Sufiforum.com

2009'da başlayan SUFİFORUM'da İslam; İslam Tasavvuf Geleneği ile ilgili her türlü güncel ya da 'eskimez' konular yer almaktadır. İçerik yenilemeleri tasavvuf.name sitesinden sürdürülmektedir. ALLAH YÂR OLSUN.

Giriş |  Kayıt




Yeni başlık gönder Başlığa cevap ver  [ 16 mesaj ]  Sayfaya git 1, 2  Sonraki
Yazar Mesaj
 Mesaj Başlığı: Rabbani Akaid: Allah’ın Zâtı ve Sıfatları
MesajGönderilme zamanı: 14.12.09, 10:01 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı

Kayıt: 27.12.08, 17:20
Mesajlar: 565
Rabbani Akaid: Allah’ın Sıfatları

59. Bölüm: Allah’ın Sıfatlarının Üç Kısmı:

Cenâb-ı Hakk’ın vâcib sıfatları üç kısımdır:

Birinci kısım izâfî (kâinât ile ilişkili) sıfatlardır, yaratıcılık ve rızık vericilik gibi.

İkinci kısım hakîkî sıfatlardır ama izâfîlikten bir renk taşırlar, İlim, Kudret, İrâde, Sem‘ (işitme), Basar (görme) ve Kelâm (konuşma) gibi.

Üçüncü kısım ise sırf hakîkî sıfattır, Hayât gibi.
Onda izâfîlik ile karışma durumu yoktur. İzâfîlik derken âlem ile ilişkisini kastediyoruz. Sıfatların üçüncü kısmı, üçü arasında en üstün, en kapsamlı ve asıl olanıdır.

İlim sıfatı kapsamlı olmasına rağmen Hayat sıfatına tâbîdir. Sıfatlar ve şuûnât mertebesi Hayât’la son bulur. Matlûb olan Hakk’a ulaşma kapısı ve koridoru da Hayât sıfatıdır. Hayât sıfatı İlim sıfatından daha üstün olduğuna göre, oraya ulaşmak İlim sıfatı mertebelerini aştıktan sonra mümkün olacaktır, hem zâhirî hem de bâtınî ilimleri, hem şerîat hem de tarîkat ilimlerini aşmak gerekir. Bu koridora girenler azın da azıdır. Bazıları sokakların arkasından içeriye bakmışlardır. Bunlar da azdır. Bu makâmın sırlarından bir remz ve işâret söylersem boğazım kesilirdi.

Şiir:
Bunun ötesinde sıfatları ince olan şey vardır,
Onu gizlemek (anlatmamak) daha iyi ve daha güzeldir.

Hidâyete tâbî olanlara, Mustafâ’nın (a.s) yolunu tutanlara ve âilesine selâm.


MEBDE’ VE ME‘ÂD
RABBÂNÎ İLHAMLAR

İMÂM-I RABBÂNÎ

Doç Dr. Necdet TOSUN

SUFİ Kitap


En son rabbani tarafından 07.01.10, 09:25 tarihinde düzenlendi, toplamda 1 kere düzenlendi.

Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: Rabbani Akaid: Allah’ın Sıfatları
MesajGönderilme zamanı: 29.12.09, 13:49 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı

Kayıt: 27.12.08, 17:20
Mesajlar: 565
41. Bölüm: Tekvîn (Yaratma) Hakîkî Sıfatlardandır:

Tekvîn (yaratma), Cenâb-ı Hakk’ın hakîkî sıfatlarındandır.

Eş‘arîler Tekvîn’i izâfî sıfatlardan sayarlar, Kudret ve İrâde sıfatlarını âlemin yaratılması için yeterli görürler. Ama doğrusu, Tekvîn’in Kudret ve İrâde’nin ötesinde müstakil ve hakîkî bir sıfat olmasıdır.

Bunun izahı şudur: Kudret, bir işi yapmaya veya yapmamaya gücün yetmesidir. İrâde, Kudret’in iki tarafından birini tercih etmek, bir şeyi yapmayı veya yapmamayı dilemektir. O hâlde Kudret’in rütbesi İrâde’nin rütbesinden yüksektir. Bizim hakîkî sıfatlardan saydığımız Tekvîn’in (yaratma) rütbesi ise Kudret ve İrâde’nin rütbesinden sonradır (aşağıdadır).

Bu sıfatın işi, İrâde ile tercih edilen tarafın yaratılmasıdır. O halde Kudret fiili ve işi gerçekleştiren (kuvvet), İrâde onu tercih eden, Tekvîn de yaratıp var edendir. Öyleyse Tekvîn’den uzak kalmak mümkün değildir.

Bunun benzeri, Ehl-i Sünnet âlimlerinin kullara nisbet ettikleri “fiil ile birlikte olan istitâat”dir (işe yetenek ve güç yetirebilmedir). Şüphe yok ki bu istitâat, kudretten sonradır. Belki irâdenin bir işe irtibâtından ve onu dilemesinden de sonradır. O işin oluşması, bu istitâate bağlıdır. Hattâ bu istitâat, fiili (iş yapmayı) gerekli kılmaktadır, orada işi yapmama durumu yok olmuştur. Allah’ın Tekvîn sıfatının durumu da böyledir.

Bu sıfatla yaratmak, gereklilik yoluyladır, ama bu gereklilik Allah Teâlâ’ya zarar vermez. Çünkü Tekvîn’in oluşması, işi yapma veya yapmama konusundaki Kudret’ten ve İrâde’nin tercihinden sonradır.

Filozoflar ise buna aykırı görüştedirler. Onlar “Allah dilerse yapar, yaratır” şeklindeki birinci şartın gerekli olduğunu, “dilemezse yapmaz” şeklindeki ikinci şartın ise imkansız olduğunu düşünmüşler ve Allah’ın İrâde (dileme) sıfatını yok saymışlardır. Bu, açıkça Allah’ı bir iş yapmaya mecbur tutmaktır. Allah Teâlâ bundan çok uzak ve münezzehtir.

İrâde’nin bir şeye bağlanıp onu dilemesinden ve güç yeten iki durumdan (yapma ve yapmama) birinin tercih edilmesinden sonra oluşan zorunluluk, ihtiyârı (tercihi) gerektirir. İhtiyârı yok etmez, aksine destekler.

Fütûhât sâhibinin (Muhyiddîn İbnü’l-Arabî’nin) keşfi de filozofların görüşüne uygundur. Kudret’te birinci şartı (Allah dilerse yapar) vâcip ve gerekli sayıyor, ikinci şartı ise imkânsız. Bu söz Allah’ı mecbur saymaktır, bu durumda Allah’ın İrâde sıfatı boşta kalır. Çünkü birbirine eşit iki şeyden (yapma ve yapmama) birini tercih etmek burada yok olmuştur.

Eğer (Kudret’i değil de) Tekvîn’i bu mânâda kabul ederlerse bu mümkündür. Çünkü bu, zorunluluktan ve Allah’ı mecbur saymaktan uzaktır. Bu ince bir farktır, bunu daha önce çok az kimse anlatmıştır.

Mâtürîdiyye âlimleri her ne kadar Tekvîn sıfatını hakîkî sıfat olarak kabul etmişlerse de, bu keskin görüş ve derin düşünceye vâkıf olamamışlardır.

Hz. Peygamber’in (a.s) sünnet-i seniyyesine tâbî olmaları onları (Mâtürîdî âlimlerini) diğer kelâm âlimleri arasında mümtâz ve seçkin bir konuma getirmiştir.

Bu fakîr, o büyüklerden nasip alan, onların çiçeklerinden toplayanlardandır.

Allah Teâlâ bizi peygamberlerin efendisinin (a.s) hürmetine, onların doğru îtikâdları üzere sâbit eylesin.

***
MEBDE’ VE ME‘ÂD (RABBÂNÎ İLHAMLAR)

İMÂM-I RABBÂNÎ

Doç Dr. Necdet TOSUN

SUFİ Kitap


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: Rabbani Akaid: Allah’ın Sıfatları
MesajGönderilme zamanı: 07.01.10, 09:25 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı

Kayıt: 27.12.08, 17:20
Mesajlar: 565
MG - 6. Bölüm: Allah’ın Zâtı ve Sıfatları

Hak Teâlâ’nın zâtı, sıfatlarının îtibârlarından, hattâ sıfatların kendilerinden müstağnîdir, onlara ihtiyacı yoktur. Yani sıfatlar sâyesinde oluşan şeyler konusunda, sıfatlardan ayrı sırf zât kâfîdir.

Meselâ Hayat, İlim, Kudret ve İrâde sıfatlarına bağlı olan işleri, o sıfatlar hiç olmasa bile, sâdece Allah’ın zâtı bu işleri yapar. Bu ifâde, “sıfatlar hiç mevcut değildirler veya ilimde mevcutturlar (hayâlîdirler) hâriçte gerçek varlıkları yoktur” demek değildir. Çünkü böyle bir söz, Ehl-i Sünnet ve Cemâat’in görüşüne aykırıdır. Aksine, sıfatlar, zâtın onlara ihtiyâcı olmamasına rağmen, hâriçte zâta zâid bir varlık ile mevcûddurlar. Nitekim ehl-i hakkın mezhebi ve görüşü budur.

Bu, bir örnekle daha açık hâle gelecek: Deriz ki, su bizzat yüksekten aşağıya meyledicidir. Bu meyle tabiî meyl denir. O hâlde suyun zâtı ilim, hayat, kudret ve irâde sıfatlarının işini yapıyor. Suda eğer ilim sıfatı olsaydı, yine aşağıya giderdi. İrâdenin işi, iki eşit durumdan birini tercih etmektir. Bu irâdî hareketten hayat ve kudret işi oluşur. Aynı şekilde bu su, tenezzül (iniş) mertebelerinde hayâtın ve canlılığın parçası olur. Bu aşağıya doğru meyl-i tabiîsi sebebiyle, zâid sıfatlarla da vasıflanmış olur. Su, bu işleri, kendi yapısında ve tabiatında olmasına rağmen, zâid sıfatlarla yapar.

“En güzel misâller (sıfatlar) Allah’a âittir” (en-Nahl, 16/60).

Allah’ın zâtı, sıfatlara karşı zâtî istiğnâ (ihtiyaçsızlık) ve kifâyetine rağmen, ulûhiyet mertebesinde zâid olarak mevcut sıfatlarla vasıflanmış olur. Zâtın yapma konusunda yeterli olduğu işleri bu sıfatlar kuvveden fiile geçirir. O hâlde, tıpkı sıfatlardan uzak olan su için “onun sıfatları, zâtının aynısıdır” denemezse, -çünkü orada zât vardır, sıfat oraya aslâ sığmaz- aynı şekilde Allah Teâlâ’nın zâtı hakkında “sıfatlar zâtın aynısıdır” denemez. Çünkü orada sıfat yoktur ki zât ile aynı olduğuna hüküm verilsin.

İlmî îtibâr olsa bile, îtibârlar (sıfatların asılları) da sıfat olduğuna göre, zât ile aynîlik ihtimâli ortadan kalkmıştır.

O hâlde açıklığa kavuştu ki, kelâm âlimlerinin görüşü yani Allah’ta zâid sıfatların mevcut olduğu fikri, sıfatların zât ile aynı olduğuna inanan ve zâid sıfatlar kabul etmeyen bir kısım sûfîlerin görüşünden daha doğrudur.

***

MÜKÂŞEFÂT-I GAYBİYYE (MANEVÎ YOLCULUK)

İmâm-ı Rabbânî

Tercüme: Doç. Dr. Necdet Tosun

SUFÎ Kitap Yayınları


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: Rabbani Akaid: Allah’ın Zâtı ve Sıfatları
MesajGönderilme zamanı: 08.01.10, 10:22 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı

Kayıt: 27.12.08, 17:20
Mesajlar: 565
16. Bölüm: İlâhî Sıfatlar, Şuûnlar ve Vuslat

Şuûnâtın (sıfatların asıllarının) zât üzerine zâid oluşu sâdece îtibârîdir (bir yöndendir, varsayımdır), sıfatların zât üzerine zâid oluşu ise vücûd-i hâricî iledir (gerçektir). Çünkü Allah’ın sıfatları hâriçte zâta zâid (ilâve) bir varlık ile mevcûddurlar. Nitekim hak ehlinin mezhebi ve görüşü budur.

Şuûn ile sıfatlar arasındaki fark çok incedir. Muhammedîlerin büyükleri bu farka vâkıftırlar. Bu tâifeden (sûfîlerden) çoğu bu farkı anlayamadıkları için şuûnu sıfatların aynısı zannetmişler ve sıfatların hâriçteki varlığını inkâr etmişlerdir. Gördüğün gibi, bu Ehl-i Sünnet ve Cemâat’in icmâına aykırıdır.

Allah Teâlâ hepsinden râzı olsun.

Bu fakir bazı müsvedde evrâkında söz konusu farkı tafsîlâtıyla yazmış, örnekler vererek konuyu aydınlatmıştır. Kastedilen şey şudur: Şuûn (şânlar), asıl dâiresine yani ilâhî âleme dâhildirler. Gölge olma durumu onlara aslâ yol bulup erişemez. Bu şuûnun altında bulunan ve onların gölgeleri gibi olan kâbiliyetler -dereceleri farklı olmakla berâber- Muhammedîlerin (müslümanların) hakîkatleridir. Hakîkat-ı Muhammedî, o hakîkatlerin en kapsamlı olanıdır.

Ona mazhar olan Efendimiz’e salât ve selâm olsun.

Onların (müslümanların) kutublarının mânen yükselebileceği son nokta, Hakîkat-ı Muhammedî (Hz. Muhammed’in hakîkati) olan kâbiliyyet-i ûlâ (taayyün-i evvel) mertebesinin son noktasına kadardır. Bu kutubların makâmı –ister kutb-i medâr olsun, ister kutb-i irşâd- sanki bu kâbiliyyetin merkez noktasındadır. Aşağıya inerken de bu noktadan inerler. Onlar için daha yukarıya yükselmek mümkün değildir. Bazıları yükselmiş ise de, azıcık yükselmiştir. O makâmdan yükselmek ve asıl dâiresine (ilâhî âleme seyr-i kademî değil, seyr-i nazarî ile) girmek, bu ümmetin efrâd derecesindeki velîlerine mahsustur.

Allah Teâlâ’nın rızâsı onların üzerine olsun.

Kişi, ferdiyyet makâmına ulaşmadıkça bu kemâlden nasipsizdir. Evet, bazı kâmil zâtlar, ferdiyyet makâmına ulaşmadan ve asıl dâiresine dâhil olmadan, efrâd ile sohbetleri vâsıtasıyla ve efrâdın onlar üzerindeki tesiri sâyesinde o yüksek makâmdan nasip alırlar. Asıl dâiresine girmek efrâda mahsustur. Ancak diğerleri için o makâmdan nasip almak, efrâd ile münâsebet vâsıtası ile hâsıl olur. Asıl dâiresine girdikten sonra efrâd velîler arasında da çok farklar vardır. Çünkü şuûn (ilâhî sıfatların asılları) da o dâireye dâhildir. Gerçi şuûn zâtın aynısıdır ama mahz îtibâriyle (sırf zâta göre) onlarda bir zâidlik vardır.

Şiir:
“Dostun ayrılığı az da alsa, az değildir,
Gözün içi yarım kıl kadar ise de çoktur”.

Bu dâireye dâhil olduktan sonra, zâtı şuhûd (Allah’ı müşâhede, görme) hepsine hâsıl olur. İster şuûn mertebesinde olsunlar, ister zâta vâsıl olsunlar. Şuhûd kelimesi, terim yetersizliğinden dolayı kullanılmıştır. Yoksa orada müşâhedenin bir etkisi ve tesiri yoktur. Aynı şekilde, bu özel hâlin bir sûreti (benzeri) misâl âleminde şühûd ve Allah’ı görme gibi hâsıl olur. Bu sebeple bu lafızlar ve benzerleri kullanılıyor. Söz konusu görme de, asıl dâiresine girmeden düşünülemez. Gölge mertebelerini tamâmen aşan, ancak asıl dâiresine (mertebesine) girmeyen kişilerin gördüğü şey, hem zât mertebesini hem de şuûnâtı ihtivâ eden “asıl dâiresi”dir. Şuûnât olmaksızın sâdece zâtı görmek, efrâda mahsustur.

Bilmek gerekir ki, efrâd adı verilen bu büyük insanlardan zâta vâsıl olanlar azın da azıdır. Sahâbenin büyükleri ve ehl-i beytten on iki imam –Allah onlardan râzı olsun- bu nimeti kazanmışlar ve bu şansı elde etmişlerdir.

Evliyâullahın büyüklerinden Gavsü’s-sekaleyn Kutb-i rabbânî Muhyiddîn Şeyh Abdülkâdir Cîlânî (k.s) bu nimet ile mümtâzdır ve bu makâmda özel bir durumu (hâli, husûsiyyeti) vardır ki diğer velîlerin bu durumdan nasibi azdır. Bu Allah vergisi imtiyâz, onların (Şeyh Abdülkâdir’in) hâlinin yüksek olmasına sebep olmuştur.

Şöyle demişlerdir: “Şu ayağım, bütün velîlerin omuzu üstündedir”.
Diğerlerinin de fazîlet ve kerâmetleri çoktur ama o zâtın bu husûsiyyete yakınlığı, hepsinden daha fazladır. Mânevî yükselişte onlardan hiç biri bu keyfiyyete (hâle ve makâma) ulaşamaz.
O zât, bu konuda ashâb ve on iki imâm ile ortaktır.

Bu Allah’ın bir lütfudur, onu dilediğine verir. Allah büyük lütuf sâhibidir (el-Hadîd, 57/21).

***

MÜKÂŞEFÂT-I GAYBİYYE (MANEVÎ YOLCULUK)

İmâm-ı Rabbânî

Tercüme: Doç. Dr. Necdet Tosun

SUFÎ Kitap Yayınları


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: Rabbani Akaid: Allah’ın Zâtı ve Sıfatları
MesajGönderilme zamanı: 14.01.10, 10:18 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı

Kayıt: 27.12.08, 17:20
Mesajlar: 565
5. Bölüm: Yaratılmışların Varlığı ve Hakîkatleri:

Hak Teâlâ, zâtının aynısı olan kendi zâtî şuûnlarını (sıfatlarının asıllarını) hâriçte Vâhidiyyet Mertebesinde ayrı ayrı bilmiştir. İlim, ayrı ayrı bilmeyi gerektirdiği için, o şuûnlar ilim hânesinde ayrıştılar ve her bir şân (şe’n, sıfatın aslı) özel bir ayrışmayı ve ayrı bir yapılanmayı gerektirdi. Bu ayrışan şuûnlar mümkinâtın ilminde, yaratılmışların bilgisinde var oldular. Mümkin, vücûd ve ademin yani var olmak ve olmamanın kendisinde eşit olduğu şeydir.

Öyleyse onların (mümkinâtın ilminde bulunan ayrışık şuûnların) durumu da böyledir. Var olmaları ve olmamaları eşittir. Çünkü bunlar varlık ile yokluk arasında perdedirler. Kendi zâtlarına nisbetle varlık tarafına yönelmişlerdir. Çünkü şuûnlar hâriçte Allah’ın zâtının aynısıdırlar. Ayrışma ve müstakil yapılanmaya nisbetle ise yokluğa yönelmişlerdir. Çünkü varlığın ayrışması yokluğa doğrudur (yokluk iledir).

Mısrâ:
“Eşyâ, zıddı ile belli olur”.

Bu ilmî sûretler (suver-i ilmiyye) aslâ hâriçte mevcud değildirler ve ilim hânesinden dışarı çıkmamışlardır. Belki Hak Teâlâ onların (sâdece ilimde var olan ayrışık ilâhî sıfatların ve şuûnların) tesirleri ve hükümleri ile hâriçte (âlemde) görünmekte, zâhir olmaktadır. Öyleyse bu sûretler ilimdedir, tesirleri ve hükümleri ise hâriçte.

Fakat bu tesir ve hükümler hâriçte Allah’ın zâtının aynısıdır. Çünkü hâriçte (gerçek varlık olarak) Ahadiyyet-i Mücerrede (Allah’ın sırf zâtı) dışında bir şey yoktur. Mutlak zuhûr, zât îtibâriyle vâcibu’l-vücûd’a (Allah’a), hüküm îtibâriyle eşyâya (âlemdeki yaratılmışlara) âittir. (Şuûnlara âit) ilmî sûretlerinin hâriçte gerçek var gibi görünmesi sırf vehmîdir ve zayıf bir hayâldir.

Nitekim keşf ve irfân erbâbının zevki buna delildir.

Bu vehmin kaynağı şudur: Hak Teâlâ kendi büyük kudreti ile bu ilmî sûretlere varlığın zâhiriyle keyfiyyeti ve mâhiyeti bilinmeyen bir nisbet ve durum bahşetmiştir. Yaratılmış olan şeyler, bu nisbet ve durumun var edilmesinden ibârettir.

Bu nisbet, onların hâriçte (gerçek varlık olarak) görünmesinin sebebidir. Tıpkı bir şahsın sûretinin, karşısındaki ayna ile ilişkisi ve nisbeti gibi. O sûretin görünmesi, o aynada gerçekleşir. Oysa ayna kendi renksizlik ve saflığı üzere devam etmektedir.

Cenâb-ı Hak şu anda, ezelde olduğu gibidir, onunla beraber başka bir şey (başka varlık) yoktur .

***

MA‘ÂRİF-İ LEDÜNNİYYE (ARİFLERİN HALLERİ)

İMÂM-I RABBÂNÎ

Doç Dr. Necdet TOSUN

SUFİ Kitap


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: Rabbani Akaid: Allah’ın Zâtı ve Sıfatları
MesajGönderilme zamanı: 15.01.10, 10:45 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı

Kayıt: 27.12.08, 17:20
Mesajlar: 565
8. Bölüm: Allah’ın Zât, Sıfat ve Fiillerinin Bir Oluşu:

Hak Teâlâ’nın fiil ve sıfatı da zâtı gibi tektir ve aslâ çok olmaz. Yani, Allah’ın zâtı birbirinden ayrı bir çok iş ile irtibat kurduğu gibi, O’nun fiil ve sıfatı da irtibat kurar. Çünkü bunlar hâriçte zâtın aynısıdır. O hâlde, tıpkı zâtın birçok şey ile irtibât kurması sebebiyle bir çok zâtın görünmesi gibi, Allah’ın sıfat ve fiili de aynı irtibat sebebiyle birçok olarak görünür. Meselâ Allah’ın fiili ezelden ebede kadar bir tek fiildir. “Bizim emrimiz, bir anlık bakış gibi, bir tek sözden başka bir şey değildir” (el-Kamer, 54/50).

Ancak bu fiil muhtelif şeylerle alâka kurunca o fiil de birden çok görünür. Zât bütün zıtları kapsayıcı olduğu gibi, fiil ve sıfat da zıtları kapsayıcıdır. Nitekim bu anlatıldı. Bu sebeple bir fiil bir yerde ihyâ (diriltme) olarak görünür, başka bir yerde ise öldürme şeklinde görünür. Aynı fiile bir yerde “ikrâm” ve “nimet vermek” derler, başka bir yerde “elem vermek” ve “intikâm” adını verirler.

Allah’ın sıfatı olan Kelâm (konuşma) da aynı şekilde tektir. Allah Teâlâ ezelden ebede kadar aynı tek kelâm ile konuşmaktadır. Çünkü konuşamamak ve sükût O’nun hakkında câiz değildir. Aynı tek kelâm, muhtelif yerlerle irtibâtından dolayı birçok kelâm (söz) ve birbirine zıt zaman kalıbı olarak görünür. Ona bazen emir derler, bazen nehy (yasaklama), bazen isim derler, bazen harf. Bu şekilde devam eder.

Bu sebeple âlimler “Allah Teâlâ’nın üzerinden zaman geçmez” demişlerdir. Çünkü ezelden ebede kadar (tüm zamanlar) Allah Teâlâ’ya göre şimdiki bir ândır. O’na göre geçmiş ve gelecek zaman yoktur. Ancak o bir ân içinde birçok iş meydana gelir ve farklı şeyler varlık sahasında görülür. O tek ân, bu irtibattan dolayı birçok ân ve birçok zaman gibi görünür.

Allah’ın zâtının aynısı olan varlığı (vücûdu) da böyledir. O, nokta gibi hakîkî basîttir (sâdedir). Aslâ parçalanmaz ve bölünmez. Ancak birçok şeyle irtibâtından dolayı geniş ve yaygın görünür.

Şunu söylemek doğru olmaz: Mâdem ki “suver-i ilmiyye” (eşyânın, Allah’ın ilmindeki şekilleri) Allah’ın zâtının onlarla irtibâtı ve nisbeti sebebiyle zât aynasında sâbit ve mevcûd olarak görünmektedirler, ayrıca bu suver-i ilmiyye ilâhî isim ve sıfatların aynaları olup isim ve sıfatlar bu suver-i ilmiyyenin aynalarında görünürler ve vech-i hâssıdırlar, o hâlde suver-i ilmiyye de zâtta kabul edilmelidirler. Hem bir şeydir, hem de o şeyin gayrıdır. Bölünme ve parçalanmanın bundan başka anlamı yoktur.

(Böyle söyleyen kişiye karşı) deriz ki, bu problemin çözümü ve cevâbı birkaç mukaddimeye bağlıdır: 1. O nokta mevcûddur ve aslâ bölünmez. Tıpkı hakîkî filozofların ve diğerlerinin söylediği gibi. 2. Geometri delilleriyle sâbit olan bilgiye göre, dâirenin merkezi noktadır ve bu nokta kesinlikle bölünmez. 3. Yine geometri kurallarından bilindiği gibi, dâirenin merkezinden çevresine (dış çeperine) veya çevresi üzerindeki noktalara ulaşacak şekilde çizgiler çekilebilir. Bu durumda çizginin başlangıcı nokta olduğu gibi, bitiş yeri de nokta olur.

Bu üç mukaddime anlaşıldıktan sonra bilesin ki, nokta, kendisinden birçok çizginin çıkması mümkün olmakla berâber ve gerçek çokluğun (kesretin) başlangıç yeri (merkezi) olmasına rağmen, kendisinin birliğine ve sâdeliğine bir kusur gelmez, aynı şekilde bölünmezliği üzere sâbit kalır.

O hâlde, Hak Teâlâ’nın varlığı vehmî kesretin (âlemdeki hayâlî çokluğun) başlangıç yeri ve merkezi olsa, birçok şey onun zât aynasında sâbit olarak vehmedilse, bu durum Allah’ın sâdeliğine zarar vermez, önceki şekilde sırf birliği üzere sâbit olur. Kâinâttaki şeylerin var oluşu ile kendi zât, sıfat ve isimlerinde bir değişme olmayan Allah Teâlâ’yı tesbih ve tenzih ederim.

Şeyh (Muhyiddin İbnü’l-Arabî), Allah ondan râzı olsun, el-Fütûhâtü’l-Mekkiyye isimli eserinde şöyle demiştir: “Dâirenin merkez noktasından çeperine doğru çıkan her çizgi yanındaki diğer çizgiye eşittir ve çeperdeki noktada sona erer. Merkez nokta ise, kendisinden çepere doğru çıkan çizgiler ne kadar çok olsa da kendi hâlindedir, artmaz. Bir zâttan birçok şey ortaya çıkmıştır, oysa o zâtta artış ve çoğalma olmamıştır. Öyleyse birden sâdece bir çıkar diyen kişinin sözü bâtıl ve geçersiz olur”.

***

MA‘ÂRİF-İ LEDÜNNİYYE (ARİFLERİN HALLERİ)

İMÂM-I RABBÂNÎ

Doç Dr. Necdet TOSUN

SUFİ Kitap


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: Rabbani Akaid: Allah’ın Zâtı ve Sıfatları
MesajGönderilme zamanı: 18.01.10, 09:39 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı

Kayıt: 27.12.08, 17:20
Mesajlar: 565
15. Bölüm: Zât’a Zâid Sıfatların Varlığı:

Ehl-i Hak, Allah’ın sıfatlarının var olduğunu kabul etmişlerdir. Bu sıfatları, zâtın varlığına zâid bilirler.

Allah Teâlâ’nın ilim (sıfatı) ile bildiğini, kudret (sıfatı) ile kâdir olduğunu bilirler. Diğer sıfatlar da bu şekildedir.

Mu‘tezile, Şîa ve filozoflar ise Allah’ın sıfatlarını kabul etmezler ve derler ki: Sıfatlarla ilgili olan her şey, zâtın kendisi üzerinde bulunmaktadır. Meselâ mahlûkâtın ortaya çıkması (keşf olunması, bilinmesi) Allah’ın ilim sıfatına bağlıdır. Allah Teâlâ için bu keşf olunmanın Allah’ın zâtında gerçekleştiğini söylerler. O hâlde zât, bu yönden ilmin hakîkatidir. Kudret ve diğer sıfatlar da böyledir. Vahdet-i vücûda (varlığın birliğine) inanan sonraki dönem sûfîlerinden bazıları Allah’ın sıfatlarını (zâttan ayrı olarak) kabul etmeme konusunda Mu‘tezile ve filozoflara uymuşlardır.

Eğer bir kimse: Bu zikredilen sûfîler Allah’ın sıfatlarının mefhûm (anlam) ve taakkul hasebiyle zâttan ayrı olduğunu söylüyorlar. Tahakkuk hasebiyle yani hâricî vücûd îtibâriyle ise zâtın aynısı biliyorlar. O hâlde onların mezhebi filozoflar ile kelâm âlimleri arasında bir orta yol olmaktadır. Çünkü filozoflar “sıfatlar zâtın aynısıdır” diyorlar, kelâmcılar da “zâttan ayrıdır” diyorlar. Bu sûfîler ise “sıfatlar, hâricî varlık îtibâriyle zâtın aynısı, mefhûm îtibâriyle ise zâtın gayrıdır”, diyorlar.

Buna cevâben deriz ki: Bu açıklamayı kabul etmeyiz. Çünkü filozoflar taakkul ve mefhûm îtibâriyle de sıfatların zât ile aynı olduğunu söylüyorlar. Tartışma zihnî varlıkta değil, hâricî (varlık sahasına çıkmış) varlıktadır. Mevâkıf sâhibi bunu açıklamıştır . Kelâm âlimleri sıfatları, zâta zâid bir varlık ile hâriçte mevcûd bilirler. Mu‘tezile sıfatların hâriçte zâtın aynısı olduğunu söylüyorlar. Söz konusu sûfîler de bu meselede kesinlikle filozoflar ve Mu‘tezile ile hem-fikirdirler. Fakat onlar bu meselede zikredilen fark ile kendilerini filozoflar ve Mu‘tezile’den ayırırlar, sıfatların yok sayılmasını kabul etmezler. Ancak sen de biliyorsun ki, bu fark, onlara fayda vermez.
Onların (vahdet-i vücûdu kabul eden sûfîlerin) şeyhi ve reisi şöyle demiştir: “Bir grup insan, Allah’ın sıfatlarını yok saymaya yöneldiler. Oysa peygamberler ve velîlerin zevki bunun tersine şehâdet eder. Bir grup ise sıfatların var olduğunu kabul edip bunların Allah’ın zâtından tam olarak farklı olduğuna hükmettiler. Bu hâlis küfür ve katıksız şirktir."

Bazıları da şöyle demiştir: Kim Allah’ın zâtını kabul eder fakat sıfatlarını kabul etmezse câhil ve bid‘atçı olur. Kim de sıfatları kabul eder ancak bunların zâttan tam olarak ayrı olduğuna inanırsa, o kişi senevî (dualist) bir kâfir ve küfrüyle câhildir.

Bu söz, sıfatları mutlak yok saymak ile mutlak var saymak arasında orta bir yolu ispata çalışmaktadır. Tam olarak yok sayan ile filozofu, tam olarak var sayan ile de kelâm âlimini kastediyor. Ancak sen biliyorsun ki, bu, orta yol değildir. Aksine onlar sıfatları yok sayanlara dâhildirler.

Onların cür’etlerine şaşılır ki, sâdece keşflerine îtimâd ederek Ehl-i Sünnet ve Cemâat’in üzerinde icmâ ettiği bir konuda onları hatâlı görüyorlar. Buna inananları da kâfir ve senevî diye adlandırıyorlar. Gerçi bu kelimelerle gerçek anlamda küfür ve senevîliği kastetmiyorlar (ama bu lafızları kullanıyorlar). Doğru bir îtikâd sâhibi için bu kelimeleri kullanmak çok çirkindir. Keşfte ne kadar hatâ ediyorlar ve bilmiyorlar ki belki bu keşf de o türdendir ve doğru îtikâda muhâlif olunmaz.

Bu fakîrin bu konuda müstakil bir sözü (görüşü) vardır. O da şudur: Allah Teâlâ’nın zâtı, sıfatlarıyla irtibatlı olan bütün işlerde tek başına kâfîdir. Ancak bu, erbâb-ı ma‘kûlün (felsefe ve mantık gibi aklî ilimlerle uğraşanların) dediği gibi, meselâ ilim sıfatıyla ilgili olan inkişâf (açılma, bilme) zât için de geçerlidir, şeklinde değildir. Şu mânâdadır ki, Allah’ın zâtı tam bir usûl ve müstakillik üzeredir ve bütün işleri yapar. Yani ilim ve bilgi ile yapılması gereken bir işi Allah’ın zâtı ilim sıfatı olmadan yapar. Aynı şekilde kudret sıfatı ile ortaya çıkan bir şey için bu sıfat olmaksızın zât kâfîdir.

Daha iyi anlaşılması için bir örnek verelim: Bir taş, (yukarıdan bırakılınca) yapısı ve tabiatı gereği yukarıdan aşağıya doğru düşer. Taşın zâtı, ilim, irâde ve kudret işlerini yapmış olur. Oysa onda ilim, irâde ve kudret sıfatları yoktur. İlmin gerektirdiği durum şudur: Taş, kendi ağırlığı sebebiyle aşağıya yönelir ve yukarıya meyl etmez. İrâde, ilme tâbîdir. İrâde, aşağıyı tercih etmesini gerektirir. Hareket de kudretin gereğidir. O hâlde taşın tabiatı, bu üç sıfat olmaksızın onların işini yapmış olur.

Binâenaleyh, “En yüce misâller (sıfatlar) Allah’a âittir” (en-Nahl, 16/60) âyeti gereğince, aynı şekilde Allah’ın zâtı bütün sıfatların işini yapar ve bu işleri yaparken sıfatlara ihtiyâcı yoktur. Ancak inkişâf (bilme), tesir (etkileme) ve tahsis (tercih) ilim, kudret ve irâde gibi sıfatlar üzerinde cereyân eder. Zâtı ile değil ilim (sıfatı) ile bilir, kudret ile tesir edip etkileyicidir, irâde ile tahsis ve tercih edendir. Bu sıfatlarla yapılması gereken her şey hakkında Allah’ın zâtı kâfîdir. Ancak bu mânâlar sıfatlar üzerinde gerçekleşir. Bu mânâlar olmadan zâta âlim (bilen), kâdir (gücü yeten) ve mürîd (irâde eden, dileyen) denemez. Meselâ aynı taşta ilim, kudret ve irâde sıfatı yaratırlarsa, o taşa bilen, gücü yeten ve dileyen denebilir. Ancak bu zâid mânâlar (özellikler) olmadan bu sıfatların işini yapsa bile onlarla vasıflanmış olamaz. Şüphe yok ki bu özelliklerin onda bulunması onun kemâlini ve üstünlüğünü gerektirir.

O hâlde sıfatlarla ilgili bütün işlerde Allah Teâlâ’nın zâtı her ne kadar yeterli ise de, bu üstün özelliklerin sübûtu için sıfatlar lâzımdır. Zât, bu özelliklerin bulunması ile kemâl sıfatları ile vasıflanmış olur.

Şöyle denmesin ki: “Bu yoruma göre, Allah’ın zâtının, kendisinden farklı olan sıfatlar sâyesinde kemâle ulaşmış olması îcâb eder. Bu durum zâtın nâkıs (eksik) olmasını ve başkasıyla kemâle ermesini gerektirir. Oysa bu imkânsızdır”. Buna cevâben deriz ki: İmkânsız olan şey, Allah’ın zâtının kemâl sıfatını kendisinden başka bir şeyden alması ve istifâde etmesidir. Yoksa, o sıfat zâttan başka (zâta zâid) olsa bile, kendi zâtı ile kemâl sıfatıyla vasıflanması imkânsız değildir. Kelâm âlimlerinin mezhebinde lâzım olan ikinci şıktır, birinci değil.

Nitekim Seyyid (Şerîf Cürcânî) bu konuyu Şerhu’l-Mevâkıf’ta açıklamıştır.


***

MA‘ÂRİF-İ LEDÜNNİYYE (ARİFLERİN HALLERİ)

İMÂM-I RABBÂNÎ

Doç Dr. Necdet TOSUN

SUFİ Kitap


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: Rabbani Akaid: Allah’ın Zâtı ve Sıfatları
MesajGönderilme zamanı: 18.01.10, 09:51 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı

Kayıt: 27.12.08, 17:20
Mesajlar: 565
18. Bölüm: Allah’ın Bilgisinin Bilinen Şeyle İrtibâtı:

Allah Teâlâ zâtına zâid bir ilim ile bütün bilinen şeyleri (ma‘lûmâtı) bilmektedir. O bilinen şey ister vâcib (ilâhî âleme âit) olsun, ister mümkin (kâinâta âit) fark etmez.

İlim, ma‘lûma (bilinene) taalluk eden, zâtın hakîkî bir sıfattır.

Allah Teâlâ’da o sıfatın mâhiyeti bilinmediği gibi –nitekim daha önce anlatıldı- o ilmin bilinen şeylerle irtibâtı da aynı şekilde bilinmemektedir.


Şu kadarı anlaşılabilir ki, bu irtibat, bilinen şeyin inkişâfına (açılıp bilinmesine) sebep olmaktadır. İnsanlardan çoğu bu hakîkati anlayamadıkları için gâibi şâhide (görülmeyeni görülene) kıyâs ettiler, ızdırap ve hayrette kaldılar.

***

MA‘ÂRİF-İ LEDÜNNİYYE (ARİFLERİN HALLERİ)

İMÂM-I RABBÂNÎ

Doç Dr. Necdet TOSUN

SUFİ Kitap


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: Rabbani Akaid: Allah’ın Zâtı ve Sıfatları
MesajGönderilme zamanı: 18.01.10, 09:55 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı

Kayıt: 27.12.08, 17:20
Mesajlar: 565
19. Bölüm: Kudret ve İrâde:

Kudret ve irâde, Allah’ın zâtına zâid sıfatlardandır.

Kudret, âlemin yaratılmanın ve bu yaratma işinin terk edilmesinin sahih olmasından ibârettir (Allah yaratmaya da yaratmamaya da gücü yetendir). O hâlde yaratmak ve yaratmamaktan hiç birisi Allah’ın zâtı için lâzım değildir. Bütün mezheplerin mensupları bu konuda hem-fikirdirler.

Ancak filozoflar diyorlar ki, mevcut nizâm gereğince Allah’ın âlemi yaratması zâtı için gereklidir. Bu görüşleriyle onlar Allah’ın bu mânâdaki (yaratma ve yaratmamadaki) kudretini inkâr etmişlerdir. Onlar bu mânâdaki kudretin eksiklik olduğunu düşünüyorlar. Yaratmanın gerekli olmasının Allah için kemâl (üstünlük) alâmeti olduğunu düşünerek O’na gereklilik (zorunluluk) nisbet etmişlerdir. “Kudret”in Allah dilerse yapar, dilemezse yapmaz, anlamında olduğunu söylerler. Bu anlamda Ehl-i İslâm (müslümanlar) ile hem-fikirdirler. Ancak ilk şartı (“dilerse” kısmını) olması gerekli, ikinci şartı (“dilemezse” kısmını) ise imkânsız sayarlar. Hak Teâlâ hakkında her iki şartın da doğru olduğuna inanırlar.

Ayrıca filozoflar “irâde”nin “ilim” sıfatına zâid olduğunu kabul etmezler. İrâde, en kâmil nizâmda ilmin kendisidir, derler ve ona inâyet adını verirler.

Bazı müteahhirîn (sonraki dönemlerde yaşayan) sûfîler “kudret”in mânâsı hakkında filozoflara uymuşlardır. İkinci şartı (“dilemezse yaratmaz” ifâdesini) imkânsız sayarlar. Ancak kendi görüşlerini filozoflardan şöyle ayırırlar: Filozoflar irâde sıfatını kabul etmez ve irâdenin ilmin (bilmenin) kendisi olduğunu söylerler. Onlar ise zikredilen anlamda kudretin bulunmasıyla birlikte ilme zâid bir irâdeyi de kabul ederler ve “Allah mürîddir (irâde sâhibidir, dileyendir)” derler. “Allah zorunludur” (yaratmaya mecburdur) demezler. Filozoflar ise aksine Allah’ın mecbur olduğunu söylerler ve O’nun irâde sıfatını ortadan kaldırırlar.

Bu fakîrin burada (bu sûfîlerin görüşüyle ilgili) şüphesi vardır. O şüphe de şudur:
İrâde, olması veya olmamasına güç yeten iki işten birini tercih etmektir. İkinci şık (“olmaması”) imkânsız olunca birinci şık (“olması, yaratması”) zorunlu olur. O hâlde irâde niçin kabul ve ispat ediliyor? Çünkü irâdenin ürünü olan tercih (seçme özgürlüğü) iki eşit konuda olmuş oluyor. Eşitliğin olmadığı yerde tercih de olmaz, irâde de. Bu sebeple filozoflar (yaratma ve yaratmama şeklindeki) iki tarafın eşitliğini inkâr edince, irâdeyi de kabul etmediler ve irâdeyi bir neticesi olmayan hayâl saydılar. Bu söz ve görüşte filozoflar (kendi mezheplerinin kudret konusundaki yapısına göre) haklıdırlar.

Âlemin var olması ile olmaması arasında bir eşitlik bulunmamasına rağmen söz konusu sûfîler Allah’ın irâde sıfatını kabul etmişler ve böylece filozoflardan ayrılmışlardır. Bu fark sâyesinde, Allah için “dileyen” ve “seçme özgürlüğü olan” sıfatlarını kullanırlar. Onların sözünün neticesi bu farkta görülmemektedir. Allah’ın tercih özgürlüğünü (ihtiyâr) yok sayma konusunda bu sûfîlerin mezhebi (görüşü) aynen filozofların mezhebidir. İrâdeyi kabul etmeleri ise boş lâftan başka bir şey değildir.

Doğruyu doğru olarak gösteren ve doğru yola ileten Cenâb-ı Haktır.

Eğer bir kişi şöyle derse: Söz konusu sûfîler âlemin var olmasını, Allah’ın zâtının lâzımı (zorunluluğu) olduğunu söylemiyorlar (Allah varsa âlem de mutlaka olacaktır, demiyorlar) ve âlemin Allah’tan sudûrunun Allah’ın irâdesi ile olduğunu söylüyorlar.

Buna cevâben deriz ki: İkinci şart yani âlemin var olmasını dilememe durumu imkânsız ve âlemin var olmasını dilemek gerekli olunca, iki eşitten birini tercih etmek olan irâdenin, âlemin var olmasında hiçbir etkisi olmaz. Sâdece onun için irâde ismi kullanılır. Bu kadar (lâfta kalan) irâdeyi filozoflar da kabul ediyorlar. Öyleyse irâdenin bu türünü kabul etmek, Allah’a nisbet edilen mecbûriyet ve zorunluluğu gidermek için yeterli olamaz. Ve âlemin var olması ile olmaması arasında eşitliğin bulunmaması fikrinden, Allah’ın (yaratmaya) mecbur olduğu neticesi çıkar.

Nitekim bu anlatıldı.

***

MA‘ÂRİF-İ LEDÜNNİYYE (ARİFLERİN HALLERİ)

İMÂM-I RABBÂNÎ

Doç Dr. Necdet TOSUN

SUFİ Kitap


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: Rabbani Akaid: Allah’ın Zâtı ve Sıfatları
MesajGönderilme zamanı: 18.01.10, 09:56 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı

Kayıt: 27.12.08, 17:20
Mesajlar: 565
20. Bölüm: Şuûnlar ve Sıfatlar Arasındaki Fark:

İlâhî şuûnlar, Allah’ın zâtı üzerine fer’dir, Allah’ın sıfatları da şuûnlar üzerine fer’dir (tafsîldir).


el-Hâlik (yaratan) ve er-Râzık (rızık veren) gibi isimler, sıfatlar üzerine fer’dir (sıfatların detaylarıdır).

Allah’ın fiilleri de isimleri üzerine fer’dir. Diğer varlıklar ise Allah’ın fiillerinin neticesi, fer’i ve tafsîlâtıdır. Allah Teâlâ en iyisini bilir.

O hâlde anlaşıldı ki, Allah’ın şuûnları başkadır, sıfatları başkadır. Birinciler yani şuûnlar zâtın aynısıdır ve hâriçte mevcûddur. İkinciler yani sıfatlar zâta zâiddirler ve hâriçte mevcûddurlar.

Bu farkı anlamayanlar, şuûnların sıfatlarla aynı olduğunu zannetmişler, şuûnlar gibi sıfatların da zâtın aynısı olduğuna hükmetmişlerdir. Böylece sıfatların hâricî varlığını inkâr etmişler, sıfatların hâriçte zâta zâid olduğu konusundaki ehl-i hakkın icmâına muhâlefet etmişlerdir.

Gerçeğin gerçek olduğunu bildiren ve doğru yola ileten Allah Teâlâ’dır.

***

MA‘ÂRİF-İ LEDÜNNİYYE (ARİFLERİN HALLERİ)

İMÂM-I RABBÂNÎ

Doç Dr. Necdet TOSUN

SUFİ Kitap


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
Eskiden itibaren mesajları göster:  Sırala  
Yeni başlık gönder Başlığa cevap ver  [ 16 mesaj ]  Sayfaya git 1, 2  Sonraki

Tüm zamanlar UTC + 2 saat


Kimler çevrimiçi

Bu forumu gezen kullanıcılar: Hiç bir kayıtlı kullanıcı yok ve 1 misafir


Bu foruma yeni başlıklar gönderemezsiniz
Bu forumdaki başlıklara cevap veremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı düzenleyemezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı silemezsiniz

Geçiş yap:  
cron
   Powered by phpBB © 2000, 2002, 2005, 2007 phpBB Group

Türkçe çeviri: phpBB Türkiye