Sufiforum.com

2009'da başlayan SUFİFORUM'da İslam; İslam Tasavvuf Geleneği ile ilgili her türlü güncel ya da 'eskimez' konular yer almaktadır. İçerik yenilemeleri tasavvuf.name sitesinden sürdürülmektedir. ALLAH YÂR OLSUN.

Giriş |  Kayıt




Yeni başlık gönder Başlığa cevap ver  [ 1 mesaj ] 
Yazar Mesaj
 Mesaj Başlığı: Rabbani Fark: Kelâmcılar İle Sûfîlerin Allah'ı Tanıması
MesajGönderilme zamanı: 15.01.10, 11:07 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı

Kayıt: 27.12.08, 17:20
Mesajlar: 565
13. Bölüm: Hakk’a Ulaştıran Yol Konusunda Kelâmcılar İle Sûfîlerin İhtilâfı:

Bütün sûfîlere ve çoğu kelâm âlimine göre Allah’ı tanımak vâciptir. Allah onların gayretini mükâfâtlandırsın. Ancak Allah’ı tanımaya (mârifete) götüren yol konusunda ihtilâf etmişlerdir. Sûfîler diyorlar ki: Allah’ı tanımanın yolu riyâzat (nefsin arzularından perhiz) ve tasfiyedir (gönlü kirlerden arındırıp saflaştırmaktır). Eş‘arîler’den ve Mu‘tezile’den olan kelâm âlimleri ise: Allah’ı tanımanın yolu düşünmek ve delil getirmektir, diyorlar.

Bu iki grup arasındaki ihtilâf da hakîkî değil lafzîdir, yani “tanıma” kelimesinin yorumuna dayanır.

Sûfîler “tanımak” derken “vicdânın sâde olarak Allah’ı anlamasını” kastederler ki bu, îmânın tasdîkî sûretinden farklıdır. Kelâm âlimleri ise “tanımak” derken îmânın tasdîkî sûretini kastederler.

Şüphe yok ki, birinci mânâdaki Allah’ı tanımanın yolu riyâzat ve gönül tasfiyesidir. Îmânın tasdîkî sûretini elde etmenin yolu ise düşünmek ve delil getirmektir. “Mükellef olan kişiye ilk gereken şey Allah Teâlâ’yı tanımaktır” derken tanımak kelimesinden kastettikleri şey ikinci mânâdaki mârifettir, birinci mânâ değil. Çünkü birinci mânâdaki tanımak, ehlullâhın makâmlarının sonu olan hakka’l-yakîn mertebesinde elde edilebilir.

Aynı şekilde, bu iki “Allah’ı tanımak” kavramının arasındaki farkı değişik bir ifâdeyle şöyle açıklayabiliriz: Sûfîlerin “tanıma”sı ilm-i huzûrîden ibârettir ki fenâ ve bekâdan sonra elde edilir. Sûfîler bunu “tanımak” ve “bulmak” diye ifâde ederler. Kelâm âlimlerinin “tanıma”sı ise düşünme ve delilin sonucu olarak Allah Teâlâ’yı ilm-i husûlî ile tanımaktır . Bunun açıklaması şudur: Hâriçten gelen her bilgi, bilinen şeyin sûretinin veya hâsıl olan sûretinin bilen kişinin zihninde oluşmasından ibârettir. Bu bilgiye ilm-i husûlî derler. Böyle olmayan bilgiye, yani hâriçten gelmeyen, aksine bilen kişinin zâtına bağlı (kendisinden) olan bilgiye ise ilm-i huzûrî derler. Ârif, kendi zât ve sıfatlarını fenâya ulaştırdıktan sonra bekâ billâh ile müşerref olur, benliği kevnî varlığından tamâmen sökülüp atılır, hakîkate muttalî olur ve şüphesiz ilm-i husûlîden ilm-i huzûrîye intikâl eder. “Bilmek”ten “bulma”ya yükselir. Bulmak da, bulanın zâtının dışında olmaz.

Allah korusun, aklı ermeyen bazı kişiler bu cümlelerden hulûl ve ittihâd (Allah ile kulun birleşmesi) anlamı çıkarmasınlar ve din büyükleri hakkında kötü düşünceye, sû-i zanna yönelmesinler. Ya da kötü inançlar çukuruna düşüp helâk olmasınlar. Bilinmelidir ki, velîlik tavrı, akıl ve fikir tavrının ötesindedir. Onun yolu doğru bir keşiftir. Oraya düşünme ve delil getirme metodu sığamaz.

Şiir:
Delil getirenlerin ayağı tahtadan yapılmıştır,
Tahta ayak da çok dayanıksız olur.

Filozofların ve İmâm-ı Gazâlî’nin (rh.a) Allah’ın zâtını tanımanın mümkün olmadığı şeklindeki görüşlerinde “tanımak”tan kastettikleri, îmânın tasdîkî sûretidir. Çünkü onların delilleri bunu hissettirmektedir. Nitekim şöyle demişlerdir: “Allah’ın zâtını tanımak ya açıkça tanıma ya da düşünmeyle tanımadır ki her ikisi de geçersizdir”.

Bu konunun detayları kelâm kitaplarında anlatılmıştır. O kitaplarda da âlimler zâtı tanımanın mümkün olmadığını söylerken zâtın özünü yani hakîkatini kastetmişlerdir, yoksa bir yönüyle tanımayı değil. Bir yönüyle tanımak herkes için mümkündür. Meselâ zâtı hâlikıyyet (yaratıcılık) ve râzıkıyyet (rızık vericilik) yönleriyle tanırlar. Böyle söylemişlerdir.

Şu konu gizli kalmasın ki, bir şeyi bir yönüyle tanımak ile bir şeyin vechini (bir yönünü, mâhiyetini) tanımak arasında fark vardır. Bizim söz konusu ettiğimiz şey, zâtın vechini tanımaktır, vechin (meselâ bir sıfatın) zâtını değil. Bir kimse şöyle sorarsa: “Bu durum, yaratma ve rızık vermede belli bir şeydir (bu sıfatların mâhiyeti bilinmektedir). Şuna ne denebilir ki, bilinen, yaratma sıfatıdır, yaratma sıfatının zâtı (hakîkati) değildir. Ancak yaratıcılığın mânâsı, kendisinde yaratma olan zâttır demek doğru olmaz. Bu sebeple zât da bu sıfatla bilinmektedir”.
Cevâben deriz ki: “Zât”tan maksat ya zâtın mefhûmu (anlamı) ya da mısdâkıdır (delilidir). Eğer kastedilen mefhûmu ise o araz-ı âmdır (genel sıfattır, çünkü Allah’tan başka şeylerin de zâtları vardır) . O hâlde bilinen, o vechtir (sıfattır), zât değildir. Eğer zât derken kastedilen onun mısdâkı (delili) ise, bu durumda o mısdâkı bilmek, zâtın hakîkatini bilmeyi gerektirir. Çünkü bir şeyin özü ve hakîkati, o şeyin kendisinden ibârettir. O hâlde farz edelim ki, Allah’ın zâtına bir ilim taalluk ederse bu kesinlikle Allah’ın zâtının özünün bilgisi olacaktır. Çünkü zât bölünen ve parçalanan bir şey değildir ki bir kısmı bilinsin de bir kısmı meçhul kalsın. O, basît-i hakîkîdir (gerçek sâde ve tektir, parçalardan oluşan birleşim değildir). Faraza ilim ona taalluk ederse, onun özünün bilinmesi gerekir.

Yaratılmışlar hakkında ise durum böyle değildir. Onların bir vechini (yönünü) bilmek, özlerini bilmeyi gerektirmez. Belki o vech bilinince onların (yaratılmışların) hakîkatlerinden de bir şeyler bilinebilir. Öz (künh) ise hakîkatlerin tümüdür. Meselâ insanın irâde ile hareket ettiğine delâlet eden bir yönünü bilmek, onun özünden değil, hakîkatinden bir şeyin bilinmesini sağlar. Çünkü özü (künhü), insanın hakîkatlerin toplamıdır. Meselâ gülmek de böyledir. Gülmenin kaynağı şaşırmaktır ve insanın ilginç işleri algıladığına delâlet eder. Bundan da insanın hakîkatinden bir parça bilinmiş olur. Her nerede hakîkat bölünüp parçalanmayı kabul ederse, orada bir şeyi bir yönüyle bilmek, onun özünü bilmeyi gerektirmez. Ve her nerede bölünmeyen basît-i hakîkî olursa ve herhangi bir ilim ona taalluk ederse onun özü bilinir hâle gelir. Allah Teâlâ hakkında olduğu gibi.

Daha önce geçtiği üzere, zâtın özünü bilmek imkânsızdır. O hâlde anlatılan bu mânâda Allah’ın zâtını tanımak kesinlikle mümkün değildir. Bu ister özün bilgisi olsun, ister bir yönün bilgisi. Çünkü bilmenin hakîkati, bilinen şeyin kuşatılmasını (kavranmasını) ve onun diğerlerinden ayrılmasını gerektirir. Allah’ın zâtını ise hiç kimse kuşatamaz. (İnsanlar) O’nu bilgi ile kavrayamazlar. Çünkü kuşatılma ve bölünme, sınırlı olmayı gerektirir. Bu ise Allah Teâlâ hakkında düşünülemez. O hâlde ilim O’na taalluk edemez, bilgi O’na ulaşamaz ve Allah Teâlâ hiç kimse tarafından bilinemez. Netice olarak, insanlar O’nun vechlerini (sıfatlarını) bildikleri zaman zannederler ki bu vechler ile zâtı tanıyacaklar. Aradaki ince farkı anlayamazlar.

Hattâ şunu deriz: Allah’ın zâtı gibi sıfatları da bilinemez. Hiçbir şekilde ilmin kuşatmasına gelmezler ve hiçbir yaratılmış tarafından bilinemezler. Meselâ Allah’ın “İlim” sıfatı, yaratılmışların ilimleri gibi değildir. Çünkü yaratılmışlardaki ilim sıfatının, bilinenin açılmasında (bilinmesinde) bir etkisi yoktur. Ancak Hak Teâlâ âdetinin cereyânı vechiyle bu sıfatı yarattıktan sonra o sıfata sâhip olanda bir açılma (inkişâf, bilme) yaratır. Bazı kelâm âlimleri gibi, eğer açılma (bilme) konusunda yaratılmışların ilminin tesirini az da olsa kabul ediyorsak bile, bu tesiri onda yaratmışlardır ve onun tesir konusunda bir etkisi yoktur. Ancak onun için bu ismi kullanırlar. Oysa Yaratıcı olan Allah Teâlâ’daki “İlim” sıfatı böyle değildir. Bu ilmin onunla (mahlûkâtın ilmiyle) hiçbir ilgisi yoktur, sadece isim ortaklığı ve lafzî benzerlik vardır.

Aynı şekilde, Allah Teâlâ’nın “Kudret” ve “İrâde” sıfatları da fiillerin ortaya çıkmasının ve yaratılmışların var olmasının kaynağıdır. Mahlûkâttaki kudret ve irâde ise böyle değildir. Hak Teâlâ, onların kudret ve irâdesinin bir şeye taallukundan sonra o şeyi âdeti vechiyle yaratır. O şeyin var olmasında onların (yaratılmışların) kudretinin bir etkisi yoktur. Sadece bu sıfatların o şeye taallukunun ardından Allah Teâlâ o şeyi yaratır. Diğer sıfatlar da bu şekildedir. Bilinen şeyler bilen ile münâsebet kurmazlarsa onun bilgi sınırına girmezler ve onun tarafından bilinmezler. “Bir şey, zıddı ve muhâlifi ile idrâk edilemez” cümlesi mantıkçılar nezdinde kesin bir hükümdür. O hâlde O’nun (Allah’ın) sıfatları da hiçbir şekilde bilinemez. O’nun zâtı nasıl mâhiyeti bilinemeyen ise sıfatları da mâhiyeti ve keyfiyeti bilinemeyendir. Mâhiyeti bilinen (insan ve insan aklı) mâhiyeti bilinemeyeni (Allah’ın zât ve sıfatlarını) anlayamaz.

Burada güçlü bir problem vardır. Hak Teâlâ’nın zât ve sıfatları mâdem ki bilinemez, o hâlde insanların Allah’ı tanıması imkânsızdır. Bu durumda Allah’ı tanımanın vâcip (gerekli) olduğu şeklindeki hükmün anlamı ne olur?

Deriz ki, zât ve sıfatları tanımak, zâta noksanlık izâfe etmemektir. Yoksa zât hakkındaki tanımayı bilmek değildir. Meselâ zâtın cisim, cevher ve araz (sıfat) olmadığını bilmektir. Sıfatlarını tanıma konusunda ise, meselâ Allah’a bilgisizlik, acz, körlük ve sağırlık nisbet etmemektir. Netice olarak, bu eksiklikleri Allah’a nisbet etmemek sûretiyle zât ve sıfatlarının gerekliliği anlaşılmış olur.

Mısrâ:
“Bundan önce O’nun var olduğunu idrâk etmemişlerdir.”

Eğer bir kimse şöyle derse: “Allah için âlimdir, kâdirdir v.s demek, şüphesiz O’nun zâtı hakkında bir hüküm vermektir. Bu hüküm zâtını düşünmeyi gerektirir. Çünkü hüküm ister (Allah’ın âlim olduğunu söylemek gibi) îcâbî olsun, isterse (Allah’ın bilgisiz olmadığını söylemek gibi) selbî olsun o sıfatın sâhibini düşünmeden anlaşılamaz”. Buna cevâben deriz ki: Evet, bu hükümde sıfat sâhibini düşünmek doğrudur. Ama düşünülen şey zât değildir. Allah’ın zâtı ondan münezzeh ve yücedir. Ancak bu tenzîhî olarak düşünülen şey, sanki zâttan ayrılmış gibidir ve tenzîhî olmadan düşünülenlere göre zâta daha münâsiptir. Bu sebeple onu düşünmeyi, zâtı düşünmek saymışlardır. Bu, zarûrete binâendir. Çünkü insanların idrâki Allah Teâlâ’nın zâtını anlamaktan âcizdir. Ancak Allah’ı diğer mahlûkâttan ayıran özellikleri de bilmeleri gerekir.

Kelâm âlimleri içinde ehl-i hakîkat olanlardan bazıları demiştir ki: Allah’ı tanımak, sonradan yaratılan ile kadîm olanı yani ezelden beri var olan Allah’ı birbirinden ayırmaktan ibârettir. Müslümanların imâmı Ebû Hanîfe’nin (r.a) şu sözü bu mânâda olmalıdır: “Seni tesbîh ve tenzîh ederiz, sana hakkıyla ibâdet edemedik ancak seni hakkıyla tanıdık”.

Mahlûkâta, kendisini tanıma konusunda âcizlikten başka yol bırakmayan Allah’ı tenzîh ederiz.

Ehlullâha has olan Allah’ı tanımaya gelince, bunun gerçekleşmesi tâlibin kâbiliyet aynasının genişliğine bağlıdır.

Mısrâ: “Güzelliğin, ayna kadar görünür”.

O aynanın darlığı ve genişliği onun terbiyecisinin (kişinin hakîkati olan ayn-ı sâbitesinin) darlığı ve genişliği nisbetindedir. Her şeyin terbiyecisi de, o şeyin vech-i hâssıdır, özel yönüdür ve kişi onunla ayakta durur. Kişi kendi vech-i hâssının (hakîkatinin) ötesini tanıyamaz. Kendi hakîkati dışında bulma ve idrâk etme oluşmaz.

Beyit:
Zerre (karınca) ister çok iyi isterse çok kötü olsun,
Bir ömür koşuşturur, sonunda kendinde bulur.

Hâcegân’ın efendisi Hâce Nakşbend hazretleri bu mânâya işâret ederek buyurmuşlardır ki: “Allah dostları, fenâ ve bekâdan sonra her ne görürlerse kendilerinde görürler, ne tanırlarsa kendilerinde tanırlar, onların hayreti de kendi varlıklarına olur”.

“Kendi nefislerinizde de (alâmetler vardır). Görmüyor musunuz?” (ez-Zâriyât, 51/21).

Bu tanıma ve bilme, hayretin ta kendisidir.

Zünnûn-i Mısrî (k.s) buyurur ki: “Allah’ın zâtını tanımak hayrettir”.
Başka bir büyük zât şöyle diyor: “Onların içinde Allah’ı en çok tanıyan, O’nun hakkında en çok hayrete düşen kişi olur”.

Her ne kadar meşâyıh (önceki büyük zâtlar k.s.) Allah’ın zâtını tanıma konusunda bu açıklamaları yapmış iseler de, bu bilgisiz fakîre göre, Allah’ın sıfatlarını tanımak da sıfatlar hakkında hayretten ibârettir.
Nitekim anlatıldı.

***

MA‘ÂRİF-İ LEDÜNNİYYE (ARİFLERİN HALLERİ)

İMÂM-I RABBÂNÎ

Doç Dr. Necdet TOSUN

SUFİ Kitap


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
Eskiden itibaren mesajları göster:  Sırala  
Yeni başlık gönder Başlığa cevap ver  [ 1 mesaj ] 

Tüm zamanlar UTC + 2 saat


Kimler çevrimiçi

Bu forumu gezen kullanıcılar: Hiç bir kayıtlı kullanıcı yok ve 1 misafir


Bu foruma yeni başlıklar gönderemezsiniz
Bu forumdaki başlıklara cevap veremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı düzenleyemezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı silemezsiniz

Geçiş yap:  
cron
   Powered by phpBB © 2000, 2002, 2005, 2007 phpBB Group

Türkçe çeviri: phpBB Türkiye