ve âdeti­nin dışına çıkacak hiç bir garabet ve sonradan uydurma yok. idi. Bilâ­kis Kur'an'in nazmı en güzel nazım ve en tatlı lâfızdır. Arap, bu hu­susta en güç olan kuvvetlerini harcamaya tahammül etti. Hatta o uğur­da helak oldular. Kendilerince şeylerin en sevimlisinin selâmeti, sitem ve tahaddi ile beraber kolay olan işin terkedilmesinin imkân ve ihtimali bulunmaz. Halbuki onlar hayattır, ruhun ve canın tebeddül etmesi ona olan benimsemeleri ile ve tutumlu olmalarına rağmen ancak onların ya­radılışı veyahut imtihan olunmaları bakımmdan kendilerinde zuhur eden acizlikten dolayı vukubulmuştur.

İkincisi: Bütün işlerin beyan edilmesi ki, onunla ehl-i kitabın âlim­lerinin bilgisi olduğu ifade edilir, Peygamber'e (s.a.v.) şâhid olan kim­senin ihni ile bilinir ki, Peygamber Aleyhisselâm, onlara muhalefette bulunmamıştır. Peygamber Aleyhisselâm, yazı yazmasını bilmiyordu ki, onun söylenenleri yazıp tekrarlaması ve hazırlanması muhtemel olsun. Öyle ise, kendisine verilenin AHah-u Teâlâ'nm O,na talim etmesiyle ol­duğu sabit olur.

Üçüncüsü : Kendisine müyesser olan fütuhat İle verilen haberler; insanların, dinine fevç fevç, bölük bölük girmeleri; dininin düşmanları­nın çok olduğu, yardımcılarının az, kendisinin kuvvet bakımından zayıf olduğu bir zamanda diğer dinlerin üstüne bulunması. Bunların hepsi Kur'an-i Kerîm'in haber verdiği hususlardandır. Tevfik Allah'tandır.

Dördüncüsü : Gerçekten Allah-u Teâlâ Kur'an-ı Kerîminde Kıya­mete kadar olacak ve zuhur edecek olanların hepsinin asıllarını ve esas­larını cem'etmiştir. Bu da delâlet eder ki, o, gaybı bilendir. Hatta[221] Al­lah, Peygamberine o asıl ve esasları bildirmiştir.

Ve yine Allah-u Teâlâ, Kur'an-ı Kerîm'in, diğer AHah kitaplarına muvafık olduğunu izhar etmesi ve aşağıdaki âyeti celilelerde ifadesini bulduğu gibi onun ümmetinin ve Muhammed Aleyhisselâm'm sıfatları­nın Kur'an-ı Kerîm'de beyan edilmesi de ifade edilen delillerdendir. Bu husustaki âyetler : «Onlar ki yanlarında bulunan Tevrat ve İncil'de is­mini yazılı buldukları iimm-i peygamber O Resule tâbi' olurlar.[222] Mu­hammed (s.a.v.) Allah'ın peygamberidir.»[223] «Kendilerine kitap verdikle­rimi^ Hazreti Peygamberi, öz oğullarını tanır gibi tanırlar.»[224] Bunlar, onlardan hiç birinin inkâr etmeğe ve reddetmeğe cür'et ve cesaret ede­medikleri gerçekleri ifade eden âyetlerdir. Öyle ise bu kitapları gön­derenin ve indirenin Allah-u Teâlâ olduğu sabit olmuştur. Zamanların muhtelif, vakitlerin birbirinden uzak olmalarına rağmen hepsini yekdi­ğerine muvafık olarak göndermiştir ki, gerçekten Kur'an, kendisinden diğer kitapların gelmiş olduğu zât-ı subhânî tarafından gönderildiğini ve kendisinin kadîm olduğunu, onun delilinin ilk ve son gelenlerden her ferd hakkında devamlı olarak carî olduğunu bilsinler. Ve yine lânetleş-me hususunda zikri geçen ve peygamberler şundan sorulurdu ve bu hu­susta kendilerinden fetva istenirdi gibi verilen kaberlerden hepsi zikro-lunan hususlardandır. Kur'an'da zikrolunan cinlerin kıssası ve onların peygamberi tasdik etmeleri ve gerçek olduğuna dair şehadet etmeleri, diğer kitaplara olan[225] muvafakati ile olduğu zahirdir. İsmet, Allah'tan­dır.

Bu mevzuda asıl olan şudur ki, gerçekten Resulûllah Sallalahû aley­hi vesellem öyle bir asırda peygamber olarak gönderildi ki, o zaman tevhîd bilinmiyordu. Bilâkis, putlara, ateşlere ve heykellere ibadet eden­lerle dolu idi dünya. Binaenaleyh kendisine Kur'an'dan gönderilen husus en başarı sağlanmış hususlardan[226] idi ki, eğer insanlardan geçen kim­selerden teşkil eden âlemin muvahhidi toplanmış olsaydı ve delilinin üstünlüğü ebediyyen kendisine bahsedilen kimse olsaydı, bir mucid üze­re kadir olmayan o zaman da herşeyi ihata etmek şöyle dursun, onun, onda birine ulaşma ihtimali dahi bulunmazdı. Kuvvet ancak Allah'tan­dır.

Peygamberimiz Muhammed Mustafa Sallallahualeyhisevesellem'in peygamberliğini ispat etme babında bizim yahudîler için delil getîrmig olduğumun ve açıkladığımız Allah-u Teâlâ'nm : «...Eğer Cennet (sizin iddianıza göre) diğer insanlara ait olmayıp Allah tarafından size hâs kılınmış ise ve bunda sâdiklarsamz ölümü temenni edin...»[227]ayet-i celî-lesi ile iki yönden delil getirmiştir.

Birincisi : Vaadetmek ki, eğer gerçekten onlar ölümü isteselerdi muhakkak ölürlerdi.

İkincisi : Gerçekten yahudiler ebediyyen ölümü istemezler. Onlara öiümü istemekten daha kolay gelen bir şey yoktur. Hiristiyanlarla lanet-leşmeyi istemek ve lanetin vukubulduğunu haber vermekle de delil ge­tirdi. Öyle ise bu sıfatın kendi kitaplarında bilinmiş olan bir husus ol­duğu sabit olur.

Verrâk, sözlerine şu hususu da katmıştır : Yahudiler eğer dilleri ile ölümü isteselerdi, muhakkak kendilerine ölümün kalben istenmesi mu-rad olundu denirdi. İkinci olarak gerçekten onlar, Mûsâ ve İsa Aleyhis-selâmlara imân etmişlerdir. Her ikisi de müneccimlerin haber vermeleri gibi bu hususları kendilerine haber vermişîredir. Birincisine şöyle ce­vap veriliyor : Hakikaten lânetleşme bu hususa muhtemel değildir. Ve yine onlar basiret ehlindendir. Öyle ise eğer reddedilmiş olsalardı muhak­kak o hususu kalbleri ile işlediklerini ifade etmek suretiyle mukabelede bulunurlardı.

İkincisinin cevabı ise şöyle ifade edilmektedir : Eğer öyle olmuş olsaydı onlar, Allah-u Teâlâ'nm ; «...And olsun ki, inşaallah emniyet içinde bulunan kimseler olarak başlarmm traş etmiş ve kısaltmış oldu­ğunuz halde korkmaksızın mutlaka Mescid~i Harâm'a gireceksiniz.,.»[228] Ve «O Allah'tır ki, Peygamberini her dinin üstüne çıkarmak için, onu hi­dayet ve hak din ile gönderdi.»[229] mealindeki âyetlerin gelişinde ona mu­kabele etmekten imtina' etmezlerdi. Ve yine o husus ile olmuş olsaydı, tasdik etme, can ve mallardan ibaret olan egyânın en şereflisi olan ile mukabelede bulunma ihtimali için olurdu.

Fakih Ebu Mansur (r.a.) diyor ki: Eğer zikrolunan hususun var olması Resulullah'm vermiş olduğu haberle olmamış olsaydı onlar, elbetteki ölümü temennî etmezlerdi. Fakat bu verilen haber, onların bu hususu işlemiyeceklerini bilenin haberi ile vukubulmugtur. Kuvvet an­cak Allah'tandır.

Ve yine Verrâk, ta'n ederek der ki : Eğer müneccimlerin sözleri­nin hükmü üzere olup onların katında tekerrür etmemiş ve hatta cevap vermekten kaçınmış bir hâl almamış olsalardı, bunun dışında Resulul-lah'm getirmiş olduğu şeyde kendilerinde tekerrür etmezdi ve böylece onları korkutmuş olduğu şeyden çekinmezlerdi de müslüman olurlardı. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Ve yine Allah-u Teâlâ'nin «Sen bundan önce (Kur'an'ın gelmesinden evvel inen kitaplardan) hiç bir kitap okur değildin. Ve elinle de onu yazmazdın.»[230] mealindeki âyet-i celîleyi ta'n ederek der ki : Gerçekten ezberlemek, yazmanın yerini tutar. Çünkü ezberleme, okumakla olur. Üzerine ibkâ edilmek suretiyle olan ise o, okunan kitaptan olur.

Sonra o husus ancak onu bilen kimsenin nezdinde ihtilâfı zahir olan kimse ile olur. Malûmdur ki Peygamber onların arasında doğup bü­yümüştür. Bu hususlardan kendisinde bir şey vukubulduğu bilinmiyor. Eğer bir şey olmuş olsaydı, mukabelede bulunmakta şu kadarı kolay olurdu, ondan âciz kalmazlardı.

Kur'an haberleri hakkında da dil uzatarak der ki; Kur'an'ın haber­leri, haber-i âhâddır. Yani, kişilerin tek tek vermiş olduğu haberdir. Bu ise düpedüz yalandır. Çünkü Kur'an-ı Kerîm, bilâkis mütevetir; yani, cemaat olarak rivayet edilip gelmiştir. Bununla beraber onun bu kadar sözü ve ikrarı dahi bir delildir. Sonra cemaat olarak tevatürle olan ri­vayet hakkında da ta'nda bulunarak der ki; toplu halde bulunmak, işit­mekten, uzak kalmaktan veyahut işitmeğe yakın olmaktan hâli değil­dir. Eğer işitmeğe uzak olursa, hile girmesi ihtimali bulunur. Yakın olur­sa da işitme ancak az bir kimseye nasip ve müyesser olması muhtemel olur.

îbni Ravendi der ki : Bu cahiller mahfelierde bulunan kimselerdir. Yoksa onun hakkındaki iş öyle yayılmıştır ki, kendisinden.[231]önce ge­çenlerde bile sirayet etmiştir. Hatta ondan bir şey, yakın olanlardan şöyle dursun uzak kalanlara dahi gizli kalmamışür. Ve yine Yahudilerin ve hiristiyanların bu konuda icma' edip fikir birliğinde bulundukları ya­lanı ile dil uzatmıştır. îbni Ravendi, bu hususta şöyle diyor : O, ya ha­beri mutlaka ve kesinlikle inkâr etmiştir, böylece mani'yi taklid etmek­te ve bu sözünü ifade etmekteki tutum ve mezhebi bâtıl olur. Veyahut ta haberin vâki olduğunun caiz olduğunu ifade eder ki, bu takdirde aklî usuller hakkında hak ehlinin icma' ettiği noktaya rücû etmesi mutlaka gerekir ki, böylece onların icma' ve haberlerini kabul etmiş olur. Çün­kü onlar, bu hususa mütemessikdirler. Biz de Elhamdülillah, onlarız.

Şeyh Ebu Mansur (r.a.) diyor ki : Bu mevzuda asıl olan şudur ki; gerçekten haberlerin aklen kabul olunması lâzımdır. Çünkü onda işit­me ve konuşma hikmeti bâtıl olur ve kendisinde dünya ve ahiret ilim­leri zeval bulur ve bedenlerin hayatını temin eden besin maddeleri ve ilâçların asılları inkıtaa uğramış olur. Sonra haberlerin kendi büyüklük­lerini ifade edecek hususlar kadarmca yayılmaları güç olur. Meselâ; bir padişah, eğer öldürülmüş olursa onun bu hâdisesi zarurî olarak her ta­rafa kolaylıkla yayılır. Hattâ insanlar onun gibisinin gizli tutulmasını isteseler, ona kadir olamazlar. Mu'tâd olan marifetlerin dışında bulunan­lar da böyledir. Tehlikesi az veyahut da mu'tâd olduğu üzere cari olan şeyde ise onun meydana çıkması kolay ohnaz. Belki onun hatırlanma­mış olması da ihtimal dahilinde olur. Bu mahlûkatta ve yaradılışların­da bilinen bir husustur. Padişahların veya Sultanların hâkim olmaları, memleketlerin fethedilmesi hususundaki haberleri sür'atle yayılması da buna göre mütalâa edilir. îşte peygamberlerin getirdikleri iş de bunun gibidir. Çünkü onlar, insanlar katında mutad olan işlerin dışında bü­yük ve önemli işlerle gelmişlerdir.

Bunun için onların haberleri zahir olup dünyanın en uzak ve yakın yerlerine ulaşacak şekilde yayılır. Çünkü o haberler öyle bir vecihle olur ki, işitenlerin onu gizlemesine güçleri yetmez. Çünkü zikrettiğimiz gibi onun gibisini neşretmek insanların gözünden kaçmaz. Bununla be­raber zikrettiğim husus gibi kendisinde menfaat olmayan şey de yayı­lır. Öyle ise insanların ve mahlûkatm hepsine ilgili olarak gelenin ya­yılmasının anlamı daha haklı ve gerçek olarak görülmektedir. Bir kim­seden intişar eden ve yayılan her iş, habere avdet eder. O haber ya hak ve adalet üzere olur veyahut da zulüm üzere olur. Eğer zulüm üzere olursa, onda işlenen şey bilinir ve değiştirilir. Hak üzere olup tasdik edilen de ikrar olunmuş olur. îşte bunun için peygamberlerin haberle­rinin kendi hayatlarında intişar etmesi lâzım olur. Eğer onların habe­rinde bir şey işlendiği zahir olursa onun eseri, ve izi nehyedilmek ve değiştirilmek suretiyle imha edilir. Ve kendisinden gelen hak ve gerçek olarak baki kalır. Bunun delili de Resûlullah Sallallahualeyhivesellem'in emridir. Hattâ, uzak bir yer ve mekâna gelmez ki, orada kendisinin ese­ri açık seçik olarak bulmasın. Özellikle kendi asrı saadetlerinde. Çünkü uzak diyarlardan gelenler kendisine rücu' ederlerdi ve haberler kendi­sine ulaşırdı; ve böylece şah ve şerefi bütün ülkelerde zahir olurdu. Pey­gamberin haberi bir çok yönlerden böyle olduğuna göre onun peygam­berin haberleri âhâd haberlerindendir, demesinin bir mânâsı yoktur. Ve onun zikrettiği yönlerden de değildir. Bilâkis, mühim iş hakkındaki ve­yahut mu'tâd olan işin dışında vukubulan olay hakkındaki haberi vahid'in daha açık olarak[232] yayılması gerekir. Bu böyle olunca nasıl olur ki, ken­disinde bütün dinlerin sahibini çağırma haberi bulunan yayılmasın!' Bu­nun gibi etrafa mektuplar gönderilir, her taraftan kendisine kafileler gelir ve çeşitli delillerle peygamberlerin kendileri imtihana tabî tutulur. Melikler ve sultanlar onların getirdikleri Nûr'u söndürmek için peygam­berlere doğru yönelirler, onlara kastederler, kendi mülklerinin gitmesi, tahtlarının yıkılması acısı içinde kıvranırlar. Bu haller içinde olanın ha­berleri nasıl olur da yayılmaz? Onlar, vücudları bakımından zayıf, ken­di cevherlerinden yardımcılarının az olduğunu biliyorlardı. Bu korku on­larda ancak peygamberlerin Kadir ve Âlim olan Allah tarafından gel­diklerini bildikleri için vukubuluyordu. Buna göre tehlikeli işlerden mu­cizeler yerine çıkan şeyden onun eseri elbetteki kalmaz. Onların da tabî olanları[233] bakî kalmaz. Delilerle itiraz etmek de onun gibidir. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Yahudilerin ve hıristiyaniarın toplanmaları ve fikir birliğinde bu­lunmalarından zikrolunan hususlar ise; onlar ancak öyle bir işlerdir ki kendi görüşlerinin ihtimali dahilinde[234] olduğu kadarınca o iğlerde ihti­lâf etmişlerdir ve onlardan her birerlerine tâbi olanlar arasında bu hu­sus yayılmıştır. Bunlar ise ne tehlikeli işler hakkında ve ne de âyet ve mucizeler hakkındadır.

Sonra gerçekten ne zaman haberler Şerîatı değiştirmeye ulaşır ve hatta eserini imha etmeğe ve haberi bozma derecesine yaklaşırsa Al­lah, fazlu nimetiyle onu ihya eden ve koruyan kimseyi gönderir. Ve peygamberleri bulundukları dini, akıllara hükmedecek âyet ve mucize­lerle meydana çıkarır ki, onlar tebdil ve değişikliği bilsinler. Haberin1 yayılması da buna göredir.

Sonra Allah-u Teâlâ'nm hükmündendir ki, Muhammed Aleyhisse-lâm ile peygamberliği kapatmıştır. Ve ondan sonra Muhammed Aley-hissalatuvesselâm'm ümmetine peygamber göndermemesi de onun hük­mü ve hikmetidir; ki, onun ümmetinin büyük işleri değiştirmeğe imkân ve ihtimalleri dahi bulunmaz. Onlara göndermiş olduğu kitabın ezber­lenmesini de ihsan etmiştir. O kitapla tağyir ve tebdil bilinir. Böylece kendi şeriatı âlemin yok olmasına dek bakî kalır. Tevfîk Allah'tandır.

Ebul Hüseyin Ravendi diyor ki : Verrâk, bîr yol veyahut iki yol­dan varid olmaları bakımından peygamberlerin delillerinin haberlerini ta'n etmiştir. Bu çok ağır ve büyük yalan ve iftiradır. Bilâkis bizim üm­metimiz bu haberler üzerine fikir birliği etmişlerdir. Sonra Allah-u Teâiâ'-nin nebisinin işi ta'n etme külfetinde bulunmak işi mülhidler birbirlerin­den tevarüs ettikleri hususlardandır. Muvahhidler ise hakkın korunması için Peygamber Aleyhiselâm'ın emirlerini birbirlerinden tevarüs etmiş­lerdir. Bununla beraber kâfirler, Peygamber Aleyhisselâm'ın ahlâkında veyahut şecaat ve cesaretinde veyahut dünya varlıklarından bir şeye rağbeti olması veyahut dünya menfatlerinîn fenlerinden bir şeye mey­letmesi gibi husularda bir şey bulmaya çalışmakta iş birliği yapmışlar­dır. Fakat Peygamber Aleyhisselâm'da bu hususlardan hiç bir şey bu­lamamışlardır, işte bu sayının çoğalmasında haberlerin doğru olması­nın şartı olursa nasıl olur ki bütün kalbleri istilâ etme ve ona sükûnet bulma ve zanlardan kendisine arız olan şeyin kaldırılması, mânâ ve mealinin anlaşılmasının meydana çıkması ile nefislerin mutmain olma­sının şartı nasıl olmasın? îgte adetleri ne kadar az olsa da gerçek sa­hibi olanların haberleri katında iş böylecedir.

Verrâk, Allah-u Teâlâ'nm «(Ey Resulüm) senden önce de, kendi­lerine vahiyde bulunduğumuz erkeklerden başkasını peygamber olarak göndermedik. Eğer bunu bilmiyorsanız Tevrat ve încil âlimlerine so­run.»[235] kavl-i celîli hakkında ta'n edip dil uzatarak şöyle demiştir : On­ların hakkı gizlediklerine dair şehadet edilmekle beraber onlara bu hu­sus nasıl emrolunur? Bu soruya şöyle cevap veriliyor : Allah-u Teâlâ, Muhammed Aleyhisselâm'ı kesin ve kuvvetli delilerle teyîd etmiş olduğundan, onlar, kitaba meylettiler. Bunun için onlara böyle denmiştir. Hakikaten AUah-u Teâlâ, o iş hakkında onları musahhar kılıp muvafa­kat etmeğe mecbur kılar. Böylece o, Allah-u Teâlâ'nm en yüce ve en parlak âyetlerinden biri olur. Zira Allah, «İsrailoğulları âlimlerinin ki­taplarında Kur'an'ın vasfını bilmesi de, o, kâfirlere bir delil değil mi? (Bundan da Kur'an'ın sıhhatim anlamıyorlar mı?...)[236] kavl-i celîli ile dost ve düşmanlarını o husus üzerine toplamıştır. Yine o, kendisine de­lil ikame edildikten sonra dâvasında ısrar eden kişi hakkında ifade edi­len husus gibidir ki, ona kendisine güvenip sözü ile kalbi mutmain olan kimse kasdedilerek «onu felana sor» denir ve böylece o kimse ısrarın­dan vazgeçer. Üçüncü olarak bundan maksadın yahudilerden müslüman olan kimseye yöneldiğini ifade edilmesi olur. Tevfîk Allah'tandır.

Âyet-i kerîmedeki âlimlerden muradın, onların içinde bulunan şeref ve haysiyet sahibi kimselerin olması da cazidir ki, onların yanında hü­küm verilirken kendilerinde bulunan şeref ve haysiyetleri, onları yalan söylemekten meneder Allah-u a'lem.

Verrâk, Resûlullah Sallallahualeyhivessellenı'in, Bedir Savaşı günü meleklerin hazır bulunduğunu haber vermesini ta'n ederek der ki; me­lekler, Uhud Savağı günü nerede idiler? Birincisinin cevabı : Bedir sa­vağında başlar, (şahıslar) zuhur etmiştir. Onları savaşmazken gördü­ler. Sayılardan zikrolunanlarm açıklanması ise onlar, bilmedikleri suret ve şekilleri görmüşlerdir.

İkincisinin cevabı ise şöyle ifade edilir : Bedir savaşı nıüslümanla-nn yaptığı ilk savaştır. Bunun için Allah-u Teâlâ, hakkı üstün kılmak, bâtılı mahvedip yok etmek için müslümanlara yardım etmeyi murad bu­yurmuştur.

İbni Râvendî diyor ki : Verrâk çok acaip ve şaşılacak bir adamdır. Çünkü o, kesin deliller bulunmasına rağmen peygamberlerin haberini in­kâr ediyor! Bununla beraber menânılerin fikir ve sözlerini kabul edip in­sanları da onu kabullenmeğe davet ediyor. Onların aptallıklarım bir züm­re benimseyip kabul ederek göklerden şeytanların derilerinin yayıldığı­nı, yeryüzünün içinde bulunan yılan, çıyan, ve akreplerin deprenmesi ile deprendiğini kabul ediyor. Bunların hepsinin de ziya ile karanlığın işi olduğunu ve kendi akıllarında güzel olanları def etmeği de kabul ediyorlar. Tevfîk Allah'tandır.

Şeyh Ebu Mansur (r.a.) diyor ki : Bedir Savaşı işi hakkında bir çok vecihler vardır ki, onlardan en muteber olanı şu biridir : Onların hepsine isabet eden bir avuç toprak işidir. Onda zikrolun ani arın hepsi vardır. Yine o hususta, Ebu Cehil'in «Ey Allah'ım, bize işimizi göster; bizi akrablarımıza ulaştır.» demesindeki ifade, lânetleşmesindeki ifade­ye benzemektedir. Ebu Cehil, böyle dedi ve kâfirlerden, başkalarından liderleri bir araya topladı. Tevfîk edici Allah'tır.

Peygamberi inkâr eden kimse şu iddiada bulunuyor : Hüküm ve hikmet sahibi olan, aklın kötü ve çirkin gördüğünü emretmez. Çünkü eğer onun gibisiyle haberin gelmesi cazı olmuş olsaydı, aynı hususun yalan ve zulmün muhal olması hakkında gelmesi de caiz olurdu. Bu, iddia edip öne sürülen fikre şöyle cevap verilir : Hakikaten aklın güzel ve çirkin gördüğü şey, iki nev'idir : Birincisi; kendisine verilen nimete karşı edilen şükrün güzel olması ile sefih olanın kötü ve çirkin olması gibi olan ki, bunlar hiç değişikliğe uğramazlar. İkincisi de şöyle ifade edilir : Akim geçmişte yahut gelecekte veyahut bulunduğu hal içinde güzel gördüğü şey, aklın intikam alma cihetinden azan ve fesada dalan kimseyi...[237] güzel gördüğü gibi olur. Bunun için ger-i şerifin onun gibi vârid olması cazidir. Kendisinin mubah olması kadarının olsa büe kesme işi de buna göredir. Her diri olan ölür. Kesmek suretiyle olduğu zaman kesilen için daha rahat, kesen için de daha kolaydır. Öyle ise, bunlar mubah olan eşyalar mânâsına gelmiş olur. İkinci olarak ise, adalet, umu­miyetle güzeldir. Zulüm ise genellikle çirkindir. Fakat eşyadan bazıları vardır ki, nehyile çirkin, emir ile de güzel ve iyi olduğu zahir olur.

O da tıpkı kişinin hallerinin değişmesi, kendisinin intikal etmesi gibi. Hayvanı kesmek de buna göre mütalâa edilir. Çünkü peygamber­ler, hayvan kesmenin caiz ve mubah olduğunu bildirmişlerdir. Onlar, adaletten başka bir şeyi getirip tebliğ etmezler.

Seneviyeler, maslahat görüldüğü için, ziyanın, karanlığa zarar ver­mesini caiz görüler. Onun aynısını Verrâk zikretmiştir. Ve demiştir ki : Gerçekten peygamberler, eğer aklî delillere temessük ederek gelmişler­se, onlar bizdendir. Ve eğer aklî delillerin hilâfına olana temessük ederek gelmişlerse, onları delil kılan Allah'tır. Onun başkası olması ancak tağyir ile olur. Bunda kitabın yok olması vardır.

îbni Ravendi; ona, bir başı siyah görüp sonra onu beyaz görmesi ile itiraz etmiş ve demiştir ki : Onun gözü mü değişti; yoksa gözüne gelen şey mi? Çünkü gözün gördüğü şey, siyah değildir. Aklın bir iş için adaletli gördüğü şey de onun gibidir. Bu husus, ayakta durmakta, oturmakta ve bütün hallerde böyledir, içmek, yemek ve kan aldırmak da onun gibidir. Bazen bu halZer muhtelif şekilleriyle güzel olur. Bu­nunla aklın değişmesi vacip olmaz. Tâ ki, kendisinde güzel olan şey, başkasında da güzel olsun. Peygamberlerin işi de böyledir. Sonra bazen sonuçların iyi ve güzel olması için ağır yükler yüklenmenin ve güzel olma, selâmet bulma içinde zararlı şeyleri seçmenin caiz olduğu ifade edilir. Tıpkı ticaretlerde, icarlarda, ziraat, ilâçlar ve çeşitli ameliyatlar­da olduğu gibi. Bir menfaati, kendisinden daha üstün olan bir fayda için terketmenin ihtiyar edilmesi de böyledir. Şeriatların isi de buna göre carîdir. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Verrâk, bizim beyan ettiğimizi teyîd ediyor. Şöyle ki : Gerçekten akıl, eziyet vermeyen kimseye yapılan kötülüğü zemeder. Her ne kadar kendi nefsi için sevdiğini başkası için sevmezse de. Hayvan kesmeler, bunun dışındadır. Bu böyledir. Çünkü bu, onun illetlerden tek olarak bulunduğunu düşünmesidir. O düşündüğü vakitte sonuçlar ve selâmet­te olmalar, menfaatlerin ardınca güzel olur. Rahat olmanın üstünlüğü de böyledir. Bu husus hayvan kesmelerde de mevcuttur.

Biz deriz ki : —Tevfîk Allah'tandır— : Gerçekten eşya iki nevidir. Birincisi; kendisi için güzel olan şey, zıddı olan ve her kendisine muha­lif olan için çirkin olur. İkincisi; sonuçların iyi olması ve kötü olmasına delâlet eden delilerin bulunması ve ihtiyaca binaen şey ve onun muhalifi olanın da güzel olması. Öyle ise bu hususta hallerin iyi ve kötü olduğu­nu bilen kimsenin bulunmasını söylemek lâzım gelir. Böylece iş şuna varır ki, kendi aklına itimat edilen kimsenin bulunması mutlaka lâzım­dır. Tenakuz teşkil eden ihtilâf ise onun sebebidir. Yahut iş aklın tara­fından tahsis edilen şeye rücu' eder. iste bunda da peygamberlerin gön­derilmesinin gerektiğini söylemek lâzımdır. Sonra hayvan kesme işinin, bizatihi çirkin olmasının ihtimali bulunmaz. Çünkü o, intikam yerinde helâl olur ve kendisinde eziyeti ve çirkin görüleni defetme düşünüldüğü zamanda da aklen güzel olur. Veyahut ta sonuçları böyle vukubulur. Öyle ise, kendi nefsi ile onun yani kesmenin, çirkin olması bâtıl olur. Böylece kendisinde terketmek ve izin vermekle mihnet ve musibetin bulun­masının caiz olduğu lâzım gelir, işte onda mubah olma durumu vardır.

Ve yine gerçekten her şey ki, onu akü güzel görür. O, her hangi bir halde çirkin olmaz. Ve böylece aklın her çrkin gördüğü şey, başka bir halde çirkin olmaz. Tabiatın[238] nefret etmesi ile çirkin olan her şey, düşünlen bir cevhere hulul etmesinin düşünülmesi ile olur ki, böylece onun vermiş olduğu eza ve elemden dolayı o cevherin tabiatı ondan ka­çınır. Sonra bu, bazan alışkanlıklarla o hususun gitmesi caiz olur. Tıpkı kasaplar ve savaşmayı itiyat edinmiş olanlar gibi. Öyle ise o husustan nehyin aklî değü, tabiî olduğu sabit olur. Onun âdetten değişikliğe uğ­raması zail oîur. O da hayvanın cevherleri gibi ki, onun tabiatı vahşi olmaktır. Ağır yük taşıyanlardan bütün insanların tabiatları da ona gö­redir. Sonra çabşmak, ekzersiz yapmak, başkasını alıştırmakla ona göre yaratılmış gibi olur. Hayvanın igi de buna göredir. Ve her diri, muhak­kak kendisi ölür. Sonra ona hiç bir kimse katılmaz ki onu zemmetsin. Bu husus, kendisi için olandan izin geldiği vakitte durum onun gibi olur.

Seneviyelerin görüşünü ve "sözünü kabul eden kimse, bir kaç yön­den daha haklı görülmektedir :

Birincisi; onların ziya ile karanlığın birbirine zıd ve uzak olmala­rını, sonra bağdaşmalarını ve sonra yine birbirine zıd ve uzak olma ha­line girmelerini caiz görmeleri ki, bunda her birine yakın olanların ara­sını ayırma ve her birbirine imtizaç edenin arasım seçme vardır. îşte hayvan kesmenin mânâsı da budur.

ikincisi; gerçekten elem, ya ziyanın cevherine girer; böylece ziya ezâ vermeye muhtemel olur ki, o de serdir. Eğer öyle olmasaydı kes­mekten nehyolunmazdı. Çünkü o, kesmekten ibarettir. Sonra elem, ziya­nın cevherine hulul etmekten veyahut karanlığın cevherine girmekten hâli kalmaz. Ziyanın cevherine hulul ettiğinde şer işlemiş olur. Karan­lığın cevherine girdiği vakitte de onu nehyetmenin ve inkâr etmenin hiç bir mânâsı yoktur, kendisi için. Çünkü o, tabiatinde nehyi ve inkârı kabul etmemeye muhtemel olan kişinin i§ini inkâr etmek olur. Tıpkı bu, kanadı olmayana uçma emrini vermek gibidir. Veyahut da elemin karanlık cevherine girmiş olması olur ki, bu da onların katında hak olandır. Sonra ya elem ona ziya cevheri ile girmiş olur ki, o da kendi­sine zem olunmayı icabettirecek hususu işlemiş olur. Veyahut da karan­lık cevheriyle girmiş olur ki, böylece karanlığa elem verme[239] bakımın­dan gok güzel ve iyi etmiş olur. Çünkü o, adalettir. Tevfîk Allah'tandır. Ve yine gerçekten kesmekte safî olan ruhun, pis olan karanlıktan çıkarılması vardır. Hak olan budur ve her şeyin âkibeti de böyledir. [240]


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: İmam Matüridi: Tevhid
MesajGönderilme zamanı: 17.11.11, 11:33 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı

Kayıt: 17.01.09, 20:24
Mesajlar: 55
Peygamberlerin Nübüvvetlerinin Îsbâtı
(Özellikle Muhammet! Sa!Liillulmiüeyhivesellem'in Peygamberiiğinin İsbata)


Peygamberlerin nübüvvetinin ispatı, özellikle Muhammed Sallallahu-aleyhivesellem'in peygamberliğinin ispatı kendi varlıkları ile vukubul-muştur. Sonra hissi ve aklî delil ve mucizelerle sabit olmuştur. Sonra ahvâlin zuhurunun muvafakati ile ki, o da kendilerine duyulan ihtiyaç­tan ibarettir. Kendi varlıkları ile ispat etme işini peygamberlerin gelme­leri hususundaki ifadelerle açıkladık. Bununla beraber peygamberimiz hakkında su zikrolunan hususlar da peygamberliğini ispat eden deliller­dendir. Peygamber aleyhisselâm, kendi yüzüne baktı, sonra dolunaya baktı, kendisi Ay'dan daha güzel idi. O, koku bakımından misk'ten daha âlâ ve güzel kokulu idi. Onun yaratılışı, güzellik bakımından kendisi gibi ile hiç bir kimsenin vasfolunduğu bilinmiyen hususlarla vasfolundu. Gözlerin çoğunu görürsün ki, yaratılışta âfetler sahibi olanlarla hayret içinde kıpırdarlar. Bu ise onun bütün âfetlerden berî olduğuna delâlet eder. Ve onu her ziynet ile ziynetlendirmiştir. O, yaratılışta en yüksek derecelere ulaşmış, en üstün şereflere nail olmuştur. Buna su hususlar delâlet etmektedir ki, onda hiç bir yalan görülmemiştir. Kendisinden hata bile sâdır olmamıştır. Onun düşmanlarından kaçtığı görülmemiştir. Ahlâkında da hiç bir kötülük yoktur. Bilâkis o, vasfolunduğu üzere idi. Ne mudârâ ederdi ve ne de münakaşa. Kendisinde kötü söz bilinmediği gibi kendi nefsi için de yardım istemezdi. Başkasına şefkat ve merha­mette bulunmakta Öyle bir noktaya varmış idi ki, o noktadaki hali üze­rine Allah-u Teâlâ'nın «...0 halde (Ey Resulüm insanlar inkârlarından dolayı helak olacaklar diye) onlara üzülüp kendini mahvetme!»[241] kavl-i celîli ile kendisine hitap edilmiştir. Ve yine bu hususta Allah-u Teâlâ, kendisine hitaben «(Ey Resulüm, Kureyş halkı) iman etmiyecekler diye, kederden nerde ise, nefsine kıyacaksın.»[242] buyurmuştur.

Mahlûkatm helak olup yok olması bulunan hususa duyduğu hüznü dikkata şayandır. Nitekim, Aîlah-u Teâlâ; «Ey Resulüm, sabret; senin sabrın da ancak Allah'ın yardımı iledir. Kâfirlerin yüzçevirmesinden mahzun olma. Ve yaptıkları hileden de telâş edip sıkıntıya düşme.»[243] kavl-i celîli ile O'nu vasietmiş ve korumuştur. Ve yine Cenâb-ı Allah, O'nun hakkında «And olsun, size, içinizden bir peygamber geldi ki, zah­met çekmeniz onu incitir ve üzer. Size çok düşkündür; mü'minlere çok merhametlidir, onlara hayır diler.»[244] buyurmuştur. Cömertlikte o kadar ileri derecede bulunuyordu ki, bu bakımdan kendisine Allah'tan sitem bile gelmiştir. Allah-u Teâlâ, kendisine hitaben, «Elini boynuna bağlı kıl­ma, (cimri olma) ve büsbütün de onu açıp israf etme ki, sonra kınan­mış olursun ve eli boş açıkta kalırsın.»[245] buyurmuştur. Rivayet edilir ki, Peygamber aleyhisselâm, yarın için, bugünden bir şey alıkoymazdı. Azı­cık yumuşaması için, dünya metâı ve riyasetten özenilecek pek çok şey kendisine arzolundu fakat hiç birisine de cevap vermedi. Bilâkis Allah iğin beyler, ağalar, melikler, sultanlar ve en kuvvetli[246] şahsiyetlerin kar­şısına dikildi. Tâ ki Allah-u Teâlâ, mahlukatın kalbine korku vermek suretiyle kendisine ikramda bulundu. Allah için karşılarına dikildiği kim­selerle savaşmayı kasdettiği vukubulmasın ki, karşısında bulunanlar kendisinden korkmasın. Onun hakkında şöyle denmiştir : Ve Allah, seni insanlardan korumuştur. Bundan sonra insanlardan korkmamıştır. Pey­gamber aleyhissselâmın bu hususta[247] onlarla dostluk yaptığını hatırla­mam. Bunun içindir ki, kendisine tâbi olanlara çok şiddetli ve meşak­katli hâdiseler isabet etmiştir. Ümmetinin mülkünün ve hükümranlığı­nın doğudan batıya kadar yeryüzünü titretecek ve her taraftan duyula­cak ihtişama ulaşacağını vaadetmiştir. Düşmanlarının kalblerine atılan çe­şitli korkulardan ve heyecanlardan zikrolunan şey, hep rivayet edilenlerdendir. Düşmanları tarafından kendisine atılan her türlü kötülükten korunmuştur. Bu hususta uzak akrabalarına karşı da dostluğunu izhar etmekten çekinmemiştir.[248]Düşmanlarının, onun getirmiş olduğu Nûr'unu söndürmek, izini mahvedip silmek için fikir ve güç birliğinde bulunma­ları ancak getirmiş olduğu dinin zahir olup üstün olmasından başka bir netice vermemiştir.

Sonra hissî olan mucizeler : Ay'ın yarılması, ağacın Peygamberin ardından inlemesi, taşın kendisine teslim olması, açık seçik olan mucize­lerdir ki, onların hepsini bilmiş ve görmüşlerdir. Sonra az olan bir sudan, insanlardan bir çok kimsenin içip kanmaları, sonra beddua etmesiyle düş­manlarının kıtlık ve darlık içine girme belâsına maruz kalmaları, sonra peygamberin hürmetine kurtulmalarını istediklerinde kurtulmaları, az bir yemekle insanlardan bir çoğunun doyması, sonra Beyt-i Mukaddes hak­kındaki emir, sonra mağarada kendisini arayan kimselere geçmelerine dair vukubulan emir ki, Allah-u Teâlâ onların gözlerini kör etti. Ağacın inlemesi, devenin şikâyeti, pişmiş koyunun tekrar diriîip şehadet getirme­si, sonra kendisinin peşine düşen kimsenin atının yere batması, sonra Al­lah-u Teâlâ'mn «onlar elbette ki onu temenni etmezler» kavM celîli ile haber vermesi ki, bu husus Öylece vaki olmuştur. Sonra, siz Allah'a şirk koştuğunuz, şeriklerinizi çağırınız ve sonra bana hüekârhkta bulununuz, siz gözetilmezsiniz, demesi ile onların bu hususa gücü yetmemeleri, sonra düşmanlarının kendisine çok tuzak kurup Allah-u Teâlâ'mn onu bu tu­zaklardan kurtarması, münafıkların kendi nefislerinde gizledikleri husu­sun büyüklüğü ki, Allah-u Teâlâ; peygamberini ona muttali kılmıştır. Tâ ki onlar çok şiddetli inat içinde olmaları üe beraber kendilerinde bulunan hususu haber verecek bir sûrenin inmesinden korkuyorlardı; onlara için­de bulundukları ve tabi oldukları hususu açıklaması, Ebu Bekir ve eshabı hakkındaki sözü, bu hususta Allah-u Teâlâ şöyle buyurmuştur : «... Şimdi o, ölür veya öldürülürse siz ardınıza dönüverecek misiniz? (Dininizden dö­necek veya savaştan kaçacak mısınız?)»[249] ve yine Cenab-ı Allah şöyle bu­yuruyor : «... Sizden kim dininden döner de kâfir olarak Ölürse, bu gibile­rin yaptığı iyi şeyler, dünyada da Ahirette de boşa gitmiştir. Ve onlar Ce­hennem ehli olup orada ebedi olarak kalırlar.»[250]

Hasreti Ali'ye, kendisini dâvadan İnhiraf etmek[251] suretiyle büyük bir fitne çıkaranlar[252] tarafından gehid edileceğini bildirmesi ki, böyle ol­muştur. Ve Ammar'a «Seni azgın ve hadden çıkan bir cemaat şehid edecek­tir» diye buyurması; ve müminlere dünyayı fethedeceklerini vaadetnıesi; ve daha başka sayılamayacak kadar çok olan hususlardan ki, ümmetinin âlim ve güzide olanları bunu saymaya kalksalardı, kalemleri kifayet et­mezdi. Sonra bunların çoğu kendi düşmanları nezdinde de zahir olan hu­suslardandır. Bununla beraber gönderilen semavi kitaplarda onun peygam­ber olarak gönderileceği'[253] yazılmış idi. Bütün peygamberlerin dilleri ile o, müjdelenmiştir ve onun hakkında bütün peygamberlerden söz alınmıştır[254]. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Aklî delillere gelince; şunlardan ibarettir : Cenab-ı Allah Kur'ân-ı Kerîm hakkında beyan buyurmuştur ki; Kur'ân-ı Kerîm, insanlardan ilim ve edebiyatın zirvesine ulaşan, dil ilminin her türlüsünü, en ince kısmını bilen kimsenin dahi benzerini getirmeye gücünün yetmesi ihtimalinin dı­şında olduğunu bildirmiştir. Sonra Allah'ın birliğini ispatlayan, Peygam­ber Aleyhisselâm'ın Peygamber olarak gönderilmesini açıklayan, hüccet ve deliller, Kur'ân-ı Kerîm'de vârid olmuştur. Bunları iddia eden kimse, o gün yeryüzünde yok idi. Sonra Kur'ân-ı Kerîm'de[255] geçen zamanlarda vukubulan hadiselerin haberleri bulunduğu gibi ebedi olarak vukubulacak hususları da haber vermektedir. Gelecekte vaki' olacak musibetleri de açık seçik olarak beyan eder ki; bu hususların anlaşılması için akıl çalıştı­rıldığında onlara muttali' olabilir. Ebu Zeyd, delillerden duyu ile bilinenler­den o hususta eserlerde vârid olan[256] kâfidir[257] diyor.

Resûl-i Ekrem Sallallahu aleyhi vesellem'in peygamberliğinin hak ol­duğunu ispatlayan aklî deliller ise; bir kaç vecih üzeredir : >

Birincisi : ResûluIIah'm (s.a.v.) peygamberliği taaccüp edilecek bir şey değildir. Bilakis geçen milletlerde aynısının bulunması âdet üzere de­vam edip gelirdi. Bunun içindir ki, onu kabul etmeyip reddetmek, ilk anda dahi batıl olur. Allah-u Teâlâ, bu husus hakkında şöyle buyurmuştur : «(Ey Resûîum; muhakkak ki biz seni Cennetle müjdeleyici, Cehennemle kor­kutucu bir peygamber olarak Kur'ân ile gönderdik. Hiç bir timnıetde yok­tur ki, içlerinde Cehennem ile korkutucu bir peygamber gelmiş olmasın) »[258], «Sonra arka arkaya peygamberlerimizi gönderdik»[259]

İkincisi : Peygamber Aleyhisselâm'm, peygamber olarak gelmesinin kendisine ihtiyaç duyulduğu bir zamana, rastlaması; zira Allah-u Teâlâ'nm sünneti, yani âdeti, hidâyet sebebîerinin, insanların hidâyet yolundan uzaklaşıp hidâyetin kendilerinden zail olması anım müteakiben cari olma­sıyla beraber kendisinin teşrif ettiği saman fetret devri ve ilim Öğrenile­cek bir zamandı. Bu hususu beyan etmek Üzere Allah-u Teâlâ şöyle buyu­ruyor : «Ey yahudi ve hristiyanlar, şimdi size peygamberimiz geldi; kita­bınızda gizlemekte olduğunuz şeylerin bir çoğunu size açıklıyoruz[260]

Üçüncüsü : İnsanlarda ilim tahsil edilecek sebeblerin bulunmamalın­dan, kendilerine peygamber olarak gönderilen kimselerin, peygambere çok muhtaç bir durumda bulunmaları. Bu husus Allah-u Teâlâ'nm «(Çoğu okuma yazma bilmeyen) araplar içinde, soylarmdan bir peygamber gön­deren odur.»[261]. Kavl-i Celîli ile ve bundan başkası ile ispat edilmiştir.

Dördüncüsü : Peygamber Aleyhisselâmm mahlûkat için en açık ve belirli memleketlerden birinde bulunması. Çünkü dünya ve etrafındaki memlekteler halkının gayeye ulaşabilmeleri için en belirli bir yerdi orası. Allah-u Teâlâ, şöyle buyuruyor : «Şehirlerin esası olan Mekke halkını ve bütün etrafındaki memleketler halkını sakmdırasm ve hakkında şüphe ol­mayan o Kıyamet gününün dehşetini haber veresin diye, sana böyle arap-ça bir Kur'ân vahyettik..,»[262]

Beşincisi: İnsanlar, onun gelmesini §iddetle arzuluyor, rağbetlerini açıkça ifade ediyorlardı. İnsanlardan birinin kendisinde bulunan hastalığı veyahut her hangi bir musibeti gidermesi için Rabbisine duada bulunduğu zaman onun, hastalığının giderilmesi için yaptığı bu dua ve niyaza taaccüp edilmezdi. Cenab-ı Hak bu hususta da şöyle buyuruyor : «Eğer biz onları (kâfirleri) bundan önce (Peygamber ve Kur'ân gelmezden Önce) azap ile helak etmiş olsaydık...[263], «(Mekke kâfirleri Hz. Peygamber gelmeden ön­ce) yeminlerinin en kuvvetlisi ile Allah'a yemin etmişlerdi ki, kendilerine, azap ile korkutan bir peygamber gelirse muhakkak milletlerinin her hangi birinden daha çabuk doğru yolu bulacaklar...»[264] îgte bu beş husus, onların durumları hakkında delil getirilenlerdir. Sonra Nebiyy-i Muhteremin hal ve durumlarıyla onlara delil getirilen hususlar da vardır. Onlar da şunlar^ dan ibarettir :

1- Resûlullah (s.a.v.), Öyle bir kavim içinde doğup yetişmiştir ki, onların ne okumak için kitapları vardı, ne de tedrisat sistemleri... Bunun­la, beraber o, kavminden ayrılmadı. Okunmasına rıza gösterilen geçmiş bir kitapları da yoktu. Onların üzerine her hangi bir şey gelirse, nereden gel­diğinin yeri bilinmesi, o hususların zımnındandır. Bu hususu ifade babın­da AUah-u Teâlâ şöyle buyurmuştur : «Yoksa peygamberlerini (doğruluk, emanet ve güzel ahlâkla) tanımadılar da, onun için mi inkâr ediyorlar?»[265]

«(Ey Resulüm), işte bunlar gayb haberlerindendir. Sana bunları vahy ile bildiriyoruz.»[266]

2 - Peygamberimiz (s.a,v.) ümmî olarak yetişmiştir. Ümmî olan okuyup yazmayı bilmez. Söylenenleri de tam manâsı ile ezberlemeğe muk­tedir olamaz. Onun söylenenleri kavraması, zaptetmesi ancak makul olan ruhanî bir şekilde olur ki, onunla fikir ve düşüncede yükselir. Onun delili ise, yanlış olma ve daha başkasının bulunması korkusundan şiirlerin riva­yetinde onun gibi bulunmaması ve bulunmasının da mümkün olmaması hususudur. Bunun içindir ki Kur'ân-ı Kerim'in ezberlenmesinde onların taaccüp etmeleri daha da ziyadeleşmiştir. Allah~u Teâlâ, bu hususun be­yanı sadedinde şöyle buyurmuştur : «Bundan böyle, sana (Cebrail'in öğre­teceği üzere) Kur'ân okutacağız da unutmıyacaksm.»[267] «Ey Resulüm, vahy daha tamamlanmadan ona acele ederek, (kelimeleri kaçırmayayun diye) dilini onunla depretme»[268]Bunun içindir ki, ezberlemekle vasfolunmuştur, diyen gerçekten o, nimetlerden verilen akıllardan daha kuvvetli kalblere sahip olan erkeklerden en kuvvetli kalbe sahip olanı idi diyor. Cenab-ı Hak «Sen bundan önce «Kur'an'm gelmesinden önce) hiç bir ki­tap okur değildin. Ve elinle de onu yazmazdın»[269] buyurmuştur.

3 - Peygamber Aleyhisselâm'ın[270] ömrünün geçmiş günlerinde yazı ile, şiir yazmakla ve benzeri hususlarda[271]fikir alış verişinde bulunduğu as­la zikrolunmaz. Sonra onun gibilerinin delili ve Önde gelen kimselerin ken­disine rıza göstermekten aciz bırakacak hususların kendisinde bulunması mümkün değildir. O gibi hususlardan bir şeyle ta'n olunmaması da bunun delilidir. Hatta kendisine bu hususta dil uzatıldığından onlara Allah-u Te-âlâ'nm : «...O halde, iddianızda sadık kimselerseniz onun gibi bir sûre ya­pın getirin.»[272] kavl-i celîli ile cevap verince sükût ettiler. Bu hususta ken­disine üstün geldiğini iddia etmediler. Allah-u Teâlâ, yine buyuruyor ki : «De ki : Eğer Allah dîleseydi ben Kur'an'ı size okumazdım...».[273]

4 -. Gerçekten Cenab-ı Hak onlara Peygamber Aleyhisselâm'm, ona kaygılanmayı terkettiklerinde kendilerini mazur kılacak husus bulabili­yorlar mı? diye onun envalini düşünmelerini emretti. Onlar da düşündü­ler, ancak bir şey bulamadılar. Allah-u Teâlâ, bu hususu şöyle beyan bu­yuruyor : «(Ey Resulüm, kâfirlere) de ki: — Size sadece bir tek nasihat edeceğim : ...»[274]

5 - Cenab-ı Hak onlara, Peygamber Aleyhisselâm'm işlerine bak­malarını emretti. Kendisinde, edebiyat sanatına vakıf olanların dünya mükâfaatîarma nail olmaları için, krallara, sultanlara medhiyeler sunmak gibi hususlardan bir §ey bulabilirler mi? Bilâkis Peygamber Aleyhisse-lâm'a, insanları şeref ve izzete ulaştıran hususlardan kendisinde bulunan şeylerden ibaret olan dininden dönmesi için dünya makamlarından en üs­tününü, mal. ve mülkünden de en fazla ve bitmeyenini teklif ettiler. Yara­tılışı itibariyle devamlı olarak kendisinde bulunan hevâ ve hevese muha­lefet etme, lezzet verecek hususlardan nefsini menetmenin bulunduğunun bilinmesi

kendisinden razı olduğunu, Ahıret nimetlerinin en alâsını kendisine ihsan buyurduğunu bildirdiği için o, dünya metamdan hiç bir şeye meyletmezdi, Allah-u Teâlâ, «(Ey Resulüm) De ki : — Ben tebliğime karşı sizden bir ücret istemiyorum, ve ben düzenbazlardan değilim. »[275] — buyurmuştur.

6- Yine onlara, bütün dinlere bakmaları hususunda çağrıda bulun­mak suretiyle istidlal etmiştir ki, onun gibisinin seçilmesini gerektiren hususlardan aklen en güzel olanına sahip olduğunu ve en güzelini tebliğe memur kılındığını bilsinler. Bu hususta da Allah-u Teâlâ, şöyle buyur­maktadır : «(Her peygamber de ümmetine şöyle) demişti : Atalarınızı, üzerinde bulunduğunuz dinden daha doğrusunu size getirdimse de mi? (bu­nu kabul etrniyeceksiniz?)...»[276]. «(Resulüm,) De ki : Ey kitap ehli; bizimle sizin aranızda müsâvî bir kelimeye gelin...»[277].

7- Peygamber Aleyhisselâm, beşerin gücünün yetmiyeceğinden, imtinaı halinde ona delil olması için Kur'ân'dan bir âyet getirmelerini iste­mek suretiyle onlara tahaddi ederek aciz kaldıklarını kendilerine belirt­miştir. Bununla beraber onlarda edebiyat sanatının en parlak bir devir yaşadığını görmüştür. O da iki nevi olarak bulunmuştur :

Birincisi : Şiir sanatının en parlak bir şekilde yazılması ve en hoş bir tarzda sunulması.

İkincisi : Olan şeyler hakkında söylenen sözlerden, birine ait olanını arapçanm en kuvvetli raanâlarıyla ifade etmek suretiyle kehanet sanatı­nın şöhret bulması. Sonra Kur'ân-ı Kerim'i nazmı ile şairlerin irad ettikle­ri[278] hususların ve manâsıyla da kâhinlerin ortaya koydukları sanatların çok üstünde olduğunu buldu. Böyle olunca Kur'ân-ı Kerîm'in[279] beşer sözü olmadığı vacip olur. Aynısı ile Allah-u Teâlâ, onların sözlerinin ve sanat­larının kendi kelâmına asla benziyemiyeceğini beyân buyurmak üzere şu âyeti celîleleri göndermiştir : '

«(Ey Resulüm, de ki yemin olsun, eğer insanlar ve dinler bu Kur'ân'ın benzerini getirmek üzere toplansalar, birbirine yardımcı da olsalar, yine onun benzerini getiremezler.)»[280]. «O, bir şair sözü değüdir. Siz pek az inamp tasvip ediyorsunuz.»[281]. «Kâfirler dediler ki, Rabb'inden bir mucize ge­tirse ya. Onlara evvelki kitaplarda olan apaçık delil gelmedi mi?»[282]. «Sana indirdiğimiz bu Kur'ân, hayır ve bereketi çok bir kitaptır...»[283]. «(Ey Resu­lüm onlara) de ki : Eğer doğru söyleyen kimselerseniz bu ikisinden (Mu­sa'ya indirilen Tevrat'tan ve bana indirilen Kur'ân'dan) daha doğru bir kitap getirin Allah tarafından da ben ona uyayım.»[284]

8- Peygamber Aleyhisselâm'a, muhalefet edip karşı gelenlere gös­termesi bakımından bu kuvvetli delilin kendisine verüeni tebliğ etmekle vazifelendirilen dinin[285] üstün gelmesini teyîd eden hususlar... Çünkü Ce-nab-ı Hak, kendisini, kullara dinî eserleri öğretecek, hidayet yolunu gös­terecek üstün şahsiyetlerin bulunmadığı bir zamanda göndermiştir ki, in­sanları uğradıkları fesad ve felâket rezaletinden kurtarsın.

Sonra Cenab-ı Allah Peygamber Aleyhisselâm'ı bu yüce makama, bu emsalsiz fesahat ye belagata ulaştırmasıyla bırakmamıştır; bilâkis ken­disine yardımını bol bol ihsan etmiş ve kendisine ikram ettiği makamda onu başarıya ulaştırmak suretiyle yerleşmesini ihsan buyurarak nimetini tam manâsiyle vererek, onu kuvvetlendirmiştir. Bu hususu açıklayan âyet­lerde Allah-u Teâlâ şöyle buyurmuştur : «Muhakkak ki biz, peygamberle­rimizi ve iman edenleri hem dünya hayatında hem de meleklerin şahid duracağı gün (Kıyamette) muzaffer kılacağız»[286]. «Allah şöyle hüküm ver­miştir : — Yüceliğim hakkı için, muhakkak ki, hem ben galib geleceğim, hem peygamberlerim...»[287]. — Cenab-ı Hakk'ın bu hükmü kullarından ge­çen peygamberler için de vaki' ve sadır olmuştur. Sonra Peygamberimiz Aleyhisselâm'm bütün insanlara peygamber olarak gönderilmesiyle özel bir durumu vardı, Allah-u Teâlâ, ona yardım etmeyi ve her muhalif olup düş­manlık izhar edene galip geleceğini va'detmiştir. Bununla bilinir ki, onun[288] kuvveti, beşerin yardımından hasıl olmamıştır. O, beşer yardımı ile dünya devletlerine talip olanlar, hükümdarlığa varis olmak ve yahut faydalana­cağı malı elde etmek için içlerinde sakladıkları istek ve maksadlanna ulaşanlar gibi değildi. O, tıpkı Cenab-ı Hakk'm : «Seni bir yoksul iken, (Hz. Hatice'nin malı ile) zengin etmedi mi?»[289] kavl-i ceîîîinde beyan edil­diği gibi idi.

Peygamber Aleyhisselâm'm kuvveti, akrabası tarafından da gelmiş değildi. Bilâkis, onlar Peygamber aleyhisselâm'a diğer insanlardan daha fazla düşmanlık edip güçlük çıkaranlar ve getirmiş olduğu islâm nurunu söndürmek için en çok çalışanlar idi. Hatta onun aralarından tek basma çıkıp gitmesini zorladılar. Sonra bununla beraber, nefsin hoşuna gidecek şeylerden biri istemesin ki, onu kendisine vermesinler. Nefsin hoşuna gi­den her istediğini kendisine verirlerdi, fakat bu hususta onlara meyi bile etmedi. Bilâkis her türlü eza ve cefaya sabretti, her güç ve zor olan işi üzerine aldı. Onlardan ancak hak olanda kendisine icabet etmelerine razı oldu. Bu babta Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor : «And olsun, size, içinizden bir peygamber geldi ki, zahmet çekmeniz onu incitir ve üzer...»[290] «Eğer siz, peygambere yardım etmezseniz, Allah vaktiyle ona yardım ettiği gibi, yine eder...»[291] «Şüphe yok ki Allah, size bir çok savaş yerlerinde zafer ver­di; ve «Huneyn» gününde size yardım etti. O vakit, Huneyn'de çokluğunuz size güven vermişti de, bir faydası olmamıştı...»[292]. Allah'ın, Nadiroğulları-nm mallarından peygamberine verdiği ganimete gelince : Siz ona ne at koşturdunuz, ne deve...»[293]. Bunlardan başka daha sadık ve doğru olan deliller[294] vardır ki Peygamber Aleyhisselânı, Cenab-ı Hakk'ın kendisine verdiği güç ve kuvvetle ayakta kalmış ve daima Allah-u Teâlâ'nm yardı­mına mazhar olmuştur.

9- Peygamber Aleyhisselâm'm kendisine inanmayanlara kargı öne sürdüğü delillerdendir ki, Allah'tan başka hiç bir kimsenin bilmediği gayb ilminden olanlardan her söyleyip vaad edilenin yerine getirildiği açık­ça bilinmiştir. İnsanların sanat eseri olan hilelerinden bazısiyle onu elde etmeyi isteyen kimse, kendi batıl düşünce ve işi ile peygamberin getirdiği hak olanı, batıl, doğru olanını da kendi yalanında eritmek isteyerek delâ­lete düşer. İstediğini göz boyamak, insanları kandırmak suretiyle elde eder. Allah Celle Celâluhû bu hususu, «Ey müşrikler, size haber vereyimmi, şeytanlar kimin üzerine inerler?»[295] kavl-i cehli ile beyan buyurup, ha­ber veriyor ki; gerçekten kâhinler bunları şeytanların yalanlarından alı­yorlar. Bu şeytanların yalanlarından elde ettikleri hususları, hak pırıltı­larından birine, yalan sözleri, ve batıl olan davaları sokuştururlar.

Bu mevzuda asıl olan şudur : Gerçekten kâhinliğin ekserisi, yalan-dolana, insanları kandırmağa, ve benzetme ve hayal kurma üzerine cari olan sihirbazlığa hamlolunmuştur. Peygamberlerin seçtikleri hususlar ise, onlar kendilerinde bulunan hususları sadık olan meleklerin söylemeleriy-le elde ederler. Elde ettikleri hususların içinde, doğru olan, ve tecrübe ve imtihanla sabit olan hak ve gerçekten başkası bulunmaz. Onların işleri, günler ve zamanların devam ettikleri müddet haktır ve sabittir. Bu husus, devamlı olarak böyle olmuş ve olacaktır.

Sonra Allah-u Teâlâ'nm kelâmı olan Kur'ân-ı Kerîm onun dininin bü­tün dinlere üstün kılındığını açıkça beyan etmektedir. Bununla beraber, Kur'ân-ı Kerîm, olanlar ve hâdiselerden haber vermektedir. Tıpkı Aîlah-u Teâlâ'nın şu âyetlerle beyan buyurduğu gibi : «O Allah'tır ki, Peygambe­rini her dinin üstüne çıkmak için, onu hidayet ve hak din ile gönderdi; is­terse müşrikler hoşlanmasınlar»[296]. «Onlar Allah'ın Nurunu (Şeriatını) ağızları ile (sözleriyle) söndürmek istiyorlar. Fakat kâfirler hoşlanmasa-lar bile, Allah, muhakkak Nurunu tamamlamak diliyor.»[297]. «Yoksa onlar; biz yardımlaşır, bize karşı gelene zafer kazanır bir topluluğuz mu? diyor­lar.»[298]. «Muhakkak ki biz, (seninle alay eden) müstehzilere karşı kâfiyiz, (onları helak ederiz.)»[299] «Onlarla muharebe edin ki, Allah, sizin elleriniz­le kendilerini öldürsün ve böylece azap etsin...»[300]. «O kâfirler görmüyor­lar mı, biz, arazilerini (müslümanlara fethettirmekle) etrafından azaltıp duruyoruz...»[301]. «>... O kâfirler ise kendi yaptıkları yüzünden başlarına musibet inecek veyahut o musibet, yurtlanılın yakınma konacak...»[302]. «O vakit Allah, yük kervanı ve silahlı birlikten birini vaadediyordu ki, sizin olsun. Siz de, silahı bulunmayan kervanın size ait olmasını arzu edi­yordunuz. Halbuki Allah âyetleri ile hakkı ve islâmı açığa vurmayı ve kâfirlerin arkasını kesmeyi diliyordu.»[303]. «Gerçekten Allah size vaadini doğruladı...»[304].

Kavimlere has olarak gelen âyetler vardır ki, gerçekten onların iman etmiyeceklerini ve Cehennem ehlinden olacaklarını ve sonra küfür üzeri­ne öleceklerini beyan eder. Bunlardan başka fani olan haberlerden varid olan her haber, düşünüldüğünde bilinir ki, onu Allah-u Teâlâ'mn bildir­mesi ile bilmiştir ki, kendisi için mucizeler olsun.

Bizim, Nebiyy-i Muhterem (s.a.v.)'in hallerini ve durumlarını beyan eden hususlardan sayıp döktüklerimizi düşünen kimse, anlar ki; onun peygamberliğine delâlet eden bütün aklî deliller, inci misali dizilip beyan edilmiştir. Mahlûkatm en hayırlısı olan Muhammed Mustafa'ya Allah Cel-Ie Celâluhû salat u selâm etsin.

Sonra bütün peygamberleri kabul edip tasdik edenle bazılarını tasdik edip bazılarını inkâr edenler arasındaki hususa atfı nazar edip onlara ka­bul edip tasdik ettikleri şeyin manâsını veyahut ta seleflerinin tasdik et­tikleri şeyin manâsını kendilerine sorarız. Eğer verdikleri cevapta pey­gamberliği gerçekleştiren husus bulunuyorsa o manâlar, peygamberliği icabettiren manâlardandır. Böyle olursa aynı manânın Peygamberimiz Sallallahualeyhivesellem'de de bulunduğu için Peygamberimizin nübüvveti hakkında da aynı hususu ifafle etmelerini kendilerine ilzam ederiz. Her ne kadar âyet ve mucize, kendi zatı itibariyle muhtelif ise de. Çünkü pey­gamberlere mucize verecek olan hususun manâsı muhtelif değildir. Eğer mucizelerin zahirine bağlanırlarsa hiç bir peygamberde Peygamberimiz Muhammed Aleyhisseâlm'daki üstünlük ve taaccübü ifade edecek husus­ları bulamazlar. Veyahut da her ikisini bir iş üzere çıkarırlar. Her ne ka­dar bizim onlara muvafakatte bulunduğumuzu iddia etseler de. Çünkü bunun cevabı bir kaç veeihten meydana gelir :

Birincisi : Bizim varlığımızdan ve muvafakatimizin meydana çıkma­sından önce onların tasdik etmelerinin sebeb ve illeti kendilerinden soru­lur.

İkincisi : Bizde sabit olan hususla kabul ederiz ki; bize geçen peygam­berleri haber veren kişi peygamberimizdir. Halbuki siz, onu inkâr ediyor­sunuz. Böylece deliliniz düşer. Başka ne deliliniz vardır?

Üçüncüsü : Onlara iddia ettikleri şey ve kabul etmedikleri fark ile mukabele edilir.

Dördüncüsü : Şöyle denir : Gerçekten biz, Peygamberimizin nübüv­vetini ikrar edip kabul eden kimseleri kabul ederiz. O kimse, onların pey­gamberliğini iddia ettiği kimsenin kendisi ise, peygamberimizin nübüv­veti sabit olur. Hayır, eğer iddia ettiklerinin kendisi değilse, kendisinin peygamber olduğunu iddia ettiğiniz kimselerden[305] peygamberimizin nü­büvvetine delâlet eden şey nedir ki, sizin murad ettiğiniz husus size tes­lim olsun? Yardım Allah'tandır. [306]



(Hıristiyanların Îsâ Aleyhisselâm Hakkındaki Görüşleri Ve O Görüşlerin Reddedilmesi) :


Allame Ebu Mansur (r.h.) diyor ki: Hıristiyanlar îsâ aleyhissolâm hakkındaki görüşlerinde ihtilâfa düşüp gruplara ayrıldılar. Onlardan ba­zıları Isâ aleyhisseîâm'ı iki ruha sahip kıldılar ve şöyle izah ettiler bu gö­rüşlerini : îsâ aleyhisselâm'da bulunan ruhdan biri nâsûtî (maddi) ruh­tur ki, sonradan var olmuştur; insanların ruhlarına benzer. İkincisi ise, lahutî, (maddi olmayan) ruhtur. Bu ruh kadîm olup Allah'tan bir parça­dır. O bedende öylece var olur. Onlar, Allah'ın, baba, oğul ve mukaddes ruhdan başka bir şey değildir dediler.

Hıristiyanlardan başka bîr grup da, Îsâ Aleyhisselâm'daki ruhu, Al­lah yaptılar ve Allah, İsa'nın ruhunun kendisidir, yoksa Allah bir cüz' olarak değildir dediler. Fakat hıristiyanlardan bir zümre o'nu bir şeyin bir geyde olması gibi bir bedende olduğunu ileri sürdüler. Diğer bir zümre ise iki bedende1 olduğunu kabul etti; fakat bedenin onunla ihata edilme­siyle değil. Hıristiyanların içinde, Allah'tan kendisine bir cüz' ulaşır. Son­ra başka bir cüz ulaşır diyenler vardır. îbni gebîb diyor ki : Hıristiyan­lardan İsa, Allah'ın oğludur diyenlerden şöyle işittim : İsa aleyhisselâm, Allah'ın oğludur. Anıma Allah onu doğurmamıştır, o'nu evlât edinmiştir. [307]Tıpkı Muhammed aleyhisselâmm temiz zevceleri mü'minlerin anneleri ol­duğunu işittiğim; ve bir adamın başkasına «Ey oğlum dediği» gibi.

Şeyh Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Hıristiyanlara bu görüşlerinin ba­tıl olduğunu ifade etmek için şöyle denir : îsa aleyhisselâmda bulunan ruh, kadîm olduğu zaman o, ruh aynı zamanda cüzdür. Nasıl olur da ken­disi Allah'ın oğlu olur da diğerleri ise Allah'ın oğulları olmaz? Eğer, «Çün­kü diğer cüzleri daha küçüktür» denirse, o zaman âlemin cüzlerinin hep­sinin büyük olan cüzlerin çocukları olduğunu söylemesi gerekir. Ve son­ra baki kalan cüzlerden hepsini böyle kılması lâzım gelir ki, onun hepsi ile oğullar meydana gelmiş olur. Sonra şu husus malumdur ki; çocuk, ba­badan daha küçük olur. Öyle ise her ikisi beraberce nasıl kadîm olurlar? Eğer hepsinin tohumda[308] olduğunu üeri sürerse, kendisine «ondan han­gisi çocuktur?» denir. Eğer hepsi çocuktur, derse, tümünü, hem baba ve hem de çocuk yapmış plur. Bu tarz ifadede ise babayı kendisinin oğlu yapma bulunur.

Eğer o kendisinde bulunan bir cüzdür, bu tıpkı lâmbanın ışığından alman bir cüz gibi; asıl olan külde hiç bir noksanlık olmaksızın olur, de­nirse; bu görüşe lâmbanın ışığından alman cüz'ün hadis olduğu gibi, bu cüz dahi hadis olur, diye itiraz edilir. Böylece Allah'ın oğludur, dedikleri ruhun kadîm olması batıl olur. Eğer iddia edip, o tıpkı lâmbadan alman ışık gibi, Allah'tan nakledilmiştir derse, kendisine geçen hususların tat­bik edilmesi helâl olur[309].

Sonra, lâmbanın ışığından almanın bozulmayacağım, ona bildiren nedir? Eğer bizim, onu müşahede etmemiz böyledir denirse, kendisine göyle cevap verilir : Belki de Allah (c.c.) onu var etmiştir. Veyahut, taşta bulunan ve ondan çıkan ateş gibi olur. Her ikisinden hangisi olursa olsun o, sonradan var olma, hadistir. Hadis olan da mahlûktur. O'nun Allah'ın oğlu olması niçin caiz olur? Bu soruya cevaben, Allah-u Teâlâ'nın ondan acaip şeyler meydana çıkardığmdandır deyince, Allah (c.c.) aynı acaip olan hususları Musa Aleyhisselâmda da izhar etmiştir. Öyle ise, o da Al­lah'ın diğer oğludur deyin, denir. Eğer siz, Musa aleyhisselâmda zuhur eden acaip hususlar, onun dua ve niyaza ile meydana gelmiş idi diye iddia ederseniz, ondan gayrinde vuku bulan da onun gibidir. Bununla beraber Isa Aleyhisselâm'm Pazar gecesi şöyle dua ettiği rivayet ediliyor : «Ey Allah'ım eğer şu acıyı birinden menetmek dilemiş isen onu, benden de menet.» Eğer Isa aleyhisselâm, ağlamak ve niyazda bulunmakla aynı hususları insanlara öğretmek iğin yapıyordu denirse, cevap olarak Musa aleyhisselâmdan da onun gibisi sadır olmuştur, denir.

Sonra Isâ aleyhisselâm ile Mûsâ aleyhisselâm, Beyt-i Mukaddes'e doğru yönelerek namaz kılarlar dua ve niyazda bulunurlardı. Ve sonra ağlamak ile tezarru'da bulunmak, tabiatın işidir. Bu her ikisinden nıüm-teni' olmaz. Öyle ise öğretmenin manâsı nedir? Eğer îsâ aleyhisselâm o hususa çalışmakla müstehak oldu ise, aynısının Mûsâ alyehisselâm ve başkasının hakkında da söylemek gerekir. Eğer Isâ aleyhisselâm, o me­ziyete yalnız ölüyü diriltmek ile müstahak oldu, başka bir şeyle değil denirse, buna da Hazkıl'ın insanı dirilttiğini ifade ederek cevap verilir. Eğer bu hususa çoklukla itiraz edilirse, yahudilerin Musa aleyhisselâm'r ondan daha çok olduğunu ifade ettikleri ile cevap verilir.

Fakih Ebu Mansur (r.h.) diyor ki: Mûsâ aleyhisselâm, bir çok ker-re ölü olan asasını ejderha olarak canlandırmıştır. O, ise[310]daha büyüktür. Eğer az bir yemeği bir çok insanlara yedirmek suretiyle onları doyurduğu hususu iie delil getirirse bizim Peygamberimiz aleyhisselâm ile itiraz olu­nur. Çünkü Peygamberimiz, içinde bir şey bulunmayan kabda un meyda­na getirmiştir. Eğer o, suyu, şaraba çevirdi denirse; Elyesa'ın[311] bir kadına, kab bulunmaksızın, un meydana getirip vermiş, sonra onu zeytinyağı yapmış olması ile cevap verilir. Eğer su üzerinde yürümesi ile delil getv rirlerse, onlar aynı şeyi Yûşa' bin Nun[312], îlya ve Elyesa' için de ikrar edip kabul ediyorlar. Eğer onlar, aynı hususu îlya için de kabul ederek onun bir cemaatin huzurunda göğe kaldırıldığını söylüyorlar. Eğer Isâ aleyhis­selâm'm anadan doğma kör olanı ve abraş hastalığını ve benzerlerini iyi etmesini Öne sürerek delil getirirlerse, ölüyü diriltmek ondan daha bti-yüktür. Ve aynı zamanda bu hususun Uya ve Elyesa'da da bulunduğunu kabul ederler.

Bununla beraber onların, yahudilerin, îsa aleyhisselâm'ı çarmıha gerdiklerini ve kendisiyle eğlendiklerini kabul etmeleri, aleyhlerinde te­celli eden bir husustur. Çünkü ilk zikredilen husus, îsa aleyhisselâmm yüceltilmesine delâlet ediyorsa, bu husus da onun küçültülmesine delâlet eder. O, llya'nın yaptığı gibi yapmadı mı? Çünkü Uya, onlara geldiğinde kendisine karşı gelenlerin üzerine ateş gönderdi, ateş de onları yakıp yok etti. Bu hususu îlya'ya Allah ikram etmiştir. Eğer onlar, özelliği gerçek­leştirmekte acaip olan yani mucize olan hususların meydana çıkarılması­na rücu ederlerse kendilerine zikrettiğim hususlarla itiraz edilir.

Sonra onlara deyiniz ki, Allah-u Teâlâ, gökte ve yerde olanlardan her şeyden acaip olan hususları izhar edince her şeyi kendisine mahsus olan yönden tahsis etmeği icabettirir. Eğer Allah, îsa aleyhisselâmı fi'linde kuvvetli kılmıştır. Yoksa o, onunla işlememiştir derse, cevaben ona şöyle denir : O, cisimleri meydana getiriyor mu idi? Eğer evet derse, kendisine o, mahlûk mudur? diye sorulur. Eğer evet o, mahlûktur, derse, ona de­nir ki; onun ruhu ve bedeni, bizim ruhumuz ve bedenimiz gibidir. Ona ne oluyor ki, bizim kadir olmadığımız şeye kadir oluyor? Onun kadir olduğu şeye Allah'tan bir cüz' olan kuvvetle mi kadir oluyor; yoksa sonradan var olup hadis olan kuvvelte mi kadir oluyor? Eğer o, Allah'tan bir cüz olan­la yapıyor derse, İsa'nın fiili hakkındaki sözünü iptal etmiş olur. Çünkü c. isa'nın İlâhıdır. O fnli yapan îsâ değil, Allah'ın kendisi olur. Eğer cüz' olan, Allah'tan ayrılırsa cisimlerden bir çoğunu meydana getirdiğinde Allah'ın gayri olur. Eğer cüz'ün Allah'a bitişmiş olduğunu iddia eder­lerse fiil, kuvvetin olur. Ve her ikisi de, yani fiil ve kuvvet, Allah'da bulu­nur. Böylece, gerçekten fail olan Allah olur. Hayır, eğer iddia edip İsa aleyhisselâmda kuvvet bulunuyor, o kuvvetle cisimleri meydana getiri­yor, yoksa o kuvvet kendi fiili değildir[313], diyorlarsa, bu sefer İsa'nın İlâ; hinin bazısının istediği şeyi yaptığım ileri sürmüş olurlar. Eğer hadis olan kuvvetle değil, kendi zatı ile fiilini icra eder derse, izah etmiş olduğumuz hususlarla kendisine itiraz edilir. [314]



(Mes'ele)


Sonra cisimlerin hadis olduğunu ispat eden deliller hakkında konu­şalım[315] : Eğer onu akıl yaptı diye söylerse, aynı hususu îsâ aleyhisselâm hakkında ifade etmesi gerekir. Eğer işitme yaptı derse, kendisine işitile-nin doğru olduğunun delili nedir? denir. Eğer onun delili eşyanın hadis olmasıdır derse, eşyanın hadis olmasının ancak işitilmekle anlaşıldığı söylenir. Sadık ve doğru olduğu da ancak eşyanın hadis olması ile bilinir. Öyle ise, onun hakkında bilgi edinmenin yolu kesilmiş olur. Ancak akılla olduğunun kabul edilmesi hariç ki, bu takdirde aynı hususu Îsâ aleyhis­selâm hakkında söylemesi gerekir. Sonra «Ey oğlum» demesinin daha büyük bir ikram olmaz, diyen kimseye, itiraz edilerek denir ki; evet «Ey babam»[316] demek, tazimde daha büyüktür. Eğer bu husus tekaddümü, ya­ni, kendisinden önce geçmesini icabettirir, derse tazimle itibar edilmesini iptal etmiş olur. Çünkü bu husus o yönden murad edilmez. Sonra o husus sabit olmuştur kî; belki, kendisinden başkası, ona o ismi veren kimse olur. Eğer o hususta kendi nefsi ile beraberliği temin etmek vardır derse, ona göyîe cevap verilir : Bazen biri, diğerine «ey kardeşim» der, fakat onu murad etmez.

Sonra, gerçekten onun yaratmasında ikram vardır. Belki de ona bu ismi başkası vermiştir. Bu hususta kendisine havariler ve peygamberler de ortak olurlar. Bu hususa3, işlerden açık olanla[317] itiraz, olundu. ÇünkU o sözü ikramda ifade etmek caiz olur, dedi. Peygamberlik ise ancak cinste ittifak edende caiz olur. Zira merkep ve köpeğe bu isim ile isim vermek caiz olmaz. Bunun içindir ki, ilk husus da caiz olmamıştır. Hepsinde mu­habbet, sevgi ve velayet yönü bulunur. Ve cinsin gayrinde olur. Tıpkı hak­kın, velayet, muhabbet, melekler ve benzeri hususlarda vacip olduğu gibi. Bununla beraber Allah-u Teâlâ'nın mahlûkattan sevdikleri ve dostlarının olması caizdir. Fakat aynısının çocuklar hakkında söylenmesi asla caiz olmaz. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Bu konuda bizce asıl olan ihtilâfın iki vecih olmasıdır. Birincisi : Rab olma. Allah-u Teâlâ, İsa aîeyhisselâmın yeyip içtiğinden, ihtiyaçları yer­lerine reddetmesi ile kendisinin Rab olması mümkün olmadığını beyan buyurmuştur. Cenab-ı Hak onu, küçüklük, yaşlılık, Allah'a ibadet etme, Ona duâ ve niyazda bulunma, insanları Allah'a ibadet etmeğe, onu birle­meğe çağırma, Muhammed aleyhisselâmm geleceğini müjdeleme, O'na iman etme ile vasfetmiştir.

Sonra Cenab-ı Allah bütün âlemde cemetmiş olduğu gibi İsa aleyhis­selâmda da ibadet etme, sonradan, var olma, alâmet ve işaretlerini cemetmistir. Ve yine kendisi (Allah'ın salat ve selâmı üzerine olsun) için Al­lah'a ibadet etme ve onun peygamberi olmaktan başka hiç bir şey iddia et­memiştir. Kendisine İlâh demenin hiç bir manâsı yoktur. Bununla beraber eğer İsâ aleyhisselâma ilâh demek caiz olmuş olsaydı, insanoğlundan her­kese ilâh demek caiz olurdu. Esas şayanı taaccüb olan husus şudur ki : On­lar, Isâ aleyhisselâm hayatta iken bir çok deliller getirdiği halde onun peygamberliğine rıza göstermediler. Sonra göğe yükseltilmesi, refedilme-si, yahut onlardan çoğunluğunun inancına göre vefat etmesinden sonra onun peygamber olmasına, Allah'a ibadet etmesine razı olmadılar. Hatta Isâ aleyhisselâma rububiyet rütbesini verdiler ki, yaratmak, cevher, be­yan ve başlangıçta ve sonunda yalanla kendisinden meydana gelen her şeyle üzerlerine şahid olsun.

İkincisi : îsâ aleyhisselâmm Allah-u Teâlâ'nın oğlu olmasa hususu : Bu husus da bir kaç vecih üzere ifade edilir :

1 - Doğmak, bu ise mümkün değildir, fasiddir. Çünkü Allah-u Te-âlâ, muhtaç olmak veyahut kendisine şehevî isteklerin galebe çalması ve­yahut da kendisine yalnızlıktan usançlık gelmesi gibi beşerî sıfatlardan müstağnidir, beri ve münezzehtir. Onların hepsi çocuk edinme isteğinin sebebleridir. Oysa ki evlâd, babanın cevherinin gayrinden olması müm­kün değildir[318]. Allah-u Teâlâ bizatihi mahlûkata benzemez. Veyahut o hu­susa muhtemel olan manânın haricinde bulunur. Alîah-u Teâlâ'mn beyan buyurduğu üzere eğer o, oyun ve oyuncağı ittihaz etmiş olsaydı, bizim nezdimizde olan hususları ittihaz etmesi imkân ve ihtimal dahilinde ol­mazdı.

2 - Sonra, her çocuk sahibi olanın kendisinin ortağı ve mülkünün çocuğuna kalması muhtemeldir. Kim ki bizatihî Rabb'dır, her şeye malik ve kadirdir. Bu gibi hususların kendisinde bulunması muhtemel değildir. Bir şeyin cüz'ünün, kendi çocuğu olmasının hiç bir manâsı yoktur, diyen kimseye göre onun kâmil olmaması vacip olur. Ta ki sonradan bulunsun. Mucizelerin yönleri bu hususu icabettirmez. Çünkü dünyada peygamber­liğin bilinmesinin yolu, mucizeler değildir. Bununla beraber kendilerine ortak koşuldu.

3 - Ve sonra da Isâ aleyhisselâm, Allah'a ihlâsla, içtenlikle ibadet ettiğine dair ifadesinde sadık olduğunu iddia ediyor. Mucizeler de başka bir şey değil, bunu icabettiriyor. Veyahut da üstün olması yönünden mu­cizelere ienad ediliyor. Dünyada bilinen bir hususdur ki gerçekten onlar ta'zün ifade eden isimlerden değillerdir. Bilâkis kendisine «Mesih» ve «Resul» ismi verilmesi, onlardan daha büyük ve yücedir.

4 - Gerçekten mahlûkattan çoğuna Allah tarafından kerametler verilmiştir ki, o kerametler, ancak onlara ait olur. Bunlardan hiç bir şey peygamberlik ismini icabettirmez. Oysa ki, gerçekten «nübüvvet» dilde, yani lügatta ancak küçük ve zayıf anlamına gelir. Yoksa kuvvet ve yüce­lik ve üstünlük sahibi olma manâsına değildir. Çocukların durumu da böylecedir. Allah-u Teâlâ'nın tsâ aleyhisselâma nübüvveti ikram etmesi ve kendisini küçüklüğünde yüceltmesi bu bakımdan olur. Çünkü bazan bu husus, küçüklerde büyüklük[319] olarak zuhur eder. Kuvvet ancak Allah'­tandır.

5- Veyahut Allah-u Teâlâ'mn her iş ve musibetin gelişinde sığı­nacak ve yalvarıp yakarılacak yer olması bakımından olur. Bütün mahlû-katın yöneleceği yerin sahibi olan kimse de böyledir. O da tıpkı kızgın bir ateş olan «Hâviye»ye, Cehennem ehlinin annesi ve yeryüzüne de, yeryüzü ehlinin annesi ismi verildiği gibi. Kim ki mahlûkatın kendisine yakarıp yalvarması ve kendisine dayanması bakımından yön sahibi olursa, her ne kadar kendi misli ile ancak izinle konuşursa da Allah'ın emri ile olduğu tahakkuk eder. Kuvvet ancak Allah'tandır. [320]



Mes'ele Allah'ın Fiilleri


Tevhîd ehlinden bir grup şu iddiada bulundu ki; tevhidi benimseyen­lerden çoğu iki yönden onun dışına çıktılar. Ya kendisine vacip olanı bil­memesinden veyahut da seneviye mezhebinin ve diğer mulhidlerin tevhid hakkındaki söz ve görüşlerinden kurtulmaktan aciz olmaları bakımından. Evet, bir grup şu iddiada bulunuyor : Gerçekten menfaatsız olan makul şeylerden her vaki olan ful, hikmete binâen vukubulmamıştır. Kim ki il-letsiz olarak bir fiili işlerse o kimse abes ile iştigal etmiştir. Böylece Allah-u Teâlâ'nnı birisine zarar verecek bir fi'ile başlaması ve yapması caiz olmaz; ve o, Allah'tan hikmeti giderir sandılar. Böylece Allah-u Teâlâ'ya din hakkında başkası için yapmış olduğu her fiilin en salibinin[321], olması ve sonunun da başkası için en güzel olarak yapmasını lâzım kıldılar. Çünkü Allah, kendisine menfaat verecek sözden yücedir1 veyahutta kendisine za­rar verecek şeyden berî ve münezzehtir. Böylece Allah'ın fiilinin ancak gayrine yararlı olanla olmasını veyahut başkasından zararı gideren husus­la olmasını gördüler. îşte o da yine fiilinin illeti olur. Bizden hikmet sa­hibi olan herkesin fiilinin illetli olması düşünüldüğü vakitte, ya hemen, ve­yahut ta gelecekte faydalı olması, veyahut ta zararı yok etmesi lâzım ge­lir. Bununla beraber kendisine çok sevapla beraber güzel Övgüler ceîbe-dilir. Kendi fiilini takdir için başkasının fiili ile Örnek verip kendisinden yalan olmasının[322] veya zulüm veyahut ta kendisinden zeval bulmaksızın hareketin veya kararsız bir sükûnetin bulunmasının caiz olmadığı hususu ile misal verdiler. Böylece dünyada filozoflann fiiline göre[323] onun fiilinin takdir edilmesinin gerektiği sabit olur. Ancak ne var ki onlar, Allah'tan, fiüle yükselmesini veyahut ta her hangi bir fiili terketmesiyle aşağılan­masını reddettiler. Bununla Allah-u Teâlâ'nm kendi fiili ile kendisine bir menfaat celbetmediğini ve bir zararı da defetmediğini ortaya koydular. Böylece onun filmin hikmete binâen[324] başkasına yararlı olan şeyle veyahut başkasından zararı giderenle olmasının vacip olduğunu öne sürdüler. Bunu da kendileri katında Allah'ın fiilinin abes olmadan çıkması için onun fiili­nin illeti yaptılar. İşte bu yönden seneviye mezhebine muhalefet ettiler. Çünkü seneviyeler failin fiüinin, kendisine menfaatsiz olduğunu da hik­mete binaen olmasını kabul etmekten kaçındılar. Böylece sefeh cevheri cinsinden kurtulmasının mümkün olması için mizaç anında hiv.net cev­heri ile fiilin meydana geldiğini ispat ettiler ki, onun fiili dünyaca takdir üzerine olan hikmete binaen olur. Bununla beraber bir şeyin, bir şeyden olmaksızın görünen âlemde vukubulması mümkün değildir. Bunun için âlemin tümünün bir asıl olmasını icabettirdiler ki, ondan âlem yapıldı ve meydana getirildi.[325] Çünkü dünyada varolma gerçeğinden fiilin dışarı çık­ması arasında bir bölüm yoktur. Böylece onun bir hakim[326] tarafından olmasının reddedilmesi lâzım gelir. Tevhîd ehli bu iki hususta onlara mu­halefet etmiştir. Sonra onlardan bir grup, îlletsiz akim bulunmadığı için akılda illetin var olmasını ona ilzam ettiler. Çünkü onlar, dünyada onun gibi fiilin abes olduğunu gördüler. Ve zararlı olan fiilin eğer başkası için menfaatli olsa, failin kendisi ile yararlanmayan fiil hakkında seneviyele-rin zikrettikleri şey üzere sefeh olarak sonuçlanmasını gerektirdiler.

Sonra onlar, aralarında parçalanarak bir kaç gruba ayrıldılar. Bir grup şu iddiada bulundu : Hakikatte kendisine bir şey işlenende zarar görülmez. Her ne kadar ondan sızlanma ve şikâyet bulunsa da. Diğer bir grup da onda,-gerçekte bir zarar olduğunu öne sürüyor. Fakat onun o sararı karşılaması mümkün olur ve fiil bununla da hikmete binâen olmuş olur. Bu tıpkı dünyada büyük yükleri üstlenen, istenmeyen ilaçları bilerek ve kasten içen ve sonuçların vaki olması için dışa çıkmayı kasteden kim­senin7 bulunmuş olması gibidir ki, onun başkasına zararlı bir fiili olmaz. Ancak karşılığı olması müstesna.

Allame Ebu Mansur (r.h.) diyor ki: Cenab-ı Allah'ı hakkı ile bilen, onun her şeyden müstağni olduğunu, saltanat sahibi olduğunu ve sonra onun kudretini, herşeye malik olduğunu ve bütün mahlûkat, onun hükmü altında bulunduğunu ve emir ancak onun olduğunu bilen kimse, onun fiili­nin hikmetin dışına çıkmasının caiz olmadığını bilir. Çünkü o, b:?atihî hü­küm -ve hikmet sahibidir. [327]Herşeyden müstağnidir, herşeyi bilendir. Dün­yada hikmetin dışında bulunan ve sahibini cehalet ve ihtiyaç sahibi olma­ya sevkeden hususun her ikisi Allah'tan nefyedilmiştir. Öyle ise onun fiili­nin hikmetin haricinde olmadığı sabit olmuştur. Bu zikrettiğim şeyle onun fiilinin hareket ve sükûnette olması batıl olur. Çünkü hareket ile sükûnet Öyle iki ihtiyaçtır ki, sahibinde mutlak bulunurlar. Onlardan biri sah'bi-ni kendi nefsindeki istirahat ve lezzetli[328] bir hali düşünmeye ulaştırır, di­ğeri ise rağbet ettiği şeye kavuşturur. Çünkü onun için kasdettiğine ulaş­manın yolu ancak hareket etmesi ve zeval bulması ile olduğu ^ibi yor­gunluğu ve ağır yükün define de ancak karar ve sükûnet bulmakla yol bulur. Amma Aîlah-u Teâlâ ise, onun herşeyden müstağni olduğu, kudret sahibi olduğu sabit olunca kendisine ihtiyaç veyahut herhangi bir şeyi isteme ve kasdetme gibi hususun arız obuası batıl olur. Buna göre Allah-u Teâlâ'nm kudreti, saltanatı ve ilmi sabit olunca onun bir şeyden olmak­sızın bir isi yapmasına başlamasına kadir olmaması ile vasfolunması batıl , ve fasittir. Çünkü o, ihtiyacı ve zafiyet alametini bilendir. Bütün his olu­nanın ve beşer ilminin ulaştığı her ihtiyaç, âlim olanın takdirine delâlet etmektedir. Allah, onu bilir, ona kadirdir ve ganidir. Kendisinin, zengin olması, kudret sahibi, hikmet ve ilim sahibi olması, bilinenin zatından bun­ların giderilmesi caiz olmaz. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Bunun içindir ki, zarurî olarak aklen âlemin bir şeyden olmaksızın var olduğunu söylemek lâzım gelir ve Allah'ın fiilinin hikmete binaen vukubulduğunu söylemek gerekir. Her ne kadar hikmetin, onların akil kuvvetlerinin ulaşacağı noktanın dışında olduğu için âlemin filozofları­nın akıllarının, bizim beyan ettiğimiz şey üzere kendisi ile faydalanmayan kimsenin fiilinin caiz olması' ve bir şeyin bir şeyden olmaksızın var ol­masının hikmetini idrak etmekten aciz olsalar da. Bunun içindir ki, Al­lah'ın emrinin hakikati zahir olur ve yaratmak, emretmek ancak ona mahsus olur. Her mülk sahibinin malik olduğu şeyde dilediği kadarını yap­mağa hakkı vardır. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Sonra asıl olan sudur ki, gerçekten umumiyetle zulüm ve sefehin her ikisi çirkin, hikmet ile adalet de güzeldir. Fakat bir şey, bir halinde hik­met, başka bir halinde ise sefeh, bir halinde zulüm, diğer bir halinde de adil olur. Tıpkı ilâçları içme hususunda zikrettiklerim gibi. Sonra cevherlerin nevilerinden olan eşyanın yeyilip içilmesi, itilâf edilmesi ve sağlam olarak ibka edilmesi, [329]ihtiyaçlara veya mükâfatlara veyahut hu­kukların korunması ve benzeri gibi hususlar için olur. Öyle ise, umumi­yetle, hikmetin ve adaletin güzel, sefeh ile zulmün çirkin olması sabit olur. Allah-u Teâlâ'nın yarattığı her fi'li, en azından onun hikmete ve adalete binaen, veyahut lûtf-u ihsanından olduğunu Allah'ın vasfetti-ğinı ifâde etmek lâzımdır. Zira Allah-u Teâlâ'nın çok cömert, çok ke­rîm, ganî ve âlim olduğu sabit olmuştur. Böyle olunca da sebepleri ce­halet ve ihtiyaç olduğu için Cenab-ı Hakk'a sefeh ve zulüm vasfının, is-nad edilip kendisine lâhik olması bâtıl olur. Gerçekten bir şeyin zulüm, adalet ve hikmet, sefeh sıfatlarına bölünmüş, olması caiz olur ki, bun­ların sebepleri de cehalettir. Bakan ve düşünen kimseye onun bir yönü­nün gizli kalması veyahut duyu ile anlaşılan husus ona muttali olmak suretiyle bilmek istemesindeki noktanın gizli kalması caiz olur. Her iki yönün ihtimal dahilinde olması sabit olur ki, ondan birine duyu vaki' olmaz ve onu düşünen de bilemez. Kendisine hikmet, sefeh, adalet ve zulüm ile işaret edilmek suretiyle şeriatında bunu hükmetmesi bâtıl olur. Böylece her insanın[330] kendisini düşünmek suretiyle bir şeyde iki husu­sun hakikatini bilmesinin mümkün olmadığını ve neticede cahil olduğu gerekir. Böylece duyu organları bilnenlerin ve hissedilenlerin hallerinin değişmesinin sebepleri olan hususların tümünü bilemez. Bu husus sabit olunca, seneviyelerin iki ilâh bulunmasına dair sözlerinin bâtıl olduğu­nu ve zararlı, yararlı hususların yaratılmasındaki hikmetin yönlerini bil­medikleri sabit olur. Çünkü bir halde zararlı olan her şeyin başka bir halde yararlı olması caiz olur. Mu'tezilelerin de «Her fiil ki, başkasının yararına olmaz, o fiil, hikmete binâen meydana gelmemiştir», deme­leri de bâtıl olur. Bununla beraber kesinlikle zararlı olan bulunmaz ki, onunla birisinin faydalanması mümkün olmasın. Bu faydalanma ya de­lâlet yolu ile veyahut öğüt verme yolu ile veyahut kendisinde nimeti ha­tırlatma ve azaptan kaçındırma yolu ile ve mahlûkatın hakkında emir ve yaratma hakkına sahip olanın bildirilmesi ve bunlardan başka ifade edilmesi güç olan bir çok hususlar ile olur. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Sonra dünyada, fiili sefeh yapan asıl, iki hususdan biri ile olur : Ya mülke tecavüz ile olur ki, bu tecavüzde o fiil için mülk sahibinin izni bulunmaz. Veyahut kendisinde yasağın yerleştiği fiili işlemek ve emir ve nehiy sahibi olanın emrine muhalefet etmekle olur. Bunların hepsi Allah cellecelaluh'dan nefyedilmiştir. Öyle ise Allah-u Teâlâ'nın fiiline bu vasfın lâhik olması ihtimali bulunmaz ve Allah-u Teâlâ'nın bu gibi şeylerden yüce ve berî olduğu sabit olur. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Zîkrolunan husus, yalan gibi değildir. Çünkü yalan, hikmet, sefeh, adalet ve zulüm kısımlarına bölünen fiil gibi bir halde doğru ve sâlih olmaz. Bu, umumiyetle kendisinden değişiklik olmadıığ bakımındandır. Kendisine işaret edilmek Üzere bir şeyde vnkubulması bakımından ise, sebep ve hallerin ihtilâfı ile kendisinde iki hususun bulunması mümkün­dür. Bunun içindir ki, Allah-u Teâlâ'nm umumiyetle sefeh ve zulüm vas­fı île vasfedilmesinden berî ve yüce olmasıyla vasfedilmesi lâzım gel­diği gibi, işaretle de bu hususlardan yüce ve berî olmasıyla vasfedilmesi gerekir. Fakat, fiilinin sefeh ve zulüm ile meydana gelen hususta beşerin ilminin ulaşamadığı ve aklın idrâk edemediği şeyle vasfolunması caiz değildir. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Sonra zulüm, sefeh ve yalanla vasfın fasid olması, kendisi ile bili­nen şey; iki vecihten ibarettir : Birincisi, bir şeyin akıllarda düşünce ve bedahatle çirkin olur, hatta kendisi düşünüldüğü veya kendisinden bahsedildiği zaman çirkinlikten başka bir şey ziyâdeleşmez. Kendisine bakma uzadıkça onun kötü ve çirkin olduğu tebeyyün eder. Bu, tabiatiy-le, yani yaratılış itibariyle çirkin olan gibi değildir. Çünkü tabiatiyle çir­kin olan, hayvan kesmek ve onun çeşitleri gibi alışkanlıkla ve doğru ve sıhhatli olmasının uzaması ile güzel olur. Böylece hayvanların, ehil ve yırtıcı olanlarından, kuşların yaratılış itibariyle insanlardan kaçındıkla­rını görürüz. Ve kendileri ile çeşitli işler ve kazançlar istenildiğinde o hususları istemediklerini ve nefret ettiklerini kendilerinde müşahade ede­riz. Sonra bu hususlar, onlardan eğitimle, talim ile uzaklaşır; hatta nef­ret edip kaçındığı şeye ünsiyet ve alışkanlık kesbetmiş olur. Bu husus, onda sanki yaratılışında böylece yaratılmış gibi bulunmuş olur. Akılla çirkin olan bu vasfın devamlı olarak çirkin olması gerekmez. Bilâkis, onun durumundaki bakışların uzaması ile durumu ziyâdeleşir. Sonra buna göre fiilinin o hususa muhtemel olan kimsenin vadine itimat edil­mediği gibi vaidinden de korkulmaz. Haberine rağbet edilmez, şerrin­den de emin olunmaz. Hâl ve durumu, ameli böyle olan kimsenin aynı­sının bizatihi âlim ve hakim olan, binefsihî ganî olan Allah'a izafe edil­mesinin ihtimal dahilinde olması mümkün değildir. Bununla beraber Al-lah-u Teâlâ, kendisine hiç bir şeyin gizli olmadığı ve murad ettiği her işin kendisine güç gelmediği hususu ile vasfolunmaktadır. Hatta mu'te-zilenin sözüne göre bu hususun Allah'dan olmasından emin olunmaz. Çünkü eşyanın çoğu Allah'ın irâdesinin dışında kalır. Kendi saltanatın­da ve hükmünde murad etmediği hususun kendisinin hükmü bulunmaz­dan kendisinden çıkarıldığı görülür. Çünkü o, bunu murad etmemiştir. Hükmü ve saltanatının ziyadeleşmesini murad etmiştir. Onun olmasına hâkim olur ve böylece ondan menedilmiş olur. Tıpkı bütün mahlûkati-mn kendisine itaatkâr olmasını murad etmesi gibi. Onun için kendi hük­mü ve mülkü altında itaat olur. İsyan ise olmaz. Fakat bu ikisi de bu­lunmaz. Sonra Allah-u Teâlâ bir kavme ömürlerinin uzun olmasını vaa-detmiş olur. Vaadettiği o müddet içinde onları bakî kılacak olan da ken­disidir. Aynı zamanda kalacakları o müddet içinde kendilerine çeşitli n-zıklar vereceğini, türlü hayırları onlara ihsan edeceğini vaadetmiş olur. Sonra kendi yarattıklarından bir kavim gelir ve kendilerine yaşamaları için vaadedilen müddet geçmeden önce onları öldürür.[331] Böylece onlara

vaadedilen fiilin yerine getirilmesinden menoluninuş olur. O fiil ki Al­lah-u Teâlâ, onlara o müddet içinde hayatlarının baki kalma işini yapa­cağını haber vermiş idi.[332] Bu hususta muhtaç olma ve yalan bulunma vardır ki, bunların her ikisi de zulüm ve sefehi gerçekleştirir. Bununla beraber onlar, Allah'a zulüm, haksızlık, sefeh ve yalan gibi hususlara dahi kudret sahibi olduğunu ifade ederler. Eğer bu hususlardan her fiil Allah'da olsaydı rububiyet ve ilâhlık sıfatlarını yok edip izale ederdi. On­lar ise, Allah'ın rububiyetini ve ilâh olmakhğım idrâk ve kudretin altı­na soktular. Ne zaman kendisi gibi ile olursa, bakî kalma emin olur. Hâli île beraber bulunduğu zamanda da vaadedilen şeyi yerine getirmek su­retiyle kalb sükûneti hâsıl olur. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Bununla beraber Allah-u Teâlâ, cömertlik, kerem, af ve ihsan sı­fatları ile mevsuftur. Zikrettiğimiz vasıflarla fiilde ise bu hususların zail olduğu görülür. Allah-u Teâlâ, bu gibilerden berî ve yücedir.

ikinci vecih : Gerçekten o fiilleri davet eden husus, cehalet ve ih­tiyacı intaç eder. Allah-u Teâlâ'nın her iki husustan berî ve yüce oldu­ğu sabit olmuştur. Çünkü o her iki husus, rububiyeti düşürür, tedbiri izale eder. Âlemin olduğu hal üzere bulunup kendisini var edenin her şeye hakkım vermek suretiyle ganî olduğuna ve âlim olduğuna delâlet etmesinde onun bu vasıfla mevsuf olmasının müstahil olduğunun deli­lidir. Bunun içindir ki Allah-u Teâîâ'nın bunlardan biri ile fiilinin her hangi bir şekilde vasfolunması bâtıl olur.[333] Kuvvet ancak Allah'tandır.

Sonra Allah cellecelaluhû başkalarında bulunmasının ihtimali müm­kün olmadığı için ilimle, kudret, ceberut ve hayat sıfatlan ile bizatihi mevsuf olunca, her ne kadar hikmet sahibi olanlarda bulunmasa da Al­lah-u Teâlâ'nın fiillerinin dünyadaki hikmet sahibi olanlarının fiilleri [334] takdir edilmesi vacip olmaz. Bu asıl olanın umumî olarak ifa­desi şöyledir ki : Dünyada hikmet sahibi olan biri yoktur ki onun se-fehe uğraması ihtimal dahilinde olmasın. Ganî ve kadir olma da böyledir; O sıfatların zıtları ile mevsuf olması muhtemeldir. Onlarla mev-suf olmuş olur. Tâ ki kendisine zıtları ile ikram oluna. Çünkü kendisi için o zıtlardan kendisine verildiği kadarı bulunur. O, ne zaman bîr şey­de sefeh görürse, o şeydeki hikmetin hakikatini bilme, kendisine veril­miş olup olmadığı meydana çıkar. Veyahut ta ilminin onun hikmetine ulaşıp ulaşamadığı belli olur. Veyahut ta kadîm olan[335] sıfatından ken­disinde bakî kalan hususlardan olup kendisini o sıfatları ihatadan men-ettiğini ifade eden hususlardan olur. Bunun içindir ki, kulun, Allah'ın fiili hakkında bu hikmete binaen olmamıştır ve şöylece olmamıştır diye iddiada bulunması bâtıl olur. Bunu daha açık açığa ifade eden husus; onun, eşyanın çoğunu bilmemesini idrâk etmesi, kendisinin muhtaç ol­duğunu ve bîr çok işlerden âciz kaldığını, kendi akılsızlığı ve aptallığı ile[336] işlerin çoğunu ihata ettiğini bilmesidir. Kendi nefsindeki vasfı bu olan kimsenin Allah hakkında ona işaret etmek suretiyle Allah'ın yap­ması gerekir diye mevzulara dalması[337] abesle iştigal etme ve cehaleti ortaya atmadan başka bir şey değildir.

Bu hususun, akıllıların kendisine iştirak ettiği umumun lâzım olma­sından başka bir şey değildir. Çünkü onlar, umumda akim amelinin ha­kikatidir. Onlardan hepsine kendisinde manâ olmayan abesle iştigal etme verilmiştir. Bizim açıkladığımız hususlar hakkında Cenab-ı Hakk şöyle buyurmaktadır : «Allah, yaptığından sorumlu olmaz; kullar ise, sorum­lu olur.»[338] Çünkü kullardan her birinin fiilî hikmete de, sefehe de muh­temel olur. Allah-u Teâlâ'mn fiili ise, sefehden beridir, yücedir, insan­lardan her birine emir ve nehiy varid olmuştur. Zira o, hakikatte baş­kası için olur. Alîah-u Teâlâ, bu gibi hususlardan beridir, yücedir. Çün­kü insanların hepsi eşyadan bir .miktarına mâlik olurlar ancak. Allah-u Teâlâ ise eşyânm tamamma, hepsine mâliktir. Bunlar gibisi, Rabb'in sualinin manâsını mümkün kılmayan hususlardandır. Bunlar, müstahil olduğu zaman ise Rabb'dan sorulana cevap vermek külfete katlanmak­tan ibarettir. Fakat, Allah-u Teâlâ, kendi lûtfu ve ihsanı ile bu husus­ta çalışan kimseye yolunu bulmasını, hidayete ulaşmasını vaadetmiştir. Bunun üzerine Allah-u Teâlâ, kendisine boyun eğmesini ve kereminin, lût-funun, ihsanının tecellî edeceği kadarınca hikmetinde gizli olan şeye muttali olması için kulun kendisine tazarru ve niyazda bulunmasını em­retmiştir. Gerçekten Allah herşeye kadirdir. [339]



Mes'ele
(Kulların Fiilleri Ve Onların İspat Edilmesi)


Hamd-ü sena, kadîm olma, ebedî olma ve ilâh, rab olmada bir ve tek olan Allah'a mahsustur. O Allah ki parlak delil, büyük mülk sahi­bidir. O Allah ki, mahlûkatı kudretiyle yaratmış, geçmişteki ilmi ve di­leğine uygun olarak hikmeti ile onları hareketlendirmiştir. Mahlûkatm hepsinin...'[340] bir yerden bîr yere hareket etmesi onun lûtfu ve ihsanı iledir. O, eşyayı nasıl dilediyse öyle yaratmıştır. Çünkü O, Kur'an-ı Ke-rîm'inde «Allah, yaptığından sorumlu olmaz. Kullar ise sorumlu olur.»[341] buyurmaktadır. Kullardan bazılarında sefeh ve hikmet bulunduğu için suâlden menolundular. Sonra sefehden dolayı da cezalandırıldılar. Onla­rın hikmete rağbet etmeleri istenmiştir. Allah-u Teâlâ'dan bize tevfîkini ikram etmesini ve doğruya olan azmimizi yenilemesini, kalblerimizi tev-hîd nuru le nûrlandırnıasmı niyaz ederiz. Şüphesiz ki O, Hamîd'dir, Me-cîd'dir.

Bundan sonra vaktaki Allah-u Teâlâ, beşerî, kendilerini temyiz ehli kıldığı şey ile mihnet için yarattı ve işlerden mezmum olanı ve övüleni bildi, yapılanlardan mezmum olam insanların akıllarında çirkin ve kötü olarak, övülenleri de güzel olarak meyadana getirdi. İnsanların zihinle­rinde ve fikirlerinde büyüyüp çoğunluğu meyadana getiren hususun çir­kin olanı güzele, zemolunan §eye olan rağbeti de metholunan şeye olan rağbetin üzerine tercih edildi. Onları kapandıkları şey üzerine ve ken­dilerine ikram ettiği hususlar ile bir emri, diğer bir emir üzerine tercih etmelerine çağırdı. Onların akıllarında o gibilerin ihtimal dahilinde ol­masını çirkinlegtirdi. Bunun için Allah-u Teâlâ, insanların içinde bulun­dukları hususları kendisinden korunacak zararla kendisine rağbet edi­lecek menfaatli şeyler arasında değişik olarak meydana getirmiştir ki, onlar insanlar için kendisine rağbet edilecek şeylerden vaadolunanîan ve kaçınılması gereken hususların bilineceği alâmet ve işaretler olsun. Sonra, insanları eşyadan nefret edip uzaklaşan, eşyayı benimseyip ona meyleden tabiatlar üzere yaratmıştır. Onların akıllarına, tabiatların ken­disinden nefret edip uzaklaştığı şeylerden bazılarım sonuçlarının güzel ve övülmeye lâyık-olması ile güzel olarak göstermiştir. Tabiatların ken­disine meylettiği bazı şeyleri de, akıbetlerinin kötü olmasıyla girkin ol­duğunu göstermiştir. Böylece Allah-u Teâlâ, insanları âkibeti güzel ve tatlı olan şey ile tabiatlar üzerine iyi görünmeyen hususları tahammül etme ve nihayetin istekli olmasıyla kendisine çağırdıkları şeyden tabiatı uzaklaştırma kabiliyetinde yarattı. Sonra da onları imtihana tâbi tuttu. Çünkü onların benzerlerinin bulunmasının ihtimali dahilinde olmasından akıllan kaçmıştır. Amellerin çirkin olanından içtinap etmek ve güzel olan­larını benimsemek suretiyle üstün ahlâk ve güzel amellerde[342] bulunma­larını teşvik etmiştir. Sonra insanların mihnet ve musibetini icabettiren hususu iki şeyde meydana getirmiştir : Güçlük, kolaylık... Çünkü insan­lar, her iki hususu birden raihnetsiz olarak birbirlerine alıp verirler. Çün­kü onda üzerine[343] yöneldikleri ve kendisinden kaçındıkları hususlar mev­cuttur.

Bu esaslara göre insanların her türlü fazilete nail olmaları isteni­len dereceye yükselmeyi temin edecek asla ulaştıracak olan sebepler vardır ki, o da iki yönde mütalâa edilen ilimdir. Birincisi, zahir ve ayan -beyân olan ilim, ikincisi de gizli ve kapalı olan ilimdir. Bunun böyle ol­ması, onlarla akıl sahiplerinin çalışmalarda ve nefsin kendisinden nef­ret ettiği tabiatların istemediği hususların ihtimali dahilinde olması ba­kımından birbirlerinden üstün olmaları kadannea yekdiğerine üstünlük sağhyabilmelerf içindir. Bunlara göre de ilmin yolu iki kısım olarak ifa­de ediliyor : Birincisi, ayan - beyân olan ki, o sebeplerin en özüdür. Ve onunla beraber kendisinden gidi olan için asıl olduğundan cehalet bu­lunmaz. İkincisi : Mahlûkatın delâlet etmesiyle işitilerek bilmen nakîî delildir ki, onun doğru ve yalan olduğu bilinir. Sonra nakli deliler iki kısma ayrılıyor : Birincisi, «muhkem-i müteşâbih» olan., İkincisi, «mü-fesser» ve «müphem» olan. Bu hususun böyle olması da marifetlerin ni­hayetinin onları icabettiren hususlardan menetmek ve kendisine lâzım olan hususa yönelmeyi açıklamak içindir. Kim ki, «müphemi», «müfesser» üzerine hanüederse, «muhkemi» kabul etmiş ve mihnet ehlinin ken­disine ihtiyaç duyduğu şeylerden bilmesini lâzım kılan hususun kendi­sinde bulunmasını mümkün kılacak olan «müteşâbihi» onun üzerine ham-letmigtir. Veyahut ta kendisindeki hakikati bilip Öğrenmekten müstağni olmasmm mümkün kıldığı husuta onlara o mevzulara dalmayı terketme-ğe hamletmiştir. Böylece durma mihneti olmuş olur. Çünkü Al!ah-u Teâlâ,[344] iki yönden imtihan eder. ilk olarak teslim olmakla, ikinci ola­rak da talep, yani ilk olarak îman etme, ikinci olarak da îmanın ikti­zâsının yerine getirilmesini talep etme. Kulun üzerine dügen ise ancak emir kadannea itaat etmektir. Vaktaki Allah-u Teâlâ, kitabını iki emir üzerine cem'etti ki insanlar, dini bilirler, o kitabı kabul edip tas­dik ettiler ki O, Allah tarafından hak olarak gelmiştir, bu nokta­dan rücu' etmek ba§ka bir fikirlere saplanmak, hiç kimsenin gücü ve takati dahilinde değildir. Ve gerçekten o kitabı kim benimser­se onun hükümleri İle, emirleri ile amel etmek gerektiği lüzumunu hissederse kurtulmuştur, felah bulmuştur. Dünya ve âhiret refah ve saadetine kavuşmuştur. Kim ki o kitaptan yüzçevirmiş, onun emir ve yasaklarına riayet etmemişse zarar etmiş, hüsranda kalmış, isyan ehlinden olduğu için dünya ve Âhiret nimetlerinden mahrum olmuştur. Hatta her fırka Kur'an-ı Kerîm'den muhkem olana isabet ettiğini ve onun lâzım olduğunu sanmıştır. Ve hasmının gitmiş olduğu hususta ken­disine o noktada durmayı veyahut da kendi itikat ettiği hususta kendin­ce tekarrür eden üzere icmal etmeği vazife bilmiştir. Onların param -parça olmaları, her birinin muhkemi müteşabihten ayırd etmeğe ve be­lirlemeye muhtaç olduğunu ilzam eder ki, bu da müteşabihle ondan muh­kem olanın tenakuz etmemesinin bilinmesini gerektirir.

Sonra şu husus bilinen bir şeydir ki, Kur'ân-ı Kerîm'in birbirine muha­lif bir şekilde olması imkân ve ihtimal dahilinde değildir. Bu sıfatla Allah-u Teâlâ, Kur'ân-ı Kerîm'i vasfetmek üzere «Onlar, hâlâ Kur'ân'm Allah Ke­lâmı olduğunu ve mânâsım düşünmiyecekler mi ? Eğer o, Allah'tan başka­sı tarafından olsaydı, muhakkak ki içinde birbirini tutmayan bir çok söz ve ifadeler bulunurdu.»[345] buyurmaktadır. Kendisinin delilleri bulunanda delillerin aklen birbirine zıt düşmesi onun sefih ve cahil olmasının deli­lidir. Bunlarla[346] sabit olmuştur ki, kendisi için ayrılığa düşülen husus Kur'an olması bakımından ve kendisinde açıklamanın bulunmamasın­dan olmadığı sabit olur. Bilâkis o, hususun Kur'ana reddedilmesinin tek­lif edilmesi ve Kur'an'a tâbi olmanın lüzumlu görülmesi delâlet eder ki, gerçekten Kur'an'da o hususun beyânı ve açıklanması vardır. Muhkem olanın kendisine ulaşmayan kimseye gizli kalması ancak birkaç mânâ­dan dolayı gizli kalır. Gizli kalması, ya cevherin tabiatının kendisiyle lezzet duyduğu şeye meyletmesiyle veyahut itiyat ettiği şeyin bazısına fansiyet kesbettiği veyahut kendisine güvendiği kimseyi taklid ettiği veyahut talep etme ve araştırmada kusur ettiği veya işitmesine ilka* edi­len şeye aklının tâbi olmamasıyla rubûbiyet hikmetinin üzerinde müsâvî olmasının daha fazla sevdiğinden kendi aklına güveni olduğu içindir. Böylece bu hususlarla muhkem olan kendi katında müteşabih olur. Ve­yahut bahsetme ve araştırmada noksan kaldığından ileri gelir. Çünkü tevhîd'den rücu' edenlerin üzerine şüpheli olan yönlerin vecihleri eşya­nın hepsinin bu hususlarla kendisine şehadet etmesiyledir. Kuvvet an­cak Allah'tandır.

Bu hususların aslı şudur ki : Gerçekten Allah-u Teâlâ, beşeri mev­cut olan lezzetli şeylere meyleden tabiatlar üzere yaratmıştır. Bu tabiat­lar sahibini ona çağırır ve o lezzetli şeyleri kendisinde yerleştirilen ta­biatına uygun olan şeylerden şehevî isteklerle, nefsanî arzularla gözüne süsler ve güzel gösterir.[347] Hal bu ise onlar, kendisinde bulunan elem ve yorgunluk gibi hususlardan nefret ederler, kaçarlar, öyle ise insanın yaratılışı ve tabiatı güzelleştirme ve çirkinleştirme hakkında aklının düşmanlarından biri olur.

Akim güzel ve çirkin kıldıığ şey, eğer zavallı olmıyan ve bir halden başka bir hale girip değişiklik kabul etmeyen olur ise, tabiatın güzel ve çirkin gördüğü şeyin değişme kabiliyetinde olması[348] ve bir halden[349] başka bir hale geçmek suretiyle değişikliği kabul etmesi, terbiye ile olur. Onları ayakta tutmak da ünsiyet kesbettiği şeyden menetmekle olur. Kendisinden nefret edip uzaklaştığı şeye yöneltilmesi ise onunla ayakta durmasını güzelleştirir. Oysa ki, tabiatın onu kabul etmesi muhtemel olan bir husustur. Tıpkı hayvanlar ve kuşların işlerinden bilinenler gibi. Çün­kü onlar yaratılışları itibariyle kendileri ile, insanların, yararlı hususIardan istenilenleri kabul etmeyip nefret ederler. Ve bunları yerine ge­tirmekten kaçınırlar. Sonra vahşi hayvanlarda olduğu gibi kendisine meyletmek suretiyle hayvanların yaratılmış oldukları hallerin güzelleş­tirilmesi için görüş sahibi olan kimsenin onlarla bulunmaları ehlileştirü-mesiyle elde edildiği için güzel olur. Kendisinden nefret edip uzaklaşma üzere yaratılmış olan hususlar da böyledir. O da aynı hal üzene yara­tılmış olan gibidir. Beşerde kesme ve öldürmekten tabiatın uzaklaşma, nefret etme işi de buna göre değerlendirüir. Sonra bu hususun hayvan­da gerçekleştirilmesi ve güzelliği, çirkinliği akılla idrâk edilen hususta kolay olur. Hallerin açık - seçik bir durumda olmasıyla kendisinde olan, idrâk edilme hususu devamlı olarak ziyâdeleşir. Bunun içindir ki, Al­lah-u Teâlâ, tabiatların meylini değil, akılları hüccet ve delil yapmıştırr Çünkü Cenab-ı Allah ezelde akıllıların mükellef olduğunu takdir buyur­muştur. Her ne kadar kendilerine, tabiatlarında aklî selim olmayanlar­dan kendilerinden başkaları katılmış olsalar bile. Akü sahibi olanlara akim kendilerine güzel gösterdiğine tâbi olmalarım tabiatları ondan nef­ret etseler de onlara lâzım kıldığı gibi, her ne kadar tabiatın cevheri onu kabul etse de, akim çirkin gördüğünden kaçınmalarını emretmiştir. Çünkü akıl, sahibine §ey'in bulunduğu hususun hakikatini ve gerçeğini gösterir. Cevherin tabiatı ise bu hususu izah etmez. Çünkü tabiatın cev­heri ile göremez ve bulunanın gayrini de örnek veremez. Akıl ise, ken­disi ile hazır ve gaip olan §ey idrâk olunur. Onunla tabiata gaip olan şey hazır olur. Hatta kendisine, kendisi ile lezzetlendiği ve hoşlanma­dığı şeylerden görünen gibi olur. Onun katında mihnet kolaylaşır, ta­biatın ikrah ettiği ağır yük de hafifleşir. Söz ve ibarelerin takdir edil­mesi ona göredir. Gerçekten söz ve ifadelerin güzel ve çirkin olması her ne kadar işitmelere muhtelif olursa da, onlar hukukda değişmezler. Çünkü onlar tegayyür ederler. Bir ibarenin iki dilde ifade edilmesi caiz­dir ki, onlardan biri diğerinden tatlı olur. Güzel, kendi nefsiyle güzel­dir. Hak[350] ise ifade edenlerin başka, başka şahıslar olmasıyla muhte­lif olmaz. Bunun içindir ki, eşyanın güzelliğini ve yaratılıştaki tabiatla ve ne de ibare ve ifadenin güzel olmasıyla takdir olunur.[351] Eşyanın gü­zelliği ancak güzeli çirkin görmeyen akıl ile takdir olunur. O işlerden her işin kendisinde birleşmesi gereken bir asıldır. Tıpkı değişikliğe uğra­ması muhtemel olmayan, kendisini cehlin nakzetmediği mahlûkatı bilmek gibi. Böylece o her gizli ve kapalı olan için asıl olur. Aklın duru­mu ve gösterdiği her[352] yaratılmış olanın hali böyledir.

Tabiatların düşünülenin güzelleştirmesi ve çirkinleştirmesinde bir birlerine uymamaları hususunda açıkladığımıza göre, insanlardan çoğu­na aklın ve tabiatın kendilerine gösterdikleri şeyi idrâk etmeleri güçle­şir. Bunun içindir ki, muhkem olan onların katında müteşâbih olur. Mü-teşâbih olan da muhkem suretinde görülür. îşte böylece hergeyin kendi yolunun gayri ile idrâk edildiğini ifade etmek isterim. Allah-u Teâlâ'-dan bizi bâtılı hak olarak, hakkı, bâtıl suretinde görmemizden koruma­sını niyaz ederiz. O, kuvvet ve kudret sahibidir. Her şeye kadirdir, her-şeyin idarecisi de odur. [353]


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: İmam Matüridi: Tevhid
MesajGönderilme zamanı: 17.11.11, 11:35 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı

Kayıt: 17.01.09, 20:24
Mesajlar: 55
(Fırkaların, Kulların Fiilleri Hakkındaki İhtilâfı)


Fakih Ebu Mansur (r.a.) diyor ki : Müslümanlar, kulların fiüleri hakkında ihtilâf etmişlerdir. Müslümanlardan bazıları, kulların fiillerini mecazî olarak onlara isnad ettiler. Fiillerin, hakikatte ise Allah'a isnad edildiğini, birkaç yönden öne sürdüler : Birincisi; fiillerin Allah-u Teâlâ'-ya isnad edilmesinin vacip[354] olması. Çünkü bütün olarak her şeyin ya­ratılması, Allah'a isnad edilir. Allah-u Teâlâ'ya fiillerin mecaz Olarak isnad edilmesi caiz değildir. Çünkü o, hak ve gerçek olan faildir; hiç bir şey, kendisini acze düşürmeye kadir değildir. Fiilleri kullara isnad etmek, Allah'ın kudretinin dışına çıkarmak, ve fiilinin hakikatini gider­mek olur. Kendisinde şek ve şüphe edilmeyen hususlardan bir çoğu Al­lah'a izafe edilmiştir ki, gerçekten Cenab-ı Hakk, onu, fiillere boyun eğme, sanatı olan bir san'atla kullarda yaratmıştır. Tıpkı ölüm, hayat, uzunluk, kısalık, hareket, sükûnet bulma, toplanma ve parçalanma gibi. Bunların hepsinin faili Allah'tır. O, bunların hepsine kadirdir. Bizim zikrettiklerimiz de bunun gibidir. Bunların Allah'a izafe edilmesi, Kur'an-ı Kerîm'de de açıkça ifade edilmektedir. Bunlar, azaplandırma ve benzeri gibi hususlarda gerçekten Allah-u Teâlâ'nın yaratması ve hepsinin onun emri ve hükmü altında bulunduğu görüşünü benimsemiş­lerdir. Cenab-ı Hakk, bunlarda dilediği gibi tasaruf eder. Her mâlik olan, kadir olduğu kadannca kendi mülkünde tasarruf ettiği gibi. Her ne ka­dar bunların hepsi mecazî olarak ifade ediliyorsa da.

İkincisi : Hakikaten fiili başkasına gerçekleştirmekte, fiilde bir biri­ne benzeme olur. Halbuki Cenab-ı Hakk, bu hususu «...yoksa Allah'a, onun yarattığı gibi yaratan ortaklar buldular da, bu yaratma, kendile­rince birbirine benzer mi göründü?...»[355] kavl-i celîli ile nefyetmiştir. Mülk­lerin hakikati cevherlerde bulunmadığı zaman bunları ilzam etmede, nıülkde birbirine benzeme vâki olur. Fiillerdeki benzeme de bunun gibi­dir. Ve yine eğer kul için inkâr etme ve yoktan varlığa çıkarma olmuş olsaydı, bu «yaratma», anlamına olmuş olurdu. Bunun üzerine «yaratı­cı» ismi lâzım gelirdi. îşte bu husustur ki, «Allah'tan başka yaratıcı yok­tur», demekle umûmun çekinip ifade etmekten kaçındığı hususlardan­dır.

Allama Ebu Mansur (r.a.) diyor ki: Bizce ise kulların kendi fiil­lerinin bulunduğunu ifade etmek gerekir. Bu husus naklî, aklî delillerle ve zaruriyatla sabittir ki, bunları reddeden kimsenin kibirli ve kendini büyük gören kimse olduğu anlaşılır.

Naklî delil ise, iki yönden mütalâa edilmektedir : Birincisi; fiilin işlenmesi ile emredilme, işlenmesinden nehyedilme. İkincisi ise : Fiil hak­kında bildirilen vaid ve fiil için verilecek olan mükâfatın vaadi. Bunla­rın hepsine fiil ismi veriliyor. Tıpkı Allah-u Teâlâ'nın §u âyet-i celîlele-rinde bu hususları açık-seçik olarak ifade buyurduğu gibi: «...Artık dindiğinizi yapın,..»[356], «...ve hayır yapın ki, kurtulasımz...»,[357] Cenab-ı Hakk ceza hakkında da şöyle buyurmuştur : «...îşte böylece Allah, onla­ra bütün yapbklarım hasret ve pişmanlıklar halinde gösterecektir; ve on­lar ateşten de çıkacak değillerdir.»,[358] «(Bütün bunlar, Cennet'liklerin) iş­ledikleri amellere mükâfat içindir.»,[359]«Zira, kim zerre miktarı bir hayır işlerse, onun mükâfatını görecek, kim de zerre miktarı bir şer işlerse, onun cezasını görecektir.»[360] Daha bunlardan [361]başka kullara amellerin isinılerini ispat eden âyetler varid olmuştur. Kulların fiillerine de emir, ne-hiy, vaad ve vaîd ile fiil isimleri isnad edilmiştir. Allah-u Teâlâ'ya isnad edilmekle bunlar nehyedilmez. Bilâkis onlar, yok iken sonradan var et­mesi ve bulundukları hal üzere yaratması ile gerçekte Allah'a isnad edi­lir. Kullar için o fiilleri kesbedip işlemeleri görülür. Hakikaten Allah, emretmiş ve nehyetmiştir. Kendisinde fiil bulunmayan bir şeyle birisi­ne onu yapmasını emretmek, veyahut kendisinde yasaklanmış olan bir şey bulunmıyanla kişinin yasaklanması mümkün değildir. Allah-u Teâlâ, «Muhakkak ki Allah, adaleti, ihsam ve akrabaya vermeyi emrediyor. Zi­nadan, fenalıklardan ve insanlara zulüm yapmaktan da nehyediyor...»8 buyurmuştur. Eğer hakikatte fiilin mânâsı olmadan bunlarla emretme' caiz olmuş olsaydı; dün yapılmış olan veyahut geçen yıl yapılan veya­hut da mahlukatm yaratılması için bugün emir vermek caiz olurdu. Her ne kadar mahlûkatın emri hakkında hiç bir mânâsı yok ise de.

Sonra tat, masiyet, fuhşiyat ve diğer yasaklanmış irtikâp edilme­sinin Cenab-ı Hakk'a isnad edilmesi ve Allah'ın emrolunmuş, nehyolun-muş, sevaplandırılmış, mükâfatlandırılmış, azaplandırılmış olması, aklen doğru değildir ve çirkindir, öyle ise fiilin bu yönlerden Allah'a isnad edil­mesi bâtıl olur. Kuvvet ancak Allah'tandır,

Yine gerçekten Cenab-ı Hakk, dünyada kendisine itaat edene sevap vadetmiştir. Kendisine isyan edeni de cezalandırıp azap çektireceğini be­yan buyurmuştur. Eğer her iki emir de kendi fiili olsaydı o takdirde zik-rolunan hususlarla cezalanan da kendisi olurdu. Sevap ile asap hakikat oldukları zaman emredilmek ve nehyedilmek de böyledir. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Yine böylece bir kimsenin kendisine emretmesi, yahut kendisine itaat etmesini veyahut da isyan etmesini,[362]emretmesi mümkün değildir. Al­lah-u Teâlâ'ya da boyun eğip zelil olan kul, itat eden, asî olan, sefîh ve günahkâr olan diye isim verilmesi müstahildiî*. Allah-u Teâlâ, bunla­rın[363] hepsi ile kendilerine emrettiği ve onları nehyettiği kimselere isim olarak vermiştir. Gerçekten bu isimler, kendinin olduğu zaman böylece Rab o olur. Kul da, yaratan da, yaratılan da o olur. Orada bunlardan başka bir şey yoktur. Bu ise, akli ve naklî delillerle reddedilmiştir. Kuv­vet ancak Allah'tandır.

Ve yine herkes kendisinin yaptığı,[364] işte serbest olduğunu ve ken­disinin fail ve yapan, kazanan olduğunu bilir. Kendisinin bilinmesinin yolu duyu olan hususlardan onun gibisinin men'edilmesi caiz olsaydı, onun gibi olan bütün âlemin bilinmesi iptal olurdu. Bu ise memnudur, mümkün değildir. Cebriye mezhebinin sözü ve görüşü de onun gibidir. Bu Öyle bir görüş ve sözdür ki, kendsi hakkında uzun uzadıya kelâm et­menin hiç gereği yoktur. Çünkü o mezhebin taraftan ve tabi olanları gayet azdır. Mezhep sahibinin, hakkında konuşup fikir yürüttüğü husu­sun hiç bir mânâsı yoktur. Çünkü o, kendisinden her fiil ve sözü nefyet-miştir. Fiil ve söz yok olunca da söylenilen söz, ileri atılan fikir bâtıl olur. Bununla kendisi ile münazara edilir ve delil getirilir. Böylece öne sürmüş olduğu deliller yok olup gider.

Bir kısım insanlar, ilim, vücud, olmak ve bunlardan başkaları ile birbirine benzeme vukubulur sanmaları ile onlara itiraz etmişlerdir. Bun­lar, eğer orada idrak etmeğe muhtemel olan akıl bulunursa lâzımdır. Fakat onlar öyle bir zümredir ki, mahlukatm sınırı dahilinde bulunan şeyle, zaruriyattan olan ilmi inkâr ettiler. Öyle ise onlarla münazara et­menin bir anlamı yoktur. Kuvvet ancak Allah'tandır.

İnsanlardan bazıları ise kullara fiiller isnad ettiler. Fakat onlardan[365] fiillerde bulunan tedbiri nefyetmiştir. Ve kullardan[366] fiillerin yaratılma­sı için kudreti gidermiştir. Onların fiillerdeki dileklerini[367] tıpkı nefisle­rin kendisi ile eşyanın hakikatlerinin kendilerinden hariç elmasım te­menni eden bazı kimseler gibi yapmışlardır. Bu husus hakkında da emir, nehiy, sonra vaad ve vâid ile delil getirmişlerdir. Halbuki bizim zikret­tiğimize nazaran onun gibisi emreden, nehyedenin hakikatine veyahut da aleyhine olan vaîd veyahut leyhine tecellî eden vaadine rücu' etmesi mümkün değildir. Bu hususta delil olarak emir ve nehiy ifade eden âyet­leri okudular, aklî deliller zikrettiler, sonra ceza âyetlerini okudular. Bun­ların hepsi, Allah'a hamd olsun Kur'an okuyan kimseler için ayan be­yândır. Sonra bu hususlar da kendilerine Cebriyye mezhebinin söz ve fikirlerinin fasid olduğu hakkında açıkladığımız hususlarla yardım gör­müşlerdir. Fiillerin Allah'a izafe ve isnad edilmesinde; fiilin hakikatinin gayrinde, fiiller iki vecih üzere meydana çıkarlar.

Birincisi; sebeple ki, o, serlerin bulunmaması ve hayırlar ile emret­mekle beraber, fiiller onlardan olmuş olur. Her ne kadar fiillerin haki­kati onun için olmazsa da kendisinde sebepler bulunana, fiiller ienad ve izafe edilir. Kuvvet ancak Allah'tandır.

İkincisi; gerçekten mihnet ve meşakkat anında kendisine izafe ve isnad edilmek, fiiller ile kendisinde tasdik ve yalanlama hali[368] bulunan ile olur. Tıpkı îman ve İmansızlık bakımından fazlalaşmaları hususunda Kur'an-ı Kerîm'e izafe edildiği ve duaya izafe edildiği ki, [369] kendilerine nefreti ziyâdelegtirmigtir. Veyahut bir kavme ki, onlar Allah'ın zikrini unutmuşlardır, veyahut kendilerine ibadet etmesiyle insanlardan çoğunu helak eden[370] putlara isnad edilmesi gibi. Bunların hepsi beşerin fiille-rindendir. Allah'a isnad ve izafe edilme de onun gibidir. Haller, gerçek­ten bu hususlara muhtemeldir. Tıpkı dünyaya gurur ve benzeri ile gu­rur meydana gelen hususu meydana çıkaracak dünya ziynetlerine izafe edildiği gibi. Her ne kadar onlarda fiil hakkı olmasa da. Ve evlerden hâli olan[371] köylere, konuşmaktan bağlı[372] olana ve konuşabilmiş olsalar­dı şikâyet etmeleri bakımından hayvanlara izafe edildiği gibi. Allah'a izafe etmek de bunun gibidir. Çünkü ihmal etme, hemen hemen fiilleri­ne rıza gösterdiği hakkında kendileri için delil olması bakımından ni­metleri izhar etme ondandır. Bunun içindir ki, onlar, gerçekten Allah-u Teâlâ, kendilerine fiillerden kendilerinde ihmal ve tehir bulunan husus­larla emretiğini sandılar. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Müslümanlardan bazıları kulların fiilleri olduğunu ve o fiilleri ile asî ve mütteki olduklarını ileri sürdüler. Kulların fiillerini Allah-u Bâlâ'­ya izafe etme bakımından sebkat eden hususu itibare alarak ilk önce Allah-u Teâlâ'nın halk ettiğini ve ikinci olarak da kulların meydana ge­tirdiklerini öne sürdüler. Kullara izafe edilen husustan zikredilen, Al­lah'a izafe edilenden başka bir şey değildir. Bu, akıldaki cihetin ihtilâf etmesine götüren anlamınadır. Tıpkı sapıttırmak, gekke düşürmek, hida­yete ulaştırmak ve korumak gibi. Sonra in'âm ve ihsanda bulunmak, rezil - rüsvay etmek, yükseltmek, sonra her iki yönden ziyâdelegtirmek, sonra zorlaştırmak ve kolaylaştırmak, genişletmek ve aarlatmak gibi hususlar da böyledir. Bu hallerin kendisi ile vasfolunan şeylerde ki zıd­diyetin bulunması ile var olması mümkün değildir. Hidâyete ulaştırma, sapıttırma, rüşd ve azgınlık, istikamet[373] ve şek, şüphenin[374] mahlûkata izafe edilmesi. îki vecihten birisinin bulunması, diğerini gerçekleştirir. Çünkü Allah'a izafe edilen şey, manâlarının üzerine vâki olduğu zıtları-na izafe edilmekle beraber mutlaka izafe edilmez. Böyle olunca gerçek­ten o fiilin hakikati kulun kesbî olması bakımından kula isnad edildiği, yaratma bakımından da Allah'a isnad edildiği sabit olur. Bunun delili şudur M; hakikaten Allah-u Teâlâ'nın fiili gerçekte onun yaratması de­mektir. Bunların hepsi eğer Allah'a yaratma ismi ile izafe edilmiş olsa, ondan bu hususta yaratmaktan başka bir şey anlaşılmaz. Onlardan ba­zıları kulun fiilini ve kesbini anlamıştır. Tıpkı «Genişlik ve darlık yarattı ve sapıklık, hidayet yarattı ve benzerleri» dediğimiz gibi. îlk ifade edi­len husus da bunun gibidir. Bununla beraber eğer iki yönden biricini haller yahut sebepler veyahut anlaşılanın hakikatinden menedilmesi caiz olsaydı diğeri de onun gibi olurdu. Onların hepsi hakikat değil, mecaz­dır. Bunun içindir ki, her iki söz cebriye ve kaderiye mezheplerinde kar­şı kargıya gelmiştir. İşte bu huşu, mürcie ve kaderiyye mezheplerine lanet edildiğinin manâsıdır. Mürcie mezhebinden olanlar, bütün fiillerin Allah'a ait olduğunu, kulun fiillerde hiç bîr rolü bulunmadığını[375] söy­lediler. Kaderiyye mezhebi ise, fiilleri yaratmanın Allah-u Teâlâ'ya is­nad edilmesi kadannca Allah'a izafe ettiler.[376] Fiillerde Allah-u TeâJâ1-nııı hiç bir tedbiri ve idaresi yoktur[377] dediler. Doğru olan her iki sözün yani Allah'ın yaratmasının, kulun da kesbetmesinin ifade edilmesidir ki, Allah-u Teâlâ, kendi zatını vasfetmig olduğu şeyle mevsuf ve onunla hamdolunmuş olsun. Tıpkı Allah-u Teâlâ'nın gu âyeti celîlelerde beyan buyurduğu gibi : «îşte bu sıfatlara sahip olan Rabb'imiz, Allah'tır. On­dan başka hiç bir ilâh yoktur. Herşeyi yaratan O'dur...»[378], «...Yine O, onu devam ettirmeğe ve hergeye kadirdir.»[379] ve mufassal olarak adalet olması iğin yukarıda zikredilen iki hususun ifade edilmesi gerekir : Tıp­kı Allah-u Teâlâ'mn şu âyet-i celilerinde ifade buyurduğu gibi : «...Yok­sa Rabb'in, asla kullara zulmeci değildir»,[380] «...Eğer Allah'ın nimet ve rahmeti üzerinize olmasaydı, pek azınız müstesna, muhakkak şeytan'a uymuş gitmiştiniz.»[381]Sonra bizim açıkladığımız hususta kâfi derecede delil bulunması ile beraber bu hususu ifade etmeği gerektirenin delili, kulun fiillerinde onların düşüncelerinin ulaşamadığı ve akıllarının tak­dir edemediği hallerin bulunmasıdır. Ve yine kulun fiillerinde gaye ve maksatlarının son bulduğu ve akıllarının ulaştığı başka bir hallerin dahi bulunmasıdır. Öyle ise şu husus sabit olmuştur ki, gerçekten kulun fiil­leri birinci yönden onlara mahsus değildir. İkinci yönden ise, kendileri­ne aittir. Birincisi; tıpkı bir şeyin yok iken varlığa çıkmasının tasvir edilmesi gibi ve tıpkı fiili hava ve mekân kadarınca ve eğer kendisine avdet etmeği istese, kendisi bulunmaksızın ona avdet etmesinin, kendi­sine mümkün olmayan fiilin elde edilmesi gibi. İkincisi, yapılması em-rolunan ve yapılması yasaklanan hususlarla hareket edilmesi ve sükû­net bulması gibi. Böylece sabit olur ki, kulların fiilleri, birinci veçhe göre kendilerine ait değildir. İkincisine göre ise kendilerine aittir. Eğer onların fiillerinin kendi kasıtlarının dışında zahir olması ile —ki, onla­rın hepsi zikrolunduğu gibi muhteliftir.— Birinci veçhe göre gerçek­leşmesi caiz olsaydı —halbuki onlar onun gibisine avdet etmeğe âcizdi­ler— âlemin bulunduğu hal üzere kadir olmayan, bilmeyen ve her şeyin miktarlarını anlamıyan kimse ile var olması caiz olurdu. Yine âyetle­rin beşerle bulunduğu hal üzere bulunması caiz olurdu. Her ne kadar onun ayniyle ve benzerine ilim olmasa ve onlara hâkim olan bir kud­ret bulunmasa da. Zikrettiğimiz şeylerin mahlûkatın gücünün dışına çık­ması ile bir yaratıcının bulunduğunu ve peygamberlerin gönderildiğini söylemek, onlara gerekirse onun gibisini kullann fiillerinde ifade etmek onlara lâzımdır. Bunun içindir ki, Allah-u Teâlâ şöyle buyurmaktadır : «Onun (benzeri olmak şöyle dursun) benzeri gibisi (dahi) yoktur.»[382] buyurmuştur. Böyle olmamış olsaydı, birbirine benzeme hususunda ifa­de ettiğim yönden mahlûkata benzemesi gerekirdi. Kuvvet ancak Allah'­tandır.

Yine biz kullann fiillerinin güzel ve çirkin olmak üzere meydana çık­tığını görürüz. Fiillerin sahipleri, fiillerin güzelliğe ve çirkin olmağa ulaş­tıklarını bilmezler. Belki onların katında fiilleri kendi nefisleri güzelleş-tiriyorîar, süslüyorlar. Hal bu ise fiiller, olduklan hâl üzere meydana geldiği vakitte kendilerine olmaksızın düşündükleri halin dışında mey­dana geliyorlar. Her ne kadar fullerin o hâl üzere onlar için olması caiz olsa da. Onlar, güzelliğin ve çirkinliğin ne dereceye ulaştığını bilmezler. Öyle ise fiili çirkin yapan cehalet olmadığı gibi, fiili güzelleştiren ilim de değildir. Böylece gerçekten onların fiilinin bu yönden kendilerinin ol­madığı sabit olur. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Ancak şöyle demeleri müstesna : Fiiller, kendi nefisleri ile böylece idirler. Fiilin güzel olması ve çirkin olması doğrulandığı vakitte ona fiilin kendisi emreder.[383] Allah-u Teâlâ ise fiili emretmekte o şey'in ken­disinden daha lâyıktır. Çünkü şey, kendi nefsi bakımından[384] bulunduğu hâli bilemez.

Bununla beraber eğer güzelliğin ve çirkinliğin kendilerini yaratan ohnaksi2in meydana gelmeleri caiz olsaydı, her şeyin yaratıcı olmaksı­zın var olması caiz olurdu. Bu hususu ifade etmek, düşünmek, islâm-dan çıkmak demektir. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Yine biz, fiillerin sahiplerine eziyet verici, yorucu ve elem verici ol­duğunu görüyoruz. Tabiatın eziyet verici olmaksızın ezâ görmesi, yoru­cu bulunmaksızın yorulması, elem verici olmadan elem duyması müm­kün değildir.

Böylece sabit olur ki, gerçekten fiiller kendileri ile faydalanma ve lezzetlenmek için Rab'leri kasdoîunursa onlar, elem vericidir, yorgunluk ve eziyet. vericidir. Yine sabit olur ki, fiiller, kendileri böyledir. Yoksa kullarla beraber değil. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Yine mahlûkat arasında bilinen şu söz vardır ki, Allah'tan başka Allah yoktur. O'ndan başka da Rabb yoktur. Eğer biz, fiillerin meyda­na gelmesini ve yokluktan varlığa çıkmalanm, sonra var olduktan son­ra yok olmalarım, sonra Rabb'lerinden takdir edilmek üzere meydana Sıkmalarını ifade edersek, onları mahlûkatı mahlûkat yapan hususla mutlaka vasfetmemiz gerekir. Böyle söylemekte, Allah'tan başka bir yaratıcının bulunduğunu söylemek gerektirir. Buna cevaz vermek, zikret­tiğim kimsenin sözünü nakzeder. Bununla beraber eğer o husus caiz olmuş olsaydı, kendi fiilnin Rabb'i olduğunu söylemek cazi olurdu ki bu da reddedilmiştir. Tevfik Allah'tandır.

Yine gerçekten kulların fiillerinin hakikati zahiri olan hareket ve sükûnetten ibarettir. Allah-u Teâlâ onlara kadirdir. Eğer Allah kadir olmasaydı32 kullan fiilleri meydana getirmeğe kadir kılmazdı. Böylece bizzat fiiller Allah'ın kudreti altında bulunmuş olurlar. Allah, fiillere kulu kadir kılınca kendisinden kudreti gider. Kudreti kendisinden[385] zail olduğu zaman da, kendisinden zail olan kudretle kadir olmuş olur.34 Sı­fatı böyle olan Rabb değil, kul olur. Tevfîk Allah'tandır.

Bununla beraber, hareket ile sükûnet ikisi de bulundukları hal ile kendilerine bakıldığında birbirlerine muhalif değiller. Bakan kimse iki­sinin arasını ayırd etmeğe bir yol bulamaz. Eğer şüpheye düşüp birbi­rine benzetmenin hakikati olmasaydı, iki şeyin arasının ayırd edilmesi ihtimali bulunmazdı. Fi'lin birbirine benzeme, iki fiilden birine isim vermesi vacip olan şeyle kendilerine isim verildiğini söylemek gerekti­rir, îşte bunda birbirine benzeme bulunur. Çünkü görünürde fiillerin bir­birleriyle bulunması, faillerin birbirlerine benzemesini gerektirir. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Yine tevhîd ehlinin mahlûkatın hadis olduğunu bildiği husus, mah-lûkatm, birbirinden ayrılma, bir araya toplanma, hareket etme ve sükû­net bulmanın dışına çıkmalarının mümkün olmamasıdır. Bu haller, ha­kikatte onları yerine getiren kimsede, Allah'ın yarattığı olmasaydı her hangi bir cismin ve varlığın bulunduğu hal üzere Allah'ın fiili olduğu­nun anlaşılmasını tesbit etmemize gücümüz yetmezdi. Çünkü, isimler­den bizim zikrettiğimiz fiillerin, Allah'ın gayriyle vukûbulması tahkik edilmesi caiz olur. Her ne kadar o fiülerin kendisiyle bulunan kimseyi görüyorsak da. Böylece âlemin hadis olmasının delili onu Allah'ın gay­rinin ayakta tutması üe olur. Çünkü, onun kendisinden olmayan şey­lerden zikretiğimiz hallerden kendisinden izhar etmesine bir yol bula­maz. Halbuki; o haller olmasaydı âlemin hadis olduğu bünmezdi. Öyle [386] Kitabın aslında «lev> kelimesi metnin aslından olduğuna işaret edilmekle beraber dip notta varid olmuştur.

ise, ona bilmenin yolu bâtıl olur. Çünkü âlemi olduğu gibi bulunduran Allah'tır. Sonra vaktaki halleri hepsinin Allah'ın gayriyle var olması ihtimali bulundu; O hallerle Allah'ın kendilerini yarattığı sabit olmaz. Cisimler ise ancak o hallerle belli olup bilinir. Böylece Allah-u Teâlâ'nın vahdaniyetinin bilinmesi için bu sözü delil yapması, rububiyetinin anla­şılması için de şahid kılması bâtıl olur. Korunma ve kurtuluş Allah'tan­dır.

Yine gerçekten Allah-u Teâlâ, şöyle buyurmaktadır : «Allah, hiç evlâd edinmemiştir, beraberinde bir ilâh da yoktur. Eğer müşriklerin dediği gibi, Allah'la beraber bir takım ilâhlar olaydı, o takdirde her ilâh kendi yarattığını götürür, tek başlarına kalarak aralarında ayrılıklar başgösterir ve bir kısmı diğerlerine üstün gelirdi.»[387] Sonra Allah Celle-celâhülû hiç bir araz (sıfat) yaratmamıştır ki, onda, kendisini, Allah'ın yarattığım bildiren bir delil yaratmasın. Çünkü bizim zikrettiğimiz hu­suslar için yaratılmıştır. Allah-u Teâlâ'nın mahlûkatı içinde, toplanan, ayrılan, hareket eden, hareketsiz olan yaratığın bulunması caiz olur. Ancak ne var ki biz onu göremeyiz. Tıpkı mahlûkatın içinde her ne ka­dar kendisi görünse de bizim cevheri ile kendisini göremediğimiz yara­tıklar bulunduğu gibi. O fiiller, kendi varlıkları ile görünmezler. Onlar, ancak cevherde bulunan hallerin değişmesi ile bilinir ve görünürler. Cev­herlerin görünmemesi mümkün olduğu zaman, onların benzerlerinin, ya­ratanları için ilim kılmmadıkları ve onunla götürülmüş olmaması caiz olur- Nasıl oldu da bununla mu'tezilenin sözü, mulhidlerin sözüne zıd düştü; onu nakzeti. Halbuki bu görüşte mu'tezile, mulhidlerle beraber bu­lunmaktadır. Sonu bu olan sözden bizi koruyup kurtarmasını Cenab-ı Hak'tan dileriz.

Gerçekten noksan' olan kudret, mahlûkatın her biri için bulunan kudretten ve Allah'ın gayrinde olmayan şey üzerindeki her kudret için olandan ibarettir. Bu takdirde Allah'ın kulunda[388] bulunan husus üzeri­ne hiç bir kudreti olmaz. Öyle ise Allah-u Teâlâ'nın kudreti de her nok-sanlaşmiş olanın kudreti gibi olur. Cenab-ı Hakk, mahlûkatın sıfatları ile mevsuf olmaktan beri ve münezzehtir. Tevfîk Allah'tandır.

Yine kudretin altında olan şeyin Allah'ın kudretinin dışına çıkması caiz olsaydı, hatta o, bir şey olmayıp belki[389] bütün mahrukattan daha çok olanların Allah'ın kudretinin dışında olması caiz olsaydı, biz nasıl Allah'ın vaadine ve vaîdine inanırdık? Ve Alla-u Teâlâ'nın öldükten son­ra tekrar dirilme hususundaki vaadini işiten kimsenin kalbi nasıl mut­main olurdu? Ve yine eğer Allah dilemiş olsaydı mahlûkatın aynısını yaratırdı diye verilen habere nasıl gönlü yatardı? Onun sivrisinekten daha kuvvetil olan bir şeyi yapması şöyle dursun, sivrisineği meydana getirmeğe dahi kudreti yetmiyor. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Hakikaten, Cenab-ı Hakk, her şeyin mâlikidir. O'nun eşyaya mâlik olması kulun sahip olduğu mülk için kendisine mülkü icap etiren şeyle değildir. Bilâkis, O, herşeyin yaratıcısı olduğu için bizatihi mâliktir. Amma Cenab-ı Hakk'm kulların fi'line mâlik olmaması, onların da Rabb'i olmaması, bu hususların kulların olmasını gerektirir. Böylece Allah-u Teâlâ'nın Rab ve Mâlik olması, nakıs olur. Çünkü her yaratık eşyaya mâlik olur. Hatta daha çok mâlik olur. Çünkü kendi fi'line[390] ve başka­sının fiiline mâlik olur. Allah ise mâlik olmaz. Cenab-ı Zülcelâl'in her şeye mâlik olduğu sabit olduğu vakit O'nun her şeyi yarattığını söyle­mek lâzımdır. Çünkü kul yaratmağa mâlik değildir. Kul eşyaya, ona olan güç ve kuvvet sahibi olanın kendisine temlik etmekle mâlik olur. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Gerçekten kul, Allah-u Teâlâ'nın kendisini kadir kılması île kadir olur. Kudreti olmayanın, kendisine verdiği kudretle kadir olması caiz değildir. Tıpkı kendisi ilim sahibi olmayanın bildirmesiyle bir şeyi bil-mesnin caiz olmadığı gibi. Veyahut birinin, başkasını bir şeye kadir kıl­masına kudretinin olması cazi olmadığı zaman, onun o şeye kadir de­ğildir dendiği görülmemiştir. Kimin ilmi olup da onunla başkasına öğ­retme, kendisinin bir şey bilmediğini söylemek caiz değildir. Bizim açıkladığımız husus da bunun gibidir. Allah-u Teâlâ'nın, onun üzerine kadir olduğu sabit olunca, Allah'ın kadir olduğu şeyin başkasında[391] bu­lunması mümkün değildir, öyleyse Allah'ın onun yaratıcısı olduğu sabit olur.

Hakikaten âlem, cisimler ve arazlardan hâli kalmaz. Araz nevile­rinden hepsi, hakikatte başkasının fiili olması[392] imkân dahilinde olur.

Alem, var olma ve yaratma bakımından hem Allah-u Teâlâ'nın ve hem de mahlûkatmın olmuş olur. Bu ifade ise âlemin yaratıcısının bir oldu­ğunu söylemeyi iptal eder.

Müslümanlar, âlemin yaratıcısının bir olduğunu ifade etmekte ihti­lâf etmemişlerdir. Kendisine, bütün müslümanların katıldığı bu ifadeler tahsil edildiğinde onun sözünü iptal etmek isteyen kimsenin sözü ve gö­rüşü tümü ile Cenab-ı Hakk'm şu âyetleri ile reddolunmuştur : «O'nun (benzeri olmak şöyle dursun) benzeri gibisi dahi yoktur.»[393], «Her şeyin ilâhı O'dur.»[394] İnsanların, gerçekten onun tahsilinde Allah'a, kullarda olan, adalet ve benzeme vardır, sözü[395]o cümlelerle nakzolunmuştur. Eğer o husus ihtimal dahilinde olsaydı evvelkisi de onun gibi olurdu. Bilâkis, evvelkisi daha lâyıktır. Çünkü o, ikinci metodla ilim elde etmenin yolu­dur ki, o da âlemin var olması, âlemin yaratıcısının vahtaniyetini ger­çekleştiren ifadesinden ibarettir. Bununla ona Cenab-ı Hakk'm «O'nun (benzeri olmak şöyle dursun) benzeri gibisi (dahi) yoktur.»[396] kavl-i celî-lini ifade etmesini kabul ettirir. Gerçekten Allah-u Teâlâ, birdir. O'nun şeriki ve benzeri yoktur. Âlemin var edilmesinde Allah-u Teâlâ'nın or­takları olduğu zaman, Allah'ın benzeri gibisinin eşyada bulunmasından kendisinin benzeri gibisinin bulunmamasına lâyık olmaz. Veyahut âlemi yarattığı ve onu gayrinden olmak üzere yokluktan varlığa çıkardığı için ilâh olur. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Yine eğer Allah-u Zülcelâl, umum mahlûkatın" fiillerinin yaratıcı­sı olmasaydı, peygamberlerinin ellerinde izhar ettiği delillerini[397] mey­dana çıkarmağa kadir olmazdı. Âlemin ilk yaratıcısından âlemin işinin sona ermesine kadar, âlemin işi hakkında vukubulan idare ve tedbirine kadir olmazdı. Âlemin bekası için tedbiri olan hususta kendisine neslin türemesi için yarattığı şeyde yoktan var etmesinde mahlûkatı sebep ve vesile teşkil etmemiş olsaydı, âlemin yaratılışı ve idame-i hayat etmesi nakıs ve fasid olurdu. Gerçekten bunların hepsi mahlûkatmm fiilleri ile zahir olmuş hususlardır; kendisi ile de tamamlanmıştır. Kendisine[398] ka­dir olmadığı ve ancak bankasının ilmi ile ve fiili ile yardım etmesiyle kadir olduğu delilini ortaya çıkarmayı isteyen, ne kadir olur ve ne de hüküm ve hikmet sahibi. Bilâkis o, cahil ve âciz olur. Öyle ise gerçek­ten onların hepsinin dilediği kimsenin elinde Allah-u Teâlâ'nın nasıl di-Iediyse ve ne şey üzere olmasını dilediyse o şekilde yaratması ile mey­dana çıktıkları sabit olur.

Hakikaten, kıyas, bizim üzerinde durduğumuz konuda kullanılmak veya kullanılmamaktan hâli kalmaz. Eğer kıyas, kullanılmazsa kendi­sinden duyular kalktığı için sani-i hâkim olan Allah'ı bilme hakkındaki, hasmın mezhebi bâtıl olur. Bununla da Cenab-ı Hakk'm bilinmesi vacip olur.[399] Ve o, arazları ile âlemin mânâlarının hepsine vacip olan şeyle dün­yadaki varlıklarla istidlal edilmesi ile mahlûkatın fiillerinde mevcuttur. Eğer onları yarattığını ifade etmek vacip olmazsa, yaratmanın bilinme­si ancak ve ancak naklî delille bilinirdi. Böylece Cenab-ı Hakk'ın : «...Her şeyi yaratan O'dur.»[400] kavl-i celüinin ifade ettiği-umum ile amel etmesi vacip olur. Çünkü Allah-u Teâla'nm kavlinin husus ifade ettiği manâ ile isim vermekle bir şeyi yaratıldığının bulunduğunun bilinmesi mümkün değildir. Veyahut zikroîunan vecihten kıyasla ifade etmek lâzım gelir. Sonra kul, kendi fiilinin yaratıcısı olmaz. Öyle ise kulun fiilinin başka­sı tarafından yaratıldığı sabit olur. Bununla beraber eğer failin bilinme­sinin bir yolu olsaydı, o da ancak fiilin[401] eserleri ile bilinmiş olurdu. Sonra îman, akıllarda güzel görülen fiillerin en güzelidir. Eşyanm en nurlusu ve en tamamı[402] olanıdır, Cenab-ı Hakk'm rızâsına nail olmak için şeref bakımından en yücesi ve en ayan beyân[403] olanıdır. Biz eğer «Hakikaten Cenab-ı Allah, onun yaratıcısı değildir» dersek, bu hususta bize iki şey girmiş olur.

Birincisi; Allah'a îman ve gayrî ile itaat eden kimseyi, cevherler­den, çirkin ve habis olanlar, kötü koku ve kazurattan yarattığı şeyle Allah'a üstün kılınması, bununla beraber cevherlerden güzel olan şey, ibadetlerden zikrolunan hususların ulaştığı güzelliğe ve hayır olma de­recesine ulaşmaz. Böyle olduğu zaman ve üstün olanların üstünlüğü de fiillerinin birbirlerine olan üstünlüğü ile olduğu da bilinince bunlar, kulun fiil ve yaratmada Allah'dan üstün olduğunu gerektirir. Mu'tezilelerin böyle söylemeleri daha lâyık ve evlâdır. Çünkü onlar, küfür fiilinin bü­tün yönlen ile ser ve çirkin olduğunu iddia ederler. Maymunlar ve hın­zırların durumları böyle değildir. Güzel olan cevherlerin hepsinden ol­mak üzere îman fiili de onun gibidir. Kuvvet ancak Allah'tandır.

ikincisi : Cevherin güzel olması hissîdir. îmanın güzel olması ise aklîdir. Hissî olarak güzel olan şey aklî olarak güzel olandan başkadır. Geçen konularda açıklandığı gibi. Onun benzeri olanın değişikliğe uğra­ması caiz olur. Fakat diğerinin değişmeğe uğraması caiz olmaz. Böyle olduğu zaman da, cevap ve mükâfat, yapılan amel kadar olması ile hu-dutlamr. Allah-u Teâlâ ise bir iş ve güzel amele kargı on misli[404] sevap vereceğini vaad etmiştir. Böylece îman fiilinin yaratılması Allah katın­da güzeldir. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Sonra, Cenab-ı Allah, «yapmadıkları şeyle kendilerine hamd olun­masını severler» diğerleri zemetmiştir; sonra da kullarına îman nimetin­den dolayı kullarının kendisine şükretmelerini emretti. Allah-u Teâlâ'ya hamd etmek, şükretmek, O'mm verdiği nimetlere kargı olur. Bunların ya­ratıcısı olmadığı halde, kendi fi'li olmayan hususlar için kendisine ham-dedilmesini bir kimseye nimetini ulaştırmayınca da ondan şükretmesini talebetmek caiz olmaz. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Sonra, Allah-u Teâla'nm fi'linin mânâsı, yaratmak ve yokluktan varlığa çıkarmaktan ibarettir. Mu'tezüe bu mânânın aynısı kulun[405] fiili­nin mânâsında bulunduğunu söyler. Sonra mu'tezile kulu kesbetmeğe kudret sahibi yaptı. Fakat Allah-u Teâlâ'yı böyle bir kudrete sahip kıl­madı. Böylece kul kudrette Allah'tan daha büyük oldu. Zira o kudret Allah'tan olan muhtelif emir üzerine vâki olur. Çünkü Allah'ın kudreti iki yönden birine rücu'[406]eder. Her şeyin işlenmesinin bir çeşit olduğu­nu açıklayan şeyleri tabiatlar olarak kabul ettiler. İki fiil olarak mey­dana geldiğini de kudretten muhayyer olarak yapıldığını öne sürdüler. Öyle ise evvelki hakkında da böyle olması vacip olur. Mu'tezile katında hak olup kabul edilen de budur. Çünkü onlar, kulun kendisinden hayranlığı nefyedecek[407] husus hakkındaki fiilinden Allah'ı menetmeğe ka­dir olduğunu ifade ettiler. Onun gibisinin Allah'da bulunmadığını kabul ettiler. Ancak kulun kudretinin kendisinden gitmesi müstesna. Fiillerin yaratılmasının nefyedümesi hakkında bu hususların tahakkuk etmesi sabit olunca —ki bu hususları ne akıl kabul eder ve ne de naklî delil­lerle ispat edilir— bütün fiillerin yaratıcısının gerçekten Allah olduğu sabit olur. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Sonra bu hususta asıl olan odur ki, gerçekten seneviyye ve mecu-silerin mezhebi, âlemin yaratılışım iki ilâhtan olduğunu menetmeleri hakkındadır; Ve onlar tevhîd ehline hâkim ve hak olan ilâhın bir oldu­ğuna, âlim ve kadir olduğuna, birden fazla olmasının caiz olmadığına dair görüş ve sözlerine muvafakat ediyorlar.[408] Öyle ise onları kini ye­tiştirdi ve onlara kim öğretti ki,, âlemin yaratılmasının adetlerinin sa­yılması mümkün olmayana hasdettiler. Onlar, böylece mahlûkatın ilâh olarak tanıdıkları Allah'ın,[409] âlemin ekserisini yaratmasına kadir oldu­ğunu iptal ettiler, öyle ise onlar, Allah-u Teâlâ'yı şer ve çirkin olanlar­dan tenzih eden kimselerden daha fazla zemmedilmeğe lâyıktırlar. Kuv­vet ancak Allah'tandır.

Onların, kulların fiilleri hakkında söyledikleri hususlardan biri de, kulların fiillerinde, fuhşiyat, nıünkerat ve benzerleri bulunduğundan on­ların yaratılmasının Allah-u Teâlâ'ya izafe edilmesi çirkindir, demeleri­dir. Seneviyeler ve mecusiler de bunların bu sözleri gibi ifade ederek, kendilerinde çirkinlik, pislik, kötü koku ve kazurat gibi isimler bulunan cevherlerin yaratılmasının Allah'a izafe edilmesini çirkin görmüşlerdir. Bununla beraber o eşyaların hepsinin yaratılması Allah'a izafe edilmiş­tir. Bu isnad ve izafenin tefsirinin manâsı, Alîah-u Teâlâ'nın onları ir­tikâp eden kimsede, fiillerinden yararlı ve güzel olanlara muhalif ola­rak çirkin ve kötü bir halde yaratmıştır; ve bunun onlardan[410] «Allah kazuratın Rabb'i, azap ve rüsvaylığm ilâhı, günahkârların ve şeytanların mâlikidir, diyenlerin sözlerinden daha çirkin olarak yaratmıştır, demek değildir. Her ne kadar bizim beyan ettiğimiz yönden izafeti tefsir et­mek çirkin ise de Allah-u Teâlâ'nm hergeyin İlâhı ve Rabbi olduğunu söylemeği menetmez. Mahlûkatın fiillerinin vasfı, bulunduğu hal üzere tümü bunun gibidir. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Sonra biz, kendilerini keskin zekâlı ve ifadeli sanan bu fırkanın takıldığı hususu zikrederiz ki, onlar, kendilerini mahlûkat arasında bu hususu en iyi bilenlerden olduğunu sananlardır. Bununla onların en kes­kin zekâlı ve anlayışlı olanların yaptıkları hatalar[411] şöyle dursun, hal­kının avam tabakasının ismine ihtimali olanın tahsil etmesinden uzak olduklarını ve dâvadaki eür'etlerini bilsinler. Ve inşaallah-u Teâlâ, zik­rettiğimiz şeyi düşünen kimseye, onların gerçekten bakmalarını icabet-tiren şeyden rücu' ettiklerini izhar ederiz. Ve âyetlerden, mucizelerden kendilerine gizli kalan hususları açıklarız ki; bununla eğer onlar, bu âyet ve mucizelerin tümünü tetkik ve tahkik etmeğe muvaffak olmaları şöy­le dursun, onların bir kısmını incelemiş olsalardı; muhakkak dünya ve âhiret hayrına nail oldukları bilinirdi. Kuvvet ancak Allah'tandır. Fiil­leri, Allah'ın yaratığını söylemekten kaçman kimseler, bu fikirlerini şöyle belgelerler ; İlk olarak kullar o fiillerle emroîundular ve onlar­dan nehyolundular. Fiilleri emreden ve nehyeden âyetleri zikrettiler. Eğer kulların fiillerini Allah'ın yaratıkları kılarsak, muhakkak Allah, güya kendisi kendisine emretmiş ve bunları halketmekten kendisini nehyetmiş olur.

Fakih Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Bu görüşünü bu şekilde bel­geleyen kimseye denir ki; Sen, Allah-u Teâlâ kuluna îmanı ve benze­rini halketmesini emretti. Küfrü ve benzerini halketmesinden de neh-yetti der misin? Eğer evet derse, gerçekten Allah-u Tâlâ'mn, insanla­rın yaratıcı olmalarını emrettiğini sarahaten ifade etmiştir. Müslüman­lar, Allah'dan gayrinin yaratıcı olmasını asla kabul etmezler. Ve Hâlık'a mutlaka ibadet edilmesinin cazi olması hakkında müslümanlar, ihtilâfa da düşmemişlerdir. Ve yaratıcı olanın da Rab ve îlâh olduğunu kabul ve tasdik etmişlerdir.

öyle ise bu ifade ile her kulun böyle kılınması vacip olur ki, bu hususu kabullenmekten tüm nisanlar kaçınırlar. Eğer hayır derse, ken­disine denir ki; Eğer Allah-u Teâlâ'nın fiili emretmesi veyahut fiilden nehyetmesi, yaratmayı emretmeyj veyahut yaratmayı nehyetmeği ica-bettiriyorsa, sen niçin Allah-u Teâlâ, kulların fiillerinin yaratıcısı olma­sın, emretmeği ve onlardan nehyetmeği icabeder dedin? Ve niçin kendişinde bulunan emir ve nehiy yönünden yaratma ve gayrini emretme­si sabit olsun?

Sonra ona şöyle denir; bize, îman ve küfürden bahset. Bunların her ikisi araz olmak, hareketli olmak, failin hadis olmasına delil olmak, ki­şinin sefih ve ahmak olmasına, iyi ve hikmet sahibi olmasına delil ol­mak ve kişinin ilmi ve cehlini ortaya çıkarmaktan hâli kalırlar mı? Mut­laka evet demek zorunda kalacaktır. Çünkü îman ile küfürde bu yönlerin hepsi vardır. Bunun üzerine kendisine denir ki; fiil için olan emir ve nehiy, onları yapmasındaki bu yönleri emretme ve nehyetmeği gerek­tirirler mi? Eğer evet derse, gerçeği kabul etmiş olur. Çünkü onun küf­rü, kendisinin sefîh olduğunun delilidir. Bu delâlet etme bakımından doğru ve gerçektir. O yönden küfrü kendisinden nehyetmesi mümkün değildir. Onlardan bir çoğunun kendisinde o sıfatların bulunduğunu bil­medikleri için o yönden bunlar için ne emir caz olur ve ne de nehiy. Bun­ların bilinmesi için kendilerine yardım etmek mutlaka lâzımdır. Binâe­naleyh, kendisine «bu hususlarda ne kendisine yaratmayı emretme var­dır, ve ne de nehyetme. Öyle ise bunların yaratma olmasını meneden şey nedir?» denir. Sonra kalen bizim açıkladığımız yönlerin hepsi de doğrudur. Bununla beraber, isnad ve izafe olunan sıfatlar, şu, şundan daha küçüktür, daha büyüktür, daha hayırlıdır, daha şer ve kötüdür, bundan daha güzeldir, daha çirkindir, delil bakımından daha büyüktür, daha açık seçiktir, daha zayıf, daha kuvvetlidir. O hadistir, mevcuttur ve daha bunlardan başka sayılamıyacak kadar çok olan sıfatlara ayrı­lır. Bunlardan hiç bir şey, bütün yönü ile şer ve hayırla vasfolunmadı-ğı gibi taad ve nıasiyetlerle vasfolunmaz. Öyle ise bunların hepsinin ya­ratık olması caizdir. Bu yönden de ne taat ile vasfolunur ne de masi-yetle. Hayır, şer, emir ve nehiyîe de vasfolunmadığı gibi kendisi için fiile olan şeyle de vasfolunmaz. Tevfîk Allah'tandır.

Vaad ve vaîdin emri, onlar gibidir. Biz fiili gerçekleştirdik. Öyle ise ful için emir ve nehiy lâzımdır. Emir ve nehiy gibisine de sevap ve azap gerekir. Sonra asıl olan şudur ki; fiillerin yaratıldığını söyleme­nin mümkün olması için, ya imkân dahilinde olmadığı için inkâr edil­mesi, yahut sözün bu hususa delâlet etmemesi veyahut da o hususu ifa­de etmek imkânın ortadan kalkması ve zaruretin bulunmaması icap ettir­diğinin öne sürülmesi gerekir. Çıkış yolu bu olan hususta emir, nehiy, vad ve vaîdin bulunması aklen çirkin olur. Kim ki, mümkün olmadığı için o hususu ifade etmekten kaçınırsa, onu ispatlamak için delil getirmekle mükellef olur. Bu hususu ispat etmek için de, hakikatte kulla­rın fiillerinin bir ve iki olmadığını takdir etmekten başka bir şey bula­maz. Veyahut da bunu söylemenin ortaklığı icabetirdiğinin ifade edil­mesini gerektiğini zanneder. Birinci şıkkın cevabı, kendisinde ihtilâf vukubulduğu için sözün taksim edilmesi ile ifade edilir. Bizim katımız­da ise, gerçekten Allah-u Teâlâ'nm fiili hakikatte kulun fiilinin gayri­dir. Kulun fiili de kendi fiili değildir. Kendisinin işlemiş olduğu şeydir. Onun gibisinin dünyada bulunması güç değildir. Meselâ, iki kişinin, bir şeyi çekip koparması ve yine iki kişinin bir şeyi bulunduğu yerden gi­dermesi gibi. Onlar daha önce tek idiler. Sonra hakikatte o şey kendi­leri tarafından yapılmış olduğu için onda ortak oldular. Yerinden kopa­rılan ve giderilen şey de böyledir. Kendisinde parçalanmayan cüzler bu­lunan şeyin omuzlanması böyledir. Onu, kuvvetleri bir olan iki kişi yük­lenmiştir. Her ne kadar fiillerinin hakikati muhtelif ise de onların yap­mış oldukları şey, kendilerine göre birdir. Bizim üzerinde durduğumuz mevzu da bunun gibidir.-Kuvvet ancak Allah'tandır.

Oysa ki bir kimsenin kendi kuvveti ile diğerinin fiiline mâlik olma­sı, kendi fiilini de yaratması caz değildr. Hiç bir kimse de kendi imkânı ve çevresinin dışında olan bir şeyi yapmasına kadir değildir. Allah-u Teâlâ'nm fiilinin mahlûkatın fiilinden biri ile takdir etmek cehalettir. Mahlûkatta fiilin bulunması ve takdir edilmesi yönünden de mahlûka­tm fiilini Allah'ın fiiline benzetmektir. Cenab-ı Allah, bunlar ve benzer­lerinden berî ve münezzehtir.

, Diğer bir görüş de, gerçekten bir şeyin yaratılması o şeyin kendi­sidir, diyen kimsenin ifade etmiş olduğu husustur. Biz, gerçekten bun­daki yönlerin yekdiğerine benzemediğini açıkladık. Binaenaleyh şey olma bakımından açıkladığımıza göre, bir yönden yaratmayı ifade etmek caiz olur ki, o yön küfrü ifade etmeği gerektiren yönün gayri olur. Mu'tezi-le, felçli olan kimsenin hareketinin yaratma bakımından Allah'a, hare­ket ettirme bakımından ise kula ait olduğunu iddia ettiler ve onun ken­di nefsiyle şeydir dediler. Çünkü onların nezdinde şey olma, yok olanda düşünülür ki, o da cismin hadis olduğuna delâlet eder. Küfürde ise, Al­lah'ın, kulunu azaplandırma ve onun gerçekten sefih olduğuna delâlet eden Allah'ın delilleri vardır. Oysaki biz bu fiillerinin mahlûkatta ol­maması bakımından onun mümkün olmadığını beyan ettik. Her iki hu­susun arasındaki farkı izah ettik. Her iki yönden birini diğerine kıyas eden kimse gaflet içinde olan aptalın tâ kendisidir. Halbuki mu'tezile,Allah-u Teâlâ'ya, mahlûkatı yok iken[412] sonradan var etmesinden başka bir şey isnad etmiyor. Bunun mânâsı da kulun fiili anlamına gelen de­ğildir. O, ancak, çalışmak, yorulmak, meşakkat çekmek ve mualeceden ibarettir. Kullara âit mânâ ile beraber, bizim üzerinde durduğumuz hususta bulunanın her ikisi de vâkidir. Onu inkâr etmenin hiç bir vec-hi yoktur.. Sonra kullardan benzeri gibi olmayan şeyden mümkün olma­masını icabettiren husus da denir ki : Sana arkadaşların itiraz edip şöyle derse ne dersin? Sen, zikrettiğini asıl kılar, sonra cevherle­rin yaratılmış olduğunun mümkün olmadığını öne sürerek onların ya­ratmakla kadim olduklarının sabit olduğunu ifade edersin. Ve fiilin fai­line menfaath olmaması ve kendisinden zararı gidermemesi hikmet de­ğildir dersin. Bu ifadelerin, âlemin yaratıcısının âlemle faydalandığına delâlet eder. Ve devamla der ki, bir şeyin bir şeyden olmaksızın var olması, yaratılma ihtimalinin dışındadır. Âlemin kendisi ile var olduğu[413] bir olanın işi de bunun gibidir. Mümkün olmama iddia edildiği zaman zın­dıkların ve dehrîlerin, âlemin kadîm olması hakkındaki sözünü icabettir-diği"[414] zaman i'tizal etmenin, zındıklıktan bir yon olduğunu söyliyen kim­senin sözünün bundan daha doğru olduğu çok açık olarak görülmekte­dir. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Amma, delâletle ispat edilmesine gelince : Biz bu hususu, eğer insaf ederse akıllı olan kimse için izah etmiş bulunuyoruz. Bununla beraber bü­tün müslümanlar, hiç bir ihtilâfa düşmeden gerçekten Cenab-i Allah'ın . Hâlık olduğunu ve kendisinden gayrinin mahlûk olduğunu kabullenip is­pat etmişlerdir. Ve yine müslümanlar şu inancı taşımaktadırlar ki, Cenâb-ı Hak, herşeye kadirdir. Ve O, herşeyin Rabb'idir. Allah-u Teâlâ'mn İlâh ol­ması, ona mecbur olmaksızın veyahut kalbin hususiyete meyletmesi ile vukubulmuştur. Bu hususta kâfi derecede delil vardır. Ve biz yine bu husustaki bazı delilleri zikrederiz. Amma zaruretin icabetmesini ifade et­mek ise o, mümkün değildir, fasiddir. Çünkü o, herkesin onun muhayyer olduğunu bilmesi için hissidir. Eğer herkesin kalbi cihetiyle bilmiş olduğu şeyi ifade etmek caiz olsaydı, bu hususun bütün âlem hakkında vaki olma­sı caiz olurdu. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Eğer sen, «Zarureti icabettirmediği zaman bu husus kendisinde senden başkası için bir tedbir olmadığına delâlet eder», dersen, cevap olarak denir ki; biz bu hususa delâlet edenleri zikrettik. Bununla beraber şöyle denmesi de caiz olur : O husus; yaratma bakımından mecburidir. Kulun bu yönden yaratması yoktur. Çünkü onunla kendisine isim verilmez. Kes-betme yönünden ise o, ihtiyarîdir. İşte bunun üzerine iki emrin taksimi cari olur ki, biz onu geçen mevzularda açıkladık. Görmez misin ki, küfrü ifade etmek yalandır. Halbuki onu söyliyenin sefih olmasına delâlet etme bakımından doğru ve gerçektir. Bunun gibisi kesbetme bakımından ihti­yarî olur. Yaratma bakımından ise, ihtiyarî olmaz. Yaratma yönü, kendi­sinden sabit olduğu şey ile ihtiyarî olmasını reddetmez. Bu husus, ister fiilin yaratılmasında olsun veyahut yerin ve göğün yaratılmasında olsun, birdir. Hiç bir ayrıcalık düşünülemez. Çünkü mahlûkatm fiilini, mahlû-kattan menedecek ve onlardan ihtiyarî hareketlerini izale edecek bir kimse yoktur. Fiillerin yaratılması da bunun gibidir. Kuvvet ancak Al­lah'tandır.

Oysa ki, yaratma ismini vermek mecbur olma vasfını icabettirmez. Çünkü fiil için olan kudret, mahlûktur. O, kulun mecbur olmasına değil, muhayyer olmasına sebeptir. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Kâ'bî şöyle diyor : Gerçekten her fiilinde muhayyer olan füli ile elem ve eziyet duymak da mecburidir. Bunun üzerine bir şeyde iki hususun bu­lunduğunu gerektirmiştir. Ve böylece küfrü ve imanı yahut araz olan şeyi ve hareketi ve sükûneti bilmeyen kimsenin fiili bilmesi caiz olur. Hal bu ise o, biaynihî mevcuttur. Umum olarak şöyle denmesi caiz olmaz : Onun bilmediği şey, bildiğinin ta kendisidir. Kendisinde mecbur olan da kendi­sinde muhayyer olanın ta kendisidir. Hatta kendisiyle beraber bütün ci­hetler zikrolunsun. Yaratma, azap verme ve bunlardan gayri hususlar da onun gibidir. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Ve bu hususları ispat etmek için vaad ve vaîdi delil olarak öne sür­dü. Çünkü emir ve nehiy sabit olduğu zaman onun takdirde gaflet içinde bulunduğu ve olanı olduğu halden başka bir şekilde gösterdiği zahir olur. A^aad ve vaîdin durumu da böyledir. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Sonra Kâ'bî, hakikatte o fiilin hem benim fiilim ve hem de Allah'ın yarattığı olması mümkün değildir, diye batıl bir iddiada bulunmuştur.

Allame Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Bu, onun mümkün olmayanı bilmediği içindir"[415]. Biz onun bazısını geçen mevzularda açıkladık. Sonra gerçekten bu hususun makul bir ortaklık icabettirdiğini iddia etti. Çünkü her ne kadar cüzlere ayrılık parçalanmayı kabul etmezse de her cüzün tek başına kalması mümkün değildir. Sonra da hasmının, «gerçekten o, yönü bir olan şeyde ortaklığı icabettirir; cihetleri muhtelif olanda ise icabet-tirmez.» sözü ile kendisine itiraz ettiler. Yine bazısına varis olduğu, bazı­sını da satın aldığı mülk ile kendisine itiraz olundu. Sonra yine, «Benim mülküm, kulumun mülkü» gibi sözlerle itiraz olundu. Böylece bu hususla­ra uzun uzadıya cevap vermeğe çalıştı.

- Biz deriz ki, -tevfik Allah'tandır- zikrolunan hususu düşünen, azıcık anlayışı bulunan ve aklı ile kibirlenip böbürlenmeyen kimse, onun ne ka­dar sefih ve ahmak olduğunu anlar. Dilerse o, hazır ve ortada olan ortaklık ile cahil olduğunu bilmesi için miras hususundan az önce zikrettiği şeyle delil getirir. Böylece bilinmesinin yolu delillendirmeden geçen şeyle cahil olmasında mazur görülmüş olur. Çünkü ona mahlûkatın gerçekleri gizli kalmıştır. Fakat bu sualle mu'tezileye devamlı olarak o hususun icabetti-ğini zanneder. Her ne kadar o hususa cevap vermeğe onlar, lâyık olmasa­lar da. Gerçketen biz onu, onlardan söküp alırız. Çünkü onlar bu sözle «bir şeyin yaratılması, o şeyin kendisidir. Dünyada iki olan şey için bir şey bulunmaz. Hepsi bir olup, hepsi içindir» diyen kimsenin sözünü kasdetti-ler. Bu yöndendir ki, iki şey için bir fiilin olmasını inkâr etti. Kendisi için onun ortaklığı icabettirip ettirmediğini bildiren örnekler bulunmayınca onların sözü zan ve hayali icabettirir. Sonra asıl olan şudur ki; gerçekten fiilin kendisini Allah'a mülk kıldıkları gibi kula da mülk yapıyorlar. Yine böylece bir kimse için olan her mülk, Allah'ın mülküdür ve kul için olan mülk de Allah'ın mülküdür, diyorlar. Bu husus fiillerde ve maddelerdeki mülk hakkında aralarında ortaklık icabettirmez. Öyle ise bizim üzerinde bulunduğumuz mevzuda nasıl ortaklar bulunur? Sonra Allah'a yedirme, giydirme ve rızık verme isnat ollınur. Bu, ayniyle mahlûkata da isnad olu­nur ve ortaklık icabettirmez. Bizim mevzubahs ettiğimiz husus da böy­ledir. Bununla beraber biz, fülin cihetlerini açıklayıp niçin o yönlerden fii­lin[416]kendisi müşterek olur demez. Çünkü her cihet, küllisini ihata etmiş­tir. Ve yine böylece fiili bir yönünden bilen ve bir yönünden bilmiyen kim­seye, onun cehli, ilmine ortak oldu demeyiz. Onlara ne oluyor ki, bu hu­sus makul ortaklıktır, diye iddia ediyorlar! Bilâkis orada akıl olmuş ol­saydı, bu husus makul bir yalan olurdu. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Bu yönlerin hepsi, şeyin gayrini yarattığını söyliyen kimsenin sözüne göredir. Bununla yine mu'tezilenin dâvasının fasid olduğu bilinir. Sonra kendisine denir ki; bazan bir köyde mülklerin ayrı ayrı olması ile ortaklık olduğu ve muamelelerin ayrı ayrı olmasına rağmen ticarette ortaklık bu­lunduğu söylenir. Sen de, Allah'la mahlûkat arasında âlemde ortaklık var­dır; sonra kendisinden olan emir ve kudretli kılma ile fiillerde de ortaklık vardır de. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Onların itaat etme, boyun eğme ve benzeri gibi hususlarla isim verme ile delil getirmeleri ise biz, iki söz üzere olan cihetin ve bir fiilin diğerine olan ihtilâfı beyan ettik. Hepsi ancak yönlerden bzim açıkladığımız şeyle isimlendirilmiştir. Oysaki onlar, bunu hareketlerin yaratıcısı ve eşyaya fesada uğratan yaptılar. Ve onunla isimlendirmediler. Çünkü o, yaratık­tır. Fiiller de onun gibidir. Kuvvet ancak Allah'tandır. Sonra iki failin bir fiili, bir sözü, bir haberi olması gerekçesiyle kendisine itiraz olundu.

Allame Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Bunun, yani iki failin bir fiili, bir sözü, bir haberinin bulunması dünyada caiz olur. Bazan şöyle denir; bu bir cemaatin sözüdür, kendilerinden yalan sadır olması muhtemel ol­mayan topluluğun haberidir. O, falanın ve filanın sözüdür. Falan ve filanın haberidir. Eğer onun aslı olsaydı, onunla diğerinin caiz olması vacip olurdu. Çünkü onunla diğerinin ifade etmesi lâzım gelir. Dünyada caiz olan şey, gaibin delili olsaydı gaip hakkındaki söz ve fiilin arasını tefrik etmek vacip olurdu. Tıpkı dünyada vacip olduğu gibi. Bu da onun vehmini açıkça ifade eder. Sonra şöyle demek caizdir ki, gerçekten Allah-u Tcâla, herşeyin yaratıcısıdır. Allah'ın kendisi yaratıcıdır, kendisinden başkası ise yaratılmıştır. Şöyle demek ise caiz değildir. «Allah, her sözü söyleyen, her haberi ihbar edendir. O, muhbirdir, söyleyicidir, O'ndan başkası ha­ber ve sözdür,» denmesi caiz olmaz. Öyle ise bu husus her ikisinden biri­nin, diğerinin benzeri olmadığına delâlet eder. Bununla beraber onların katında herkesin fiilinin Allah-u Teâlâ'nm fiili olan kudretle olduğunu söylemek caiz olur. Fakat herkesin sözü ve haberi hakkında o, Allah'ın sözü ve haberi olan kudretle meydana gelmiştir, demek caiz olmaz. Ve kendisine denir ki; gayrini hareket ettirmekle kendisine hareket ettirici ismi verilmediği zaman sen, yine o gayrinin hareketini yaratması ile ken­disine yaratıcı ismi verilmez de. Veyahut her ikisinin arasını umum ve hususla ayır. Veyahut aralarını dilediğin şey ile ayır. Ne yaparsan yap, kendisi ile yaratıcı ismi verilen manâ her şeyin fiilinde bulunur. Kendisi ile söyleyici denilen manâ ise bulunmaz. Bunun içindir ki, her ikisi birbi­rine benzemeyip ihtilâf ettiler. Allah-u a'lem.

Ve yine «yaratıcıdır», sözü tazim yerine geçer. Her daha umum ifade eden şey, daha fazla tazim ifade eder. Söyleyicidir, sözü ise, bunu ifade et­mez. Bunun için, her ikisi birbirine benzemez.

Biz yine onun inkâr etmesinin anlamlarını zikrederiz. Sonra asıl olan odur ki, gerçekten mu'tezilenin bunu inkâr etmesi, birinin fiilini, gayrisi onu yokluktan varlığa çıkardığını bulrnamaları ile vukubulmuştur. İşte bu bir asıldır ki, onunla dünyada birinin fiili ile gerçekte var olduğunun mümkün olmaması ile mahlûkatm yaratılmasını inkâr eden kimse inkâr etmiştir. Belki dünyada toplanma ve ayrılmadan başka bir şey bulunmaz. Onun için bununla eşyanın maddelerinin yaratılmış olmasını ifade etmek­ten kaçındılar. Bunun gibisi ile mu'tezile, fiillerin yaratılmış olduğunu in­kâr etti. Bunun içindir ki, selef, mu'tezileyi onlara nisbet etti. Bununla beraber onlar, eşyanın varlığının gerçek olduğunu ifade ettiler. Çünkü on­lar, eşyanın ezelde var olduğunu ifade edip Allah-u Teâlâ'yı onların mu­cidi kıldılar. Onların şey olmasının[417] muhdisi değildir. Ezelde «şey ol­ma»[418] var idi. Fakat Allah'la değildi. Böylece onlarca âlem, hakikatte eş­yadan var olmuş hadis olur. Yoksa Allah-u Teâlâ'mn bir şeyden olmaksızın onu ihdas etmiş olmaz. Sonra küfür ve iman hakkında görüş beyan edip her ikisinin bir şey olduğunu zikrettiler. Her ikisinin var edilmesi failden­dir; yoksa her ikisinin şey kılınmasından değildir. Her ikisi de «şey olma» bakımından kula ait olmamış olur. Sonra bu hususu inkâr etmez, «şey olma» bakımından mahlûk olmasını da inkâr etmeyip reddetmez. Bununla ona azap verdiğini icabetmez. Fakat bu, «şey» olduğu için değil. Çünkü o, «şey» olduğu için azap vermez. Kendisinden «şey olma»[419] düştüğü za­manda müstahil kılmaz. Ve fail ile olma bakımından akılda olan «şey'iy-yet» arasında ortaklık icabetmez. Ve onun iki şey için olduğunu da mutlak olarak söylemez. Çünkü o, tümü ile bir «şey»dir, fakat onun değildir. Ve o, kendisine iman etme ve küfretmeden ibarettir. Felçli olan kimsenin ha­reketi hakkında da bu ifadeler böylece Önesürülür. Kuvvet ancak Allah'­tandır.

Sonra Kâ'bî diyor ki; günah ye masiyeti işleyen kimse, onu yaratan­dan daha fazla günahkâr değildir.

Ona denir ki; masiyetin ciheti «şey» olma, hareket ve hadis olma, araz olma bakımından zemme müstahak olmaya daha lâyık kılınmamış­tır. Ve o, kula nispetle Allah'a nispetle birbirine muhaliftir; ve Allah'la kulun gayridir. Ve o, Allah'ın bir delilidir. Aynı zamanda kâfirin sefih ve ahmak olduğunun delilidir. Çünkü bu yönden bir şeyin zemmediîmesi ken­disi ile isim vermenin hepsine zemmedilmeyi gerektirir. Böylece iman fiilinin ve her güzel olanın zemmediîmesi vacip olur. Her ne kadar onlar için yönlerin sabit olması Vacip değilse de hepsine lâyık olan husus veri­lir. Sonra Allah-u Teâlâ'mn hakikatte, çirkin, sefih, zulüm ve mezmum kılması bakımından hikmet olan bu yönden hak ve hikmet olur. Kuldan meydana gelmesi bakımından ise fiil, sefehtir, zulümdür. Bu yönden de fiil, çirkin ve masiyet olur. Görmez misin ki, gerçekten kim ki kâfirin nez-dinde bulunan, şey olmak üzere fiilini bilen kimse onu bilmez idi. Küfürle haber veren kimse de yalancı idi. Bulunduğu şey üzere onun hakikatini bilen ise âlim ve hakim oulr. Onunla haber veren de sözünde sadık olur. Allah-u Teâlâ onu böylece yarattı ve bulunduğu hal üzere kıldı. Kulun fiili ise böyle değildir. Bir şeyin gayrini yarattı diyen kimsenin sözünün hiç bir manâsı yoktur. Çünkü hakikatte Allah-u Teâlâ'nm fiili, ne küfür olur ne zulüm ve ne de sefeh. Kuldan olan fiilin kendisi de masiyet, taat, zillet ve boyuneğme olmaz. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Sonra kendisine itiraz edilir, denir ki : Ölümü ve mahlûkatm halle­rini yaratan gayrin, hâlık olarak isimlendirilmesi yaratılanların isimlen-dirilmesinden daha doğru ve gerçektir. Çünkü o, mahlûkatm halikı olarak isimlendirilmiştir. Bu hususta ne derse o, kendisine birincideki cevabı teş­kil eder. Asıl olan şudur ki, hakikatte kulun fiil sahibi olduğu ve onun fiilinde muhayyer olduğu sabit olmuştur. Ve yine sabit olmuştur ki, eşya, kulun katında tercih ve en sevimli olanıdır. Ve eşyanın yaratılması bu hususu kuldan reddetmez, onu yüklenmez ve o fiili işlemesine de kul mec­bur olmaz. Kulun fiilinin bulunması, fiili hakkında ilmini ve ondan habe­rinin var olması fiilinin Levh-i Mahfuz'da ispat edilmesi ve ona tecavüzü­nün icabetmesi, kulun fiili vaktinde ve isimlendiği şeyle tesmiye edilmesi anında olur. Çünkü kul, fiilini yapmak mecburiyetinde olmadığı gibi onu da yüklenmez. Kul ile beraber emir, nehiy, azap görme ve sevap alma, güzeldir. Kim ki kulun bu hakkını inkâr ederse onun bu çeşit işle ilgilen­mesi hayal olur. Onun hakkı, eşyanın yaratılması kendisiyle bilmen yöne bakmaktır. Eğer onun incelenmesi mümkün olursa o zaman bu nevi ile olan inkâr, ancak hikmeti bilmemekten ibaret olur. İlk yaratılış hali buna göre olur. Eğer kendisi ile ikram olunan şeye boyun eğerse, bu hususu bilmiş olur inşaallah. Her ne kadar meseleyi ispat etmek mümkün olmasa ve kendisi ile itiraz ettiği şeyin hepsine üstünlüğü düşünülse de. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Sonra bir çok meseleler[420] zikretti ki; onun şu sözü, o sorulardan bazi­ğidir. O, herşeyin yaratıcısıdır. Kulların âmelleri de şeylerdendir. Bunun bir övme olduğunu iddia etti. Onda kendi nefsine sövme ve kendisine küf­retme, peygamberlerin fiiline de küfretme yoktur. İkincisi; o, küfrü çir­kin gördü ve küfür sahibi olanı cezalandırıp ona azap çektirdi. Bu hu­susun kendi fiili olan şey üzerine vukubulması caiz olmaz. Ve devamla der ki, biz yine âyetlerden okuduğumuz şeylerle tahsis edildik. Ve yine bunlara girmeyen şeyle delil kılındı. Halbuki o, çıkış noktaları âyetler ol­makla beraber bir şeydir, âyetler ise hâsdır'

Ve sonra gerçekten çirkin olanlar, Allah'ın Rasûlüne, bu noktada zikredilmemiştir[421]. Belki onlar miras olarak bize intikal eden cevherlerde zikredilmiştir. Yine der ki; bilâkis mecusilerin şu sözü vardır : Gerçekten Allah-u Teâlâ, Islâmda haram kılman şeylerden bir şeyi murad etmiştir. Bunun içindir ki, Resûl-i Ekrem Sallallahualeyhivesellem «Kaderiye, bu ümmetin mecusileridir» buyurmuştur.

Allame Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Biz, Allah'ın izni ve tevfikiyle deriz ki, gerçekten âyetin, methetmeyi gerçekleştirdiği sabit olduğu za­man kâinattan bir şeyin dıga çıkması kendisi ile olmayanla övülmek olur. Veyahut övülmekte kendisine her zayıftan iştirak edenle olur. Çünkü O, eğer eşyanın küllisini murad ederse, ve halbuki onu yaratmamıştır, böy­lece kendisinin olmadığı şeyle medhetmiş olur ki, o da yalandır. Bazısının onun gayrına her şeyin yaratıcısı olması hakkında müsavi olduğunu or­taya atmakla onda başkasının yaratma işi bulunmadığını kasteder ki, bu da batıl ve fasittir. Bununla beraber eğer bu hususu fiilin gayrı için olan bir gayre sarfedilnıesi caiz olsaydı, şöyle denmesi caiz olurdu : O, bir şe­yin yaratıcısı değildir. Oysa ki o, gayri için bir olan şevin yaratıcısı de­ğildir. Kendisi zem ile ve ibadetle vasfolunca sabit olur ki, ilki onu me1> hetmekle ve rububiyetle vasfolur. Bu hususu tahsis etmekte ilkinin ica-beditmesi gerekir. Ve yine şöyle der; Allah, herşeyin Rabb'idir. Herşeyin İlâhı'dır. O, herşey üzere vekildir, bu hususlardan bir şeyin çıkarılması caiz değildir. Her ne kadar çirkin olan için tahsis etmek üzere onu söyîemek doğru ve lâyık değilse de, meselâ, şöyle demek doğru değildir : Al­lah, habis olanların Rabb'idir. Çirkin olanların İlâhı ve şeytanların, iblis­lerin vekilidir. Her kötü koku ve kazurat üzerine kaimdir. Böyle denmesi çirkin olduğu gibi ilki de bunun gibidir. Her ne kadar isim verme bakı­mından eşyayı tahsis etme çirkin ise de. Bu yönden ben, mecusilerin ve zındıkların gerçekten Allah-u Teâlâ, ezâ verici ve fasid olan şeyi yarat­madı, bir veliyi öldürmedi, düşmanı da kuvvetlendirmedi, şeytanları baki kılmadı, kendisine küfreden ve taatının dışına çıkanlardan bildiği bir kim­seye hiç bir şey vermedi, dediklerine şahit oldum der. Bizim kuvvetli ola­rak bu hususları zikretmemiz onların Mu'tezilenin aslı bu hususlardan takdir olunan şeylere dayandığını bilmeleri içindir. Çünkü Peygamber aleyhisselâmm sözünün cari olduğu hususlardan ve Kur'ân-ı Kerîm'in ifa­de etmiş olduğu şeylerden anlaşılanlara muhalefetleri anında onların sı­ğınıp yakardıkları yer, Allah kâfidir. Bunun içindir ki, Peygamber aley-hisselâm «Kaderiye, bu ümmetin mecusileridir.» buyurmuştur. Eğer her hangi bir şeyin Allah'ın kendisinin yaratıcısı olmasının dışına çıkması caia olsaydı onun gibisinin malik olma, reddolma ve övülmeyi iktiza eden isimlerden onun gibisinin bulunması caiz olurdu. Öyle ise Allah için bir şeyle Övülmenin bulunması batıl olur. Çünkü onun manâsının hakikatmda her şeyde Allah'ın ortağı olur. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Sonra «o, kendisine girmez» sözü çok acaip bir sözdür. O, isimlerde mutlak olarak ne zaman zikrolunur? Eğer o, caiz olmuş olsaydı, âlimleri, failleri, vekilleri, reisleri, melikleri yadetmekte zikrolunması caiz olurdu. Bu söz, ne dediğini bilmeyenin sözüdür. Sonra, her ne kadar bunun aklen vukubulması mümkün olmasa da, eğer şey zikredilmiş olsaydı, onun bir çok yönden dışına çıkması ile gayrının da çıkması caiz olmazdı.

Birincisi; Onun şu sözüdür : Allah, herşeye vekildir. O, herşeyin ilâhı, herşeyin Rabb'idir. Bu husustan bir şeyin dışa çıkması, onun şeye dahil olmaması bakımından murad ve maksud olanın bilinmesinin batıl olması için, onun mahlûkata tahsis edilmesi caiz değildir.

ikincisi; o husus, övülmektir. Onun dahil olması, kendisinin sakıt ol­ması demektir. Çünkü o, kudretin altında bulunan her şeyi var etmekle övmedir. Bu husus, bütün kullarda gerçekleşmiştir. Bunun kendisinde gerçekleşmesi ise, onu iptal etmektir. Tevfik Allah'tandır.

Üçüncüsü; başkasına isnad edilen fiil, rububiyet ve bunların benzeri olan maruf söz[422]... Allah'ın sözüne rücu' eder. Böyle olduğu zaman da güya Allah «Benim gayrım» buyurmuştur. Bunun gibisinde ise tahsis yoktur. İlki de bunun gibidir. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Âyetlerden zikroîunan hususlar ise, biz onların bunun hakkında hâs olmasının fasid olduğunu geçen mevzuda açıkladık. Kuvvet ancak Allah'­tandır.

Yine âyetlerden zikroîunan hususlar ise, âyetlerdeki yanlış anlayışı­nı açık seçik olarak beyan ettik. Onun dâvayı ele alması tıpkı onun bu hususta takındığı durumu gibidir. Onun kendisine sövdü, kendisine küf­retti ve bunların benzeri hususlardan zikroîunan sözler ise bu hasmını reddetmek, görüşlerini çürütmek için kendisini devamlı olarak alıştır­dığı[423] şeyden ibarettir. Onlardan hiçbir kimse bu hususu ifade etmiyor. Bilâkis, eğer o kendi nefsine küfretmiş olsaydı hakikatte küfredilmiş olup mezmum olurdu. Belki de o, kâfir olanda eefeh, zulüm ve yalan olarak küfür fiilini yaratmıştır. Bu hususta hakikatte kendisinin sövülmüş ve aemmolunmuş olmasını reddeder. Görülmüyor mu ki sövme fiilini bilen kimse bu hususu bildiği için âlim ve hikmet sahibi olmuş oluyor?[424] Bu hususu ondan haber veren kimse de böylece sözünde sadık olmuş oluyor. Kim ki onu kâfirin nezdinde olduğu gibi bilirse o kimse cahil, sefih olmuş olur. Onunla haber veren kimse de böylece yalancı olmuş olur. Zikroîunan hususlar da bunun gibidir. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Genel olarak denir ki, gerçekten onun fiili «araz» olması, yahut «şey» olması yahut da onunla hareket ve ahmaklığına delil olması veyahut bunlara benzer hususlar olması bakımından sövme ve çirkin olma ile vasf olunmaz. Allah-u Teâlâ'nm onu yaratması yönünden de durum bu­nun gibidir. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Peygamberler tarafından olduğu hakkında söylendiğine gelince; o, onları pişman kılıp sözünden geri çeviren[425] hususta mevcuttur. Düşman­larını[426] bakî kılan şeyde de kaimdir. Sonra o, hikmetin dışına çıkmaz. Bilâkis onun arkadaşları onun işlediği bu şey, gerçekten hikmet değildir, diye delillendirdiler.1 Öyle ise onlara cevabı ne olur? O, ilkin olanı hakkında cevap teşkil eder. Onun «Allah'ın Resûlü'nün zamanında böyle değildi» sözü ise, vukuundan Önce bir şey hakkında beyanın varid olması caiz ol­maz. Ve gerçekten kendisinde çekişme geçmiyen hususta açıklama varid olma^. İşte bu bütün âyetleri ve mutad olan hususları reddeder.

Sonra gerçekten âyet onların hakkında nazil olmuş olsaydı, onları zemmetme hakkında gelirdi. Ve mu'tezilenin nefyettiği[427] yönden Allah-u Teâîâ'dan nefyettikleri şeyle vasfolundu. Bu husus, onlar için lâzımdır. Bununla beraber âyet-i celile ile bu yönden mu'tezile amel etmez ki,[428] bu yön, o hususun hakikatte Allah'a izafe edilmesinin caiz olması onların inançlarının aslıdır.

Onun gibisini inkâr edenle o hususun aklen reddolunmuş olduğunu iddia eden kimse nasıl bir arada toplanabilir? Naklî delilin yolu ve aklen imkân olmasına naklî delille istidlal etmenin mümkün olmaması bakı­mından gerçekten onun hakikati, mahlûkatın fiillerinde olduğu sabit olur. Onunla övünmek, hakikatte bir kaç yönden olur : Birincisi; herşeyi kudret bakımından Allah'ın kudreti altında kılmak ki, bununla bütün mahlûkatın herşeyin kendileri için Allah'la var olması bakımından Allah'a muhtaç oldukları zahir olsun.

İkincisi; gerçekten gayri için fiil olmayan şey üzerine kudretle vas-fetmek acaip bir şey değildir. Bilakis, her zayıf ve hakîr olan kimse ona müstahak olur. Öyle ise gerçekten övülmenin bu yönden olduğu sabit olur.

Üçüncüsü : Herşeyin bulunduğu hal üzere yaratılması, Allah'ın bu­nunla vasfolunmasım icabettirdiğini anlayan kimsenin ahmaklığını be­yan etmek, veyahut fiilin kullardan olması yönünden ondan olduğunu gerçekleştirmektir.

Dördüncüsü : Bilinsin ki, gerçekten Allah-u Teâlâ, o yapılan şeyin bulunduğu hali bakımından övülme ve fiilden dolayı zemmin kendisine ulaşmaktan yücedir. İşte bunlar, mu'tezilenin öne sürdükleri hususlar­dan bazılarıdır. Çünkü onlar, Allah'a, yaratması ile bu Övgüyü ispat et­meğe kalkıştılar. Böyle olan şey, devam etmenin şerefi ve korkunun kesil­mesinden ibarettir. Rabb'imiz Teâlâ, bu gibi hususlardan yücedir ve be-rîdir. '

Mecûszler hakkında zikrolunan şey ki, onlar, bu hususu Allah-u Te-âlâ'ni.n serleri yaratmasinı inkâr ettikleri ve her hayrı yaratma ve idare etme bakımından Allah'a nispet etmelerinden dolayı söylemişlerdir. Bu husus ise, Allah-u Teâlâ'nin halk etmesinden onunla çıkarmaları için şu âyet-i celîleyi tahsisi hakkında mu'tezilenin görüşüdür. İşte bu husus­tur ki, Allah Resûlü'nün (s.a.v.) onları mecûsîlere benzetmesinin yönü­dür. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Sonra mecûsîlerin hayır olma sözü tahsil edildiğinde Kaderiye'nin sözünden okluğu anlaşılır. Çünkü kaderiyeler, Allah-u Teâlâ'yı şer söz­den ve failinin kendisi ile zemmolunacağı husustan tenzih ettiler ve Al­lah'a hayır fiilini ve kendisi ile hamd olunan şeyi gerçekleştirdiler. Sonra kaderiyeler, mecûsîlerin inkâr ettiği veçhile gizlemek için âyeti celîlenin anlaşılmasını menettiler. Ve yine Allah'tan hayır olanlardan kendisi ile övülen her şeyi yaratmasını iptal ettiler. Cenab-i Hak'tan bizi bu gibi kö­tü fikir ve düşüncelerden korumasını dileriz.

Sonra onların inhiraf etmelerinden dir ki, âyetin hükmünden sorulun­ca ona cevap vermekten kaçınıp fiillerin nev'ine cevap vermekle iştigal ettiler. Onun hakikati ise umum olarak onunla ifade etmesidir. Çirkin olan şey hakkındaki tefsir anında ise Allah, her yerdedir dediği gibi söy­lemez. Mamur olmayan yerlerde76 ve pis olan mekânlarda Allah'ın varlı­ğı sorulduğunda bu hususa cevap vermekten kaçınır. Sonra Allah, her-şeyin Rabb'i ve herşeyin İlâhı'dır. Sonra çirkin olan şeydeki tefsir anında cevap vermekten çekinir. Ancak ne var ki, O, bu ifade bakımından olması için asîmi reddeder. Bizim bahsettiğimiz mevzu da onun gibidir. Tevfik Allah'tandır.

Sonra hasmına, Allah-u Teâlâ'nm «Halbuki sizi de, yaptıklarınızı da Allah yaratmıştır,»[429] kavl-i celîli ile delil getirmiştir. Ve bununla onların ilâhlarını murad etmiştir dedi. Tıpkı Allah-u Teâlâ'nm ... «(İbrahim on­lara) dedi ki : Siz kendi yonttuğunuz; şeylere mi tapmıyorsunuz?[430],» ... Bir de baktılar ki, Âsa, onların bütün uydurduklarını yutuyor.»[431], kavl-i ce­lîli gibi.

Allame Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Biz, Allah'ın izni ve tevfiki ile deriz ki; âyeti celîlenin zahiri, amelin yaratıldığını zikretmektedir. Bunu gayrine sarfetmek ancak beyan ile caiz olur. Bununla zikrolunanların hepsinde onların yontmaları dahildir. Onların zikrolunan uydurmaları da böyledir. Onunla ayıplandılar. Yoksa işleyip sonra ona ibadet etmeleri[432] bakımından o şeyle ayıplanmadılar. Böylece onlar fiillerine ibadet etmiş gibi oluyorlar. Bizim üzerinde durduğumuz konu da bunun gibidir. Ve yine eğer Allah-u Teâlâ, ilâhlarım mamul olarak zikrolunduktan sonra âyetle tasrih etmiş olsaydı ve Allah-u Teâlâ da ameli yaratmış olmayın­ca; Allah'ın onu mamul olarak yaratmasını ifade etmek caiz olmazdı. Çünkü o, böylece mahlûk değildir. Bunun üzerine gerçekten amelîn mah­lûk olduğu sabit olur ki, onlar, zikrolunduğu gibi mamul olan yaratığa ibadet etsinler. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Sonra onların en büyük aptallıklarından biri de Allah-u Teâlâ'nm «Al­lah (cahüiyet devrindeki âdet üzere) kulağı yarılıp salıverilen ve putlara adak yapılan develerle, putlar için kesilen erkek koyunların ve sırtı yüke haram kılman develerin hiç birini meşru kılmamıştır...»[433] kavl-i celîli ile delil getirmeleridir. Halbuki onlar, «böylece meşru kılmamıştır» sözü ile amelleri halk etmeği nefyetmekte o, varlıkların isimleridir. Evet onlar o varlıkların fiilleri değil, onların isimleridir. Onlar ise şüphe yoktur ki, yaratıklardır. Sonra fiillerin yaratıldığını reddetmek için varlıkların ha­kikatini yaratmakla zikrolunan amel reddolunur. Bu husus, açıklar ki, onların görüşleri Allah'tan haberini kabul etmeme ve her hangi bir işte Allah'ın tedbir ve iradesini ümit etmeme üzerine tesis edilmiştir. Allah-u Teâlâ'dan bu gibilerden bizi korumasını dileriz.

Yine onlar, Allah-u Teâlâ'nm «... Yoksa Allah'a, O'nun yarattığı gi­bi yaratan ortaklar buldular da, bu yaratma kendilerince birbirine ben­zer mi göründü?»[434] kavl-i celîli ile ihticâc ettiklerini söylemiştir. Ve sizin sözünüze göre sizin fiiliniz, Allah'ın yaratmasına benzemektedir. Bunun üzerine şöyle der : Maazallah, bilâkis, bizim fiilimiz abes ve fasiddir. Bo-yuneğme ve zelil olmadan ibarettir. Allah'ın fiili ise hikmettir, doğru­dur, üstün ve büyüktür. O, hadis olanlardan değildir. Hadis olmada, yok­luktan varlığa çıkma cihetlerin ihtilâf etmesinden dolayı birbirine berî-zeme vardır. Tıpkı âlim[435], halik ve kadir hakkında manâlar muhtelif ol­duğu için benzeme olmadığı gibi.

Sonra der ki : Gerçekten bizim fiilimiz, Allah'ın fiilinin aynına ben­zemez. Sonra icadetme, yoktan var etme, öyle bir manâdır ki, birbirine benzemeyi icabeder. Bu ancak mevcudatta kendisine[436] dahil olan şey ile caiz olur. Bununla beraber onun sözü Cehm'in sözüne zıt düşmektedir. Çünkü Cehm, fiilin gerçekleşmesinde birbirine benzeme vardır dedi. Sonra şöyle der : Şu husus taaccübe şayandır ki, onlar, yoktan var etmekle Al­lah'a isim verilmesinin gerektiğini ifade ettiler de kendi nefislerine haki­katte Rablerinin füli gibi fiil işlemelerinde gerektirmediler.

Fakih Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Biz Allah'ın izni ve tevfiki ile deriz ki Allah-u[437] Teâlâ fiil bakımından birbirine benzemeyi isbat etmiş­tir. Çünkü Cenab-ı Hak «... Yoksa Allah'a, onun yarattığı gibi yaratan ortaklar buldular da, bu yaratma, kendilerince birbirine benzer mi görün­dü ?[438] buyurarak, birinin kendi yaratması gibi yaratması olmasını nefyet­ti. Onlara, tapındıkları putlara ibadet etmeleri hakkında özürlü olmala­rını gerektirdi. Zira onların tapındıkları ilahlarından bazısı kendi yarat­tığı gibi yaratmaya kadar olsaydı, onlar ibadet temezlerdi. Sonra yarat­manın keyfiyetinin müşahede edilmesinin hiç bir yolu yoktur. O, ancak yaratılanla bilinir. Zira o, yokluktan varlığa çıkması, hadis olması, aslı olmayandandır. Veyahut o, kesbetme, harekette ve sükûnet hakkında gö­rülür. Kim, bir kula, Allah-u Tealâ'nın yapacağı fiil gibi bir fiil yapacak olsa, muhakkak ki bunda, Allah'ın yaratması gibi yaratma bulunur. Zira onun fiilinin bundan başka bir yönü yoktur. Eğer onun zikrettiği red­dedilen olsaydı, itiraz etmenin hiç bir yönü olmazdı. Çünkü onlar eğer is­bat etselerdi, o, böyle değildi derler. Zira sizden olan husus felah iledir. îşte bu nevi hayalden olan bir nevidir. Sonra o, şıkka tabi olmak, onun hakikatinin imkân dahilinde bulunmasının reddedilmesi Cenab-ı Hakk'm «... Herşeyi yaratan odur»[439] kavl-i celîli iledir ki, gerçekten her hangi bir şey ki, onu yarattığı için ona isnad etti, onun üzerine kadir olmadığını bilsin. Zira kendisinde ona ait öyle zaruretler bulunur ki, onda gayrinin tedbir ve icadını icabettirir. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Allah Azze ve Celle, «... Eğer müşriklerin dediği gibi, Allah'la bera­ber bir takım ilâhlar olsaydı, o takdirde her ilâh kendi yarattığını götüriir...»[440] buyurmuştur. O takdirde Allah-u Tealâ'nın yaratmak ile vasfol-duğu şeyin ifade ettiği manâ, herkes için bulunurdu. Ve herkes ondan olanı götürür. Bu husus ise, bir takım ilâhların varlığının ispat edildiğini gerektirir ki, her ilâh kendi yarattığını götürür. Kuvvet ancak Allah'­tandır.

Bununla beraber Allah-u Tealâ'nın yaratmasında var olmaktan baş­ka bir şey yoktur. O ise kendi varlığı ile bizatihi bulunur. Öyle ise her manâ kalmıştır ki, kendisi ile birbirine benzeme tamamlansın. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Sonra müslümanların görüş ve sözlerinden biri de niahlûkatm Al­lah'a benzetilmesinin nefyedilmesi hakkındadır. Çünkü kendisinde vukû-bulan birbirine benzeme cihetinden diğerinin hadis olması ile onun da hadis olmasını gerektirir. Eğer hadis olma bakımından birbirine benzeme vaki olmasaydı hadis olmanın lüzumu bakımından birbirine benzemeyi nefyetmig olmazdı.

Bununla beraber cisimlerin hadis obuaları onların hadis olmalarının delilidir. Cisimlerin hadis olmaları da muhdis ve bir yaratıcının varlığı­nın delilidir. Bunların hepsi de birbirine benzemenin alâmet ve işaretidir[441]. Onun, bununla birbirine vaki' olmaz sözünün hiç bir manâsı yoktur[442]. Gerçekten onların nezdinde bir şeyin yaratılması, yaratmanın kendisidir. Hiç §üphe yoktur ki, yaratılmada zillet, boyun eğme, muhtaç olma, ayıp­lar, şeytan, ger, fitne, belâ, kötü koku, pislik ve habis gibi şeyler vardır. Bunların hepsi mu'tezilenin katında yüce Allah'ın vasıflandır. Zira on­lar diyorlar ki,[443]«Bir şeyin yaratılması, o şeyin kendisidir.» Bu halleri Allah'ın yaratmasında nasıl inkâr eder? Onun, o yücelik ve üstünlüktür, sözüne gelince : Bu takdirde İblis de. onların nezdinde, Allah'ın yaratığı­dır. Hakikatte ise, Allah'ın fiili yücelik ve üstünlükle ifade edilir. Allah'ın fiili güzel ve hayırdır, hikmet ve doğrudur. Bunların hepsi kötü ve çir­kin sözdür. Bunların söylenmesi ancak bir vasıta ile[444] olur ki, o vasıta mu-rad ve maksud olanı açıkça beyan eder[445] Zikrolunan husus da bunun gibidir. Bu yönden birbirine benzeme reddedilmez. Kuvvet ancak Allah'­tandır.

Sonra ona taaccüp eden kimseye taaccüp edilir ki, o şöyle diyor : Ya­ratmada gerçekten Cenab-ı Hakk'm yaratması birdir. Birbirine benzeme­de ve birbirine benzememe devamlı olarak ağyarda vukûbulur. Onu, biz umumiyetle kulun fiili, âlemin işinin Allah'a mahsus olan yönünden gö­rürüz. Öyle ise âlemin hepsinin Hahk'ı bir olduğu sabit olur. Kula bir fiil isnad edilir. Fakat o yönden değil. Tevfik Allah'tandır;

Sonra hasmının sözüne itiraz ederek der ki : Gerçekten kamışın en üst kısmım hareket halinde gören kimse onu Allah'ın hareket ettirmesi ile başkasının hareket ettirmesi arasını ayırt edemez. Buna göre her ikisinin birbirine benzediği sabit olur. O ise sebeblerden bahsetmek sure­tiyle ikisinin arasının ayırdedilnıesi vacip olur iddiasında bulunmuştur.

Allame Ebu Mansur <r.h.) diyor ki : Ona şöyle denir; belki de onu yer altında bulunan bir hayvan ve şeytajı veyahut da melek hareket et­tirmiştir. O, halktan hiç bir kimsenin bilmediği şeyin gayrinde hangi se-beble Allah katında hakikat olana ulaşabilir ki, gerçekten Allah-u Te-âlâ, onların katında yaratmış olduğu şeyi götürmesine kadir olmadığı bilinsin? Ve yine birbirine olan şiddetli benzemekle kendi nefsi bakımın­dan ona olan ilim yolunun kesilmiş olduğu bilinsin ? Oysaki onun katında sebep Allah'tan olan hususu ayırt etmez. Çünkü o, müşahede ettiğinin gayri değildir. Öyle ise onu nereden ve nasıl bilmiş olur? Kuvvet ancak' Allah'tandır.


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: İmam Matüridi: Tevhid
MesajGönderilme zamanı: 17.11.11, 11:37 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı

Kayıt: 17.01.09, 20:24
Mesajlar: 55
Ebu Mansur (r.h.) der ki : Bu, dünyadaki varlıklardan getirilen de­lil gibidir. Olur ki, kendi yönünden bakmadığı şeyle, kadîm ile hadisin arasını ayırt etmekten aciz kalır. îlk defa ifade edilen durum da bunun gibidir. Bu husus, onun aleyhine iki yönden mütalea edilir:

Birincisi; birincisinde hakikati kendisi ile bilmeye sebep bulamaz. Bununla beraber gördüğümüzün gayri Allah'tan olan bir şey yoktur ki, onunla bilmiş olsun. Öyle ise bunun hiç bir manâsı ve anlamı yoktur.

İkincisi[446] gerçekten itiraz edilen şeyin bir yönden olması caiz değil­dir. Bu husus delâlet eder ki; hadis ile kadîm olanın arasını ayırt etmek­ten aciz olması ancak ona bakmaması ve ondan[447] gafil olup anlamamasından dolayıdır. Çünkü o, delâlet eden yeri görmemiştir. Bizim üzerinde durduğumuz konu eğer o, gayrinden olursa onun arasını ayırt edecek bir şey yoktur. Böyle olunca sabit olur ki, onların her ikisinin zatından bah­sedilmesi, birbirine benzemektedir. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Sonra şu soruyu sorarak itiraz edilmiştir : Onunla başkasından ka­zanılmış olan bilinir mi?

Allame Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Bu muaraza, yani beraber kıl­mak, müktesebin gayri için olup olmaması şüphe edildiğinde vukûbulur ki, onlardan birinin hakikatim bilemez. Bunun içindir ki, her ikisi de be­raber yaratılmış oldukları sabit olur.

Sonra o, nıükteseb olanın bilinmesi değildir, ancak Allah'ın yarat­mış olduğu şeyin bilinmesidir. Onun yaratılışım bilmez. Onun için olan her hangi bir şeyi ondan nefyetmediği gibi[448] onun için olmayanı da ken­disinde var olduğunu ispata kalkışraamıştır. Eğer bunları ifade edersem, yalancı olurum ki, bu da küfürdür. Mu'tezilenin sözüne göre; onun bilin­mesi için hiç bir vecih yoktur. Onu ebedi olarak şekke havale eder, ona asla ulaşamaz. Bu öyle bir manâdır ki Cenab-ı Allah, onunla beraber baş­ka bir ilâh olmasını nefyetmiştir. İşte mu'tezilenin ilimsiz, sefeh olarak gerçekleştirdiği husus budur. Bu husus hakkında da Allah-u Teâlâ, «Al­lah, hiç evlâd edinnıemiştir, beraberinde bir ilâh da yoktur; eğer müş­riklerin dediği gibi Allah'la beraber bir takım ilâhlar olsaydı, o takdirde her ilâh kendi yarattığını götürür, tek başlarına kalarak aralarında ay­rılıklar baş gösterir ve bir kısmı diğerlerine üstün gelirdi.»[449], buyurmuş­tur. Onun sözü, hareketin kendisinin mahlûk olduğunu bilmediğine ulaş­mıştır. Bunun üzerine ayırt etmek, bir araya toplamak gibi her araz hak­kında bu hususun söylenmesi gerekir. Ve böylece ondan her hangi bir şeyin yaratılmasına delâlet etmesi batıl olur. Sonra hareketsiz varlıkların hakikatini bilmeye hiç bir yol yoktur. Sanki onların Allah'ın yaratılması ile olmayıp Allah ile olması ile Allah-u Teâlâ, bizzat kendisi onun yaratıl­masına delil olarak bulunmamıştır. Bu öyle bir sözdür ki, bunu, Şeytan bile tevahhum etmez. Umut edilir ki[450], Allah'ın velilerinden bir veli, ken­disine tââtta bulunması ile bu noktaya ulaşmıştır. Bu gibi hususlardan bizi korumasını Cenab-ı Hakk'tan niyaz ederiz.

Onun sözüne göre gerçekten şey, Allah'a delâlet etmez. Ancak, se­bebini bildiği zaman delâlet eder, ki, onun cisimlerden delâlet etmesini dü­şürmesi, onunla Allah-u Teâlâ'yı bilnıesindendir. Ve devamla, der ki; toplu olarak üzerine karar vermiş oldukları şeylerden büyük olanı da, cismin yaratılmasına delil olan, onun hadis olmasıdır. Ve böylece her muhdis olan bunu reddeder. Ve delili sordu; onu yaratmayı bilmeyen kimsenin onun muhdis olduğunu bilmesinin caiz olmasıyla teyid etmiştir.

Fakih Ebu Mansur (r.h.) der ki : Biz, Allah-u Teâlâ'mn izni ve tev-fiki ile deriz ki, ancak tevhid ehli âlemin hadis olması ve muhdisin var olmasının ispat edilmesi hakkında konuşup fikir yürüttüler. Hiç bir kim­se âlemin yaratılması ve yaratanının var olmasının ispat edilmesi husu­sunda söz söylemeye, fikir yürütmeğe kalkışmadı. Belki de onlar, ilkini kâfi görüp ikinciye lüzum görmediler de sonradan var olanın ispat edil­mesini, yaratmaya mukni bir delil kıldılar da onun gibisini işlediler. Çün­kü onların hepsi için ona, ihtiyaç hissedilir. Bu ise mümkün değildir. O, Kur'ân-ı Kerîm'in cüz, cüz, kısım, kısım olmasıyla mahlûk olduğunu öne sürerek demlendirmeye kalkışmıştır. Bunun gibisi, arazların hepsinde var­dır. Öyle ise onlar için de böyle söylemek gerekir. Kuvvet ancak Allah'­tandır.

Sonra, onlara serlerin ve hastalıkların yaratılması ile delil getirdi. Eğer bunlar zararlı iseler, niçin küfür hakkında böyle demedin?

Fakih Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Bu soru öyle bir sorudur ki, başlangıçta onu hiç bir kimse sormaz. Ancak itiraz etmek suretiyle müstesna. Çünkü bu eşyanın yaratıcısı, eşya ile isimlendirilmez ki, mah-lûkatın fiillerini yaratması ile onların isimleriyle isimlenmesi vacip olsun. Bu nevi, hakikatte gayri için fiil olmayan şeydir. Serlerin fiillerinde ise, bu vardır. Bu hususa gerçekten şeyler, hikmet bakımından serler olma­mıştır. Bilâkis onlar, tevbeyi zikretmekle ve masiyeti menetmekle rah­mettir, kijfür ise, bir yönden hikmet değildir diye cevap vermiştir. Gö-rülmezmi ki küfür, bir kimse tarafından yaratılması caiz değildir. Evvel­kiler ise caizdir.

Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : îlki hakkında kendisine denir ki; kü­für fiilinin yaratılması çirkindir. O, kendisini müşahede eden kimsenin zikretmesi ile fiili, yapılması büyüktür. Bunun için kendisinden meydana gelen şeyi zikretmesi ile Allah-u Teâlâ'mn kendisini küfürden koruması için Cenab-ı Hakk'a niyaz eder. Bunun üzerine onu, tevhide çağırır. Sonra küfürle, küfreden kimsenin sefih ve ahmak, facir ve fasid olduğunu bilir. Ve yine küfürle onun ismini ve sonuçlarını bilir. Sonra büir ki, o, yani küfür, yaratıcıya hiç bir zarar veremez. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Onun «küfrü, hiç kimsede bile yaratmaz» sözü, ne dediğini bilmiyen kimsenin sözüdür. Yoksa küfür, kulun fiilinin ismidir. Kul olmayınca kü­für nasıl olur? Bu, hareketin, cismin zeval bulmasından ibaret olduğunu söyleyen kimsenin ifadesi gibidir. O, onun gayrini yaratmaz. Öyle ise Ce-nâb-ı Allah'ın onda küfrü yaratması hikmete binaen olur. Arazların tü­mü ve mahlûkatm öldürülmesi"[451] buna göredir. Kuvvet ancak Allah'tan­dır.

Sonra hastalıkların, bir kimse bulunmadan ve biri için olmadan ya­ratılması caiz olmaz. Sonra hastalıkların hikmet olmasının tahakkuk et­mesi menolunmaz. Zikrolunan hususlar da bunun gibidir. Sonra kendisi­ne şöyle itiraz olundu : Gerçekten siz, arazları yokluktan varlığa çıkar­mağa kadir olduğunuz' zaman niçin onların bunu cisim hakkında yapma­ya kadir olmaları caiz olmaz?

Ebu Mansur (r.h.) der ki : Sualin cevabı böyle olmaz. Fakat cismin yaratılmasının manâsı yok iken sonradan yokluktan varlığa çıkmasıdır. Siz, arazların fiilinde kendinizi böyle vasfettiniz. Orada başka bir şey ol­madığı halde cismin yaratılması için böyle vasfetmek niçin caiz olmasın? Kuvvet ancak Allah'tandır.

Buna fiille cevap verdi ki, o cevap fasiddir. Çünkü biz, kendimiz için fiilimizde, cismin var olması ve bulunmasının yönünden ibaret olan bir yönü gerçekleştirmedik ki, onu kabullenmeyi bize gerektirsin. Onlar ise bunu gerçekleştirdikleri için kendilerine onu gerektirir. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Sonra der ki; zira Zeyd'in fiili kudretin fiilinden başka bir şey de­ğildir. Halbuki siz kudretle fiili işliyorsunuz. Zeydin fiilini nasıl yaptınız?

Cevap olarak denir ki; çünkü Zeyd, bizi kendi fiiline kadir kılmıyor. Onun için o işlememiştir. Allah-u Teâlâ ise kendisiyle cismin var olduğu manâya sizi kadir kılmıştır. Binaenaleyh, kendisiyle sizinle karşı karşıya kaldığımız hususu kabul etmeniz lâzımdır. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Yine dedi ki : Kitap ve tasvir edenle ihticac etti; şöyle ki; eğer ikin­cisi, birincisinin bulunduğu hal üzere çıkmasını murad ederse bu ona mümkün olmaz. Bu da delâlet eder ki; gerçekten evvelki kendisiyle ona göre çıkmamıştır. Bunun üzerine evvelâ şu iddiada bulunuyor ki, gerçek­ten, Allah-u Teâlâ'mn kendisine verdiği o, kudretle öylece olması caiz olur. Eğer, niçin onun gibisi gelmez ? denirse; buna şöyle cevap veriyor : Gerçekten biz her ne kadar o kudretle yapıyorsak, onu biz hepsi bir ara­ya toplanmayan100 sebeplerle yaparız. Tâ ki onlardan hiç bir şey, zihin, hıfz ve çeşitli işler gibilerinden dışarı çıkmasın. Yine der ki : Eğer bunun­la başka bir muhdis vacip olaydı, onunla başka bir tasvir eden vacip olurdu. Ona fiille kargılık verdi; gerçekten acizlik, bizim yapmadığımıza delâlet etmez. Eğer acizlik, onların zikrettikleri şeye delâlet etmiş olsay­dı, güzel olduğu zaman ikinci olurdu. Öyle ise evvelkinin kendisi için ol­duğuna delâlet eder. Sonra, «onu meneden şey nedir?» diye itirazda bu­lundu. Bunun üzerine söyle cevap verdi. Dedi ki, çünkü gerçekten biz, âletle, kudretle, ilaç ve fikirle yaparız. Bunlar ise karar kılıp beraber ol­mazlar. Eğer karar kılıp beraber olsalardı onları yapmaya imkânımız bu­lunurdu. Bunun üzerine kendisine şöyle denir : Seni meneden yönler, se­nin fiilin midir yoksa değil midir? Eğer hayır, derse büyük bir söz söy­lemiş olur ki, onun ilâcı, fikri ve benzeri hususları Cenâb-ı Allah'ın yarat­tıklarıdır. Allah'ın onları yarattığım inkâr ettiği husustur ki, bu sözü­ne göre onu inkâr etmiş bulunuyor. Eğer evet, derse, kendisine denir ki; ondan sormak ise, hepsinden sormaktır. Gerçekten kaderiyeler, şu iddia­da bulundular : Eğer Allah, kudreti bakî kılarsa bu husus mümkün olur. Halbuki, Allah, kudreti fiil için baki kılmıştır. Onların hepsi öyle fiiller­dir ki, onların üzerinde kudret caridir. Kudrete ne oluyor ki karar kılıp beraber bulunmuyor? Sen onun karar kumasını kasdettin. Senin kudre­tin var idi. Bu husus, açıkça ifade ediyor ki, o senin takdir ettiğinin gayri olarak meydana çıkıyor. Manâdan zikrolunan husus, onun birinciden da­ha güzel ve karar kılıp beraber olmak kasdı üzere daha kararlı olarak meydana çıktığının çok "açık bir delilidir. Gerçekten o böylece idi. Çünkü bununla beraber tam manâsı ile çalışsa bile hiç bir kimsenin ilmi, onun havada, mekândaki hareketine, elin yükselip alçalmasını idrak etmeğe ulaşamaz. Fiil ise ondan hâli değildir. Bu yönden fiilin onun gayrine ait olduğu sabit olur. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Buna göre hiç bir kimse çirkin bir füli kasdetmez. Bazan da böyle olur. Bu yönden sabit olur ki, o fiil, onun için değildir. Eğer fiilin bilme­diği ve murad etmediği yönden vukubulması caiz olsaydı; ve onun had­dini ve ulaşacak olduğu yeri bilmek için tam manâsıyla çalışmış olup o fiilin olduğu hal üzere olması kendisi için vukubulmuş olsaydı, onun gibisinin âlemin hepsinde ve peygamberlerin ve başkalarının mucizelerin­de vukubulması caiz olurdu. Tasvir eden hakkındaki söz de[452] fail hakkın­daki sözden ibarettir[453] Suret hakkındaki ifade edilen söz de fiil,hakkın­daki sözün aynıdır; her ikisi arasında hiç bir fark gözetilmez.

Sonra onun, «Eğer Allah, kuvveti baki kılmış olsaydı sözü ki, onun mezhebinde kuvvet, iki vakitte baki kalmaz. Böyle bir sözün hiç bir ma­nâsı yoktur. Sonra fiilden karşılaştığı şey, onun ihtiyar etmiş olduğu şey­den ibarettir. O, neyi kasdediyorsa ve yapıyorsa onu büir. Bu yönden kasdettiği ve yaptığı şey, kendisine ait olur. Biz, geçen konularda bunun hakkında onun bu yönden bilmediği şeyi beyan ettik. Kuvvet ancak Al­lah'tandır.

Sonra, bizim nezdimizde fiillerin yaratılmış olduğunu söylemenin lâzım olduğuna dair Kur'ân-ı Kerîm âyetlerinden öne sürdüğümüz delil, Allah-u Teâlâ'mn şu âyeti celîleleridir. «(Ey müşrikler,) sözünüzü ister gizli tutun, ister açığa vurun; (bu ikisi müsavidir.) Çünkü o, (Allah), bütün kalplerin künhünü bilir. Bilmez mi, O, (bütün varlıkları) yaratan? (Şüphesiz gizliyi de bilir, aşikârı da...) O, Lâtiftir, Habîr'dir; (herşeyden haberdardır)»[454]. Eğer Allah-u Teâlâ gizli ve aşikâr olanı yaratıcısı ol­mamış olsaydı, onunla, yani âyet-i celîlelerle kendi ilmine delil getirmez­di. Şu husus, malumdur ki, kendi fiilinin gayrinden olanın bilinmemesi caiz t:masay(i.ı onunla deiU getirmek mümkün olmaz idi. Çünkü bu, gayrinin fiili ile delil getirmek olurdu ki, bunun da hiç bir anlamı olmaz. Yine Al­lah-u Teâlâ, şöyle buyurmuştur. «Sizi, karada (çeşitli vasıtalar üzerinde) ve denizde» (gemilerde gezdiren O'dup...)[455] Başka bir yerde de Cenab-ı Hak, «... Oralarda yolculuk için (muayyen yer ve zamanlarda) gidiş-ge­liş takdir eylemiştik. (Kendilerine de şöyle demiştik) : Geceler ve gün­düzler boyu (her istediğiniz zaman) oralarda emniyet içinde yürüyün.»[456] buyurarak haber vermiştir ki, gerçekten yürümek ve yürütmeyi takdir etmek, onun fiilidir. Yürümek de onunla gerçekleşir. Cenab-ı Hak, başka bir âyet-i celîlede şöyle buyurmuştur : «Yine onun (Allah'ın) âlametle-rindendir ki, kendilerine meyil ülfet edesiniz diye sizin için, kendi cinsiniz­den yarattı...»[457].

Âyet-i celîlede sevgi ve rahmetin yaratılması, Allah'ın âyetlerinden olduğu ve uyumanızın dahi Allah'ın âyetlerinden olduğu haber verilmek­tedir. Yine, O'nun fazlından rızık aramanız da, kendi âyetlerinden oldu­ğunu beyan buyurmaktadır. Başkasının yarattığını kendisi için âyet ve alâmetler kılması çok uzaktır. Çünkü, O alâmetin faili olan için işaret ol­ması daha doğru ve lâyıktır. Onların hepsi ise, yaratma fiilleridir. Allah-u Teâlâ, şöyle buyurmaktadır : Sonra (Nuh ile İbrahim'in) arkalarından peygamberlerimizi ard arda gönderdik. Bir de arkalarından Meryem'in oğlu îsa'y1 yolladık ve O'na İncil'i verdik. Kendisine bağlı kalanların kalb-lerine ince bir duygu ve bir merhamet ihsan ettik..-»[458] «... îgte Allah, böyle (zalim) kimseleri sevmiyen bir kavmin kalblerine imanı teşbit bu­yurmuş ve kendüerini yüce katından bir rahmet ile kuvvetlendirmiş­tir-. .»[459] Allah, size evlerinizi bir barınak yaptı. Hem göç gününüzde, hem ikametiniz gününde, davar derilerinden hafifçe taşıyacağınız çadırlarla, (onların) yünlerinden, yapağılarından, kıllarından da eskiyecek bir za­mana kadar size (elbise, halı, kilim gibi) eşya ve ticaret malı yaptı[460] «... Ve kalblerini kaskatı ettik...»[461], Umum hakkında da Allah-u Teâlâ şöyle buyuruyor : «... Çünkü Rabb'in dilediğini, hemen noksansız yapar»:[462] Kulların fiillerinde dilediğini yapar ve Cenab-ı Allah, dilediğini yapmayı da vaadetmigtir. Allah-u Teâlâ, yapmadığı bir şey üzere övülmesini seven kimseyi de zemmetmiştir. Müminlere iman nimeti için kendisine hamdet-melerini emretmiştir. Bu hususların kendi fiüî ile olduğu sabit olur. Kuvve: ancak Allah'tandır.

Asıl olan şudur ki; herkesin fiilinin yaratılmasının delâlet etmesi, onun katmda murad edilen şey hakkında göklerin ve yerin yaratılmasına delâletten daha büyüktür ki, onun hakikati akıl ile bilinir. Hakikaten âlemin cevherlerinin kuvvetleri ile hiç bir kimse imtihan olunmamıştır. Tâ ki, herşeyin ondan çıktığını ve onun gibisinin yaratılması imkân ve ihtimali dahilinde olduğunu bilsin. Bilâkis, onu, ancak, onun gibisinin im­kândan çıkması ile bilir. Şu husus malûmdur ki, cevherlerden gayri hak­kındaki işlerin bulunması, onun cevherinin ona ihtimalinin bulunmasının mümkün olmayan şeydendir. Tıpkı uçmak, eşyayı yırmak ve cevherle yüzmek ve cevherlerde bulunan kuvvetlerden başkaları gibi. Herkes bi­lir ki, mahlûkattan hiç bir kimsenin kendi fiili hakkında tedbiri yoktur. Kendi maksûdunun dışına çıkan ve onun sınırlandırdığı sınırdan noksan olan gey ile zarurî olarak bilir. Ve bu husus onu takdirine gücü ve kuv­vetinin yetmesinin muhtemel olmayan şey ile mukadder olmuş olur. Böy­lece onunla bilir ki, kendisiyle tayin olan şey, onun takdir etmiş ve dile­diği şekilde meydana çıkarmış olduğu şeyin ta kendisidir. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Bununla beraber mu'tezile nezdinde Allati'm yaratması, onun yok iken sonradan var etmesinden başka bir şey değildir. Ve hakikaten Al­lah, devamlı olarak mevcuttur. Bu manâ herkesin fiilinde de mevcuttur. Oysaki eğer emir ve nehiy olmamış olsaydı, aklın bir şeyi Allah'ın kudre­tinden çıkarması ve bir şeyi başkasının fiilinden menetmesi ihtimali ol­mazdı. Emir ve nehiy "kendisini söylemeyi gerektiren manâ ile beraber hak yeridir ki, eğer onlar olmasalardı o, devamlı olarak bulunurdu. Böy­lece akılla bilinen ve onu zaruretle icabettiren şey, cehaletle, hikmetle ve lıâdis olmakla reddolunmuş olur. Eğer bu caiz olmuş olsaydı, her şey üze­rine olan Allah'ın kudretini ispat etme bakımından akılda bulunan şeyle emir ve nehyin inkâr edilmesi caiz olurdu. Bilâkis, Allah'ın kudreti, eşya üzerine carîdir. O, bir şeyden değil, veyahut mahlûkatı ihdas etmekten değil, öyle ihdas etmek ki, onun benzeri, başkasının fiilini yaratmakta daha şayanı taaccüptür. Çünkü eğer başkasının onun üzerine kudreti ol­mamış olsaydı onun Allah'da ve Allah'ın kudretinde gerçekleşmesi hak­kında akîl olan kimse sarsılmış olmaz idi[463]. Allah'tan ona olan kudretini biaynihî nefyetmek caiz değildir. Çünkü caiz olmuş olsaydı, bir şey üze­rine kendi nefsi ile değil, başkası ile kadir olmuş gibi olurdu. Allah-u Te­âlâ bu gibi hususlardan yücedir, beri ve münezzehtir. [464]

Kulun Kudreti Veyahut Gücü Ve Takati


Allame Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Bizim nezdimizde asıl olan odur ki; gerçekten kudret ismi ile anılan şey iki kısımdır :

Birincisi : Sebeblerin saliklerin salim, aletlerin de sıhhatli olmasıdır.

Bunlarda fiillere takaddüm[465] eder. Onların hakikatleri, her ne kadar fiil­ler ancak onlarla meydana gelip ayakta dururlarsa da, onlar fiiller için yapılmış değildir. Fakat onlar, Allah-u Teâla'nın nimetlerindendir. Allah onları dilediğine ikram etmiş, ve sonra, nimetlere ulaşmaları akıllarının onları anlamağa ulaştığı zaman onlara karşı şükretmelerini kendileri is­temiştir.[466] Çünkü onun o anda ve çağda akıl sahibi olanlara teklif edilmesi haktir[467] o da nimetlerin şükrünün edâ edilmesi ve nimetlerin hakikatinin bilinmesi, nimetlere nankörlük edilmesi ve onların hakikatinin bilinme-meşinin nehyedilmesidir. Eğer o, olmamış olsaydı akılda nimete nankör­lük etmeden korunma, ona şükretmenin lâzım olması gibi bir şey geç­meksizin emir ve nehiyden birisi ihtimal dahilinde bulunmazdı. Kuvvet ancak Allah'tandır.

İkincisi : Bir manâdır ki, haddinin açıklanması için herhangi bir şeyle imkân dahilinde olması, ancak, onun fül için olmasından başka bîr şeyde olmaz. O her hangi bir hal ile vaki olmaz ki, vukûbulduğunda ken­disi ile fiil vaki' olmasın. Bir gTup insanlar katında ise ondan önce, yani, onun gibisi ile sevap ve azabın bulunması ve fiilin hafif olup kolaylaşma­sı olan ihtiyarî fiilden önce vuku bulur. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Sonra gücün kısımlara aynldıgma Allah-u Teâla'nın şu âyet-i celîle-leri delâlet etmektedir : Fakat kim, (keffaret ödemek için bir köle) bu­lamazsa, yine cinsî münasebeti bulunmadan önce, arka arkaya (aralıksız) iki ay oruç tutmak vardır. Ona da gücü yetmeyen (sabah-akşam) alt­mış yoksulu doyursun[468], onun dediği -âyet-i celîlede beyan edilen- şu sözü de[469]aynı hususu ifade ediyor. Âyet-i celîlede meâlen «... Bununla beraber eğer gücümüz yetseydi, elbette sizinle beraber sefere çıkardık...»[470]

Sonra hakikaten, güçten maksad, haller ve sebeblere olan güçtür. Yoksa fiile olan güç değildir. Bu da birkaç yönden ispat edilir.

1- Allah-u Teâla'nın «ona da gücü yetmeyen» kavli ancak iki ay oruç tutmaktır. Hiç bir kimse o müddet için kendisine fiili icra etmek için kudret gelmeyeceğini bilemez. Öyle ise ondan maksad ve muradın gücün bulunması olduğu sabit olur. Münafıklar da onun gibidir. Onlar kendisinde fiillerin bulunduğu gibi bilmiyorlardı. Onlar ancak onunla, hastalığı veyahut malın kayıp olmasını murâd etmişlerdir. Nitekim Ce-nâb-ı Allah, kavl-i celîlinde şöyle beyan buyurmaktadır[471]. «Allah'a ve Resu­lüne sadık kalmak (hiç bir fenalığa meyletmemek şartıyle, ne zayıflara (ihtiyar, çocuk ve sakatlara), ne hastalara, ne de sarfedeceklerini bula­mayan fakirlere, savaştan geri kalmakta bir günah yoktur. İyilik eden­leri ayıplamaya bir yol yoktur. Allah da Gafûr'dur, Rahîm'dir[472]. Bir de o kimselere günah yoktur ki, kendilerini bindirip savaşa sevkedesin diye, sana geldikleri zaman (kendilerine) sizi bindirecek bir hayvan bulamı­yorum, demiştin. Bu uğurda sarf edecekleri şeyi bulamadıklarından do­layı kendilerinden gözleri yaş döke döke döndüler. Muâhazeye yok, an­cak o kimselerdir ki, zengin oldukları halde, savaştan geri kalmak için senden izin isterler. Bunlar kadınlarla beraber olmağa razı oldular. Allah da kalblerini mühürledi. Artık başlarına gelecek felâketi bilmezler[473]. Di­ğer bir delil : Bilinen bir şeydir ki, gerçekten bulunan güç iki ay müd­detle kalmaz. Savaşma gücü de, düşmanla karşı! aşıncaya dek Medîne-i Münevvere'de bulundukları zamanda bakî kalır. Bilakis güç zaman zaman var olup yenilenir. Onlara, lâzım olan, gücün ilk meydana geleceğini bil­meden önce savaşa çıkmaktı. Bunun içindir ki, onlar : Bununla beraber, eğer gücümüz yetseydi, elbette sizinle beraber sefere çıkardık» Sözle­rinde yalancıdırlar. Çünkü onlar ilkin gücün nefy edilme sini gerçekleş­tirdiler. Artık sabit olmuştur ki, o güçten murad edilen, fiillere olan güç değil, sebeb ve hallere olan güçtür. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Yine, Allah-u Teâla'nın hakikaten onların ve onu bilmek için delil, kendilerine zahir olmadığını bildiği şeyde inatlaşmaları ile bir kavmi ayıplayıp onlara sitem etmesi caiz olmaz. Onun, beraber, önce, baki ka­lır ve baki kalmaz diye hakkında kelâm ettiği kuvvetin ihtimalini avam­dan olan hiç bir kimse düşünemez. Ve onlara aklı da ermez. Böylece sabit olur ki, münafıklar hakkındaki müşahede ve müsaade edilen, onların bil­dikleri ve idrak ettikleri husustur. Bu hususu Cenab-ı Hakk'ın şu âyet-i celîlesi teyîd etmektedir : «Sizden her kim, hür olan mümin, kadınları nikâh edecek bir zenginliğe kudreti olmazsa...»[474] «Azık ve binek bakımuıdan yoluna gücü yeten her kimsenin o Beyt'i haccetmesi, insanlar ülserinde Allah'ın hakkıdır, farzdır...»[475]. Bu nevi onsuz hitap ve teklifin bulunmayacağı üzere ittifak edilen hususlardandır. Ve o, Öyfe güçlerden­dir ki, onun bulunmamasından dolayı fiilin terkedilmesinden sitem ve ayıplama vukubulmaz ve bu güç tam mânâsı île elde edilmedikçe de hi­tap vaki olmaz. Cenâb-ı Hakk'ın şu âyet-i celîlelerin te'vil ve tefsirleri buna göredir : «Allah, bir kimseye, ancak gücü yettiği kadar teklif eder.»[476], Yine Cenab-ı Hakk'ın şu kavl-i celîli de o hususu beyân etmek­tedir : «... Annelerin yiyeceği ve giyeceği,[477] orta hal üzere gücü yettiği kadar çocuuğn babası üzerinedir. Hiç kimse gücünden ziyadesiyle mükel­lef tutulmaz. »[478] Bunların hepsi fiillerin vukubulmazdan önceki haller ve sebeblerin ifade edildiği zaman zikredilmişlerdir. Kullara fiili gerçek­leştiren tümünün sözü ve görüşü buna göredir. Aynı fikir ve görüşte birleşmeleri ise konuya iki yönden bakıldığmdandır.

Birincisi : Kendisinde bulunmayan sebebin kullanılmasıyla emrin mümkün olmaması. Bunlar ise sebeblerden ibarettir. Meselâ, görme gücü yokken, gör, veyahut eli olmayana elini uzat denir.

İkincisi : Emir ve nehiyin her ikisi de, ancak şükrü yerine getirme ve nankörlükten kaçınma hakkında olurlar. Herhangi bir nimet zahir ol­mayan ve onun bilinmesine güç ve takat bulunmayan[479] şey hakkında fi­ilin bulunması muhtemel değildir. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Diğer gücün bulunduğuna Cenab-ı Hakk'ın şu âyet-i celîlesi delâlet etmektedir : «... Çünkü dünyada, hakkı işitmeğe güçleri yetmez ve ger­çeği görmezlerdi.»[480]

Mûsâ aleyhisselamm dostu ve arkadaşı Hızır'a söylediğini beyan eden Cenab-ı Hakk'ın kelâm-ı celîli de bu hususu çok,güzel bir şekilde beyan buyurmaktadır : «Hızır; — Sen benimle asla sabredemezsin de­medim mî? dedi.»[481] «Hızır dedi ki : Sen benimle asla sabredemezsin demedîm mi sana?»[482] Sonra şöyle dedi : «... işte sabredemediğin şeylerin içyüzü budur.»[483] Bunların hepsi hallere kudretin gerçekleştiğini gösterir. Onları, fiillerin izale edilmesinden dolayı nefyetmiştir. Allah-u Teâlâ'nın : «Ö'nun için gücünüz yettiği kadar Allah'tan korkun...»[484] kavl-i celîli ve daha başkaları da böyledir.

Sonra, kudretin bu nevinin hakikati bulunmaksızın külfetin, me­şakkatin gerektiğinin delili naklî ve aklî olan delillerdir. Naklî delili ise, güç ve takati nefyeden âyetlerden haber verilen hususlardır. Sonra, emir, nehiy ve onları ifade etmek, aklın idrak etmesidir. Sonra bu hususu yine Allah-u Teâlâ'nın : «Azık ve binek bakımından, yoluna gücü yeten her kimsenin O Beyt'i haccetmesi, insanlar üzerinde Allah'ın hakkıdır, farzı­dır.»[485] kavl-i celîli izah etmektedir. Şu husus bilinen bir gerçektir ki, azık ve binecek bulununcaya dek[486] fiillerin hakikatlanna ulaşmanın hiç bir yolu yoktur. Eğer onun vacip olması ancak kudretin hakikati olarak fiili yerine getiren kudretin bulunması ile olsaydı, O'nun hiç bir kimseye vacip olmaması lâzım gelmezdi. Çünkü fiiller üzerine olan kudret vakit ve zamanların var olması ile var olandır. Hacc, kudretin gelmesine dek farz olmaz. Kudret ise ancak yolu katetnıekle varid olur. Böylece onun için Haccı eda etmemesi mümkün olur. Çünkü o anda Hacc farz değil­dir, savaş işi de böyledir. Zira, eğer kendisiyle beraber bulunan sebeb­lerin kuvveti, ona ulaşmadığı bilinirse, ona savaşa çıkması teklif olun­maz. Malumdur ki, akim kuvveti bulûğ çağma erdikten sonradır. O, hal­de beraberinde değildir. Savaşa çıkmayan kimseye sitem edihnesinden-dir ki, ona savaşa çıkmak farz olmuş idi. Namaz kılmayı, oruç tutmayı ve daha onlardan başkalarını da böyle buluyoruz. Her ne kadar, fiilin hakikatim gerçekleştirmek için kudret, çalışmakla bulunursa da, onla­rın sorumluluğundan bedel verme suretiyle çıkması mümkün olur. Böy­lece sabit olmuştur ki, eşyanın farz olması, kudretle değil, haller ve se-beblerledir. Bütfin ibadetler buna göredir. Kim ki; kendisiyle namaz, oruç, Hacc'ın tamamlanacağı sebebin kendisinde bulunmadığını bilirse, onların başlangıcında, kendisi mükellef olmaz.

Sonra fiillerin kuvveti bakî kalmaz. Kendisi ile kesinlik bulacak olan şey, mevcut değildir. Tekellüf ise lâzımdır. Zekâtlar da böyledir; her ne kadar meydana gelecek özürlerden dolayı edâ edilmesi mümkün ol­mama ihtimâli olsa da malların varlığı ve üzerlerinden yılların geçme­siyle vacip olur. Kuvvet ancak Allah'tandır. Naklî delilin gelmesi ve Al­lah'tan yardım isteme ve emrolunan ibadetleri yerine getirebilmek için Allah'tan güç talep etmede lisanların ittifak etmesi de buna göredir. Eğer kuvvet veyahut ibadet mevcud olmuş olup bulunmaması ile yü­kümlülük düşmüş olsaydı, bu hususta niyazda bulunmak doğru olmaz­dı ve verilen kuvvet nimetine şükretmeyip nankörlük etme emri sadır muş olurdu. Zikrettiğimiz hususlar ile onsuz teklifin gerektiği sabit olur. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Şuayb aleyhisselaniın «Ben ancak gücümün yettiği kadar islâh et­mek istiyorum»[487], sözü buna göredir. Bu sözdür ki, gücünün bulunması ile söylediği sözünü gerçekleştirdiğini ispat etti. Kuvvet ancak Allah'­tandır.

Sonra kudreti ispat etmek de kendisinde bulunan mânâyı gerçek­leştirmiştir ki, onunla iki ilâhın varlığını ortaya atan kimsenin sözünü iptal etmiştir. O da iki ilândan her birinin diğerinin ispat etmek istediği şeyi nefyetmeğe kadir olmasıdır. Veyahut da birinin, diğerinin ilminin ulaşamadığı şey ile memnun olmasıdır. Kulu, Allah-u Teâlâ'mn olmama­sını bilmediği şeye veyahut Allah'ın kendisi ile haber verdiği şeyde Al­lah'ı yalancı kılmasına kim kadir kılmıştır? Ve Allah-u Teâlâ'mn ibka etmesini[488] istediği hususu yok etmeğe onu kim kadir kılmıştır? Kul, Al­lah'ı sefih, cahil ve sözünü yerine getirmeyen olarak vasfetmesine ka­dir midir? Vasfı bu olan kimse, ilâh değildir. Bunun gibisiyle seneviye-lerin sözünü nefyettiler. Bununla beraber şu husus, şayân-i taaccüb bir iştir ki, Allah-u Teâlâ kendi rubûbiyetini nakzetmek için birisini güçlen­dirsin. Çünkü onu yalancı yapmaya mâlik olur, onu cahil kılmaya da kadir olur. Vaadettiğini yerine getirmekten de kendisini âciz kılar. Ka­dir olmak hususlarından bu gibisini aptalların en aptalı işlemez. Nasıl olur da Ahkem'ül - Hâkimin olan Cenab-ı Allah jşler?

Onların sözüne göre beşerin âlemin tedbirini noksanlaştırmaya[489] kud­reti olur. Peygamberlerin de yeryüzünde Allah'ın delilinin zahir olmaması için kuvvet bulunur. Beşerden herbirinin âlemin tedbirinin carı oldu­ğu yönünden imtina etmesine maliktir. Bu hususta âlemin ahvalinin yerin ve göğün yaratılmasının insanoğlunun elinde olmasına mebnîdir. Allah-u Teâlâ ise onun bu fiilleri yaratmaya kudreti yoktur. Bütün hal ve durumlar insanların elindedir. İnsanların bu hususlardan bir şey iş­lemelerine kudretleri vardır. Öyle ise bu hususlar için en yüksek minnet ve en yüce nimet onlar içindir. Çünkü onun kudretinin mene&Umesı ve tedbirinin geçerli olması hakkındaki kudretle Allah'ın icâd ettiği ve ted­bir ettiği şeyi işlediler. Allah'ın mülkü ve sultanı, dilediği ve tedbir et­tiği şey üzere tamam oldu ki bu sözlerin hepsi en çirkin sözdür. Tevfik Allah'tandır.

Sonra mahrukatta bu sözün bulunması zahirdir.26 Şöyle ki : Ben bu işimi yapmaya kadir değilim veyahut bunun bana nakledilmesine gücüm yetmez denir. Halbuki Allahu Teâlâ'mn böyle olması[490] caiz değildir. Yani hakikatte yalan olan "bir şeyle onlardan birbirleriyle menedilmeksizin dillerin bu hususları söylemesi caiz değildir. Onlar, hakikaten kendile­rinde hallere ve sebeblere karşı güçleri olduğunu bilirler. Böylece sabit olur ki, onların nezdinde bu hususların ardında öyle bir kudret vardır ki, onlar bunu fiillere güçleri yetmediklerini de zikrederler. Yoksa ev­hamı, hallere döndürecek hususa hamletmekte değil,[491] Kuvvet ancak Al­lah'tandır.

Bu hususlara bakıldığında anlaşılır ki, gerçekten kuvvet, hakikatte araz oîan cismin cüzlerinden değildir. Arazlar ise baki kalmazlar. Çün­kü yok olması muhtemel olan şeyin bakı kalması caiz değildir. Kendisin­den gayri olan bakî kalma müstesna. Araz, bizatihi kâim olmayan şey ile ağyari kabul etmez. Gayrinde bakî kalmak suretiyle bir şeyin de bakî kalması mümkün değildir. Böylece bakî kalma bâtıl olmuş olur. Sonra fiillerin hakikatinin fesada uğraması eğer fiilin vaktinde olmazsa ken­dilerinden önce geçen sebeblerledir. Fiilin kuvveti de onun gibidir. Öyle ise fiille beraber olduğunu söylemek lâzım gelir. Kuvvet ancak Allah'­tandır.

Yine gerçekten kuvvet, ancak fiiller için bulunur. Kudretle vasfolun-duktan sonra aczin meydana gelmesi caizdir. Eğer fiil için olan kudret, ondan sonra olmuş olsaydı, fiille aciz olan kimsede bulunur idi ki, bu da fasid olup tenakuz teşkil eder. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Yine, gerçekten kuvvetler eğer haller için varid olmuş[492]olsaydı, ful­ler var olmazdan evvel bütün fiiller hakkında o kudretlere sahip olun­duğu için Allah'a (c.c.) ihtiyaç duyulmazdı. Halbuki Cenab-ı Allah, bü­tün - mahlûkatı kendisine muhtaç kılmıştır. Bütün mahlûkat fakirdir, Allah ise, Ganî'dir, kimseye muhtaç değüdir, Hamîd'dir.

Bize gereken ihtiyaçtan daha lâyık ve gerçek olarak Allaha muh­taç olmamalarının vukubulması caiz değildir.

Asıl olan[493] şudur ki, gerçekten kuvvet, bakî kalmadığı zaman be­kaya ihtiyaç zail olur. Fül de mevcut değildir. Öyle ise fiil olmazdan önce Allah'tan müstağni olmuş olur ki, bu söz, naklî deliller ile çirkin olduğu sabit olur. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Yine, hakikaten kuvvet, zatı ile bilinmiyor. Ve Allah-u Teâlâ'nın onun hakikatini akılda var etmesinden başka kendisini bildirecek bir tarifi de yoktur. Akil ise, fiüin var olmasından önce mevcut değildir. Aklın bulunması da kudretledir. Öyle ise sabit olur ki, o, kudrete fiil­den önce değil, fiilin olduğu zaman şahit olup görmüştür. Tevfik Allah'­tandır.

Ve yine, hakikaten fail olmayanın kadir olduğunun göründüğü ke­sinlikle söylenemez. Tıpkı aciz olanın fail olarak bulunmadığı gibi. Bi­naenaleyh kudretle hükmetmek, fiili de nefyetmek caiz^ değildir. Tıpkı acizle fiilin bulunmasını söylemenin caiz olmadığı gibi. Çünkü her ikisi de birlikte var olmaktan çıkmakta birdirler. Bununla beraber hakikat­te mânâya zıd olma bakımından aklen bu hususları ifade etmek çok uzaktır. Ölüm ve benzeri gibi hususlar nazarı itibare alınmaz. Çünkü ölüm, genellikle acizdir. Hayat ise umum olarak kudret değildir. Ken­disi ile beraber fiil bulunmadan hayatın bir müddet bulunması caizdir. Fakat bir kadir olanın kendisinde fiil bulunmazdan iki vakitte bulunma­sı caiz değildir. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Biz gerçekten dünyada sebebleri görürüz ve buluruz. Çünkü sebeb-ler, eşyanın var olmasını icabettirecek vakitlerde kendisi için sebeb olan şeysiz bulunmamaları bakımından var olurlar. Bununla beraber[494]bu sebebler çıkarmakla beraber çıkmak, izale etmekle beraber zeval bulmak, lezzet alanla beraber lezzetli olmak, fiille beraber yorulmak gibi mec­buri veyahut ihtiyarî olurlar. Sonra onlardan ihtiyarî olanlar da vardır. imânla beraber Allah'ın dostu olmak, küfürle de Allah'ın düşmanı ol­mak gibi. Kabul etmek ve reddetmek ve bunların benzerleri gibi husus­lar da böyledir. Eşyaya hükmetme ve onlara isim verme hakkı da buna göredir. Her ne kadar Allah-u Teâlâ, ezelde fiille mevsuf ise de gerçek­ten o, gayrîne zikri yaklaştırıldığında O'nun vakti, o gayri için olmayan vakitle zikrolunur. Tıpkı şöyle denildiği gibi : Allah-u Teâlâ, onun ol­ması vaktinde var idi ve onu devamlı olarak biliyordu. Ve Allah, onun var olduğu vakit mevcut idi. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Mu'tezile topluluğunun iddiada bulundukları hususlardan başka bir vecih de şöyledir : Gerçekten memnu' olan mutlak olarak kendisine fii­lin vukuu, kudretin yok olmasıyla değildir. Böylece onu kudretin ve menedilmenin yok olmasıyla inkâr etmediler. Fiilin mümkün olmaması ile beraber kudretin yok olması birdir. Bununla beraber herhangi bir halde menetme vukubuiması halinde fiilin bulunması caiz değüdir. Amma kudretten tekaddüm eden şeyle kudretin kaybolması ile beraber fiilin bulunması caiz olur. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Bu konuda asıl olan şudur ki, gerçekten kudret eğer onun fiili ol­mamış olsaydı, —oysaki kendisi mevcuttur— kendisi ile fiil olur, fakat kendisi mevcut değildir. Bunun üzerine gerçekte kudret yok olduğu za­man, fiil için sebep olmuş olur. Bu söz de kudretsiz fiilin[495] bulunduğunu ifade etmek olur. Böylece fül failin kadir olmadığına delil olmuş olur. Oysaki onlar, bununla Allah'ın kadir olduğuna dair delil getirdiler. Böy­lece görünürde delil getirme yeri bâtıl olur. Çünkü kendisinde hak olan onun fiil anında kadir olmadığının bilinmesidir. Öyle ise fiil, kudretin nefye dilmesine delil olur. Bu husus da tevhidi iptal eder. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Kudret mevcud olduğu halde onun bulunması fayda vermediği za­man bulunduğu vakitteki bulunması ile bulunmaması birdir. Buna göre onun üzerine fiilin vaki olduğu, kudretin vaki olmadığını veyahut da kud­retin onunla beraber var olduğunu ifade etmek gerekir. Kuvvet ancak Allah'tandır. [496]

Mes'ele (İki Zatda Bir Kudretin Carî Olması Ve Güç Yetmeyen Şeyin Teklif Edilmesi Hakkındaki Sözler Ve Görüşler)


Fakih Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Sonra bu söz ve görüş sahibi olanlar, "tââtin kuvveti hakkında masiyet için o, salih olur mu[497] veyahut olmaz mı", diye ihtilâf ettiler. Bir grup, kudretin iki işe yani tâât ve masiyetin her ikisine sâlih olur[498] dediler. Bu söz, Ebu Hanîfe ve ona tabi olan cemaatinin[499] sözüdür. Evet, bu sözü i'tizal ehlinin tümünün düşü­nüldüğünde ispat ettiği[500] görülür. Ve güç yetirilmeyen şeyin gerçekleş­tirilmesi ile söylemelerini onlara gerektirir, işte bu, onların kuvvetin tekaddüm etmesini söylemelerine sebeb olmuştur. Tevfik Allah'tandır.

Bunun aslı şudur ki : Gerçekten söz sebeblerinden olan bir sebep, bir şey için ve onun zıttı için sâlih olduğu vakit, kudret te böyledir. Bununla beraber kudretin iki işe, yani, tâât ve masiyete sâlih olmağının nefyedilmesi, kendisi ile meydana gelen şeyin zıttını işlemeğe olan kud­reti yok eder. Aynı vakitte hem onunla emrolunmuş olur ve hem de on­dan nehyolunmuş olur. Buna göre bir kudretin, bir şeye ve zıttma vu-kubulduğunun söylenmesi gerekir ki, emir ve nehiy, kuvvetin kapsa­mında bulunmuş olsun. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Sonra asıl olan gerçekten şudur ki : Bir şey için sâlih olan her şey, onun zıttı için sâlih olmaz. Böylece tabiatiyle olan şey, ihtiyarî olarak bulunmaz. Eğer kudret her ikisine sâlih olmamış[501] olsaydı, tabiatiyle vaki olan şeyin ihtiyarî olarak vaki pîması vücud bulmazdı. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Onlardan bir cemaat da şöyle der : Tâât üzerine carî olan kuvvet, masiyet üzerine cari olan kuvvetin gayridir. Bu sözü söyliyenlerden ba­zısı Hüseyin ve diğerleridir. Onlar, şu görüşü savunuyorlar; gerçekten tââta olan kuvvet, tevfik ve ismettir. Masiyete olan kuvvet ;ye, rezil rüsvay olmak ve ihtiyari olan Beyi terketmektir. Buna delil olarak da yardım ve korunmanın talep edilmesinin bulunmasını gösteriyorlar.

Onların delili ise, kendileriyle birlikte şüphe bulunmamasının kav-ranılmasıyle korunması ve yardım olunmasının talep edilmesi ve ken­disinin isabetli olduğunu ihata etmesiyle muvaffakiyet edilmesinin bu­lunmasıdır. Açık olan bir ifade ile, «Ey Allah'ım, sana itaat etmekte beni güçlendir; sana itaatte bulunmak üzere bana yardım et,» diye duâ edilmesi ve şüpheye düşmek, hüsranda kalıp rüsvay olmaktan Allah'a sığınmak da böyledir. Bunun üzerine şu husus sabit olur ki, eğer şüp­heye düşmekle, isabet etmeğe muvaffak olmaktan her birisi ile meyda­na gelen şey, diğeri ile meydana gelenin aynısı olmuş olsaydı, talep edip istediği şeye sığındığı şeydan daha iyi ve doğru olmazdı. Ve eğer ismet ve şüphe bulunmuş olsaydı, kalt mutmain olmazdı. Buna göre, gerçek­ten bunlardan her nevi kuvveti, diğerinin kuvvetinin gayri olduğu sabit olur. Ve yine sabit olur ki, O, ismet (korunma) ve tevfîki istemek, tıpkı yardım olunma, ve güçlendirmeyi talep etmek gibidir kit hakikatte on-larm her ikisi de birdir. Hiç bir kimse, kâfir hakkında onun küfürden korunmuş olup imana muvaffak olduğunu söyliyemez. Amma bu hu­susu mümin hakkında ifade etmekten kendisini engelliyen bulunmaz. Öyle ise gerçekten onun mânâsı iman için yardım talep etmek olduğu gibi diğeri de hüsranda kalıp rüsvay olmaktan ibaret olduğu sabit olur. Yine şu bir gerçektir ki, kendisiyle iki fiil meydana gelmeyi sâlih olma­sı için bir kuvvet iki vakitte bulunması bakımından baki kalmaz. Birbi­rine zıd olan iki fülin bir vakitte bulunmasının da yolu yoktur. Binâena­leyh onun, her ikisi için değil, ikiden biri için kuvvet olduğu sabit olur ve her ikisi için olan da onlara ihtimali olduğu için bakî kalır. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Yine gerçekten kuvvetin bulunması, ancak bulunduğu yerde bulun­ması ile caiz olur. Tıpkı yakmakta ateş, soğutmakta da karın olduğu gibi. O, kendisinde yaratılış itibariyle mecburi olanlarda vaki olur. Bu da tıpkı imanla dostluğun, küfürle de düşmanlığın bulunması gibi. Her iki­sinin birbirine benzemediği içindir ki, onların sebebleri de birbirlerine benzemezler. İki iş üzere vaki olacak olan kuvvetin durumu da onun gi­bidir. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Sonra biz, mu'tezilemn söz ve görüşleri, her ne kadar söylenip öne sürüldüğünde kulağa tatlı gelip gerçek olduğu şüphesini verirse de, tet­kik edildiğinde söz ve görüşlerinin çirkinliğini beyan eden hususlardan biz, bir kısmını zikredeceğiz. Tevfik Allah'tandır.

Onların sözlerinden bazıları şunlardır : Gerçekten kuvvet iki va­kitte baki kalmaz. Kuvvet, fiilin işlendiği anda bulunmaz; hakikatte fiil vaki olur ve fakat fiilin vuku bulduğu vakit onu meydana getirecek olan kuvvet bulunmaz.[502] İşte bu mecburi olan ilim ve fiilin tabiatiyle vukubul-masıdır. Sonra onun gibisinin hakkı mecburi olma olduğuna delâlet et­mesidir.[503] Zira fiilin sebeplerinin tümünün kaybolup yok olması, fiilin vaktinde bulunmasını engeller ve sahibi de mecburiyetle vasfolunur. Binaenaleyh fiili meydana getirecek olan kuvvetin yok olup bulunma­ması mecburi olmakla ifade edilmeye daha lâyıktır. Bunun üzerine on lar, kendisi ile Allah-u Teâlâ'nın velisi olacak olduğu şeyde fiili mecburi kıldılar. Allah'a düşman yapacak olan şeyde de fiili ihtiyarî kıldılar. Bu hususu tavzih edenlerden biri de onların şu sözleridir. Onlar diyorlar ki : Gerçekten bulunduğu vakitten ikinci bir vakitte hareket etmeğe nıurad eden kimsenin bu hareketi mutlaka vukubulur. Onu kendisinden men edemez. Kendisinde o hareket ancak başkası tarafından men edilir. İşte bu da mecburi olmanın alamet ve işaretidir. Sonra onun gibisiyle dost­luk ve düşmanlık vacip olur. Bu ise aklen kötü ve çirkindir.

Yine mu'tezilenin şöyle bir sözü vardır : Fiilin yapıldığı zaman ona ne emir ve ne de nehiy varid olmuştur. Ancak o vakit müslümanlarm dediğine göre mecazî olarak emir ve nehiy gelmiştir. O'nun fiille me­mur olmasının mânâsı, ancak fiili yapmak için daha Önceden varid ol­muştu anlamına gelir. O, fiili yapmakla emrolunmuş veya nehyolunmuş olmadığında ise, fiili işlediğinde ne emri yerine getirmiş olur ve ne de nehyi irtikâb etmiş olur. Bununla da dostluk ve düşmanlık vacib olur. Buna göre, her ikisi de hakikatte var olmuş olurlar. Yoksa, tâât ve ma-siyetten dolayı var olmuş veyahut, emir veya nehiyden dolayı var ol­muş değillerdir. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Buna göre de şöyle demişlerdir : O, fiille bulunduğu vakit değil, ikinci vakitte memurdur. İkinci vakit gelince de bulunduğu vakit memur olmadığı için üçüncü vakitte memur olur. Devamlı ve ebedi olarak böy­lece bulunur. Binâenaleyh her vakitte emrolunduğunu[504] istemez. Aynı za­manda da emri terketmiş[505] olmaz. Çünkü o, terk ettiği vakit fiili yap­makla memur değildi. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Sonra, aklen idrâk edilmesi gereken hususta asıl olan şudur ki, gerçekten yarın yapılması ile emrolunan her memur, bulunduğu an ve halde yapmakla memur değildir. Böylece yakın bir zamanda vacip olur. Buna göre de, gelecek vakitte işlemesi ilk vakûbulan emirle, içinde bu­lunduğu vakitte memur olması aklen vacip olmaz. Sonra onlarla, ikinci vakitte de o fiille memur olmadığı gibi, zıddı ile de nehyedilmiş değildir. Onların sözüne göre aklen ihtimal dahilinde olan şeyle emir ve nehyin hakikati bâtıl olur. Aklen reddedilen şeyle de sözleri bâtıl olur. Bunlar­la beraber onlar, o fiilde, fiili yapan için kudreti olmadığını ileri sürü­yorlar. İşte bunun içindir ki, onların sözüne göre güç yettirilemeyen şeyle teklif vukûbulmuş oluyor. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Sonra mu'tezilelerle Hüseyin arasındaki meselenin hiç bir mânâsı yoktur. Çünkü Hüseyin; herşey ki kendisi ile tâât fiili olur, tevfik ve ismetin gayri kâfirde bulunur diyor. Mu'tezile ise Hüseyin'e, muvafakat ediyorlar. Zira onlar kâfir, tevfik ve ismet'le vasfolunmaz. Yani, bu iki sıfat kâfirde bulunmaz, diyorlar. Onların arasındaki görüş ayrılığı ona kuvvet ismini[506] vermek1 veya vermemekte vuku'bulmuştur. Kuvvet an­cak Allah'tandır.

Sonra bizim katımızda mesele hakkında asıl olan şudur ki, gerçek­ten fiili işlemeğe kuvveti olmayan kimsede fiilin bulunması, fiilin mânâ­sım iptal eder ve onu başkasına verir. Fiil bilmeyen kimsede fiilin bu­lunması da böyledir; o caiz değildir. Her ne kadar eğer talep olunursa, kendisini elde etmeği muvaffak olacak şeylerden olanın hakikati olmaz­sa da, ilim sebebiyle hitab gerekir. Kudret de böyledir. Facir ise kendi­sinin gücü yettiği şeyin kendisinden zail olduğu için mükellef olması lâzım gelmez. Tıpkı, bileceği şey kendisinden fevt olduğu için mecnun mükellef olmadığı gibi. Tevfik ancak Allah'tandır.

Sonra Kâ'bî'nin hükümleri hakkındaki yanlış anlayışını beyan eden hususlardan ifade ettiğini zikredeceğiz : Kâ'bî, iddia ediyor ki, gerçe,kten güç yettirünıeyen şeyle teklif, bedîhî olarak aklen çirkindir. Bu an­cak sıhhatten ibaret olan zahirî kuvvetin gayri, takatin bilinmemesin­den ibaret olan ve akılda ancak böyle bulunan için doğrudur. Amma bu­nun gayri, onun dediği gibi değildir. Bilâkis Allah-u Teâlâ[507] Musa aley-hisselamın dostu olan Hızır aleyhisselama gücünün yetmediğini[508] bildiği şeyle teklif etmiştir. Bedîhî olarak[509] taksim edilmesi de onun gibi bilin-miyen şeyin teklif edilmesi de böyledir. Birinci husus da. bunun gibidir.

Sonra kendisine şöyle denilir : Yine fiilin vuku'bulduğu vakit gücün yetmediği şeyle teklifde bulunmak aklen çirkin olduğu da böyledir. Amma senin çirkin olarak iddia ettiğin husus, kuvvet bulunmaksızın fiilin bu­lunmasını mümkün görmiyen kimsenin aklında olandır ki, bu da fiil ya­pıldığı vakit olur. Böylece onun sözü; fiilin meydana getirildiğinde ak­len çirkin olmuş olur. Eğer iddia etmiş olduğu hususda sadık olursa. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Amma asıl olan, gerçekten kendisinde takat bulunmayan kimseye vuku'bulan teklif aklen fasittir. Amma kuvveti zayi eden[510] kimsenin onun gibisiyle mükellef olması haktır. Eğer onun gibisi mükellef olmamış ol­saydı ancak itaat eden kimse mükellef olurdu ki, bu da mihnet ve me­şakkatin şartı değildir. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Bizim nezdimizde ise, gerçekten kudret sahih ve salim olan hak­kında bulunur. Çünkü o, ibadete olan[511] istek kadarı ve ibadeti seçme, ona meyletme 'kadarına tabi olarak meydana gelir. Kimde bu istek var olmazsa onu zayi ettiğinden tabi olmakta meydana gelmez. Çünkü o, çalışmayı tercih etmiş ve fiili ihtiyar etmiştir. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Anlama ve ilim işi, bizim ve onların katında bu takdir üzere cari­dir. Sonra onun abtallığma delâlet edecek mânâyı zikrederek şöyle der : Eğer Allah ile Allah'ın gayrinde olan şeyin arasının ayırt edilmesi caiz olmuş olsaydı, Allah'dan olanın doğru, Allah'ın gayrinden olanın ise ya­lan olması caiz olurdu. Onu bu hayale' sevkettiği şeyin ne olduğunu doğ­rusu anlıyamıyorum. Biz, onun bu hususun dışına çıktığını ve iddia et­tiği hususda inatlaştığını beyan ettik. Şöyle ki; o, iki emrin birinden hâli değildir. Ya dünyada beşer hakkında hikmet, akıllılık ve abdalhk bakımından bildiği herşeyi gaibte de aynısını ifade eder veyahut tahkik ve tetkik hakkında böyle olan mânâya bakar, biz de gaibte onu ifade ederiz. Eğer ilk ifade edileni söylerse bu hususu kendisi ile faydalanma­yan şeyin yaratılması ve bir şeyin bir şeyden olmaksızın yaratılması ve reddedilmeksizin asap verme hakkında söylemesi kendisine lâzım gelir. Sonra bunun caiz olduğunu ifade ettiğinde sözünün yalan olduğu ken­disine söylenir. Ne zaman herhangi bir şeye cevap verirse, söylemiş ol­duğu şey hakkında o şey kendisine lâzım olur.

Eğer manâya bakarsa o sözünü akim[512] pedaheti ile iptal etmiş olur. Bu ise kendisine[513] caiz olmaz. Kendisinin aslı olmayan hayal etmeden bu nevi de caiz olmaz. Eşyanın hakikatleri, akılların bedaheti ile[514]ne saman idrak olunur? Akıllar ise eşyanın bir araya toplanmasını icabeden mânâ­ları ile toplanmış olanların aralarını birleştiren ve ihtilâfı icabettiren ma­nâları ile muhtelif eşyanın aralarını ayırt edici olarak terkip olunmuştur. Bu ise kendileri ile bu hususa ulaşmak için düşünme ve bakmanın hakkı­dır. Sonra bir şeye ilmi olmayan kimsenin, o şeyi bildiğini hiç bir kimse bilip ve iddia edemez. Bir şeye kudreti olmayan kimsenin de o şeye kadir olduğunu kimse söyliyemez. Bilâkis, kudret ve ilmi nefyeden her bilinen o âlimdir, kadirdir, diye ilim ve kudretle vasfolunması ihtimal dahilinde olduğu zaman o kimse acz ve cehaletle vasfolunmuştur. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Eğer eşyanın hakikatlerinin sebeblerinden ibaret olan manâlara iti­bar etmeğe rücu ederse bu husus, kendisine teslim olunmuştur. Ve akim bedaheti ile böyledir, şöyledir demesinin hiç bir manâsı yoktur. Böyle demek ancak tabiatın hakkıdır ve ondan kaçınmak da tabiatın hakkıdır. Sonra Allah'ın yarattığında hakikatte çirkin, şer ve fesadın bulunmasını, bu vasıflardan akıllarda sayılamıyacak kadar bulunduğu halde onları in­kâr ediyor. Bilâkis, Allah-u Teâlâ, onları böylece kılması ile fiillerden çir­kin olanı kadar onları menetti ve çirkin olanı parça.parça edip[515] ona bakan her akıl sahibine vaitde bulundu. Bunun gibisini aklın bedaheti iledir diye iddia ederek nasıl inkâr ediyor! Sonra onların imamları hayır, şer, temiz, pis olanın bir varlıktan olmasının caiz olduğunu, onunla iki ilâ­hın olduğunu reddetmek için senviyelerle söz birliğinde bulunmağa devam ettiler. Sonra iki vecihten birisinin Allah hakkında mümkün olmadığına döndüler. Âlemde mevcud olan diğer yönün senviyelerin söyledikleri' şeyi icabettirmesi hakkıdır. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Sonra kendisi ile faydalanmayan şeyin yaratılması hakkındaki itirazı harekete kadir olup başkası tarafından oturtulan[516] şey üzerine onun de­lâlet etmemesiyle reddedildi. Bu husus, onun akim bedaheti ile böyledir diyerek söylediği sözün yalan olduğunu açıklar. O, ancak kendisine has­mının muvafakat ettiği şey üzere kıyas etmeyi iddia etmiştir, başka bii şey değil. Sonra hasmının dünyada yalan olan şeyden gerçek olduğunu ispat eden kimseye göre akim bedaheti ile iddia etmiş olduğu şey husule gelmiştir. Sonra ona lâyık olmayan fiille yararlanmadan kaçınılmasının bulunması ile cevap vermiştir. Böylece sabit olur ki, fiilden çirkin olan şey, ayniyle çirkin değildir. Ve yine böylece hasmını kadir olduğu şeyde bu­lur ki, onunla mükellef olmasa caiz olmaz. Binaenaleyh onun küfür ve fuhşiyat gibi binefsihi çirkin olmadığı sabit olur. Kuvvet ancak Allah'­tandır.

O, bunun gibisinin küçüklerden geldiği için daha evlâdır. Çünkü kü­çüklere küfür ve fuhşiyat vasfı lâhik olmaz. Ve onlardan hikmetle vas-folunan nefsine fayda vermeyen fiil meydana gelmez. Onun menfaat hak­kında ısrarla söylediği söz, o yönden hikmettir. Fakat zarar yönünden böyle olmuştur. O, akıbeti zarar veyahut .nimete nankörlük veyahut da fiilde Allah'a muhalefet etmektir. Onun red ettiği şey, bu olup sual, ken­disini nakzeden husustan cevap verdiği oturaklı olan kimse ile ihtilâf et­miş olduğu şey hakkında hasmına sual sormak lâzım gelmez ki, bununla kendisinin üzerine muvafakat ettiği şeyde ve kendisinde muhalefet ettiği hususlarda gerçekten ne kadar uzak olduğunu bilir. Sonra, hasmının ce­vabı çok kolaydır. Onu biz geçen mevzularda açıklamıştık. Allah-u alem.

Sonra der ki : O, ihtiyaç için işlediği kimse hakkında söylenilip öne sürülen şey hakkında denir ki; birincisi de kuvvetlendirmeye mâlik olma­yan ve Allah'dan talep ederse ve ona niyazda bulunursa o kimse hakkın­da da çirkindir. Sonra kendisine kulunun isyan edeceğini bildiği şeyle ku­luna reddettiği şeyle ona itiraz olundu. O da şöyle cevap verdi; O, bazen hikmet olur, tıpkı iman etmiyen kimseye gelen peygamberin haberini bi­len kimse gibi; onu yedirmesi ve benzeri gibi kendi nefsine arız olan ile bilmediği düşünülen kimseye bildiği şeylerden in'âm etmesi caiz olur. Çünkü o zikrettiği şeyin onunla imân etmesi için onu vermesi caiz olmaa ki, onu yapmıyacağım bilir. Ancak onu bu husustan başka yararlar için kendisine verir. Mu'tezile ise, Allah-u Teâlâ, kuluna, kuvveti onunla küf­redeceğini bildiği halde kuvvetle iman etmesi için verir iddiasında bulun­du. O, bir şeye kadir olanlardan değildir. Sonra itirazlar, Allah'a isyan eden kimse hakkında vukubulmuştur. Hiç bir kimse yoktur ki, kendisine ihsan ettiği kulu isyan edeceğini ve kendi rızasını kazanmayıp bilâkis ken­di düşmanlığı ve kendisine sövmekle düşmanlık yapacağını bildiği zaman kendisini hikmet sahibi. olanlardan saysın. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Fakat bu, onun katında ancak dünyada çirkin olur. Çünkü o, kendi­sine zarar verir ve üzerine elem yağdırır. Bu hususun gaibin emrine ihti­mali olmaz. Tevfik Allah'tandır.

Sonra der ki, dünyada olan için imtihan olunmak ve benzeri husus­lar olmayınca gaibin fiili kendisinde bulunan şeyin gerçekleşmesi ile dün­yada takdir olunduktan sonra bu husus, ona nereden gelmiştir. Çünkü o, inkâr ettiği şeylerin hepsine mukabele etmektedir; onun vasfı bu olan fiilden olduğu için hikmetin dışına çıktığını iddia etti. Amma Allah-u Te­âlâ ve onun hikmeti onun hakikati üzere benzeri gibisine akim vukuf et­mesinden yücedir, berî ve münezzehtir. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Sonra biz Allah-u Teâlâ'nm «Allah bir kimseye, ancak gücü yettiği kadar teklif eder»[517], kavl-i celîlinin tefsirini açıklamıştık. Ve yine onun fiil vaktinde teklifi düşürmesi ve onun üzerine kudreti iptal etmesi hak­kındaki sözünün ne denli çirkin olduğunu açıklamıştık. Böylece o, gücü­nün yetmediği şeyle mükellef olmuş olur. Oysaki, kendisine şöyle denir; nasıl olur? Eğer Allah, onun yapmayacağını bilmiş olsaydı veyahut onun gelecek zamanda yapacağını murâd edip kasdettiğini bilmiş olsaydı. Si­zin sözünüzden biri de; kim ki, bir vakitte bir fiili murad ederse, onu ge­lecek zamanda mutlaka işler. Ancak onu işlemesinden meneden biri bulu­nursa o başka. Böyle diyorsunuz.

O kimse fiilini yapmaktan men mi olunuyor, veyahut zıttmı mı ya­pıyor? Eğer «zıttmı yapıyor» derse, fiilden önce[518] iradenin olduğu hak­kındaki sözünü iptal eder. Ve kendisine onunla beraber emrin ve kudretin bulunmasını lâzım kılar. Bununla da onların fiili icabeden irâde hak­kındaki sözleri batıl olur.", Eğer «menolunur» derse, bununla Allah'ın ilminde yapmıyacağı sabit olan kimseye fiilden meneden kuvvetle teklif vuku bulduğunu ifade etmesi gerekir ki bu, incelendiği vakitte aciz ve menedilmiş olana teklif olur. Her ne kadar teklifi kaldırmakla bir kim­senin Allah, mihnet ve meşakkati kapsıyan hususlardan bir şeyin kendi­sine verilmeyen ve emir ve nehiy kendisine lâzım olanlardan olmasını iptal ederse de. Bu ise zirveye ulaştığı ifade edilen çirkinlerden biridir. İradenin emri de buna göredir ki, gerçekten[519] Allah-u Teâlâ, kendi hükmünde onun yapmayacağı vukubulan fiilden onu menettiği zaman muhakkak onu menetmesi lâzımdır. Tıpkı irade gibi. Bunda da23 tââtden _ menetme vardır. Çünkü onu kendi ilminde işlemiyeceği sabit olan fiilden menetmiş olur ki onu irade ile menetmesi elbette ki lâzımdır. Bu ise, onun katında hayır ve tââtden menetmektir. Sonra denir ki; rivayet olunan hususlar­dan biri de şudur : Biri, Allah'ın Resûlü'ne kılıcını çekip vuracakken onun elini tutmak suretiyle onu vurmaktan menetti. Bu menetme din hakkında Peygamber aleyhisselâm için daha doğru ve daha hayırlı mı idi, yoksa menetmcyip serbest bırakma mı? Eğer serbest bırakma daha hayırlı ve daha iyidir derse, Allah-u Teâlâ'nm kulları için din hakkında ondan gay­rinin daha doğru ve hayırlı olanını işlediğini ikrar etmiş olur. Eğer men­etmesi daha doğru ve hayırlıdır derse, menetmenin daha doğru olduğunu ikrar etmiş olur. Böylece menolunmayan her âsî, daha doğru olanı yap­mamış olur. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Onun, Allah-u Teâlâ'nm «... Eğer gücümüz yetseydi, elbette sizinle beraber sefere çıkardık...»[520] kavl~i celîli ile ihticac etmesine gelince, biz bu hususta onun aleyhinde olan şeyi ve hasmının ona daha çok tabi oldu­ğunu ve onu kendisinden daha iyi bildiğini izhar eden hususu geçen mev­zuda izah etmiştik. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Sonra, kendisine ihtiyacın ancak kendilerine fiilin hazırlanmaması ile özürlerini gerçekieştirmeyecek şeyle itiraz edilmiştir. Bu manâ kudre­tin kaybolmasında da mevcuttur.

Şeyh Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Onun cevabı üç yönden verilir : Birincisi : Gerçekten maldan kendisi ile bulunan şey eğer ona ulaşmazsa onun üzerine arız olmaz ve ulaşma fiilînin kuvveti de kendisi ile beraber bulunmaz. Böylece o, kastedileni menetnıez. İki emrin bulunması işinin hal için[521] mümkün olmaması ve her ikisinin de bulunmaması onun gibidir. Ve yine gerçekten mutad olan iş kuvvetin, kulun ihtiyar ettiği şey kadarına ve fiilden dilediği kadarına tabi olmak suretiyle meydana gelmesidir. İşte o kuvvet mutlaka meydana gelir. Ancak o kuvveti ihtiya­rını kuvvetle işliyecek olduğu şeyi gayrine sarfetmesi ile kuvvetin gide­rilmesi müstesna. îate bu kudretin bulunmaması onu zayi etmek iledir. Diğeri ise menetmekle olur. Bunun içindir ki, her ikisi birbirine benzeme-yip ihtilâf etmiştir.

Üçüncü olarak şu cevap veriliyor : Kendisinde kudret bulunmayan bir halde fiilin bulunmasının caiz olmasının ifade edilmesi ile kudretin meydana geldiği sebebin bulunmadığı halde de fiilin bulunmasının caiz olmaması. Böylece sabit olur ki iki vecihten biri, diğerinin benzeri değil­dir. Tevfik Allah'tandır.

Sonra malı kendisine verilmek üzere çikmasıyle emrin caiz olması bakımından itiraz etti ve şu iddiada bulundu; eğer onun caiz olduğunu ifa-clc ederse sözünü iptal etmiş olur. Eğer caiz görmezse sözünü terketmiştir.

Bu hususa tebliğ olunan ile olunmıyanı tefrik etmek, mutad olan iş ile ve sebeblerin bulunmadığı vakitte fiilin inkâr edilmesi, kuvvetin bu­lunmadığı zamanda inkâr edilmemesi ile üç yönden cevap verilir. Çünkü iki yönden biri onunla olmaksızın yok olur, diğeri de yok olmaz. Ve yine eğer mülklerin gerçek olan haberin birbiri ardınca gelmesiyle hadis oldu­ğu bilinirse her ikisi hakkındaki cevap, mutlaka ihtilâf etmez olur idi. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Bununla beraber, itirazda bulunmanın mümkün olmaması tahakkuk ettiği zaman ki, o da malın, mülkle beraber kendisine verilmesinden iba­rettir. Bu husus, Allah-u Teâlâ'nm cismi yaratması île beraber hareket gibi ihtimal dahilinde olmayan ve zarurî olarak hareketin bulunmaması ve ihtiyarî olmaması gibi. Zarurî hareketin çeşidi, bazen acizlikle beraber olur. Kudretle beraber ihtiyarî olma da bunun gibidir. Halbuki kudret eğer fiil kendisiyle bulunmama bakımından olmuş olsaydı, kendisiyle fiilin bulunmaması batıl olurdu. Hatta kudretin bulunmaması ile fiil bulunmuş olurdu. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Görmez misin ki, gerçekten mallar ve sebebler, fiille kâim olmaları ile beraber onların baki kalmaları ile kadim olmaları ve kudretin ipka edilmesi haliyle yasfolunurlar. Önce geçmenin vasfı da bunun gibidir. Al-lah-u a'lem.

Bu mesele hakkında geçen mevzularda zikrettiğimiz delillerden baş­ka delilde vardır. Şöyle ki: Eğer tekaddüm eden acizlik, kudret anında fiilin yapılmasını menetmiş olsaydı, tekaddüm eden kudretin acizlik anın­da fiili icab ettirmesi mutlaka vacip olurdu. Bu hususun mümkün olma­ması, evvelkinin mümkün olmaması gibidir. Ve eğer fiil, kudretin kay­bolmasından[522] dolayı vukubuîmuş olsaydı, kudret devam ettikçe fiil de devam etmiş olurdu. Çünkü eşyanın sebebleri, kendilerinin sebeb kılınmış olduğu hususlar devam ettiği müddetçe onların da devam etmesini içabet-tirir. Bu husus, onlarla beraber bulunmasının söylenmesini gerektirir. Sonra gerçekten kudretin fiille beraber bulunmasının mümkün olmadığı iddiasında bulundu. Çünkü Allah-u Teâlâ, onu mevcut olarak görür. Kud­retin mevcut olan fiille beraber bulunmasının mümkün olmadığı iddiasın­da bulundu. Çünkü Allah-u Teâlâ, onu mevcut olarak görür. Kudretin mevcut olan fiille beraber bulunması ise mümkün değildir.

Denilir ki : Var olmakla fiilden fariğ olmayı mı, yoksa onun fiilde bulunmasını mı, kasdettin? Eğer fiilden fariğ olmasını kasdettim derse; akıllı olan kimsenin katında yalanı zahir olur ve şu sözünü de iptal etmiş olur : Onun bedel ile bulunması caiz olur ki o da yok olan acizlikten iba­rettir. Her ne kadar fiili yok olarak görüyorsa da yok olanla beraber ac­zin mümkün olmadığını söylemek vacip olmaz. Çünkü yokluk istenen[523] bir şey değildir. Bilâkis o, kendisi ile meşguldür. Sonra kendisine denir ki : Allah-u Teâlâ, onu fiili ile veyahut fiilden önce veyahut sonra mı dost ve düşman edinir? Eğer fiilden Önce, derse, mümkün olmadığını ifade et­miş olur.

Eğer fiilden sonra derse; onu mevcut olarak görür sözünü iptal et­miş olur. Çünkü o, düşmanlık ve dostluk bulunmadığı halde düşmanlık ve dostluk fiilinin bulunduğunu gerçekleştiriyor. Eğer bulunduğu halde vukubulur, derse kendisine fiilin onunla olmasını nefyetmediği halde sebeb, müsebbeple beraber nıevcud olmuş olur. Eğer, dostluk ve düşmanlığın her ikisini birden mevcud olduğunu görüyor ise, kudret de onun gibidir. Ve yine onu hangi hal üzere görürse, kudreti de onunla beraber görür. Çünkü biz, bir şeyin bırakılmasını ve çıkarılmasını, o şeyin çıkması ile ve bırakılması ile beraber olduğunu görürüz. Bırakma ve çıkarmanın hakkı bir şeyi olduğu gibi görmesiyle iptal edilmez. Zikrettiğim husus da bımun gibidir. Çünkü onun mevcud olarak görmesi caizdir. Sebeplerin hepsi de onunla beraberdir ve ondan uzaklaşmaz. Kuvvet de bunun gibidir. Bilâkis böylece görmesi vaciptir. Tıpkı böylece sebeplerle beraber görmesi vacip olduğu gibi.

Genel olarak denir ki; gerçekten fiilin yokluk vakti vardır ki, o da fiilden önceki zamandır. Bir de var olduktan sonra yok olması vakti var­dır, o da kendisinden sonraki vakittir. Bir de var olma vakti vardır ki, o da içinde bulunduğu vakittir. Allah-u Teâlâ, onu, baskasıyle değil, zikro-lunan şey üzere fiilinin halleri ile beraber görmesi mümkündür. Kendisin­de fiiller ve mekânlar vaki' olan vakitler de böyledir. Sebepler de buna göre ifade edilir. Bunun gibi, kuvveti fiilden evvel yok olarak görür. Fiil­den sonra var iken yok olmuş görür, fiille beraber de mevcud olarak gö­rür. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Onun «yahut söyleyip yazdırmağa gücü yetmezse», sözü ile ihticac etmesine gelince; o husus, geçen mevzularda açıklanmıştır. Bununla bera­ber güzel bir ifade olmadığı ihtimali de vardır ki, o da acizliğe güçlü ol­masıdır. Ve yine onun delili bizim açıkladığımız husustur ki, kudretin ta­mamı başlangıçtan önce olmaz[524]. Halbuki hepsi kendisine izafe edilmiştir. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Sonra kadir olmadıkça iman etmez ve iman etmedikçe de kadir ol­maz dedi. Bu ise, onun ebedi.olarak imansız kaldığını ifade eder. Tıpkı kendisine ip ulaşıncaya kadar çıkmadığı zaman kuyuya düşen gibi. Ve kendisine ip ulaşmamıştır ki, kuyudan çıkıversin. Bunun cevabı, eşyadan sebeblerle beraber vaki olan ve ne sebeplerden önce ve ne de sonra bu­lunmayan hususlardan zikrettiğimiz şeyler kapsamaktadır. Sonra bunu ilmi anlamadığı ve kendisinde bulunmadığı zaman, kudretin ilim için va­ki' olduğunu söylemez. Zikrettiğimiz hususlar da bunun gibidir. Onun iddia da bulunduğu şeyin aslmm bulunması, onlardan her birinin, diğerinin ön­ceden bulunması ile bulunur diye ifade ettiği vakitte büyük olur. Amma onunla beraber bulunmasına gelince; dîn ve dünya işinin ekserisi onun üze­rinedir ki, beraber bulunan iki şeyden birinin diğerine tekaddüm etmesi caiz olmaz. Sonra vasfı geçtiği şey üzere bırakmak ile kendisine itiraz olundu. Bu hususa eğer kendisine haya rızkı verilmiş olsaydı, vicdanı kendisine bu hususu söylemeye müsaade etmezdi demekle cevap verme külfetinde bulundu ve bunun üzerine dedi ki : Grçekten bir şeyi bırakmak, o şeyin elinden dışarı çıkmaktan başka bir şey değildir. Güç ise fiilin gay­ridir. Kim ki ona bakarsa yalanım bilir. Zira bırakmak, düşüncesiz ve be­dahetle çıkmaktan başka bir şey değildir.

Gayri olmadığı vakitte kendisine fiili gerektiren hususlardan çık­maktan başka bir şey bulunmaz. Fiili işle memesiyle çıkmanın bulunması caiz olur. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Sonra, hasmına cevabı, buna...[525] benzeyen şeyle ihticac etti ki belki bu ona yarar sağlamış olur. Sonra yine kendisinde hiç bir illet bulunma­dığı halde güçsüz ve takatsizim diyerek, kendisine muhtaç olduğu süsünü[526]veren kimsenin sözünü hasmına delil olarak gösterdi ve bununla kuvveti nefyettiğini kastetmediğini iddia etti. BununU ancak zinde ve refahda olmadığı hususu nefyettiğini murad ettiğini ifade etti. Bunun delili ise. soran kimsenin ona avdet ederek bilâkis senin gücün vardır, fakat sen, benim yardımımla ferahlanıp sevinmezsin. Ben felanm ihtiyaçlarını tak­sim ettim, nasıl oluyor da sen benim gücüm yetmez diyorsun?

Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Onun iki yönden cevabı vardır.

Birincisi : Onların her ikisi de doğrudur. Çünkü zinde ve ferahlı ol­mamak kuvveti ortadan kaldırır. Onunla ayakta durması raümkün olduğu için kendisinden ferahlık ve zindelik hasıl olur. Böylece de kuvvet bulun­muş olur. îşte o dediği şeyin kendisidir. Bunların ikisi de bilinen şeydir. Bunun içindir ki onlardan birine yalan denmesi caiz olmaz. Onun söyle­diğine göre onlardan birine yalan lâhik olması caiz olur.

İkincisi : O, muhtaç olan işe göre görüşünü ifade etti. Şöyle ki; kendi­si ile kaim olursa ona kudret denir. Görmüyor musun ki, o, başkasının ihtiyaçlarmin varlığı ile ihticac etti. Malumdur ki, gerçekten o kudret, on­dan zail olmuştur. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Kâfirin, küfür halinde imanla memur olduğunu iddia etti. Bunun te'-vil ve tefsiri şöyledir : Gerçekten nehiy ona tekaddüm etmiştir. Bunun üzerine o, tekaddüm eden kudret ile ona kadirdir, demesi gerekir. Onun, evvelki mesele hakkında terk olduğunu iddia etmesi de bu meyanda ifade edilmiştir. Çünkü müslümanlar böylece ilerliyor, deyip onu mümkün olan hususa yöneltti. Diğeri hakkmda ise böyle bir ifadede bulunmadı.

Biz Allah'ın izni ve tevfiki ile deriz ki : Müslümanlardan hiç bir kim­se yoktur ki; onun nezdinde, kâfir, küfür halinde iken bulunduğu hal üze­re kadirdir demesin. Öyle ise emir hakkında söylediği gibi kudret hakkın­da da söyle. Çünkü sözde olsun, elde etmekte olsun her ikisinde de manâ birdir. Sonra onun müslünıanlarm sözünü te'vil ve tefsir etmesi, öyle bîr yönde olmuştur ki, her müslüman gerçekten onun hatırına gelmediğini bilir. Bilâkis herkesin aklı, onun ihtimal dahilinde olduğunu görmez. Eğer kâfir olması için çalışmasını gerektirseydi, küfürden nehyedümiş ve bu­lunduğu halde de emredilmiş olmazdı. İçinde bulunduğu zamanda bulun­madığı hal ile memur ve nehyedilmiş ve zıtları ile de muhatap olmuş olun­ca ikinci, üçüncü ve nihayetsiz zamanlar içinde de böyle olurdu. Bu hu­suslar gerçekten emir ve nehyin bulunmasını batıl kılar. Çünkü o, her şey­le ikinci vakit için emrolunmuş, zıttuıdan da nehyolunmuş olur. Halbuki o, bu hususlardaki emri yerine getirmiş olmadığı gibi nehyedileni de irtikâp etmiş olmaz. Çünkü o, emrolunduğu veya nehyolunduğu gelecek olan her zaman da böyledir. Böylece fiil de ebedî, olarak emrin ve nehyin gerçekleş­mesi batıl olur. Ve emri kabullenme ve nehyedileni irtikâp etme haline rücu eder ki bu da çok uzak bir ihtimaldir. Sonra hasmının sorusunu öy­le bir yönden zikretti ki, hasmı, sözünü[527] ihtimal dahilinde görmez; ve di­yor ki : Siz kendinizde kudretin bulunduğunu ispat ettiğiniz[528] zaman siz, Allah'ı ona benzetmiş olursunuz. Bu hususa cevap olarak şöyle diyor : O, senin kadir olduğunla vacip olmaz. O, gayri ile değildir. Binaenaleyh, bu hususta benzetme olmaz. Tıpkı ilim hakkında ifade edildiği gibi.

Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Eğer herhangi bir şeye Allah'ın emri ile kadir oldun ise senin kudretinle Allah'ın kudretinin zail olması caiz olmaz. Tıpkı Allah'ın emri ile bir şeyi bildiğin vakit senin ilminle Allah'ın ilminin zail olmadığı gibi. Ve sonra, gerçekten soru iki yönden vukubul-muştur.

Birincisi : Kudretle tek basma kalmak, bununla senviyelerin sözünü nakzetmek için delil getirdin. Bu hususta da aynı şeyi ifade etmen gere­kir.

İkincisi ise : Gerçekten o husus, fiil bulunmadan önce fiil için Allah'a muhtaç olmamam icabettirir. Allah-u Teâlâ'nin her hangi bir kimseyi kendisinden müstağni kılması caiz değildir. Eğer «Allah'a bakî kalması hususunda muhtaç olur», dersen o, sence mümkün olmaz. Çünkü onun ihti­mali[529] bulunmaz. Eğer «başkası meydana gelir» dersen, onu bir vakit için kendisinden gani kılmış olur. Kulluğun bulunması ile beraber eğer o hu­sus bir vakit için caiz olsaydı ebediyyen böyle olması caiz olurdu. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Bu konuda asıl olan şudur ki : Gerçekten kudretin fiil için olmaması mümkün değildir. Fiilden olmayan acizlik de böyledir. Sonra bir vakitte fiile kadir olması, ikinci bir vakitte de aciz olması caiz olur. Çünkü bunun gibisinin bulunduğu bilinmektedir. Buna göre Allah-u Teâlâ, olması müm­kün olmayan şey için kuvvet vermiş olur. Bu husus ise, kuvvetin fiil için olduğunun fasid olduğunu ifade eder. Binaenaleyh kendisine bu husus ak­im icabettirdiği şeyi yani, kudretin daha önce geçtiğini söylemek müm­kün olmadığı için onun ancak fiil için olduğunu34 ifade etmesini gerekti­rir. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Sonra kendisine Firavun'un işi ile itiraz olundu. Şöyle ki : Eğer Fira­vun imân etmeğe kadir olmuş olsaydı, Allah'ın ilmini iptal etmeğe kadir olurdu. Bu husus Firavun hakkında böyle olduğu gibi Allah'ın indinde imân etmiyeceği bilinen herkes hakkında da böyledir. Bu görüşe cevap olarak şöyle der : O, vacip olmaz. Zira kudret, olmıyacağı bilinen imânın gayridir. Eğer onu kuvvet hakkında[530] lâzım kılarsak, emir hakkında da aynı hususu söylemeniz ise elbetteki lâzım gelir.[531] Sonra âlemin yaratıl­ması üzerindeki Allah'ın kudreti ile itiraz etti ki, Allah'ın ilminin iptal edilmesi için kudretle vasfolunması caiz olmaksızın bu husus mümkün ol­masın. Birinci mesele de bunun gibidir. Sonra Hüseyin'e, sözü mutlak olarak ifade edip ortaya atmakla itiraz etti. Hüseyin, onunla iman arasını beyan ederken mutlak olarak ifadede bulunup ortada konuşmayı tercih etmiştir. Sen onun, Allah'ın ilmini iptal etmek hakkında da böyle ifade et­tiğini söyler misin? Sonra der ki, o nasıl olursa olsun Allah onu bilir. Am­ma, olmadığı zaman Allah'ın ilminden çıkmış olur.

Allame Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Onu nazarı itibare almanın yö­nü, onun kadir olduğu şey üzere değildir. Fakat itibar edilecek husus onun daha salih olanı ifade etmesi yönüdür. Şu malum olan bir gerçektir ki; eğer Allah, onun mâlik olduğu şeye malik olmamış olsaydı, sapıttığını sapıtmağa, kendi Rasûlü'ne itaati menetmeğe kadir olmazdı. Binaenaleyh onun azgmîık ve sapıklığı daha az, itaat etmesine ise daha yakın olur idi. Buna göre daha salih olanı söylemek yersiz ve batıldır.

İkinci olarak denir ki : Onun, Allah'a iman etmiyeceği haber verildi­ği zaman, onun, kendisinin düşmanı olduğunu muhakkak bilirdi. Düşmanı mukadder olanı kötüleyip anlamamağa kadir kılınması onun kendi mül­künü bozup yok etmeğe ve rububiyetini iptal etmeğe güçlü kılması aklın bedaheti ile anlaşılır ki hikmet sınırının dışına çıkmak olur. Maamafih bu hususta düşmanına en büyük nimet ve minneti sağlamış olur. Onun ken­disine şöyle demeğe hakkı vardır : Benim, senin üzerinde her türlü ni­metim[532] vardır. Yahut ta şöyle der : Cahil olan, bir Rab olmayan şeyle beni, rububiyetini nakzetmeğe malik kıldın. Senin hikmetini, yalancı, hik­met sahibi olmayan ile gidermek için bana güç verdin. Onları yapmak için beni kudret sahibi kıldın. Onları yerine getirmek için bana emir ver­din, muhakkak olarak sen bilirsin ki, gerçekten ben dileseydim, mutlak yapardım. Bunun üzerine senin rububiyetin tamamlanır, sana hikmet, nok­sansız olarak verilirdi. Benim, senin üzerindeki nimetim[533] çok büyüktür. Sana verdiğim nimet de daha geniş kapsamlıdır. Öyle ise senin hangi ni­metinle beni azaba çekersin, hangi hikmetini bana emredersin? Bunların hepsi, senin için benimle tamamlanmıştır. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Üçüncüsü : Hakikaten iki ilâh bulunduğunu söylemenin fasid ve ba­tıl olduğunu bilmenin yolu ancak birisinin kudretinin ancak diğerinin bil­mediği şeye karşı geçerli olmasıdır. Bu husus ise aksinin vukubulmasını ica­bettirir. Eğer bu ulûhiyetin fesada uğramaksızın caiz olmuş olsaydı, tev­hit ehlinin senviyelerin sözünü ve görüşünü iptal ettikleri husus hakkındaki sözleri batıl olurdu. Onun «Gerçekten Allah, o kimse iman etmiş ol­saydı, nasıl iman ettiğini bilirdi», sözüne gelince bu, kendisinde hiç bir yarar bulunmayan bir manâ ve ifadedir. Çünkü onu bilmesi ile beraber,

onun iman etmiyeceğini bilir miydi, yoksa bilmez miydi? Eğer hayır der­se, onu yani Allah'ı bilmez ve anlamaz kılmış olur. Eğer evet derse, ken­disine, işte, şimdi bu hususta karşılıklı talepler vukubulur denir. Sen, «Sğcr iman ederse, onun ilminin dışına çıkmaz» dedin. Sahi! Nasıl çıkmaz? Onun oîmıyacağmı bilmiyordu, halbuki oldu. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Amma Onun, «Eğer onun üzerine kadir olmasaydı, zemmedilmiş olmaz­dı» sözüne gelince; o, tıpkı kelâm etmek gibidir. Aralarında hiç bir fark yoktur. Bunun delili de onun sözü olmasıdır. Bilâkis, en müthiş derecede zemmedenin zemmi, onun üzerine vaki olur. Zira o, kendisi ile geldiği hu­sustan kaçınarak kudreti yapmış oluyor. O husus, bizi ilgilendirmez. Çünkü kudret, imanın gayridir demesi ise yine reddedilir. Çünkü bu ifa­dede lâzım olmayı meneden husus vardır.

Bilâkis, o kudret, imanın gayri olduğu için lâzım olur. Sonra onu emirle itibare alması fasittir. Çünkü o, kendisi ile kulluğu istemektedir. Binaenaleyh zilleti ve kulluğu zahir olur. Kuvvet ise yücelik, yükseklik ve her şeyden müstağni olmak demektir. İşte bu yöndür ki, bununla Allah'ın gayrinin rububiyeti iptal olunur. Halbuki emirde bu husus yoktur. Oysaki emir ve nehiy olmamış olsaydı iman eder, iman etmeyip küfreder, kadi? olur ve kadir olmaz demenin hiç bir manâsı olmazdı. Kuvvet ancak Allah'­tandır.

Sonra, gerçekten kudretin semeresi fiildir. Zikrettiğimiz hususlar, fiille olur, emirle değil. Bunun içindir ki emir, emirle zikrettiğimiz şeye vukubulmuş olmaz. Halbuki kadir kılmakla mülk sahibi, zengin ve halef olarak bırakılmış olur. Bu hususlar noksansız ve tamam olarak bulun­duğu vakitte de Rab ve İlâh plur. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Ve sonra gerçekten biz, zikrettiğimiz yönden ilmin yolu akıl olan hu­susla itiraz ettik. Emir ise aklın icabettiği şeyle zıt düşmez. Eğer emir olmamış olsaydı, akılla olan evvelkisi kötü ve bilinmez olurdu. Binâena­leyh emir hakkındaki hikmetin yönünü ya bilir veyahut ta bizim bildiği­miz şeyi bilmez. Böylece kendisine ikinci yönün bilinmesi güç olan şeyle onu reddetmesi vacip olmaz. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Zikrettiğim hususu, dünyadaki işler teyid eder ki her kuvvetli olan yücelir ve kuvveti ile yükselir. Yüce ve büyük olan da bir şeyle emrolunmaz. Öyle ise, emirde zillet ve kul edinmek olduğu sabit olur. O ise bunu icabettirmez. Kudret sahibi kılmakta ise onun yüksekliğini ve yüceliğini jcabettirir. Tevfik Allah'tandır.

Sonra, kudret bulunmadığı vakitte zayi olmaz[534], kudretin bulunması kastolunan fiili icabettirir. Emrin hakkı ise lâzım olmayı gerektirir. Yok­sa fiilin var olmasını değil. Nice emirler vardır ki orada emirleri kabul edenler yoktur. Bunun içindir ki, o, vacip olmaz. Allah'ın hakkında zikro­lunan husus ise o, Allah'ın kudreti, dilediğinin olması ve saltanatının ce­reyan etmesidir. İşte Allah'ın böylece nıbubiyeti tamam olur. Bizatihi yüce olmasını gerektirir. Kendisinde korkudan zikrolunan şeyin bulunması caiz olmaz. Bilakis onunla hikmeti tamamlanır. Ve rütbesi yücelir. Bunu gayri için icab ettirmesi ise çelişiktir. Görmüyor musun ki, seneviyelerin sözü, zikrettiğim hususlarla nakzolunmuştur. Onların sözü, Allah hakkın­da benzeri gibisine zıt düştüğü için kabul olunmaz ki, Allah, bildiği şeye kadir olur ki, o, onu işlemez. Bu takdirde rububiyetini nakzetmeğe[535] ka­dir olur. Onun gibisini itiraz ederek ve onu vacip kılarak, Allah'ın gayrin­de olduğunu ifade ettiler. Bizim mevzubahs ettiğimiz husus da bunun gi­bidir. Başka bir yön de vardır ki o, Allah-u Teâlâ'ya, onun şöyle kudreti vardır ve böyle ilmi vardır, sözü ile kudret ve ilim vacip kılmaz ki, bunun hiç bir manâsı yoktur. Bu ise bunları Allah'ın gayrinde gerçekleştirir. Öy­le ise ona itiraz etmek lâzımdır. Ve yine gerçekten Allah-u Teâlâ, kendi zatı ile kadir ve âlimdir. Zikrolunan şeyle Allah'ın vasfolunması mümkün değildir. Çünkü bununla Allah'ın rububiyeti tamam olmuş, ulûhiyeti ve saltanatı yücehniştir. Allah'ın zatı ile mevsuf olan şey, başkasının, onun üzerine hâkim olması ve kudretinin üzerine cari olması sabit olduğu za­man o hususlardan olmuş olur. Tıpkı kendilerinde birbirlerine benzeme-yip muhtelif olan arazlar ve kendileri için bulunan cisimler gibi. Veyahut kendi nefisleri ile kaim olan cisimler ve onlarla bulunan arazlar gibi. Sonra Allah-u Teâlâ'nın onların üzerine hükmü ve sultası caridir ve on­lara maliktir. Eğer Allah'a takdirini iptal ve tedbirini noks anlaştırma, il­mini giderme, haberinden hakikati nefyetme gibi hususları isnad edersek Allah, gayrinin kudreti altında ve başkasının hükmünde olur idi. Allah-u Teâlâ, bu gibi hususlardan büyüktür, yücedir, berî ve münezzehtir. Bununla beraber bu hususları ifade etmek emre rücu' eder ki, biz onu be­yan ettik.

Kudret hakkında kaderiyelere göre iki mesele vardır kî, bunlar Al-lah-u Teâlâ'mn bizatihi kadir olmadığını icabettiriyorlar.

Birincisinde; onlar diyorlar ki : Allah-u Teâlâ, kulların hareketlerine ve sükûnet bulmalarına kadirdir. Vaktaki Allah, kulları o hareketler ve sükûnetlere kadir kıldı. O fiillerin üzerine olan kudreti kendisinden zail oldu. Bunun üzerine gerçekte Allah-u Teâlâ, gayri ile kadir olmuş olur. Çünkü o, bizatihi bulunduğu hal üzere olur. Eğer o kudret Allah'ın zatı için olmuş olsaydı gayrini onun üzerine kadir kıldığı vakitte kendisinden zail olmazdı[536] ve,[537] bunu açıklayanlardan biri de Allah-u Teâlâ,' bizatihi her şeyi bildiği vakitte başkasına bildirdiğinde kendisinden ilmi gitmez. Kudret de bunun gibidir. Bununla beraber arazların cisimler için başka olmasının[538], delilleri cisimlerin arazlar olmaksızın bulunmalarıdır. Gö­rünen husus hakkındaki ilim ve kudretin başka olmasının illeti de bunun gibidir ki, her ikisi de kendisi için olanın gayridir. Allah-u Teâlâ hakkın­da ifade ettikleri sözde böyledir. Bu hususa daha fazla açıklık getiren hu­sus da şöyle İfade edilir ki, eğer onu mecburî bir hareketle hareketlendir­meyi ve mecburî bir sükûnetle durdurmayı kendisinde kudretin bulun­ması ile beraber murad etmiş olsaydı, ondan o kudreti almadıkça onun üzerine kadir olmazdı. Bunun üzerine Allah'ın o kudretle kadir olduğu sabit olur ki, o da kendisinden gider ve kendisine döner. İşte bu arazların hakikati ve cisimlerin de sıfatıdır. Kuvvet ancak Allah'tandır.

ikincisi : Gerçekten Allah-u Teâlâ, kulunu bir şeyin itlafına kadir kıldığı vakitte Allah'tan murad ettiği şeyin ibkâ etmesine olan kudreti gider. İbkâ etmek ise, Allah'ın fiilidir. Hakikatte kendi fiili olan, o fiilden menedilmiş olur. Kim ki başkasını menetme ihtimali dahilinde olursa, onu serbest bırakma ihtimalinde de olur. Birincisinde aciz kılmak, ikincisinde ise kadir kılmak vardır. Her ikisi de kendisine başkası ile vacip olur. Al­lah-u Teâlâ, bunlardan beridir, münezzehtir.

Sonra Kâbı diyor ki: Biri derse ki, kadir olan bir vakit o kudreti ile bir şey yapmaması caiz olursa niçin böylece bir çok vakitler caiz olmaz? Tıpkı Allah-u Teâlâ bununla vasfolunduğu gibi.


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: İmam Matüridi: Tevhid
MesajGönderilme zamanı: 17.11.11, 11:37 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı

Kayıt: 17.01.09, 20:24
Mesajlar: 55
Fakih Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : O, muhakkak, meseleyi takdir etmekte hata etmiştir. O husustan sual sormak iki yönden olabilir :

Birincisi : Gerçekten kudret, ancak fiil için olur. Ve ondan bir vakit hâli kalması[539] caiz olunca kendisinden bir çok vakitlerde hâli kalması caiz olur. Bu vasfı, Allah için de gerçekleştirdim.

İkincisi : O, kudretin vaktinden ikinci vakit için kudreti bulamamış­tır. Ve o kudretle fiil caizdir. Niçin onuncu vakit için -her ne kadar kud­reti bulamıyorsa da- böyle olmasın? Veyahut vakitlerle kudret yok olduk­tan sonra o kudretle fiil caiz olmayınca bir vakit için de caiz olmaması vacip olur. Birincisine şöyle cevap verdi : Gerçekten Allah-u Teâlâ, ken­dine fiillerden birbirine zıt olmayan[540] ve kendisine zıt olmayan şeye kadir olması ile böyledir. Halbuki kul, kendisine zıt olmayan şeye kadir olmaz. Bunun içindir ki failsiz vakitlerin bulunması caiz olmadı. Kendisine de­nir ki, zikrettiğin hususlar geçerli değildir. Bu sözlerin kabul olunmamış­tır. Bilakis, sana şöyle' denir : Kendisine zıt olan[541] şeyin bulunmamasının caiz olmamasını kim meneder? O, bir şeyi veyahut zıttını bir vakitte yap­mamıştır. Kim kendisine zıt düşmezse o caiz olur. Sonra denir ki, birbiri­ne zıt olan İQİn kudretin vaktinin bulunması caiz kılmaz veyahut ona ikinci vakitte vacip kılar. O iki halde de bir olduğu halde nereden iki emirle va­cip kıldı? Allah hakkında söylediği şey, fasid ve batıldır. Çünkü onun nez-dinde Allah'ın fiili yarattığının gayri değildir. Yarattığı ise ölüm ve hayat ve başkaları gibi birbirine zıttır. Sonra cismin ilk halleri ile cevap verdi ki, o, hareketten ve hareketsizlikten hâli kalır. Niçin onun bir çok vakitler her ikisinden hâli kalması vacip olmaz?

Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Biz Allah'ın izni ve tevfikı ile deriz ki : Hareket etme ve sakin kalma, her ikisi de bekanın ismidir. Beka, müm­kün olmadığı için cismin hallerinin evvelinde bulunmaları mümkün değil­dir. Çünkü sükûnet, var olma bakımından karar kılmadan ibarettir. Ha­reket ise ondan intikal etmektir. Kudret de ancak fiil içindir. Fiil olmadığı halde kudretin bir vakitte bulunması caiz olsaydı bir çok vakitlerde de bulunması caiz olurdu. Çünkü kudret, fiil içindir. Halbuki cisim, ne hare­ket içindir ve ne de sükûnet için. Onların her ikisi de öyle manâlardır ki, hâli iktiza etmezler. Görülmüyor mu ki bekanın vakitleri onlardan hâli kalmazlar. Sonra kudret de baki kalmaz. Böylece vücut anında ondan hâli kalmaması vacip olur. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Sonra bizim meselemiz fiil hakkındadır. Biz, beka için isim olan fiil olmadığı vakitte bekanın bulunması anında cismin bulunmasını caiz kı­larız. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Ve der ki : Sahih ve doğru olan sudur ki, beka olduğu vakitte fiil­den hâli kalması caiz olur, sonra ebediyyen caiz olmaz.

Allame Ebu Mansur (r.h.) diyor ki: Onun söylediği şey hatadır. Bi­lakis o, caizdir. Sonra gerçekten onun makul olduğunu iddia etti. Halbuki o, akla uygundur. Akim hakkı ise durumu aklen sabit olan şeyden çıkmak­tır. Sonra ilim hakkında öyle bir şeyle konuştu ki sanmam ki biri onu'dü-şünsün de hayrette kalması kendisini ona itmediğini ve onun yararının az o'duğundan kendisini terketmediğini bilmesin. Sonra kendisine iman ve küfre kadir olan kimse ile itiraz edip niçin bunlardan birini işledi de diğeri­ni işlemedi? dedi. Bunun üzerine onun mümkün olmadığını iddia etti. Çün« kü o, eğer ancak bir ile gelmiş olsaydı, mecburi olmuş olurdu. Halbuki ihtiyarî olduğu da sabit olmuştur. Sonra onun ayniyle Allah hakkında ken­disine itiraz etti. Biz deriz ki, o, sualin cevabından dışarı çıktı. Çünkü o, onun zıttı olanı nasıl ihtiyarî olarak belirledi? İhtiyarî olmanın şartı, dile­diğini yapmak değildir. Fakat yapılması evlâ olanı seçer. Bilmediği geyi işleyince niçin onu işliyor? Öyle ise, başkasının kendi, fiilinde tedbiri ol-iuğu sabit olur ki o da fiilinin çıkmasıdır. Tevfik Allah'tandır.

Onun, Allah'a Allah ile itiraz etmesi, iki söze binaen mümkün değil-iir. Birincisi; «Allah, bizatihi haliktır.» sözümüze göre. Bunu ifade etmek ;ıpkı, «Allah niçin kadir oldu ve niçin büdi?» sözü gibidir. Ve onun «Ger­dekten o, din hakkında daha salihtir», sözüne göre. Fiilinin vasfı bu olan dmseye soru tevcih edilmez. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Biz, bizi, bu gibi sorulardan müstağni kılan Cenab-ı Allah'a hamd ü ıenâ ederiz. Fakat, her ikisine zayıf olduğu için kendisi ile soru tevcih et-neğe razı olmayan hususun miktarını zikrettim ki, onlar, onunla razı olan lakkında kadrini bilsinler. Tevfik ancak Allah'tandır.

Sonra imân ve zıttı için bir kuvvet salih olunca, niçin onların üzeri­ce kuvvet verilmesi ile ifade etmek doğru olmaz, diye iddia etti. Bu husus, mir ve nehiy ile reddedildi. Her ne kadar şarabın satın alınmasında har-anması ve dostun Öldürülmesinde kullanılması ihtimali dahilinde olduğundan para ve kılıçla itiraz etti ve bunların verilmesinin caiz olmadığım söyledi. Biz deriz ki, suâlin tamamı şöyledir : Gerçekten Allah-u Teâlâ, onu kimin hakkında kullanılacağını bilir. Bunun gibisi görünen âlemde onun üzerine güçlenmesi ile vasfolunur. Allah-u Teâlâ ise onun benzeri ile vasfolunmaz"[542]. Evvelki mesele ile ifade edilen şeyle beraber yaratma hakkında da ifade bunun gibidir. Fakat ondan talep etti. O hususta mu­hayyer kılındı[543], yoksa onunla değil. Bunda verme yönü yoktur. Çünkü o. minnet ve nimet vermenin bir nevidir. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Onun itiraz ettiği şey, fasiddir. Çünkü onun iki yönden kullanılması muhtemel değildir. Binâenaleyh o husustan bu vecih için reddetme bu­lunmaz. Kuvvet ise ancak onlardan biri ile muhtemel olur. Onlardan bi­rinin kuvvetle vukûbulmasından hâli kalması caiz olmaz. Bu ise muhak­kak bilinir. Binâenaleyh onun gayrini reddetmeyi ifade etmeye muhte­mel olmaz. Sonra şöyle diyor : Eğer sen «Asî ve günahkâr olan yaptığını Allah'ın kudreti ile yapar» dersen niçin «Gerçekten mâsiyet Allah'tan­dır» demiyorsun?

Allame Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : O gerçekten iki yönden hata etmiştir. Birincisi, onun hasımları, masiyetin Allah'tan olduğunu ifade etmiyorlar, ikincisi : Kulun fiili, Allah'ın kudreti ile vaki olur denmez. Fakat onu Allah'tan talep etme kudreti ile vaki' olur denir. Buna birin­cisine verdiği cevap gibi cevap verdi ki gerçekten Allah, itaat etsin için verdi ve bunu tamam kıldı. Biz, birincisinin yönünü ve bu sualdeki hata­sını beyan ettik.

Sonra, kendisine kudret hayır için yaratıldığına göre kul, onu başka yöne çevirmeye nasıl kadir oldu? diye itiraz olundu. Bunun üzerine şu id­diada bulundu : Gerçekten (enne)[544] o, ısıtan ve soğutan gibi değildir. Fa­kat kılıç ve para gibidir.

Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Ona, kudret ne iki fiilin yapılmasına ve ne de onların yapılmamasına muhtemildir, denir. Senin karşılaştığın hu­sus ise, her ikisine muhtemeldir. Binâenaleyh kudretin, her ikisi için de­ğil, biri için yaratılmış olduğu sabit olur. Sonra kendisi ile soğuyan ve ısı­nan şeylerden senin zikrettiklerin gibi yaratılmış olanı kudretin onu bir yönden değiştirmesi ihtimali yoktur. Niçin kudretin onlardan biri için -yaratılmış olmasın. Halbuki o, biri için olan şeydir. Mahlûkat hakkında açıkça cari olan örf, bu hususu sana hayır üzere kudret sahibi olması için talep etmesini beyan eder. Eğer kudret şerre muhtemel olmasaydı, ona tahsis edilmesinin hiç bir manâsı, olmazdı. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Sonra, kendisine zenginlikle itirazda bulunuldu : Bunun üzerine «Maazallah; çünkü o, herşeyden ganîdir.» dedi ve kılıç ve para ile kendi­sine itiraz edildi.

Allame Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : O, bu hususta haddi tecavüz et­miştir. Çünkü kuvvetin baki kalması ihtimali yoktur. Halbuki ihtiyacı kud­ret ile vacip kılmıştır. Bu husus, müstahil olduğu zaman bununla gani ol­mağa arız olacak şey lâzım gelir. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Onun karşılaştığı şey ise, varlık yararı idame ettirmez. Bilakis onu Tbekâ idame ettirir. Onun baki kılınmağa ihtiyacı vardır. O, kuvvette yok­tur. Bunun içindir ki, kendisinden sığındığın şey sana lâzımdır. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Sonra hasmına öyle bir soru sordu ki, onun susturup bir şey deme­sine meydan vermedi. O, soru Allah-u a'lem şundan ibarettir : Hakikaten, mu'tezile iddia da bulunup diyor ki : Gerçekten Allah-u Teâlâ, kişinin öm­rünü bir müddet olarak verir, kişi o müddet içinde ömrünü tüketir. Al­lah-u Teâlâ'nın o, kişiyi kendisine verdiği müddet içinde baki kılması Al­lah'ın fiilidir. Allah bunu yapmasını murad eder. Allah, o kişiye bu müd­det içinde rızıklar takdir buyurmuş idi. Sonra Allah kullarından birine Öy­le bir kuvvet verdi ki, onunla Allah-u Teâlâ'nın kendisine verdiği müd­det içinde yaşayıp, nimetlerinden yararlanmasını o kimseden meneder. Alemlerin Rabb'isi olan Cenab-ı Hakk'ı da, o kimseye verdiği sözünü ye­rine getirmekten meneder. Böylece Allah'la, o kimsenin hayatını cesedin­de baki kılacak olan Allah'ın fi'li arasına girmiş olur. Ve Rabb'isini ken­disinden menetmek suretiyle, düşmanının kendisini öldürmesi sebebiyle bunun kendi fiilinden olmasını murad etmiştir. Bu hususun tahakkuk et­mesinde, vadi yerine getirmeme, kahretme, mecbur kılma, ve fi'ilinden menetme gibi hususlar ortaya çıkar. Bunların hepsi de, Cenâb-ı Hakk'm o kimseyi bunlara kadir kılmasiyle olur, Bunlar da, acizlikten, sözde dur­mamakta, makbul elan yoldan olur, veyahut olmaz.

Müslümanların verdikleri cevaba, cevap vermek üzere der ki : Ger­çekten mesele her iş hakkında ifade edilen hakkındadır. Eğer o, olmamış olaydı, Allah'ın ilminde olması nasıl düşünülür idi? îgte müslümanlarm katında ifade edilen budur ki, gerçekten Allah'ın ilminde var olan şey o idi. Onun ilminde ve kudretinde, kendisinin başlangıçta o müddetin gay­rini meydana getirmeye salihti. İlmin de onun olmasını kılmış olsaydı, bu olan meydana gelmezdi.

Sonra sözünün hakikatine dönerek şöyle der : Zalim olan onu ancak eceli geldiği için öldürmüş idi ise, o malûm değil idi. Yine bazan başkasmm koyununu kestiği için övülür. Çünkü eğer koyunu kesmemiş ol­saydı muhakkak ölecekti. Sonra muhakkak sen, «Onu eğer öldürmemiş olsaydı eceli gelmezdi» dersin diye kendisine itiraz olununca «Maazallah, bilakis belki de onu benden başkası öldürür, yahut eceli bitmiş olur» dedi. Sonra, Allah-u Teâlâ'nın «... Kendisine ömür verilenin ömrünün uzatılma­sı, ömründen eksiltilmesi muhakkak bir kitabta (Levh-i Mahfuz'da veya Allah'ın ilminde) yazılıdır. Şüphe yok ki, bu Allah'a kolaydır,[545] kavl-i celîli ile ve Resûlüîlah'm (s.a.v.) «Sıla-i rahim (yakın akrabayı ziyaret etmek) ömrü ziyadeleştirir»[546] hadis-i şerifi ile ihticac etti. Bununla öm­rün bilinen bir miktarı olup sıla-i rahimle fazlalaşac ağını haber verdi. Buna göre Haclis-i Şerifin anlamı; eğer sıla-i rahimde bulunursa Levh-i Mahfuz'da eceli şu kadar olur, eğer bulunmazsa eceli şu kadar olur, şeklin­dedir. Sonra kendi aptallığına dönüp mutlak olan bir mevhumla itirazda bulundu. Eğer «Bu hususta, başka bir ş$y değil, men'i reddetmek vardır. Kudrette ise fiili men'etmek vardır», denirse buna «Kudrette de aczi men'etmek vardır, başka bir şey yoktur», diye cevap verdi. Ve devamla eğer ben kudretin icap ettiğini söylersem, kendisine ithal etmiş ve onun üzerine hamletmiş olurum. O fiil de benim gayrimin olur.

Allame Ebu Mansur (r.h.) der ki : Onun dediğini ve kendisi ile karşı­laştığı şeyi kim iyi düşünürse, onun cevabın dışına çıktığını yakinen anlar. Fakat biz, onun ciddi olduğu hususlardaki gafletini anlatırız ki, hasım­larının kendisi ile ayrıldıkları hususun tümü hakkındaki özrünü bilsinler. Çünkü bu onun ilmînin, Allah hakkında ulaştığı yerdir. Biz ona deriz ki, Alîah-u Teâlâ, onu Öldüreceğini bilir mi, yahut bilmez mi? Eğer evet bilir derse, kendisine «onun öldürmesi, hayatını yok edip ömrünü giderir mi? Yahut gidermez mi?» diye sorulur. Eğer hayır derse, var olan onu yalan­lar. Eğer evet derse, kendisine §öyle denir; «Onun ömrünün bitmesini, ru­hunun cesedinden çıkmasını başkası ile nasıl yaptı? Evet, eğer bu hususu biliyordu ise nasıl yaptı? Ve Levh-i Mahfuz'da, o, böyle yaparsa, şöyle olur; eğer böyle yapmazsa, şöyle olur; diye nasıl yazdı?» Bu olanı bilmî-yen kimsenin işidir. Amma olanı bilen kimse, böyle olur diye yazar. Eğer o, böyle olmamış olsaydı, felan böylece küfrederdi de Allah'ın gadabma müstahak olur. Eğer o, küfretnıemiş olsaydı, iman ederdi ve Allah'ın sev­gi ve muhabbetini kazanır. Amma o, yahut şu olur, diye olan hususu ke­sinlikle ifade etmeksizin konuşmak ise, sonuçları bilmeyen cahillerin iğidir. Sonra o, nereden ve nasıl, ilimden elde edilen bir haber olur ki, onu olmadan önce tesbit etmiştir. Bu kadarım bütün insanlar bilir. Yani, insan­lar felan, ya öldürülerek hayatını kaybeder, yahut tabii olarak ölür, iman eder, yahut küfreder, şu vakitte harekette bulunur, şu vakitte de bulun­maz diye herkes bilir. Levhden bu kadarı, her gemide bulunur. Ve her geminin levhidir. Yoksa Levh-i Mahfuz[547] değildir, fakat zayi edenin levhi olur.

Onun «Eceli gelirse, gerçekten onun eceli, Allah'ın ilminde olana göre katlin gayri ile değildir, sözü ise, o, gerçekten Allah'ın ilminde ol­duğu gibi öldürür. Fakat kendisinden nehyedilen katil ile yahut, Allah'ın ilminde olana göre emredilenle öldürür. O, Allah'ın ilminde olduğu gibi, iman eder ve küfreder. İşte Allah'ın ilminde olan bu husustur. Onların hepsi onun akıbetinin nereye varacağı Allah'ın bildiği hususlara dahildir.

Eğer onu işlememiş olsaydı, akıbetinin ne olacağı ve sonunun nereye varacağı hususu Allah'ın ilminde idi. Ecel de bunun gibidir. Buna göre, Allah-u Teâlâ, onun sıla-i rahimde bulunacağını bildiği için onun ömrü­nü kendi ilminde sıla-i rahimde bulunmayandan daha çok ve uzun kılmış­tır. Âyeti celîlenin emri de böyledir. Zira onun fiilinin, ilminin dışında ol­ması mümkün değil. Onların dedikleri, bu hususta makul olanıdır, te'vil ehli âyet-i celîle hakkında şöyle diyor : «O, ömrünün sonunu ve ömrün­den geçen her vaktin noksanlaştığmı beyân ediyor. Bir grup da, o, ancak mahlûkatm, uzun ömürlü, kısa ömürlü olmaları arasında bulunan muh­telif ömürlerdir. Yoksa, Allah-u Teâlâ, birine bir ömür verir de sonra ken­disine zahir olan lüzuma binâen ömrünü ziyadeleştirir veyahut noksan-laştınr anlamına değildir. Tıpkı cahillerin ve işlerinde şek ve şüphe eden­lerin yaptığı gibi. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Allah-u Teâlâ, «Her ümmet için takdir edilen bir zaman (ecel) var. Müddetleri gelince bir an geri kalmazlar ve öne de geçmezler»[548] buyuru­yor. Onun ifade ettiğine göre; onların ecelleri gelmez, bilakis, ecelleri gel­mezden önce öldürülürler. Yine Allah, ömrü ziyade kılmaz.

Şu vakte kadar ömrünün idâme ettireceğine garanti verdiği hususu bakî kılmaya kadir olmayan kimse sıla-i rahim sebebiyle diğer bir ömrü ziyadeleştirmeye nasıl kadir olur? Bilakis ona düşmanını kadir kılmıştır. Hatta kendisini ondan menetti. Cenab-i Allah, bu gibi vasıflardan yüce­dir, berî ve münezzehtir.

Sonra kendisine denir ki, ona verilen müddetten zikrolunan husus, Levh-i Mahfuz'da onu, ecelinin gelmesi anına kadar Allah'ın bakî kılmam, yahut o vakte kadar bakî kalması, yahut eğer Öldürülmezse idi, onun baki kalması veyahut Allah'ın onu baki kılması yazılmış değil miydi? Eğer bi­rinci ve ikincisini yani Allah'ın onu, o müddete kadar bakî kılacağını ifade ederse, Allah'ın haberinde yalan olduğunu ve Allah'ın vadinden hulf et­tiğini iddia etmiş olur. Eğer üçüncüyü kabul eder, öylece konuşursa, ken­disine «Onun öldürüleceğini Allah biliyor mu idi, yoksa bilmiyor muydu?» denir. Eğer hayır bilmiyordu derse, o, kellesinin bedeninden ayrılmasına ve Allah'ın azabında ebedi kalmasına müstahak olmuştur. Eğer evet bili­yordu derse, kendisine «bilmediğini niçin yazdı?[549] denir. Çünkü bu, örfte cahillerin yaptığı iştir. Allah-u Teâlâ'yı bilen akıllı kimselerin onu söy­lemekten kaçındığı hususlardandır. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Sonra, kendisine Allah-u Teâlâ'nın öldürülmiyeceğini bildiği kimse ile itiraz olundu. Çünkü onu öldürmeyi nıurad ediyorlar, onu etkilendiri­yorlar ve güçlerinin ihtimal ettiği tüm varlıkları ile onu öldürmeyi kas­tediyorlar. Sonra Allah'ın bildiği şey üzere oluyor. Bunlar Öyle sebebler-dir ki, onlardan birinden bu sebeble fiilin vaki olduğunu göremiyorsun. Fiilin vukubulması da onun yalanıdır. Ancak şöyle demesi hariç : Onu meneder, buna göre Allah-u Teâlâ'nın bildiği kimselerin hepsi hakkında Iruvvetle beraber men olmaz demesi kendisine lâzım olur. Bu husus ken­disine lâzım olduğu zaman da Allah'ın bildiği her şey hakkında, kul ona razı olmadığı vakit olur demesini reddetmesi lâzım gelir. Bunun üzerine, her hayır ve şer olan, düşmanlarının sözünün ona götürdüğünü zannet­tikleri red ve menetmekle olur ki, onları bulundukları görüşlerine ileten de budur. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Serbest bırakmak ve hâli kılmaktan zikrolunan husus ise üç yönden mütalea edilebilir bir sözdür; güçlüğü kaldırmak ve menetmek. Yahut onunla emretmek. Veyahut da güçlüğü mubah kılmak. Bunların hepsi hayır hakkında mutlak olarak yani kayıtsız şartsız olur. Şer hakkında ise ancak kayıtlı olur ki, o, mecbur ve güç olmaz. Böyle olduğu zaman da zikrolunan şeyle onun itirazda bulunması fasit ve batıl olur. Bizden men' ile cevap verilen de haktır. Allah-u Teâlâ, kavl-i celîlinde : Men'i zikret­tikten sonra «... Eğer tevbe ederlerse, Namaz kılıp zekâtlarını verirlerse kendilerini serbest bırakın...»[550] buyuruyor. İnsanların «Ey Allahım, sana itaat etmek için bize güç ver», diye dua etmeleri hoş karşılanır, fakat «Ey Allah'ım bizimle sana olan teatimizin arasını serbest bırak!», diye niyaz­da bulunmaları iyi karşılanmaz. Binâenaleyh onlardan birinde bulunan halin, diğerinde bulunmadığı sabit olur. Ve böylece o, kudretin yok olduğu zaman fiilin işlendiğini söyler. Halbuki kendisinde kudret bulunmaz. Fa­kat fiilîn işlendiği vakit hâli kalma ve serbest bırakmanın kaldırıldığını söylemez ki onunla sonra kadir olduğu şeyi bilsin. Kuvvet ancak Allah'­tandır.

Sonra rızıkla ilgili sual sorarken Öyle bir kelam etti ki; o verihle soru­lan suâle kimse razı olmaz. Bilâkis, onun hakkındaki suâlin vechi şöyledir : Gerçekten Allah-u Teâlâ, «Yerde yürüyen ne kadar canlı varsa, hepsinin rızkı ancak Allah'a aittir...»[551], kavl-i celîli ile rızık vermeğe vaadedmce ona mülkü ile veyahut ona itham ettiği ile malik olmuştur. Amma her hangi birisinin Allah-u Teâlâ'yı vaadettiği hususu yerine getirmekten menetmeye kadir olması, hatta, kendisine sözünde durmamak ve vaadini yerine getirmekten aciz kalmak gibi hususların lâhik olması, Allah-u Te-âîâ'nın fülinin başkasının kudreti altında olduğunu ifade eder. Böylece gayri ile sözünü yerine getirmeğe vaadettiği geyi vermeğe kadir olur. Bu ise çok büyük bir iştir. Yahut o kimse bu hususlara kadir olmaz. Böylece herhangi birisinin hakikatte o yönden başkasının rızkı olan ile rızık ver­mesi batıl olur. Veyahut ona kadir olur. Bu husus eğer kendisi ile beraber olan kudret hakkında olursa bu kendisine lâhik olan bir[552] vahşet olur. Çünkü o bilir ki rızkını o yönden talep etmiştir.

Der ki: Verrâk suâl sorup onlara şöyle denir dedi; Allah-u Teâlâ'yı düşünüp murakabe etmeğe kadir olduğu halde, Allah'a isyan etmekten kendisini koruyan bir kimse var mıdır? Eğer hayır, yoktur, derse pey­gamberleri vasfetmekte büyük konuşmuşlardır. Çünkü onlar bunu işle­memişlerdir. Eğer evet derlerse; fiilden Önce masiyetin bulunduğunu söy­lemeleri lâzım gelir.

Allah'ın izni ve tevfikiyle kendisine deriz ki; eğer sen kudretle, kulun zayi etmesi olmasaydı, muhakkak arız olacağı kudretin hallerinden ibaret olanı kastediyorsan ne ala, ne güzel. Bütün peygamberler ve Allah'ın seç­kin kulları böyle idiler. Eğer onunla fiille beraber olan kudreti kastedi­yorsan suâli başka noktaya intikal ettirdin. Ve «Kendisi masıyeti işlediği halde, günahları baki kılmakta Allah'ı murakabe eden biri var mıdır?» diyen kimse gibi oldun. Bu ise hiç bir manâsı olmayan hususlardandır. O da sana itiraz ederek «Peygamberlerden bir peygamber, Allah'tan bil­diği, yahut Allah'tan alarak haber verdiğinden masiyeti baki kılmada Al­lah'ı murakabe etti mi?» diyor. Her ne şekilde bir şey hakkında verirse, birinci sorunun cevabı da onun gibidir. Sonra şöyle denir : «Allah-u Teâlâ, velilerinden birine, kendisine düşman olmayı meydana getirecek kudreti ondan menetmekle ihsanda bulundu mu?» Eğer evet bulundu derse biz ona deriz ki;[553] Cenab-i Allah, gerçekten kendisine isyan etmeleri için ve­lilerine kudret vermez. Binâenaleyh düşmanlarına da kendisine itaat etme kuvvetini vermemesi kendisine vacip olur. Bunda ise az önce inkâr ettiği husus vardır. Eğer hayır derse Cenab-ı Hakk'ın velilerine kendisine düş­manlık yapmaları için kuvvet verdiğini iddia ediyor. Onların sözlerinden biri de «Allah-u Teâlâ, düşmanlarına düşmanlık kuvvetini vermemiştir.» sözüdür. Binâenaleyh .şimdi, «Cenab-ı Hak velilerine düşmanlık kuvvetini verdi», demeleri gerekir ki, bu da çok büyük bir sözdür.

Sonra denir ki; «Allah-u Teâlâ tââtda bulunduğu zaman, veliye, o taat için kuvvet verdi mi?» Eğer hayır derse, denir ki : «Yapmaya gücü ve kuvveti olmayan taattan uzaklaşması, kendisini58 yapmaya gücü ve kuvveti olmayan masiyetten içtinap etmesi, taata güçsüz olmasından de­ğildir. Bilakis, onun masiyeti terk etmeğe kuvveti vardı. Onların katında ise onun taat üzerine kuvveti yoktur. Bu ise en kötü bir düşünce ve ifa­dedir. Sonra, «Üzerine kadir olduğu fiil ile Allah'a dostluk yapan bir veli, yahut düşmanlıkta bulunan bir düşman var mıdır?» denir. Eğer evet vardır derse fiille beraber kudretin bulunduğunu ikrar etmiştir. Eğer hayır yoktur, derse, dostluk ve düşmanlığı kadir olmadığı [554]eyle yapmıştır ki bu da çok uzaktır. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Ve dedi : «Kime hamd ederim? Kim masiyete kadir olursa is^an eder?[555] O, peygamberdir. Kim itaat etmeğe kadir olsaydı, Allah'a it pat ederdi? O da İblistir.» Bu ifadelerine karşı denir ki : «Eğer sebebleri kastediyorsan birincisidir. Eğer kendisiyle fiil bulunan kudreti ka^d'-t-tinse, onu mümkün kılmadım. îlim ve haber hakkında da onun gabi söy­lemen gerekir.» Sonra, kendisine şöyle denir : «Kim Allah'a boyun eder­se, eğer Allah onu sevip dost edinse idi o, Allah'a itaat eder mi? Kim kr Allah kendisini sevmez, ona buğzederse, o kimse Allah'a isyan eder mi?» Buna hangi şeyle cevap verirse birinciye de o cevabı verir. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Başka biri de şöyle diyor : Kul için dünyada, kendisine «Niçin şunu yapmadın?» dendiğinde «Çünkü ben ona kadir değildim» demesinden da­ha büyük bir özür yoktur. Ahiret hakkında ki sözü de onun gibidir. Bu hususa cevap olarak denir ki : Bu kendisinden kudretin menedildiği şey hakkında özür olur.

Yoksa kudreti zayi ettiği şey hakkında ve kudretin meydana gedme­sini meneden için kesinlikle[556] Özür olmaz.

Yine böylece, dünyada şöyle demesinden daha kapsamlı özür olmaz : «Ben senin ne emrini biliyordum ve nede yasağını. Benim iğimin seni kız­dırıp öfkelendireceğini bilmiyordum. Eğer terk etmeseydi ona ulaşmağı taleb edeceği şeyi, kendisine verdiği hususlar Özür olmazdı ise de kuvvet de onun gibidir.

Sonra, o hususta yine o husus hakkında «Çünkü sen bana onu yap­mayacağımı haber verdin. Ve ben de onu böylece bilirim.» demesinden daha büyük Özür yoktur. Bunun üzerine şöyle denir : «Eğer sen onu ya­parsan, mutlaka, ben de seni cahil ve yalancı yaparım.»

Sonra, onun iğin, o husus hakkında şöyle demesinden daha büyük bir Özür yoktur : «Çünkü sen, benim yapmayacağımı bana haber verdin. Sen böyle bildiğin için buna : «Eğer sen onun yaparsan mutlaka ben seni cahil ve yalancı yaparım dedin de, ben de bunun için yapmadım.» Ve yine şöyle ifade etmesi onun için bundan daha büyük Özür bulunmaz : «Senin üzerinde benim en büyük nimetim vardır[557]. Çünkü sen beni onun üzerine kadir kıldın. Senin Rububiyet işini benim elime bıraktın ve beni onu nakzet­meğe kadir kıldın. Benim ni'm etlerimin en büyüğü senin üzerindedir61 nimetlerin en çoğu senin nezdindedir. Ona ne şeyle cevap verirse, onun için en büyük cevabı budur. Kuvvet ancak Allah'tandır. [558]


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: İmam Matüridi: Tevhid
MesajGönderilme zamanı: 17.11.11, 11:38 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı

Kayıt: 17.01.09, 20:24
Mesajlar: 55
--------------------------------------------------------------------------------

[1] Kitabın aslında «turukun» kelimesi «tarîkun» olarak yazılmıştır. Fakat «ya» nok­tasızdır.

[2] Kitabın aslında «ev- harfi mükerrerdir.

[3] Kitabın aslında «kavluhum» kelimesi «kavluhû» olarak yazılmıştır.

[4] Kitabın aslında «ğayruhû* kelimesi «ğayru» olarak yazılmıştır.

[5] «ve alâ hâze'l kavi» cümlesi kitab metninin dip notunda varid olmuştur.

[6] 230 H. / 844 M. yılı dolaylarında vefat eden Hüseyin bin Muhammed En-Neccar'm mu'tezile ile Ehli Sünnet arasında bir mezhebi vardır ki o, kendi ismi ile isimlenen bir fırkanın reisi idi- O fırkadan «Neccariye» adı ile başka bir fırka meydana çıkarak bazı işlerde Neccar'a muvafakat edip bazı işlerde de muhalefet eden ta­raftarlarının isimleri ile müstakil olarak bulundu. Muhammed bin îsa İd, Berğus lâkabı ile bilinir. Buna tabi olanların fırkası bu fırkalardan olup kendisine, «Ber-ğûsiyye. fırkası denir. Bak: (El-Fark Beyne'l-Firak, 120, 127.) İbn Murtaza, (El-Munye Ve'l - Emel) nam eserinin 27- sayfasında şöyle der : O, Ebu'l - Hüzeyl El-Allâf m meclisinde bulunurdu. Ebu'l Huzeyl'in vefat tarihi: 235 H. / 849 M. ve bak: Neybrıç'm incelemesi, «El-İntisar», s. 133, 134 ve 216-230.

[7] Kitabın aslında «kâlû» kelimesi «kale. olarak yazılmıştır.

[8] Zındık sözü, âlemin iki asıl olan ziya ve karanlıktan meydana geldiğini söyliyen mecûsilere ve maniviyye mezhebine bağlı olanlara söyleniyor idi. Sonra bu sözün anlamı genişliyerek her mulhid ve bîd'at sahibi olanlara söylenir oldu. Ve sonra daha ileri varılarak mâzhebi ehli sünnet mezhebine muhalif olan herkese veyahut ozanlar ve yazarlardan içki âleminde bulunup o yaşantıyı sürdüren kimselere söy­lenir oldu- Bak: «Tarîh-ul îlhâd Fi'l-İslâm» s. 23-53. Dr. Abdurrahman Bedevi'nin. T. Kahire, 1945 kitabının «Ez'zendeke. bahsine. Ve bak: «El-Fihrist Libn'in-Ne­dim», s. 445-473, T. El-Mektebet'üt - Ticariyye, Kahire.

[9] Seneviyye : Âlemin var olması için iki, kadîm ve idare kudretinde olan asıl ispat eden mecûsîlerden ibarettir- Bunlar, hayır ile şerri, ziya ile karanlık arasında taksim ediyorlar. Bak: Şehristânî'nin «El - Miîel ve'n - Nihal» adındaki eseri, c. II, s. 72, 23; T- Bağdat ve «El-Fihrist Libn'in-Nedim», s. 442-484; T. Kahire. El-Mektebet'üt - Ticariye.

[10] Kitabın aslında «mea» kelimesi «ve ilâ* olarak yazılmıştır.

[11] Kitabın aslında «bi'l kıdemi» kelimesi «bi'l ademî» olarak yazılmıştır.

[12] Kitabın aslında *bi kıdemi» kelimesi noktasızdır.

[13] Kitabın aslında *ve kezâlike küllü cveherin» bu ibare mükerrerdir.

[14] Ebu Bekir Muhammed bin Şebib, mu'tezile mezhebinin ileri gelen âlimlerinden biridir. îbni Murtaza onu, mezhebin yedinci tabakasında sayıp tevhîd hakkında bir kitap yazdığını zikreder- O, Nezzam'ın taraftarlarından

biri idi. Böylece ken­disi Hicrî üçüncü yüzyılın ortalarında yaşıyan bilginlerden olmuş olur. Mu'tezile, onun, mürcie mezhebini benimsemekle itham etmiştir. Bak: «El-Munye ve'1-Emel», s. 40 ve «El-Farku Beyne'l - Firak., s. 20, 69. 122, 125.

[15] Kitabın aslında «kezâlike» kelimesi «zallke» olarak yazılmıştır.

[16] Kitabın aslında «innemâ» kelimesi mükerrer olarak yarılmıştır.

[17] Kitabın aslında «es'iletun» kelimesi «esviletu» olarak yazılmıştır

[18] Bu ibare, kitabın aslının dip notunda varid olmuştur. Kendisi ile mânâ doğru ifade edilmektedir.

[19] Kitabın aslında ... kelime okunamamıştır. Kitabı yazan da buna işaret etmekte­dir. Bu işaretin de kelimenin zait oiduğunu göstermektedir. Mânâ ise onsuz da doğrudur.

[20] Kitabın aslında «haleka halkan bilâ hacetin limenâfiihîm» ibaresi, «haleka haikan bilâ hacetin tesbutu lehû limenâfühim» olarak yazılmıştır. Biz, bu ibare-siz de mânânın doğru olduğuna inanmaktayız.

[21] Kitabın aslında «limenâfü'n. kelimesi «elmenâfiu* olarak yazılmıştır.

[22] Kitabın aslında .ve kavluhû. kelimesi «vehuve kavluhû» olarak yazılmıştır.

[23] Kitabın aslında «tahte» kelimesi noktasız "te" harfi ile yazılmıştır.

[24] «Ebu Mansur rahimehullah* ibaresi, kitabın aslından tam naânâsiyle silinmiştir-İbareden hip bir iz yoktur.

[25] Kitabın aslında -velâ muhdesen* kelimesi mükerrer olarak yazılmıştır.

[26] Kitabın aslında «sebekat kudretühû» cümlesi «sebeka kadruhû» olarak yazıl­mıştır.

[27] Kitabın aslında «zâtuhû» kelimesi «fi'luhû» olarak yazılmıştır.

[28] Kitabın aslında «vahd&niyyetl mûcidihî» cümlesi «vahdaniyyetuhû mevcûduhû» olarak yaalmıgür.

[29] İmam Matüridi, Tevhid, Hicret Yayınları: 227-248.

[30] Kitabın aslında -yulâimuhû» kelimesi «yulâvimuhû» olarak yazılmıştır.

[31] Kitabın aslında .fimâ yedulluhû. cümlesi «fîmâ lehû yedüllühû. olarak yazılmıştır.

[32] Kitabın aslında «feyectenibu» kelimesi noktansızdır.

[33] Kitabın aslında «feyüs'idu» kelimesi «feyus'idu vahdehû» olarak varid olmuştur

[34] İmam Matüridi, Tevhid, Hicret Yayınları: 248-251.

[35] Kitabın aslında .ed'da'nu ve zaane» kelimeleri, göç etti anlammadır. Kamus-u mu­hit maddesine bak.

[36] Kitabın aslında «el'isneyni» kelimesi «isneyni. olarak yazılmıştır.

[37] Kitabın aslında «illâ» kelimesi <inlâ> olarak yazılmıştır. Ben onu «illâ» ile tashih ettim.

[38] Kitabın aslında «ğayrihâ» kelimesi •gayri* olarak yazılmıştır.

[39] Kitabın aslında «tûcedu» kelimesi «yûcedu* olarak yazılmıştır.

[40] Kitabın aslında «fesebete» kelimesi «kad fesebete» olarak yazılmıştır.

[41] Kitabın aslında «neterektuhû» kelimesi «terektuhû» olarak yazılmıştır.

[42] Kitabın aslanda «vekânâ» kelimesi «vekâne» olarak yazılmıştır.

[43] Kitabın aslında .gayrihî. kelimesi -gayrî» olarak yazılmıştır

[44] İmam Matüridi, Tevhid, Hicret Yayınları: 251-256.

[45] Kitabın aslında «yeerî» kelimesi dip not olarak yazılmıştır.

[46] Kitabın aslında «vecedehû» kelimesi «veceduhû. olarak yazılmıştır.

[47] Kitabın aslında «vehuve mea zâlike bâridun» ibaresi «vehuve zâlike vehuve nâdirim* olarak yazılmıştır.

[48] Kitabın aslında «el'cevâhira» kelimesi «el'civâra» olarak yazılmıştır

[49] Kitabm aslında «kâne» kelimesi «mâ kâne> olarak yazılmıştır.

[50] Kamusta «Rüzgâr, Batı rüzgârı'na dönüştü» denildiğinde denir ki o, şimalden esen rüzgâr'a tekabül eder.

[51] Aslında «vefi'htilâfiha ve'tilâfihâ» ibaresi «ve'htilâfuhâ ve'tüâfuhâ fi» böyle­ce yazılmıştır.

[52] Kitabın ashnda «tekûnıu kelimesi «yekûnu» olarak yazılmıştır.

[53] Kitabın ashnda *iz> kelimesi <izâ» olarak yazılmıştır.

[54] Kitabın aslının dip notunda «el'-ıynu zıhâbu sur'atin* ibaresi varid olmuştur ki bununla mânâ doğru olur.

[55] Kitabın aslındaki dip notta kitabı yazan bu ibarenin metinden olduğuna işaret eden kaydiyle bu ibare yazılmıştır

[56] Kitabın aslında «velâ» kelimesi «en lâ» olarak yazılmıştır.

[57] Kitabın aslında •es'sâniu. kelimesi «es'smâu» olarak yazılmıştır.

[58] Kitabın aslında «yekûnu, kelimesi «tekûnu» olarak yazılmıştır.

[59] Kitabın aslında «ileyhâ» kelimesi •ileyhi» olarak yazılmıştır.

[60] Kitabın aslında «tet'abu» kelimesi noktasız olarak yazılmıştır.

[61] Musannif «el'aynu» kelimesiyle cevheri kastediyor.

[62] Kitabın aslında «el'ciddetu» noktasızdır. O, «el'milku» veyahut «lehû» mekulesi-dir. Bak: Gazâlî'nin : Mi'yâru'l - îlmi Fî - Fenni'l - Mantık, s. 200 ve 208 ve Yu­suf Kerem'in .Tarîhu'l - Felsefeti'l - Yunam'ye», s.

120 T. Kahire, 1946.

[63] Kitabın aslında =semmete mâ zükire» ibaresi .ve semmete fîmâ yezkuru» olarak yazılmıştır.

[64] Kitabın aslında .veameluhû» kelimesi .veilrauhû» olarak yazılmıştır. Ben dip notta olarak tashih ettim.

[65] Kitabın aslında «ve itbâin» cümlesi «ve'l itbâi» olarak yazılmıştır, (be) harfi ise noktasızdır.

[66] Kitabın aslında «bimâihâ kaalebethâ» ibaresi «alâ gayri bimâihâ kallebethu»

olarak yazılmıştır. Kitabı nesheden, dip notta şu ibareyi ilâve etmiştir: .bimâihâ gayri mâihâ». Eğer kitabı neshedenin ilâve ettiği ibareyi kabul edecek olursak, ibare «alâ gayri bimâihâ gayri mâihâ bimâihâ kallebethu> bu şekilde ifade edi­lir. Burada «mâihâ» kelimesinden «bimâhiyetihâ» kelimesini kasdetmektedir. Buna göre ibarenin mânâsı şöyle olur : Hehûlâya hâkim ve müessir olan kuvvet, haki­katen heyulayı değişikliğe uğrattı ve onun mahiyetindeki kuvvetiyle onu değiştirdi

[67] Kitabın aslında «alâ fenâi mâkallebehû. ibaresi «alâ fenâihâ kallebethu» olarak yazılmıştır. Bu hususu kitabın dip notunda tashih ettim ve bu tashihi ihtiyar ettim.

[68] Kitabın aslında «ve hazâ» kelimesi «ve huve» olarak yazılmıştır.

[69] Nezzam, Basra mutezilelerinin ileri gelenlerinden biri olan Ebu İshak İbrahim bin Seyyar bin Hani'dir. Kendisi 221 H. / 835 M- yahut 231 H. / 845 M. yılı içinde vefat etti- Bak: Doktor Muhammed Abdülhadi bu Reyde'nin .Kitâb-u İbra­him bin Seyyar en-Nezzam», T. Kahire, 1946, M.

[70] Kitabın aslında *leyset bitaviletin* cümlesi «Ieyse bitavîlin» olarak yazılmıştır.

[71] Kitabın aslında «sâret» kelimesi *sâre> olarak yazılmıştır.

[72] Kitabın aslında «tavîleten» kelimesi «tavîl» olarak yazılmıştır.

[73] Kitabın aslında «innehû» kelimesi «el'emru mnehû» olarak yazılmıştır.

[74] İmam Matüridi, Tevhid, Hicret Yayınları: 256-270.

[75] Sümeniyye oğulları budîstlerdir. îslâmdan önce Mavera'un - Nehir ülkelerinin hal­kının çoğunluğu bu mezhepten idi. Sümeniler demek, Sümeniyye'ye mensup oldu­ğunu ifade eder. Onlar, yeryüzü ehlinin ve dinlerin en cümert olanlarıdır. Onların mezhebi, şeytanı reddetmek üzere kurulmuştur. Bak: Kitab'ül - Fihrist, Li-îbn'in -Nedîm., s- 484, T. Kahire, El-Mektebet'üt - Ticâriyye.

[76] Bu ibarenin metinden olduğuna işaret edilmesiyle beraber dip notta varid olmuştur.

[77] İmam Matüridi, Tevhid, Hicret Yayınları: 270-271.

[78] Kitabın aslında «esbetû» kelimesi «esbete» olarak yazılmıştır.

[79] Kitabın aslında «elzemû» kelimesi elzeme» olarak yazılmıştır.

[80] Kitabın aslında «yekûlü» kelimesi .yekûmu» olarak yazılmıştır.

[81] Kitabın aslında «lehâ» kelimesi «lehû» olarak yazılmıştır.

[82] Kitabın aslında «el'havâssi» kelimesi «el'hâssi» olarak yazılmıştır.

[83] «Mümteddü» kelimesi kitabın aslında böyle yazılmıştır. Onun «yümkinu» kelime­siyle tashih edilmesi doğru olur.

[84] Kitabın aslında «nakîda» kelimesindeki «nun», .ya. ve «dat» harfleri noktasızdır.

[85] Kitabın aslında «ellezî yecidu» cümlesi -eUezîne yecidû. olarak yazılmıştır.

[86] Kitabın aslında .bimâ. kelimesi .imâ» olarak yazılmıştır.

[87] Kitabın aslında «ğaşiye» kelimesi noktasızdır.

[88] Kitabın aslında «seterehû» kelimesi merbut noktalı 4a» iledir.

[89] Kitabın aslında «el'cedbu» kelimesi «el'ciddu» olarak yazılmıştır-

[90] Kitabın aslında «küllünü» kelimesi «kullu» olarak yazılmıştır.

[91] Kitabın aslında «hayyeten meyyiteten» kelimeleri -hayyen meyyiten» olarak ya­zılmıştır.

[92] Kitabın aslında ya'rifuhâ» kelimesi «ya'rifuhû» olarak yazılmıştır.

[93] Kitabın aslında «yağtezî» kelimesinde «ya», «ğayuı» ve «za>» harfleri noktasızdır

[94] Kitabın aslında «yahtemilu» kelimesi «veyahtemilu» olarak yazılmıştır.

[95] İmam Matüridi, Tevhid, Hicret Yayınları: 271-276.

[96] Kitabın aslında «gayre mûtenâhiyetin. kelimesi «gayrî mütenâhin» olarak yazılmıştır.

[97] Kitabın aslında bu «fâilete* kelime noktasızdır.

[98] Kitabın aslında «fâilete» kelimesi .faile» olarak yazılmıştır.

[99] Kitabın aslında «âyisen» kelimesi böylece noktasız olarak yazılmıştır. Biz musanni­fin «eyese. kelimesi ile «kahera» mânâsını kasdettiğine inanıyoruz. Kamusta da gerçekten «el'eysu» kelimesinin mânâsı «el'kahru» olduğu yazılmaktadır. Bunun mânâsı doğrudur.

[100] Kitabın aslında «lâ* edatı «illâ. olarak varid olmuştur.

[101] Kitabın aslında «zî» kelimesi «ev zî» olarak yazılmıştır-

[102] Kitabın aslında «beğat» kelimesi noktasızdır.

[103] Kitabın aslında •minhâ. kelimesi «minhu» olarak yazılmıştır.

[104] Kitabın aslında «tedfeuhû» kelimesi «yedfeuhû» şeklinde varid olmuştur.

[105] Kitabın aslında «nefsini, kelimesi «nefsihû olarak yazılmıştır.

[106] Kitabın aslında «lizâlike» kelimesi cvezâlike» olarak yazılmıştır.

[107] Kitabın aslında «bicevherihî» kelimesi «bicevherin» olarak yazılmıştır.

[108] Kitabın aslında kelime noktasız olarak varid olmuştur.

[109] Kitabın aslında «eleyse ba'du» ibaresi «eleyse küllü ba'de» olarak yazılmıştır.

[110] Kitabın aslında «ev mütemâssîne» ibaresi dip not halinde yazılmıştır.

[111] Kitabın aslında «el'fecru» kelimesi noktasız «ha» harfi ile yazılmıştır.

[112] Kitabın aslında «iz» kelimesi *izâ> olarak yazılmıştır.

[113] Kitabın aslında «yuhbirûne» kelimesi .mın» harfinden başkası noktasız olarak ya­zılmıştır.

[114] Kitabın aslında «haberun» kelimesi «lıayrun» olarak yazılmıştır.

[115] Kitabın aslında «vukuunu» kelimesi «ve kuvvetlin» olarak yazılmıştır.

[116] Kitabın aslında «el'âmireyni» kelimesi «el'emreyni» olarak yazılmıştır.

[117] İmam Matüridi, Tevhid, Hicret Yayınları: 276-284.

[118] Disaniye bir fırkadır ki, onun reisi olan Disan'm adı ile bilinir. Disan, esasta bir nehrin ismidir ki, bu fırkanın kurucusu o nehrin kenarında doğmuştur. Bunun için doğmuş olduğu nehrin ismi ile çağrılmıştır- Kendisi, Maniviyye mezhebinin kuru­cusundan önce gelmişti. Her iki mezhep de birbirlerine yakındırlar. Bunlar, âlemin İki aslı bulunduğunu, onlarm da ziya ile karanlığın olduğunu söylerler. Fakat sı­fatlan ve kurtulmaları ve imtizaç etmelerinin keyfiyeti hakkında ihtilâf etmişler­dir. Bak: «İbni - Nedim'in "El-Fihrist" adındaki eseri, s. 474, T. Kahire, El-Mekte-bet'üt - Ticârİyye ve Şehristânî'nin. «El-MÎIel ve'n-Nihal», c II, s- 88, 89, T. Bağ­dat.

[119] Kitabın aslında «limâ» kelimesi «mâ» olarak yazılmıştır.

[120] Kitabın aslında «haşûnetuhâ. kelimesi «haşûnetuhû» olarak yazılmıştır.

[121] Kitabın aslında «eş-şekku» kelimesindeki «sın» harfi noktasızdır.

[122] Kitabın aehnda .ve kezâlike» kelimesi «vezâlike» olarak yazılmıştır

[123] Kitabm aslında «bivesâkihâ. kelimesi .bivesâkıhî» olarak yazılmıştır.

[124] Kitabın aslında bu ibare, dip not olarak varid olmuştur. Onunla mânâ doğru olur.

[125] Kitabın aslında .el'imtizâcu» kelimesi «fi'l imtizacı» olarak yazılmıştır.

[126] Kitabın aslında «sümme» kelimesi noktasız olarak yazılmıştır.

[127] Kitabin aslında «yurcâ» kelimesi noktasız olarak yazılmıştır.

[128] Kitabın aslında «bade. kelimesinde «be» harfi noktasızdır.

[129] «Liyesiîe» metinin dip notunda varid olmuştur.

[130] Kitabın aslında «ve ta'zîme» kelimesi «ve liazîmin» olarak yazılmıştır.

[131] Kitabın aslında «ya'melu» kelimesi «ya'lemu. olarak yazılmıştır. Dip notta bunu düzelttim.

[132] Kitabın aslında «vehuve» kelimesi mükerrer olarak yazılmıştır.

[133] Kitabın aslında kelime farklı yazılmıştır.

[134] O, iki Ca'fer'den biridir. Birincisi, Ca'fer bin Harb ki, mu'tezile mezhebinin ileri ge­len âlimlerinden «Ebu'l- Fadl» künyesiyle bilinir ve onların yedinci tabakasındandır. Bu yedinci tabaka, Muhammed bin gebib'in bulunduğu tabakanın aynısıdır. İkincisi ise, Ebu Muhammed, Ca'fer bin Mübeşşir'dir. Her ikisi ile örnek verilirdi- Ve şöyle denirdi : İki Ca'fer'in ilmi ve zühtü tıpkı İyi gidişatta iki Ömer'le örnek verildiği gi­bi. Bak : «El-Münye Ve'1-Emel», s. 41, 42, 43 ve El-İntisar, s. 231.

[135] Kitabın aslında <yenfahu» kelimesi noktasızdır. Manâsı ise azap ve elem verir de­mektir. Ramus'un «nefeha. maddesine bak.

[136] Kitabın aslında «bi't-tesniyeti» kelimesi noktasızdır.

[137] İmam Matüridi, Tevhid, Hicret Yayınları: 284-293.

[138] Markiyûnîler Markİyon'un (Marcîon) mezhebini benîmsiyenlerdir. Onlar, Dîsânîler-den önce gelmişlerdir. Ve kendileri Hristiyanlardan bir taife olup Menâniyye ve Di-Şâniyye mezheplerine çok yakındır. Onlar, kadim olan ziya ve karanlıktan ibaret olan iki asim bulunduğunu ispat ettiler ve yine üçüncü bir asıl ispat ettiler ki, o, orta ve

ceraedici bir karakterde bulunup onunla imtizaç hasıl olmuştur. îbni Nedim'in, «El-Fihrist» adındaki eseri, s- 474, T. El-Mektebet'ül - Ticariyye, Kahire, Şehristânî'nİn .El-Milel Ve'n-Nihal», c. 2, s. 89-91, T. Bağdad eserine bak.

[139] Kitabın aslında bu kelimeden sonra «ba'de'ssuâli min ennehum min eyne kâlû» yani »onlardan sualden sonra, onlar nereden söylediler?» anlamını taşıyan ibare varid ol­muştur ki, onunla manâ doğru olmaz-

[140] Kitabm aslında buradaki kelime okunamamıştır.

[141] İmam Matüridi, Tevhid, Hicret Yayınları: 293-295.

[142] Şehristânî'nİn «El-Milel Ve'n - Nihal» adlı eserindeki sözlerinden şunlar istinbat edil­miştir : Gerçekten mecûsîler ziya ve karanlıktan ibaret olan âlemin iki kadim aslı bulunduğunu söyliyen seneviyelerden ibarettir. Fakat o, bunları asıl mecûsî­ler seneviyelerden ayırıyor ki, onlar, iki aslın kadim ve ezelî olmaları caiz değildir, bilakis ziya ezelîdir, karanlık da sonradan var olan hadistir, diye İddia etmişlerdir-Sonra yine kendi aralarında karanlığın hadis olmasının sebebleri hakkında ihtilâf etmişlerdir. Biz şuna inanıyoruz ki : Gerçekten Mâtürîdî burada asıl mecûsîlerden bahsediyor. Bak : Şehristânî'nİn «El'Milel Ve'n-Nihal», c. 2, s. 72, 73, T. Bağdad.

[143] Kitabın, aslında *istecâzû> kelimesi noktasız "ra" harfi olarak yazılmıştır.

[144] Kitabın aslında «bifi'lin» kelimesi «yefalu» olarak yazılmıştır.

[145] Kitabın metninde «ve kâne minhıu ibaresinden sonra «fekad minhu» ibaresi varit olmuştur. Onsuz da manâsı doğrudur.

[146] Kitabın aslında «eş'gerru» kelimesinden sonra «el'hayru. kelimesi varid olmuştur^ Onsuz da mâna doğrudur.

[147] Kitabın aslında -tenfau. kelimesi «yenfau» olarak yazılmıştır.

[148] Kitabın aslında bu ibare .felem yedurr Iienfusihâ mu'ziyeten» olarak varid olmuştur-

[149] Kitabın aslında «cealehâ» kelimesi «ceale» olarak yazılmıştır.

[150] Kitabın aslında «tenfau» kelimesi «ve yerfau» olarak yazılmıştır»

[151] Kitabın aslında «bi'nniami. kelimesi noktalı 'ğayn' harfi ile yazılmıştır.

[152] Kitabın aslında *cemîu» kelimesi «cem'u» olarak yazılmıştır.

[153] Kitabın aslında «iberan» kelimesi noktasız olarak yazılmıştır.

[154] Kitabın aslında *bimuâdâtin> kelimesi, açık 'te' harfi ile yazılmıştır

[155] «veibkâi» kelimesiyle «veittikâi» kelimesini kasdetmiştir. Fakat böyle olmasını tasvip etmek güçtür. Çünkü ondan sonra gelen kelime okunmamaktadır.Kitabın aslında *........> kelime okunamamiştır-

Kitabın aslında «limekrûhetin» kelimesinde 'te' harfi noktasızdır.

[156] Kitabın aslında .hissin» kelimesi 'ha' harfi olmadan yazılmıştır.

[157] Kitabın aslında «hakâikehâ- kelimesi .vehakâikuhâ» olarak yazılmıştır

[158] Kitabın aslında *ve yünşiuhâ» kelimesi noktasızdır.

[159] Kitabın aslında «yerâ» kelimesi ierâ» olarak yazılmıştır

[160] İmam Matüridi, Tevhid, Hicret Yayınları: 295-300.

[161] Kitabın aslında «risâletuhû» kelimesi »lirisâletihî» olarak yazılmıştır.

[162] Kitabın aslında «küllin» kelimesi «likülli» olarak yazılmıştır.

[163] Kitabın aslında «yenâluhâ» kelimesi <yenâlü. olarak yazılmıştır.

[164] Kitabın aslında -yedfeuhû» kelimesi «yedfeu» olarak yazılmıştır.

[165] Kitabın aslında «aybun» kelimesi noktasız olarak gelmiştir.

[166] Kitabın aslında «lihikmetin. kelimesi «el'hikmetu» olarak yazılmıştır.

[167] Kitabın aslında «liba'dın. kelimesi, «biba'duu olarak yazılmıştır.

[168] Kitabın aslında «veyestevcibu» kelimesi «veyestevcibû» olarak yazılmıştır.

[169] Kitabın aslında .kerîmen» kelimesi «lirubbemâ» olarak yazılmıştır.

[170] Kitabın aslında .liyedüllûhum» kelimesi «liyedüllühüm» olarak yazılmıştır.

[171] Kitabın aslında «vemedârin» kelimesf <vemefârin> olarak yazılmıştır.

[172] Kitabın aslında «el'mihnetu» kelimesi noktasızdır-

[173] Kitabın aslında .ağziyetün» kelimesi «fî ağziyetin» olarak yazılmıştır.

[174] Kitabın aslında «menaha* kelimesi noktasız olarak gelmiştir.

[175] Kitabın aslında «min» kelimesi «minhu» olarak yazılmıştır.

[176] «Mîn'el umûri» bu ibare, metnin aslından olduğuna işaret edilmekle beraber metnin dip notunda yazılmıştır.

[177] Kitabın aslında «indehum» cümlesinden sonra «lehum» kelimesi varid olmuştur. Onsuz da manâ doğru olur.

[178] Kitabın aslında «vessale» kelimesi şekilsizdir.

[179] Kitabın aslında «yu'teberu. kelimesi «veyu'teberu» olarak yazılmıştır.

[180] Kitabın aslında bu ibare metinden olduğuna işaret edilmekle birlikte dip notta yazıl­mıştır.

[181] Kitabın aslında «bezlu» kelimesi noktasız «dâl» harfi iledir.

[182] Kitabın aslında -veyeruddühâ- kelimesi «veyeruddü» olarak gelmiştir-

[183] Kitabın aslında «na'lemu» kelimesi noktasız olarak yazılmıştır.

[184] Kitabın aslında «el'hakkı. kelimesi mükerrerdir.

[185] Kitabın aslında «el'eşğale» kelimesi noktasızdır.

[186] Kitabın aslında «lir'rusüli» kelimesi «er'rusülü. olarak yazılmıştır.

[187] Kitabın aslında «tüfâdîhâ» kelimesi noktasız ve 'ye' harfi bulunmadan yazılmıştır'

[188] Kitabın aslında »bil muâzereti» kelimesi «bil mevâddi» olarak yazılmıştır.

[189] Kitabın aslında «âyene» kelimesinden sonra .aleyhi. kBİîm«i yazılmıştır ki, onsuz da manâ doğru olur.

[190] Kitabın aslında «ma'rûfun* kelimesi «mu'rafün» olarak yazılmıştır.

[191] Kitabın aslında fetecîu» kelimesi «mecîun» olarak yazümıştir

[192] Kitabın aslında, metinden olduğunu işaretle beraber «kelimetuhum. cümlesi dip notta varid olmuştur.

[193] O, Ebu İsâ El-Verrâk'dır. Mulhid ve Rafızî olan ibni Râvendî'nin de hocosıdır. Kendisi Seneviyye ve Menâniyye mezhebinden olup râfızlüği ortaya koymuştur. Hicrî 247 yılında ölmüştür. Bak : «EUhtisâr», s. 38, 97, 149, 150, 152, 155, 205, 241.

[194] Kitabın aslında «lehum» kelimesi «lehû» olarak varid olmuştur. Ben onu dip notta «Iehum> olarak tashih ettim.

[195] Kitabın aslında «zâlike» kelimesinin metinden olduğuna işaret edilmekle beraber dip not olarak yazılmıştır.

[196] Kitabın aslında «anhum. kelimesi «anhu» olarak yazılmıştır.

[197] Kitabın aslında -sahibûhum» kelimesi «sahibûhu* olarak yazılmıştır.

[198] Kitabın aslında «fevecedûhum» kelimesi «fevecedûhu. olarak yazılmıştır.

[199] Kitabın aslında «zahirîne esfiyâe etkıyâe. ibaresi, «zâhîran safîyyen takıy-yen* olarak yazılmıştır.

[200] Kitabın aslında «ahvâlinim» kelimesi .ahvâlîhû olarak yazılmıştır.

[201] Kitabın aslında «kevnuhum» kelimesi «kevnuhû- olarak yazılmıştır.

[202] Kitabın aslında «yukîmuhum. kelimesi «yukimuhû- olarak yazılmıştır.

[203] Kitabın aslında «veyec'aluhum. kelimesi «veyec'alühû» olarak yazılmıştır.

[204] Kitabın aslında <umenâe» kelimesi «emînen» olarak yazılmıştır.

[205] Kitabın aslında «umûrehum» kelimesi «umûrehû» olarak yazılmıştır.

[206] Kitabın aslında «ekramehum» kelimesi «er'ramemu- olarak yazılmıştır.

[207] Kitabın aslında «umenâu. kelimesi «âminen» olarak yazılmıştır.

[208] Kitabın aslında «vahyihî. kelimesi «vechi. olarak yazılmıştır.

[209] Kitabın aslında «fehum. kelimesi «fehuve» olarak yazılmıştır.

[210] Kitabın aslında -men» kelimesi «mimmâ> olarak yazılmış ve silinmiştir.

[211] Bu ibare ile Allah-u Teâlâ'nın şu âyetlerine işaret ediyor : «Ey Resulüm de ki: Yemîn olsun, eğer insanlar ve cinler, bu Kur'an'm benzerini getirmek üzere top-lansalar, birbirlerine yardımcı da olsalar, yine onun benzerini getiremezler.» (Isra sûresi, âyet 88). «Haydi Kur'an gibi bir söz getirsinler, eğer doğru söyiiyenler-se...» (Tur sûresi, âyet 34).

[212] Bakara, âyet, 94.

[213] Al-i İmran, âyet, 61.

[214] Hûd, âyet, 55

[215] El-Mâide, âyet, 67

[216] îsrâ sûresi, âyet. 88

[217] Kitabın aslında *neşee» kelimesi «nüşûun» olarak yazılmıştır.

[218] Kitabın aslında «nüşûihî» kelimesi .nesûhu. olarak yazılmıştır.

[219] İmam Matüridi, Tevhid, Hicret Yayınları: 301-324.

[220] O, Ebul Hüseyin Ahmet bin Yahya bin İshak Er-Râvendî'dir. Râvend, Isfahan do­laylarında bir köyün adıdır. Kendisi oraya nisbet edilmiştir. Bağdad'a yerleşmiş olup ilk günlerinde mu'tezile mezhebinden idi. Sonra onlardan ayrılıp mulhid ve zmdık oldu. Kendisi, 205 H. / 820 M- ile 215 H- / 830 M. yılları arasında doğmuş­tur. Vefatı ise 250 H. / 884 M. yılı içinde vukubulmuştur ve yine 298 H. / 910 M. ile 301 H. / 913 M- yılları arasında vefat ettiği de söylenir. Bak: Naybrıc'ın «Mu-kadime»sinden, Hayyât'ın, «El-İntisar. adlı eseri, s. 25-41.

[221] Kitabın aslında «hattâ» kelimesi «la hattâ» olarak yazılmıştır,

[222] El-Âraf, âyet, 157.

[223] El-Feth, âyet, 29.

[224] EI-Bakara, âyet, 146.

[225] Bak: Cin sûresi, âyet, 72.

[226] Kitabın aslında •min. kelimesi metinin aslından olduğuna işaret edilmekle birlikte, dip not olarak gelmiştir.

[227] El-Bakara, âyet, 94.

[228] El-Feth, âyet, 27.

[229] Es-Saff, âyet, 9.

[230] El-Ankebut, âyet,

[231] Kitabın aslında .kelime okımamamıştır.

[232] Kitabın asbnda «ezhara» kelimesi «zahara. olarak yazılmıştır

[233] Kitabın aslında «tübbeu» kelimesi, ne noktalıdır ve ne de harekeli.

[234] Kitabın aslında «ihtemele» kelimesinin metine âit olduğuna işaret edilmekle bera­ber, dipnot olarak yazılmıştır.

[235] En-Nahl. âyet, 48. El-Enbiya, âyet, 7.

[236] Eg-Şuarâ, âyet, 197.

[237] Kitabın aslında -.. kelime okunamamıştır.

[238] Kitabın aslında «et'tab'u» kelimesi cet'tabhu» olarak yazılmıştır.

[239] Kitabın aslında .âleme» kelimesi şekilsiz bir haldedir.

[240] İmam Matüridi, Tevhid, Hicret Yayınları:324-336.

[241] Patır, âyet, 8.

[242] Eş-Şûarâ, âyet, 3,

[243] En-Nahl, âyet, 127.

[244] Et-Tevbe, ayet, 128.

[245] El-İsra, âyet, 29.

[246] Kitabın aslında «el'akviyâu» kelimesi «li'l akviyâi» olarak yazılmıştır.

[247] Kitabın aslında «zâlike» kelimesi metinden olduğuna işaret edilmekle birlikte dip­notta varid olmuştur.

[248] Kitabın aslında «muvâlâtu» kelimesi «mevlâhu» olarak yazılmıştır.

[249] Âli Imran, âyet, 144

[250] El-Bakara, âyet, 217.

[251] Kitabın aslında «yuktelu» kelimesi noktasız olarak varid olmuştur.

Kitabın aslında .en'nâkibîne» kelimesi noktasız olarak varid olmuştur. Manası : înharaf edenlerdir. Bak: Kamus'un *nekebe» maddesine.

[252] Kitabın aslında «elmuşârifîne» kelimesi noktasızdır. Mânâsı: Fitne sahihleri de­mektir- Hadîs-i Şerifte «Siz» kapkaranlık fitneler gelmiştir.» Bak : Kamus, *eg'-gerefu» maddesi.

[253] Kitabın aslında «beasehû» kelimesi noktasızdır.

[254] Kitabın aslında «aleyhim, kelimesi «aleyhi» olarak yazılmıştır.

[255] Kitabın aslında «sümme mâ fîhi» cümlesi «temme mâ fîhi'I ukûlu» olarak yazıl­mıştır.

[256] Kitabın aslında «fema» kelimesi «fîmâ» olarak yazılmıştır.

[257] Kitabın aslanda «kafiyetün» kelimesi *el'kafiyetu. olarak yazılmıştır.

[258] Patır, âyet, 24.

[259] El-Mümünûn, fiyet, 44.

[260] El-Maide, âyet, 15-

[261] El-Cum'a, âyet, 2.

[262] E§-Şûra, âyet, 7.

[263] Tâhâ, âyet, 134.

[264] Fatır, âyet, 42.

[265] El-Mümünûn, âyet, 69

[266] Hûd, âyet, 49.

[267] El-A'lâ, âyet, 6.

[268] El-Kıyâme, âyet, 16.

[269] EI-Ankebût, âyet, 48.

[270] Kitabın aslında «anhu» kelimesi «minhu» olarak yazılmıştır.

[271] Kitabın aslında «durubuhû. kelimesi «min durubihî» seklinde ve noktasız olarak yazılmıştır.

[272] Yunus, âyet, 38.

[273] Yunus, âyet, 16.

[274] Sebe\ âyet, 40

[275] Saâd, âyet, 86.

[276] Ez-Zuhruf, âyet, 24.

[277] Âl-i İmrân, âyet, 64.

[278] Kitabın aslında .bihî* kelimesi «icabetim, olarak yazılmıştır.

[279] Kitabın aslında «ennehû. kelimesi mükerrerdir-,

[280] El-îsrâ, âyet, 88.

[281] El-Hakka, âyet, 41.

[282] Tâhâ, âyet. 133.

[283] Sââd, âyet, 29.

[284] El-Kasas, âyet, 49.

[285] Kitabın aslında -da'vetuhû» kelimesi «da'vetuhum» olarak gelmiştir.

[286] Gafir, âyet, 51.

[287] El-Mücâdile, âyet. 21.

[288] Kitabın aslında «ennehû» kelimesi «iz» olarak gelmiştir.

[289] Ed1 - Duhâ, âyet, 8.

[290] Et' Tevbe, âyet, 28

[291] Et-Tevbe, âyet, 40.

[292] Et' Tevbe, âyet, 25.

[293] El-Haşr, âyet, 6

[294] Kitabın aslında «ve'l edilletu» kelimesi metnin dip notunda gelmiştir.

[295] Eş-Şûarâ, âyet, 221.

[296] Es-Saff, âyet, 9.; El-Feth, âyet, 28,; Et-Tevbe, âyet, 33.

[297] Et-Tevbe, âyet, 32.

[298] El-Kamer, âyet, 44.

[299] El-Hicr, âyet, 95.

[300] Et-Tevbe, âyet, 14.

[301] Er-Ra'd, âyet, 41.

[302] Er-Ra'd, âyet, 31.

[303] EI-Enfal, âyet, 7

[304] Âl-i İmrân, âyet, 152.

[305] Kitabın aslında «mimmen. kelimesi «men» olarak yazılmıştır.

[306] İmam Matüridi, Tevhid, Hicret Yayınları:337-349.

[307] Kitabın aslında -et'tedbîri» kelimesi «el'bedeneyni. olarak yazılmıştır. Kelimedeki birinci "nun" ve "ye" harfi noktasızdır. Ben onu dip notta >bi't - tedbîri» olarak tashih ettim.

[308] Kitabın aslında el'bezri» kelimesi noktasızdır.

[309] Kitabın aslında «halle» kelimesi «vehalle» olarak yazılmıştır.

[310] Kitabini aslında «fehuve» kelimesi «fehum» olarak yazılmıştır.

[311] Kitabın aslında «el'yesa'» kelimesi noktasızdır. Kendisi Peygamberdir. Kur'ân-ı Ke-rîm'in En'âm sûresi, 86. âyet ve Sââd sûresi, 48. âyette zikredilmiştir.

[312] Kitabın aslında metninden olduğu işaret edilmekle beraber .Yuşa' bin Nun» dip notta varid olmuştur. Bak : El-Ahd'ü - Kadîm : YÛşa' : El-İshah El-Evvel.

[313] Kitabın aslında -bîfi'lihî* kelimesi «bifi'lin. olarak yazılmıştır.

[314] İmam Matüridi, Tevhid, Hicret Yayınları: 349-352.

[315] Kitabın aslında «netekellemu» kelimesi «nükellimu» olarak yazılmıştır.

[316] Kitabın aslında «ebî» kelimesi <ebun> olarak yazılmıştır.

[317] Kitabın aslında «bi'l celîli minel umûri» cümlesi «bi'l cülleti ye bi'l umûri* olarak yazılmıştır.

[318] Kitabın aslında, metinden olduğuna işaret edilmekle beraber, «İhâleti» kelimesi dip notta varid olmuştur.

[319] Kitabın aslında «el'uzamâu* kelimesi noktasız ve hemzesiz olarak yazılmıştır-

[320] İmam Matüridi, Tevhid, Hicret Yayınları:352-355.

[321] Kitabın aslında bu ibare, metnin aslından olduğuna işaret edilmekle birlikte, dip not olarak yazılmıştır.

[322] Kitabın aslında «el'kezibu» kelimesinden sonra «hükmühû» kelimesi yazılmıştır.

[323] Kitabın aslında «alâ» kelimesi «an* olarak yazılmıştır.

[324] Kitabın aslında «lihikmetin* kelimesi «hikmetin» olarak yazılmıştır.

[325] Kitabın aslmda «ve ünşie» kelimesi «ve inşâen» olarak yazılmıştır.

[326] Kitabın aslmda «hakîmin» kelimesi «halîmin» olarak yazılmıştır.

[327] .Kitabın aslında mimmen kelimesi men olarak yazılmıştır.

[328] Kitabm aslında «ves'selvâ» kelimesi »ves'selûhu» olarak yazılmıştır.

[329] Kitabın aslında <cevâzi» kelimesi keskin "ze" harfi bulunmaksızın yazılmıştır.

[330] "Kitabın aslında «el'beşeri» kelimesi «min'el - beşeri» olarak yazılmıştır.

[331] Kitabın aslında .feyaktülûhum» kelimesi .feyaktülûhu» olarak yazılmıştır.

[332] Kitabın aslında «ahberahum» kelimesi *ahberehû» olarak yazılmıştır. Kitabın aslında «hayâtihim» kelimesi »hayatini» olarak yazılmıştır.

[333] Kitabın aslında «batale» kelimesi metinden olduğuna işaret edilmekle beraber met­nin dip notunda varid olmuştur.

[334] Kitabın aslında «alâ- kelimesi «min» olarak varid olmuştur- Kitabın aslında eel'hukemâu» kelimesi »hükmen» olarak varid olmuştur

[335] Kitabın aslında «erkadîmetu» kelimesi «el'kadîmu» olarak varid olmatjtur.

[336] Kitabın aslında «bisefehihf» kelimesi «bisefehin» olarak varid olmuştur.

[337] Kitabın aslında .fehavduhû» kelimesi noktasız "sad" harfi ile yazılmıştır.

[338] El-Enbiyâ, âyet, 23.

[339] İmam Matüridi, Tevhid, Hicret Yayınları:355-363.

[340] Kitabın aslında « ibare okunamamıgtır.

[341] El-Enbiyâ, âyet,23

[342]Kitabın aslında «el'a'mâlu*- kelimesi mükerrer olarak yazılmıştır.

[343] Kitabın aslında «aleyhi» kelimesi «fîhi> olarak yazılmıştır

[344] Kitabın aslında .teâlâ» kelimesinden sonra -en» kelimesi yaalmıgtır

[345] En-Nisâ, âyet, 82

[346] Kitabın aslında «tabîatin» kelimesi «tab'uhû» olarak yazılmıştır.

[347] Kitabm aslında «ve tüzeyyinuhâ» kelimesi «veyüzeyyinuhû. olarak yazılmıştır.

[348] Metnin aslından olduğuna işaret edilmekle beraber, bu ibaresi dip notta varid olmuştur.

[349] Kitabın aslında «min. kelimesi .an. olarak yazılmıştır.

[350] Kitabın aslında «ve'l hakku» kelimesinde .elif- harfi «vav» harfinden önce yazıl­mıştır.

[351] Kitabın aslında *lem* kelimesi «mâlem» olarak yazılmıştır.

[352] Kitabın aslında «likülli» kelimesi metnin aslından olduğuna işaret edilmekle bera­ber dip notta yazılmıştır

[353] İmam Matüridi, Tevhid, Hicret Yayınları: 363-368.

[354] Kitabın aslında •vücûbu» kelimesi »vücûdu, olarak yazılmıştır.

[355] Er' Ra'd, âyet, 10.

[356] Fussilet, âyet, 40.

[357]El-Hacc, âyet, 77.

[358] El-Bakara, âyet, 167

[359] El-Vakıa, âyet, 24

[360] Ez-Zilzal, âyet, 7, 8

[361] En-Nahl, âyet, 90.

[362] Kitabın aslında «ev yutîahâ ve yu'sînâ» ibaresi «ev yutîhî ev ya'sîhî» olarak ya­zılmıştır.

[363] Kitabın aslında «bihâzâ» kelimesi «fehâzâ» olarak yazılmıştır.

[364] Kitabın aslında «yefaluhû» kelimesi «ya'kıluhû» olarak yazılmşıtır.

[365] Kitabın aslında «anhum* kelimesi «an» olarak yazılmıştır.

[366] Kitabın aslında «anhum» kelimesi «anhu» olarak yazılmıştır.

[367] Kitabın aslında «meşîetuhum» kelimesi cmegîetuhû» olarak yazılmıştır.

[368] Kitabın aslında *hâlu» kelimesi «ha» olarak yazılmıştır. Ben dip notta onu tashih ettim.

[369] Kitabın aslında «ennehû. kelimesi «ennehum> olarak yazılmıştır.

[370] Kitabın aslında «ehlekne» kelimesi «ehlelne» olarak yazılmıştır.

[371] Kitabın aslında «el'hâvlyetu» kelimesi noktasız "ha" harfi ile yazılmıştır.

[372] Kitabın aslında «el'kuyûdü» kelimesi noktasızdır

[373] Kitabın aslında «el'istikâmetü. kelimesi «istikâmetün» olarak yazılmıştır-

[374] Kitabın aslında «ez'zeyğu. kelimesi noktasız olarak yazılmıştır.

[375] Kitabın aslında «tec'alhâ» kelimesi «yec'al» olarak yazılmıştır.

[376] Kitabın aslında «esbetehâ» kelimesi son iki harfi olmaksızın ve büsbütün noktasız olarak yazılmıştır.

[377] Kitabın aslında «tec'al» kelimesi .yec'al» olarak yazılmıştır,

[378] El-En'âm. âyet, 102.

[379] El-En'âm, âyet, 17.

[380] Fussilet, âyet, 46.

[381] En-Nisa, âyet, 83.

[382] E§-Şûra, âyet, 11.

[383] Kitabın aslında *le'temera» kelimesi noktasız ve hemzesizdir.

[384] Kitabın aslında «bihaystt» kelimesi noktasızdır.

[385] Kitabin aslında «anhu» kelimesi «anhâ» olarak yazılmıştır

[386] Kitabın aslında «ve sâre» kelimesi «ve sâret» olarak yazılmıgtır.

[387] El-Müminûn, âyet, 91

[388] Kitabın aslında «liabdihî» kelimesi .liubûdihî. olarak yazılmıştır.

[389] Kitabın aslında «Ieallehû» kelimesi «liUletin> olarak yazılmıştır.

[390] Kitabın aslında «fi'lehû» kelimesi «ca'lehû. olarak yazılmıştır.

[391] Kitabın aslında «vucûdühû bigayrihî» ibaresi «vücûdun biğayrin. olarak yazılmıştır.

[392] Kitabın aslında «tekûnu» kelimesi «yekûnu, olarak yazılmıştır.

[393] Eş-Şûrâ, âyet, 11.

[394] El-Müzemmi!, âyet, 9.

[395] Kitabın aslında .kavle» kelimesinden sonra «men» olarak yazılmıştır.

[396] Eş-Şûra, âyet, 11.

[397] Kitabın aslında «el'halkı. kelimesinden sonra «limekâmihî- kelimesi yazılmıştır

[398] Kitabın aslında «huccetehû» kelimesi «hüccettin, olarak yazılmıştır.

[399] Kitabın aslında «aleyhâ» kelimesi «aleyhi» olarak yazılmıştır

[400] El-En'âm, âyet, 102.

[401] Kitabın aslında «el'fi'lu» kelimesi «el'aklü» olarak yazılmıştır

[402] Kitabın aslında «ve etemmuhâ» kelimesi «ve enmâhâ» olarak yazılmıştır.

[403] Kitabın aslında «ve ebyenuhâ» kelimesi noktasız olarak yazılmıştır. Aynı kelimeyi kitabı nesheden dip notta «ve ebhâhâ» olarak tashih etmiştir.

[404] Allah-u Teâlâ bu hususda şöyle buyurmuştur : «Kim bir hayırlı ve güzel âmelle gelirse, ona on misli sevap verilir...» El-En'âm, âyet, 160,

[405] Kitabın aslında «el'abdü* kelimesi metnin aslından olduğuna işaret edilmekle be­raber, dip not olarak yazılmıştır,

[406] Kitabın aslında «terciu» kelimesi «yerciu» olarak yazılmıştır.

[407] «Yenfî» kelimesini dip notta «yebkî. olarak tashih ettim, "ye" harfi noktasızdır. Aslının doğru olması daha yakın görülmektedir.

[408] Kitabın aslında «yuvâfıkû» kelimesi «yuvâkifûne. olarak yazılmıştır.

[409] Kitabın aslanda *H'l ilâhi» kelimesi «el'ilâhu» olarak yazılmıştır

[410] Kitabın aslında «mtmmen. kelimesi -men. olarak yazılmıştır.

[411] Kitabın. aslında «ahtâi» kelimesi tahdâri» olarak yazılmıştır.

[412] Kitabın aslında «yekûnu» kelimesi «yekûn» olarak yazılmıştır.

[413] Kitabın aslında *kâne> kelimesinden sonra «bihî» kelimesi varid olmuştur.

[414] Kitabın aslında ctûcibu» kelimesi «yûcibu» olarak yazılmıştır.

[415] Kitabın aslında •licehlihî» kelimesi «bicehlihî» olarak yazılmıştır

[416] Kitabın aslında «el'fi'lu» kelimesi «el'aklu» olarak yazılmıştır.

[417] Kitabın aslında «şey'iyyetehâ» kelimesi noktasızdır.

[418] Kitabın aslında «eş'şey'iyyetu» kelimesi noktasızdır.

[419] Kitabın aslında metinden olduğuna işaret edilmekle beraber «eş'şey'iyyetu» kelimesi dip notta varid olmuştur.

[420] Kitabın aslanda .es'ileten» kelimesi «esviletenâ* olarak yazılmıştır.

[421] Kitabın aslında «tuzkeru» kelimesi «yuzkeru» olarak yazılmıştır

[422] Kitabın aslında yazı bulunmayıp burası bembeyaz kalmıştır.

[423] Kitabın aslında «yuavvidu. kelimesi «avvede» olarak yazılmıştır.

[424] Kitabın aslında, metnin aslından olduğuna işaret edilmek suretiyle kelimesi dip not olarak varid olmuştur.

[425] Kitabın aslında .enâbehum. kelimesi noktasızdır.

[426] Kitabın aslında «a'dâehum» kelimesi «a'dâuhû» olarak yazılmıştır

[427] Yani, terkedilmiş mamur olmayan mekânlar. Bak : Kamus (haşşe) maddesi.

[428] Bu ibare, metinden olduğuna işaret edilmekle beraber dip not olarak varid olmuştur-

[429] Es-Sâffât, âyet 96.

[430] EsSâffât, âyet 95.

[431] El-A'râf, âyet 117.

[432] Kitabın aslında «abedû» kelimesi mükerrerdir.

[433] El-Mâide, âyet 103.

[434] Er-Ra'd, âyet 16.

[435] Kitabın aslında <âlimun> kelimesi mükerrerdir.

[436] Kitabın aslında *fîhâ» kelimesi «fîhi» olarak yazılmıştır.

[437] Kitabın aslında «Ellahu» lefza-i celâli mükerrerdir.

[438] Er-Ra'd, âyet 16

[439] El-En'âm, âyet 102. .

[440] El-Mu'minûn, âyet, 91.

[441] Metindeki «âyetüiı. kelimesini dip notta »esenin, olarak tashih ettim. Zira metindeki manâyı daha doğru ifade etmektedir.

[442] Kitabın aslında «izâ» kelimesi «ve kavluhû zâ zâ» olarak yazılmıştır.

[443] Kitabın aslında «bikavlihim. kelimesi bikavlihı» olarak yazılmıştır.

[444] Kitabın aslında «bisalâtin» kelimesi noktasızdır.

[445] Kitabın aslında «tuvaddihu» kelimesi noktasızdır.

[446] Kitabın aslında «es'sâriî. kelimesi «izi's-sânî» olarak yazılmıştır-

[447] Kitabın aslında «anhu- kelimesi «minhu» olarak yazılmıştır.

[448] Kitabın aslında «lânefye» kelimesi «en'â» olarak yazılmıştır.

[449] El-Muminûn, âyet 91.

[450]Kitabın aslında «lealle» kelimesi «leallehû enne» olarak yazılmıştır.

[451] Kitabın aslında «iraaletün. kelimesi noktasızdır.

[452] Kitabın aslında ectemiu kelimesi yectemiu olarak yazılmıştır.

[453] Kitabın aslında ibare dip not olarak yazılmıştır.

[454] El-Mülk ayet 13,14.

[455] Yunus ayet 22.

[456] Es- sebe ayet 18.

[457] Er –Rum ayet 21.

[458] El-Hadİd, âyet 27.

[459] El-Mücâdile, âyet 22.

[460] En-Nahl, âyet 80

[461] El-Mâide, âyet 13.

[462] Hud, âyet 17 ve El Burûc, âyet 16.

[463] Kitabın aslında «lekâne» kelimesi metinden olduğuna işaret edilmekle dip notta gel­miştir.

[464] İmam Matüridi, Tevhid, Hicret Yayınları: 368-407.

[465] Kitabın aslında «tetekaddemu- kelimesi «tekaddemu* olarak yazılmıştır.

[466] Kitabın aslında «yeste'dîhim» kelimesi noktasız olarak gelmiştir.

[467] Kitabîn aslında «el'kavlû» kelimesi el'ukûlü» olarak yazılmıştır.

[468] El-Mücâdüe, âyet 4.

[469] Kitabın aslında «vemâ kale» cümlesi .vernâ ğayru men kâlehû» olarak yazılmıştır.

[470] Et-Tevbe, âyet 42.

[471] Kitabın aslında cbeyyene» kelimesi cbeyyenâ» olarak yazılmıştır.

[472] Et-Tevbe, âyet 91.

[473] Et-Tevbe, âyet 93.

[474] En-Nisâ, âyet 25.

[475] Âl-i İmrân, âyet 97.

[476] El-Bakara, âyet 286.

[477] Kitabın aslında «ve kavluhu» kelimesinden önce noktasız olarak «veillâ yâ eyyetuhâ» gelmiştir.

[478] El-Bakara, âyet 233.

[479] Kitabın aslında -velâ» kelimesi mükerrerdir.

[480] Hûd, âyet 20.

[481] El-Kehf, âyet 72. . .

[482] El-Kehf, âyet 75.

[483] El-Kehf, âyet 82.

[484] Et-Teğabun, âyet 16.

[485] Âl-i İmran, âyet 97.

[486] Kitabın aslında -hattâ» kelimesi «haysü» olarak gelmiştir.

[487] Hud, âyet 88.

[488] Kitabın aslında «ibkâehû. kelimesi «ebkâhu. olarak varid olmuştur.

[489] «nekda» kelimesi metnin aslından olduğuna işaret edilmekle beraber noktasız olarak metnin dip notunda varid olmuştur.

[490] Kitabın aslında bu ibare metnin aslından olduğuna işaret edilmekle beraber metnin dip notunda yazılmıştır.

[491] Kitabın aslında «el'cümeli. kelimesi noktasız 'ha' harfi ile yazılmıştır

[492] Kitabın aslında «teridu* kelimesi *yeridu» olarak varid olmuştur.

[493] Kitabın aslında «ve'l aslıu kelimesi «vâsilün» olarak yazılmıştır.

[494] Kitabın aslında «mea mâ» kelimesi «meâ mâ» olarak gelmiştir

[495] Kitabın aslında «el'fi'lu» kelimesi «el'aklu» olarak varid olmuştur.

[496] İmam Matüridi, Tevhid, Hicret Yayınları:407-415.

[497] Kitabın aslında «teslühıu kelimesi «yeslühu> olarak yazılmıştır.

[498] Kitabın aslında .teslühu. kelimesi «yeslühu. olarak yazılmıştır.

[499] Kitabın aslında •vecemâatühû» kelimesi cvecemâatün» olarak yazılmıştır.

[500] Kitabın aslında «esbetehû. kelimesi noktasız olarak, ve «cemîun. kelimesinden sonra varîd olmuştur

[501] Daha doğru olan -teslühu» kelimesi «yeslühu» olarak yazılmıştır.

[502] Kitabın aslında bu ibare, metnin aslından olduğuna işaret edilmekle beraber dip not­ta varid olmuştur.

[503] Kitabın aslında «el'fi'lu- kelimesi «el'aklu» olarak vaki' olmuştur.

[504] Kitabın aslında .yef'alu» kelimesi «ya'kilu» olarak yazılmıştır.

[505] Kitabın aslında «bitârikin* kelimesi noktasızdır.

[506] Kitabın aslında 4esmiyetühu» kelimesi .tesmiyetün» olarak yazılmıştır.

[507] Kitabın aslında «Ellâhu» lâfza-i celâlinden sonra «sümme» kelimesi varid olmuştur.

[508] Kitabın aslında «yestetîu» kelimesinden sonra «kable» kelimesi varid olmuştur.

[509] Kitabın aslında «el'bedîhetu» kelimesinden sonra «sümme» kelimesi vaki olmuştur.

[510] Kitabın aslında «dayyea» kelimesi noktasızdır

[511] Kitabın asiında «el'ibâdu» kelimesinden sonra «el'ibâdetü» kelimesi vaki olmuştur.

[512] «el'aklu» kelimesinden sonra »keza» kelimesi vaki olmuştur.

[513] Metinde <vezâ lâ yecûzü lehû» kelimesinden sonra «vezâ lâ yecûzü» ibaresi tekrar edilmiştir;

[514] Kitabın aslında «bibedâhetin» kelimesi «bibidâyetin» olarak ve noktasız varid ol­muştur.

[515] Kitabın aslında «taktîun» kelimesi noktasızdır.

[516] Yani, başkası tarafından oturtulan ve harekete kadir olan.

[517] El-Bakara, âyet 2.S6.

[518] Bu ibare, metnin aslından olduğuna işaret edilmekle beraber metnin dip notunda varit olmuştur.

[519] Bu ibare, metnin aslından olduğuna işaret edilmekle beraber metnin dip notunda varit olmuştur.

[520] Et-Tevbe, âyet 42.

[521] Ai'\ hâli» kelimesi metnin aslından olduğuna işaret edilmekle beraber dip notta va-rid olmuştur.

[522] Kitabın aslında *Jifikdi» kelimesi -liikdi. olarak yazılmıştır.

[523] Kitabın aslında «müktedıyen» kelimesi noktasız (sad) harfi iledir.

[524] Kitabın aslında «tekûnu» kelimesi .yekûnu» olarak yazılmıştır

[525] Kitabın aslında . . . kelime okunamamıştır. Her halde kelime zait olarak yazılmıştır-Çünkü kitabı nesheden, kelimenin üstüne bu işteki hayretine delâlet eden işaret koymuştur.

[526] Kitabın aslında «el'müsâvilu- kelime böylece yazılmıştır. Her halde kelimeden «süs olan» kastedilmiştir. Bak : Kamus : .sevvelet* maddesi.

[527]Kitabın aslında .kavlehu» kelimesi «yekûlü» olarak yazılmıştır, «ye» harfi ise . noktasızdır.

[528] Kitabın aslında .esbettüm» kelimesi «esteküm* olarak yazılmıştır

[529] Kitabın aslında 4ahtemilu» kelimesi «yahtemilü» olarak yazılmıştır.

[530] Kitabın aslında -tekûnü» kelimesi «yekûnu» olarak yazümıştır-

[531] Bu ibare, metnin dip notunda varid olmuştur.

[532] Kİtabm aslında •minnetin, kelimesi belirsizdir.

[533] Kitabın aslında «feminnetî. kelimesi belirsiz, efe» ve «nun» harfleri noktasızdır.

[534] Kitabın aslında «tedîu» kelimesi noktasızdır ve ondan sonra «illâ» harfi varid ol­muştur.

[535] Kitabın aslında «nakrîuiu kelimesi «ba'dun» olarak yazılmıştır

[536] Kitabın aslında «tekûn» kelimesi «yekûn» olarak yazılmıştır.

[537] Kitabın aslında «aleyhâ* kelimesi «aleyhi- olarak yazılmıştır.

[538] Kitabın aslında *gayriyyetu» kelimesi -gayrihî» olarak yazılmıştır.

[539] Kitabın aslında *tahlû» kelimesi -yahlû» olarak yazılmıştır.

[540] Kitabın aslında .tetedââddü* kelimesi noktasız gelmiştir

[541] Kitabın aslında «yetedââddü» kelimesi noktasız olarak varid olmuştur

[542] Kitabın aslında «bimislihî» kelimesi «bihî» olarak varid olmuştur- Dip notda ise «bi-mislihî» kelimesi yazılmıştır. Bu kelime,, manâya daha yakındır.

[543] Kitabın aslında «ve'htiyâru zâlike» kelimesi «ve'htîre» olarak yazılmıştır.

[544] Kitabın aslında çerine» kelimesi mükerrerdir.

[545] Fâtır, âyet 11.

[546] Biz, bu Hadîs'in lâfzı ile istidlal etmiyoruz. Sılai rahimi teşvik babında bir çok Ha-dîs-i Şerifler varid olmuştur. Bak : «El'Mu'cem-uV Mufehres li'1-Elfâz'il Hadîs'in Nebeviyyi'ş-Şerîf»; Lonsenk.

[547] Kitabın aslında «el'levhu* kelimesi «lev» olarak varid olmuştur.

[548] El-A'râf, âyet 34.

[549] Kitabın aslında «mâ> kelimesi «men* olarak yazılmıştır.

[550] Et-Tevbe, âyet 5.

[551] Hûd, âyet 6.

[552] Kitabın aslında .telhakuhûı kelimsei «yelhaku» olarak yazılmıştır.

[553] Kitabın aslında «nekûlü» kelimesi .kale. olarak yazılmıştır

[554] Kitabın aslında «aleyhâ» kelimesi «aleyhi» olarsk yazılmıştır.

[555] Kitabın aslında «sâd* harfi ile olan «asâ» kelimesi «sin» harfi ile yazılmıştır.

[556] Kitabın aslında «bâten» kelimesindeki 'te' harfi noktasızdır.

[557] Metinden olduğuna işaret edilmekle beraber bu ibare dip not olarak varid olmuştur.

[558] İmam Matüridi, Tevhid, Hicret Yayınları: 416-445.


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: İmam Matüridi: Tevhid
MesajGönderilme zamanı: 17.11.11, 11:39 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı

Kayıt: 17.01.09, 20:24
Mesajlar: 55
Îrade Hakkında Meseleler 3

Kaza Ve Kader Hakkında Mesele. 12

Mes'ele (Kaderiyyenin Zemedilmesi Hakkında) 17

Mes'ele (Günah İşliyenler, Günahları Sebebiyle İmandan Çıkarlar Mı?) 21

Mes'sele (Büyük Günah İşleyenler Hakkında Müslümanlann İhtilâfı) 24

Şefaat Meselesi 43

Mes'ele s (İman Hakkında) 47

Mes'ele (İman Marifet Midir, Yoksa Kalp İle Tasdik Midir?) 51

Mes'ele (Îrcâ : Tehir Etme Veyahut Allah'a Havale Etme) 51

(Îmanın Yaratılması) 53

Mes'ele (Îmanda İstisnayı Terketmek) 55

Bu Nüshada Metine Kattığım Mes'ele (Îman Ve Îslâm) 57



Îrade Hakkında Meseleler


îrâde meselesinin, eğer yaratıldığı sabit olursa, bu yönden fiillerin yaratılması meselesine katılmış olması mümkün olur[1]. Cenâb-ı Allah, emriyle olan şeyi irade etmiştir. Kendisi murid ve muhtardır. Yaratıl­makla vasfolunması yönünden irade sahibi olduğunu ifade etmek sabit olur. Eğer sabit olmazsa,[2] fiillerdeki irade ile galip gelme ve aldanmanın red edilmesinin murad edilmesi batıl olur. Çünkü O, dünyadaki irâdenin hakikatinin manâsıdır. Ancak, irade ile temenni, yahut emir, yahut duâ, yahut rıza, veyahut ta, onlardan basısı ile Allah'ın her şeyde vasfolun-maması caiz olan ve onun bir şeyde kesinlikle noksanlık veren hususlar­dan benzeri olanları müstesna. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Her ne kadar hak ve gerçek olan evvelkisi ise de, onları kelam ehli­nin tek olarak görmeleriyle, onlardan ayırt edilip münferid bırakılması mümkün olur[3].

Oysa ki, hergeyde irâdenin bulunmasının söylenmesinin icap etmesi, fiillerin yaratılmış olduğunun söylenmesini icap ettirir. Bununla bera­ber, bunun hakkında evvelkinde olmayan şeylerle delil getirmek müm­kündür. Her ne kadar bu husustaki sözün incelenmesinde evvelki söa hak­kındaki tetkik bulunsa da Allah-u Teâîâ «Allah kime hidâyet etmeği di­lerse, islâm'a onun göğsünü açar gönlüne genişlik verir. Her kimi de sa­pıklığa bırakmak isterse, onun kalbini öyle daraltır sıkıştırır ki, iman teklifi karşısında göğe çıkacakmış gibi (zorlukta) olur. Allah, iman et-miyenler üzerine, böyle azap bırakır»[4]. Cenâb-ı Hak bu âyet-i celîle ile kendisinin hidayet etmesiyle fiilleri sebebiyle bir kavmin hidayetini, ve bir kavmin de sapıklığa bırakılmasını dilerse onların kalbini[5] daraltıp sı­kıştırdığını[6] haber vermiştir. Yine Allah-u Teâlâ, şöyle buyurmuştur : «Âyetlerimizi yalanlayanlar, cehalet ve küfür karanlığında kalmış bir ta­kım sağırlar ve dilsizler (Kur'ân'ı dinlemezler ve Hakkı söylemezler). Al­lah, dilediği kimseyi sapıtır, dilediğini de doğru yol üzerinde bulundurur»[7]. Binâenaleyh kavmin arasını iki meşietle ayırt etmiştir. Âyet-i celîleler, Allah-u Teâlâ'nın, onların her birinden hasıl olacak hususlardan bildiği şeyle her zümre için meydana geleceği şeyi dilediğine delalet etmektedir. Bu iki âyet-i kerîmede beyan edilen dilemeyi emir ve rıza olmadığına da de­lâlet etmektedir. Cenab-î Hak' Kur'ân-ı Kerîm'inde şöyle buyurmuştur : «Eğer dileseydik, herkese (dünyada) hidayetini verirdik...»[8]. «Eğer Allah dileseydi, hepinizi tek şeriata bağlı bir ümmet yapardı...»[9]. (De ki : Tam hüccet Allah'ındır, O, dileseydi, hepinizi birden hidayete erdirir­di.»[10]. Bu megîetin, olan şeyler için emir veyahut rıza olmasının ihtimali yoktur. Öyle ise meşîetle mutlaka kendi nezdindeki fiili murad buyurdu­ğu sabit olmuştur. Onun, «Eğer o olsaydı, şu olurdu» dediği halde onun meydana gelmiş olmasının ihtimali yoktur. Kendisi ile vaad olunmıyan şeyin olmasının gerçekleştirildiğini ifade edünıesi yalandır. Cenab-ı Al­lah, bunlardan berî ve münezzehtir. îcbar ve ikrah edilmekle te'vil edil­mesi, bir kaç yönden dolayı muhtemel olmaz.

Birincisi : Hakikaten Cenab-ı Allah, hidayetin keyfiyetini, dininin mahiyetim ve onun hakikatinin bulunduğu hususu onlara öğretmiştir. Kendisine ilân tekaddüm etmeksizin bununla, onun zıttımn murad edil­mesi muhtemel değildir. Onların katında, her ismin hakikatte zıttımn ismi olan şeye ihtimali vardır. Bu da Allah-u Teâlâ'nm onlara bunu öğretmesi ile olur. Kuvvet ancak Allah'tandır.

İkincisi : Gerçekten Allah-u Teâlâ'nm vahdaniyetinin, O'na ve pey­gamberlerine iman etmenin yolu içtihat ve istidlal etme yoludur. Bu da mecburiyete muhtemel olmayan bir nevidir. Eğer yaratılışta ihtimali ol­mayan şeyde mecburi ilim caiz olsaydı ihtimal yolu bulunan şey de mec­buri ilmin nefyedilmesi caiz olurdu. Böylece mevcudat hakkındaki ilim batıl olur. Bununla beraber o husus, itaat etme ve emir kabullenme îdi. Cebir ise[11], onun hepsini iskat eden Binaenaleyh bu husus tahsil edildi­ğinde «Eğer dilemiş olsaydı, sizi iman etmekten ve bir din üzere bulun­maktan menederdi» demiş gibi olurdu. Bu ise sözü yerine getirmemektir. Allah-u Teâlâ, ancak şöyle haber vermiştir : «Eğer O, dilemiş olsaydı sizi hidayet üzere toplardı.» Bir kısım insanlar kendi istek ve ihtiyarları ile iman etmişlerdir. Eğer diğer bakî kalanları cebretmiş[12]olsaydı onları bir din üzere toplaması olmazdı. Fakat Allah'ın dini ve taatmdan kaçındık­larından dolayı onları menetmiştir. Bu da çok kötüdür. Ve yine cebr[13] ve kahr yönünden nıahlûkatm hiç bir sun'u yoktur. O, ancak mahlûkatm imanı'na rücu' eder. Her cevher kendi yaratılışı ile mümindir, Hidayete ermiştir. Hatta kendisi ile mahlûkatm çoğunun hidayeti meydana gel­miştir. Bu takdirde Onu Allah, muhakkak dilemiştir. Binâenaleyh «Eğer dileseydi» sözü ile fikir yürütmenin hiç bir manâsı yoktur. Allah-u Te­âlâ'nm «Eğer Rabb'in dileseydi, yer yüzünde kim varsa, hepsi toptan iman ederlerdi»[14]. Kavl-i Celîli de buna göre tefsir edilir. Ve yine cebr ile te'vili iptal eden hususlardan biri de Allah-u Teâlâ'nm «Eğer dilesey­di, herkese (dünyada) hidayetini verirdi, fakat benden şu söz gerçekleş­ti : Muhakkak ki, Cehennem'i bütün {kâfir olan) cinlerle, insanlardan dolduracağım.»'[15] kavl-i celâlidir. Cebrin dilenmesi hak olarak zîkrolunan geyi iskat etmez. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Allah Celiecelaluh şöyle buyurmuştur : «... Allah, dilediği kimseyi sapıtır, dilediğini de doğru yol üzerinde bulundurur.»[16]. Mu'tezileler ise, Allah-u Teâlâ, hepsinin hidayet üzere kumasını diledi dediler. Allah (c.c.) dilediği şeyin, dilediği gibi olmasını vadetti; fakat olmadı. Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor : «Hiç bir şey hakkında : Ben bunu, muhakkak yarın yaparım, deme. Ancak sözünü, Allah'ın dilemesine bağlıyarak (Allah di­lerse yapacağım) de--»[17]., Bu şeyin hayırlar hakkında olması hâli değil­dir. Bu ifade ise onların söylediklerine göre boş ve faidesiz bir sözdür. Çünkü Allah, muhakkak diledi. Ve yine öyle olmadığı zaman yalan söy­lemekle memur olmuş gibi olur. Çünkü O böyle olmasını emretmiştir; fa­kat böyle olmadı. Eğer O şey ger olsaydı, onu dilemezdi. Buna göre, onun zikredilmesinin onlarca hiç bir mânâsı yoktur. Kuvvet ancak Allah'tan­dır.

Allah Azze ve Celle buyuruyor ki : «... Çünkü Rabb'in, dilediğini, hemen noksansız yapar»[18], Cenab-ı Hak, dilediğini yapmakla kendi zâtını methetmiştir. Mu'tezileyegÖre; Allah-u Teâlâ, mahlûkattan meydana ge­len hayır işlerden bir şeyi murad etmemiştir ki, bütün mahlûkatm hepsi toplanıp onu saymağa kalkışsalar. Allah'ın irade ettiği şeylerden bir cüz'ünden bir cüz'ünü saymağa ulaşamazlar. Allah, dilediğini yapmamış­tır. Halbuki O'nunla kendisini methediyor. Sonra onlaruı büyük sözle­rinden biri de, «Allah'ın nezdinden öyle mecburi dileme vardır ki, eğer o, dileme olmuş olsaydı, mahlûkat onun dediği şey üzere olurdu», sözüdür. Onların Allah-u Teâlâ'nm bu kudrete sahip olduğunu veyahut mahlûkat için şu hususların zahir olmasından sonra bu işi yapacağı[19], hakkındaki dilemesinin bulunduğunu ifade [20]etmelerini kim tasdik eder? Onların ileri sürdükleri hususlar şunlardır : Vaadettiğini yerine getirmemek, fiildeki acizliğidir. Yahut mahlûkata, kendilerinin hesabının ulaştığı şeyden daha çoğu murad ettiği şeyi yapmasını vadettiği hususa ne zaman kalp­ler mutmain olup inanır ki, sonra o vaadinde durmaz? Bundan sonra da onun vaadine kim güvenir? Veyahut onun vaıdinden ne zaman korkulur? îşte mu'tezilelerin katında kimsenin kabul etmediği şekildeki ifade edi­lenlerin Allah katındaki yeri budur. Binâenaleyh aczini ve vaadini yerine getirmeyi ve hikmetin vasfı ile lâyık olmayan şeyi meydana çıkarmasını murad ettiği zaman hangi şeyi izhar eder ki onunla bu hususlar, mu'tezile mezhebinee bilinsin. Rabb'imiz azze ve celle, bu hususlardan yücedir-berî ve münezzehtir.

AllaJı Celîe Celâluhu buyuruyor ki : «Bir memleketi helak etmek istediğimiz zaman o memleketin zevke düşkün öncülerine peygamberle­rinin dili ile itaat etmelerini emrederiz. Onlar, orada boyun eğmezler, ita­at etmezler, artık o memleket üzerine hüküm gerçekleşmiştir. îşte o memleketi kökünden helak ederiz de ederiz...»24 Âllah-u Teâlâ, bu âyet-i celîle ile, kendilerinden günah ve isyan sadır olmadan önce onların fışkım ve isyanının sebebleri ile memleketi ve o memleket halkını helak etmeği murad ettiğini haber vermiştir. Cenab-ı Allah, olmasını bildiği gibi onlar­dan günah ve isyan gelmemiş olsaydı ve fakat taât olmasını murad edip, onları helak etmiş olsaydı, bu husus zulüm olmuş olurdu. Binâenaleyh on­lardan zuhur eden hususu Allah'ın murad ettiği veyahut onun bildiği sa­bit olur.

Nuh aleyhisselâmın kavmine şöyle dediğini Cenab-ı Hak, Kur'ân-ı Kerîm'indeki «Eğer Allah, sizi saptırmayı (helakinizi) murad ediyorsa, ben sizo nasihat etmek istesem de benim nasihatim size fayda vermez...»[21] kavl-i celîli ile haber vermiştir.

(Kitabın yazarı şöyle diyor":) Ben derim ki : Onu murad etmemiştir. Nuh aleyhisselâmm kelâmını beşerin anlamasının ihtimâli bulunmayan şeye sarfolundu. Kur'ân-ı Kerîm'de Mûsâ aleyhisselâmm şöyle dediği be­yan ediliyor :

Mûsâ, şöyle dua etti : Ey Rabb'imiz, Sen Firavun'a ve etrafındaki­lere dünya hayatında giyecek bir çok süs eşyası ve mallar verdin. Ey Rabb'imiz, yolundan saptırsınlar diye mi?...»[22].

Siz, Allah onlara bu hususları vermemiştir, diyorsunuz. Halbuki Al­lah onlara, hidayete kavuşmaları için onları vermiştir.

Allah-u Teâlâ, «... Onlar, öyle kimselerdir ki, Allah, kalplerini temiz­lemek istememiştir.»[23] buyuruyor. Siz ise bilakis Allah, Onu istemiştir, diyorsunuz. Allah-u Teâlâ «... Allah, kimin fitneye düşmesini dilerse, asla sen onun lehine Allah'tan hiç bir şeye sahip olamazsın»[24] buyuruyor. Halbuki siz, Allah onu murad etmedi veyahut da bu bir mihnet ve meşak­kattir, diyorsunuz. Nasıl olur ki, Resûlülîah olmamasını murad veyahut temenni etti ki kendisine «Asla sen onun leyhine Allah'tan hiç bir şeye sahip olamazsın»[25]dendi. Allah-u Teâlâ buyuruyor ki : «Bir de küfreden­ler, kendilerine ömür ve mühlet verişimizi, sakın kendileri için hayırlı sanmasın...»[26]. Onların ne malları, ne de evlâdları senin gözüne batma­sın...»[27]. Allah-u Teâlâ, vermiş olduğu şey ile onlara neyi dilediğini haber veriyor. Onlar ise Allah, dilemedi, diyorlar. Onlar gibilerine ancak yahudi ve hristiyanlara denildiği gibi denilir ki, onlara Kur'ân-ı Kerîm'de «... Pey­gamberlerin dinini siz mi daha iyi bilirsiniz, yoksa Allah mı?...»[28] denil­miştir. Allah-u Teâlâ da onlar hakkında, «... And olsun, Cehennem'i tama­men insanlardan ve cinlerden dolduracağım...»[29] buyuruyor. Biz onlara deriz ki : Allah-u Teâlâ, bu vadettiğini yerine getirmeyi murad etti mi? Yoksa vaadinde yalan söyleyip vaidini iptal tmı etti? Eğer ikinci hususu ifade ederlerse büyük söz söyletaiş olup Allah'ı sefeh ve yalanı murad etmekle vasfetmiş olurlar ki, rezil ve rüsvay olma bakımından bu söz onlara kâfidir. Eğer Allah-u Teâlâ, va'dini yerine getirmeği murad etti derlerse, kendilerine denir ki : Allah va'dini yerine getirmeği murad etti, O, kendisine itaat etmelerini murad ediyor ve vadini yerine getiriyor. On­lar Allah'a itaat mı ediyorlar, yoksa isyan mı ediyorlar? Eğer itaat edi­yorlar, derse; O, zulüm ve hadden tecavüz etmeyi murad etmiştir. Çünkü onun fiili zulümdür. Onun olmasını murad etmek ise, kendisinin fiili ol­ması için, zulüm fiilini murad etmektir. Allah-u Teâlâ : «... Allah, kulla­rına bir zulüm murad etmez.»[30]. Eğer isyan ederler derse, hakkı anlamış ve adaleti ifade etmişlerdir. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Cenab-ı Allah buyuruyor : «O küfürde yarışanlar, sana keder ver­mesin. Çünkü onlar Allah'a asla bir zarar edebilecek değillerdir. Allah, onlara ahirette bir nasip vermemeyi diliyor, onlar için çok acıklı bir azap vardır.»[31]. Kini ki, kendisinden meydana gelenlerin hepsi hayır olursa, Al­lah ona Ahiret'te bir nasip vermeyi murad etmiştir. Cenab-ı Allah : «... Siz, geçici dünya malını istiyorsunuz. Halbuki Allah, Ahireti kazanmanızı diliyor, Allah Aziz'dir. Hükmünde hikmet sahibidir.»[32] buyuruyor. Yine Cenab-ı Hak : «Allah, din hususundaki ağır teklifleri sizden hafif­letmek ister.»[33] buyurmaktadır.

Cenâb-ı Allah, mü'minler için bunu murad etmiştir. Ve o da olmuş­tur. Kâfirler için ise evvelkini, yani kâfirlerin geçici dünya malını iste­melerini murad etmiştir ve o da olmuştur. Onlar itaatkâr oldukları halde Allah'ın kâfirler hakkında ifade edilen bu hususu murad etmesi caiz ol­maz. Öyle ise Allah-u Teâlâ onlardan meydana gelen şeyin olmasını mu­rad ettiği sabit olur. Kurtuluş ve her türlü kötülükten korunma ancak Allah'tandır.

Cenab-ı Hak şöyle buyurmuştur : «Fakat âlemlerin Rabb'i olan Al­lah, (sizin dürüst olmanızı) dilemeyince, siz dileyemezsiniz.»[34]. Onlar an­cak Allah'ın dilemesi ile, diledikleri zaman, Allah, dilediği zaman onların dilememeleri ve Allah dilemezse de onların dilemeleri caiz olmaz. Zira O, Allah'ın aklen çirkin ve kötü kıldığı yalanın alâmet ve işaretidir. Yar­dım ve Tevfik Allah'tandır.

Sonra müslümanlarm arasuıda «Allah'ın dilediği olur; dilemediği olmaz.» deyimi yerleşip nesilden nesile intikal etmek suretiyle bilinmiştir. Bu husus hiç bir kimsenin kalbinde mecburi olarak veya başkasının yan­lış bir telkini olmaksızın ve ihtiyarî, icbarı olarak bütün fiillerin vukubul-duğu bilinen meşiet ve iradenin vukubulduğu şeyin hilâfına bir anlayış geçmeksizin insanlar arasında yerleşmiştir. Binâenaleyh, eğer Allah'ın ol­mayacak bir şeyi dilemesi ve olmayacağını bildiği bir hususun sonradan olması caiz olmuş olsaydı îlkinin rubûbiyyet sıfatlarından olması, ikin­cisinden dah lâyık olmazdı. Her bir mevzi için de bu böyledir. Hatta eğer gerçekten bu onların nezdinde evvelkine galebe çalar denilseydi, uzak bir ihtimal sayılmazdı. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Ve yine, vaad hakkında insanlar arasında bilmen bir husus şudur ki, verdikleri sözü yerine getirmemekte korktukları zaman inşaallah (Allah dilerse) derler. Yemin ettiklerinde de yemini tutamayıp bozmaktan en­dişe duydukları vakit inşaallah derler. Binâenaleyh, bütün müslümanla-rın inanç ve akideleri, mu'tezilenin hilafı hakikat olan kötü ve çirkin dü­şünceleri ortaya atıp onları süslemek suretiyle güzel göstermelerinden önce bir idi. O tıpkı Resûl-i Ekrem Sallellahu aleyhi ve sellem'in «Her doğan İslâm fıtratı üzere doğar. Ancak onu mahlûkat arasında anası -babası yahudileştirir; hıristiyanlaştırır; mecusileştirir.»[35] buyurduğu gibi. Binâenaleyh, bu Hadis-i Şerif, zikroîunan hususlardan telbis gelinceye dek Allah-u Teâlâ'mn vahdaniyetine şahadeti icabeder. Mu'tezilenin adı geçen kötü hareketi gelmeden önce de dileme işi bütün müslümanlarm nezdinde böyle idi.

Yine, insanların örf ve âdetinde cari olan husus odur ki, dualarında kendilerine hayır ve kolaylık murad edilmesini temenni ederler. Bu ise, bir iradenin bulunduğundan onu hakikati ile kalbin mutmain olması için oluyor. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Yine, geytan'm dilediği olur, dilemediği şey de olmaz demek, insan­ların kalbini titretecek derecede büyük bir sözdür. Oysa, şu husus bilinen bir gerçektir ki, sayılamayacak kadar şerrin olması, hayrın meydana çık­ması, dilemeğin bulunmasından meydana gelmektedir. îblis'in bu husus­ları dilemesi de mevcuttur. Bunun içindir ki, bunların Allah-u Teâlâ'ya is­nat ve izafe edilmesini güzel gördükleri gibi Şeytan'a ve isyan edenlerden 1 Şeytan'ın gayrine izafe edilmesini de çirkin görmüşlerdir. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Sonra ibret, akim zaruri olarak icabettirdiği şeydedir ki o da, bu hususu icabettirir. Çünkü herkes bilir ki, gerçekten onun fiili güzel-çirkin, lezzetli-lezzetsiz ve elem verici, istenilen ve sevilen - istenmeyen, ve sevil­meyen hususlardan kendi dildiğinin gayri olarak meydana çıkar. Binaena­leyh onların fiillerinin meydana çıktığı gibi çıkması için, onların gayrinin bu fiilleri meydana getiren o irade üzerinde bir iradenin bulunduğu sabit olur. Tevfik Allah'tandır.

- Yine, başkasının hükmü ve mülkü altında bulunan bir şeyin, onun istemediği ve dilemediği halde meydana çıkarılması, o kimsenin zayıf ve mahkûm olduğuna delâlet eder. Sıfatı bu olan kimsenin de Rabb ve ilâh olması mümkün değildir. Bunun içindir ki, bu sıfatlarla yani irade etmek, istediğini yapmak, istemediğini yapmamak gibi kemal sıfatlarla Allah'ın vasfolunması lâzımdır. Tevfik Allah'tandır.

Yine, hakikaten Cenab-ı Hak, küfrün, olacağını bildiğinin gayri ola­rak ve olacağım haber verdiğinin gayri olmasmı murad etmiş olsaydı, sefih ve yalancı olmasını murad etmiş olurdu. İrâdesi böyle olan kimsenin ilâh ve rabb olması asla caiz değildir. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Yine, bilinen bir gerçektir ki, her kim bir işi yapar da olanın gayrini murad ederse, o kimse sonuçları bilmeyen cahil veyahut fiili abes olan kimse olur. Allah-u Teâlâ, bu iki vasıftan yücedir, berî ve münezzehtir. Görülmüyor mu ki, kim olraıyaeağmı bildiği bir şeyi yaparsa[36] o iş, ken­disinden zuhur eden abes bîr iş olur. Eğer dilediği şeyin gayri olursa onu bilmeyen cahil olur. Dünyada bilinen hata iki nevidir : Birincisi fiilin, bil­mediği takdir üzere meydana çıkması. İkincisi : Fiilin, dilemediğinin gayri olarak vukubulması. Eğer Allah-u Teâlâ, olacağın gayrini vermeği murad etmiş olsaydı, fiili hata olmuş olurdu. Allah-u Teâîâ, hatâ fiilden berî ve münezzehtir. Tevfik Allah'tandır.

Yine, dünyada carî olan hususlardandır ki, gerçekten düşmanlığını bil­diği kimseye dost olmayı murad eden kimsenin bu hareketi korku ve za­yıf olmasından meydana gelir. Binâenaleyh Allah-u Teâlâ'nm kendisine düşmanlığı ihtiyar edenlerin ve Şeytan'm dostluğunu murad etmesi caiz ol­maz. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Yine, gerçekten her fiili ihtiyarî olan kimse o, fiili dilemiştir. Ve her fiili mecburi olan kimse, o fiilini dilememiştir. Eğer Allah-u Teâlâ, kulun fiilini olduğu hal üzere olmasını dilememiş olsaydı, Allah mecbur olurdu. Bunun içindir ki, bir kimsenin gayrinin fiilinde iradesinin bulunması caiz olmaz. Çünkü onun dilediği şey üzere meydana çıkması muhtemel değildir. Binâenaleyh, buna temenni ismi verdiler. Buna göre eğer Allah'ın dileme­diği bir şeyin olması düşünülmüş olsaydı, Allah'ın iradesinin temenni ye­rine çıkması gerekirdi. Yine, eğer bize peygamberin nübüvveti, beşerin sözü ile meydana gelmiştir, diye ifade edilmiş olsa bunu temenni etmemiz bizim için masiyet olurdu. Bu her ne kadar ona isyan etmiş olmamış ise de onun âyet ve alâmet olması bakımından isyan olurdu. Allah-u Teâlâ'nm onu bilip ondan haber verdiği zaman ve olmayacağını bildiği zaman da hikmet hakkında murad etmemiş olması da onun gibidir. Buna göre Al­lah'ın, hidayete ulaşmayacağını bildiği kimsenin Allah'tan hidayet talep etmede kulun bulunmaması gerçeğin hilâfına olmuş olmaz. Tıpkı Şeytan'ın «Ey Allah'ım onu hidayete erdir», demesi vukubulmadiğı gibidir. Çünkü onun olmıyacağmı bilir. Sonra bizim onu murad etmemiz mümkün değil­dir. Olmıyacağını bildiği şeyi murad etmememiz gerektiğine göre bu hususun Allah hakkında söylenmesi caiz değildir. Çünkü onun bizim üzeri­mizde olması ancak onun halini bilmememizden dolayı olur. Kuvvet an­cak Allah'tandır.

Sonra, Resûlüîlah'a küfretmenin derece ve günah bakımından Şey-tan'a küfretmek gibi, olmasını dileyen kimseye sorarız : O kimse, sefih ve kâfir değil midir? Elbette ki evet demesi gerekir. Bunun üzerine şöyle de­nir : Kim, Allah'ın Resulüne küfretmenin, mah]ûkatta.n birinin küfretme­sinin O'na ulaşamıyacağı, övülen büyük bir iş olduğunu murad eder? Bu­na da mutlaka evet, der. Ve yine denir ki, kendisinden sövmek sadır ol­masının böyle vukubulmasını kim diler; çünkü O'nun daha büyük bir kim­seden veya daha küçük ve bunlara benziyenlerden olmaması mümkün de­ğildir. Binâenaleyh kâfirden sadır olur demesi mutlaka lâzımgelir. Bu hususta da bulunduğu yönden zemme muhtemel olmayan vecihten küfür fiilinin irade edilmesi hususunda cevaz vardır. Tevfik Allah'tandır.

Sonra mu'tezilenin dayanağı olan asıl şudur ki, gerçekten Allah-u Te­âlâ'nm irâdesi onun yaratmasından başka bir şey değildir. Ka'bî'nin tefsir ettiğine göre, irâdenin te'vil edilmesi de, Allah'ın fiilinde mecbur olma­masından gayri değildir. Bu manâyı, tüm olarak kulların fiiline verdiler. Binâenaleyh, bu manâ bulunduğu halde ve aynı manâyı umumiyetle kul­ların fiiline verildikten sonra onların iradeyi inkâr etmelerinin hiç bir ma­nâsı yoktur. Tevfik Allah'tandır.

Bize göre ise, asıl olan odur ki, biz AlTah-u Teâlâ'nm iradesinden so­rulduğumuz zaman, denir ki : Allah-u Teâlâ'nm kâfirlerin fiilleri bulun dukları hal üzere iki vecih üzere mütalâa edilir :

Birincisi : Allah-u Teâlâ'nın iradesi hususunda bilindiği gibi mecburi­yet olmamak ve serbest olmakla ifade etmek.

İkincisi : Soranın muradı ve maksadı anlaşılmadığı veyahut, o husus­ta inadlaşmayı kasd etmesinden korkulduğunda, serbest olmanın mene-dilmesi ki o, husus, şöyle ifade edilir : Gerçekten maişetin, yani dilemenin'[37] bilinen hususlarda bir çok manâları vardır :

1 - Temenni etme. Bu her şey hakkında, Allah-u Teâlâ'dan nefye-clilmiştir. Cenab-ı Hakk'a temenni izafe edilmez.

2 - Emir ve duâ : Bu da, her faili zemmolundu. Fîil hakkında Al-îah-u Teâlâ'dan sadır olması nefy edilir.

3 - o'na rıza gösterip, onu kabul etmek : Zemmolunan her fiil hak­kında, bu husus yine Allah'tan nefyedilir.

4 - O'nun, galebe çalmağı nefyetmek ve fiilin, Allah'ın takdir edip murad ettiği gibi meydana çıkmasıyla te'vil edilmesi. îşte onun ifade etti­ği de budur. Onunla manâsı üzerine icma' edilmiştir. Kim ki, kendi manâ­sını verdikten onu inkâr ederse, o kimse meşieti, kendisinden murad edi­lenin gayri üzerine takdir etmiştir. Bizce ise o lâzımdır. Çünkü Allah her-şeyin yaratıcısıdır. Yarattığı şey hakkında onun irade ve dilemekle vasf o-lunması ve onun yaptığına zorlanmadığı, mecbur kılminadığı sabit olur. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Sonra, bu babdaM Kâ'bî'nin yanlış anlayışını izah edeceğiz. O, insan­ların «Allah'ın dilediği şey olur, dilemediği şey de olmaz.» sözünü ele alarak kendi kendine soru sordu. Bu sorusuna Allah-u Teâlâ'nm «... Her-şeyi yaratan O'dur.»[38] kavl-i celîlinin te'vilindeki hususla cevap verdi. Ve sövmeyi dilemesinde Allah methedilmez dedi. Biz bu hususu beyan ettik. Allah-u Teâlâ'nm irâdesinde sövmenin hakikatini haber verdiği şeyde ya­lancı olması gerekir. Bu husus ise, söven kimsede sövme fiilinin olmasını murad etmesi, çirkin ve sövmek[39] değildir. Bu hususa iki yönden hasıl olan ilim delâlet eder ki, birinci yönden cehalet ve hatadır. İkincide ise hikmet ve doğruluktur. Dilemeği ise mecbur ve mahkûm olmağa sarfetti. Biz onun yanlış anlayışını beyan ettik. Oysa ki bunda ve gayrinde bulunan mecbur olma anlamını ele almak mümkün değildir. Çünkü o, îmanda, kü­fürde, yalan ve doğrulukta aynıdır. Yani, hepsindeki irade birdir. Allah, eğer hakikatte bir kimse için olmayan küfrü ve yalanı yaratmış olsaydı, o şeyin kendisinde yaratıldığım görenlerin hepsi katında kâfir ve yalancı olurdu, işte bunun içindir ki müslünıanlarin «Allah'ın dilediği olur» sözü­nün te'vilinde Allah küfrü ve yalanı[40] dilerse diye te'vil etmeleri gerekir. Bu te'vile mecbur olan bile rıza göstermez ki bu kişinin sözü kendisine yö-nelsin. Nasıl olur ki, bütün müslümanlar bu söze razı olur. Tevfik Allah'­tandır.

Sonra bagka bir itirazda bulunup müslümanlarin onu ifade ettiklerini ileri sürdü. Müslümanlar, «Allah'ın sevdiği şey olur; sevmediği şey de ol­maz» dediklerini iddia etti. Bu söz Şeytan'dan bile işitilmemiştir. Nasıl olur da müslümanlardan işitilsin?

Sonra onların «Allah'ın emri nafizdir. O'nu emrinden meneden bulun­maz» demelerine itiraz etmiştir. Bunun iki yönü bulunduğu öne sürüldü :

Birincisi : Tekvin emridir. Tıpkı Cenab-ı Hakk'm «Allah'ın şanı bir şeyin olmasını dilediği zaman, ona sadece «Ol!» demektir, o, oluverir.»[41] kavl-i celîîinde olduğu gibi. Bu emrin yerine gelmemesi mümkün olmaz. Bunun içine mahlûkatın fiilinin hepsi girer. O da evvelkinin aynıdır.

İkincisi : Onunla emrin hakikati murad edilir ki, o enirin olduğu yön­den ve olmayan gey hakkında emrin kendisi ile olan murad edilmez. Buna göre emir kendi kapsamından dışarı çıkmaz. Ve irade de zail olur. Çünkü irade mükevvinin kendisidir. Emir ise, kendisi ile fiil meydana getirilmesi için olur. Görmem misin ki, her fiilde muhtar olan irade ile vasfolunmuş-tur! O, memurdur denmesi caiz olmaz. Çünkü onunla Allah'ın (c.c.) vas-folunması mümkün değildir. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Allahu Teâlâ'nm «Fakat âlemlerin Rabb'i olan Allah, (sisin dürüst olmanızı) dilemeyince siz dileyemezsiniz»[42], kavl-i celîli hakkında der ki; gerçekten doğruluk ve dürüstlük, Allah'ın dilemesi ile olur. Bu söz fasittir. Çünkü, hakikaten Cenab-ı Hak diledi fakat olmadı. Dilemekle olan şey hakkında olur demek, ancak bizim onunla olur[43] dememizle olması caiz olur. Allah-u Teâlâ, dilediği zaman olmaması mümkün değildir, muhak­kak olur.

Sonra der ki, Cenab-ı Hak, sövülmeyi murad eder mi? Bu soruyu sor­makta hatâ etmigtir. Bilakis bu sualin doğru olanı şöyledir : «Allah-u Teâlâ kendisine dil uzatan kimseden, kötü ve öfkelenmiş olan sövme fiili­nin olmasını diler mi? Sonra bu sözüne karşı «Maazallah» der. Zira, Ce­nab-ı Hak, ondan bu fiilî nehyetmis ve bu fiile karşı gazap etmiştir. Hü­küm ve hikmet sahibi olan bunu asla yapmaz.

Allame Ebu Mansur (r.h.) der ki : Kendisine sorulup denir ki: Hü­küm ve hikmet sahibi olan eğer dilemiş olsaydı, yalancı ve ahmak olacağı hususlardan bunu dilemez mi idi? Eğer evet dilemez, derse onun hüküm ve hikmet sahibini bilmediği zahir olur. Eğer hayır diler derse, o zaman dilemeyi ifade etmesi lâzım gelir. Çünkü bunun olmaması onun yalan ve aptal olmasını gerektirir. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Oysaki nehiy, bizim, zikrettiğimiz yönden değildir. Gazap da böyledir. Bu nevi fiillerin yaratılması hakkında açılan bölümde kâfi derecede bah­settiğimiz hususlardandır.

Sonra Cenab-ı Hak, kulun kendisine düşmanlığı ihtiyar edeceğini bil­diği halde ondan düşmanlık meydana gelmesini murad ettiği zaman za­fiyet manâsı zail1 olup ondan ve fiilinden müstağni olduğu zahir olur. Ni­tekim Cenab-ı Hak « ...Çünkü Allah bütün. âlemlerden müstağnidir.»[44] bu­yurmuştur. Oysa ki o, irâdenin manâsının galip gelmek olduğunu iddia ediyor. Halbuki bunda o,husus bulunmuştur. Binâenaleyh dilediğini söy­lesin, o kendisine evvelki hakkında cevaptır. Amma muhabbet ve rızaya verilen cevabı ise gerçekten «Allah, muhakkak şeytanı sever ve ondan ra­zı olur» denmesi caiz olmaz. Her ne kadar olmalarını murad etti ise, pis ve kötü olanlar da böyledir. Küfür fiili de bunun gibidir. Cevherler ve araz­lardan bütün pis ve kötü, çirkin olanlar da böyledir. Allah-u a'lem.

Rıza ve muhabbetle dilemediği şeyle mülkünde ziyadeleşmekle ken­disine olunan itirasa cevap verdi. Biz kendi fiili ile bu husustaki ayırt edilmeyi beyan ettik. Sonra der ki menetmeğe kadir olduğu zaman onu menetnıez. Böylece o şey de menedilmiş olmaz. Kendisine şöyle denir : Eğer o kadir olur da Allah o.nu menetmeyi murad etmezse bu, irade olma­yınca o kadir olmaz. Bu hususu ayan beyan eden şeylerdendir ki, eğer Allah onları İslâmı kabul etmeğe zorlasaydı onlar, zorla müslüman olmaz­lardı. Bu husus da onun üzerine kadir olmadığını beyan eder. İste bu dün­yada galebe çalma ve mecbur kılmadır. Tevfik Allah'tandır.

Dünyada onun benzeri ile itiraz etti. O, iki yönden yanlış ve hatadır.

Birincisi : Bizim hükümdarımız menetmeğe kadir olamaz. Yoksa di­lemediği her şeyi menederdi.

İkincisi : Gerçekten o, kendi mülkü ve hükmü altında değildir. Çün­kü yeryüzü hükümdarı gayrinin fiillerine malik değildir. O, fiilleri kendi hükmü ve tasarrufu altına da alamaz. Kuvvet ancak Allah'tandır.

So.nra kendisine, bilmiyerek ilminden bir şeyin çıkmasını takip eden şeyle itiraz edildi. Ve niçin iradesinden çıkması noksanlık icabettirmez, ki o aczin kendisidir? denince; cevap olarak, «O, noksanlığı değil, ancak zorlamayı takip eder», dedi. Kendisine nehyin de böyle olduğu söylendi. Galip olmak ise noksanlığı ihdas[45] eder. Yine Allah-u Teâlâ'nm kitabında muhabbet ile rızânın ve irâde ile meşietin arasındaki fark bulunduğuna delil vardır. Cenab-ı Hak buyuruyor ki : Eğer küfre dalarsanız şüphesiz ki Allah sizden müstağnidir. O kadar var ki kullarının küfrüne razı ol­maz...»[46]. «... Allah fesadı sevmez.»[47]. «... Şüphesiz ki Allah çok tövbe edenleri de sever, pislikten pâk olanları da sever.»[48]. «... Şüphesiz Allah aşırı gidip haddi tecavüz edenleri sevmez.»[49]. Meşîet ve dilemek hakkında da Cenab-ı Hak, «... Allah, dilediği kimseyi sapıtır, dilediğini de doğru yol üzerinde bulundurur.»[50] buyurmuştur. Bunlardan başka muhabbet ve rı­zayı tahsis eden meşîet ile irâdeyi umum kılan nasslar vârid olmuştur. Bu7 nunla beraber onlarla Allah'ın fiilleri vasfolunur, fakat rıza ve muhabbet­le vasfolunmaz. O ise meşîeti kuvvete sarfetti. Hatta onu galip gelme hük­münde kıldı. Bunun içindir ki, dilemek, galip gelmeyi icabettirir. Bu hu­susta asıl olan şudur ki; sevmekle, sevmeyip öfkelenmek, öyle iki manâ­lardır ki, kulların fiili sebebiyle meydana gelirler. Meşîet ise, böyle değil­dir. Çünkü kulların fiillerinde meşîeti icabettirecek bir manâ bulunmaz. Meğer ki, onunla rıza veyahut temenni murad olunsun. Kuvvet ancak Al­lah'tandır.

Dünyada kişi, bazan sevmediği ve razı olmadığı şeyi işler. Onun dile­mediği fiilin gerçekleşmesi mümkün değildir. Yine böylece onların katın­da, iradenin mânâsı fiil üzerine tekaddüm etmiştir.. Bizce ise irade fiille bulunan bir manâdır. Onun bundan sonra bir yönü yoktur. Rıza, sevme ve öfkelenme ve bunların benzerleri bilinen hallerde ebedî olarak sonradan olur. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Sonra Allah-u Teâlâ'nın, «Allah size kc-laylık diledi»[51] kavl-i ceîîli ve benzeri âyetlerle ihticac etti. Allah, «size güçlük dilemez»[52] buyurmuştur.

Küfür ise güçlüklerin en güç olanıdır, diyor. Bu hususta kendisine deni­lir ki : Bundaki irade, izin, ibahe ve ruhsat üzere çıkar. Bu ise iman işinde nazarı itibare alınacak bir şey değildir. Güçlüğü dilemek de böyledir. Yine eğer o iki şey üzere olsaydı, —halbuki onlar Öyle bir kavimdir ki, iman etmişlerdir™ gerçekten onlar için dilediğimden başka bir şey ol­mamıştır. Eğer kâfirin iman etmesini dilemiş olsaydı, muhakkak o olur, onun gayri olmazdı. Tıpkı iman etmesini dilediği kimse de iman etme­den başka bir şey olmadığı gibi. Allah-u Teâlâ'nm «Allah, kime hidayet etmeyi dilerse, İslama onun göğsünü açar..,»[53] kavli celîli buna uygun­dur. Bunu şu âyet-i celîle teyid etmektedir : «...Allah, onlara Ahiret'te bir nasip vermemeyi diliyor...»[54] Cenab-ı Hak müminler hakkında da : «...Halbuki Allah Ahiret'i kazanmanızı diliyor.»[55] kavl-i celîli ile beyan buyurmuştur. Bu husus delâlet etmektedir ki, kendisinin fiilinin iman et­mesi olmasını dilediği herkese Ahiret'te ona nasip vermeyi dilemiştir. Kimin fiilinin iman olmasmı dilememiş ise ona Ahiret'te nasip vermeyi de dilememi ştir. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Allah-u Teâlâ'mn «Allah, kullarına bir zulüm murad etmez. »[56] kavl-i kerîmi ile de ihticac etmiştir.

Allama Ebu Mansur (r.h.) şöyle diyor : Bunun üzerine bis deriz ki; yine böylece, kim ki bir insana düşmanlığı dilerse ondan düşmanlık bulunur, yahut onun fiili kötü ve çirkin olan zulüm olur. Oysaki onlar için zulmü dilememiştir. Bilâkis onlar için adaleti dilemiştir. Cenab-ı Hak : «Biz gök ile yeri ve aralarmdakileri boşuna yaratmadık...»[57] bu­yurmuş ve sonra da şeytan hakkında : «O'na ne önünden, ne ardından (hiç bir surette) batıl yaklaşamaz...»[58] buyurarak şeytana batıl ismini vermektedir. Yoksa onun yaratılması batıl değildir. Batıl ve zulüm ola­rak kâfirden sadır olan küfür füli de bunun gibidir. Allah'dan kullar için zulüm murad edilmez. Bunu daha açık olarak Cenab-ı Hakk'ın «Allah, kullarına bir zulüm murad etmez»[59] kavl-i celîli beyan etmektedir.

Ve sonra gerçekten onu itibare almak caizdir. Çünkü bildiği şeyin olmasını dilemek, mutlaka adalet olur. Zira o, fiilinin cezasını vermeyi murad etmiştir. Yoksa işlemediği bir iş için onu azaplandırmayı değil. Cenab-ı Allah, herşeye kâfidir.

Sonra Allah'ın, Resulünün müşriklerin mağlup olmasmı dilemesi hu­susunu sordu. Ve Peygamber aleyhisselâm, onların kendilerini davet et­tiği şeye bakmalarını dilediğini iddia etti.

Fakih Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Mağlûp olmak, itaat mıdır yok­sa masiyet midir? Bakmak vaktine kadar geçen hal de böyledir. Bunda ise masiyet üzerine devam etmek vardır. Onun masiyettir demesi elbet-teki lâzımdır. Binâenaleyh bazı maslahatları kasdetmeksizin onu dileme­si caizdir.

Allah-u Teâlâ'mn «Ben şüphesiz isterim ki, sen kendi günahınla benim günahımı da yüklenesin...»[60] kavl-i cehli de onun gibidir. Haki­katen masiyet olan fiilin murad edihnesi caizdir. Fakat isyan maksadı İle değil Böylece müminlerin isyanlarının hepsi her ne kadar Allah'ın yarattığı masiyet fiili murad etmedilerse de isyan eden kimselerin fiil­leridir. Hatta onlar, eğer küfrü dileseydiler, mutlaka küfrederlerdi. Al­lah-u Teâlâ'mn masiyet olması için kâfirin fiilini murad etmesi de bu­nun gibidir. Yahut onun sövme fiili çirkin ve sövme olma bakımından böyledir. Yoksa sövmeyi ve masiyeti dilmesi gibi olmaz. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Sonra gerçekten onların mağlup olmalarını rıza göstermiştir, diye itiraf etti ki onun bu itirazı fasittir. Çünkü onların mağlup olmaları Al­lah ve Allah'ın Resulü için olmamıştır ki,[61] onun hakkında razı olmuş­tur, razı olmamıştır, diye kelâm etsin.[62] Kuvvet ancak Allah'tandır.

Sonra kendisine şu hususla itiraz olundu : Allah'ın kullarının ekse­risi şeytanın dilemesi ile küfretmişlerdir. Halbuki Allah, onların itaat etmesini murad etmiştir. Bunun için şeytanın, Allah'ın hükmü ve mül-kündeki dilemesi Allah'ın dilemesinden daha uzak olmuştur. Onun bu itirazına, rıza," muhabbet ve Öfkelenmek ile cevap verdi. Biz her iki işin arasındaki ayırımı beyan ettik. Gerçekten bir kişinin fiiline razı olur, fakat diğerinden o fiilin işlendiği vakit ona öfkelenir. Bu hususun iradede bulunması mümkün değildir. Binâenaleyh aciz kalmanın zahir olduğu şey de iradenin fiil için[63] şart olduğu sabit olur. Çünkü muhtar olanın fiili, iradeden hali kalmaz. Yine biz gerçekten Allah-u Teâlâ, iman etmeyen kimseyi bilmesini sever, veyahut ondan razı olur demiyoruz. Çünkü onların her ikisi de fiille sevilir. . Fiili meydana getirmeyen için bu hususun söylenmesi uzaktır. Aman irade ise biz onu geçen bölüm­lerde açıkladık. Allah-u a'lem.

Sonra bilinenlerde bu hususta asıl olan şudur ki : Gerçekten fii], irade, yahut galip gelme,[64] veyahut da gaflet,[65]üzere meydana çıkar. Sonra Cenab-ı Allah'ın, kulun fiili hakkında galebe çalma, veyahut gaf­letle,[66] vasfolunması cazi olmaz. Binâenaleyh onun irade olunduğu sa­bit olur. Mu'tezile ise, irade hakkında, Allah-u Teâlâ'ya kendisi için bir zaruret olmaksızın yok iken sonradan var olan ilimden başka bir mana ispat etmiyorlar. Halbuki bu manâ mahlûkatın tümünün fiilinde bulu­nan bir manâdır. Onların sözüne göre bu hususu inkâr etmelerinin hiç bir yönü Ve manâsı yoktur. Korunmak Allah'tandır.

Sonra der ki : «Şeytanın iradesi, onun temenni etmesinden ibaret­tir. Kullar eğer dileselerdi, küfretmezler di. Cenab-ı Allah, onları zorla menetmeğe kadirdir,»

Fakih Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Biz ona şöyle deriz : Muhak­kak sen doğru söylüyorsun. İrâde gerçekten galip gelmeyi gerektirir. Teımenni ise, gerektirmez. Binaenaleyh, düşmanın temennisi Allah'ın ira­desi üzerine,[67] nasıl galip gelir? O'nun «kadir olur, mahkûm olur», gibi sözü ve bu nevi ancak vahşetin ve şaşkınlığın eseridir. Hiç bir yönü ile mecburen iman etmek caiz olmaz. Sonra der ki, eğer sen hiç hüküm ve hikmet sahibi olanın kulunu dilemediği işten menetmeğe kadir olsun da onu menetmediğini gördün mü? denilirse ona mecbur olmakla,[68] itiraz edip cevap vermeğe çalışır ki, bu yanlış ve hatâdır. Çünkü bizim katı­mızda onu diliyor. Menetmek murad edilen şeyin şartından değildir. Sonra şöyle diyor : Onu iki yönden dilemediği ifade edilir. Tedbirden bir şeyi zikretmeği menetmek onun için caiz değildir.

Allame Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Eğer sen, dünyada ona kadir olursan,[69] sen onu bulamazsın,[70] ancak onun üzerine kadir olmaması yahut onunla fiili murad etmemesi hariç. Menetmeyi vacip kılan şeyin de iradeden olduğunu öne sürdü. Bu husus delâlet eder ki, gerçekten menetmek eğer vacip olursa biaynihî değil, bir illete binaen vacip ol­muştur. İlletten zikrolunan şey, eğer mecburiyeti icabettirdi ise onun üzerine kadir olmaz, demenin ta kendisidir. Her ne kadar icap ettirme-seydi o, icbar etmeğe maliktir. Fakat tecavüz etmekle değil, bizce ona gücü yetmez. Ve örfün dışına çıkmış olur. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Cenab-ı Allah'ın «Allah, kime hidayet etmeği dilerse, İslama onun göğsünü açar...»[71] kavl-i celîli ile vukubulan itirazın cevabında der ki : Onun te'vili bilinmektedir. O da şudur : Hakikaten kim ki, Allah'a itaat ederse ona kendi lutuflanndan başkasının kadir olmadğı şeyi verir. Ona güzel isimler koydu. İtaat etmeğe olan rağbetinin cezalanması için itaatı-na karşılık sevap vermek suretiyle en yüce hükümlerle hükmetti. Tıpkı «(iman etmekle)' hidayeti kabul edenlere gelince; (onlar seni her din­ledikçe) Allah, onların hidayetlerini artırmakta ve kendilerine takvala­rını ilham etmektedir.»[72] kavl-i celîli gibi. Kim ki Allah'a isyan ederse, zikroîunan hususu kendisinden menetmiş olur. Bunun üzerine vasfolun-duğu gibi göğsü İslama daralır. Bunu, başlangıçta hiç bir kimseye yap­maz. Tıpkı zikrettiğim âyet-i celîlede ifade ettiğim gibi. Cenab-ı Hak «...Ve onunla ancak fasıkları şaşırtır.»[73] buyurmuştur. Sonra der ki; o hususun iki şeyden dolayı dostluk ve düşmanlığı hak etmeden başlan­gıçta tahakkuk etmesi caiz olmaz. Birincisi, onunla anlaşıp sevişmenin bulunmaması; ikincisi ise gerçekten kullarının arasını taraf tutarak ayı­ran kimsenin dönüp onlardan birine levmetmeğe hakkı yoktur.

Allame Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : O'nun âyet-i celîle hakkındaki iddiasına gelince : Gerçekten âyeti kerîme, bilinen bir hakikattir. Binâ­enaleyh bu husus onun marufu ve münker olanı bilmediğine ve kıssayı ters-yüz ettiğine delâlet etmektedir. Sonra âyet-i celîleyi ifade ederek bilenin islâmdan sonraya sarf etmesinde hata etmiştir. Çünkü Cenab-ı Hak : «Allah kime hidayet etmeği dilerse Islama onun göğsünü açar...»[74] buyurmuştur. Onun göğsünü açtığı içindir ki, kendisine islâmı ihsan et­miştir. Yoksa göğsünü İslama, kendisinde islâm bulunduktan sonra aç­mamıştır. Sonra bunun gibisinin anlaşma ve sevişme olmasını ifade et­mek ve bulunduğu hal ile Allah'a karşı kelâm etmekte cür'et ve cesareti daha da büyümüştür, Zira bu cür'et ve cesareti, kendi öz varlığındaki sı­fatından bilinmiştir ki onu meydana çıkarmıyor ve kendisine mecbur ol­madığı şeyle de nefsine zıt düşmüyor. Ve lâkin Allah-u Teâlâ'yı bilme­diğinden ve dinsizliği intaç edecek mezhebi ortaya koyup ayakta tutma talebi üe onu gerçek yönünden kinayeye sarfettigi için azaba müstahak olmuştur. Rezil ve rüsvay olmaktan Allah'a sığınırız.

Sonra der ki : Müslüman olduğu zaman, kim islâmı kabul et derse, onun kalbi İslama açık olduğu halde müslüman olmuştur. Küfrettiği va­kitte de onun kalbi dar olup İslama açık değildir. Veyahut darlık ve ge­nişlikte her ikisi de bir midir? Eğer her ikisi de bir idi derse, onun yalanı, müslüraan olmak veyahut küfretmek bakmamdan dininin ilk halini ko­ruyan ve bilen kimse katında yalanı ayan beyan olur. Sonra her müslü-manm ve kafirin yalanını bildiği şeyi Allah'tan olan anlaşma ve karşılıklı sevme ismini veriyor. Bunu Hak'tan uzaklaşmak ve menetmek suretiyle yapıyor ki, insanlar onun cüret ve cesaretini ve aptallığını bilsinler. Kuv­vet ancak Allah'tandır.

Sonra kendisine şöyle denir : Onun imandan sonra dilediği şeyden ve­yahut küfründen sonra onu mahrum kılan nedir? Bu hususta dinde yardım ve kolaylık var mıdır? Yoksa yok mudur? Eğer hayır yoktur derse, onun yalanı zahir olmuş, onun sevap ve yahut azap kılma hususu ortadan kalkmış olur. Eğer vardır, derse, azıcık bir güç harcamakla onun ürerine mezhebini ikrar etmiştir ki, din hakkında kendisi için en salih ve doğru olanıdır. Sonra hiç iman ettikten sonra kâfir olanı gördün mü ? Veyahut bunun vukubulduğu sana haber verildi mi? Yahut kâfir olduktan sonra iman edeni gördün mü? Bu sorulara karşı elbetteki evet gördüm demesi gerekir. Bunun üzerine denir ki : Sevabın verilmesi ve verilmemesi, o, göğ­sünün açılması mıdır, yoksa değü midir? Eğer hayır değildir derse, Al­lah'a; sözünde durmadığı ve haberinde yalancı olduğunun isnad etmiş olur. Eğer evet derse kendisine o faydalardan kendisine yararlı olan şey hangi menfaattir? Veyahut göğsünün daraltılmasında ona ne gibi bir zarar vermistir?. Bu takdirde onun sevap veyahut a^ap kılsın ve bazan anlaşma ve sevişme bazan da uzaklaşma ve menetme diye verdiği isimlerle başlangıç­ta onun caiz olduğunu menetsin. Sonucu bu olan sözden Allah-u Teâlâ'-mn bizi korumasını dileriz.

Sonra onlardan bazıları Allah-u Teâlâ'nın '«Allah'a ortak koşanlar (müşrikler) şöyle diyecekler : Eğer Allah dileseydi ne biz müşrik olurduk; ne babalarımız...»[75] kavî-i celîli ile ihtîcaç ettiler. Bu hususa üç yönden cevap verilmiştir :

Birincisi : Onlar bunun emir olduğunu iddia ettiler. Tıpkı Cenab-ı Hakk'ın «Bir edepsizlik (şirk üzere ve çıplak olarak Kâ'be'yi tavaf) et­tikleri zaman atalarımızı böyle bulduk, bize bunu Allah emretti derler...»[76] kavl-i kerîminde olduğu gibi.

Allah-u Teâlâ'nın «Kitap ehlinden bir güruh da vardır, dillerini kita­ba doğru eğer bükerler ki, siz o tahrip ettiklerini sanırsınız. Halbuki o, kitaptan değildir...»[77] kavl~i celîli de böyledir.

ikincisi : Onlar küfürleri sebebiyle azap gördükleri zaman korkutul­duğu halde kendilerine mühlet verildi; kendilerine mühlet verilip[78], he­men azap verilmeyince peygamberlerin yalan söylediklerini sandılar, ve bunun Allah-u Teâlâ'nın kendisine rıza gösterdiği hususlardan olduğunu zannettiler. Böyle olmasaydı Allah onlara mühlet vermezdi. Kendilerine Cumartesi günü balık avı yasak edilenler de böyle zannetmişlerdi. Bu husus tıpkı Allah-u Teâlâ'nın «Nihayet peygamberlerin, kendilerini ya­lanlayan kavimlerini iman etmelerinden ümitlerini kesince ve tekzip edil­diklerini anlayınca...»[79]kavl-i celîlinde beyan buyurduğu gibidir.

Üçüncüsü : Onların bu hususu müslümanlann her şey Allah'ın dile­mesiyle olur demelerinden onlarla istihza etmeleri için söylemiş olmaları, tıpkı insanın, «Ben öldüğüm zaman ileride gerçekten diri olarak (mezardan çıkarılacak mıyım?)»[80] dediği gibi ki, bunu müslümanlarla alay etmek için demiştir. Münafıkların, «Şahadet ederiz ki, (kalblerimizdeki inancı açığa vururuz ki) doğrusu sen, muhakkak Allah'ın Peygamberi'sin»[81] sözleri gibi. Fakat kendilerinden meydana gelen bu husus istihza olduğu için ta'n olundular, tik zikrolunan husus da bunun gibidir. Allah-u a'lem.

Bu âyet-i celîleden sonra varid olan âyet, bunu teyid etmektedir. Ce-nab-ı Hak bu hususta şöyle buyurmuştur : «De ki : - Tam ve kâmil hüc­cet, Allah'ın hüccetidir. O dileseydi elbette hepinizi birden hidayete er­dirirdi.»[82]. Daha başka âyet-i celîleler de varid olmuştur. Onlardan hiç biri açıklanması geçen hususa muhtemel değildir. Cenab-ı Allah'ın, eğer Rabb'in dileseydi, yeryüzünde kim varsa hepsi toptan iman ederlerdi...»[83] kavl-i kerîmi hakkında diyor ki : O, zorlamaktır. Dileseydi, onları zorla­yıp cebrederek menederdi. Tıpkı onları ihtiyar olmaya, genç olmaya zor­ladığı gibi. Fakat onları imtihan etmesini dilemiştir. Tıpkı «... Allah di­leseydi o kâfirlerden (savaş yapmaksızın) intikamını alırdı...»[84] kavl-i ce-lîli hakkında dediği gibi. O, şöyle demiştir : Gerçekten Allah, O'nu, Pey­gamberi ve peygamberin ashabı ile dilemiştir. Fakat onunla mecburiye­tin meşietini murad etmiştir. Çünkü onunla ne Övülme vardır ve ne de ecir.

Allame Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Biz onun vehmine delâlet eden hususu beyan ettik. Onun sözüne sepkat etmiş olanlardan şöyle diyenler vardır : Hakikaten eğer Cenab-ı Hak, mahlukatm fiilinden olmayan bir fiili yaratmak dileseydi, onu yaratmağa kadir olmazdı ki, kitap da onunla kendisini nefyetme ve ona kadir olma hususu varid olsun. O, ancak başka fiilden meydana gelenler ve beşerin gücünün sınırına ulaşmayandan gayrinde vukubulan o fiili yaratmağa kadir olur.

Kim ki, Allah~u Teâlâ'nm yaratma hususunda bu neviden olanım ya­ratmadan aciz olduğunu ve nıahlukatın fiilinin hakikatini yaratmaktan da­hi aciz olduğunu sanarsa hatta bu hususu murad ederse onun yeri mu'-tezilenin zannettiği yerdir. Çünkü mu'tezile öyle bir mahlukat yarattılar[85] ki, akıllarda ondan yüksek, iyi ve ondan üstün ve alâ bir yaratık bulun­maz. Mu'tezile bu fikri ve görüşüne zayıf akıllı olanların ağzına attı. Onlar da bunları dillerine doladilar. Bunun İçindir ki, Cenab-ı Hak onun gibi­sini yaratmağa kadir olduğunu beyan buyurdu. Yoksa gökleri, yeri ve her ikisinin arasında bulunanları yaratmağa kadir olduğunu ikrar edip ina­nanların bunun gibisini inkâr etmelerinin hiç bir yönü yoktur. Fakat bu­nunla mu'tesilenin «Allah, hakikaten diledi; fakat olmadı. Çünkü o, kul­ların fiillerini yaratmağa kadir değildi sözleri batıl ve fasid olur. Çünkü Cenab-ı Allah, ona cevap olarak «... O herşeye kadirdir[86]. Birincisine cevap olarak da «... O dileseydi elbette hepinizi birden hidayete erdirirdi»[87] buyurmaktadır. Allah-u Teâlâ'nın, «Allah dileseydi, o kâfirlerden (savaş yapmaksızın) intikamını alırdı»[88] kavl-i celîline gelince; onun tefsiri şöy­ledir : Eğer Allah kendisinin emirleri ile korkutulanları yalanlamağı di­leseydi. Bilakis onlardan dilediği şeyle imtihan etmesini murad etmedi. Lâkin intikam almayı tehir etmeyi diledi. Üçüncü tefsir de şöyle olur : Al­lah dileseydi kâfirlerden müslümanlarîa intikam alırdı; fakat tasdik et­tikleri hususu beyan «tmek için mağlûp olmakla peygamberinin ashabını imtihan etmesini diledi. Tıpkı Allah-u Teâlâ'nın : «Doğrusu biz onlardan evvelkileri de (çeşitli musibetlerle) denedik...[89]. «Ve insanlardan kimi de Allah'a dinin bir ucundan ibadet ederler...»[90] kavl-i celîllerinde beyan buyurdukları gibi.

Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Bizimle Kaderiyye mezhebi arasında iki noktada kelâm vardır : Biz onlara sual' edip deriz ki, Allah-u Teâlâ ebedi olarak olacak olan şeyi olduğu hal üzere bildi mi? Eğer hayır bil­medi derlerse kâfir oldular. Çünkü onlar Rabb'larmı cehaletle vasfetti-ler. Eğer evet bildi derlerse, kendilerine : «Allah-u Teâlâ ilmini bildiği gi­bi yerine getirmeyi diledi mi, yoksa dilemedi mi?» denir. Eğer hayır dile­mez derlerse, o zaman, Allah-u Teâlâ kendisinin cahil olmasını dilemiş ol­duğunu söylemeleri gerekir. Kendisinin cahil olmasını dileyen de hüküm ve hikmet sahibi olmaz. Eğer evet dilemiştir derlerse, bu sefer de Allah-u Teâlâ'nın her şeyin, olmasını bildiği fiilleri olmasını dilediğini ikrar etmiş olurlar. Bu husus, Ebu Hanife'den rivayet edilen husustan bende yerle­şendir. Yoksa ben Ebu Hanife'nin beyan ettiği meseleyi lafzı lafzına zik­retmiş değilim. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Biri çıkar da derse ki; günah ve isyan için emri çirkin ve kötü olun­ca, niçin[91] onların olmasını dilemek çirkin olmuyor? Bir kaç yönden böyle olduğu ifade edilerek cevap verilir.

Birincisi : Emirde tenakuz bulunduğu için o, irâdede bulunmaz. Çün­kü fiil bazen emir için olur. Hasiyeti emretmek mümkün değildir. Zira emirle olan itaat olur. Kendisinde emir olması ile masiyetin manâsı yok olur. irade ise böyle değildir[92]. Görülmüyor mu ki, her fail kendi fiilini di­lemiştir. Öyle kendisine fiilim emretmiştir demesi mümkün değildir. Binâ­enaleyh her ikisinin muhtelif şeyler olduğu sabit olur. Kuvvet ancak Al­lah'tandır.

Yine Cenab-ı Hak, kendi fiilini murad etmekle vasfolunur. , Böyle olunca dilediği fiili kendisine emretmesi mümkün değildir. Bununla sabit olmuştur ki, iki yönden biri, diğerine delil değildir. Bununla beraber Al-laiı-u Teâlâ, peygamberleri ve seçkin kullarını helak edip, düşmanlarını ve kötü, şerir olan kimseleri baki bırakıp onlara dünyayı alabildiğine ge­nişletmeği dilememiştir. Bu hususu o menetmemiştir de. Bilakis bize, düşmanlarının ve kötü kimselerin helak olmaları; peygamberlerinin seç­kin ve iyi kullarının baki kalmaları için niyazda bulunmamızı emretmiş­tir. Tevfik Allah'tandır.

Ve yine; gerçekten emrin faydası, onun üstün ve yüce olmasıdır. Çünkü o, diğerini uzaklaştırmayı talep etmiş ve kendisi ile ulu ve mabud olmağa müstahak olan büyük nimetlerini ve üstün hakkını onda izhar et­miştir. İrâdenin hakkı ise, kendisi ile mülkünün arasına bir şeyin girme­mesi, kendi hüküm ve saltanatını menetmemesi için galebe çalmağı nef­yetmek ve ihtiyar sahibi olmaktır. İrâdeyi reddetmekte ise bu husus mev­cuttur. Bunun içindir ki, Allah-u Teâlâ'nın dilememesi batıl"[93] oldu. Emir ve nehyi reddetme de böyledir. Bunun için, Allah'ın rubûbiyyeti ve salta-natmm sahir olması için emir ve nehyin gerçek olduğunu söylemek gere­kir. Ve, mahlûkatın, Allah'ın mülkü ve saltanatında bir şey de dilemele­rinden aciz oldukları ve Allah'ın gerçek mülk sahibi olduğu için mahlûka­tın hepsi hakkında irade sahibi olduğunu söylemek lâzımdır. Tevfik Al­lah'tandır.

Yine, hakikaten Allah-u Teâlâ, İbrahim aleyhisselâma İsmail aley-hisselâmı kurban etmesini ve bir koçla fidyeyi emretti. Allah-u Teâlâ'nın önce kurban etmenin hakikatini emredip sonra onu bedeli ile kendisin­den menetmiş olması caiz olmaz. Çünkü bu, görüşü değiştirmek ve ceha­letin alâmetidir. Binâenaleyh, emir irâdenin hakikatinin kendisi ile olan şeyle varid olmamış idi. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Bunun hepsi, bizim irâdenin manâlarının, kendisine vardığı manânın tahakkuk etmek üzere, kısımlara ayrılması bakımından bizim beyan etti­ğimiz husustu. Bunun ardında lafızdaki mani olan şey veyahut onun yö­nünden hasım katında çirkin olan yönlerden birine sarf etmekten başka bir şey yoktur. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Sonra dünyada fiilin üzerine vakî olduğu şeyde asıl olan onun, irâde üzere, yahut sehven veyahut galip olmak suretiyle vaki olmasıdır. Kendi­sinde galebe çalma, aldanma vasfından çıkan herşeyin fiiller için gereken irâde ile vasfolunmasi lâzımdır. Fakat irâdeden ibaret olan şey, vasfo-lunmaz. Çünkü hakikatte irade bir çok kısımlara ayrılmıştır ki, biz onu geçen bahislerde açıkladık. Tevfik Allah'tandır.

Amma görünen de, gerçekten irâde olan şey hakkındaki ifade edilen irade, kendisi ile fiilin olduğu iradenin ta kendisidir. Bizim nezdimizde mümkün değildir ki, onunla beraber[94] fiil olmasın. Mu'tezilenin katında ise, irade fasılasız olarak fiilden önce olur. Bundan başka fiil bulunduğu zaman olan ve sonra olmayan hususlardan olan ise, o, bilmen temenniden ibarettir. Cenab-ı Allah bu gibi vasıftan yücedir; münezzeh ve beridir. Binâenaleyh ilk vecih üzere Allah'ın irade sahibi olduğu ve dilediği vech üzere fiüin tahakkuk ettiği sabit olur. Kuvvet ancak Allah'tandır. [95]



Kaza Ve Kader Hakkında Mesele


Bize göre asıl olan odur ki; hakikaten bu mesele olsun, irade meselesi olsun, bunların hepsi fiillerin yaratılması hakkındadır. Eğer on­lar sabit olursa bu da sabit olur. Çünkü, fiillerin yaratılması, kazanın ol­duğunu ve meydana gelenin güzel ve çirkinlikten bulunduğu* halde ezelde takdir edildiği için kaderi ispat ediyor. Bu hususta, Allah-u Teâlâ'mn, onun kendi yaratığı olması[96] için onu dilemesini gerektirir. Biz bu mesele hakkında kendisine Allah'ın hidayet ettiği kimse iğin kifayet edeceğini ümit[97] ettiğimizi byean ettik; fakat ne var ki, insanlar bu hususu başlı başına bir mevzu ittihaz eden hakkında kelâm ettikleri için biz de bu hu­susu işlemekte onlara tabi olduk. Çünkü muhtemeldir ki, onlar, gerçek­ten hakkın, hangi kelime ile ifade edilirse edilsin her hangi bir lafzı düşü­nen için onun nuru ile zahir olduğunu murad etmiş olurlar. Tâ ki, gerçek­ten hak olan, ne ağızdan çıkan bir beyan nevi ile ve ne de dille ifade edilen lâfızla hak olduğu bilinsin. Fakat hakkın hak olması ancak onun için ser-dedilen delillerle bilinir. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Sonra kazanın hakikati bir şeye hükmetmek ve o şeyin lâyık olduğu üzere kesinlikle meydana gelmektir. Veya o şeyin kesinlikle meydana gel­mesinin gerçeklenmesidir. Bunun üzerine bazı kere eşyanın yaratılması­na rücu' eder. Çünkü o eşyanın bulunduğu hal üzere olmasının gerçek­leşmesidir. Birinci ifadeye göre ise, herşeyin yaratıldığı üzere olmasıdır. Zira mahlûkati yaratan âlim, hüküm ve hikmet sahibi olan Allah'tır. Hik­met ise, herşeyin hakikatine isabet etmek ve herşeyi yerli yerine koymak­tır. Allah-u Teâlâ : «Böylece gökleri yedi kat gök olarak iki günde ya­rattı...»[98] buyuruyor. Buna göre mahlûkatın fiillerinin, Allah onları yarat­tı, diye vasfolunması caizdir. Yani Allah onları yarattı ve hükmetti. Tıpkı Allah-u Teâlâ'mn «... Artık neye hükmün geçiyorsa, hükmünü ver...»[99] kavl-i celîli gibi. Bu noktadandır ki, her hakkı sahibine verip onun hakkı olduğunu açıkladığı için âlim olana kadı ismi verilmiştir. Allah-u Teâlâ'­mn «... Fakat Allah-u Teâlâ, dilediğini yaratır ve O, bir şeyi murad edin­ce, O'na sadece «Ol» der, o, hemen oluverir.»[100] kavl-i celîli de böyledir. Ve yine böylece «Allah-u Teâlâ, felanın şunu, şu vakitte yapacağına hükmetti. Bunun üzerine o da böylece o vakitte oldu» denmesi caiz olur. Bunun ger­çek anlamı, olmasını bildiği ve dilediği şey ile hükmettiğinin olmasıdır. Ve yine failin fiili ile zem veyahut medih, sevap veyahut asap bakımından müstahak olduğu şeye hükmetti demek de caiz olur.

Kaza, bildirdi ve haber verdi imanâsına da gelir. Tıpkı «Allah-u Te­âlâ'mn biz, Israiloğullarına Tevrat'da şunu vahyettik...»[101] buyurduğu gibi. Bu veçhe göre yine onun sena edilmesi caiz olur. Bu hususun cevazında hiç bir mâni' bulunmaz.

Yine kaza kelimesi, bazan da emretti, anlamına geür. Tıpkı Allah-u Teâlâ'mn «Rabb'in kesin olarak şunları emretti : Ancak kendisine ibadet edin. Ana-babaya güzellikle muamele edin...»[102]. Ve «Allah ve Resulü bir işe hüküm verdiği zaman, mümin bir erkekle, mümin bir kadın için, kendi işlerinden dolayı Allah'ın ve Peygamberin hükmüne aykırı olanı seçmek hakkı yoktur.»[103] buyurduğu gibi. Bu husus ise Allah'a ancak hayır işle­rinde izafe edilir. Kaza kelimesi, bazan da fariğ olma anlamına gelir. Ni­tekim Allah-u Teâlâ, Mûsâ, (on senelik hizmet) müddetini bitirince ve (evlenmiş olduğu) ailesiyle (Mısır tarafına), yola çıkınca...»[104] buyurmuş­tur. Lâkin bu nev'in Allah'a izafe edilmesi caiz değildir. Çünkü Allah'a bir şeyle meşgul olduğu veyahut o şeyden fariğ edilmiş olduğu isnat edil­miş olur. Ancak, yaratmış olduğu şeyin tamamlanmasının gerçekleşmesi hakkında mecaz olarak isnat edilir. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Kaza hakkında bundan başka bir çok hususlar zikredilmiştir ki, bi­zim mevzubahs ettiğimiz hususda onları zikretmenin gerekmediği kanaa­tindeyiz.

Kader meselesine gelince : O, iki vecihtir :

Birincisi : Bir şeyin meydana çıkması üzerine olan had, o ise, her-şeyi hayırdan yahut serden güzel veyahut çirkin olan âlim veyahut cahil olma bakımından bulunduğu hal üzere kılınmasıdır. Bu ise, hikmetin te'-vilidir ki, o da, herşeyi olduğu hal üzere kılmaktan ibarettir. Ve herşey hakkında kendisi için daha iyi olanın verilmesidir. Bu örneğe göre Allah-u Teâla'nın «Gerçekten biz, herşeyi (hikmetimiz icabı) bir kaderle yarat-nıışızdir.»[105] kavl-i celîline göredir.

İkincisi : Herşeyin zaman, mekân, hak, batıl, ve sevap olan, azap olan husus bakımından vaki olduğu hal üzere beyan edilmesidir. Bu ikiden bi­ri gibi olan Peygamberimiz Sallellahualeyhivesellemden rivayet edilen­dir ki, Cebrail aleyhisselâm kendisine iman hakkında suâl sorduğu zaman zikrettiğimiz hususların yanı sıra kaderi zikrederek hayır ve şerrin Al­lah'tan olduğuna inanmandır, diye cevap vermesidir. îlki her hangi bir «şey»in olduğu hal üzere yaratılmasının kaim olması gibidir. Bu ise, kul­ların fiilleri hakkında onların güzel ve çirkin olması bakımından akılla­rının ulaşamadığı şeyin dışına çıkan ve akıllarının bu hususa kadir olma­yandır. Buna göre sabit olmuştur ki o, Allah-u Teâla'nın emri ile meyda­na çıkmıştır. îkinci olarak da, yine onların ilimlerinin ulaşamadığı zaman ve mekânla fiillerini takdir etmeleri muhtemel değildir. Bu yöndendir ki, kendileri ile olması da ihtimal dahilinde değildir. Onlar, Allah'tan hariç değillerdir. Allah-u Teâlâ, Kur'ân-ı Kerîm'inin bir âyetinde şöyle buyu­ruyor : «... Oralarda yolculuk için (muayyen yer ve zamanlarda) gidiş geliş takdir eylemiştik.»[106] ve yine Cenâb-ı Allah, «Yalnız Lût'un karısını, gerçekten azap içinde kalanlardan takdir ettik»[107] buyurmuştur. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Kâ'bî, iddia ederek gerçekten Allah-u Teâlâ, küfrü hükmetmez di­yor. Sonra kazanın vecihlerini tefsir ederek onu tefsir edilenin bazısı hak­kında kılmıştır. Binâenaleyh, onun kazanın tefsir edilen vecihlerden bi­rine ihtimali üzere tümünü inkâr etmesi hatadır. Sonra küfrün birbirle­rine benzemediği ve batıl olduğunu iddia ederek deliller getirmeğe çalış­mıştır. Allah-u Teâla'nın batıl ile hükmetmenin batıl olduğunu bilmiyen için Allah'ın kazası haktır ve gerçektir. Ve birbirine benzememeleri ile birbirine benzememek hak ve adalettir. Hakimlerin hükmü de böyledir. Meselâ cömertlik ve zulüm fiilleri... O, cömertliktir, batıl olmadığı gibi bir­birlerine benzememeklik de yoktur. Hatta hemen hemen onu küçük ço­cuklar bilir. Kim ki onu bilmez de sonra kelâmın sınırını iddia ederse ona söylenilecek söz ilk Önce kelâmı bilmesi olmalıdır. Kuvvet ancak Allah'­tandır.

Peygamber Sallallahualeyhivesellemde.n rivayet olunan şeyle de ih-ticac etti. Peygamber Aleyhisselâm, Allah-u Teâla'nın kendisine şöyle ha­ber verdiğini ifade buyurdu. Kim ki, benim kazama razı olmaz ve benim verdiğim belâ ve musibetime sabretmezse o, benden başka Rabb ittihaz etsin.»[108]

Fakih Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Bu ilk zikredilen fiilidir ve ger­çekten[109] onun gazabına razı olmak, küfrün mahrecidir, kötü, çirkin, şer, fasid, olduğunu ve sahibine Allah'ın gazabını ve azab etmesini icap ettir­diğini, ancak bu hususlardan tevbe edenin hariç olduğunu bilinendir. Bi­nâenaleyh bunlara razı olmayan kimse kâfirdir; haberin varid olduğu şey üzere bulunur. Küfür gerçekten çirkindir. Ve kulun fiilidir. Onun Al­lah'ın kazası ve hükmü olması mümkün değildir. Böylece hakikaten Al­lah'ın kazasının fiilin hakikatinin bulunduğu şeylerden zikrettiğim husus­tan ibaret olduğu sabit olur.

Oysaki, gerçekten hayrm hakikati, hastalıklarda ve musibetlerdedir. Görülmüyor mu ki; Cehennem'de ebedi kılmak mu'tezile nezdinde Allah'ın kazasıdır. Rüsvay olmak, sapıttırmak ve benzerleri de böyledir. Varsın Kâ'bî bunlara kendi nefsi için razı olsun. Yok, razı olmazsa Allah'tan başka, Rabb talep etsin. Mu'tezile diyor ki; Allah'ın din hakkında vuku-bulacak musibet ve hastalıklar için kazası yoktur. Onlar için hiç bir gü­nah yoktur. Onlar için günah ancak bedeli ile olur. Bu takdirde kendile­rine, o, hastalık ve musibetlerin bedeli verilmedikçe onlara razı olmazlar, îşte bu da Hadîs-i Şerifle rivayet edilen «Benden başka Rabb ittihaz et­sin» cümlesinin anlamıdır. Ve devamla «Bizim üzerimize vacip olan Al­lah'ın kazasına razı olmaktır,» der.

Allame Ebu Mansur (r.h.), Allah'ın kazasına nasıl razı olunacağını ve bu hususta üzerine vukubulan hususları beyan ettik diyor. Cenab-ı Hakk'ın : «Gerçekten biz herşeyi (hikmetimiz icabı) bir kaderle yaratmisızdır.»[110] kavl-i celîli hakkında, kader gereken hususlardandır. Küfür ise gereken hususlardan değildir diyor. Onun kader hakkındaki sözü bizim zikrettiğimiz yöndendir ki, o yönde de kaderin gerektiği hususlar vardır.

Sonra, Allah'ın kaderinin çirkin olması gerekir. Sonra der ki : Sana soruyor ve diyor ki; Allah küfürü takdir temiş ve sonradan vukubulması için hükmetmiş midir?

Murad ve maksadından sorması gerekir. Şöyle ki :

Ebu Mansur (r.h.) der ki : Bu husus vacip olduğu zaman, kendisin­den haber talep etmeden önce vacip kıldığı şeylerin hepsini gaflette bı­rakmaktır. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Kaza, kader, yaratmak ve irâde hakkında asıl olan şudur ki; bu hu­suslar için üç yönden hiç bir kimse için özür yoktur.

Birincisi : Gerçekten Allah-u Teâlâ, hükmetti ve yarattı. Bilinen ve zikrolunan hususlardandır ki, gerçekten Allah, onları diîer ve onlara tesir eder. Allah-u Teâlâ'nm dilediği, yarattığı ve vukubulması için hüküm ver­diği şeyle kendisine vasıl olurlar; tercih ettikleri şeye de ulaşırlar. Onla­rın, kendi katlarında eşyayı tercih eden ve ondan haber veren şeyle ihti-cac etmelerine hakları yoktur. Oysaki bu hususları onların ilimle, kitap ve haberle elde etmeleri mümkün olmayan hususlardandır. Çünkü onlar­dan, olup meydana gelen hususları onlar, ihtiyar ederler ve onlara mües­sir de olurlar. Allah'tan yardım etmesini niyaz ederiz.

İkincisi : Gerçekten onların hepsini, Allah, onların işledikleri hal üze­re kendilerine yüklememiştir. Onları o hususa da reddetmemiştir. Mecbur

da kılmamıştır onları.

Bilakis onlar, oldukları hal üzere bulunurlar. Kendilerinden bir şey bulunmazsa da benim zikrettiğim şey bulunmaksızın onların bulunmasını tevahhüm ediyor. Yine onlara, yaptıkları şeylere karşı çıkmaları imkânı verilmiştir. Bu olmadı. Çünkü Allah, onîarı mecbur kılmadı. Cenab-ı Hak, mahlûkattan her birinin, ihtiyar sahibi, müessir, fail ve terketmeğe im­kân sahibi olduğunu bildiği şeyin hakikatini onlardan ayırmadı. Bu hu­sus, kendisinde fiillerin vukubulduğu sair, mekânlar, zamanlar, araz ve cevherlerin yaratılması gibi değildir. Her ne kadar bunlardan bir şeyin olmasının onlar için özür olma imkân ve ihtimali bulunmazsa da. Veyahut bahis konusu ettiğimiz husus için bir hüccet, bir delil veya Özür olma ihti­mali bulunmasa da. Tevfik Allah'tandır.

Üçüncüsü : Bunlardan bir şey, onların akıllarına bile gelip hatırla-mamışlardır. Fiil anında onlar kendilerinde dahi değillerdi ki, o hususlar­dan bir şeyi işlediklerini bilsinler. O, fiil için olmayan bir husus için ihti-cacda bulunmak, ihticaca muhatap olan kişi nezdinde batıl ve fasiddir. İşlediği şeyin kendinde bulunmayan hususun özür olması da böyledir. O, elbetteki batıl ve yok olmuş olur[111]. Eğer onlar için bunlarla ihticac et­mek bulunmuş olsa idi, onların, haber verilenle, ilimle kuvvetlendirmek[112] ve benzeri gibi hususlarla ihticac etmek olabilirdi. Oysaki, gerçekten eğer bu onlar için özür dilemek olsaydı, onlar için emir, nehiy, vaad, vaîdi bil­memeleri ve vukubulduğu yerle, günahkâr oldukları yeri bilmemeleri se­bebiyle olurdu. Ve yine Allah'a zarar vermeğe, Onun hüküm ve saltana­tına ihanet edilmeyen ve mülküne noksanlık getirmeyen hususlarla özür olurdu. Ve yine onlardan meydana gelen şeyle olan ilimle onları yarat­ması sebebiyle özür olurdu. Eğer onların bu hususlar hakkında ihticac etme hakları olsaydı, onun hepsinden daha açık olanlarla ihticac etmi' olurlardı. O, kendisi gibi olanın fiil vaktinde, kerem, cömertlik, onları azaplandırmaktan müstağni, affetme, bağışlama, Matlarından kendisine bir faydanın olmaması, günah ve isyanlarından kendisine hiç bir zararın varid olmaması gibi hususların zikrinde düşünülmüş olurdu. Bunlardan bir şeyle ihticac olmadığı zaman evvelki hakkında da ihticac olmaz. Bu, zikrettiğimiz hususların Allah'tan olmadığına nasıl delâlet ediyor? denir­se, cevap olarak denir ki; Allah-u Teâlâ'dan varid olarak beyan ettiğimiz hususların hepsinin tahkik edilmesinde geçen deliller, ifade edilen o hu­susa delâlet etmektedir. Kuvvet ancak Allah'tandır. '

Bu hususta asıl olan odur ki, gerçekten herkes biliyor ki; kendisi fa­ildir, yapmış olduğu şey için kendisine imkân verilmiştir. Ve kendisine başkası tesir etmiştir. Öyle ki, eğer kendisinden o husus menedilirse bu, ona çok ağır gelir[113]. Gerçekten onun zıttını ihtiyar etmiş idi. Onun haki­katini reddetmeğe bir yol bulunmaz. Çünkü onun hepsinin kendinden sa­dır olduğunu bilir. O husus, sahibi için olmuştur. Tıpkı, görünen yaratık­lar ve yanlış olarak kendisine hayal olmayan his gibi. Sonra herkes ken­di fiilini, güzel ve çirkin olma bakımından aklen takdir ettiği şeyin gayri olarak meydana çıktığını görür. Yine aynı şekilde, zaman ve mekân ile takdir etmeğe, ilminin ulaştığı şeyin gayri olarak ve nefsinin yorulma, elem duyma gibi hususları kasdetmediği ve onun gibisine kudretini kul­lanmadığı şey olarak meydana çıktığını görür. Oysa ki kendi nezdinde kudretinden bir noksanlık bulmaz. Böylece, gerçekten fiilleri hissî ve gö­rünür bir hal olmasına yakm bir durum ifade eden yollardan, fulleri ken­dilerinin yaratmış olduğu şeylerden olmadığı sabit olur. Kim ki, bu yön­lerden fiillerin onlardan meydana gelip gerçekleştiğini kabul ederek bo­yun eğerse veyahut geçen[114] yönlerden fiilleri kendilerinden nefyetmeğe yönelirse, o kimse aklı ile büyüklük yapıp böbürlenmiş, hissine aldanarak inatlaşmıştır. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Sonra biz mu'tezilelerle ittifak halindeyiz ki, gerçekten Cenab-ı Hakk'a mahlûkat ve fiillerinden isimlerde çirkinlik ifade etmeyenlerden başka bir şey izafe ve isnad edilmez. İsimlerde çirkinlik ifade etmeyen­lerden başka bir gey izafe ve isnad edilmez. İsimlerde çirkinlik ifade ede­cek şey ise Allah'a asla izafe edilmez. Bu husus, nefyedilip yasaklanır. Bunun üzerine bazı meseleler meydana çıkmıştır :

Birincisi : Hayru hasenattan Allah'a isnad edilenlerin, Allah'a izafe edilmesinin yönü hakkında ki, onların hepsi Allah'tandır. Mu'tezile, hayır olanları isteme ve onları elde etmek için güç ve kuvvet sahibi olma ve emir alma bakımından Allah'a izafe edilmesinde beis yoktur, derler. Biz ise diyoruz ki; izafe ve isnad çeşidinden bu her ne kadar güzel ise de fiil­ler zikredildiği zaman Allah'a izafe etmeden bu murad olunmaz. Fakat fiiller zikredildiği zaman Allah'a Hamdu sena ve şükretme murad edilir. Bu hususta, evvelki hal caiz olunca, bunun da caiz olması daha evlâdır. Çünkü emir, dua ve kuvvetlenme bakımından kendisinde mümin ve kâfir müşterektir. Hamd ve şükretme bakımından ise, mümin ile kâfir birbir­lerine muhtelif bir durumdadırlar. Bunu açıklayan hususlardan biri de, mutlak olarak şöyle demenin caiz olmasıdır : Hakikaten iman, Allah-u Teâlâ'nın nimetlerinden bir nimettir. Gerçekten mümine Cenab-ı Hak, in'âm ve ihsan etmiştir. Eğer Allah-u Teâlâ'nın kendisine olan fazlı, ih­sanı olmasaydı, küfür pisliğinden temizlenmezdi. Ve böylece kendisi bü­yük bir azaba dûçâr olurdu. İşte bu yönden kâfir hakkında vukubulan hususlar, Allah'a izafe olunmaz. Fiiller zikrolunmadığı zaman da emir üzere olur. Tevfik Allah'tandır.

Bunun için tebdil ve tahrif edilmiş kitabın gerçek kitap olduğunu söyliyenlere ve onu..[115]. ve benzerini Allah'a izafe edenlere, Cenab-ı Hak îânet etmiştir. Gerçekten onlar, bununla emir varid olduğunu iddia etti­ler. Bunun üzerine Cenab-ı Hak, kendi zatını bu hususdan berî ve mü­nezzeh kılıp onun, şeytanın işi olduğunu haber vermiştir. Ve onlar bunu çekemedikleri için kendilerinden uydurarak söylemişlerdir. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Yine emir olması bakımından fiil caiz değildir. Çünkü onda ancak ilzam ve gerektirme bulunur. Kendisinde çok büyük zahmet ve meşakkat bulunduğu için onunla Allah'a izafe edümez. Bilakis Hamdu senada bulun­mak ve şükretmek bakımından Allah'a izafe edilir. Tıpkı Allah-u Teâlâ, şu âyet-i celîlelerde buyurduğu gibi. «... Doğrusu sizi imana hidayet bu­yurduğundan, Allah, sizin başınıza kakar; eğer (imanınıza) sadık kimse-lerseniz»[116]. «îtaat için sağlam söz verdikten sonra arkasından döneklik ettiniz. Eğer Allah'ın fazlı ve rahmeti üzerinize inmeseydi, elbette kendini aldatmışlardan olurdunuz»[117]. Kâ'bî, Allah-u Teâlâ'ya ancak iyi ve güzel olan izafe edilir diyor, sonra da itaatlarm Allah'a izafe edilmesinin emir yönünden "olduğunu iddia ediyor. Bu hususta hangi güzellik ve iyilik var­dır? Buna dahil olan hususları biz ge^en bahislerde beyan ettik. Ve Kâ'bî, Allah'-u Teâlâ'ya serlerin izafe edilemiyeceğini iddia ediyor; çünkü Al­lah, onları nehyetmiştir, kendisine izafe olunmaz diyor.

Fakih Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Bizim katımızda da serler Allah'a izafe olunmazlar. Çünkü biz beyan etmiştik ki, Allah'a izafe edilmenin vechi, şükretmek içindir. Şerlerde ise şükretme yönü yoktur.

Sonra müslümanlarm «Hayır ve şer Allah'tandır», sözleri hakkında der ki, müsîümanlar bununla ancak dinsizlerin sözüne[118] muhalefet etmeği kasdetmişlerdir. Kulların fiiline gelince; o, hatırlarına bile gelmemiştir. Belki Allah, O, şeytanın amelidir buyurmuştur.

Fakih Ebu Mansur (r.h.) der ki: Müslümanlarm sözü olduğu zikro-lunan şey, yalandan ibarettir. Çünkü müsîümanlar öyle dememişlerdir. Bilakis müsîümanlar «Hayır ve şerrin ezelde takdir edilmesi Allah'tan­dır» diyorlar. Ezelde şerrin takdir edilmesi, şerrin kendisi değildir. Din­sizlerin durumu hakkında da söz böyle değildir. Çünkü böyle olmuş olsaydı, o takdirde şerrin alim, ve hikmet sahibi Allah'a izafe edilmesi çir­kin olurdu. Bilakis fiili ser olan kimsenin kendisi gerdir ve fiili fesad çı­karma olan kimsenin de kendisi mufsittir. Onun «Müslümanların hatırı­na bile gelmez», sözü ise yalandır. Bilakis zikrolunan şeyin hususiyeti kendi hatırına gelmez. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Sonra diyor ki : Eğer denirse ki küfür emir olma cihetinden Allah'­tandır demiyoruz, fakat yaratma bakımından Allah'tandır diyoruz denir­se, cevap olarak emir, fiilin gayridir demiştir.

Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Bunun üzerine biz şöyle deriz; küfür, bir yoldan Allah'tandır ve mutlak olarak ifade etmek suretiyle şer Al­lah'tandır demiyoruz. Ve böylece hiç bir kimsenin; îblis Allah'tandır, ya­hut Şeytan Allah'tandır, yahut her kazurat ve pis kokanlar Allah'tandır veyahut da her fesad Allah'tandır diyen yoktur. Öyle ise gerçekten bu lafız, mahlûkatta var olan şey hakkında da fasiddir. Kuvvet ancak Al­lah'tandır.

Bu hususta asıl olan şudur ki, gerçekten onu ifade etmek, emri iste­me yerine veyahut nimetleri izafe etme yerine çıkar. Bunda ise elbetteki o iki husustan bir bulunmaz. Öyle ise Allah'a izafe edilmesi caiz olmaz, O, tıpkı bizim deiğimiz gibidir ki; gerçekten Allah, tahkik edildiğinde her ne kadar herşeyin Rabb'i ve herşeyin ilâhı ve herşeyin yaratıcısı ve herşey de kendisinin ise de bu hususlar, pislikler, çirkin ve kötü olanlar ve ancak onlara istihkak kesbetmesiyle zikrolunan şeylerden benzerlerin­de söylenmez. Onların bir olan Allah'a izafe edilmesi o husus üzerinden çıkar. Her ne kadar onlar yaratılmış iseler de Allah'a izafe edilen şey­lerden onların küfrü yaratılmış ise de. Bizim üzerinde durduğumuz konu da onun gibidir. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Buna göre küfür ve masiyetler hakkında onların Allah-u Teâlâ'nın iradesi, takdiri ve kazası iledir demek, iki yönden mekruh olur :

Birincisi : Çirkin olanlardan zikrolunan husus veyahut ancak çirkin gösterilme ve kötüleme bakımından zikrolunan şeyler. Vasfı bu olan şey, haber verdiğim hususa binaen Allah'a izafe olunmaz. Her ne kadar ger­çekte ve tahkik edildiğinde sözle ifade edilirse de.

İkincisi : îhticac ve özür dilemek üzere kendisi ile kelâm edilen hu­sustur. Ondan anlaşılan da budur. Biz, bu hususta onlar için her hangi bir özrün bulunmadığını beyan ettik. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Ve yine böylece insanlar nezdinde her ne kadar hakikatte her şeyin yaratıcısı olsa da Allah'a ey habis ve necis olanların ve benzerlerinin ya­ratıcısı diye söylenmez. Bizim zikrettiğimiz husus da bunun gibidir. Bu mevzuda asıl olan odur ki, Allah-u Teâlâ'ya her tazim veya şükretme ve­yahut ta emrini veya nimetini zikretme yerine çıkan herşey, kendisine iza­fe edilir. Bu hususların gayrine çıkanlar ise hakikatte her ne kadar Al-lah'm yaratmış olduğu mahlûkattan ise de kendisine izafe edilmez. Kuv­vet ancak Allah'tandır.

Bu hususta genel olarak ifade edilir ki, gerçekten Cenâb-ı Allah, kendi fiili ile vasfolunur. O, hakikatte adalet veya fazlu ihsan manâsı üze­rine çıkar. Basan da kendisine hakikatte fiili veya sıfatı olmayan şey izafe olunur. Bu eğer övülmeye lâyık bir manâ iktiza ederse caiz olur. Çünkü ona Allah'ın im'âmı ve fazlı ile nail olunmuştur. Yok eğer övüle­cek bir manâ iktiza etmezse izafe edilmesi caiz olmaz. Çünkü O, hakikatte Allah'ın fiili değil ki, onunla vasfolunsun. Allah, kendi fiili bakımından hüküm, hikmet ve adalet sahibidir. O ise, nıahlûkat katında olan o şey, ise bu vasfın gayridir. Allah-u Teâlâ, bu iki vasfın gayrinden yüce­dir; berî ve münezzehtir. Çünkü Allah'ın fiillerinde adalet, hikmet veya­hut fadlu ihsan sıfatları vardır. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Fakih Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Kaderiyyeler, saptırmak, şüphe[119], kalbleri çevirmekten Cenab-ı Hakk'a izafe edilen hususlar ve Cenab-ı Al­lah'ın «... Allah, onların kalplerini, imanı kabulden çevirmiştir.»[120] kavl-i kerîmi ve benzerleri hakkında şöyle diyorlar : Gerçekten bunlar, mihnet, meşakkat, hali kalmak, kurtarmak[121] ve benzeri gibi şeylerde olur. Hayru hasenat da ise emir, kuvvet verme ve benzerleriyle olur. Eğer onların de­dikleri ile ifade edilmiş olsaydı, onların nezdinde emir ve güç vermek iti­bariyle hidayet nurundan sapıklık karanlığına çıkarmak, Allah'a izafe olunurdu. Tıpkı sapıklık karanlığından hidayet nuruna çıkarmak kendisi­ne izafe olunduğu gibi. Çünkü kendisindeki hayır hakkında izafetin illeti emir ve kuvvet verme olmuştur. Hidayet şöyle diyor : Onun zikrettiğinin hepsi söylenilerek karşılık teşkil etmektedir. Çünkü diyor, emir ve kuv­vet vermenin her ikisi mihnet ve meşakkattir. Her ikisinde de hâli kılmak ve kurtarmak mevcuttur. Bunun doğru olduğu zaman diğeri de doğru

olmazsa, bunda bulunan manânın diğerinde bulunmadığı zahir olur. Bunun­la beraber, kaderiyyeler, Allah'a ger olanlar izafe olunmaz diye iddia et­mişlerdi. Çünkü Allah, onları nehyedip yasaklamıştır. Binâenaleyh, Al­lah, sapıklığı, azgınlığı ve şek ve şüpheyi nehyetmiştir. Bunlar Allah'a ni-Çİn izafe[122] olundu? Tevfik Allah'tandır.

Onlar isim vermekle sapıtma hakkında kelâm ettiler. Bu sözleri ve görüşleri batıl v efasittir. Çünkü o, gayrinde de bulunmuş olup Allah'a izafe olunmamıştır. İsim vermede hikmet ve fazlu ihsan olmadığı için­dir ki Allah-u Teâlâ'nin «Allah dilediği kimseyi sapıtır, dilediği kimseyi de doğru yol üzerinde bulundurur»[123] kavl-i kerîminde beyan edildiği gibi. Müsnağnî ve hüküm sahibi olmakla vasfetme yerinde zikroîunur. O da işte hüküm ve kuvvet sahibi olma yeridir. Allah'tan yardım talep ederiz.

Bizim nezdimizde bunların hepsinde asıl olan şudur ki : Hakikaten Cenab-i Hak kendi fiili ile mevsuftur. Allah-u Teâlâ'nın fiilinin manâsı, Allah'ın her şeyi onun için daha evlâ olan bir halde yaratmasıdır. Bu ise fiilindeki adaleti ve fazlu ihsanı olarak tecelli eder. Allah-u Teâlâ'nın vasfı bu iki husustan ve fiilinin hakikati[124] ilkinden hâli kalmaz. Bunun üzerine fiili yolundan kendisine hangi yönden isnad ve izafe edilirse, ken­disinin yarattığı manâsını gerçekleştirir. Binaenaleyh bu saptırma hak-kuıda zikredilen, kesinlik ve gayri hakkından zikrohmanlar mu'tezilenin süsleyip kötüleri iyi göstermelerinden başka bir şeye muhtemel olmaz. Allah-u Teâlâ'nın fiilinin manâsı da böyledir. Tevfik Allah'tandır. [125]


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: İmam Matüridi: Tevhid
MesajGönderilme zamanı: 17.11.11, 11:42 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı

Kayıt: 17.01.09, 20:24
Mesajlar: 55
Mes'ele (Kaderiyyenin Zemedilmesi Hakkında)


Allame Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Kelâm ehli kaderiyye isminin zemmedilnıesi, yerilmesi hakkında ittifak etmişlerdir. Onlardan her biri Kaderiyye isminden berî kalmışlardır. Resûl-i Ekrem'den (s.a.v.) bu is­min hakikatinin kimde bulunduğunu Öğrenme yolunu gösterecek husus rivayet edilmiştir. Peygamber aleyhisselâm kaderiyye hakkında «Kade­riyye bu ümmetin mecûsîsidir.»[126] buyurmuştur. Bilinen bir gerçektir ki, Peygamber aleyhisselâm, bu mübarek sözü ile kaderiyye'yi zemetmek murad etmiştir. Hadis-i Şerif, onların fikir ve ifade bakımından mecusi-lerin dinler ehline muhalefet ettikleri hususlarda, kaderiyyeler mecusi-lere katıldılar manâsını ifade etmektedir. Bu ismin sahiplerinin hakika­tinin açığa çıkması için bu hususu çok iyi düşünmek elbetteki lâzımdır. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Mecusilerin ehl-i edyana muhalefet etmelerinin zemmedilmesinin aslı bir kaç yönden ifade edilir :

Birincisi : Onlar diyorlar ki; Allah-u Teâlâ bir idi. Şeriki yoktu. Son­ra kendisinde bir akıcı ve reddedici düşünce meydana geldi. Bu ya kendi­sini güya isabet ettiği için oldu. Yahut, kendisine karşı gelip, sataşacak bir düşmanı olacağını sandığı için oldu. Böylece akıcı ve reddedici dü­şünceden ibils meydana geldi. Bunun üzerine iblis, âlemde vukubulan şerri yarattı. Allah da hayrı yarattı. Allah'ın ger, fesad ve benzerleri onlardan hiç bir şeyin yaratılmasında kudreti yoktur. İblisin hayır, doğru ve yararlı olanların yaratılmasında bir kudreti yoktur. Böylece âlem her ikisi ile var olup ayakta durmaktadır, işte bunun hepsi ile dinler ehline muhalefet etmektedirler. Bilinir ki, gerçekten bunların hepsi zem vasıflan ve kötü, yaramaz sıfatlardır. Sonra mu'tezilenin bu sıfatlardan her bir sıfatta na­sibi vardır. Bunun içindir ki onlara kaderiyye ismi verilmiştir. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Bu husus şöyle izah edilmektedir : Hakikaten Mu'tezile iddia eder ki[127]; gerçekten Allah-u Teâlâ vardır. Kendisinden başkası yok idi. Sonra Allah-u Teâlâ, iradenin olmasından başka, onun meydana gelmesi için irade veya ihtiyarı bulunmaksızın irade meydana gelip var oldu. Binâe naleyh, âlemin hepsi bu irade ile var olmuştur. Çünkü o fiilde şu ifadeler, onların sözîerindendir : Gerçekten âlem Allah'ın fiiüdir. O fiil, Allah'ıc ihtiyarı ile vaki olmuştur. İhtiyar ise, hakikatte iradeden ibarettir. Nite­kim Cenab-ı Hak «... Çünkü Rabb'in dilediğini, hemen noksansız yapar.» [128]buyurmuştur. Mu'tezile o hadiseye irade ismini vermiştir. Mecûsiler ise, ona düşünce adını vermişlerdir.. Her ikisinin arasındaki ihtilâf, hakikat­te değil[129], bilakis isimdedir. Sonra mecûsiler onunla âlemi vasfetmekte-dirler. Mu'tezile ise âlemin hepsini onunla vasfediyor. Her ikisi de elde edilen husus hakkında zemmeden, kötüleyenin sözünün altında bulunmu-lardir. Mu'tezilede ise bu husus daha ziyade olarak görülmektedir. Sonra mu'tezile, toplanmak, ayrılmak, hareket etmek, sükûnet bulmak, yarat­maktan ayrı veyahut uzak olarak doğanların hepsinden âlemin Allah'tan olmaksızın, cisimlerle ve Allah'la meydana geldiğini ifade ederler. Me-cusilerin nezdinde de hayır ve serden âlemin hepsi böyledir. Hattâ mecû­siler, cevherlerden çoğunu iblise isnad ederler. Mu'tezile, hakikatte on­lardan bir şeyi Allah'a isnad etmeğe kadir olmaz. Mecûsiler, Allah'la şerri yaratmak üzere iblise kudreti isnad ederler. Fakat Allah'tan kud­reti nefyederler. Mu'tezilenin mahlûkatin fiilleri hakkındaki sözü ve gö­rüşü de böyledir. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Mecûsiler, âlem hakkında Allah'a isnad ettikleri kudretin, iblisde bu­lunmadığını; mahlûkat üzerindeki[130], iblisin kuvvetinden bir şeyin AUah'da bulunmadığını söylerler. Mu'tezilenin tutumu da böyledir. Ancak mu'te-zileler bu hususu bütün diri olanlar da olduğunu Öne sürdüler. Mecûsiler ise, bunun iblise mahsus olduğunu ifade ederler. Mecûsiler kendisi hak­kında emir olmayan şey de Allah'ın bir hükmü ve iradesinin bulunmadığı­nı ileri sürerler. Mu'tezüelerin ileri sürdükleri de böyledir. Mecûsilerin, şer olanın yaratılmasını ve eşyanın fesada uğramasının Allah'a isnad ve izafe edilmesini çirkin görmelerinden dolayı iki ilâhın bulunduğunu iddia etmelerinin manâsının aynısını mu'tezilenin iddia ettiği hususlarda da bulunmaktadır. Eğer rubûbiyeti hakkı ile bilmiş, onun her şeyi yerli ye­rine koyduğunu ve onun fiilinin kendisine yarar sağlamış olmasından ve­yahut kendisi için bir hayır kazanmasından gani, yüce ve berî olduğunu bilmiş olsalardı; muhakkak ki bütün mahlûkatm bulunduğu hal üzere ya­ratılması ile vasfedilmesi, kudret ve celâl'in vasfı olduğunu ve bunu ifade etmenin mülk ve kibriya sıfatlarım tam manâsı ile ifade etmek olduğunu bilirlerdi. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Mu'tezilenin ehlinden isimle[131], yükselen kimseden daha lâyık olduğum* açıklayan hususlardan diğer biri de; Allah-u Teâlâ'mn insanların dilleri­ni, bu ismi onlara isnad etmeleri için konuşturması hususudur. İnsanla­rın büyük ve küçüğü bu ismin altında bulunanı bilen olsun bilmiyen ol­sun, bunun onların ismi olduğunu ispat etmişlerdir. Fakat bu insanların işi ve icadı olarak vukubulmamıştır. Bu ancak Allah-u Teâlâ'mn fazlu ihsanı olarak vukubulmuştur ki, bununla dinde zimmet ehli olan bilinsin. Bunun üzerine onlara karışıp beraber bulunmaktan kaçınılsın. Bu husus­ta onların açık-seçik iki alâmetleri vardır :

Birincisi : Onlardan her birinin renginde, yaratılışları bakımından güzel olsun veya çirkin olsun her birinin yüzünde insanlar baktıkları za­man pek çirkin gördükleri sevimsiz ve soğuk bir sararma zahir olup be­lirir. Bu hal, Mecûsilerin yüzlerindeki hal ile karşılaştırıldığı zaman her ikisinin eş değerde olduğunu görürler.

İkincisi : Onların, mecûsi topluluğundan uzak kalmaları[132] ve onla­rın hepsinin islâm ülkesinin kendi ülkeleri olmasını kabul etmemeleri. Kuv­vet ancak Allah'tandır.

Bu ismi onlarda gerçekleştirmek için de yine iki vecih vardır : Haki­katen her din ve mezhep sahibi kendisinin inanıp benimsediğini iddia et­tiği manâya nisbet edilmiştir. îslâon, yahudilik, hristiyanlık ve benzeri gibi. İşte mu'tezile de böylece kendileri için, fiilleri kadarım görüyorlar. Onlardan gayri ise bunu kendinden görürler. Başkası için gördüğü şeyle meşhur olması mümkün değildir. Kendisi için hakikatim[133] iddia ettiği kimseden ifade edilir. Onun gibisi, Resûl-i Ekrem Sallallahualeyhivesel-lemden hayır ve şerrin Allah'ın takdiri ile olduğuna inanmanın imanın şartından olduğu rivayet edilmiştir. Başka bir vecih de şudur : Bilinen bir husustur ki; mu'tezile mezhebinden olanın kendisinden iman ismini giderecek şeyden salim olduğu görülmez. Şehevi arzulara râm olarak günahı kebair irtikâb etmek suretiyle islâm kisvesine bürünmekten sa­lim olduğu dahi görülmez ki; bu, onların Allah'ın dinini küçümsediklerini ve nefislerine sundukları şehevi arzunun en azı ile dinden çıkmağı ihtiyar ettiklerini beyan eder. Allah'ın dininin gayrine nisbet edilmeleri, onlara daha fazla lâyıktır. Çünkü onların dinleri hakkındaki hal ve durumları odur ki, onların nezdinde Allah'm dini de o dinin kendisidir. Kuvvet an­cak Allah'tandır.

Sonra Kâ'bî diyor ki, hakikaten arabın adeti; bir şeye haris olup üze­rine düşen kimseye o şeyle lâkap takar. Bunun üzerine yerinin gayrinde onu çok zikreder. Hatta fazla ileri gidip onda haddi tecavüz etmek sure­tiyle onu o şeye nispet eder. Onlar, bunu yaptılar; her fahiş, kötü ve maz-mum olan hakkında bu Allah'ın takdiridir dediler.

Allame Ebu Mansur (r.h.) diyor ki: O kimse davasında bu kadarı hakkında bir kaç yönden hata etmiştir.

Birincisi: Araptan hikâye ettiği husus; ikincisi de : Kendilerinden rivayet edilen şeydir. Onlar, bunu söylemiyorlar. Eğer onu söyliyen varsa onlardan dinlerin ve mensuplarının isimlerini bilenler söylemez. Ancak onu avamdan olan söyleyip zikreder. Havas tabakası ise, bunu anmaz­lar. Bilakis onlar kendileri için özür olmayan hususta Özür dilemekten korktuklarından dolayı onu yad etmeği istemezler. Arap eğer bu hususu ifade ettiği şeyi yapmış ise, onu ancak kendisine lâkap verme[134] zahir olan kimse hakkında yapmıştır. Yoksa tahkik için yapmamıştır. Biz tahkik edilmesi hakkı olan husus hakkında kelâm ediyoruz. Çünkü Resûlüllah'tan varid olmuştur. O da ehlinin kadim olmasıdır. Kuvvet ancak Allah'tan­dır.

Ve yine gerçekten zemmetme Resûlüllah'tan (s.a.v.) gelmiştir. O va­kitte bu fiille bilinen kimse yok idi. Arapların kendilerine isim verdikleri bu taifede yok idi. Bunun için dediği isme muhtemel olmaz. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Sonra bize öyle soru sordu ki; o soru onun hayret içinde kaldığına delâlet etmektedir. Binaenaleyh o, «Siz kader yoktur sözünüzle ona nis­pet ettiniz» dedi. Buna, «Şey, nefyedene nispet edilmez» diye cevap verdi.

Şeyh Ebu Mansur (r.h.) diyor ki: Onun dediği doğru ve gerçektir. O, iddia edene ve kendisi için ispat edene ancak nispet edilir. Onun söyle­diği gibi fiiller, Allah'ın ezelde takdir ettiği gibi meydana çıkar. Sonra der ki, eğer «Siz bunu, biz amellerimizi takdir ederiz sözünüzle ispat etti­niz.» denilirse cevaben bu husus iki yönden vacip olmaz denir.

Birincisi : îsim gerçekten ondan takdir olunmuştur.

İkincisi : Gerçekten kendisi için şöyle söylemekte bir engel bulun­maz; O, namazını, elbisesini, evini, yolculuk hakkındaki isini takdir eder. Bunun üzerine onların hepsini kaderiyye olması gerekir.

Ebu Mansur (r.h.) der ki: Birinci gakka gelince : O, takdir olunmuş­tur. Ve takdir eden de birdi.. Sonra gerçekten hristiyan ve yahudinin fiili, hristiyanlaşnıak ve yahudileşmektir. îsîm, görülen şey üzere vuku-bulnıuştur. Kader hakkındaki görüş de bunun gibidir.

İkincisi: Bazan Allah-u Teâlâ'ya onunla isim verilir. Sonra «Kaderi­dir» denmez. Binâenaleyh gerçekten onun özel bir emre ve kendisine ait olan manâya rücu' ettiği sabit olur. Eğer özel bir işe rücu' ederse o, din hakkındadır. Kim ki onu kendisine nispet ederse o, ona daha lâyıktır. Eğer kendisine rücu' eden manâ değilse, o, din hakkında değildir. Onlar bu söze göre çıkısın hakikatini Allah'm takdiri üzerine olduğunu görür­ler. Yoksa kulun takdiri ile değil. Mu'tezile ise fiilin kulların takdiri ile meydana geldiğini iddia ederler. Tevfik Allah'tandır.

Arabın dediği şeye gelince : Buna göre mu'tezilenin dilinde cebir is­mi çokça dolaştığından mu'tezilelerin bir ismi de cebriye olması vacip olur. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Bununla beraber mecûsilere nispet olunan şey, mecûsilerin onu çok söylemelerinden değildir. Fakat mezheplerinin hakikati bu olduğundan­dır. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Sonra Haşviyye'lere, Kaderiyye isminin verilmesinin sebebini sorup bunun din islerinin çoğunda kaderiyyelerin düştükleri hatalara kapıldık­larından dolayı verildiğini iddia etti. Bununla beraber onlar Mervanoğul-larma inzimam etmişlerdir. Onların mezhepleri de bu idi. Çünkü onlar kötü ve çirkin olan fiillerini Allah'ın kaza ve kaderine izafe etmeleriyle sevinirlerdi. Binâenaleyh bu hususta onlara yardım ettiler ve Allah-u Te-âlâ'ya hamletmeği elde ettikleri'[135] hususlardan zemmedilmekten onları berî kıldılar. Ve bu husus onların arasında Muaviye'nin fiili olarak şüyu bul­muştur. Çünkü Muaviye Hazret-i Ali'nin şehit edilmesi haberi kendine ulaştığında onu uygun görmüştür. Ve Hazreti Ali'nin büyük günah işle­diğini ileri sürdüler. Mutezilenin onlar hakkında sözü daha mühim ve büyüktür. Çünkü onları imamlık şartlarının dışına çıkarıp onlardan bu is­mi kabul ettiler. Bu hususta sözü uzatmıştır ki, onun ekserisi yalandır.

Fakih Ebu Mansur (r.h.) der ki : Haşviyyelere nispet edilmelerinin sorulmasına gelince : O, ancak onların bununla isim verdikleri kimse­lerin onların olduğunu görmeleri için süsleyip kötüyü iyi göstermelerin­den ibarettir. Bu isim verme ise milletin tümü arasında yekdiğerine nak-ledilegeîmiştir. Nebiyy-i Zîşân aleyhisselâmdan şu haber varid olmuştur : «Ümmetimden iki sınıf vardır ki, onlara benim şefaatim ulaşmaz (birin­cisi) Kaderiyye, (ikincisi de) Murcie'dir. Kaderiyye'ye, kaderi Allah'dan nefyetmelerinden ötürü bu isim verildi. Bu mevzuda asıl olan şudur ki; gerçekten Murcie, mahlûkatın fiillerinin hakikatinin Allah'tan olduğunu ifade edenlerin kendileridir. Kaderiyye ise, Allah'tan fullerin tedbirini nefyeden ve iğinde âlemin manâsına varıncaya kadar fullerin tedbirinin hepsinin mahlûkata isnad edenlerdir. Mahlûkatın tedbiri ile olduğu için onlar fani kıldılar, baki kıldılar ve onunla Cennet ve Cehennem ehli tek­rar dirilmek hususundaki Allah'ın tedbiri kaim oldu. Bu hususta Allah için ihtiyar etmekten başka bir şey yoktur. Yine Allah için âlem hakkın­da yok iken sonradan var olmadan başka fiiller tahakkuk etmez. Adalet ise onların arasında orta bir yoldur. Bu husus Allah-u Teâlâ'nm «Ey müslümanîar, böylece sizi vasat (orta) bir ümmet yapmışızdır»[136] kavl~i celîlinin Resûl-i Ekrem Sallaliahualeyhivesellemin «İşlerin hayırlısı, orta­larıdır.»[137] sözünün anlamını ifade etmektedir. Haşeviyye'lere bu hususu nispet etmek hatadır. Ondan salim olan hiç bir kimse yoktur. Onu söylîyen kimse ancak onlardan bir kavmin sözünü söylemiştir. Mu'tezileye gelin­ce; onlar âlemin var edilmesi ve yoktan varlığa çıkarılması ve sebepden zikrolunan hususlar hakkında mulhid ve dinsizlere katılmışlardır. Mu'-tezile, Mervanoğullanndan rivayet edilen ve günahları paklayıp temize çıkaranlardan[138] anlatılan hususlara da iştirak ettiler. Bunu kaderi, kulla­ra gerektirmekle zikrolunan hususlara hamlettiler. Hepsi de yalan söy­lediler. Müslümanlara iftira etmeğe ve onlara kötü söz atfetmeğe vesile ve sebep olacak dindeki şaşkınlıktan Allah'a sığınırız. Sonra kaderiyyeler, kudreti fiil üzerine takdim ettiler. Allah-u Teâlâ'nm kitabı, Kur'ân-ı Ke-rînı'in âyetleri ile ihticac ettiler : «... Sonra : Bunları kuvvetle benimse­yip...»[139] tefsir ve te'vil ehli, bu âyet-i kerîme hakkında göyle diyor : Onunla ciddi olarak ve güç harcamak suretiyle amel et. Sanki onlar burada kuvveti sebepler olarak görmüşlerdir. Fakat bu hususta daha açık olarak görünen şu «Onu kuvvetle al, yani alma vaktinde kuvvetle al» sözümüz-dür. Çünkü alma anında kuvvet olmadığı zaman alma işi kuvvetsiz ola­rak vukubulmuş olur. Binaenaleyh onun tutum ve gidişatı sabit olur. Tıp­kı başkasına «O'nu elinle al; ona gözünle bak.» dendiği gibi ki, O, karşı­lıklı olarak bulunuyordu. Cenab-ı Hakk'm, Mûsâ aleyhisselâma : «... Son­ra; bunları kuvvetle benimseyip al, kavmine de o hükümlerin en sevaplı-sım tutmalarını emret...»[140] buyurduğu gibi. Ve yine cinniîerden birinin ifade ettiği ve âyet-i celîlede beyan edilen şu sözü ile ihticac ettiler: Ce­nab-ı Hak, Kur'ân-ı Kerîm'inde bu hususta şöyle buyurmuştur : «Cinler­den bir ifrit (kuvvetli ve becerikli olan biri şöyle) dedi : Sen yerinden kalkmadan önce, ben o tahtı sana getiririm. Muhakkak onu taşımağa gü­cü yetip (onu) zayi etmeyen güvenilir bir kimseyim.»[141] (Mûsâ aleyhisse-lâmın kıssasını beyan eden âyetlerden birinde) Kadının, «... Babacığım, onu, (Musa'yı davarları otlatmak için) ücretle tut. Çünkü tuttuğun ücret­lilerin hayırlısı o, güvenilir, güçlü adamdır.»[142] sözü ile de ihticac ettiler.

Allame Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Bu iki şık onlar için kendisi ile ilgilenip delil olarak Öne sürecekleri hususlar değillerdir. Çünkü kadının bildiği Mûsâ aleyhisselâmın kuvveti, ancak davarları sularken görüp bil­diği kuvvettir. Bu kuvvet ise, o zamana kadar kalmaz. Cin taifesinden olan îfrit'in kuvveti de böyledir. O, geçen husus hakkında kendini imtihan ettiği şey üzere vukubulmuştur. Tevfik Allah'tandır.

İkinci olarak denir ki, kuvvet, dilediğinin her vakitte meydana gel­mesi için cari olan âdete binaen kullanılması üzere vukubulan iradeye gö­re belirir. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Onlar Kur'ân-ı Kerîm'de zikroiunan itaat ile de ihticac ettiler. Biz bu yönü geçen konularda açıkladık.- Kuvvet ancak Allah'tandır.

Sonra bizce bilinen cebriyeler, kendilerine cebr île lâkap takılanlar­dır. Fiil hakkında kudretin mümkün olmadığını Öne sürdüler. Allah onları yalancı kıldı. Onlar, bütün fiilleri Allah'a atfettiler[143]. Gerçekten kulla­rın hiç bir fiile sahip olmadığını ifade ettiler.

Denilir ki; Allah-u Teâlâ, onlara «bunu niçin yaptınız? Bunu da niçin yapmadınız?» buyurur. Biz de; hakikatte bunu yapınız, bunu yapmayı­nız» deriz. Hatta emir verirse veyahut nehyederse o, hakikatte ancak kendi nefsine emri verir; kendi nefsini nehyeder. Sonra kendisi hakikatte nehyolunanı işler. O, hakikatte emreder, itaat eder. Sonra gayrini azap-landırmak ister. Ona azap çektirir, yahut onu mükâfaatlandırır. Bununla beraber kendisine rahmet ve hikmet sahibi diye isim verir. Rahmet ve hikmet sahibi diye isim verir. Rahmet ve hikmet sıfatları onun sıfatı ol­maktan beridir. Buna göre de onların hakikatte elem ve lezzet bulmaları vacip[144] olup hakikati Allah'a raci olur. Cenab-ı Hak, bunlardan yücedir, berî ve münezzehtir. Sonra[145], meydana gelen şey, emir, nehiy, vaad ve vaîdle Allah'a raci' olduğu için peygamberlerin gönderilmesinin ve ken­dilerine kitaplar verilmesinin manâsı batıl olur. Çünkü bunlar ondan gay­rine gelmez. Sonra mahlûkatin yaratılmasının hikmeti yok olup, eğer ilim onun marifetine ulaşır ise mahlûkatm var olması abes olur. Kim ki onun fiili küfür nimetlere nankörlük üzere yalan haber verme, fiiller hak­kında sefih olduğu halde meydana çıkarsa, onun Allah'ın rahmetinden kovulan şeytan olduğu sabit olur ki, o, şüphesiz öyle olarak şeytandır. O, «Allah-u Teâlâ âlim ve kadir değildir, sonradan âlim ve kadir oldu, belki de Allah'ın yaratmağa nispet edilen hususlardaki fulleri tehir etmesi dilemesi ve dilediği vakitte vukubulmuştur, diyenlere benzemektedir. Ce­nab-ı Hak, bunlardan berî ve münezzehtir.

Sonra kaderiyeler -ki kendilerine nıu'tezile ismi verilmiştir- haberi bize isnad ettiler. Halbuki biz o haberden söz ve inanç bakımından berîyiz. Fakat onların bu husustaki yalanı kaderiyyenin ismi hakkında bize isnad ettikleri yalanları gibidir. Sonra, kaderiyye hakkında olduğu gibi, Mu'tezi-lenin, Cür'eti ve aptallığının büyüklüğünü bilmeleri için biz her iki mez­hebin karşısında öne sürdüğümüz o fikir ve görüşlerimizde ne kadar haklı olduğumuzu zikrederiz. Bizim, fiilin meydana gelmesi için kudretin, fiilden önce olmasını kabul etmeyip inkâr ettiğimiz içindir ki, onlar bize «Cebriyye» ismini vermeğe kalkıştılar. Ve Cebir felsefe ve fikrini kabul ettiğimizi iddia ettiler. Sonra onlar fiili öyle bir kuvvette gerçekleştirdi­ler ki, o vakitte kudret bulunmaz. Fiilin vasfolunduğu vakitte kudretsiz olarak gerçekleşmesi, cebrî ve ihtiyarî anlayan kimse için onun fiille bir­likte gerçekleşmesinden cebir manâsına daha yakındır.

Bunu açıklayan hususlardan biri de acizlik halinde fiilin düşünülme­mesi ve aczin kalkması halinde fiilin varlığının düşünülmesidir. Onun ac­zin kalkması ile fiili düşünmesi, aczin bulunması ile olan düşünmesinden daha kuvvetlidir. Çünkü o, menetmenin sebebidir. Hakikatte fülin sebebi olan kudrette böyledir. Bunu, görme kuvvetinin gitmesi ile, görmekle id­rak etmenin mümkün olmaması hususu teyid etmektedir, işitme ve diğer duyu organlarının durumu da böyledir. Bunun içindir ki, acizlikle beraber ihtiyari olan fiilin var olması fasid olur. Aczin bulunması ile kendisinden kudretin yok olması daha açık seçik olarak görülür. Kuvvet ancak Al­lah'tandır.

Başka bir vecih : Gerçekten Mu'tezilenin şu sözleri, (Onların Kade-riyye ve cebriyye mezheplerinin fikir ve görüşlerine ne kadar yakın oldu­ğunu belirtmektedir.) : Hakikaten irade fiilin ihtiyar edilmesinden iba­rettir, irade ancak fiilden Önce olur. Finin vukuunda irâde mevcud değil­dir. Fül bulunduğu vakit kendisinde irade ve ihtiyar vukubulmaksızm vücud bulmuştur. İlk ihtiyar etme hakkı kendisinden zail olmuştur. Çünkü ikinci vakitte mecburiyetin gelmesi caiz olur. Öyle ise kendisinde ihtiyar bulunan vakitte varid olması mümkün değildir. Halbuki kendisinde ihtiyar mevcud idi. Binâenaleyh onun fiilinin meydana gelmesi ihtiyari değildir. Onun elde edilmesi icbarîdir. Cebir alâmeti de işte bu husustur. Binâena­leyh onlar, fiille, dostluğu, düşmanlığı, Cennet ve Cehennem'de ebedi kal­maya vacip kılmışlardır. Vaki olan fiil vukuu zamanında ihtiyarsiz, kud­retsiz, emir ve nehiysiz vukubulmuştur. işte (onlar böyle diyorlar, kim ki bunu düşünürse incelediği zaman cebriyyenin açık açığa ifade ettiği söz­lere muvafık bulur. Fakat onlar yalancı cebriye değildir. Bilakis doğru olan cebriyedir. Sonra onların sözlerinden bazısı da şunlardır : Greçekten kim ki kendisine en yakın olan vakitlerde fiil murad ederse, fiili isteme­yip onu men ve reddetse de o fiil vaki olur. O fiille kendisi için düşmanlık ve dostlukta vaki olur. Her ne kadar fiilin vukuundan önce veyahut vukuu İle beraber onu reddetmek imkânına sahip olmasa da. Sonra o vakit, o fiilin yok olması için mümkün olmayan bir vakit değildir. Çünkü onlarca, fiilin yok olması onu menetmekle hasıl olması caiz olur. Binâenaleyh zik­rettiğim hususlarla fiilin hakikatte cebren vukubulduğu sabit olur. Yine on3arm sözlerine göre denir ki, Kaderiyye'nin ismi yerinde olmayarak onların dilinde o kadar çok söylenir ki, kendilerine onunla isim verilme­sine sebeb olmuştur. Binaenaleyh o husus, kendilerince siz, cebri başkala­rına isnad ediyorsunuz demeleri ile beraber böyledir. Yardım ve her türlü fenalıktan korunma Allah'tandır.

Sonra Mu'tezile, Hüseynîlerin[146] kul için kendisinde bulunan fiile kud­reti vardır. Kurun o fiilin zıttma, fiilin işlendiği zaman ve o vakitten önce kudreti bulunmaz dedikleri için onlara cebriye ismini verdiler. Hüseynî­lerle Mu'tezile .arasındaki ihtilâf ancak ve özellikle isim hakkındadır. Çün­kü Hüseynîler fiil, ancak kulda bulunan husustur. Allah katında bulunan ise, lûtuftur ki, Allah, onu vermemiştir diyorlar. Mu'tezile ise şöyle diyor : Allah nezdinde fiili meydana getirmek için hiç bir kuvvet kalmamıştır. Kuvvetin hepsini kula vermiştir. Bunların her ikisi, Allah-u Teâlâ'nm verdiği şeyin miktarında ittifak etmişlerdir. Allah'ın Mu'tezile katında fiil vaktinde kuvvet yoktur. Hüseynîler nezdinde ise kulun fiilî hakkında kudreti olduğu kadar ihtiyari de vardır. Onunla beraber bulunan kudret ve ihtiyar, Mu'tezile nezdindekinden daha çoktur. Öyle ise utanmaları az olmasaydı Mu'tezile, kendilerine nasıl Cebriye mezhebindendir diyebilirdi. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Hüseyin'in nezdinde asıl olan şudur ki; Allah, iki kudretten birini zayi etmiştir. Zayi etmede, kendisi için bir özür bulunmaz. Mu'tezilenin nezdinde ise Allah-u Teâlâ'nm kulun fiili için hiç bir kudreti bulunmaz. Ne zayi etmek suretiyle ve ne de gayri ile. Eğer orada insaf bulunsa idi, bu iki vasfın hangisinde cebre benzerlik vardır? Sonra gerçek olarak be­liren şudur ki, hakikaten Mu'teziîe şu ifadeleriyle cebri benimsediklerini ortaya koyuyorlar, diyorlar ki, dilesin veyahut dilemeyip kaçınsın. Kulun fiili vardır. Fiildeki dilemesi zail olan kimse, yanılmıştır yahut acildir. Veyahutta cahildir. Bunlardan hâli kalmaz. Bununla beraber kul, Allah'ın hüküm ve saltanatında Allah'ın dilemediğini dileyebilir. Allah'ın mülkün­de onun dilemediğini kul dileyebilir. Kul, Allah'ın dilediğinin hilâfına diler, onun istediğinin gayrini istiyebilir. îşte bu cebr ve kahretmenin alâmet ve işaretidir. Cebriyye, Allah'ın mülkü ve Celâli bulunduğunu gördüklerindendir ki, kulun cebri hakkında ayıphyarak[147], âlemlerin Rabb'inin cebir sahibi olduğunu, ilimsiz ve aptallıkları neticesi ifade ettiler. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Sonra biz, Mu'tezilenin ifade etme hakkında Hüseyin'i ayıpladıkları ve fakat meydana getirmedeki ona olan muvafakatlarından bazılarını be­yan edeceğiz : Hüseyin diyor ki : Kâfirin, küfrettiği zaman iman için kendisinde kuvvet bulunmaz. Hüseyin'in nezdinde iman için olan kudret, tevfik ve ismetden ibarettir. Mu'tezile de ona muvafakat edip, kulun ma­sum ve muvaffak olmadığını, bilakis kul hüsrana uğramış ve kendi reyine terkedilmiş olduğunu söyler. îşte Mu'tezilenin ifade ettiği bu husus Hüse­yin'in katında küfrün kudretinin manâsıdır. îsmi hakkında ihtilâf ettik­leri manâdaki ittifaklarıdır. Onların arasındaki meselenin hakikati ismet ve tevfiki imânın kuvveti yapma hakkındadır. Terk ve rüsvayhk, küfrün kuvvetidir. Yoksa sırf kudret hakkında kelâm edip onu vacip olan şeyin ha­kikati hakkında göz yummak değildir[148]. Tevfik Allah'tandır.

Hüseyin, Allah-u Teâlâ'nm irâdesinin manâsı, onun galebe çalması ve kahretmesidir, diyor. Buna göre irâde hakkındaki mesele iptal olur. Mesele ancak iradenin fiili hakkında bulunur. Başkasında bulunmaz. Bu­nunla beraber şu ifadede Hüseyin'in sözündendir : Gerçekten, kulların fiilleri mahlûktur. Binâenaleyh, Allah, onları yaratmasını murad etti de onları yarattığı halde oldurdu. Mu'tezile ise, kulların fiillerini Allah ya­ratmamıştır, diyor. Öyle ise her ikisinin arasındaki mesele irade hakkında değil, yaratma hakkında olur.

Kâbi de §öyle diyor : İradenin manâsı,[149] Allah'ın mecbur olmayıp muhtar olması demektir. Herşeyde aynısını söylemesi gerekir. Sonra Mu'tezile, âlemin var olması babında Allah'a âlemin yok iken var ol­ması ve sonra onu bilmesinden başka bir şey isnad ve ispat etmiyor ki, bu manâ ile işte Allah, âlemin yaratıcısı ve zikrolunduğu vecih üzere murad etmiş olur. Hüseyin ise, kulların fiilleri hakkında şöyle diyor : Allah-u Teâlâ var idi fakat bu fiiller yoktu. Bu fiiller sonradan oldu. Allah'ın iradesinin te'vili, vasfettiği şey ve fiiller yok iken onları sonra­dan var olması ile onları var etmesi oldu. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Oysaki Hüseyin, mahlûkatı olduğu gibi evvelce murad etmiş kılıyor. Her mahlûkun Alah'm iradesi ile olduğu hal üzere olması da böyledir. Mu'tezile ise irâdenin manasım nefyediyor. Mu'tezile, mahlûkat yok iken sonradan var oldu. Bu hususun kendisinde gerçekleşmesi daha fazla ge­rekir. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Mu'tezile, Vaid fiili kendisini imandan çıkaran hakkında varid olur, diyor. Hüseyin ve Murcie'nin hepsi de böyle derler ki, kim ki kendi fiili ile iman isminin zalil olmasına müstahik olursa, o kimse cehennemde ebedi olarak kalır. Kuvvet ancak Allah'tandır. Bunların arasındaki ih­tilâf vaid hakkında değildir. îmandan çıktığı şey hakkındadır. Bu mesele için vaid âyetlerini delil olarak ileri sürmek yanlış ve hatadır. [150]



Mes'ele (Günah İşliyenler, Günahları Sebebiyle İmandan Çıkarlar Mı?)


Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : İnsanlar günahların yeri ve günah iş­leyenlere verilecek isim hakkında ihtilâf ettiler. Bunları bir grup şu âyeta ceîîleler ile delil getirerek imandan çıkarmak ile bir araya topladı. Ayet-i celîleler : «KimJ de Allah'a ve Peygamberine isyan eder, şeriat ve hükümlerini çiğneyip geçerse onu da içinde ebedi olarak kalmak üze­re ateşe koyar.»,[151] «AİJah ve Resulü bir işe hüküm verdiği zaman, mü­min bir erkekle mümin bir kadın için, kendi işlerinden dolayı Allah'ın ve Peygamberin hükmüne aykırı olanı seçmek hakkı yoktur.»[152] İsyan ismini gerçekleştirmek için günahların hepsi birdir.

Sapıklık isminin tahkiki ve Cehennem'de ebedi kalmasının gerek­tirmesi de buna göredir. Cenab-ı Hakk'm, «Eğer siz yasak edildiğiniz günahların büyüklerinden sakınırsanız, sizden diğer kabahatlerinizi ör­teriz...»,[153] kavl-i celîli iki vecih üzere ifade edilir.

Birincisi: Onların günahlarının tövbe ile Örtülüp[154] bağışlanması. Zira bu hususta Cenab-ı Allah, kıyamet günü de azabı katmerleşir ve bu azap içerisinde hakir olarak ebedi kalır. Ancak tövbe eden ve iman edip te salih amel işliyen kimse müstesnadır...»,[155] «Ey iman edenler, Al­lah'a öyle tövbe edin ki, tam bir pişmanlıkla hâlis bir tövbe olsun. Olur ki, Rabb'iniz, kötülüklerinizi örter...»[156] buyurmaktadır. Bu hususta bu âyetlerden başka âyetler de varid ohnugtur.

İkincisi : örtülüp bağışlanan günahlar, sehven ve gaflet içinde vaki olan küçük günahlardır. Zira Cenab~ı Hak, «Allah sizi, yeminlerinizde-ki yanılmadan dolayı sorumlu tutmaz.»,[157] «...Bununla beraber (daha önce cehalet yüzünden) hata eliklerinizden size bir günah yoktur; fakat, kalp­lerinizin kasdı olandan günah vardır...»[158] buyurmuştur. Küçük günah­ların bağışlanacağı hakkında Hadis-i Şerif de varid olmuştur.

Sonra insanlardan bir zümre o kimse için iki yönden küfür ismini gerçekleştirmiştir. Birincisi; Cenab-ı Hakk'm beyan buyurduğu şu âyetleri ile : «İşte sizi, alevlendikçe alevlenen bir ateşle korkuttum. Girer oraya an­cak kâfir olan.»[159] «Bunu, onlara nankörlüklerinin cezası yaptık. Biz, nan­körlük edenleri ancak böyle cezalandırırız.»[160], «... Kim bir kötü iş yaparsa onunla cezalanır...»[161], «... Kim de bir günah ile gelirse, ona ancak misli ile ceza edilir. Onlar haksızlığa uğratılmaz.»[162], «Kim de zerre miktarı bir kö­tülük işlerse onun cezasını görecektir.»1[163] Bu âyetlerde Cenab-ı Hak küçük günâhlara ceza vermiyeceğini beyan buyurmuştur. Alîah-u Teâlâ, nankör­lük edenleri cezalandıracağını ve Cehennemce ancak adı geçen kâfir olan­ların gireceğini haber veriyor. Bununla beraber Cenab-ı Allah, «Şüphe yok ki, Allah'a ve Rasulü'ne eziyet verenlere Allah, dünyada ve Ahıret'te lanet etmiştir...»"[164] buyurmaktadır. Her asi olan, Allah'ın Resûlü'ne eziyet etmiştir. Kuvvet ancak Allah'tandır.

İkinci olarak denir ki, gerçekten her mümin olanın imanı ile Allah'a verdiği söz, emrettiği ve nehyettiği hususta isyan etmemesi ile yerine ge­tirilmiş olur. Kim ki Allah'a isyan ederse, o kimse imam ile verdiği sözü yerine getirmemiştir. Bununla beraber Allah-u Teâlâ'nın şu âyet-i celîle-leri ile imtihan olunmaları ile zahir olan şeye binaen onun iman ve itikatı mevkuf olur : «(Müşrikler tarafından eziyet edilen) o insanlar sandılar mı ki, 'iman ettik' demeleri ile bırakılacaklar da imtihana çekilmiyecek-ler?»[165]. Cenab-ı Hak, başka bir yerde de «Allah, iman edenleri elbette bilir ve münafıkları da elbette bilir.»[166] buyurmaktadır. Binâenaleyh, inanç ve itikadından açığa vurduğu şeyde yalanı meydana çıkması ile küfür ismine bununla müstahik olduğu sabit olur. Bakılıp düşünüldüğünde de, Allah'ın emirlerine muhalefet etmesi v eşeytanın davetine icabet[167] ve onun emret­tiğini yerine getirmek suretiyle ona itaat etmesi bunu icabettirdiğini be­yan eder. Kim ki vasfı budur, o kimse Şeytan'a kulluk etmiştir. Şeytan'a kulluk eden kimse de kâfirin ta kendisidir. Kuvvet ancak Allah'tandır.

İnsanlardan bazıları ise, günah işleyenlere kâfir değil, müşriktir di­yorlar, îş bu olana kuvvetle değil, ftUle varılmış olur. Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır. «... Onun için her kim Rabb'ine kavuşmayı arzu ederse salih bir amel işlesin ve Rabb'ine yaptığı ibadette hiç kimseyi ortak etme-sin»![168]. Allah-u Teâlâ, Şirki, amelde kılmıştır. Müşriklere de müşrik den­mesinin sebebi ibadetlerinde Allah'ın gayrını, Allah'a ortak etmeleridir. Allah-u Teâlâ'nın «Onların çoğu, ancak Allah'a ortak koştukları halde, Allah'a iman etmezler.»[169] kavl~i celîlinin manâsı da budur. Yine Cenab-ı Hak, «Doğrusu Allah, kendisine eş koşulmasını (eş koşanın günahını) ba­ğışlamaz»[170]buyurmaktadır. Biz, günahlardan bağışlananların hata ve mecburi olarak işlenen günahlar olduğunu Kur'ân-ı Kerîm'de varid olduğu gibi beyan ettik. Kuvvet ancak Allah'tandır.

İnsanlardan bazıları günahları iki kısma ayırdılar : Onlardan bazıla­rını küçük günahlar olarak isimlendirdiler ki, büyük günahlardan kaçın­mak suretiyle af, mükâfat ve benzerleri hususlarla bağışlanır. Bu hu­sustaki ifadeleri ve sözleri birbirine uymamaktadır. Bu ise, bizim küçük günahları irtikâb edenin imandan çıkarılmasının caiz olmadığını ve imanlı olanın Cehennem'de ebedi olarak kalmasının fasid ve batıl olduğunu ifade etmemizin ta kendisidir. Çünkü bu husus vaadi yerine getirmemeyi icap ettirir. Çünkü, Cenab-ı Hak, «Zira, kim, zerre miktarı bir hayır islerse onun mükâfaatım görecektir» buyurmaktadır[171]. Bu hususta daha bir çok âyetler varid olmuştur. Kim ki iyi ve güzel ameller işlerse o kimse mü­mindir. Allah'ın vadi de bu hususda varid olmuştur. Sonra hakikatte küfür ve şirk ismini men' ve reddeden bir kaç yön vardır.

Birincisi : Allah-u Teâlâ, Peygamberine, kendisi için ve mümin er-kokler ve kadınlar için istiğfar etmesini emretmiştir. Sonra küfür ve ya­hut şirkin ispat edilmesi ile birlikte istiğfar etmeyi emretmek imkân ve ihtimal dahilinde olmaz. Çünkü Cenab-ı Allah, «Müşriklerin Cehennem'-lik oldukları, müminlere belli olduktan sonra, bunlar akraba bile olsalar, artık onlar için, ne peygamberin, ne de mümin olanların mağfiret dileme­leri yoktur.[172] buyuruyor. Allah-u Teâlâ, Peygamberine, müminler için bağış talebinde bulunmasını emretmiştir. Kendilerinden iman zail olduğu halde iman ismi ile bağışlanmanın talep edilmesi için emir verilmesi müm­kün değildir. Çünkü o, yalanı icabettirir. Sonra, Allah-u Teâlâ, adı geçen âyeti kerîme ile müşrikler için istiğfar edilmesini Peygamberine yasak etmiştir. Münafıklar için istiğfar edilmesini de şu âyet-i celîlelerle yasak­lamıştır : «Henüz iman kalplerinde yerleşmemiş olduğundan Hudyebiye seferinden» geri kalan bazı bedeviler, sana şöyle diyecekler : Mallarımız ve ailelerimiz bizi (seninle Hudeybiye seferine çıkmaktan) alıkoydu. Onun için bize mağfiret dile...»[173], «Onlar için mağfiret dilesen de, Mağfiret di-lemesen de haklarında müsavidir; Allah, o münafıkları asla bağışlamaz ve Allah (böyle) fasıkîar topluluğunu hidayete erdirmez[174]. Alîah-u Teâlâ, Peygamberini o mümin olmayanın cenaze namazını kılmasını menetti. Binâenaleyh kendilerinin bağışlanmasını dilemesini emretmiş olduğu kim-soîer, hakikatte iman ehli olanların ta kendileridir.

Sonra kendilerinin günahları yok iken veyahut günahları bağışlan­mışken, istiğfar etmeleri için emrolunanaları muhtemel değildir. Çünkü istiğfar, mağfiret istemek demektir. Günahı bağışlanmış olan kimse için mağfiret talebinde bulunmak, mağfiret nimetini gizlemektir ki, o da ni­mete karşı nankörlük olur. Bilakis onun hakkı hamd ve şükretmektir. Gü­nahı olmayan kimse için mağfiret talep etmek, İsmet nimetine karsı nankörlüktür. Sual etmek te caiz olmaz. Zira onun gibisini cezalandırıp azap çektirmek onun hükmünde cömertliktir.

Sonra Allah'ın Resûlü'nün ve meleklerinin istiğfar etmeleri emrolu-nan kimse için istiğfar edip, sonra dileklerinin kabul olunmasının ihtimali yoktur. Binaenaleyh bununla her günahla imanın gitmemesi ve günahlar­dan bağışlanmayan bazı günahın bulunduğu ve onun da tevbe ile bağış­lanacağı sabit olur. Zira günahkâr olmayanın istiğfar etmesinde tevbe yoktur. Bu husus mu'tezile'nin, sahibinin bağışlanmadığı her günahla, bağışlanmcaya kadar imanı gidermelerini nakzeder. Ve yine zikrettiğimiz hususlarla haricilerin öne sürdükleri şeyler nakzolur. Allah-u a'lem.

Yine Cenab-ı Allah, bağışlamadığı günahlar hakkında şöyle buyuru­yor : «Onlar için mağfiret dilesen de mağfiret dilemesen de haklarında müsavidir; Allah, o münafıkları asla bağışlamaz. Ve Allah fasıklar top­luluğunu hidayete erdirmez.»[175], «... Ey müminler, hepiniz Allah'a tevbe ediniz ki; dünya ve Ahıret saadetine kavuşasınız.»[176], «Ey iman edenler, Allah'a öyle bir tevbe edin ki, tam bir pişmanlıkla halis bir tevbe olsun...»[177] Cenab-ı Hak bu âyet-i celîlelerle kendilerinde, imanı ispat etmekle bera­ber tevbe etmelerinin gerektiğini beyan buyurup onları tevbe ile bağışla­yacağını haber veriyor. Bu hususta iki vecih vardır : Birincisi, Mu'tezile'-nin, kendüeri nezdinde ancak tevbe ile bağışlanan her günahta imanı gi­dermelerinde aleyhlerine olan bir delil oluyor. İkinci vecih ise, haricilerin günah işleyenlere kâfir ve müşrik demeleri ve bu hususların kendilerinde bulunması ile birlikte onlara mümin denmesinin ve imanın gayri ile de emretmenin mümkün olmadığı hakkındaki sözlerinin reddedilmesi beyan edilmektedir. Tevfik Allah'tandır.

Eğer herhangi bir şeye küfür ismi verilir ise, o, onların yaptıkları ve benzeri hususlar olması bakımından mecaz olarak bu isim verilir. Buna göredir ki kendisinin, hakikatinin anlaşılması mümkün olan şeyin, haki­katine vakıf olamayan kimseye sağır ve kör diye hitap edilir. Allah-u Te-âlâ'nın ... «Kalbi iman ile kararlaşmış olduğu halde (küfür kelimesini söylemeye) cebredilenler müstesna. Kim, Allah'a küfrederse onlara şid­detli bir azap var...»[178] âyet-i celîlesd gibi. Bununla Cenab-ı Hak, küfür kelimesini söylemeye mecbur kalan kimsede küfür kelimesini hakikati ile değil de lafzan onda ispat etmiştir.

Çünkü onun kalbi iman ile kararlaşmıştır. Binaenaleyh karşılaşılan tehlikelerden kurtulmak için konuşulan küfür kelimesi ile mecazi olarak isim verilmesinin caiz olduğu sabit olur. Öyle ise ameller de bunun gibi­dir. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Yine hakikaten Cenab-ı Allah «Zira kim zerre miktarı bir hayır iş­lerse onun mükâfatını görecektir.»[179] buyurmuştur. Sonra bilinir ki, o ha­yır ve şirkle beraber hayrın raükâfaatım görmez. Küfür halindeki genin cezasını da, iman ettikten sonra görmez. Çünkü Alîah~u Teâlâ, «Kim, bir fenalık yapar, yahut nefsine zulmeder de Allah'tan mağfiret dilerse Allah'ı çok bağışlayıcı, çok merhametli bulur»[180], «(Ey Resulüm), küfre­denlere de ki; eğer peygambere düşmanlıktan vazgeçerlerse, geçmişteki günahları bağışlanır.»[181], «Ancak tevbe eden ve iman edip de salih amel işleyen kimse müsnesna; çünkü bunların kötülüklerini Allah, iyiliğe çe­virir.». Hal ve durumun tahkik edilmesinden zikrettiğim hususlar, onda iki işin, ceza ve mükâfatı bulunduğuna delâlet eder. Bu hususta Mu'tezi-lenin sözüne göre, ne büyük günahlar işlendiği vakit ve ne de küçük gü­nahlar işlendiği zaman olur. Haricilerin sözleri hakkında da durum böy­ledir. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Sonra Allah-u Teâlâ : «Doğrusu Allah, kendine eş koşulmasını (eş koşanın günahını) bağışlamaz. Ondan başkasını, dilediği kimse için ba­ğışlar...»[182] buyuruyor. Gerçekten sirkin tevbe ile bağışlanması bilinmek­tedir. Böylece Kur'ân-ı Kerîm'in taksim ettiği şey için kelâm eden kimse­nin sözü batıl olur. Tevbesiz büyük günahların bağışlanmasını iptal eden kimsenin sözü yersiz ve batıl olur. Zira Cenab-ı Zülcelâl hazretleri, mağfiretin dilenmesini kendi satı için kılmıştır. Bu da hikmette olan şey hakkındadır. Fakat[183], onun reddedilmesi aptallıktır. Cenab-ı Allah, bu gibi sıfatlardan yücedir; berî ve münezzehtir. Binâenaleyh, zikrettiğim her iki sözün hepsi de lâsam gelir.

Sonra haricilerin küçük günah işleyenlerin kâfir olduklarım ifade eden sözleri Peygamberler ve velilerin imtihan olarak müptelâ oldukları husus nakzediyor. Küfür icabettiren şey, nübüvveti ve veliliği iskat eder. Bu husustandır ki, onun imanının vasfolunnıası peygamberler iledir. O ise peygamberleri inkâr edip kâfir olmuştur. Onlar günahları büyütüp tazim etmekte peygamberleri tekfir etme haddine ulaştılar. Bu hal ise günah­ların en büyüğüdür. Bu da, hükümde Allah'ın kanunlarının sınırını teca­vüz eden, Allah'ın dini hakkında azgınlık gösteren o kimsenin hakkı, kendi katında kurtulma sebeblerinden olandan helak olmasının daha faz­la beklenmesini gerektirir[184]. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Bu husustaki Mu'tezile'nin sözüne göre : Allah-u Teâlâ, Peygamber­lerini kendisine içtenlikle, gizli, nıükâfaatmı tamah edip azabından kor­karak dua etmeleriyle ve kendilerinden sadır olan ayak kayma tabiri ile ifade edilen hatalardan dolayı ağlamaları, sızlanmaları ve kendisine dua­ları kabul olunup istedikleri verilinceye kadar niyazda bulunmaları ile vasfetnıiştir. Eğer onarın hataları Allah'ın ilminde onların azaplanma-larına sebeb olmamış olsaydı veyahut peygamberlerde bu hatalardan do­layı azap görme korkusu bulunmamış olsaydı, bu hususta haddi tecavüz etme, cömertlikle vasfetme ve ondan da tecavüz etme hususu bulunurdu ki, bu ise hataların en büyüğüdür. Binâenaleyh, bu husus, mağfiretin kü­çük günahlarda bulunmasını ve cezalandırma fiilinin hikmetten çıkarıl­masındaki Mu'tezile'nin sözünü ve haricilerin iman isminin ondan çıka­rılmasını nefyeder. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Sonra küçük günahları küfre, şirke veyahut onun cezası olarak Ce~ hennem'de baki kılınmaya sebeb kılınması hakkındaki söz terkedilmiş, kenara itilmiş bir sözdür. Çünkü bu gibi ifade Allah-u Teâlâ'ya affedici, acıyıcı ve bağışlayıcı, isimlerinin verilmesinin manâsını yok eder. Çünkü tevbesiz bir hatânın ve bir günâhın, affetmesi için Allah'ın gücü yetmez. Bu Allah'ı affedici, bağışlayıcı ve kerem sahibi olduğunu bilmesinden sonra onun hüküm ve hikmetlerine tecavüzü icabettirir. Bunun içindir ki, kendisinden bu isimi izale edip, her leîm olan ve katı kalbli olmakla vasfo lunan kimse gerçekten Allah'ın hükümlerine tecavüz etmiştir. Bununla «Zira bu günahların en büyüğüdür. Çünkü onlar, Allah'ın sıfatıdır.» di­yenin sözüne müstahik olur. Sonra peygamberlerin müptela oldukları hu-«uslarla peygamberleri, o hallerde tekfir ediyor. Bir vakitte peygamberi

tekfir eden kimse, hiç şüphe yoktur ki, kendisi kâfir olur. Sonra bu, Al­lah'ın cömertlik vasfıdır. Çünkü kendisinde hata işlemekle sevap­ların iptali vardır. Adalet, Cenab-ı Hakk'ın kereminden izhar ettiği şeyle iyi amele karşı mükâfat, kötü amele karşı da ceza vermesidir. Sonra peygamberlikle vazifelerine salür olan ve emaneti yerine getiren kimseyi, sonra ondan başka bir kimsenin bulunmadığını bilmemekle techil edilir. Bu zikrolunanlarda güç ve takatin yetmiyeceği şeyle teklif vukubulınus. olur. Sonra, ondan korku ve ümitli olma hali kesilir. Emin olma ve ye's üzere bulunmuş olur. Bunlann üzerine sapıklık ve küfürle şahadet edilir. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Sonra, biz büyük günahlar hakkında edilen kelâmları beyan ederiz. Çünkü büyük günahlar, bağışlanma ihtimalinde bulunduğuna göre onla­rın küçüğü olan günahların bağışlanması daha evlâdır. Büyük günahlar hakkındaki sözlerle vukubulan ihtilâfın islâm ümmetinin üzerinde açik olarak görülen eseri vardır, sözünü oraya sarfetmek daha doğru ve ger­çek olur. Tevfik ancak Allah'tandır. [185]



Mes'sele (Büyük Günah İşleyenler Hakkında Müslümanlann İhtilâfı)


Sonra müslümanlardan, büyük günah irtikâp edenin hükmü hakkın­da islâm ümmeti ihtilâf etmiştir ki, müslümanı, o büyük günahları[186] işle­meye, şehevî isteklerinin kendisine' galebe çalması, yahut gaflet içinde bulunması, yahut şiddetli öfke ve kavmi asabiyete kapılması veyahut da tevbe edip bağışlanma ümidine düşmesi itmiştir. Aynı zamanda işlediği günahlara helâl demediği, onları emreden ve nehyedeni küçümsemediği de sabit olmuştur. Bu gibiler hakkında müslüınıanlardan bazısı büyük gü­nahı işleyen kâfirdir demiştir. Bazısı da onu müşrik yapmıştır. Bir kısmı ise büyük günah işleyen ne mümindir ve ne de kâfirdir demiştir. Bazı müslümanlar ise, büyük günah işliyeni münafık yapmıştır. Bazıları da büyük günah işîiyen kimse, olduğu hal üzere mümindir, işlediği fiili ile de asidir demiştir. Böyle olana kendisine fisk ve fücur ismini vermezden fasıkdır demiştir. Ancak kendisine bu isim verildiğini bilen müstesna. Bu­nunla beraber Allah'ın onu günahı kadar cezalandıracağım ve kendisin­den sadır olan ibâdet ve diğer iyi amel ve hayırlı işlerdeki sadakatinden dolayı onu bağışhyacağım öne sürer. Bazı müslümanlar vaîd hakkında bir şey demeyip durur. Ve onunla mümkün olmayan, yahut ondan gayri murad edildi der. Ve onu vacip olarak görür. Küçük günahlardaki affın imkânının veyahut imanın baki kalması sabit olan hususda büyük günah­larla küçük günahların arasının zikrettiğim şeylerle tefrik edilmesi vaîdi büyük günahlara sarfeder. Küfrün cezası ve şirk ve benzerlerinin zikre­dilmesinden sabit olan husus şirk isminin gerçekleşmesini, küfür söz üzere vaki olur diyen kimselerin sözünün gerçek olduğunu gerektirir. Bu­nu Allah-u Teâlâ'nın «Ey oğullarım, haydi gidin de Yusuf'la kardeşinden iyice araştırarak haber edininiz. Allah'ın lûtfundan ümidinizi kesmeyiniz; çünkü Allah'ın lûtfundan ancak kâfirler topluluğu ümidini keser.»[187], «İb­rahim dedi ki : «— Sapıklardan başka kim Rabb'inin rahmetinden ümit keser?»[188] âyet-i celîleleri teyid etmektedir. Bununla beraber büyük günah işîiyen kimse, Allah-u Teâlâ'nın hükmünü terketraiş ve Allah'ın gönder­diği île hükmetmiş olur. Gerçekten Alîah-u Teâlâ, «... Kim, Allah'ın in­dirdiği hükümlerle hüküm vermezse, işte onlar kâfirdirler»[189] buyurmak­tadır.

Gerçekten Allah-u Teâlâ'nın fisk, fücur ve zulümden kâfirlere ver­diği isimlerle büyük günah işleyenlere isim verilmektedir. Buna göre kü­für isminin verilmesi lâzımdır. Bununla beraber Allah-u Teâlâ, beşeri, dünya ve Ahiret'teki işleri üzerinde olan hususlar halikında Levh-i Mah-fuz'da yazıldığı şekilde-taksim buyurmuştur. Çünkü Alîah-u Teâlâ âyet-i celîlelerinde şöyle buyurmaktadır : «Sizi yaratan O'dur; öyle iken içiniz­den kimi kâfir oluyor, kimi mümin...»[190] «(Ey Resulüm), de iki : «—Kuran, Rabb'inizden gelen bir haktır. Artık dileyen iman etsin, dileyen kâfir ol­sun.»[191], «Allah, kime hidayet etmeği dilerse, İslâm'a onun göğsünü açar...»[192], «Allah dileseyidi, elbette hepinizi tek bir ümmet yapardı. Fakat Allah di­lediğini sapıtır ve dilediğine de hidayet verir.»[193], «öyle ya, mümin, olan hiç fasık (kâfir) olan gibi olur mu? Onlar müsavi olmazlar,»[194]

Sonra kendisine fasık ismi verilenin kâfir olduğunu beyan etti. Ve Ahı-ret işi hakkında şöyle buyurdu : «Kıyamet gününde bir takım yüsler ak ve bir takım yüzler de kara olacak.»[195], «İşte o vakit, ikitabi sağ eline ve­rilmiş olan kimse der ki : «— Gelin, Kitabımı okuyun.»[196] Binaenaleyh Ce-nab-i Allah, onların hepsine isim vermiştir. Gerçekte üçüncü bir isim yok­tur. Bununla beraber hakikaten Cehennem'in kâfirler için hazırlandığı açıklanmıştır. Cehennem azabı ile olan vaîd, büyük günah işliyenler için olduğu sabit olunca, onu kâfir kılmıştır.

Sonra Allah-u Teâlâ, gerçekten Allah'ın lûtfundan ümidini kesenle­rin ancak kâfirler zümresinin olacağını beyan ederek böyle vasfetmiştir. Binaenaleyh kendisinin bir söz üzere ümitsiz olmamasının lâzım olması ona küfür isminin verilmemesini gerektirir. Oysaki gerçekten İsimler sa­hiplerine ne fayda verir ve ne de zarar. Fayda ve zararlar ancak isimlerin konduğu hakikatlerdedir. Cehennemde ebedi kalmak gerektiği zaman eğer mümin ise isimden gelecek fayda yok olur. Eğer kâfir ise, küfür isini onu menetmez. Çünkü küfrün icabettirdiği azapla cezalandırılmıştır. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Onlar, ismin kaldırılması ile yalan lâhik olacak vaîdi gerekli kıldılar. Allah-u Teâlâ bunlardan yücedir; berî ve münezzehtir. Zikrettiğim hu­suslardan hepsi de Mu'tezile'yi küfür ismini vermeyi menetmeleri hak­kında ilzam eder. Oysaki gerçekten bu iki isim îslâm'a meyledip onu be-ninısiyenlerin sözlerindendir ki, onlar isimler hakkında abes üzere ve imanın kadri şerefinin kalplerinde yücelmesi bakımından beşerin yaratıl­mış olduğu şeyi iptal etmek hakkında hasıl olmuşlardır. Allah-u Teâlâ ise, islâm dinini akıllarda büyük göstermiştir. Binaenaleyh islâm fırkalarından biri iman ismini islâm dininin değişmesini ve tahrif edilmesi korkusunu kesen her hayır için kılmıştır. Ve Islâmm kadru şerefini giderme korkusu bulunduğundan bu husus hasıl olmuştur. Çünkü onlar, islâmm ismine ken­disi için hayır ismi olması muhtemel olan hususlardan her şeyi katmış­lardır. Binaenaleyh bu hususa haşeviyeler ve mu'tezâleler iştirak etmişler­dir. Ne varki Mu'tezile, büyük günah işiiyenlerden küfür ismini menet­mek suretiyle ayrılıp tek başına kalmıştır. Bu hususta azaplardan küfür ismini menetmek suretiyle ayrılıp tek başına kalmıştır. Bu hususta azap­lardan küfür hakkında olanların hepsini gerçekleştirmekle beraber ta­hakkuk etmiştir. Binaenaleyh Mu'tezile için küfür isminden korktukla­rından dolayı büyük günah işliyenlere bu husustaki vaîdin büyüklüğün­den başka bir şey hasıl olmamıştır. Eğer olmuş olsaydı küfür ismini ver­mekten hâli kalmazlardı. Çünkü elem verici şey, menfaat için temenni edilir veyahut zarardan dolayı ondan korunulur. Binaenaleyh O ismin güzelliği ile güzel olma veyahut çirkin olması ile çirkinleşmenin vacip ol­madığı zaman müslümanlardan onu kötü olsun, güzel ve iyi olsun, mubah olduğu ifade edilirdi. Kuvvet ancak Allah'tandır.

, Bunun üzerine açıklaması geçen husus hakkında küfür ve şirk is­minin verilmesi dahil olmuştur. Ona münafık ismini veren kimse imandan ifade etmek üzere dili ile söylediği ve Allah'ın hududuna riayet edeceğine söz verip fiilleri üe zahir olan hususla Allah'ın hududlarını koruması ba­bında verdiği söze aykırı olarak hareket etmesiyle muhalefetinin belir-mesindendir. Allah-u Teâlâ'nm «Allah, iman edenleri elbette büir ve mü­nafıkları da eblette bilir»[197] kavH celîli ve yine «(Müşrikler tarafından eziyet edilen) o insanlar sandılar mı ki, «iman ettik» demeleri ile bıra­kılacaklar da imtihana çekilmiyecekler?»[198] kavl-i celîli de bu hususu açıklamaktadır. Cenab-i Allah, dillerin mihnet ve meşakkat ile yalan ve gerçekten ifade ettikleri hususun beyan edilmesi ile haber vermiştir. Yine Resulü Ekrem Sallallahuteâlâaleyhivesellemden rivayet edilmiştir. O, bu­yuruyor ki : «Kimde üç şey bulunursa o kimse münafıktır : Konuştuğu zaman yalan konuşur. Söz verdiği zaman yerine getirmez. Kendisine ema­net bırakıldığında ona hiyanetlik eder[199]. Bunların hepsi, büyük günahları irtikâp edende görülmüştür. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Mu'tezile, isim hakkında büyük günah irtikâp dene kötü ve çirkin isimlerle isim verilmesiyle ihticac etmiş ve iman, temiz isimlerden oldu­ğundan onunla isim verilmez iddiasında bulunmuştur. Bununla beraber vaad etme, iman ismiyle[200]varid olmuştur. Vaad ise, hususiyete muhte­mel değildir. Sonra büyük günah sahibi hakkında vaîd gelmiştir[201]. Böy­lece onun mümin olması batıl olur ve kendisine verilecek isim varid ol­madığı için de ona kâfir ismi verilmez. Binaenaleyh ona fasık, facir ve zalim olarak isim vermiştir ki, bu ismin kendisine verilmesi hususunda icma vardır. Sonra onlar için vaîd hakkında iki emir vardır. Birincisi : Al­lah-u Teâlâ'nm haberlerinin umum ifade etmesi, İkincisi ise; Allah-u Teâlâ'nın «Eğer siz, yasak edildiğiniz günahların büyüklerinden sakınır­sanız, sizden diğer kabahatlerinizi örteriz ve sizi iyi bir gidişata sokarız.»'4 kavl-i cehlidir. Allah-u Teâlâ, bu âyet-i celîlesinde bağışlanan ve bağış­lanmayan günahları beyan buyurmuştur. Bununla beraber Cehennem'de ebedi kalma hususundaki vaîd, menetme babında daha büyük ve açık ol­duğuna göre o, daha lâyıktır. Oysaki gerçekten vaîd, vacip olduğu vakitte cehenneme girmek gerekir. Onlar hakkında Cehennem'den çıkmayı zik-retmemigtir. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Faklh Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Biz, Allah'tan yardım dilemek suretiyle deriz ki; o, ihtilâfları üzerine değil, kendisi icma olduğunu iddia ederek der ki, gerçekten vaîd kendisine müminlerin iştirak etmediği hu-suslardandır. Bilakis o, her günah hakkında varid olmuştur ki, o günah, kendisini işliyeni imandan çıkarmış ve ondan iman ismini düşürmüştür. Murcie de onlara muvafakat edip hakikaten her günah sahibini imandan çıkarır. Böylece ona lâzım gelir diyor. Sonra gerçekten Murcie büyük gü­nah işliyenler hakkında kendileri ile imanın bulunması ile beraber azaba duçar olmalarından müminler hakkında endişe duyup korkuyorlar. Mu'-tezile ise bu hususta müminler için korkmazlar, onların ihticaclan eser­lerin umumu ile varid olmuştur. Zikrettiğim hususlarla sabit olmuştur ki gerçekten Murcie günahları Allah'a havale etmiştir. Bu ise, ifade bakı­mından umumu iddia etmekten umum olarak kullanılması bakımından daha şiddetlidir. Çünkü onlar, fiil elde edildiğinde vaîdi beşerin fırkala­rından biri hakkında kılmışlardır ki onlar da mümin olmayanlardır. Kuv­vet ancak Allah'tandır.

Sonra hakikaten Kur'ân delilleri ile, ehli imanın üzerinde karar kıl­mış olduğu hususlar ve lisanlarda ifade edilenlerle sabit omuştur ki, ger­çekten tasdikten ibarettir. Biz onunla iman ederiz, haram ve helâl hak­kında, toplumlar hakkındaki iştirak ve ibarelerin kendisi ile ayakta du­ran husus ve zikir, hayır meclislerinde toplanmak hakkındaki hükümler, onlardan herhangi bir inkâr vukubulmazdan Kur'ân hükümleri cari ol­muştur. Müminlerin hakkı kendilerinde kabul edilmiştir. Kendisi ile hitap cari olan hususların hepsi böyledir.

Mu'tezile mezhebinden, haricilerden ve haşevüerden, kendileri ile be­raber bulunan çeşitli günahlarla beraber -ki, o günahların büyük günah­lardan olduğu kendilerine zahir olsun veyahut hitap emri hakkındaki ha­berle o günahların hakikatleri kendilerine zahir olmasın- hiç bir kimse yoktur ki, kendisinde bulunan hususun gayri bir kimse olsun. Binaena­leyh kendisinden gerçek imanın zail olmadığı ve iman isminin kendisinde bulunduğu sabit olur. işte ıbu cümlelerle -ki bunları reddedenlerin kibirli ve inatçı kimseler oldukları bilinir- Hariciler ve Mu'tezilelerin ifade ettik­leri hususlar batıl olur. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Yine gerçekten Allah-u Subhanehû ve Teâlâ «Ey iman edenler; niçin yapmıyacağınız şeyi söylersiniz?»[202] kavl-i celîli ile beyan edilen hükmün hakkındaki vaîdi üzerine olan şeyin tahakkuk etmesiyle beraber onun için iman ismini ba,ki kılmıştır. Binaenaleyh iman ismi ile beraber «Niçin söylersiniz» kavli ile günahın ayrılmasından önce söylenmesi imkân ve ihtimal dahilinde olmayan azabın bulunması ile beraber iman isminin ken­disinde bulunmakla Öfkeyi icabettirmiştir. Buğz, kendisinin bağış­lanmasını gerektiren hikmet hakkında günahı icabetmez. Allah-u Te­âlâ «Eğer müminlerden iki birlik çarpışırlarsa, hemen aralarını düzelte­rek barıştırın...»[203] buyurarak onlar için ikisinden birinin savaş hakkında tecavüz halinde olduğu için ona, mütecaviz ismini gerektirmekle beraber onlar için iman ismini ispat ederek imanlı olduklarını beyan buyurmuştur. Ve kendisine tecavüz edilenin Ölümü gelen kimseye de diğerinden Allah'ın emrine düşünceye kadar aynı hususu ilzam etmiştir. Eğer o, imandan çıkmayı[204]ifade etmiş olsaydı, bunun gibisinin hakkı zikredilenin gayri olur idi. Allah-u Teâlâ, «Ey iman edenler, (kasden) öldürülmüşler için size kısas (misilleme yapmak) farz kılındı.»[205] buyurmuştur. Bilinir ki, kısas ancak kasten öldürmek ile vacip olur. Cenab-ı Hak, âyetin başlan­gıcında onlar için iman ismini sabit kılmış ve aralarındaki kardeşliği ibkâ etmiştir. Gerçekten bunu Rabb'inizden bir rahmet, bir hafifletmedir, diye haber vermiştir. Bu vasıflar, fiilin kendilerini imandan çıkardığı kimse­ler hakkında ifade edilmesi çok uzaktır. Yine Allah-u Teâlâ «... iman edip te hicret etmiyenlere gelince; hicretlerine kadar sizin için mirasta onlara hiç bir velayetiniz yoktur...»[206] buyurduktan sonra şöyle buyurmaktadır. Bununla beraber eğer dinde yardımınızı isterlerse, onlara- yardım etmek de üzerinize borçtur[207]. Cenab-ı Hak, bu âyet-i kerîmede onlar için imam ispat edip hicrette birbirleriyle ayrı düştükleri halde dinde aralarını cem-etmiştir. Bu husus, Allah-u Teâlâ'mn «(Mekke'den hicret vacip olduğu zaman oradan hicret etmeyip küfür diyarında kalarak) nefislerine zul­mettikleri halde meleklerin, canlarını aldığı kimselere (azarlama kasdı ile) melekler şöyle derler : Ne işte idiniz?...»[208] kevl-i celîli ile bulunan vaîdin büyüklüğüne rağmen. Yine Cenab-ı Allah, «Ey iman edenler, düşmanlanmı ve düşmanlarınızı dostlar edinmeyiniz...»[209]«Ey müminler, Allah'a ve Peygamber'e hainlik etmeyin»[210] buyurmaktadır.

Cenab-i Allah, bu âyet-i celîlelerie onların yaptıklarının kötü ve çir­kin olmaları ile beraber kendilerine iman ismini ispat etmiştir. Kuvvet ancak Allah'tandır.,

Yine Allah-u Teâlâ şöyle buyurmaktadır : «Ey iman edenler, Allah'a öyle tövbe edin ki; tam bir pişmanlıkla halis bir tevbe olsun.»[211], «... Ey müminler, hepiniz Allah'a tevbe edin ki, dünya ve Ahıret saadetine kavu-şasınız.»[212]. Allah-u Teâlâ, onların üzerinde tevbe ile bağışlanan günah­ların kendilerinde iman isminin ibkâ edilmesiyle bulunduğunu haber ve­riyor. Onların sözlerine göre ise bu husus caiz olmaz. Binaenaleyh, esas olan sözün büyük günahları irtikâp edenlerden imanın zail olmadığını ifade edenlerin sözü olduğu sabit olur. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Diğer bir husus da sudur ki : Gerçekten Allah-u Teâlâ, ibadetlerin bir çoğunu iman ismiyle vacip kılmıştır. Ve onlardan çoğu hakkındaki helâl ve haramın bilinmesini, imanın isminin bulunması ve zevali kılmıştır. Sonra bu hususlarda imanla beraber günah işini işliyen kimseler, gayrine iştirak etmiştir. Böylece imanın kendilerinden zail olmadığı sabit olur. Bununla beraber geçen konularda imanın kendisinde bulunduğunu belir­ten hususlardan lâfı uzatmadan akıl sahibi olanlara kifayet edecek şe­kilde beyan edilmiştir. Sonra Şafaatin ispatı hakkında haberleri rivayet edenler icma etmiştir. Sonra Müslüman ümmetinin kıble ehlinden ölen kimselerin hepsinin üzerine cenaze namazının kılınması hakkında birbir­lerinden naklen gelmesi ve ölülerine rahmet okumaları, onlar için istiğfar etmelerinin tevarüs etmesi, kendini sahih haberleri yalanlamaktan[213] ka­çındıran ve hidayete ulaşan ve hidayet yollarını gösteren imamlara mu­halefet etmekten kendini sakındıran kimse için bir delil teşkil etmekte­dir. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Sonra Mu'tezile'nin küfür ismini kendilerinden nefyetmeleri ile be­raber Allah-u Teâlâ'nın rahmetinden ümidini kesmeyi gerçekleştirmek hakkındaki sözleri ve Allah-u Teâlâ «... Sapıklardan başka Rabb'inin rahmetinden kim ümit keser?»[214] kavl-i celîli ile tenakuz teşkil etmektedir. Çünkü Cenab-ı Allah küfür ile ümitsizliği bir arada toplamıştır. Kim ki bunlardan birini ispat ederse diğeri de lâzım olur. Halbuki bizce ve Mu'te-zile'ce ümidini kesenin kâfir olmadığı sabit olmuştur. Çünkü Örfte küfür, yalanlamaktır. Büyük günah irtikâp eden ise, tasdik halinde bulunur ki, onunla Allah'ın azabından korkar ve ondan bağışlanmasını ümit eder. Ve bilir ki, gerçekten Rahb'inin rahmetinden ümidini kesen kimse, sapıtmış-tır, Allah'ı bilememiştir. Öyle ise bu hali ile onun yalanlayıcı olmadığı sa­bit olur. Gerçekte ise küfür, örtmenin ismidir. Büyük günah işliyen kim­se ise, Rabb'isinin nimetlerinden hiç bir şeyi örtmüyor ve onun hakkını inkâr da etmiyor. Binâenaleyh onun kâfir olması batıl olur. İman da onun gibidir ki, örf ve naklî deliller itibariyle o tasdikten ibarettir. Böylece bilinir ki, o, bir şeyde Allah'ı yalanlamamıştır. Ve onun mümin olduğu sabit olur. Tevfik Allah'tandır.

Sonra hak olan şöyle demektir ki, bütün hariciler ve Mu'tezile mez­hebinden olanlar, kendi sözlerine göre büyük günahları irtikâp etmele­rinde küfre girmişlerdir. Cehennem'de ebedi kalmayı kendilerine vacip kılmışlardır. İslama gönül veren ve islâmı benimseyen sınıflardan kendi­lerinden gayri olanları da bir kaç yönden[215], bu hususlarla vasfetmişler-dir :

Gerçekten onlar, Allah-u Teâlâ'nın kendisine rahmet ettiği kimse hakkında icma ederek ifade etmişlerdir ki, o da âyet-i celîîelerden zikro-lunan hususla küfürle vasfetmektir. Aynı hususu Allah-u Teâlâ'nın «Al­lah'ın âyetlerini ve ona kavuşmayı inkâr edenler ise, işte onlar Allah'ın rahmetinden ümidini kesmiş olanlardır. Onlar için acıklı bir azap var­dır.»[216] kavl-i celîli ile delil getirmişlerdir. Buna göre her iki zümreye kü­für ve Cehennem'de ebedi kalmak gerekir. Allah-u Teâlâ'nın âyet­lerine iman edenlere gelince : Onu affedici, bağışlayıcı ve merhamet edici olarak bu hususlar için gerçekleştirdiklerinden onu bunlarla vakfetmiş­lerdir. Onlar hakkında ancak ümit etme olduğunu ifade ederler. Her iki emirden birisi ile onlar için şahadet getirmeleri caiz olmaz. Herkesin sözü lâyık olduğu yerde bırakılır. Tıpkı Allah-u Teâlâ'nın, «... Ve müminlerin yolundan başkasına uyar giderse onu, döndüğü sapıklıkta biralarız. Ahiret'te de kendisini Cehennem'e koyarız ki, o, ne kötü bir dönüş yeridir.»[217] kavl-i celîli ile beyan buyurduğu gibi. Kuvvet ancak Allah'tandır.

İkinci vecih; gerçekten onların hepsi Allah-u Teâlâ'nm rahmetini o kadar darlaştırdılar ki, günahı[218], kapsamına almiyacak şekilde kıldılar. Çünkü büyük olmayan[219]günahlarla azaplandırmak caiz olmaz. Kendisine azap verilmiyen husus hakkında Allah'ın rahmeti için ve kendisinden müstağni olunan şey hakkındaki Allah'ın bağışlaması için bir hikmet yoktur. Her günahı kapsamına alan gadap Ve öfkeyi, hikmette kıldılar ki, onunla azap vermek caiz olur. Binâenaleyh onların sözlerine göre ne af vardır ne de rahmet. Bu sözün hakkı ise rahmet ve bağışlanmaktan mahrum olmaktır. Amma, AÎİah-u Teâlâ'yı geniş kapsamlı rahmet ve bağışlamak ile vasfeden kimseye gelince; onun hakkı bağışlanmak, Al­lah'ın rahmetine nail olmaktır. Çünkü gerçekten her kerim olan bununla vasfolunur. Mu'tezile ve haricilerin onu vasfettiği şey ile Allah'ı vasfet-mekten, ona daha meyillidir.

Üçüncü vecih şöyle ifade edilmektedir : Allah-u Teâlâ, «Ey Resulüm» o küfredenlere de ki : «— Eğer Peygamber'e düşmanlıktan vazgeçerler­se, geçmişteki günahları bağışlanır.»[220] buyurmuştur. Vazgeçme ile mey­dana gelecek hususun hudutsuz olması bütün taatlara ulaştığının ve ha­ricilerin sözüne göre hayatın tehir edilmesi ile bütün, işlerin meydana gel­mesinin bilinmemesi ile olması caiz olmaz. Buna göre vazgeçilen hususun kendisinden vazgeçilmeyecek bakımından olur. Mu'tezile'nin sözüne göre de durum böyledir. Binaenaleyh gerçekten vazgeçmenin her vakitte hep­sine malik olduğu, şey olduğu sabit olur ki, o da küfür ve masiyetin bü­tün çeşitlerinden beri olmaktır. Allah'a iman etmek ve kişinin iman ettiği şeyin hepsinden de berî olmaktır. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Bu husus Mu'tezile'nin sözü üzeredir. Çünkü onlar iman ile küfür arasında bir yerin bulunduğunu öne sürdüler. Allah-u Teâlâ ise küfürden vazgeçmekle zikrohman şeyi vadetmiştir. Böylece büyük günah işleyen kimsenin bağışlanmış olması lazımgelir. Özellikle küfürden vazgeçmek­le beraber olduğu zaman büyük günahları irtikâp eden kâfirin bağışlan­ması lazımgelir. Bunun üzerine Cehennem'de ebedi kalma hakkında umum olarak ifade edilmesi ile azabın verilmesi ve mağfiretin vukubulm asının reddedilmesi vacip olur. Tevfik Allah'tandır.

Sonra biz Mu'tezile'ye şöyle deriz : Siz diyorsunuz ki, büyük günah işliyen ne mümindir ve ne de kâfir. Gerçekten onlar büyük günah işîiyene her iki isimden birinin müstahak olmadığı şey ile mi isim veriyorlar, yok­sa onlardan biri ile mi? Ve siz gerçekten onu bilmiyorsunuz. Eğre onlar birincisini kabul ederek onunla ifade ederlerse onlara şöyle denir; Allah ona imanın hepsini mi verdi yoksa bazısını mı ihsan etti veyahut imandan hiç bir şey vermedi mi? Bunun için ismi batıl oldu. Eğer evvelkini söy­lerse, büyük, söz söylemiş olur ve Allah'ın kendi fiilinin1 ismini Allah'tan menetmiş olur. Halbuki Allah, ona iman vermiştir. Allah'a kendi ismini gerçekleştirmediği için Rabb'ini bilmemiştir. Eğer bu caiz olmuş olsaydı hiç bir kimsenin sözünde doğru olarak gelmiş olmaması caiz olurdu. Ger­çekte ise Allah katında o, sözünde sadıktır, ve böylece hal sahibidir, otu-rucudur, ayakta durucudur. Allah'ın katında böylece olması caiz olmaz. Veyahut Allah-u Teâlâ'nm onu böylece bilmesi caiz olmaz. Zikrettiğimiz hu­suslardaki birbirine zat olan sözleri bunun gibidir. Bu husus, onların Al­lah'ı bilmemelerinin alâmet ve işaretidir. Eğer ikincisini söylerse, haki­katen Allah-u Teâlâ bazısına iman eden kimselere ve bazısına da iman etmeyip küfreden kimselere şahadet etmektedir. Çünkü onlar, «Biz kita­bın bazısına iman ederiz, bazısına da iman etmeyip küfrederiz» demiş­lerdir. Onlar, hakikaten ve gerçekten küfreden kimselerdir ki, onlara kü­fürle isim vermek lasını gelir. Bu ise haricilerin görüşüdür. Eğer onlar üçüncü şıkkı ifade ederlerse o çok uzaktır. Çünkü Allah-u Teâlâ, kita­bın bazısına iman edene kâfir ismini vermiştir. Binâenaleyh kendisinde hiç iman bulunrmyan kimseye kâfir ismini vermek daha gerçek ve doğ­rudur. Şu aslı iki vecih teyid etmektedir : Birincisi; Allah-u Teâlâ'nm, beşeri, dünya ve Ahıret işi hakkında iki kısma ayırmasında zikrettiğim husus. Mu'tezile ise beşeri üç kısma ayırarak Allah'ın hududuna tecavüz etmişlerdir. Onlar gibisinin hakkı, kendilerine «Allah size bu hususta izin mi verdi, yoksa siz Allah'a iftira mı ediyorsunuz?» denir. Veyahut tıpkı yahudilere denildiği gibi kendilerine «Siz mi daha iyi biliyorsunuz yoksa Allah mı?» denir. İkincisi ise, gerçekten Allah-u Teâlâ, kendisinde küfür gerçekleşen zümreden Kur'ân-ı Kerîm'inin muhkem âyetleri ile imanı nefyetmiştir. Çünkü Allah-u Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri «Onlar, iman eden kimseler değillerdir», buyurmuştur[221]

Gerçekten onların kâfir olmadıkları hiç bir akıllı olan kimsenin zihninden geçmez. Bilakis kendisinde iman[222]fiiîi olandan iman zail oldu­ğu vakitte ancak küfür ile zail olur. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Eğer onlar onun için iki isimden birinin bulunduğu bilinmez derler­se, onun için Allah nezdinde öyle bir benzeri vardır ki, onun ağırlığı ve zahmeti cedel ve husumettir. Çünkü onların bilmedikleri şey, sayılan hu­suslardan daha çoktur. Bu hususta onlara delil getirip ihticac etmek lâ­zım olsaydı, ömür boyu hayat batıl olarak boşa geçerdi. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Sonra insanlar ihtilâf etmelerine rağmen, büyük günah irtikâp ede­nin gerçekten dinlerde şirk, veya küfür veyahut da iman olmak üzere İsim verilmesinde ittifak etmişlerdir. Kim ki şek ve şüphe ile konuşmak­tan korunmak için bunları iptal ederse ittifak üzere ifade edilen hususu iptal etmiş olur. Onlar, bu husustaki kitapta varid olan debilere ve sün-netde bulunan hususlara şahid olmuşlardı ki, onunla kendisinin şahid ol­duğu veyahut anlayış sahibi olan kimsenin işitmek suretiyle elde etmiş ol­duğu deliller hakkındaki şek ve şüphe ortadan kalkar. Kuvvet ancak Al­lah'tandır.

Sonra fasık ve facir isimlerini mutlak olarak söylemek kendisinde dağınıklık meydana getiren hususlardandır. Kim ki ona kâfir veyahut müşrik ismini verirse onu mutlak olarak söylemiştir. Kim ki ona mümin derse, bu husustan kaçınmıştır. İşte böylece Allah-u Teâlâ'nm düşman­larının ismini inkâr ettiler. Mu'tezile de bu iki ismi, emrin bulunduğu şeyin hilâfına o isimleri menetmek üzere meydana çıkarmıştır. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Sonra Allah-u Teâlâ'nm «doğrusu Allah, kendisine eş koşulmasını (eş koşanın günahını) bağışlamaz.»[223] kavl-i celîlini hariciler yanlış ve hata olarak te'viî etmişlerdir ki, o te'vil fasiddir. Çünkü o günah değil­dir ki, bağışlansın. Bunda ise bağışlanmak zikredilmiştir. Onun altında tevbenin[224], gizlenmesi muhtemel değildir. Çünkü onun gibisi ile şirk ba­ğışlanmaz. Âyet-i celîle ise iki günahın arasını ayırdetme hakkındadır. Allah-u Teâlâ'nm : «Eğer siz, yasak edildiğiniz günahların büyüklerinden sakınırsanız, sizden diğer kabahatlerinizi Örteriz ve sizi iyi bir gidişata sokarız.»[225] kavl-i celîli de böylece ona muhtemel olmaz. Çünkü onda gü­nahı Örtme vardır. Günah olmayan hususta da örtme bulunmaz. Hatâ ise günahı gerçeldeştirmez. Örtme, bağışlama, kendisi ile ceza verilen şey için olur. Mu'tezile'nin söylediği söze de muhtemel değildir. Çünkü onların sözü, benzemenin[226] gerçekleşmesini men'eder. Çünkü o büyük günah iş­lemeyenler hakkında bağışlanmış olarak vaki olur. Bunda ise ispat edile­rek vukubuluyor. Sonra günahları örtmeği onlar, örtülmüş olarak değil, bağışlanmış olarak kılıyorlar. Çünkü bağışlanmış olan, üzeri Örtülmüş olandır. O red edilinceye kadar baki kalır. Örtülen ise sahibinden güzel bir fiil gelip onunla bağışlanıp örtülmüş olur. Tıpkı Allah-u Teâlâ'nm, «... Çünkü bunların kötülüklerini Allah iyiliğe çevirir» buyurduğu gibi[227] Allah-u Teâlâ'nm, «Ey iman edenler, size öyle bir kazanç göstereyim mi ki, sizleri acıklı bir azaptan kurtarıversin?»[228] ve «Eğer sadakaları aşikâre verirseniz, o, ne güzel şeydir. Eğer sadakaları gizler.de onları öylece fa­kirlere verirseniz bu, sizin için daha hayırlıdır. Ve günahlarınızdan bir kısmını örter.»[229]Allah-u Teâlâ'nm, «Ey iman edenler, Allah'a öyle tevbe edin ki, tam bir pişmanlıkla halis bir tevbe olsun.»[230] kavl-i celîli de böy­ledir. Bu hususta asıl olan Allah-u Teâlâ'nm, «Gündüz iki tarafında (öğ­le ve ikindi vakitlerinde) ve geceye yakın üç vakitte (akşam, yatsı ve sa­bah vakitlerinde) gereği üzerine namaz kıl. Doğrusu bu hasenat, günah­ları mahveder...»[231] kavl-i celîlidir.

Sonra gerçekten âyet-i celîle Mu'tezile'nin sözüne muhtemel değil­dir. Çünkü onlar günaha musir olan kimseyi büyük günah sahibi, günaha devam etmiyeni de günahdan pişman olan ve tevbe eden kılıyorlar. Binâr-enaleyh, böyle olan günah, tevbe ile bağışlanır. Bütün günahlar da tevbe ile bağışlanır. Her ikisi[232] de Allah-u Teâlâ'nm şu âyet-i celîlelerinden ayırt edilmekle carî olmuşlardır[233] : «Doğrusu Allah, kendisine eş koşulmasını (eş koşanın günahını) bağışlamaz.»[234], «Eğer siz yasak edildiğiniz günahların büyüklerinden sakınırsanız, sizden diğer kabahatlerinizi ör­teriz ve sizi iyi bir gidişata sokarız.»[235]. Allah'a yemin ederim ki, o, haki­katen şirkin ancak tevbe ile bağışlanacağım ve gayrinin Allah-u Tealâ'nın fazlu ihsanı olarak bağışlanmasının veyahut âyet-i celîlelerin ayırt edil­mesi için faydanın tahakkuk etmesiyle beraber ifade edilen sözün doğru olması için hasenattan gayri ile örtülüp bağışlanmasının caiz olduğunu daha iyi bilir. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Sonra âyet-i eelîlede Mu'tezile ve haricilerin sözlerini menedecek ve-cihler vardır. Birincisi; Cenab-ı Hak, «Eğer siz yasak edildiğiniz günah­ların büyüklerinden kaçınırsanız...»[236] buyurmuştur. Âyet-i eelîlede büyük günahlardan sakınmayanın hükmü yoktur.

İkincisi; büyük günahlar iki çeşittir : Birincisi, kâfirlerin ihtilâf et­tikleri yalanlama ve inkâr edip küfretme çeşitlerinden olan, itikatta vuku-bulan büyük günahlar. İkincisi ise, Allah-u Tealâ'nın onu büyük fiil ve günah olarak beyan buyurduğunu görmesi iie, o şekilde itikat ederek sa­hibinin kendisinden kaçınmış olduğu fiiller sebebiyle olan büyük günah­lar, îşte sakınmak budur. Onu fiille yapar ki, ona irtikâp denir. Yoksa âyet-i ceîîlede sakınmayı beyan eden hiç bir vecih yoktur. Bunun üzerine onun itikat yönünden sakınılması gereken husus olması caiz olur. Onlar, şirkin nevileridir ki, her ikisinin gayrini Allah dilediği için iy ve güzel ameller veyahut fazlu kereminden dilediği ile bağışlar, Örter. Tıpkı her iki âyetten birinde, günahı Örtmek, diğerinde ise mağfiret etmekle beyan ettiğimiz gibi. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Üçüncüsü : Büyük günahlarda azapların miktarı beyan edilmemiştir. Şu husus bilinen bir gerçektir ki, doğrusu Cenab-ı Hak, günahlarda misli ile ceza vermekten fazlasını nefyetmiştir. Şirk ve inatlaşmak suretiyle küfrün cezası ancak Cehennem'de ebedi kalmaktır. Hiç şüphe yoktur ki, inatçı kâfir ve Allah'a eş koşan müşrik olmayanın ibadetteki günahı, o günahı işlemekten başka bir şey değildir. Hatta onun itikadının sıhhatli ve kuvvetli olması, Allah'ın kendisini, sakındırdığı şeyden korkmasına ve itikat hakkında kendisini imrendirdiği şeyi ümit etmesine sevketnıiş-tir. İgte o, günahının bağışlanması ve kabahatinin örtülmesi için her şeye sebkat edendir. Onun günahının evvelkinin günahı kadar olması caiz ol­maz. Binaenaleyh küfür ve şirkin gayri olan güna-hlar sebebiyle cehen­nemde ebedi kalmak ta caiz olmaz. Buna iki şey dahil olur; birincisi : Va'd hakkında vukubulan yalan. Çünkü Cenab-ı Hak, «... Kim de bir "imah ile gelirse, ona ancak misli ile (günahı kadarla) ceza edilir.»"[237] buyurmuş­tur. Şu husus bilinir ki, gerçekten inatçı kâfir olana eğer kurtulup rahat etmesi suretiyle ceza ve azap çeşitlerinin hepsi kendisine tatbik edilse, yine küfrü seçer. Böylece onun günahının misli ile ceza verilmesi/onun cehennem azabında baki kalmasından ibarettir. Günahı ondan az olan kimsenin onun gibisi ile, yani cehennemde ebedi olarak azap çekmesi ile kendisine ceza verildiği zaman ^ünahmın mislinden daha fazlası ile ceza­landırılmış olur. Halbuki o, irtikâb[238] ettiği şey sebebiyle cezalandırılma­mıştır. Hikmete uygun olan ise, günahı kadarı ile cezalandırılmaktır. Bu ise hikmeti meneden hususlardandır. Tevfik Allah'tandır.

İkincisi : Bilinir ki, hayır olandan inatlaşma ve inkâra karşı bulunan şey, inatlaşma ve inkârdan olan şey üzere işlemeyi terketmeyi tercih edip kabullenmede olan şeye karşı bulunan, diğerinden daha yüce ve büyük­tür. Öyle ise hayır hakkında daha büyük olan ile gelmiştir. Şer hakkında ise nihayetine ulaşmamıştır. Onu Cehennem'de ebedi kıldığı zaman ser­den madununu irtikâp etmek sebebiyle hayır olanların en üstününün se­vabını iptal eder. Bu ise adalet vasfını değil, cömertlik vasfını reddeder. Adalet ise verdiği azabın üzerine onun gelmiş olduğu sevabından ziyade kumaşıdır. Allah-u Teâlâ, bir hayırlı ve güzel amel işleyene o amelin on mislini, sevap olarak vereceğini, kim de bir günah, işlerse ona günahı ka­dar ceza vereceğini haber vermiştir. Bu hususta ise, hayır ve iyi amelde misline ulaşmadığı gibi günahta da mislinden noksan olmamıştır. Allah-u Teâlâ, bu gibi sıfatlardan yücedir, beridir.

Evvelki hakkında yalan olacağına dair fiilin terki ile delil getirmek isteyen kimsenin delil getirmesi mümkün değildir, fasittir. Çünkü herke­sin aklında yalandan korunmanın gerektiği hususu yerleşmiştir. Tıpkı onu kabullenmede ibka edilmesi yerleştiği gibi. Sonra onun varlığı aklının yalanma delil olmaz. Çünkü aklında onu meneden şey vardır. Eğer ona tecavüz ederse, onun gibisinin aynı tecavüzünün vaktim kabul etmekte de bulunur. Eğer onda açıklama olsaydı, evvelki ile herşeyin açıklanması veyahut fasid ve haram olması vacip olan helâl olurdu. Yine eğer öyle olmuş olaydı, aslen kâfir olana verilen cezamın aksi olarak mürtede ceza verilmesinin vacip olmaması gerekirdi. Bilakis küfrü sarahatle ifade et­mekle evvelki hakkında vukuıbulan yalanı zahir olmazdı. Nasıl olur ki, işlediği gey hakkında zahir olsun? Eğer bununla[239], olmuş olsaydı son­radan kâfirin imanı ile yahut örf ve âdetle yalanını çirkinleştirmeyen şeyi teati etmeseydi, yine o zahir olurdu. Onun aslı iki vecih olarak gö­rülmektedir.

Birincisi; eğer onunla evvelkinde yalan zahir olsaydı, lâzım olmak muhakkak ortadan kalkardı. Lâzım olmak ortadan kalktığı zaman da onu izhar etmek için varlığının sebebi olması batıl olurdu. Bunda ise, on­ların söyledikleri hususun batıl olduğu anlaşılıyor. Kuvvet ancak Allah'­tandır.

İkincisi : Herkes muhakkak olarak itikadının bulunduğu vakit, ken­dinden bilir ki, o, bu hususta yalancı değildir. Sonra dinine56 tecavüz ede­ni bilir. Eğer onunla zahir olma olsaydı, hakikatte kendisinde ilim vuku-bulmazdı. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Bilakis bunu iddia edene o husus lâzım gelir. Çünkü yalan konuşma­mak onun itikadında mevcuttur. Bu göz ile yalancı olacağını her mümin olan bilir. Allah Sübhanehu ve Teâlâ da böylece bilir. Zira Allah, gayri ile değil, bizatihi herşeyin hakikatini olduğu hal üzere bilir. Onun evvel­kinde de doğru ve sadık olduğunu bilir. Ondan sonra eğer tecavüz ederse, o sözün sahibi Allah nezdinde ve kendisinin yalancı olduğuna şahit olan kimsenin yanında yalancı olur. Bununla herkes başkasının küfrünü tes-bit etmeği murad ettiği sözü hakkında onun küfrü ile hüküm vermeği kendisine vacip kılar. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Allah-u Teâlâ'nın «Yahudilerden o kimseler ki, Musa'ya iman getir­diler, buzağıya taparak kâfir oldular. Sonra tevbe ederek Tevrat'a iman ettiler, sonra[240] İsa'yı inkâr ettiler, sonra Peygamber (aleyhisselânıı) tanı­madılar da küfürde ileri gittiler; Allah, onları mağfiret edecek de değil, doğru yola iletecek de değil,»[241] kavl-i celîlinde eğer zikrolunan şey olsay­dı, onlar için ebediyyen iman sabit olmuş olmazdı. Bunun üzerine onların sözlerinin fasid ve ıbatıl olduğu sabit olur. Bu küfür hakkında ifade edi­lendir. Küfrün mâdûnu olan şey hakkında bu husus nasıl sabit olmaz? Kuvvet ancak Allah'tandır.

Mahlûkattaki hallerin muhtelif olması da buna göredir ki, o hallerin gayrinde onların birbirine zıd düşmelerinin fasid olması vacip olmaz. Tev-fik Allah'tandır.


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: İmam Matüridi: Tevhid
MesajGönderilme zamanı: 17.11.11, 11:43 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı

Kayıt: 17.01.09, 20:24
Mesajlar: 55
Bu husus yine büyük günahlar hakkında Mu'tezileye gerekir. Sonra onlardan taaccüp edilecek husus şudur ki, onlar büyük günah sahibi olan­lara namaz kılan ve ehli kıblenin ismini ispat ediyorlar. Onlara bu ismin verilmesinin sebebi imandır. Öyle ise o ismin baki kalması halinde imanın zail olması mümkün değildir. Onunla sabit olan ise, muhakkak zail ol­muştur. Allah-u a'lem.

Âyet-i celîlenin kıraatinde[242], «Yasak edildiğiniz günahların büyüğün­den kaçınmak üzere» olarak da rivayet edilmiştir. Her ne kadar bilinen o ise de cemi siğasiyle fertlerin murad edilmesi de caizdir. Âyet-i celîle­nin o manayı ifade eden kıraat üzere rivayet edilmesini biz inkâr etmiyo­ruz. Çünkü bu hususu Allah-u Teâlâ'nın şu âyet-i celüeleri açıkça beyan ediyor : «... Kim şeriatın hükümlerini tanımaz, imam inkâr ederse, bütün yaptıkları boşa gitmiştir.»[243], «Kim islâmdan başka bir din ararsa o iste­diği din asla kendisinden kabul olunmaz...»[244], «... Sizden kim dininden döner de kâfir olarak- ölürse, bu gibilerin yaptığı iyi şeyler, dünyada da Ahırette'de boşa gitmiştir.»[245]. Allah-u Teâlâ'nın, «Doğrusu Allah, kendi­ne eş koşulmasını (eg koşanın günahını) bağışlamaz.»[246] kavl-i celîlinin te'vili de ona göredir ki, sonradan Cenab-i Hak, «Ondan başkasını, dile­diği kimse için, bağışlar ve mağfiret buyurur.»[247]buyurmalttadır. Tıpkı bunda, «... Günahlarınızı örter ve sizi bağışlar...»[248] buyurduğu gibi. Binâ­enaleyh, onu getirmek bir hüküm ile olur. Bilinen bir gerçektir ki, Mu'te-zile ve Haricîler, ikiden birini idrak edemedikleri gibi, diğerini de anlayamamışlardır. Sonra Allah-u Teâlâ'nm, «Eğer siz yasak edildiğiniz günah­ların büyüklerinden sakınırsanız, sizden diğer kabahatlerinizi örteriz ve sizi iyi bir gidişata sokarız.»[249] kavl-İ celîli hakkında haricilerin sözüne go--re asıl olan şudur ki, sanki Cenab-ı Hak, «Eğer siz küfür ve Allah'a eş koşmaktan sakınırsanız» buyurmuştur. Mu'tezile'nin sözüne göre de «Eğer siz imandan çıkmaktan sakınırsanız zikrolunan sizin diğer kabahatlerinizi Örter mağfiret ederiz.» buyurmuştur sanki. Bu takdirde Mu'tezile'nin sö­züne göre imandan çıkmaktan başka büyük günah yoktur. Onların sözü­ne göre," âyet-i kerîme hâssa rücu' etmiş oiur ki, o da din ve imandan çık­maktan ibarettir. Bu husus ise, onların âyet-i celîle umum ifade ediyor davasındaki sözlerini iptal eder ve âyet-i celîlenin umum değil, husus ifa­de ettiğini söylemelerini gerektirir. Kim ki bir şey hakkında, bir şey ve açıklık olmaksızın hüküm verirse kendisi mahkûm olur. Bu ise, ken­disinde vaîd bulunan hususların hepsinde durmayı ifade eden Hüseyin'in sözünün lüzumunu ve zikrolunan kimsenin sözünün batıl olduğunu ge­rektirir. Allah-u a'lem.

Sonra asıl olan odur ki, doğrusu Allah-u Teâlâ, iyi. ve güzel ameller ve onunla beraber büyük günahlardan sakınmağı zikretmeksizin mükâ-faat vadetmiştir. Günahlar üzerine de umum ifade eden vaîdle ceza ve azap verileceğini beyan buyurmuştur. Tıpkı iyi ve güzel amellere mükâ-faat vadettiği gibi. Kim ki, her iki âyeti birlikte umuma yöneltirse, her iki emri bir işte toplamak suretiyle tenakuzu gerektirmiş olur. Bu da aptallığın alâmet ve işaretidir.

Sonra âyetlerin ifade ettikleri umum ve husus hakkındaki sözler, bir­birine uymamaktadır. Mu'tezile ve hariciler vaîd ifade eden âyetlerin umumi manâda mütalâa edilmeleri daha doğrudur diye iddia ettiler. Çünkü onlar menetme ve öğüt verme hakkında daha açıklık ifade etmek­tedirler.

Murcie'ler ise, vaad ifade eden âyetlerin umumun ifade etmeğe daha lâyıktır diye iddia etmişlerdir. Çünkü diyorlar, rahmet, afv ve mağfiret­ten Allah'ın sıfatlarından bilinene o daha lâyıktır. Bunun için büyük ve küçük günahlarda vaki olur. Bununla beraber Allah-u Teâlâ'nm «Doğru­su Allah, kendisine eş koşulmasını (eş koşanın günahını) bağışlamaz.»[250] kavl-i celîli helâl kılanlar için vaîde muhtemel olması ile beraber ona şahadet ediyor. Vaîdin eğer tahsis edilmesi vacip olsaydı; gayrine de mu­hakkak vacip olurdu. Vaîd de kendi nefsi içindir. Binâenaleyh, vaîdin hu­sus ifade etmesi daha evlâdır. Bununla beraber vaîdin vukubulması için devamlı olmasını şart koşmuştur ki, bu da husus ifade etmesinin alâmet ve işaretidir. Bu husus va'd hakkında bulunmadığı için onun şirki helâl kılanlara sarfedilmesi, yahut kendisinde iyi ve güzel ameller bulunmazsa o, kendisinin cezası olmasına sarfedilmesi gerekir ki, böyle olunca onun yanında muvacehenin bulunma-sı vacip olur. Yahut o, cezasıdır; Allah-u Teâlâ'da rahmetiyle onun ümitvar olduğunu bildiği şeyle, fazlu ihsanı ile kulu bağışlamasına sarfetmesi gerekir. Kul, Allah'ın mağfiretinin ne kadar büyük olduğunu bilir. Bunun için Allah, kulunu kendisini ümtivar eden Allah'ın fazlu ihsanından zahir olan hususla onu afvinden mahrum bı­rakmaz. Yahut onlara kullarından seçkin olanları onlar hakkında şefa­atçi kılar ve onlar için. istiğfarlarını kendilerinden kabul eder. Çünkü ku­lun yani kendisinin istiğfar etmesi çok uzaktır. Kuvvet ancak Allah'tan­dır.

Sonra bu hususta asıl olan odur ki, gerçekten Allah-u Tsâîâ kuluna günah irtikâp etmezden önce ona mümin demiştir. Ve kendisinden Ce­nab-ı Hak «Ey müminler, yabudi ve hristiy ani arın sizi kendi dinlerine davetlerine karşı şöyle deyin : Biz, Allah'a ve bize indirilen Kuı-'an'a, îb-rahim ve İsmail ve îshak ve Yakup ve torunlarına indirilenlere, Musa'ya> isa'ya verilenlere ve bütün Peygamberlere Rabb'leri tarafından verilen kitaplara iman ettik...»[251], «Peygamber (aleyhisselâm) ve müminler, Rabb'isinden kendine indirilen Kur'ân'a iman ettiler. »[252] âyet-i celîlelerle küfür ismini izale buyurdu. Binâenaleyh Cenab-ı Hak, kişinin mümin ol­masına sefoeb olan şeyi beyan buyurdu. Onun gibisine sen mümin değil­sin demeği de «... Size islâm selâmı veren kimseye dünya hayatının geçi­ci nimet ve menfaatine göz dikerek, sen mümin değilsin, demeyin...»[253] kavl-i celîli ile haram kılmıştır. Allah'ın Resulü (s.a.v.) Cebrail aleyhis-selânı, kendisine iman hakkında sual ettiğinde bu hususta açıklamada bu­lunduğu zaman onları ifade eden kimseye mümin ismini vererek mümin­lerden olduğunu gerçekleştirdi. Ve yine böylece Peygamber aleyhisselâm «Ben, insanlarla savaşmam hususunda emrolundum...»[254]buyurmuş olduğu bu Hadîs-i Şerifin devamında şahadet getirinceye kadar diye ifade buyurmakta. Binaenaleyh, işte bu, şimdi kitap, sünnet, icmai ümmet ve lügat ehlinin şahadeti ile mümindir.

Sonra büyük günah sahibi olan hakkında ihtilâf edildi. O, Mu'tezile'-nin inatîaşarak vasfettiği şey ve Haricilerin islâm dışı görüşleri ile vas-fettikleri sıfatla bulunmaktadır. Hatta onlar kendi görüşleri için tercih ettikleri ve Allah'ın rahmetinden ümit kesmeleri sebebiyle onlara isim­ler talktılar, Aîlah-u Teâlâ'nin hikmetinde onların bağışlanmasının cai?i olması görüşünde olmadılar. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Sonra fısk, isyan ve zulüm için olan manâlar, iman Üe zıt düşmemek­tedir. Çünkü fısk, emirden dışarı çıkmanın ismidir. Fıslan üç kısım üzere olması caizdir : Onlar da : İrşad emri, farz ve itikata ait olan hususlar­dan dışarı çıkmaktan ibarettir. Zulüm de böylecedir. Çünkü o, bir şeyi ye­rinden başka bir yere koymaktır, isyan ise, muhalefette bulunmanın is­midir. Kim ki bunların hepsini ceza hakkında veyahut manânın hakika­tinde tertip eder ve her günah için iman isminin ziyadeleşmesini[255], murad ederse o kimsenin kendisi zulmetmiş olur. Allah-u Teâlâ'nm ve Resûlü'-nün ve müctehid olan imamların ayırt etmiş oldukları hususu reddetmek için de haddi tecavüz etmiş olur. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Gerçekten kendisine iman ismi verilen husus, geçen mevzularda açık­lanmıştır. Sonra biz; Kâ'bî'nin, mezhebi için seçip rıza göstermiş olduğu sözlerini, sonra onun Allah'ın dini hakkında ulaşmış olduğu yeri azıcık düşünen kimsenin bileceği şey ile delillerini zikrederiz. Kuvvet ancak Al­lah'tandır.

Kâ'bî, şöyle iddiada bulunur : Gerçekten Ehl-i Hakk'ın «Her tâat imandandır. Ve imanın ismi, terkettiğinin fasık ismini icabettiren şeye nıüstahik olur.» Sözü gerçek değildir. Ve devamla diyor ki : Bizim «mü­mindir sözümüz, yalnız fiilden alınmış değildir. Çünkü birini tasdik eden ve ona boyun eğip itaat eden herkese mutlak isim olarak onunla isim ve­rilmez. Ve yine onun ismi yalnız o değildir. Çünkü eğer onun ismi olsaydı onun gibi olmayan kimseye de aynı ismin verilmesi caiz olurdu. Tıpkı gü­zel olan kadına çirkin ismi verilmesi gibi. Böyle olmadığı zamanda onun fiilden alınma isim olduğu ve din hakkında da medih olduğu ve isminin de ayırt edilmek için olduğu sabit olur.

Şeyh Eba Mansur (r.h-1 divor lki : Biz Allah'tan yardım talep ede­rek deriz ki; Kâ'bî'nin «Ehl-i Hak, böylece haktır.»[256] sözü ile eğer her taat imandandır'sözünden o, imadan başka bir şey değildir demediğini murad ederse, bu sözü tıpkı her nim^ Allah'tandır demek gibidir ki, ben Allah'ın izni ile ona nail oldum ve o iıinıet var idi manâsına gelir, iman da böyle­cedir. Onun «iman'ın ismi Sıma müstahik olur» sözünü ise, onu nakzet-mistir Günkü o. büyük günah sahibi ile beraber fiil bulunduğunu ve fakat[257] ona sim verilmediğini iddia etmiştir. Bu hususta ise zikrolunan şeyi vas-fetmistir. O da gerçekte onun katında imanın ismi değil, mümin olanın ismidir. Çünkü o, imanı onsı»z kendisine gerçekleştiriyor da, ona isim ver­miyor. Bu husus, onun sözü $e iminin ulaşabildiği yerdir. Onun «mü'mi.n kelimesi, fiilinden alman bir i^ değildir» sözü acaib bir sözdür. Çünkü o, bu ismi onun fiili için gerçekleştirdi, sonra onunla isim vermeyi menet-ti. Bu ise, herkese gerçekte fiilinin isminin gayri ile isim vermenin ve aynı zamanda o ismi kendimden menetmenin caiz olduğunu icabettir^ ki bu husus her fail olana faU" olmayan ve her fail olmayana fail ismini vermeyi gerektirir. O hareli ve benzerleri hakkında da böyledir. Onun «böylece tasdik etti, onunla isim verilmez» sözü ve ona tabi kıldığı «bütün din ehli o fiilin hata olduğu hususunda ittifak etmiştir» sözü, iki yönden yalandır : Birincisi; onun şö^e demeğidir : Ona isim verilmez. Belki o is­me verilmiştir. Fakat onun iffîan ile ^ murad etti^ bilinmez. Bunun içindir ki, onu tesbit etmesi vaciptir. Fakat bu ona isim olduğu için değil. Ve yine böylece felan murad ve maksadı bilinmeyen husus bakımından birine itaat ettiği şey ile mutlaka felana itaat etti denmez. Bu da fiilinin mutlak olmasına müstahik olmadığı için değil, fakat kendisi ile emir bi­linmeyen kimseye olan itaat olduğu içindir, iman da böylecedir. Bilmeye vardığı vakitte onu ifade el^elî gerekir ve yine böylece birisi hakkında ifade ettiği şey ile o husus ayan beyan oluncaya kadar o yalancıdır veya­hut tasdik edicidir, denmez- Som-a her Allah'a küfreden kimseye yalan­cıdır denir. Çünkü onun haleti bilinmiştir. Mümin de onun gibidir. Tev-fik Allah'tandır.

Dinler ehlinden rivayet ederek naklettiği şey de böylecedir. Ondan görülen ve işitilen taaccüp edilecek hususlardan şu kitapda eşya hakkmda ümmetten devamlı olarak rivayet edilir. Belki onun bulunması üm­metten söyle dursun, onlardan birinden bulması güç olur. Ve kendi batıl fikrine vesile kılar. Onu aklı olan kimse düşünürse veyahut mezhebi hak­kında kendisine karşı çıkanlardan biri onu iman etmiş sanır. Kuvvet an­cak Allah'tandır.

Onun, «O, onun ismi[258] değildir.» sözüne gelince, kendisine şöyle de­nir : Eğer isim fiilin gerçekleşmesi için olmamış olsaydı onu kendisine isim kılmayı[259] menetmek için de olmazdı. Fakat onu isim kılmakta haki­kati gizlemek vardır ki, gerçekten o, ismin hakkıyla ona isim vermiştir; veyahut da fiilin hakikati ile. Ve fiillerden alman isimlerin bulunduğu hal üzere olan şeyin hepsi böylecedir. Onun ismini[260] hakikati olmayana an­cak mecaz üzere veyahut onunla dalga geçmek ve onu aşağılamak için verir. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Sonra diyor ki : Biz fasid hakkında tahkik ve tedkik edildiğinde o mümin değildir demiyoruz. Bilakis biz ona mümin ismini vermiyoruz. Bu­na göre kendisine şöyle denir : O, tahkik ve tedkik edildiğinde mümin midir veyahut mümin değil-midir. Veyahut mümin ve kâfir değil midir? Eğer evvelkini yani mümindir derse, o, öyle bir adamdır ki kendi nefsini yalancı olmadığı şey hakkında yalanlamaya davet etmiştir de bunun üze­rine ona itaat etmiştir. Onun gibisinin hakkı, kendisinden yüz çevirip onu görmemektir. Çünkü o, her mukallidin aşağısmdadır. Eğer son iki vecih ile söylerse, kendi nefsini ondan rivayet etmiş olduğu husus hakkında yalanlamıştır. Tevfik Allah'tandır.

Sonra tâatm hepsine iman ismini vermeğe hepsinin nezdinde dinden olan hususlarla ve Allah-u Teâlâ'nm «Kim İslâm'dan başka bir din arar­sa, o istediği din asla kendisinden kabul olunmaz.»[261] kavl-i celîli ile delil getirdi. Bununla beraber hakikaten islâm dininden olduğuna itikad etmek­sizin kendisine işaret etmek üzere ibadetlerden bir şeyi talep eden kim­seden o istediği şey kendisinden kabul olunmaz. Her ibadet ancak islâm dininden olması sebebiyle kabıü olunur. Onun kendisine işaret edilen iba­detin ismi olduğu sabit olmuştur. Her ibadet, İslâm'da ibadet olarak be­lirtildiğinden kabul olunur ve kuvvetine binaen varid olur. İşte bu hepsi­nin dindendir demelerinin manâsıdır. Yoksa, herşeyin bir şeye izafe edilmesiyle ondan kendisine isim verilmesi gerekmez. Allah-u Teâlâ «Sizdeki her nimet Allah'tandır...»[262] buyuruyor. Yoksa her nimet Allah değildir. Bilakis o hususta dinin başka olduğuna delildir, tâ ki ona izafe edilsin. Binâenaleyh ondan fariğ olduktan sonra onu yerine getirmiştir. Tevfik Allah'tandır.

Sonra Cenab-ı Hakk'm «(Ey Resulüm) müminlere müjdele, onlara gerçekten büyük bir mükâfaat var.»[263] kavl-i celîli ve ona benzeyen âyet­lerle mutlak olan isimle müminler için vaîd olduğuna delil getirdi. Sonra o, rızkı irtikâp eden de yoktur. Vaîdin umumiyeti hakkında her ne kadar ihti­lâf vukıibulmuş ise de vaadin umumun ifade ettiği hususunda hepsi gö­rüş birliğine varmışlardır.

Allame Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Biz Allah'ın izni ve tevfikıyla deriz ki; onun, âyetlerin umumu hakkında icma' vardır demesi yalandır. O kimse devamlı olarak her belâ ve musibet[264] hakkında kendisini korku ve endişe içinde kılmaktadır. Doğrusu Cenab-ı Hak, «İşte böyle demelerine karşılık Allah da kendilerine sevap olarak ağaçları altından ırmaklar akan cennetleri verdi ki içlerinde ebediyyen kalıcı haldedirler...»[265] buyurmakta­dır. Onun gibisi olan söz için vacip değildir. Özellikle hepsinin sözü hak­kında işte böylece onun rivayet ettiği husustaki yalanı sabit olmuştur. Son­ra âyetlerle istidlal etmesine üç noktadan cevap verilmiştir :

Birincisi : Hallerin nihayetinden haber vermektir ki, her müminin82 varacağı yer orasıdır.

tkincisi : Vaadin kendi ahlâkı ile ve ona yol gösteren şeyle imanı ger­çekleştirmek için olması. Her hangi birine bir şeyle isim vermek caizdir ki, o da emrin ismidir. O emirlerin hepsi onunla birbirleriyle bağlanır. Kendisine verilen isimle, ismin ispat edilmesinden onun bulunması caiz olur. Allah-u a'lem.

Üçüncüsü : Onun için cezanın ve kendisi ile azaplandırılan hususun bulunması ki, o da kendi hakları ile azaplandınlmaktır. Ona dininin hakkı olarak iaabet eden şey, kendisinden, dininden bir şeyi noksanlaştırmış olmuyor. Bununla beraber Cenab-ı Hak gerçekten onun için Allah'tan büyük bir mükâfaat olduğunu beyan buyurmuştur ki, gerçekten iyi ve güzel amellerin cezası Allah'tan elan bir mükâfaattır. Mükâfaat vermenin hik­meti ise, haller ve vakitlerin ihtiyar edilmesinden o hususu yerine getirene mahsustur.

Sonra Murcie'nin, mezheplerindeki sözlerinin yalan olduğunu bilen kimselerden onun hakkında her düşüncenin bileceği şeyle onların sözünü açıklama zahmetinde bulunmak, onu anlayanın onlara lanet etmelerine bir yol olsun içindir.

Bunun içindir ki, onun hakkındaki sözleri nakletmekte pek az bir fayda mülâhaza ettiğim için ben onların sözlerini terkettim. Çünkü onla­rın sözle- yalandan ibarettir. Sonra der ki : Murcieler arasında ittifakla sabit olmuştur ki, fasık olan kimse [266]tevbe etmeden önce Ölürse o fasıktır. Onun hakkındaki vaîd sabit olmuştur. Kendisi ile kastedilenin onun ol­ması da caiz olur. Mukatil'in[267], «gerçekten onun vaad ehlinden olmaması mümkün değildir. Onun gibisi için, kendisinin mümin olmadığı hususun­da vaki olan icma' ve ittifak terkedilmez.» demesinden başkasının olma­ması da caizdir. Bunun üzerine kendisine şöyle denir : Eğer senin anlat­tığın olursa, iddia ettiği şey sabit olur. Eğer onlardan .nakledilen söz, se­nin anlattığının zıttı ise iddia ettiğin söz fasid olur. Sonra Murcie mez­hebine mensup olanların çoğu vaîdin, şirki helâl kılanların gayri hakkın­da olmasını inkâr ettiler. Bu husus onların aralarında bilinmektedir. Binâ­enaleyh o, anlattığı husus hakkında kendisine isnad ettiğimiz yalanı daha iyi açıklıyor. Allah-u a'lem.

Sonra soruların çoğunu sormamıştır. Azıcık anlayışı olan kimsenin dahi razı olamayacağı şeyle cevap vermedi. Bunun içindir ki, zikredilme­sinde pek az[268] yarar olduğundan ben onların zikredilmesini terkettim.

Sonra küçük günahları terketmek, imandır diye iddiada bulundu. Çünkü büyük günahlardan sakınmazsa, küçük günahlardan dolayı azap görür dedi. Bunun üzerine kendisine şöyle denir : Büyük günahlar işlendiğinde, onun iman sahibi olması vacip olduğu zaman onun zıttı olduğu vakit niçin azap görüyor[269] Halbuki o, sakındığı zaman iman sahibi değil­dir. İşte bu husus en çok hayreti mucip olan şeydir.

Sonra büyük günahlar için, İslâm ümmeti katında facir için mağfiret talep etmenin caiz olmaması ile ihticac etti. Bunun için kendisine denir ki : Facirle neyi kastediyorsun? Kâfiri mi, yoksa haramı helâl kılmaksızm iman halinde iken büyük günah irtikâp edeni mi? Eğer kâfiri kasdettiğini söylerse itidalden öteye geçmiştir. Eğer, haramı helâl kılmadan iman sa­hibi iken büyük günah işleyeni derse; o zaman islâm ümmetine yalan isnad etmiş ve yapmış olduğundan zahir olanla Cehennemde ebedi kal­masına müstahak olması için onu delÜ kılmıştır. Kendisi için dilediği şey, onun için mebzuldür. Sonra o hususta onun aleyhine tezahür eden iki şey vardır :

Birincisi : Bir kerresinde ona facir demek. Halbuki o, bulunduğu halde iken günah fiili yoktur. Ona iman sahibi olduğu halde kendisinde aklî ve nakli delille ispat edilen günah fiilinin hakikatinin bulunması ile beraber mümin demek de caiz olur[270] Hatta tebeyyün edinceye dek ona facir denmesi caiz olmaz. Halbuki günah fiili bulunduğu zaman Kur'ân-ı Kerim'de varid olanla ve dil ehlinin ittifakı ile kendisine mümin demek caizdir. Kuvvet ancak Allah'tandır.

İkincisi : O, peygamberlerin ve velilerin mağfiret talep etmelerini, mağfiret olunmuş olana yöneltti. Bu ise mağfiret nimetinin gizlenmesi ve şükredilmesi gerekene şükretmekten kaçınmaktır. Bu ise çok uzak bir hal ve mümkün olmayandır. Tevfik Allah'tandır.

Sonra «Kazf» âyeti ile ihticac ederek, doğrusu Cenab-ı Allah, helâl kıldıklarını ve ondan başkasını zikretmeden onların, yani ailelerine zina isnad ederek iftirada bulunanların lanetlenmiş olduklarını haber vermiş­tir. Lanetlenmiş olan ise, söz ile mümin olmaz dedi. Tevfik Allah'tandır.

Âyet-i celîlede beyan edilen, eğer öyleyse Allah'ın laneti onun üze­rinde olur. Âyet-i ceîîlede Allah-u Teâlâ'nm ona mel'un ismini verdiği hak-kmda bir beyan yoktur. Sende bulunan hastalığın üki Kur'ân-ı Kerim'e yalan atfetmekle iftira etmendir. Sonra ona, Allah-u Teâlâ'nm «Beşinci defa şöyle denilir : «Eğer yalancılardan ise, Allah'ın laneti muhakkak üzerine olsun...»[271] kavl-i celîli ile kendisinin mümin olduğunu söylediği hal-,de ona imanı gerektirmedi de nasıl oldu da ona laneti lüzum kıldı? Yine o, iki lanetten birini had cezasının tatbik edilmesine gönderdiği hususu gerçekleştiriyor. Had cezasının diğeri de böyledir. Oysalki âyet-i celîle, münafıklar hakkında nazil olmuştur. Zira Cenab-ı Hak, «Buna dört şa­hit getirselerdi ya!... Madem ki şahid getiremediler, o halde onlar, Allah katında yalancılardır. »[272] buyurmuştur. Her zina isnad edip iftira eden böyle değildir. Onun manâsı şöyledir : Doğrusu onu söylemeğe cesaret gösteren Allah'ın gadap ve lanetini küçümseyen kimseye lanet[273] vaîdi olur. Asıl olan şudur : Gerçekten küfür, tard edilmektir. Her günah işle­yen kimse, Allah'ın rahmetinden tard edilmiş değildir. Vacip gördüğü şey, kadannea azap olunsa da ondan özür kabul olunmaz. Allah'ın laneti üze­rine olsun dediği herkese Allah'ın laneti müstahik olmaz. Eğer Allah'ın lanetine müstahik olan kimse varsa, onun bu sözün sahibinin olması ön­celikle gerekmektedir. Çünkü bilinir ki, o fışkı teati ediyor ve tarafsız olan imamlara dahi muhalefet ediyor. Bunların hepsi kendi mezhebine göre gerçek laneti gerektirir. Âyet-i Ceîîlede olan lanet sözü hakikatte vukubuîmamıştır. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Sonra Allah-u Teâlâ'nın «kim de Allah'a ve Peygamberine isyan eder, şeriat ve hükümlerini çiğneyip geçerse, onu da içinde ebedi olarak kalmak üzere ateşe koyar[274], kavl-i celıli ile had cezalarının askıya alınması hak­kında ihticac etmiştir. Onun gibisi hakkında büyük ve küçük günahların işlenmesi zikredîlmeksizin cehennemde ebedi kalma hakkında söj^lenmiş-tir. Eğer o te'vil edilme üzere olursa, ilki de onun gibidir. Bununla bera­ber Cenab-ı Allah, onun gibisi hakkında «... Kim Allah'ın indirdiği hüküm­lerle hüküm vermezse işte onlar kâfirdirler.»[275] buyurmuştur. İşte o da yine had cezalarının askıya alınması hakkındadır. O ise bunu ifade et­mekten kaçmıyor. Âyet-i celîleyi haram olanı helâl kılmaya sarfediyor. Zikrolunan husus da onun gibidir. Onun Cenab-ı Hakk'in «Sonra bu pey­gamberlerle, saîih kimselerin arkasından (kötü) bir nesil geldi ki, na­mazı terkettiler[276], kavl-i celîli ile ihticac etmesi de o,mm gibidir. Bununla beraber Allah-u Zülcelâl «Artık tevbe ederler, namazı kılarlar, zekâtı ve­rirlerse dinde kardeşleriniz olurlar...»[277] buyurmaktadır. Dinde kardeşlik ve namazı kılmaktan zikrolunan şey, fiille değil, sözle vaciptir. Böylece namazı terketmek de tehir etmökîe değil, reddetmekle olur. Kuvvet an­cak Allah'tandır.

Allah-u Zülcelâl buyuruyor ki : «... İman edip de hicret etmeyenlere gelince : Hicretlerine kadar sizin için mirasta onlara hiç bir velayetiniz yoktur...»[278], «Ey Müminler, Allah yolunda cihada çıktığınız zaman mü­mini kâfirden ayırdetmek için iyice araştırın. Size islâm selâmı veren kim­seye -dünya hayatının geçici nimet ve menfaatına göz dikerek- sen mü­min değilsin demeyin...»[279]. Buna göre onun söylediği husus ne imanı gi­derir ve ne de ismini. Allah-u a'tem.

Yine Cenab-ı Hakk'ın, «Artık tevbe ederler, namazı kılarlar, zekâtı ve­rirlerse dinde kardeşleriniz olurlar...»[280] kavl-i celîli ile delil getirdi. Fakat biz, hakikaten onun kabul olma hakkında olduğunu beyan ettik. Çünkü onunla fiil, intizar"[281] edilmiş olsaydı, onların din kardeşliği ebediyyen va­cip olmazdı. Kendileri de serbest bırakılmazlardı. Bir yıla kadar yorgunluk içinde bırakmak da vacip olmazdı ki, bu manâsı olmayan şeylerdendir. Biz hicret işini geçen konularda beyan ettik. O, farzlardan bir farz olup, hicret etmeyenler hakkında şiddetli vaîd gelmiştir. Sonra bu husus bu­lunmadığı halde iman ismini ispat etmiştir. Allah-u a'lem.

Allah-u Teâlâ'nın «Kim de bir mümini kasden Öldürürse onun ce­zası, içinde devamlı kalmak üzere cehennemdir.»[282], «Ey iman edenler, mal­larınızı aranızda batıl sebeblerle yemeyin.-.»[283] kavl-i celîli ile ve yetimin[284]malının yenmemesi hakkında varid olan âyetle delil getirdi. Aniden adam öldürmeye gelince : Onun üç yönü vardır :

Birincisi : Dini için Öldürmeyi kasteden kimse hakkında olması. Bu ise hata ile adam Öldürmenin vecihlerinden biridir. Allah-u a'lem.

İkincisi : Bu husus onun cezası obuası. Allah-u Teâlâ'da fazlu ihsaa: ile onu bağışlaması ve iyi-güzel âmeller karşılığı mükâf a atlandırması. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Üçüncüsü : Âyet-i eelîlenin kâfirler hakkında nazil alması. Kıssada bu husus hakkında delil vardır.

Sonra bizim beyan ettiğimiz hususların delili, Allah-u Teâlâ'nm, «Ey iman edenler, kasden öldürülmüşler için kısas (misilleme yapmak) fan kılındı'[285].

Onların üzerine kısas ancak kasden Öldürdükleri zaman farz kılın­mıştır. Öldürmekten sonra onlarda imanı baki kılmıştır. Sonra Cenab-: Hak, «... Öldürülmüş olanın 'kardeşinden (verese ve velisinden) katüii lehine olarak bir şey bağışlansa da kısas düşürülse, ölünün velisi hakkın­da ziyade olmayarak örfe göre diyet almalıdır...»[286] buyurup onlara kar­deşliği bırakmıştır. Yine Cenab-ı Allah, bundan sonra, «... îşte böyle affe­derek diyet almak, Rabb'iniz tarafından size bir hafiflik ve merhamet­tir...»'[287] buyurmak suretiyle kendi rahmetine kulunu irarendirmiştir, yüce olan Allah.

Bununla beraber kasden adam öldürenin cehennemde ebedi kalmaa çok uzak bir ihtimaldir. Sonra Mu'tezile'nin bu husustaki görüşü, tevfce-den sonra Ahiret azabının izale edilmesi, kısasın gerekmesi ve her ne ka­dar âyet-i, celîlede iman zikrediliyorsa da âyet-i celîleyi imandan çıkı? kâfir olmayı ifade etmeğe sarfetmesi yönündendir ki, bu da âyet-i ceS-leyi tahsis etmektir. Yetimin malının yenmesinde zikrolunanın hepsi tah­sis üzerine toplanır. Çünkü o, azı içine alan bir isimdir. Bu ise murad olar değildir. Yetimlerin malları da böyledir. İkinci olarak Allah-u Teâü âyet-i celîlede zulüm ve düşmanlığı zikretmiştir. Bu ise, Allah'ın hükmüm tecavüz ettiği için azabı, tecavüz sahibi olana da zulmü beyan etmek ü^-re gelmiştir. Bununla beraber o husus adam öldürme hakkında bizim iri­de ettiğimize de muhtemel olur. Sonra onlara şöyle denir : Kendisin:; iman zikredilen âyet-i kerîme, imanı izale eder mi, yoksa izale etme;.".; bakî kılar mı? Eğer imanı izale eder derse, âyetin tahsis edildiğini ikrr etmiş olur. Eğer imanı izale etmez, bilakis baki kılar derse, onları Murcie mezhebine nisbet eden kimsenin görüşüne irca etmiş olur 'fevfik Allah'­tandır.

Sonra der ki; hakikaten onun söylediği sözle ben onufı gerçekten Al­lah'ın Resulü olduğunu bilmem için Resûlüllah'ı (s.a.v.) imtihan ederim. Onu anladıktan sonra kendisine reddederim. O da bunun gerine Allah'ın Resûlü'nün sadık olduğunu bilir ki, o kimse bu bilme il*. ,nümin olmaz. Bu husus delâlet eder ki, gerçekten iman ismini vermek lügat itibariyle olan şey üzere olmaz.

Fakih Obu Mansur (r.h.) diyor ki : Biz Allah'ın izni ve tevfiki ile deriş ki; lügat itibariyle imıan ismini ispat ettiği zaman o ne büyük ce­halete sahip olmuş olur. Sanki o, şöyle diyor : Lügat itibariyle ona iman ismi verilir; fakat ben onu menederim. Binâenaleyh o, bunun hepsinde kendi ismini yalanlıyor. Bununla beraber onda şu husus gerekir[288] Ger­çekten Allah-u Teâlâ, onlara bildirdiği şeyle onlardan ameli menetmiş ve onlara bildirmeyip cahil kıldığı şeyle de amel etmeği onlara lâzım kılmış­tır. Cenab-ı Allah, bu gibi vasıftan yücedir, berî ve münezzehtir.

Sonra marifet her ne kadar mecazi olarak kendisine iman ismi ve­rilmiş ise de, gerçekte iman değildir. Tıpkı kendisine tasdik denilen şeye Ailah'm fazlu rahmeti denildiği gibi. Zikrolunanların hepsi hayalden iba­rettir. Hiç bir manâsı yoktur. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Sonra iman isminin menedilmesine, Allah-u Teâlâ'nm kendisine iman ismini verip, sonra onu hükümlerle menetmesi; ve küfür ismine hüküm­ler irad buyurup onun o isme yakın olması hususu ile delil getirdi. Kendi­sine denir ki; senin her iki yönde bağlantısı bulunan manâlar olmaksızın hükümlerin varid olması hakkında anlatmak istediğin şeye delâlet eden nedir? Sonra şöyle diyor : Tazim, tezkiye, müvâlât ve şahadetin kabul ol­ması onlardandır. Bunun için de kendisine şöyle denir; bunların hepsi­nin, imanın 'kendisinin bulunmasını gerektirdiği âdetler kendisine zem edilmemiş şartlar gerçekleşmeksin ismi hâs olarak söylenmesi için ol­duğunun delili nedir?

Sonra imanın bulunması lâzımdır. Kendisinden menşelilerim hepsi, kendisinde bulunan iman ile menolunmuştur. Çünkü onun hakikatini biz zikrettiğimiz hususlardan menettik. Bununla beraber kendisinde had ve kısas cezaları sabit olan için velayet de sabit olur. Ve onun için şahadet vacip olur. Bizim zikrettiğimiz hususların hepsi sabit olup haklarında şahadet kabul olunduğu gibi onlardan dolayı had cezası da tatbik edilir. Hiç bir kimse yoktur ki, Allah'ın azabından bağışlanan şeyle o ismi nef­yetsin. Bilakis onların hepsi tıpkı Resûlî Ekrem Sallallahu aleyhivesellemin «(Onlar, müslüman olmak için şahadet getirdiklerinde) benden canlarım, mallarım korumuşlardır. Ancak onun hakkı için olan müstesna.» buyur­duğu gibi. Onu Cenab-ı Hakk'ın «(Bekâr olup da) zina eden kadınla zina eden erkeğin her birine yüz değnek vurun. Allah'a ve Ahıret gününe ina­nıyorsanız, bunlara Allah'ın dini hususunda merhametiniz tutmasın.»[289], kavl-i celîli teyid etmektedir. Doğrusu eğer iman zail olmuş olsaydı el-betteki onu merhamet tutmazdı. Bilakis imanın merhameti onu tutardı. Hatta belki de, o merhamet had cezasının askıya alınmasına sebep olma­ğa varırdı. Binâenaleyh onu sınırlandırdı ve onu tevbe etmesi muhtemel olan şeyle teyid etti. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Had cezasını tatbik etmek de, rahmet ve merhamettendir. Çünkü o, günahını örter ve bağışlanmasına vesile olur. Bu hususta asıl olan şudur : Hakikaten küfür için verüen ceza sahibini küfür pisliğinden temizlemez. Bilakis onu ebedi azaba teslim eder. Tıpkı Cenab-ı Zülcelâl'in «Onlar gü­nahları yüzünden suda boğuldular da ateşe atıldılar...»[290] kavl-i kerîmi gibi. Had ve kısas cezaları ise yapılan suçlara karşı keffaret kılındılar. Bu­nun içindir ki, onların böyle oldukları sabit olur. Bu suçların işlenmesi ile işleyenden iman zail olmaz. Allah-u a'lem.

Sonra biz deriz ki; Cenab-ı Allah, hükümleri üç kısma ayırmıştır. Bu kısımlara ayırma da, küfür, iman isimleri küfür olmayan, iman olma­yan şey bakımındandır ki, onlardan birinin hükmü kendisinden zail oldu­ğunda ortada bulunan lâzım gelir. İsimlerde ortada bulunan bir şeyin mevcudiyetine delil nedir? Bilakis Cenab-ı Allah, ilme muhtemel olan be­şerin cümlesini dünya işi ve Ahiret işi olarak iki kısma ayırmıştır. Kim ki bunun üzerine bir şey ilâve ederek ziyade kılarsa, o kimse kendisine izin verilmeyen hususta Allah'ın dini hakkında bid'at ihdas etmiştir. Allah'ın Resulü (s.a.v.) «Kim ihdas olunana[291] sığınırsa onun üzerine lanet olsun»[292] buyurmuştur. Bu .böyle olunca bid'at ihdas edenin hali nasıl olur? Bu gibilerden bizi muhafaza etmesini Cenab-ı Hakk'tan dileriz. Kâfir ol-. mayalılarla, kâfirlerle savaşmak ve onlardan cizye almak ve benzerleri .olan hükümleri ihtiva eden âyetlerle, mümin olmayanlar için de müjde, velayet ve benzerlerini beyan eden âyetlerle ihticac etti. Böylece bu sözü ile müminlerin ifade ettikleri hususun dışına çıkmış oldu. Bununla o, on­lar için" varid olan diğer hususlardan gafil imiş gibi görünmeye çalıştı ki, müjde igi gerçekten şartlı olarak olsun yahut akıbeti o olsun, büyük yü-nalı işleyeni mümin gören kimsenin nezdindedir.

Haricîler nezdinde ise, kâfirler hakkındaki hüküm iki kısımdır : Bi­rincisi : Öldürülme ve cizye alınma hükmü. İkincisi ise : Öldürmeme ve cizye almama hükmü. Tıpkı kadınlar, münafıklar ve benzerleri gibilere varid olan hüiküm gibi. Kim ki, hükümler hakkında iki zümre katında bulunanlarla, hükümler hakkında ortada bir hükmün olmasını kastsder-se, amma bu ortada olduğunu zikrettiği şeysiz gerekiyorsa o kimse islâm ümmetinin sözünden haberi olmayan gafildir. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Bununla beraber Cenab-ı Allah üç kısmı beyan buyurdu : Kâfirler, Müminler ve münafıklar. Münafıklar ise imanla küfür arasında tereddüd edenlerdir. Cenab-ı Haik münafıkların müminlere de, kâfirlere de bağlı olmadıklarım haber veriyor. Kim ki, her iki zümrenin ortasında birinin var olduğunu isterse, bu âyet-i celîlenin beyanına göre varid olmaz. O kimse onu âyetin kargısında kılmayı murad etmiştir. Allah-u Teâlâ'nm kendisine orta bir hüküm kıldığı hakikati nefyetmek üzere böyle yapmış­tır. Binaenaleyh o kimse, taiksim etme haklarını zayi ettirmiş ve Kur'ân-ı Kerîm'in beyan ettiği tertibi bozmuştur. Böylece tüm ehli islâmın nefret ve öfkesini üzerine çekmiştir. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Sonra kendisine kadın hakkındaki hüküm ile itiraz olundu. Amma onun tahsis edilmiş olduğunu iddia etti. Bu ise hayalden bir çeşittir. Bi­lakis küfre ait olan hükümler muhteliftir. Onlarla bir şeye delil getiril­mez. Ben onu haricilere karşı çıkmakta uzun uzadıya. kelâm ettiğini gör­düm. Kendisine mukabelede bulundukları hususlardan dışarı çıkma kül­fetinde bulundu. Bu[293], onu düşünen herkesin109 bildiği hususlardandır ki, kastedenin istediği husus gerçekleşmemiştir. Karşılaştığı hususlardan da tam manâsı ile sıyrılıp kurtulmamıştır. Bunun içindir ki, ben onları zik­retmekten vazgeçtim.

Sonra büyük günah irtikâp edenin kâfir olmadığı gibi mümin de ol­madığı ifade edilmekle ihticac etti. Şöyle ki : Gerçekten Murcie mezhe­binden olanlarla hariciler, lügatin gerektirdiği hususlardan olan iman kı­yasla bulunmaz. O, ancak naklî delille bulunur. Binaenaleyh herhangi bir kimseye mümin denmesi ancak mütevatir olan naklî delille veyahut icmai ümmetle caiz olur dedi. Ve bunun da gerçekten kâfi bir delil oldu­ğunu iddia etti.

Şeyh Eba Mansur (r.h.) diyor ki : Biz Allah'ın tevfikı ile deri-z ki : Bu hususu tebliğ edenden'[294], naklettiği husus hakkında yalan konuştu. Çünkü ehli islâm lügatin icap ettirmesi ile imanın hakikatinin bulunması

ve sahibine mümin isminin verilmesi hakkında ittifak etmişlerdir; fakat Haricîler Cenab-ı Hakk'ın «(Müşrikler tarafından eziyet edilen) O insan­lar sandılar mı ki, «iman ettik» demeleri ile bırakılacaklar da imtihana çekilmiyecekler.»"[295] kavl-i celîli ile tasdikten izhar ettiği hususta büyük günah işleyen ile delil getirdiler. Murcieler ise istidlal etme, ekseriyetle yalan ve gerçeğin zahir olması içindir; yoksa gerçekten hakikatte tasdik onsuz bulunmaz, anlamına değildir. İman ise, hakikatte o tasdikten iba­rettir. Her ne kadar delil getirilen şey üzerine delâlet etmesi hususu olsa da, ne büyük günah işleyenden nefyedilmesi ve ne de ipka edilmesi mev­cudiyeti hakkında hakikat değildir diye iddia ettiler. Allah-u alem.

Böylece onların sözü lügatin icap ettirdiğine göre hasıl olur. Onun rivayet hakkındaki yalanı da zahir olur. Sonra İslâm ümmeti Mu'tezile mezhebi meydana çıkmadan önce büyük günah işleyen hakkında o mu-min-i fasıktır, yahut fasık, kâfirdir diye iki görüş üzere buhmuyordular ki, onu kâfir gören nezdinde küfrünün yönü, fasık gören katında da fışkın yönü bilinsin. İşte bu da mekruh olan haramdır; mekruh olan helâldir diye söylenen husustur ki, gerçekten beyan edildiği bilinsin ki, o da mut­lak olarak ifade edilen haram olmayıp kerahet bulunandan ibarettir. Ve helâldan da kastedilen rağbet ve tercih edilen helâl olmayıp kendisinde baza şüphelerin bulunduğu helâl olduğu bilinsin. Benim zikrettiğim şey hakkında ümmetin işi de bunun gibidir. Sonra Mu'tezile iki isimden birini

iskat etti : tşte o da bilinen husumet ve kavganın manâsıdır. Hakikatini bilmeksizin mutlaka onu menetmede diğerini ilzam etti. İşte bununla is­lâm ümmetine muhalefet ettiler. Binaenaleyh bu, niyeti sırf Allah rızası olan kimse için ikna edici bir delildir. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Sonra, sen ismi hükümlere tabi kıldın diye kendisine itiraz edildi. Ve dendi ki, sen hükümlerinin muhtelif olması ile büyük günah sahiplerinin arasını ayırt etmedin mi ? O, yaparım dedikçe de şuna fasık, buna da ifti­racı ismi verir. Bunun üzerine denilir ki ; Kendisinde fisk isminin gerçek­leşmesi ile beraber ona fasık dediğin zaman, ondan fiilinin ismini menet­mesinde, kendi fiili ile kendisinde iman bulunmasına müstahik olduğu halde mümin olandan iman ismini menedersin ve ona mümin değildir der­sin. Ancafc güzel olanı menetmek suretiyle fiilden çirkin olan şeyi ele ala­rak geniş kapsamlı olan ifade müstesna ki bu da fiil hakkında zulüm olur. Sonra seksen değnek vurulmakla kendisine fasık demek vacip olmaz. Fa­kat tazim etmek, sevip dost edinmekle fasık demek vacip olur. Bu, ona muarız olanın takdir derecesinin yüceliğini beyan eder. Amma o bunu murad etmiştir. Allahu a'lem.

İsimlerde müsavilik bulunması üzere hükümler hakkında ihtilâf bu­lunduğundan dolayı hükümlerde isimler takdir edilmez. Başlangıçtaki takdir edilmesi, bununladır. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Sonra makamlar ve derecelerin birbirlerinden üstün olmaları ile ta­zim ve muvalat, birbirlerine uymaz. Meselâ Peygamberler, sonra imam­lar, sonra âlimler ve sonra da müminler gibi. Buna göre dinde iki husus gerekir : Birincisi; onlar yaptıkları iyi ve güzel ameller kadarmca büyük günah irtikâp ettiler. Yapmış oldukları günah kadarmca da azaba müs­tahik oldular. Binâenaleyh kim ki yapmış olduğu iyi ve güzel amelleri onların zıttı olmayan günahlarla red etmek isterse o, hükümde zulmedi-cidir. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Sonra «O gün Allah, Peygamberlerini ve onunla beraber iman eden­leri utandırmayacaktır...»[296] mealindeki âyet-i celîle ile büyük günah iş­leyenler hakkında delil getirip eğer o mümin olsaydı kendisine ne azap olunurdu ve nede onunla korkutulurdu dedi. Âyet-i kerîme ise, bir kaç veçhe rücu eder :

Birincisi : Mümin olanın, Allah'ın Resûlü'nün şefaatinden mahrum edilip cezalandırılmaz. Bilakis Peygamber aleyhisselâm, kendisine şefaat eder ve onu şefaatiyle azaptan kurtarır.

İkincisi : Bu hususun, onlara «özürleriniz ile beraber günahlarınızdan dolayı eziliniz» dendiği zaman hasıl olıması ile ifade edilir.

Üçüncüsü ise : Cehennemde ebedi kalarak kâfirlerin hüsranda kal­maları gibi onları cezalandırmaz. Çünkü o kemalin nevileridir. Nitekim Cehab-ı Hak «Onlara, (hayvanların bile sakınıp yiyemediği) bir nebat­tan başka yiyecek yok.»[297] buyurmuştur. Başka bir âyet-i celîlede de Ce-nab-ı Hak, «Bugün de ona burada (yardım edecek) bir yakın yok; Ce­hennemliklerin irinden-başka bir yiyecek de yok.»[298]. Yerlerinin muhtelif almalarına rağmen böyle buyurmuştur. Vakitlerin muhtelif olmalarına göre de bunun gibidir. Onu cezalandırmaz demek, onun ayıplarını mey­dana vurup rezil etmez manâsına da muhtemeldir. O, her mümin hakkın­da da böyledir. Sonra Mu'tezile'nin sözünü âyet-i celîlenin başlangıcı nak­zediyor. Âyet-i celîlin iptidasında Cenab-ı Hak, «Ey iman edenler, Allah'a öyle tevbe edin ki, tam bir pişmanlıkla halis bir tevbe olsun.»[299] buyura­rak onlara tevbeyi ilzam etti ve onlar da iman ismini baki kılarak mağ­firet için tevbeyi şart kıldı. Onların sözlerine göre, küçük günahlar da büyük günahardan sakınmakla bağışlanmıştır. Binaenaleyh âyet-i celî­lenin büyük günah sahipleri için olduğu sabit olur. Onlarda iman ismi de baki kaldı. Kuvvet ancak Allah'tandır.

îmanın, adaletin zail olması ile yok olmadığına delil Cenab-ı Hakk'm «Ey iman edenler, sizden birinize ölüm hali geldiği zaman vasiyet vaktin­de içinizden adalet sahibi iki kimseyi, yahut yolculukta iken ölüm mu­sibeti başınıza gelmişse, milletinizden olmayan (müslüman olmayan) iki adamı gahid tutun...»[300] kavl-i celîlidir. Eğer her mümin adalet sahibi ol­muş olsaydı Cenab-ı Hak «Sizden iki kişiyi gahid tutun» buyururdu. Âyet-i celîlenin başlangıcının[301] muhatabı müminler olduğu içindir ki, mümin adalet sahibi olduğu gibi adalet sahibi olmadığı da sabit olur. Yine Cenab-ı Allah buyuruyor «Ey iman edenler, muayyen bir vade ile birbirinize borç­landığınız zaman, onu yazm (senet yapın) aranızda bir yazıcı da doğrulukla onu yazsın. Kâtip, Allah'ın kendisine öğrettiği gibi yazmaktan kaçın­masın, yazsın. Üzerinde (başkasına ait) hak olan kimse, borcunu ikrar ederek yazdırsın ve Rabb'i olan Allah'tan korksun, o halde (borcundan) hiç bir şeyi eksik etmesin. Eğer üzerinde hak bulunan kimse (borçlu) akılsız, bunamış, olursa yahut kendisi söyleyip yazdiramayacaksa, velisi dosdoğru söyleyip yazdırsın. Erkeklerinizden iki kişiyi de şahit tutun. Eğer iki erkek bulunmazsa, o halde doğruluğuna güvendiğiniz şahidler-den bir erkekle iki kadın gerekir...»[302]. Eğer her mümin kendisine gü­venilir bir kimse olsaydı, o zaman şartın hiç bir faydası olmazdı. Allah-u Teâlâ'nm, «... Ve içinizden adalet sahibi iki erkeği de gahid yapın.»[303] kavl-i celîli de böyledir. Binâenaieyh mümin olanın adalet sahibi olduğu gibi adaletsiz de olması sabit olur. Yine Allah-u Teâlâ'nm «... Eğer bulûğa vardıktan sonra kendilerinde bir akıl ve rüşd görür ve anlarsanız hemen mallarını onlara teslim edin,..»[304] kavl-i celîli de böyledir. Yetimlerden re-şid olanı olduğu gibi. reşid olmayanı olduğu da sabit olur. Eğer her mü­min olan adalet sahibi olsaydı ve her adalet sahibi olmayan da mümin olmamış olsaydı, imtihan edildikten sonra fısk ile şahadet ret edilmemiş ourdu ve adalet ve fışkın bilinmesi için hallerden sual etmek de caiz ol­mazdı. Bilakis bu hususta imanın bulunduğu yeri görmesi gerekirdi ki bu­nunla onu yerine getirme imkânına sahip olmuş olsun. Böylece onun du­rumunu soruşturmadan ve hallerine itibar etmeden şahadetinin kabul olunması vacip olur. İslâm ümmeti birbirine varis olma, haram ve helâl­den iman edilmesi gereken hususlara iman etmenin şartlarından olan hu­suslar hakkında mal ve mülkle iktifa edilenin zahir olan şey üzere varıl­masının terkedilmesi ve hallerin araştırılması üzerine görüş birliğine varmışlardır. Sonra ibadetler gerçekten imanı ve kişinin kendisi ile mü­min olduğu hususu ve imanın hükümlerini gerektireni ayan beyan eden bir delildir ki o, isyan ve fışkın nevilerini ibkâ eden her şey değildir. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Bu ümmetin namazları cemaatle kılma hakkında[305]", ki taahhüdü, oruç tutma, zekât verme hususu hakkındaki söz vermesi, onların günahlara girişmek haramları çiğnemek hakkında ihtilâftan bulundukları hal üzere zikredilen hususların yapmanın manâsı ona göredir ki ümmetin buluııduğu şey ile Mu'tezile ve Haricîlerin hak ve gerçek olandan dışa çıkmış oldukları sabit olur. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Sonra biz Kâ'bî'nin kendinden ve kendine tabi olanlardan imanı gi­dermesi ve Allah'ın rahmetinden[306] ümidin kesilmesinin gerektirmesi için uzaklaştırılmış olan hilelerle Kur'ân-ı Kerîm'den âyetlerle kendisine de­lil getirmiş olduğu şeyi hakkında zikrettiğini anlatacağız. Kâ'bî'nin bu hususları ihtiyar etmesi, büyük günahlara olan düşmanlığından ötürü­dür. Sanki o, bununla dünya hakkında fayda elde etmiş olup din hakkın­da da övülmeğe nail olur. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Binaenaleyh onun üzerine delil getiren kimseye cevap vermek" mak­sadı ile şu âyet-i celîleyi öne sürdü; «Ey iman edenler, Allah'a öyle tevbe edin ki, tanı bir pişmanlıkla halis bir tevbe olsun»[307]. Tevbe ancak iki yön­den olmak üzere günahtan olur. Birincisi : Her ne kadar bağışlanmış ol­sa da küçük günahlardan dolayı tevbe etmek. İkincisi : Tehlili tekrarla­mak ve Melâikelerin duaları gibi ibadet etme maksadı ile yapılan tevbe. Meleklerin ettikleri dua, Cenab-ı Hakk'm «Arşı yüklenen Melekler ve onun etrafındakiler Rabb'lerine hamd ile teşbih ederler, ve iman eden kimseler için de şöyle mağfiret dilerler : «Ey Rabb'imiz, senin rahmetin ve ilmin her şeyi kuşatmıştır. Bunun için tevbe edenleri ve senin yoluna koyulan­ları bağışla, onları cehennem azabından koru.»[308] kavl-i celîli ile ifade et­miştir.

Biz ona deriz kj : Birinci vecih, tevbenin manâsı ile onun cehaletine delâlet etmesidir. Çünkü tevbe, pişman olmak ve günahtan rücu etmektir. Üzerinde bulunmadığı şeyden rücu etmesi mümkün değüdir. Günahı ba­ğışlanmış olduğu halde de ona azap vermek caiz olmaz. İkincisi : Üzerin­de bulunan Allah'ın hakkı bağışlandığı zaman onun için hamd etmesi ve affedildiğinden dolayı da şükretmesi gerekir. Tevbede ise bu hususlara nankörlük vardır. Çünkü o, tevbe etmekle kendisinde günahın vaki kal­dığını zanneder. Üçüncüsü ise : Gerçekten Allah-u Teâlâ, «... Olur ki, Rabb'iniz, kötülüklerinizi örter...»[309]buyurmak suretiyle onu tevbe ile örtülen şeye mevkuf kılmıştır. Böylece sabit olur ki, o, iman sahibi olmaya müstahik olduğu halde kendisinde günahın baki kaldığı sabit olur. Al­lah-u a'lem.

Her vakitte ona kolaylık göstermek, sınırlandırmanın hükmüdür. Çünkü fiillerin hakikati baki kalmamaktır. Tevbe ise günahtan olur. Hal­buki günah da yoktur.

Sonra gerçekten ibadet için tehlili (Lâilahe illellah demeği) emret­mek caiz olur. Fakat bağışlanmış günahdan dolayı tevbe ve istiğfar ile etmeyi emretmek caiz olmaz. Çünkü bu hususta günahın bağışlanmaması kanısı bulunur ki bu da nimetlere karşı nankörlük olup caiz değildir. Tıpkı zulmetmemesi ve caiz olmaması için dua etmek caiz olmadığı gibi. Me­leklerin dualarına gelince : Bu, bağışlanmamış olan günahlardan, zikro-lunan kimse için olduğundan dolayı caiz olur. Ve dua da bu hususa yö­neltilir. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Sonra Allah-u Teâlâ'nm «Ey iman edenler, niçin yapmayacağınız şeyi söylersiniz?»[310] kavl-i celîli hakkmda der ki; ancak o, fiili olmayan gey hakkındadır. Tıpkı bazı azgınları çirkin olan işe davet eden, diğerini gören kimsenin ona kendisini nehyetmek yolu ile şöyle demesi gibi : Ey kardeşim, dinine noksanlık getirecek ve üzerine Rabb'inin öfkesinin ica-bettirecek şeyi niçin yaparsın? Bunu ona yapmadığı halde söyler, fakat onu yapmaması için bunu söylemiş olur. Binâenaleyh cevap olarak ken­disine denir ki : Eğer kendisinde Allah'a tazimde bulunma ve yapmış olduğu günahların akıbetlerinden korktuğu halde sen büyük günah ir­tikâp edenlerden iman ismini gidermeğe çalışıyorsan, bunu ona mümin değilsin demen için yapıyorsan, kendi nefsin için seçtiğin ve yaptığın sa­na aittir. Eğer sen bunu başkasından imanı gidermek için yapıyorsan muhakkak ki o kimse Allah'ın, seni ona verdiğin (kâfirsin) isminin gayri ile isim verdiğini anlaması ile senin Allah'a isnat ettiğin şey hakkındaki cür'et ve cesaretini bilir. Artık onun Allah'ın verdiği haber hakkında hiç bir şüphesi olmaz. Bununla beraber Şeytan'm vesvese ve iğvası ile Al­lah-u Teâlâ'ya yapılan iftiraları da bilir.

Sonra benim zikrettiğim şeyin söylenmesi ancak sefih ve abdal olan kimse için muhtemel olur. Azap göreceği şey hakkındaki yalanının bilin­diği hususla kendisine elem çektirilir. Kendisinden hiç bir şeyin gizli kal­mayacağı Allah ise her akıl sahibinin kendisinden nefret edip kaçacağı bu hususlardan yücedir, berî ve münezzehtir. Yardım ancak Allah'tan­dır.

Sana gelince; sen azaba lâyıksın. Çünkü sen, Allah'ın rahmetinden ümidini kesiyorsun. Şehevî isteklerine râm olup, Allah'a düşmanlığı tercih ediyorsun. Şeytanın dostluğunu benimseyip onu Allah'a tercih edi­yorsun. O Şeytan ki, Allah'ın lanetine ve azabına uğramak için insanı kendi mezhebine sürükleyip sokar[311]. Kerim ve Rahim olan Allah'ı bırakıp kendin için ihtiyar ettiğin bu husus, sana afiyet olsun. Kuvvet ancak Al­lah'tandır.

Sonra Allah-u Teâlâ'nm «İman edenlere, vakti gelmedi mi ki, kalp­leri Allah'ın zikrine ve inen Kur'ân'a saygı ile yumuşasın...»'[312] kavl-i ce-lîli hakkında şöyle diyor : Onların kalplerinde saygı ile yumuşama olmasa bile kendilerine imanı ispat etmiştir. Hakikaten âyetin ilki huşu bulun­maksızın imanı ispat etmiştir. Halbuki siz, imanı ancak kalp ile bilmek, dil ile de tasdik olduğunu görüyorsunuz. İkinci olarak da, Allah'tan kor­kan ve ona şükretme gayesi ile bulunan kimseye «Senin bana şükretmen ve benden korkman gerekmez mi?» denmiştir. Yoksa o kimse Allah'a şükretmeyici değildir. Bilakis bu husus ona tenbih için söylenmiştir.

Fakih Ebu Mansur (r.hO diyor ki : İlk görüşe gelince; âyet-i celîle ancak Allah'ı zikretmek için kalbin saygı ile yumuşamasıdır. Allah için kalbi yumuşamayan, huşu bulmayan kimse, mezmum ve fasıktır. İmanın hûşuu ise, Allah-u Teâlâ'nm celâl ve kibriyasmı bilmektir. Bu da mümin­den zail olmaz. Her ne kadar onunla mezmum ise de, imanla kendisine mümin denir. Âyet-i Kerîme'de güç ve kuvvete delâlet vardır ki, o da ken­dilerinde bulunmaktadır. Bu husus da onların katında büyük günah ile vasfetmeği gerektirir. Allah, onlarda iman ismini ibkâ etmiştir. Binaena­leyh, onların sözleri bununla batıl olur. Tevfik Allah'tandır.

İkincisi : O, nimeti[313] şükrü bilmeyen kimsenin vasfıdır ki, onîarm her ikisin kabul etmez. Kabul etme ve tazim halikı olan şey üzere olmadı­ğı için azap görür. Eğer Mu'tezile nezdinde Allah-u Teâlâ'nm vasfı bu idi ise o, ona en çirkin olanı verilmeden öte ölümüne ve cehennemin en alt tabakasında ebedi kalmağa, ulaşmıştır. Kendisine isyan edip şaki olmak­tan Allah'a sığınırız. Sonra bu sözü çok uzattı; fakat onun binasının aslı zikrettiğim husustur. Bu konuda biz ancak, isabet etmekten uzak kalma bakımından sözü uzatmağı istemiyoruz. Yardım ancak Allah'tandır.

Sonra Allah-u Teâlâ'nm «Eğer. müminlerden, iki birlik çarpışırlarsa, hemen aralarını düzelterek barıştırın...»[314] kavl-i celîli hakkında cevap vererek o tıpkı Allah-u Teâlâ'nm,, «... Sizden kim dininden döner de kâfir olarak ölürse, bu gibilerin yaptığı iyi şeyler dünyada da, ahırette de boğa gitmiştir...»[315] kavl-i kerîmi gibidir ve gerçekten Allah ondan önce ken­disine mümin demiş idi dedi.

İkinci olarak da derki : Çarpışmanın itişip çekişmek gibi silahsız ol­ması veyahut çatışıp savaşmak için çalışmış olmaları kastedilir ki, bu­nunla onlar îmandan çıkmazlar. Buna cevap olarak denir ki : Onların aba­larının düzeltilmesi ile ve onlara kardeşler ismi verilmesi ile emrin varid olması dinden dönüp kâfir olma manâsını-ifade etmek batıl olur. Allah-u Teâlâ'nm «... Eğer onlardan biri (Allah'ın hükmüne razı olmayarak) te­cavüz ediyorsa, o vakit tecavüz edenle Allah'ın emrine dönünceye kadar savaşın...» (Hucurât, âyet 9) kavl-i ceîîlinm ifadesinde tecavüz eden ger­çekten bilinmiyordu. Yoksa orada tecavüz için çalışma yok idi. Bununla beraber Resûl-i Ekrem Sallellahualeyhivesellem, onların içinde bulunuyor­du. Onîarm bu çarpışma haddine varmaları için çalışmalarına rıza göster­mezdi. Sonra emir, savaşmağa delâlet ediyor. Küçük günahlar bağışlan­mış olduğu için ona mukabil olmaz. Oysa ki onların günahları büyük gü­nahtır. Bununla beraber Allah-u Teâlâ, onlara müminler diye isim ver­miştir. Tevfik Allah'tandır.

Alîah-u Teâlâ'nm «Müminler (dinde) ancak kardeştirler.»[316] kavl-i kerîmi hakkında da geçtiği gibi ifade etti. Biz onun bu vehmini beyan et­tik. Sonra onun, büyük günah sahibi olan Allah'ın düşmanıdır. Böyle olan kimsenin hayır ile dua etmeğe gücü olmaz. O'na lanet gerekir sözü ise, yanlış bir ifadedir. Çünkü aralarını bulup barıştırmak, ancak hayır ve salahla dua etmektir. Kuvvet ancak Allah^tandır.

Kısas âyet-i ve ondaki kardeşler deyimi hakkında şöyle diyor : Ger­çekten Cenab-ı Allah, mutlak olan kardeşliğe ne sevap vaad etmiştir ve ne de onları övme. O, ancak dindeki kardeşlik hakkındadır. Onlara ce­vaben şöyle denir : Aİlah-u Teâlâ, onlara âyet-i celîlenin evvelinde mü­minler demiştir. Sonra âyetin sonunda da onlara «kardeşler» ismini baki bırakmıştır. Hiç bir manâ geçmemiştir ki, kardeşlerin zikredilmesi ken­disine muhtemel olsun. Böylece onun iman isminin baki bırakılması ile beraber din hakkında olduğu sabit olur. Sevaba gelince : O, hazan mut­lak olarak, bazan da mukayyed olarak şart koşulmuştur. Allah-u Teâlâ'-nm, «İşte böyle demelerine karşılık Allah da kendilerine sevap olarak, ağaçları altından ırmaklar akan Cennetleri verdi...»[317] kavl-i celîli bu hu­sustandır. Sonra senin katında, kendisi için her ne kadar sevap vaad edilmiş ise de imanın bulunması ile beraber korkutmak caiz olur. Mutlak olarak isim verilmekle mümin de bunun gibidir. Allah-u Teâlâ «Allah'a ve peygamberine iman edenler, işte bunlar, Rabb'leri katında, (imanları hu­susunda), tıpkı çok sadık olanlarla, (Allah yolunda can veren) şehitler gibidir.»[318] buyuruyor. Ve yine Cenab-ı Allah «Allah'a ve Peygamber­lerine iman eden ve peygamberlerden hiç biri arasında fark gözetmeyen kimselere gelince; işte bunların kıyamette Allah mükâfatlarını verecek-1 tir.»[319] kavl-i celîli de böyledir. Büyük günah sahibi olana, Allah ve pey­gamberlerine iman etti, Peygamberlerden hiç biri arasında fark gözetme­di denir. Sonra onun gibisini vaîdle korkutmak caiz olur. Bunun içindir ki Allah-u Teâlâ, «Şüphesiz ki Allah, zerre kadar zulüm etmez. Eğer zerre kadar bir iyilik olursa onun sevabını kat kat artırır. Ayrıca kendi katın­dan büyük bir mükâfat verir.»[320] buyurmuştur. Büyük günah sahibi olan iyi ve güzel amel işlemiştir." Onun yapmış olduğu amele güzel amel den­meğe müstahik olmuştur. Öyle ise her ne kadar kendisine vaîd gelmişse de o kimse kendisine mümin denmeğe müstahik olmuştur. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Sonra kendisine imanın ismini icabettiren ve onunla helâl kılan hu suslarla -ki bu hususa büyük günah sahibi de girer- itiraz olundu. Bunun üzerine onların bu hususa girmeelri, isimle değil, icma iledir demesi ile cevap verdi; ve tıpkı sizin Allah-u Teâlâ'mn «... Bu vasiyet ebeveyn ve akrabasını mahrum etmemek için takva sahiplerine hak oldu.»[321] ve «... Bu ihsan edenler üzerine borç bir haktır.»[322]. Her ne kadar fasık böy­le değilse de Allah'ın işbu âyetlerinin hükmüne soktuğunuz gibi. O'na ce­vap olarak şöyle denir : İcma, âyetlerin helâl kılması ve vacip kılması ile vukubulan hitaptan anladıkları ile onları bu hususa sokmuştur. Onlar­dan hiç bir kimse yoktur ki, ondan başka bildikleri bir vecih zikretsin. Fışkı mütaleâ edenlerden hiç bir kimse de birine âyeti tahsis edildiği hu­susu sormamıştır. Bilakis[323], o âyetlerin bu hususu kapsamına aldığını bi­lir. Her iki yönle olan hitap takva ismi ile mükâfatlandırmaz. Bunun için­dir ki takdir batıldır140. Onun «Şunun üzerine haktır» demesinin manâsı, takvayı murad eden kimseye o, haktır demektir. Bunda vacip kılma hu­susu bulunmaz. Bununla beraber bizim bulunduğumuz konu hususunda[324] hitap hakkında takvanın manâsını zikrolunduğu söze tahsis bulunup mu­hatabın ismi bulunmadan hitaba girer. Yoksa ne mutlak olduğu için ve ne de tahsis ile girer. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Küçük ve mecnun olma sebebiyle helâl kılma hakkında itiraz olun­du. Bu hususa cevap olarak denir ki : Küçük ve deli olanlarda, küçüklük ve deliliğin gayri ile imanın hükmü vardır. Zira eğer o başkası, olmamış olsaydı imanın hükmü (kendilerine islâm hükümleriyle muamele etme) onlara vacip olmazdı. Tıpkı kâfirlerin çocuklarına vacip olmadığı gibi. Bi­zim bulunduğumuz şeyde başkasma değil, o hususa tabi olur. Binaena­leyh, o kimse bunu kendisindeki iman sebebiyle kendisine vacip kıldığı sabit olur. Sonra fasık'ın, namaz kılması ve oruç tutması ile itiraz olundu; bunun üzerine «Belki fışkının fazlalaşmaması ve onları terketmekten do­layı vukubulacak azabın kendisinden zail olması için oruç tutup namaz kılmıştır diye cevap vermiştir.

Şeyh Ebıı Mansur (r.h.) diyor ki : Kendisine şöyle denir : O, suali anlamadı. Onun manâsı ancak, şöyle ifade edilir : Namaz ve orucun her ikisi de ancak iman ile caiz olurlar. İmansız onların yapılması caiz olmaz. Eğer o kimse mümin olmasaydı, onların bunları yerine getirmeleri gerek­mezdi. Terketmelerinden dolayı vukubuîacaık olan azap da zail olmazdı.

Bilakis onları terke tmekten hiç bîr şey lâzım gelmezdi. Ve eğer mümin olmamış olsaydı, onu yapması caiz olmazdı. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Bu âyet-i celîleler hakkında kitaplarımızın[325] bazısında müstakil ola­rak bahsettik. O, izahımız bizi burada uzun uzadıya ifade etmeye ihtiyaç hi.ssettirmetmis.tir.

Sonra biz Cehennem azabında ebedi kalacak olan ile, ebedi kalmaya­cak olanın arasını hikmet yolu ile ayırırız. Bu da iki yönden meydana çı­kar : Birincisi : Günahların kendi varhklarmdaki birbirlerine benzeme­meleri itibar edilmesi yolu ile ki, Allah-u Teâlâ, onu işleyeni ancak misli kadarı ile cezalandıracağını vaad buyurmuştur. Hikmetin hakkı olan da böyledir. Çünkü azablandırmak, ihtiyar ettiği şeyle değil, hikmetin gerek­tirdiği şeyle olur. Zira o ihtiyar edilen neviden değildir. Özellikle aksi kendisine zarar vermeyen kimseler. Sonra o Rahmet etme ve afvetme ile mevsuftur. Bunun içindir ki günahlardan çoğu için afvu mağfireti icabet-tirmedi.

Sonra bu bir (kaç vecih üzere meydana çıkar : Birincisi : Hiç bir kimse yoktur ki, şirkten başka büyük günahlardan birini işlemek sure­tiyle Allah'a isyan eder de, isyan ettiği vakit azaptan korktuğu, Allah'ın gazabından ürktüğünden ve keremine güvenip rahmetinden ümitvar ol­duğu için taatda bulunmasın. Bunların hepsi de hayır olan islerdir. Eğer onlarla kabul olunursa şehevî isteklerin galip gelmesi, öfkenin mahkûmu olarak iyi ve hayır olanların hilafını irtikâp etmez. Bunlar ve benzerlerini kendisinden hayır sadır olmasını, ser sadır obuasına tercih ettiği için yapar. Öyle ise hayrın menfaatmdan mahrum edilmesi, şerrin azabının kendisine icabettirmek caiz olmaz. İşte bu bakımdandır ki, onun fiili cûd ve keremle vasfolunmuştur. Onların manâları ise böyle değildir. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Allah-u Teâlâ'yı inkâr edip kâfir olan ve ona ortak koşup müşrik olan kimsede hayır ve hasenat ismine müstahik olacak bir manâ taşıyan amel bulunmaz. Çünkü o, Allah-u Teâlâ'yı yalanlar, emir ve yasaklarını inkâr eder. Onda Allah'ın rahmetine ümitvar olma hali bulunmaz. Onun azabının devamlı olması da kerem ve cömertlik manâlarma zıttır. KuVvet ancak Allah'tandır.

İkincisi : Hakikaten Cenab-ı Hak, yapılan günahın ancak misli kadarı ile ceza vereceğini vaad[326] buyurmuştur. AJden ve agahtan daha bü­yük olan Allah'a ortak koşmanın cezası da kendi mL,| kadarı ile olur. Bununla beraber şirkle ve şirkin gayri olan küfürle bt,ri,,ber hasenat bu­lunmaz. Onların cezası ancak Cehennem'de ebedi kah], ^zap çekmektir. Çünkü bilinir ki, gerçekten kâfir olan uzun zaman içiı,^, birgün olur da kurtulabilme ümidi kendisinde olsa idi onun için gön^jtj olduğu azabın bir çok katını katmaya razı olurdu. İşte bu husus ayan l(eyan eder ki, onun cezasının tamamı cehennemde ebedi kalmaktır. Kendilinden başkası için onun gibi cezaya tabi tutulmuş olsaydı bu kez başkası kendi fiilinin misli kadarı olandan daha fazla ve çoğu ile cezalandırılmış olur. Bu ise Allah'ın hikmetinde zulümdür. Allah-u Teâlâ, bu gibi sıfatdan yücedir, berî ve münezzehtir. İşte bu böyle. Bunun madunu olanı irtikâp edenin hasenatı bulunur. Fakat bunun bulunmaz. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Yine dünyada tatbik edilen had cezaları, işlenen günahlara keffaret kılınmışlardır. Eğer onlarda günahları örtme hususu bulunmamış olsay­dı, küfür için verilen cezalara ziyade olmuş olurlardı. Küfrün madunu olanm cezasına ziyade kılınmak mümkün değildir. Böylece had cezalarının keffaret oldukları sabit olur. Dünyada küfür için keffaret yoktur. Binâ­enaleyh o, azap hakkında muhtemel değildir. Küfrün azabı, Cehennem'de ebedidir. Küfrün gayrının cezası ise had cezasıdır. Günah hakkındaki azap da böyledir. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Yine Allah-u Teâlâ, küfreden ve başkalarını küfre sokmak için sa-pıttıranların azabı, kendisi küfredip başkasını sapıtmayanın azabından kat kat fazladır. Sonra eğer kâfir için başkasını sapıttırmaktan başka olan azabı, sapıttırmak için olan azabın misli kadarı olmuş olsaydı, her kâfirin azabı kat kat olurdu. Çünkü hiç bir kâfir yoktur ki, kendisinde küfürden başka büyük günahlar bulunmasın. Allah-u Teâlâ, «Muhakkak onlar, kendi günahlarını ve o günahlarla beraber bir çok (sapıttırdıkları kimselere ait) günahları yüklenecekler...»[327] kavl-i celîli ile sapıttıran kim­selerin günahlarının kat kat olmakla tahsis buyurmuştur. Yine Cenab-ı Hakk'ın «... Ey Rabb'imiz, bizi sapıtanlar, işte bunlardır. Bunlara ateş­ten iki kat bir azap ver...»[328] kavl-i celîlinde beyan buyurduğu gibi tabi olanlar da aynı hususu ifade edecekler. Herkes için kat kat azap kılın­mıştır. Binaenaleyh bunun büyük günahlara karşı verilecek olan bir ceza olması batıl olur. Bilakis o azap, eğer küfür hakkında olsaydı islâmda onun misli kadarı ile azaptan kat kat verilmesi daha gerçek olurdu. Gö­rülmüyor mu ki, [329], yani kâfir, küçük ve büyük günahlardan tümünden ceza görüp azap çeker? îslâm dininde inanç sahibi olan kişinin durumu böyle değildir. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Sonra itibar yolu ile diğer bir vecih de şudur ki; gerçekten küfür, tesis edilen bir mezheptir. Mezhepler ise, ebediyyen devam etmek için kurulur. Mezhabin azabı da buna göre olur. Diğer büyük günahlar ise, vakitler içinde yapılır. O, ebedi olaraık değil, muvakkat bir vakitte şe­hevî isteklere mahkûm olma neticesinde istenir. Onun cezası da buna göre olur. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Sonra gerçekten küfür, aynı ile çirkindir. Onu affetmek ve haram olmasının kaldırılması imkân ve ihtimal dahilinde değildir. Hikmette onun azabı da buna göredir; onun bağışlanması ve ortadan kaldırılma­sının imkân ve ihtimali bulunmaz. Diğer günahlar ise, aklen onların haram olmalarının kalkması ve kendisi için azap verilen hususun mubah kılın­ması caizdir. Onun azabı da bunun gibidir. Tevfik Allah'tandır.

Üçüncüsü : Kâfiri bağışlamak, afvm yeri olmayan hususta bağış­lamak olur. Çünkü kâfir, in'âm ve ihsan edeni inkâr ediyor ve onu da hak görüyor. Bunun hakkındaki affetme, affı z-ayi etme ve nimeti iptal et­mek olur. Diğer günahların durumu böyle değildir. Bilâkis diğer günah­ların sahibi in'âm ve ihsan edeni bilir. Onun için en büyük yer vardır. Onun ikramı için de en ayan-beyan olan mahal vardır. Böyle olunca hik­mette onu bağışlamak ve mağfiret etmek caizdir. Yardım Allah'tandır.

Allah-u Teâlâ'nm, fiilinin^ kendisinde meydana getirdiği korku anında din hususunda ona ihsan etmiş olmasıdır. Bu husus kulun Allah hakkını dünya ve Ahiret varlıklarından kalbinde daha büyük gör­mesi ve peygamberlerinin kıllarına dokunmak veyahut Allah'ın dininin emirlerinden her hangi birini hor görmek veyahut da ihtiyar ettiği ve dostluğunu Allah dostluğuna tercih etmiş olduğu şey hakkında Allah'ın düşmanlarına meyletmeğe müstahik olmaya muhtemel olan şeylerden si­nesini, içini tertemiz etmekle hasıl olur. İşte bunların hepsi, Allah-u Te­âlâ'nm ona olan in'âm ve ihsanıdır. Allah-u Teâlâ'nın nimetlerini zayi et­mesi ve onları eza olarak değiştirmesi muhtemel değildir. O bilir ki onun günahları Allah-u Teâlâ'nm kendisine in'âm ve ihsan ettiği sayılmayacak kadar çok olan nimetleri kadarına, ulaşmaz. Allah, mahlûkatına şu temi­natı verir ki, gerçekten o, bîr kavme İn'âm etmiş olduğu nimetlerini o kavm, kendilerinde bulunan hususları değiştirmedikçe değiştirmez. Ve ikram etmiş olduğu şeylerin hepsini onunla zayi etmez. Zikrolunan husus da böyledir. Peygamber aleyhisselâm, «bu husustan kaçınanlar müstes­na, diğer müminler Cennet'e girer» buyurmuştur. Zikrettiğim kimse ile onun düşmanı arasını, onlarla Allah'ın dinine yardım etme ve i'lâikelimetul-lah için çok çok mücahede etmekle beraber cemetnıiştir. Ve onu üzerine mühür basmıştır. Hayır, Allah bunu yapmaz. Çünkü O, Ganîdir, Kerîmdir afv ve mağfiret sahibidir, çok merhametli ve Vedûd'tur. Bununla beraber Allah'ın Resulü Sallellahualeyhivesellemden kulların sevdikleri kimselere katılacağı hakkında müjde gelmiştir. Sonra zikrolunan şeyler Allah'ın Resulüne daha sevimli idi. Onu Şeytan'ın yakını kılar ve Allanın Resûlü'-nü ziyaret etmeği ona haram kılar. Allah-u Teâlâ, Mutezile ve Haricîle­rin kendisini vasfettikleri bu vasıftan berî ve münezzehtir. Bu husus ve iş, onların hepsinde zahir olmuştur. Hatta bundan hiç bir kimse kurtul­maz. Belki de hiç bir harici ve Mu'tezile mezhebinden olandan bu inanç ve itikattan berî olarak öldüğü[330] zikromnmaz. Allah-u Teâlâ'nın, şehevî isteklerine rârn olup Allah'a düşmanlığı tercih eden en küçük dünya men­faatleri uğruna Allah'ın rahmetinden ümidini kesen, dünyanın en küçük ve basit nimetine kapılarak Allah'ın dininden çıkmayı tercih eden kim­seyi din hakkında doğruya muvaffak kılması ve bu vasfın zıttı kendisin­de bulunanın mahrum bırakması ilâhî hikmetten çok uzaktır. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Şeyh Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Sonra fısk, fücur, isyan veyahut zulümden olmak üzere isimlenen hususların vaîd hakkında varid olan eserlerin tümü üç husus için isim oldukları bir gerçektir, ilâhi hikmette fışkın gayrine isim verildiği için fiile işaret edilmesi ve mezmum olan isimlerin gayri olmayana işaret edilmiş olması caiz olur. Bazılarının da böyle olması caiz olmaz. Aralarında bu zıddiyet bulunan iki şeyin kaste-dilmesi mümkün değildir. Binaenaleyh onun hakkı, isim ve hükümde şüphe olmayan hususa sarfedilmesidir. Çünkü[331] o üç kısım üzeredir. Fakat onû tazammun etmemiştir. Bütün kısımlar o husus hakkında hususiyet ifade ettiği sabit olur. Binaenaleyh onun kendisinde şek ve şüphe olma­yana sarfedilmesi gerekir. Çünkü gerçekten onu umuma yöneltmek afv haberleri varid olduğundan onun için tenakuz teşkil eder. Böylece onun hususiyeti sabit olur. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Yahut kendisine isim verilenin[332], taksim olunması sebebiyle umum ve husussa ihtimali olduğu vakitte onun gibisinin hakkı kesin ifade et­mek değil, korkmaktır. Kim ki kesin ifade ederse şüphe anmda hikmetin icabettirdiği şeyden yararlanır. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Sonra Cehennem'de ebedi kalma hakkında vaîdi ifade eden hususa delalet eden hususa şirkin madunu olan günahlara muhtemel olmaz. Çünkü insanların yaratılış itibariyle her ne kadar aklen veyahut delille veyahut taklid ederek dinlerinde muhtelif olmaları ile beraber işledikleri günahlardan şirkin madununun bulunmasını itikad etmiş olsalar da din­lerinden çıkmayı gerektirecek hususlardan kaçınırlar. Binaenaleyh bu husus mahlûkatm yaratılmış olduğu şeylerden olduğuna delâlet eder. Hatta onu akıl bile teyid eder. Çünkü inançlar, sahipleri katında ebedi olarak bulunurlar. Kendisine işaret edilen fuller ise böyle değüdir. Fiil­lerin zıttı olanlar da böyledir. Ihtüâf üzere kendilerine işaret edilen fiiller hakkmda varid olan nakli deliller de böyledir. Fiillerin terki de buna gö­redir. Bizim zikrettiğimiz hususlar Mu'tezüe mezhebinin insanların yara-tılmış olduğu işten ve kendilerine has tedbir ve irade edilme hususundan dışarı çıktığına delâlet eder. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Sonra Mu'tezile'nin mezhebinde mümin demelerinden kendilerini alı­koyan şey üzere olduklarından onları ilzam eden hususlardan bir ikısnum zikredeceğim. O da şudur : Hakikaten Mu'tezile mezhebine göre, bü­yük ve küçük günahların arasındaki had cezası biliniyor ki, kişi, umut­suzluğa düşmeyip hem ümitvar olsun ve hem de korkmuş olsun. Bu gö­rüşlerine cevap olarak deriz ki : Sizden hiç bir kimse yoktur ki; kendi­sinin bütün günahlardan berî olduğunu iddia etsin, ümitsizliği ve ümidi icabettiren had cezasına ulaşmayı bilsin. îşte bu, büyük günahla küçük günah arasında halin tereddüt etmesidir. Büyük günah, imanın ismini giderir. Küçük günah ise, size, imanın ismi ve imanın zevali hakkında şek ve şüphe getirir. Tıpkı büyük ve küçük günahların ismi hakkında şüphe getirdiği gibi. Binaenaleyh sizdeki bu şek ve şüphe ümitsiz ve ümitli olmayı söylemeyi menetti. Sonra iman ismini meneden şey ile bu iki hususu reddeden şey birdir. Sonra korkmakla beraber ismin ispat edilmesi caizdir. Ve siz, gerçekten mümin, kendisinde korku bulunmayan kimsedir diyorsunuz; niçin sizin kendinize mümin demenizden onlar kork­muyorlar? Büyük günahlardan olduğu bilinen yalan, sizden iman ismini giderir. Bunun üzerine imanla isim vermek, sizin büyüklüğünüzden olur. Siz, Allah-u Teâlâ'nın «... Şimdi nefislerinizi temize çıkarmayın...»[333] kavl-i ceiîli ile nefislerin temize çıkarılmasından insanları sakındırdınız. Sonra iyilik ve takva ile karşılaştınız. Bunlarla itirazdada bulundunuz. Siz, kendinizde iyilik ve takva bulunduğuna veyahut bulunmadığına şahadet eder misiniz? Eğer şahadet ederiz derlerse, onlara; iyi ve muttaki olan­ların Allah'ın gazabına uğrayıp cehennemde ebedi kalmaları gerekme­sinden korktuklarını ifade etmek gerekir ki, böylece cehennem, Allah'tan korkan ve Allah emirlerini yerine getiren kimselerin yeri olur. Yoksa fa-sık olanların değil. Allah-u Teâlâ, «Muhakkak ki iyiler, naim cennetinde-dirler.»[334]' buyurmuştur. Binaenaleyh Allah-u Teâlâ'nın, «... Ey Rabb'imiz, günahlarımızı bağışla, kusurlarımızı ört ve ruhlarımızı iyi kimselerle be­raber al...[335] kavl-i ceiîli ile dua etmek batıl olur. Eğer bu hususla isim vermekten kaçınırlarsa iman hakkında da onun gibi ifade etmeleri kendi­lerine lâzım gelir. Çünkü o, iyilik ve takva gibi Allah'ın gazabından kur­tulmaya vesile olanın ismidir. Sonra denir ki; nebî ve rasûî olanlardan sabit olmuştur ki, onlar, Allah'a korkarak ve sevabına tamah ederek dua ederlerdi. Halbuki onlar, büyük günahlardan birini işlemekle imtihana tabi tutulmuşlardır. Bu korku, büyük günahlarla imtihan olunmayan kimselerden sadır olmuştur. Niçin size bildirmiyor ki veya delâlet etmiyor ki, had cezasının beyanının terkedilmesi korkulan ve umut edilen husus için değildir? Bilakis o, Allah-u Teâlâ'nm küçük günahlar sebebiyle dile­diği kimseyi cezalandırması caiz olmasındandır. Sizin sözlerinizden biri de şudur : Gerçekten ceza ve azabı icabettiren şey, imanı giderir. Binâ­enaleyh bu sözlerinizden ibret alınız ki, sis hakikatte size haber verilen şeylere iman etmiş kimseler değilsiniz. Tevfik Allah'tandır.

Allah-u Teâlâ, «... Müminler ancak o kimselerdir ki, Allah'a ve Pey­gamberine iman etmişlerdir; sonra (imanlarında) şüpheye düşmemişler ve Allah yolunda mallan ile canları ile savaşmışlardır...»[336] buyurmak­tadır. Sizin katınızda ise mümin, Allah'ın azap ve gazabından korkmadığı gibi onun rahmetinden de ünıitvar olmaz. Bilâkis o eğer mümin idiyse Allah'ın rahmetine müstehak olur. Ve mümin olduğundan da Allah-u Te-âlâ'nın onu azap etmemesi ihtimali bulunur. İşte iman o kimseyi bu hu­susa yöneltmiştir. Siz onlara korkuyu nasıl ilzam ettiniz? Halbuki o, ha­kikatte mümin değildir. Siz, onları iman hakkında şüphelenmekten men-ettiniz. Halbuki imanda şüphelenmek korkuyu gören şeyle olur. îşte bu hususlarda tenakuz açıkça görülmektedir. Kuvvet ancak Allah'tandır. [337]



Şefaat Meselesi


Bazıları şöyle diyor : Eğer büyük günah sahiplerine şefaat caiz ol­muş olsaydı, bir fiili işlemeyi terkeden kimsenin şefaata müstehak olması gerekirdi ki böylece büyük günah irtikâp etmekle emrolunnıuş olur.

Fakih Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Biz onun vehimden ibaret oldu­ğunu söyleriz. Çünkü şefaat olunan kimse, yapmış olduğu günahla şefa­ate müstahak olmaz. Bilakis şefaati terketmiş olduğu şey hakkında vela­yeti vacip olan hasenatla müstahak olur. Fiili terkeden kimseye «Sen is­yan et, günah işle» denmesi doğru değildir. Fakat ona «îtaat et ki, onunla isyan ettiğin şey hakkında şefaat bulasın» denir. Ve yine böylece «mağfireti gerektirecek olan fiili elbetteki işlerim» diye yemin eden kim­seye sen küçük günahları irtikâp et denmez. Bilakis büyük günahlardan korunması ile ve mağfiret olunması için büyük günahlardan tevbe etme­siyle emrolunur. Şefaat işi de bunun gibidir.

Şefaat kendisi ile ihticac edilen hususların en büyüğündendir. Ger­çekten[338] Kur'ân-ı Kerîm'de şefaat hakkında âyetler varid olduğu gibi Al­lah'ın Resulü Sallallahualeyhivesellemden hadîsler rivayet edilmiştir. İn­sanlar arasında bilinen ve mahud olan şefaat, Allah'ın gazap ve azabım gerektirecek günahları işlemiş olduğundandır. Binâenaleyh büyük günah irtikâp edenlerin günahları Allah'ın seçkin, kulları ve Allah'ın rızasına[339] nail olanların şefaatleri ile bağışlanır. Sonra küçük günahlar, büyük günahlar irtikâp edenlerin cehennemde ebedi kalacaklarını söyleyen kim­seler katında kendileriyle azaplandırılmak caiz olmayan hususlardandır. Kâfirler ise, şefaatla bağışlanmazlar. Böyle olunca Kur'ân-ı Kerîm'de ve Hadîs-i Şeriflerde in'âm ve ihsan hakkında varid olan hususların büyük bir kısmı batıl olmuş olur. Ve ilim ehlinin Allah'ın rahmetine ümitvar ol­ma bakımından yaratıldıkları hal üzerinde olmaları sakıt olur ve müslti-manların, peygamberlerin şefaatini istemeleri hakkındaki niyazları batıl olur. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Bazıları şöyle diyor : Şefaat3 iki vecih üzere[340] meydana çıkar. Birin­cisi; birinin diğeri katındaki iyi ve güzel işlerinin yad edilmesi üzere ki, onun için büyük bir rütbe ve iyi bir yer takdir olunmuş olur. İkincisi; bi­rinin kendisine dua etmesiyle olur. Binâenaleyh, birincisi, şefaatin ken­disine tevcih olunması muhtemel olandır. İkincisi, Cenab-ı Allah'ın «Arş'ı yüklenen melekler ve .onun etrafındakiler Rabb'lerini hamd ile teşbih ederler, O'na iman ederler ve iman eden kimseler için de şöyle mağfiret dilerler : «— Ey Rabb'imiz, senin rahmetin ve ilmin her şeyi kuşatmıştır. Bunun için tevbe edenleri ve senin yoluna koyulanları bağışla, onları Ce hennem azabından koru.»[341] diyen kimseler hakkında beyan edilmiştir. Cenab-ı Allah, «Allah, onların önlerindekini de, arkalarındakilerini de bi­lir ve onlar onun rıza verdiği kimselerden başkasına şefaat etmezler...»[342] buyurmuştur. Bu âyetler şefaatin iki yönüne delâlet etmektedir. Çünkü Cenab-ı Allah'ın razı olduğu kimse derece ve şeref sahibidir. O kimse me­leklerin şefaatim beyan eden âyet-i celîlenin kapsamında bulunanlar­dandır.

Şeyh Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Biz Allah'ın izni ve tevfikı ile deriz ki : Ahıret hakkındaki vechin iki yönden manası yoktur. Birincisi: Emri onu bilmeyen kimse katında takdir edilmesi hakkındadır. Allah-u Teâlâ, o emrin hakikatini bilir. Ve hatta Allah'ın gayrinin üzerine haki­katlerin gizli[343] olması caiz olur. Tıpkı Allah-u Teâlâ'mn «Allah Kıyamet gününde peygamberleri toplayıp şöyle buyurur : «— Ümmetinizi davet ettiğiniz de, size ne cevap verdiler?» Onlar da «— Bizde hiç bir bilgi yok.

Şüphesiz ki, sen .bütün gaibleri kemal üzere bilensin derler.—»[344] kavl-i ce-lîlinde olduğu gibi. îsâ aleyhisseîâmm da şöyle dediğini Cenab-ı Hak, «Sen bana ne emrettinse, ben kendilerine ondan başkasını söylemedim...»[345] kavl-i celîlinde beyan buyurmuştur. Bunun üzerine o hususda Allah'ın kulunun da ilmi olacağı ifade edilmiştir. Halbuki onlar bu hususu bilmeyi ondan uzaklaştırdılar ve onu yalnız Allah bildiğini ikrar ettiler. Kuvvet ancak Allah'tandır.

İkinci yönü ise; gerçekten ahırette herkese verilen kitapları vardır ki, o kitaplar da Ademoğullannm amelleri, ve kendilerinden küçük ve büyük günahlardan geçen hususların hepsi yazılmıştır. O, eğer ihticac etme hak­kında olursa takdirde kâfidir. Eğer bildirme hakkında olursa Allah-u Te-âlâ'nm onları bilmesi Allah'ı onlardan müstağni kılmıştır. Kuvvet ancak Allah'tandır. ;

Dua hakkındaki âyet-i celîleye gelince; yine böylece o vasıf kendi­sinde bulunan kimse için dua etme ve kendisinde bulunan günahlardan[346] ona o husus hakkında şefaat etme caizdir deriz. Yoksa onların fiilleri bu olduğu vakitte onlara şefaat eder demiyoruz. Çünkü ilahi hikmette fiiller­den zikrolunan hususlardan dolayı onları azaplandırmak caiz olmaz. Bi­lakis o fiillerden dolayı onlar için sevapların en büyüğü ve yerlerin de en üstünü vardır. Bunun gibisi için mağfiret ve şefaat talep etmek birkaç yönden abes olur :

Birincisi: ilâhî hikmette o günah sebebiyle ona azap vermek[347] caiz ol­maz. Çünkü onlar Allah'dan zulmetmemesi ve haksızlık yapmaması[348] talep etmişler gibi olur. Bu ise, yaratılan en üstün bir fısktir İd, Allah-u Teâlâ'ya dua ve niyazda bulunmak şöyle dursun, onu fasık yapmak yerine çıkar. Yüce, kerîm ve hakîm olan Allah, bu sıfatdan berî ve münezzeh­tir.

İkincisi : Azaplanmış olmayıp, sevap görenlerden biri olan onun gibi­sinin hakkı, kendisinden hamd ve şükrün meydana gelmesidir. Duada ise bunun gizlenmesi ve ona karşı nankörlük yapması vardır. Bunun gibisi hakkında ne izin ve nede dua mümkündür. Tevfik Allah'tandır.

Üçüncüsü : Gerçekten bu, kendisine Cennet vaadolunarak Cennetle müjdelenmiş olan hakkındadır. Binaenaleyh onun gibisinin batıl olma­sı[349] kendisi haküanda cehalet icabettirir. Ancak vaktin açıklanmaması müstesna. Bu da acele etmekten ileri gelir. O, bizim büyük günah işle­yenler, eğer günahları kadarı ile azaplandırılmış olsaydı, o ilâhi hikmette adalet olur[350]. Bunun üzerine kendisinden şefaat talep eden bu hakkını al­mak suretiyle adaleti yerine getirmeksizin fazlu ihsanı ile şefaat eder. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Ebu Bekir El-Kîsâi[351] Allah-u Teâlâ'nın «Doğrusu Allah, kendisine eş koşulmasını (eş koşanın günahını) bağışlamaz. Ondan başkasını, di­lediği kimse için bağışlar.»[352] kavli ceîîli hakkında şöyle der : Gerçekten Cenab-ı Hak, dilediği kimseye mağfiretini vaadetmiştir. Sonra onu «Eğer siz, yasak edildiğiniz günahların büyüklerinden sakınırsanız, sizden diğer kabahatlerinizi Örteriz ve sizi iyi bir gidişata sokarız.»[353] kavl-i celîli ile kü­çük günahlar hakkında olduğunu beyan buyurmuştur. Böylece vaîdin bü­yük günahlar için olduğu sabit olur. Vaad ise baki kalır. Onun hakkı vas-folunduğu şeye ihtimali olduğu için zikrolunan şeyde devamlı olarak bu­lunur.


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
Eskiden itibaren mesajları göster:  Sırala  
Yeni başlık gönder Başlığa cevap ver  [ 29 mesaj ]  Sayfaya git Önceki  1, 2, 3  Sonraki

Tüm zamanlar UTC + 2 saat


Kimler çevrimiçi

Bu forumu gezen kullanıcılar: Hiç bir kayıtlı kullanıcı yok ve 1 misafir


Bu foruma yeni başlıklar gönderemezsiniz
Bu forumdaki başlıklara cevap veremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı düzenleyemezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı silemezsiniz

Geçiş yap:  
cron
   Powered by phpBB © 2000, 2002, 2005, 2007 phpBB Group

Türkçe çeviri: phpBB Türkiye