Sufiforum.com

2009'da başlayan SUFİFORUM'da İslam; İslam Tasavvuf Geleneği ile ilgili her türlü güncel ya da 'eskimez' konular yer almaktadır. İçerik yenilemeleri tasavvuf.name sitesinden sürdürülmektedir. ALLAH YÂR OLSUN.

Giriş |  Kayıt




Yeni başlık gönder Başlığa cevap ver  [ 3 mesaj ] 
Yazar Mesaj
 Mesaj Başlığı: Rabbani İttiba: Sünnete Uymak ve Bid‘atten Sakınmak
MesajGönderilme zamanı: 04.01.10, 11:33 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı

Kayıt: 27.12.08, 17:20
Mesajlar: 565
55. Bölüm: Sünnet’e Uymak ve Bid‘atten Sakınmak:

Sünnet ile amel etmek ve bid‘attan, hurâfeden sakınmak gerekir. Özellikle de sünneti ortadan kaldıran bid‘attan.

Peygamber Efendimiz (a.s) şöyle buyurmuştur: “Kim bu dînimizde yeni bir şey (bid‘at) uydurursa o reddedilir”.

Din kemâle erdikten ve tamamlandıktan sonra ona bazı şeyler uydurup ekleyen ve bununla dîni tamamlamak isteyen kişilere şaşılır. Uydurdukları bu hurâfe ile sünnetin ortadan kalkacağından hiç korkmuyorlar. Meselâ sarığın ucunu iki omuz arasından arkaya sarkıtmak sünnettir. Bazıları sarığın ucunu sol taraftan sarkıtmayı tercih etmişler ve bununla ölüye benzeyeceklerini düşünmüşlerdir. Bu işte bir çok insan da onlara uymuştur. Bilmiyorlar ki bu iş bir sünneti ortadan kaldırmaktır, sünnetten bid‘ata götürür ve harama ulaştırır. Hz. Muhammed’e benzemek, bir ölüye benzemekten daha iyidir. O (a.s) ölmeden önce ölmek şerefine nâil olmuştur. Eğer ölüye benzemek istiyorlarsa yine ona (a.s) benzemek daha uygundur.

İlginçtir ki, ölünün kefenine sarık koymak da zâten bid‘attir. Sarığın ucu meselesi nasıl bid‘at olmasın?

Sonraki âlimlerden bâzısı bir âlim vefât edince onun kefenine (meyyitin başına) sarık takmayı güzel görmüşlerdir.

Fakîre göre ise dinde ilâve yapmak nesh etmektir, nesh de sünneti ortadan kaldırmaktır.

Cenâb-ı Hak bizi Hz. Peygamber’in sünnet-i seniyyesine tâbî olmada sâbit eylesin.

Sünnetin kaynağı olan Efendimize salât ve selâm olsun.

“Âmîn” diyen kulu Allah Teâlâ bağışlasın.

***

MEBDE’ VE ME‘ÂD (RABBÂNÎ İLHAMLAR)

İMÂM-I RABBÂNÎ

Doç Dr. Necdet TOSUN

SUFİ Kitap


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: Rabbani İttiba: Sünnete Uymak ve Bid‘atten Sakınmak
MesajGönderilme zamanı: 19.01.10, 10:06 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı

Kayıt: 27.12.08, 17:20
Mesajlar: 565
41. Bölüm: Hz. Peygamber’in Fazîletleri ve Şerîata Muhâlif Olan Sûfîlerin Hüsrânı:

Allah’ın elçisi Hz. Muhammed Âdemoğullarının efendisidir. Kıyâmet günü tâbîleri (ümmeti) en çok olacak kişidir, önceki ve sonraki insanlar arasında Allah’ın en mükerrem kuludur, kabrinden ilk kalkacak olan da odur. İlk kez şefâtte bulunacak ve şefâati ilk kabul edilecek kişi odur. Cennet kapısını ilk çalacak olan ve kendisine kapının açılacağı ilk kişi odur. Livâü’l-hamd’ı (hamd bayrağını) kıyâmette taşıyacak olan odur. Hz. Âdem ve diğerleri o bayrağın altında olacaktır.

Hz. Peygamber buyurmuştur ki: “Biz kıyâmet günü (zaman olarak) sonda gelen ama öne geçenleriz. Bu sözü övünmek için söylemiyorum. Ben Allah’ın habîbiyim, peygamberlerin önderiyim. Övünmek için söylemiyorum. Peygamberlerin sonuncusuyum (özüyüm). Övünmem. Ben Muhammed b. Abdullah b. Abdülmuttalib’im. Allah Teâlâ mahlûkâtı yarattı ve beni onların en hayırlısı eyledi. İnsanları iki grup yaptı, beni bu iki grup içinde daha hayırlı olandan eyledi. Sonra o grupları kabîlelere ayırdı, beni en hayırlı kabîleden eyledi. Sonra onları evlere ayırdı, beni en hayırlı eve mensup eyledi. Ben ev ve nefs (kişi) olarak onların en hayırlısıyım. İnsanlar dirildiği zaman kabrinden çıkacak ilk kişi benim. Toplanıp giderken onların önderiyim. Onlar sustukları vakit ben onların sözcüsüyüm. Tutuldukları zaman ben onların şefâatçisiyim. Ümitsizliğe düştükleri zaman ben onların müjdecisiyim. İkrâm ve anahtarlar o gün benim elimdedir. Livâü’l-hamd o gün benim elimdedir. Ben Rabbime göre Âdemoğullarının en mükerremiyim. Etrâfımda sanki genç kızlar gibi bin hizmetçi dolaşır. Kıyâmet günü peygamberlerin imâmı, sözcüsü ve onlar arasında bir şefâatçi olurum. Övünmüyorum”.

O olmasaydı, Cenâb-ı Hak mahlûkâtı yaratmazdı ve Rabliğini izhâr etmezdi. Âdem (a.s) su ile toprak arasında iken (ruh verilip yaratılmamışken) Hz. Muhammed peygamber idi.

Şiir:
Bir kimse isyân ile mahpus kalmaz,
Böyle bir efendiyi önder edinmişse.

O hâlde bu parlak şerîatin sâhibini inkâr edenler ve bu güzel dînin kurucusuna muhâlif olanlar, insanlar içinde en bahtsız olanlardır. “Bedevîler, kâfirlik ve münâfıklık bakımından daha beterdir” (et-Tevbe, 9/97) âyeti onların hâline işârettir.

Bazı ham ve eksik dervişlere şaşılır ki, kendi hayâlî keşflerine îtibâr ederek inkâra ve bu aydınlık şerîata muhâlefet etmeye yöneliyorlar. Hâlbuki Mûsâ (a.s) Allah ile konuşmasına ve O’na yakın olmasına rağmen hayâtı boyunca bu şerîata tâbî olmaktan başka bir şey yapmadı. Bu güçsüz ve azıksız fakirlerin eline o şerîata muhâlefet etmekle kendilerini harâb etmekten, ilhâd ve zındıklık ile ithâm edilmekten başka ne geçer?

Daha ilginci de şudur, temyîz ehli yani doğruyu yanlıştan ayırabilen insanlar da bu gruba tâbî oluyorlar ve şerîat tarafını aslâ düşünmüyorlar. Apaçık noksanlığa rağmen onları kâmil ve mükemmil biliyorlar. Ya onların nazarında bu grubun sözleri şerîata muhâlif görünmüyor; “Kötü işi kendisine güzel gösterilip de onu güzel gören kimse mi?” (Fâtır, 35/8); ya da bu sözlerin şerîata muhâlif olduğunu biliyorlar ama hakîkatin şerîata muhâlif olduğunu düşünüyorlar. Bu ilhâd ve zındıklığın ta kendisidir. Şerîatın reddettiği bütün hakîkatler zındıklıktır.

Bu fakîr, bu grubun keşfe dayalı bazı inançlarını zikredecek. İnsâf etmek ve âdil olmak gerekir ki, bu görüşler doğru bir te’vîle (yoruma) müsâit olmadıkları için şerîata aykırı mıdır, yoksa aykırı değil midir?

Bu cemâatin şeyhi ve reisi kitabında şöyle yazıyor *:

“Özellikle insan rûhu Allah Teâlâ’nın zâtının aynıdır”. Yazar bu iddiâya şu iki âyeti delil gösteriyor: “Rabbin geldiği ve melekler saf saf dizildiği zaman” (el-Fecr, 89/22). “Ruh ve melekler saf saf olup durduğu gün” (en-Nebe’, 78/38). (İddiâsına göre) Bir âyette “Rab”, diğer âyette “Rûh” buyuruldu. O hâlde Rab ve rûh bir tek şey olurlar. Bu görüş, tevhîd-i vücûdî (vahdet-i vücûd) türünden birlik değildir. Çünkü tevhîd-i vücûdîde birlik rûha mahsus değildir, bütün âlem bu konuda eşittir.

Bu kitabın başka bir yerinde ise şöyle diyor:
“Abdâldan bir grup mağaradadırlar. Onlar yetmiş kişidir. Kıyâmet gününe kadar bulunacaklardır. Onlara ölüm gelmez. Tabîî vücûda sâhiptirler”.
Bu söz nassa (Kur’ân’a) aykırıdır. “Her can ölümü tadacaktır” (Ankebût, 29/57).

Yazar âhiret hâlleri ile ilgili başka bir yerde şöyle yazıyor:
“Başlangıç ve son iki âlemdir: Dünyâ ve âhiret. Bu iki âlemden her biri altı mertebe üzere düzenlenmiştir. Bu mertebeler dünyâda iniş şeklinde, âhirette ise yükseliş şeklindedir”.

Yükseliş mertebelerinin düzenini şöyle anlatıyor:
“Zemin parça parça olup, bu parçalar suda yayılır. Sonra bütün mahlûkât suya batarlar. Şerîat sâhibi buyurur ki: Kıyâmet gününde bütün mahlûkât ter suyuna batacaklar. Ter, o tûfândan ibârettir. O zaman, yükseliş (terakkî) yeri olur. Herkes, dünyevî hayâtın kaynağı ve izzet-i ilâhînin otağı olan Ahadiyyet tarafına yönelirler. Ancak herkes kendisinin Allah’ı tanıması ve idrâki nisbetinde mertebelerden birinde bulunacaktır. Bütün mahlûkât üç grup olacaktır: Sâbıklar (önde olanlar), ashâb-ı yemîn ve ashâb-ı şimâl”.

Bundan sonra diyor ki: “Su da, ateşin harâretiyle ısınıp buharlaşır, kurur, tamâmen hava olur. Kıyâmet korkusu, mahlûkâtın çoğunun dudağının kuruması ve susaması durumundan ibârettir. Sonra hava da ateş küresinin sıcaklığından dolayı ateş olur. Her şey o ateşin üzerinden geçer. Cehennem, Ay feleğinin altında olup tümüyle ateş olan maddî âlemden ibârettir. Cehennem mertebelerinden her birinde bir cemâat amelleri ve perdeleri nisbetinde azâba tutulacaklardır. Başka bir grup oradan geçecek ve nur âleminde bulunacaklardır. Cennet o nûr âleminden ibârettir. Feleklerin tabakalarından her tabaka Cennet’in mertebelerinden bir mertebedir. Ay feleğinden Arş’ın altına kadar olan bölgede sekiz felek (katman) vardır. Bunlar sekiz Cennet’tir. Bir grup insan bu mertebede ikâmet ederler ve buradaki rahatlığa râzı olurlar. Bu, onların amelleri nisbetinde olur. Büyük peygamberler ve velîlerden başka bir cemâat o mertebeden geçerler, kavuşmaya yönelirler ve Allah’a vuslatı beklerler. Onlarda ne ateşin sıcaklığından bir iz vardır, ne de nûrun rahatlığından bir tesir. Onlar Allah’ı görmekle istiğrâk hâline girmişlerdir. Makâm-ı Mahmûd onların yeri olur. “İki yay arası kadar, hattâ daha da yakın” (en-Necm, 53/9) ifâdesi bu mertebeye işâret eder. Burası Arş’ın üzerindedir. Onlar hakkında hadîs-i şerîf vardır: “Allah’ın bir Cennet’i vardır ki, orada hûrîler ve köşkler yoktur. Rabbimiz orada gülerek tecellî eder”.

(Kitaptan nakil bitti).

En az temyîz gücüne sâhip olanlar için bile bu sözlerin şerîata aykırı olduğu gizli kalmamıştır.
Yazar, Cehennem’i ateş küresinden ibâret yaptı. Sonra arzı, suyu ve havayı onun içinde yok etti. Cennet’i de Ay’dan Arş’a kadar olan nûr âleminden ibâret saydı. Peygamberler ve velîler için Cennet’te değil, Arş’ın üzerinde bir yer tâyin etti. Bu sözler apaçık muhâlefetten başka bir şey değildir.

Ehl-i Sünnet ve Cemâat’in inancı şudur ki: Cehennem ve Cennet şu anda mevcutturlar. Peygamberler, velîler ve diğer mü’minler derece ve mertebeleri farklı olmakla birlikte Cennet’e gireceklerdir. Cennet’ten Arş’ın üzerine gitmeyecekler, orada (Cennet’te) ikâmet edeceklerdir.

Bu (yazarın görüşleri) kinâyesi olmayan hayâllerdir. Bu sözlerde Allah’ın Cennet’te görüleceği hükmü inkâr edilmektedir. Çünkü Allah ile buluşmanın Arş’ın üzerinde olacağını söylemiş, Arş’ın üstünü hûrî ve köşklerin bulunmadığı dîdâr (Allah’ın cemâlini müşâhede) cenneti saymıştır. Bu durumda müminlerin çoğu Allah ile buluşmaktan nasipsiz kalmaktadırlar.

Allah Teâlâ bizi bu tür bozuk hayâllerden korusun.

Yazar, Hz. Muhammed’e (a.s) mahsus olan Makâm-ı Mahmûd’u ve Ev ednâ (hattâ daha yakın) makâmını, bütün peygamber ve velîlerin nasîbi saymıştır. Bu şüphesiz yalandır.

Onun bu sözlerinden anlaşılıyor ki yazar, kâfirlerin azâbının ebedî olmadığını düşünmektedir. Aynı şekilde Cennet nîmetlerinin de ebedî olmadığı kanâatindedir. Bu görüşte olduğuna delâlet eden şey, onun azap ve sevâbın amel nisbetinde (oranında) olduğu şeklinde geçen ifâdesidir. Bu durum, sonraki ifâdelerinden de açıkça görülecektir, anla!

Azâbın ebedî olmayacağı konusunda görüş bildiren Fusûs sâhibi (Muhyiddîn İbnü’l-Arabî) bile insanların tenkidine uğramış iken, ebedî olarak Cennet’te kalma ve nîmete nâil olmayı inkâr edenin durumu nasıl olur?

O, bu konunun sonunda şöyle yazıyor:
“Bundan sonra, zât güneşi Hüviyyet’in hâ’sından ve Ahadiyyet penceresinden onlara parlar (tecellî edip görünür). Önceki ve sonraki insanlar, ateş mertebelerinde perdeli olanlar, nur makâmında örtülü olanlar ve ikâmet yerleri Makâm-ı Mahmûd olan cemâat, yani herkes o güzelliğin (cemâlin) ışığında kaybolur, lâhût deryâsında bulunamaz hâle gelirler. Ne Cennet’ten iz kalır, ne de Cehennem’den bir kıvılcım. Burada ne yakma olur ne de yapma, ne şaşkınlık ne de bekleme, ne hayat ne de ölüm olur. Tümü zât olur. Tıpkı ezelde olduğu gibi ebedî olur. Sonra iki âlem, yani Cennet tabakalarını ihtivâ eden nur âlemi ile Cehennem çukurlarını ihtivâ eden ateş âlemi cemâl ve celâl tecellîsi ile zuhûra gelirler. Çünkü başlangıçta âlem bu iki sıfatın (cemâl ve celâlin) tecellîsi ile zuhûra gelmiş, ortaya çıkmıştı. Ancak oradaki ilk zuhûr imkân (yaratılmış âlem) ile idi, buradaki ise vücûb (ilâhî âlem) iledir. Cennet ehli kendi mertebesinde sâkin ebedî, Cehennem ehli de sığınaklarında perdeli ve ebedîdirler. Bu iki tecellîden sonra başka bir tecellî görülmez ve zât hiçbir taayyüne mensûb olmaz”.
(Nakil bitti.)

Bu sözler, Cennet ve Cehennem’in insanlar onlara girdikten sonra yok olacağını açıkça ifâde etmektedir. Bu sözlerin insanı küfre çekip çekmediğini düşünmek gerekir. Yazar, bunların (Cennet ve Cehennem’in) yok olmasından sonra oluşacak zuhûrun vücûb (Allah) ile olduğunu, dünyânın ise imkân mertebesinde zuhûr ettiğini söylüyor. Cennet ve Cehennem halkına vücûb (ilâhî, tanrısal) demenin küfür olup olmadığını düşünmek gerekir. Yine bu ifâdeden anlaşıldığına göre, peygamberler ve velîler dâimâ Allah’ın zâtında zâil ve yok olacaklardır, yoklukta onların aslâ varlığı olmayacaktır. Bu söz de açıkça küfürdür.

Peygamberler ve velîler, yok olmaksızın dâimâ Cennet’te bulunacaklardır. Yazarın ibâresinden anlaşılıyor ki, peygamberler sâbıklardandır (önde olan gruptandır), sâbıklar da Arş’ın üzerinde bulunacaklardır. Orada ne hûrîler vardır, ne köşkler, ne nîmetlenme, ne de rahatlama. Bu söz de kesin nassa aykırıdır. Cenâb-ı Hak sâbıkların nîmete nâil olacağını ifâde buyuruyor. İri gözlü hûrîlerin de bulunduğunu bildiriyor. Oysa yazarın sözü nassa (âyetlere ve hadislere) aykırıdır. Bu adam, Kur’ân-ı Kerîm’de sâbıklar için söylenen nîmetlerin hepsini, ehl-i yemîn grubuna indirmiştir. Oysa durum öyle değildir. “Cevherlerle işlenmiş tahtlar üzerindedirler, karşılıklı olarak oturup yaslanırlar” (el-Vâkı‘a, 56/15-16) âyetleri sâbıklar hakkındadır. Oysa bu adam Kur’ân-ı Kerîm hakkında çok câhil olduğu için bu nîmetleri ehl-i yemîne indirmiş, sâbıkları ise nîmetlerden mahrûm bırakmıştır.

Yazar o kitabın sonunda müstezâd türünde bir şiir yazıp tevhîd-i vücûdî konusunda Şeyh Attâr’ı ve Mevlânâ’yı taklîd ediyor. O müstezâdda, kendisinin de Şeytan olduğunu yazıyor. Bu kelimenin çirkinliğinden Allah’a sığınırız.

Hak Teâlâ’yı onun anlattığı şekilde yâd etmek çirkinliklerin en kötüsü, küfrün en şiddetlisidir. Tevhîd erbâbı her ne kadar “Heme O’st: Herşey O’dur” deseler de, bu tür çirkin şeyleri Allah’a nisbet etmeyi doğru bulmazlar. Şerîata uygun olarak Hak Teâlâ’yı her şeyin yaratıcısı bilirler. Ama pislikleri yarattığını söylemeyi doğru bulmazlar. Oysa bu tür sözler yazarın ibârelerinde aranırsa çok bulunur. Ama az, çoğa delâlet eder (bu kadar nakille yetiniyoruz).

Mısrâ:
“İyi bir sene, baharından belli olur”.

Onun bozuk sözlerinden birkaçı bu risâlede nakledildi ki insanlar onun yaptığı işin kötülüğünü anlasınlar ve onu taklit ile mülhidler grubuna girmesinler. Eğer bütün bunlara rağmen o cemâati taklit ederlerse, bunlar üzerine delil tamam olmuş olur.

Başta ve sonda hamd Allah’a mahsustur.

Salât ve selâm da dâimâ elçisi Hz. Muhammed’e olsun.

Doğru yola uyanlara selâm.

-----------------

(*)İmâm-ı Rabbânî’nin ismini zikretmeden “Bu cemâatin şeyhi ve reisi” dediği kişi Hindistanlı Şattâriyye tarîkatı şeyhi Muhammed Gavs Gevâliyârî’dir (ö. 970/1563). Nakil yapılan söz konusu eserinin ismi de Risâle-i Mi‘râciyye’dir (diğer adı Mi‘râcnâme). Bk. Safer Ahmed Ma‘sûmî, Makâmât-ı Ma‘sûmî (nşr. Muhammed İkbâl Müceddidî), Lahor 2004, III, 191; IV (ta‘lîkât), 133-135. Bu referanstan beni haberdâr eden Prof. Dr. Muhammed İkbâl Müceddidî’ye müteşekkirim.

***

MA‘ÂRİF-İ LEDÜNNİYYE (ARİFLERİN HALLERİ)

İMÂM-I RABBÂNÎ

Doç Dr. Necdet TOSUN

SUFİ Kitap


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
Eskiden itibaren mesajları göster:  Sırala  
Yeni başlık gönder Başlığa cevap ver  [ 3 mesaj ] 

Tüm zamanlar UTC + 2 saat


Kimler çevrimiçi

Bu forumu gezen kullanıcılar: Hiç bir kayıtlı kullanıcı yok ve 1 misafir


Bu foruma yeni başlıklar gönderemezsiniz
Bu forumdaki başlıklara cevap veremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı düzenleyemezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı silemezsiniz

Geçiş yap:  
cron
   Powered by phpBB © 2000, 2002, 2005, 2007 phpBB Group

Türkçe çeviri: phpBB Türkiye