sufiforum.com
http://sufiforum.com/

Yüce Kur'an ve Açıklamalı-Yorumlu Meali hakkında...
http://sufiforum.com/viewtopic.php?f=12&t=5098
1. sayfa (Toplam 1 sayfa)

Yazar:  razi [ 07.12.10, 13:57 ]
Mesaj Başlığı:  Yüce Kur'an ve Açıklamalı-Yorumlu Meali hakkında...

Yüce Kur'an ve Açıklamalı-Yorumlu Meali hakkında...

Prof.Dr. Cemal Sofuoğlu, Prof.Dr.Abdulkadir Şener, Prof.Dr.Mustafa Yıldırım ile söyleşi



Türk Yurdu Mayıs 2010
Cilt: 30 | Sayı : 273


Şener, Sofuoğlu, Yıldırım: Bu Meal Taşıdığı Özellikler İtibariyle Türk Mealcilik Tarihinde Bir İlk ve Bir İnkılâptır.

Günümüz Türkiye’sinde son zamanlarda dikkat çekecek derecede çok sayıda Kur’an-ı Kerim meali yayınlanmaktadır. Bu meallerden biri de çalışmalarını yakinen bildiğimiz Prof. Dr. Abdulkadir Şener, Prof Dr. M. Cemal Sofuoğlu ve Prof. Dr. Mustafa Yıldırım imzasını taşıyor; Yüce kuran ve açıklamalı yorumlu meali. Türk Yurdu olarak konu ile ilgili hocalarımızla bir söyleşi yaptık.

***

Türk Yurdu: Asırlardır Kur’an-ı Kerim’in çeşitli dillere çevirileri yapılagelmektedir. Günümüzde de bu faaliyetlerin devam ettiğini görmekteyiz. Size göre Kur’an’ın yeniden tercümesi gerekir mi? Gerekirse niçin?

Şener, Sofuoğlu, Yıldırım: Önce göstermiş olduğunuz yakın ilgiye teşekkür ederiz. Türk Ocakları’nın ve Türk Yurdu dergisinin (bizim/Sofuoğlu, Şener) hayatımızda özel bir yeri vardır. Gerek öğrencilik yıllarımızda ve gerekse Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde çalıştığımız yıllarda merhum Osman Turan hocamız başta olmak üzere pek çok ilim adamını, yazar ve şairi orada tanıdık. Necip Fazıl Kısakürek’i ilk kez Ankara Türk Ocağı’nda dinledik. Yavuz Bülent Bakiler ile orada tanıştık.
Bilindiği gibi Türkler Müslümanlığı kabul ettikten sonra bu dini çok sahiplenmişler ve onun yayılması için çok büyük çabalar harcamışlardır. Atalarımızın bu çabalarını ilmi ve askeri alan olmak üzere ikiye ayırabiliriz. Bir araştırma yapılsa Kur’an hafızlarının büyük çoğunluğunun Türkler arasından çıktığı görülür. Hadis alanında da aynı şeyi söyleyebiliriz. Türkler İslam dinine öyle büyük hizmetler vermişlerdir ki bunun sonucu olarak Kur’an’daki bazı ayetlerin Türkleri kastettiği anlamını haklı olarak çıkaran âlimler olmuştur. Erken denecek bir devirden itibaren Kur’an tercümelerine başlanmış ve bu faaliyet günümüze kadar devam etmiştir. Örnek olarak gösterebileceğimiz çalışma 15. Asrın başlarında Muhammed b. Hamza tarafından yapılan, Ahmet Topaloğlu hocamızın hazırladığı ve Kültür Bakanlığının yayınladığı eserdir (İstanbul, 1976). Cumhuriyet döneminde Elmalılı Hamdi Yazır’a resmen bir tefsir yazdırılmıştır. Aynı şekilde bir meal için görevlendirilen Mehmet Akif bu görevi ne yazık ki yerine getirmemiştir. Bu ayrı bir konudur; burada derinliğine girmeye gerek yoktur. Ancak konuyla ilgilenenlere Dücane Cündioğlu’nun Bir Kur’an Şairi adlı eserini tavsiye edebiliriz. Elmalılı merhum gerçekten iyi yetişmiş bir ilim adamımızdır. Bu gün hala onun tefsirinin aşılamamış olması bir gerçektir. Ancak burada Süleyman Ateş hocamızın tefsirinin yeni bir ufuk açtığını ve farklı bazı özellikler taşıdığını zikretmeliyiz. Ateş Hocamız da iyi yetişmiş bir ilim adamımızdır. Ancak son zamanlarda kendisini günlük konulara vermiş ve en olgun zamanında, bize göre, kendisinden beklenen ilmi eserleri yazma yoluna gitmemiştir. Belki bunun kendine göre bir açıklaması elbette vardır. Ancak bu bizim kendisinden beklentimizin haksız bir beklenti olduğunu göstermez. Elmalılı merhum eserinde ağır bir dil kullanmış ve daha sonra sadeleştirme zorunluluğu doğmuştur. Telif hakları kanununun sonucunda bir Elmalılı furyası başlamış ve ona dayanarak amatör ilahiyatçılarımız onlarca meal meydana getirmişlerdir. Bununla birlikte nice unvanlı hocamızın da amatörler gibi mealler yazdıkları da bir gerçektir. Bazı mealler o kadar çok ciddiyetten uzak hazırlanmıştır ki, Elmalılı Hamdi Yazır’ın bazı yanlışları hemen bütün meallerde tekrar edile gelmiştir. Bu mealler incelendiğinde büyük çoğunluğunun ciddiyetten uzak, emek harcanmadan kolay bir şekilde hazırlandıkları görülmektedir. Aslında hazırlandıkları tabiri de yanlış olur; kopya edildikleri demek daha doğru olur. Bu mealler incelendiğinde çok kere Kur’an’ın anlamlarını doğru yansıtmadıkları görülmektedir. Manzara gerçekten ibret vericidir, buna manzara gülünçtür de diyebilirsiniz. Bunun birçok sebebi vardır. Kur’an-ı Kerim’in kendine özgü bir üslûbu vardır. Kur’an sadece bugün Temel İslam Bilimleri dediğimiz ilimleri bilmekle de tercüme edilemez. Kur’an’ı anlamak için tarih, arkeoloji, antropoloji, sosyoloji, dinler tarihi gibi birtakım ilim dallarıyla da meşgul olmak gerekir. Biz bu konularda gücümüz nispetinde bazı kaynak eserleri incelemeye çalıştık. Gücümüzü aşan yerlerde bu alanlardaki ilim adamları ile sürekli görüştük. Özellikle fakültemizin değerli Dinler Tarihi Hocası Sevgili Ali İhsan Yitik’in bilgilerinden, tavsiyelerinden büyük ölçüde yararlandık. Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nden bir başka değerli hocamız Baki Adam Bey’in birçok konuda desteğini gördük. Bu arada arkeolog Eyüp Ay Beyefendiyi de şükranla yâd ediyoruz.
Edebi bir metinde, bilhassa da Kur’an’da dil ve üslûp son derecede önem arz etmektedir. Bu üslubu kavramadan ayetleri doğru anlamak ve tercüme etmek mümkün değildir. Bu arada, İzmir’de bir Kur’an mealleri sempozyumu düzenlendi. Bütün konuşmacıları dikkatle dinledik; mevcut meallere yöneltilen tenkitleri göz önünde bulundurduk. Esasen biz, uzun yıllar Kur’an-ı Kerim’le meşgul olduk ve mevcut meallerle Türk okuyucunun Kur’an’ı anlamasının mümkün olmadığı kanaatine vardık ve “anlaşılır” bir meal yapmaya karar verdik.
Türkçede meallerin çoğu Kur’an-ı Kerim’in anlamını büyük ölçüde doğru yansıtmamaktadır. Ayetleri lâfzen (motamot) tercüme etmenin bunda elbette büyük payı vardır. Aslında bu Müslüman mütercimin kendi kitabına saygı duymadığının ifadesidir. Kısaca söylemek gerekirse Kur’an’ın ciddi bir tercümesinin yapılmasının şart olduğu kanaatine vardık. Allah’a hamdolsun ki belli ölçülerde bunu başardık. Zaten Kur’an-ı Kerim’i taşıdığı özellikler dolayısıyla mükemmel bir şekilde tercüme etmek de imkânsızdır. Hatta biz bu meal üzerinde bir süre daha çalıştıktan ve demlenmeye bıraktıktan sonra tekrar ele alıp yayınlamayı düşünüyorduk. Bu demlenme işi bizim istediğimiz süreden biraz daha kısa oldu. Bunun sebebi bazı hocalarımızın bu çalışmadan haberdar olup dünya gözüyle böyle bir meal görmek istiyoruz deyip bizi teşvik etmeleridir. Bu cümleden olmak üzere danıştığımız her konuda yardım ve desteklerini esirgemeyen, bir kelime için geniş bir zamanını bize harcayan muhterem hocamız Mehmet Hatipoğlu Beyefendiye sonsuz şükranlarımızı arz ediyoruz. Yine bizden teşviklerini esirgemeyen değerli hocamız Ethem Ruhi Fığlalı Beyefendiye de aynı şekilde şükranı medyunuz.

Türk Yurdu: Bilindiği gibi son yıllarda özellikle Türkiye’de birçok Kur’an tercümesi yayınlandı. Bunların birçoğu birbirinin tekrarı olarak kabul edilebilir. Bunların arasında sizin yayınladığınız Kur’an mealinin diğerlerinden farkı nedir?

Şener, Sofuoğlu, Yıldırım: Bizim bu mealle Kur’an-ı Kerim’in anlamı diğer meallere göre yüzde 15-20 civarında değişmiştir diyebiliriz. Biraz önce ifade ettiğimiz gibi Kur’an-ı Kerim’in kendine özgü bir dili vardır. Bu dilde beşeri bir dilde bulunan edebî unsurlar elbette gereken yeri almışlardır. Aksi takdirde muhataplarının onu anlaması mümkün olmaz. Kur’an vahiy eseridir. Mustafa Öztürk’ün de belirttiği gibi Kur’an sözlü bir hitaptır. (Mustafa Öztürk’ün adı geçince, kendisinin hazırlamış olduğu anlam ve yorum merkezli Kur’an mealinin ayrı bir yeri ve özelliği olduğunu da belirtmek ve kendisinin alanında ciddi yayınlar yapacağı ümidini taşıdığımızı ifade etmek isteriz.) Bu sözlü hitabın yazılıp edebî bir metin haline dönüştürülmesi, anlaşılmasında bazı zorluklar meydana getirmektedir. Tefsir yazmak bir bakıma meal hazırlamaktan daha kolaydır. Arap dilinde bir kelimenin birçok anlam taşıması ve bu anlamlardan birçoğunun aynı ayete uygun düşmesi işin zorluğunu göstermektedir. Şâri’in burada kastettiğinin anlaşılması için birçok eserin (tefsirin) gözden geçirilmesi ve uygun anlamın yerleştirilmesi güç bir iştir. Biz teknolojinin sunduğu bir imkânı iyi kullandık diyebiliriz. 50’nin üzerinde tefsiri içeren Şamile adlı bilgisayar programı çok yararlı oldu. Hem elimizde bulunmayan birçok kaynağa ulaşmış hem de zaman kazanmış olduk. Bu arada, şunu ifade etmeliyiz ki, müfessirlerin adları ve şöhretleri ne kadar büyük olursa olsun, Kur’an-ı Kerim’in tamamına aynı derinlikte nüfuz edemediklerini gördük. Büyük bir müfessirin eserinde bulunmayan çok değerli bir bilgi, başka bir müfessirin eserinde yer alabilmektedir. Bu bakımdan, geniş bir kaynaklar hazinesine sahip olmamız ve onları iyi değerlendirmemiz meale birtakım farklı özellikler kazandırmıştır diyebiliriz.
Kur’an-ı Kerim’in bir özelliği bazı ayetlerinin anlamının çok yoğun olmasıdır. Bu tür ayetlerin anlamı başka bir ayette daha açık bir şekilde verilmektedir. Mesela daha başlangıçta Fatiha Suresi’nde “Sen bizi doğru yola ilet, nimet verdiklerinin yoluna” buyrulmakta, ama bu nimet verilenlerden kimin kastedildiği belirtilmemektedir. Bu husus başka bir yerde (Nisa 69) açıklanmaktadır. Eğer Fatiha Suresi’nin bu ayeti ile Nisa Suresi’nin söz konusu açıklayıcı ayetini bir arada düşünmezseniz anlam bütünlüğünü sağlayamazsınız. Aynı konu Bakara Suresinin ilk ayetlerinde yer almaktadır. Ve bütün meallerde ayet Kur’an’ın muttakiler için bir hidayet rehberi olduğu şeklinde verilmektedir. Oysa aynı surenin 186. ayetinde Kur’an’ın insanlık için bir hidayet rehberi olduğu vurgulanmaktadır. Arada bir zıtlık söz konusudur. Bu iki şekilde giderilebilir. ikinci ayet bizim anladığımız şekilde yani Kur’an’ın insanlık için hidayet rehberi olduğu ancak bunu muttakilerin yani sorumlu duyarlı bilinçli davrananların anladığı belirtilirse mânâ yerine oturmuş olur. Bu mealde bu tür tercüme örneklerine bolca rastlanacaktır. Kur’an-ı Kerim’deki bazı kavramları bir kelime ile karşılamak veya açıklamak zordur. Şimdi belirttiğimiz “takva” kelimesi bunlardan biridir. Bu kavram muhtelif ayetlerde değişik anlamlar taşımaktadır. Her yerde aynı anlama geldiğini düşünmek yanlıştır. Bu kavramın sorumlu, duyarlı, bilinçli şeklinde anlamamızın sebebi, Bakara 177. ayettir. Takva kavramının elbette Allah’tan korkmak anlamı vardır; ama her yerde değil. Bunun gibi daha birçok kelime ve kavram vardır ki yanlış anlama ve yorumlamalara sebep olmaktadır. Zulüm, hak, fısk, vb. Madem bu konuya girdik başka birkaç örnek daha verelim. Bakara Suresi 189. ayette Hz. Peygambere ayın evreleri hakkında soru soranlara cevap verildikten sonra “Evlere arkalarından girmek iyilik, güzellik değildir…” buyrulmakta ve asıl iyiliğin takva sahibi olmak gerektiği belirtildikten sonra “Öyleyse evlere kapılarından girin.” buyrulmaktadır. Genellikle mütercimlerimiz evlere arkadan girmenin Arapçada bir deyim olduğunu dikkate almamakta ve lâfzî bir tercüme ile işi geçiştirmektedir. Okuyucu da Kur’an’ın tuhaf ve anlamsız ayetler içerdiğini sanmaktadır. Oysa ayette belirtilen Hz. Peygambere onu ilgilendirmeyen sorular sorulmasının anlamsızlığı vurgulanmaktadır. İşin gülünç yanı, bir deyim olduğu bilinmediği için açıklama mahiyetinde tuhaf yorumların yapılmasıdır. Bir başka örnek, Saffat Suresi’nin 88 ve 89. ayetlerinde görülmektedir. Burada Hz. İbrahim’in putlara karşı duruşu anlatılmaktadır. Lütfen bu satırları okuduktan sonra elinizdeki herhangi bir mealden okuyunuz, ibretlik bir tercüme göreceksiniz. “İbrahim yıldızlara baktı ve ben hastayım dedi”. Hemen bütün meallerde buna benzer çeviriler göreceksiniz. Meal yazan büyük âlimlerimiz de dâhil olmak üzere böyle çevirmektedirler. Yıldızlara bakıp da ben hastayım demek ne demektir Allah aşkına! Evet bu da bir deyimdir, yıldızlara bakmak kafasında bir plan yapmak, bir şeyler tasarlamaktır. İbrahim (as) da kafasında putları nasıl kıracağı konusunda bir şey tasarlamış ve ben hastayım diyerek ayrılmıştır. Kıssanın devamı malumdur. Ancak bir mealden ayetin nasıl anlatıldığını ve işin ne kadar, tabir caizse ciddiyet adına sulandırıldığını görmek esef vericidir. “88. Derken yıldız sisteminin içerisine dalar dalmaz ışınlanıp, 89. Hemen şöyle dedi: Ben o kozmik ışınlanmaya kapıldım.” Bu mütercimimizin açıklaması çok daha eğlendirici! İbrahim yıldızlardan aldığı güçle uzaylı bir varlık oluvermiştir.
Bizim mealin birtakım özelliklerinden birisi de, her şeyden önce yaşayan bir Türkçe’ye yer verilip, özellikle batı kökenli kelimelerin kullanılmamış olmasıdır. Böylece biz, güzel Türkçemizle güzel bir Kur’an tercümesi yapılabileceğini göstermiş olduk. En dikkate değer bir özelliği, Kur’an-ı Kerim’deki kıraat farklılıklarının tercümeye yansıtmasıdır. Örneğin, Maide Suresi’nin 6. ayetinde namaz kılacakların abdesti nasıl alacakları gösterilmektedir. Eller, yüz, kollar yıkandıktan sonra başa meshedileceği belirtilmektedir. Sıra ayaklara gelince bir kıraat (okuyuş) farkı görülmektedir. Ayetteki ayaklarınızı kelimesi “ercüleküm” şeklindeki okunursa yıkanması, “erculiküm” şeklinde okunursa meshedilmesi anlamı çıkmaktadır. Mütercimler burada kendi anlayışlarına uygun olarak tercüme etmekte diğer anlamı vermemektedirler. Biz ise böyle tek yönlü bir tercümenin okuyucuyu yönlendirmek olduğunu, oysa buna hakkımız olmadığını düşündük ve her iki anlamı da metne yansıttık. Aslında bu yansıma basit bir mesele değildir. Ayakların yıkanmasını savunan mezhep mensupları bileceklerdir ki ayakları meshetmenin de Kur’an’da yeri vardır. Aynı şekilde ayakların meshedilmesini gerektiği savunanlar da ayakları yıkamanın Kur’an’da yeri olduğunu göreceklerdir. Dolayısıyla bunun bir kolaylık olduğunu anlayacaklar, kavgaya yer olmadığını kavrayacaklardır. Kıraat farkları konusunda vereceğimiz şu örnek muğlâk gibi görünen bir ayetin anlamını açıklamaktadır. Zuhruf Suresi 61. Ayet şöyle çevirilmektedir: “Şüphesiz o kıyametin (kopacağının) bir bilgisidir. Artık onun hakkında asla şüphe etmeyin. Bana uyun, bu doğru bir yoldur.” Ayet muğlâk olduğu için tercüme de muğlâktır. Mütercimler de anlaşılması için bir çaba içerisine girmemişlerdir. Zorluk, zamirlerin nereye ait olduğunun açıkça belli olmamasından kaynaklandığı gibi, ayetteki “le-ilmun” kelimesinden de ileri gelmektedir. Bu kelime bir okuyuşa göre “le-zikrun” şeklindedir. Bu durumda muğlâklık ortadan kalkmakta ve anlam açığa çıkmaktadır. Öyleyse ayeti şöyle tercüme etmeliyiz: “Şüphesiz ki o (İsa, babasız doğması ve gösterdiği mucizelerle) kıyametin kopacağına dair kesin bir bilgi, bir hatırlatmadır.” Bu tür ayetlerde dipnotlarda verdiğimiz açıklama okuyucuyu tatmin edecektir diye düşünüyoruz. Böyle bir tercüme abdest ile ilgili ayette olduğu gibi, konuyla ilgilenenler arasındaki bazı tartışmalara son verecektir. Hz. İsa’nın ölmediğine ve kıyamete yakın yeryüzüne geleceğine inanıp bu ayeti delil gösterenlere ayetin böyle anlaşılmayacağı açık bir şekilde belirtilmiş olmaktadır.
Bir başka örnek: Furkan 61. ayet şöyle çevrilmektedir. “Göğe burçları yerleştiren, orada bir ışık kaynağı (güneş) ve aydınlatıcı bir ay yaratanın şanı ne yücedir.” Bu tercüme doğrudur. Ancak bizim yaptığımız, bazı kurraların ayetteki “sirâcen” kelimesini “sürucen” okumalarından kaynaklanan anlamı yansıtmaktır. Bu durumda ayet şöyle çevirilmiştir: “Oysa gökyüzüne burçları, takımyıldızlarını yerleştiren, oraya bir güneş/nice güneşler ve ışık saçan bir ay koyan (O Rahman) ne yücedir.” Bu okuyuş farklılıklarından kaynaklanan anlam, günümüz astronomi ilmi ile de ortaya konmaktadır ve Kur’an’ın anlam derinliğine bizleri ulaştırmaktadır.
Bizim mealin bir özeliği de Kur’an’ın dil ve üslup özelliğini dikkate almasıdır. Mesela Al-i İmran 175. ayet şöyle çevrilmektedir: “Başkası değil, işte o şeytandır kendi dostlarıyla (sizi korkutan.) o halde onlardan korkmayın sadece benden korkun, gerçekten inanıyorsanız.” Ayette kendi dostlarını korkuttuğu belirtilen şeytan, gerçek şeytan değildir. O, Ebu Süfyan’ın propagandacısı Nuaym b. Mesud El-Eşcai’dir. Kur’an onu yaptığı işlerin kötülüğü dolayısıyla şeytan olarak nitelendirmektedir. Biraz önce işaret ettiğimiz gibi, bu tür kavramlarla neyin anlatıldığı belirtilmezse okuyucu gerçekten yanıltılmış olmaktadır. Ayet anlattığı kurgu ve akış içerisinde çevirilmelidir. “O haberi getiren şeytan ruhlu kişi (sizin değil) olsa olsa kendi yandaşlarının yüreğine korku sarabilir. Siz onlardan korkmayın. Bana karşı gelmekten korkun çünkü siz iman etmiş kimselersiniz.” Burada bir fark daha ortaya çıkmaktadır. “Eğer” anlamındaki “in” edatının manası. Bu edat Kur’an’da her yerde “eğer” anlamında değildir. Bazen “iz”, yani “çünkü” anlamında kullanılmaktadır. Burada ve mesela, aynı surenin 139. ayetinde olduğu gibi. Bu ayet “gevşemeyin, hüzünlenmeyin, eğer gerçekten iman etmiş kimselerseniz üstün olan sizlersiniz.” şeklinde çevirilmektedir. Ayet şöyle tercüme edilse daha iyi anlaşılır: “Öyleyse ey müminler! (Uhudda yenildik diye) gevşemeyin, cesaretinizi yitirmeyin ve asla üzülmeyin, üstün olan sizsiniz, çünkü siz inanmış insanlarsınız.” Eğer dikkat ettiyseniz ayetler yorumlu ve olaylar dikkate alınarak tercüme edilmektedir. Bu sebeple yorumlu meal adını verdik. Çok mücmel olan ayetlerin anlamını başka türlü yansıtamazdık.
Kur’an ayetlerinin bir kısmının anlam bakımından yoğun olduğunu belirttik. Hud 11/7 ayeti bunun çok canlı bir örneğidir. Orada diğer ayetlerden yararlanarak âdeta bir metin inşasına gidilmiştir. Bu meali dikkatle okuyanlar bunun örneğine sıkça rastlayacaklardır. Kur’an-ı Kerim üslûbu gereği konuyu bir surede sadece bir kısmıyla ele almakta, başka bir surede diğer bölümüyle olayın anlatımı tamamlanmaktadır. Bu bakımdan dipnotlardaki krş. işaretine başvurularak okunursa yoğun anlamlı ayetler daha iyi anlaşılabilir.

Dipnotlarda verilen bilgiler derin bir araştırmanın ürünüdür. Hocamız büyük bilgin Mehmed Said Hatipoğlu İslamiyat Dergisi’nde (8, 2005/ s.4. 7-10) “Mealcilerimizden Beklenen” başlıklı bir makale kaleme almıştır. Bu makalesinde ve (İslamiyat 7(2004) s.15 7-12) deki diğer makalelerinde, Kur’an-ı Kerim’deki bazı hükümlerin tarihî ve mahallî olduklarını vurgulamakta ve “hususiyle günümüzde halkları Müslüman pek çok devlette bunlardan pek çoğunun hukuken tatbik edilebilme değerlerini tamamen yitirmiş oldukları da bilinen bir gerçektir. Ne var ki, mevcut Kur’an meallerinde mezkûr ayetlerin anlamlarına bu açıdan hemen hemen hiçbir aydınlatıcı bilgi eklenmediği için, yaşanan hukuki hayatı bilip duran okuyucularda istifham uyanması kaçınılmaz olmaktadır” demekte, “hırsızın elinin kesilmesi, zina suçunu işleyene yüz değnek vurulması gibi konularda Kur’an-ı Kerim’i Türkçesinden okuyan Müslümanlara, bunları hazırlayanlar herhangi bir çözüm sunmaya gitmedikleri için, fikri bir uyumsuzluk içinde bocalamak kaçınılmaz olmaktadır” demektedir. Hazırladığımız meal, hocamızın bu isteğini belli ölçülerde de olsa yerine getirmiş bulunmaktadır. Kur’an-ı Kerim’de kadınlara erkeğin yarısı kadar miras verilmesinin emir veya tavsiye edildiği bilinmektedir. Söz konusu ayetin dipnotunda Kur’an’ın neden böyle bir yola gittiği hususunda özet bir bilgi verilmiştir. Bu bilgi sanıyoruz ki istenen hususu yerine getirmektedir. (s. 77 1 nolu dipnot) Hırsızın elinin kesilmesini emreden (Maide 38) ayetin dipnotunda verilen bilgi –sayfadaki yer imkânı dikkate alındığında- yine tatminkârdır denilebilir. Osmanlı kanunnamelerinde, hırsızlık suçu işleyen için el kesme yerine para cezası uygulandığının belirtilmesi bize göre önemli bir husustur. Özellikle hukukçularımız bunların yanı sıra yine Maide 48. ayetteki 2 nolu dipnotu okumalıdırlar.
Başka bir örnek verelim: 73. Müzemmil ve 74. Müddessir surelerinin başındaki kelimeler hemen bütün mütercimlerce “Ey örtünüp bürünen peygamber!” şeklinde çevrilmiştir. Evet, kelimenin kökünde örtünmek, bürünmek anlamları vardır. Ancak bu lâfzî (literal) anlamıdır. Asıl kastedilen anlam şöyle olmalıdır: “Ey büyük bir iş yüklenen kişi!” Ve “Ey peygamberlik gömleğini giyen kişi!” neden böyle bir anlam verildiği dipnotlarda açıklanmıştır.
Son bir örnek verelim: 54. Kamer Suresinin ilk ayetini biz çok farklı bir şekilde anladık. Bizim tercümemizle, artık birtakım insanlar ayın yarılmasıyla ilgili olarak anlattıkları fantezilere son verecekler ve Kur’an’ın büyük edebî/mucizevî üslûbu karşısında saygıyla eğileceklerdir.
Burada ana hatlarıyla anlatmaya çalıştığımız ve anlatma imkânı bulamadığımız diğer özellikleriyle bu çalışma Türk mealcilik tarihinde bir ilktir, hatta bir inkılâptır. İslam dinini veya Kur’an’ı anlamak isteyen fakat söz konusu kaynaklara ulaşma imkânı olmayan okuyucu ya da araştırıcının bu meali görmesinde büyük fayda vardır. Bu meal İslam’ın doğru anlaşılması konusunda bir zihniyet değişikliğine yol açacaktır.
Her meal aslında bir yorumdur. Mütercimin inancını belli ölçüde yansıtır. Kullanılan parantezler bunun örnekleridir. Daha önce söylediğimiz gibi anlamları çok yoğun olan ve mücmel adı verilen ayetleri diğer ayetlerle açıklamak gerekir. Fakat doğru olan, inancımızı Kur’an’a yansıtmak değil, inancımızı Kur’an’ın oluşturmasını sağlamaktır.
Meseleyi bir başka ayet muvacehesinde ele alalım. Biraz önce meallerden söz ediyorken Elmalılı merhum bir yanlış yapmışsa bu hemen bütün meallerde tekrar etmiştir demiştik. Merhum âlimimiz Enam Suresinin 123. Ayetini şöyle tercüme etmektedir: “Böyle her karyede (şehirde) de mücrimlerin büyüklerini mevkide bulundurmaktayız ki orada mekr (hilekârlıklar) yapsınlar, hâlbuki bunlar mekri başkalarına değil, kendilerine yapıyorlar da farkına varmazlar.” Bu ifadeleri biraz açalım. Allah büyük günahkârları, yani sahtekârları, hırsızları, iktidara getirmektedir ki, insanlara tuzaklar kursunlar onları yoldan çıkarsın vs. diye. Bu tercüme yanlıştır. Hamdi Yazır gibi bir âlimin bu yanlışı nasıl yaptığını anlamak zordur. Asıl mesele de işte burada. Hiçbir âlim yanılmaz değildir ve hiçbir kitap yanlıştan arî değildir, Kur’an hariç. Elmalılı dâhil mütercimlerin yanlışı ayetteki “lam” harfinin her yerde nedensellik bildirdiğini zannetmelerinden ya da birçoğunun kopya etmesinden kaynaklanmaktadır. Ebussuud başta olmak üzere pek çok müfessire göre buradaki “lam” harfi nedensellik değil, sonuç bildirmektedir. Bu durumda ayeti şöyle tercüme etmek doğrudur.
Görüldüğü gibi bir harfin yanlış anlaşılması yanlış bir inancın oluşmasına neden olmaktadır. Bu ayetin yanlış tercümesinin Türk halkı arasında nasıl bir Allah inancı oluşturduğu gerçekten merak konusudur. Ama Müslümanların kitaplarıyla akıllarını çalıştırarak, bir ilişki içinde olduklarını düşünmek zor görünüyor. Oysa Kur’an daima düşünmeyi teşvik ediyor. Burada bir hadis âlimimizin şu sözünü hatırlamamak mümkün değil: “Hadislerin senedi dindir, dininizi kimden aldığınıza dikkat edin.” Şunu da açıkça ifade edelim. Biz bu mealde başarılı olduğumuza –bazı eksiklerimize rağmen- inanıyoruz. Şimdi birileri çıkıp siz kim oluyorsunuz ki Elmalılı’nın yanlışını buluyorsunuz diyebilir. Bunu biz kendimiz bulmadık. Başta Ebussuud olmak üzere birçok kaynakta gördük. Biz elbette Türkiye’nin en büyük âlimleri değiliz. Bizim başarımızın sebebi neden, niçin, nasıl, nerede gibi soruları sormamız ve aceleye getirmeden sabırla çalışmamızdır. Bazı yanlış inançlar basit meselelerden kaynaklandığı gibi bazıları da bazı ayetleri aynı konudaki diğer ayetleri dikkate almamaktan kaynaklanmaktadır. Büyük günahkârların durumunu anlatan ayetlerde “halidine fiha” ifadesi yer alır. Lâfzen tercüme ederseniz bu söz konusu günahkârların ebediyen cehennemde kalacaklarını ifade eder. Oysa bu gerçek manada bir ebediyet değil çok uzun bir süre anlamındadır. Nitekim Nebe Suresi’nin 23. ayetinde orada asırlarca kalacakları belirtilmektedir. Buradaki “asırlarca” ifadesi “ebediyen” ifadesini tahsis etmekte, kaydedilen manayı açıklamaktadır.

Türk Yurdu: Sizin yaptığınız çeviride size göre dikkat çekici ve diğerlerinden farklılık arz eden örneklerden bazılarını verebilir misiniz?

Şener, Sofuoğlu, Yıldırım: Bir önceki sorunuzu cevaplandırırken bazı örnekler vererek bu sorunuzun cevabını da belli bir ölçüde vermiş bulunuyoruz. Bununla birlikte, mealin özelliğinin daha açık bir şekilde ortaya çıkması açısından belli başlı bazı örnekler sunalım. Bakara 208. ayet genellikle şöyle tercüme edilmektedir: "Ey inananlar, hep birden barışa girin. Şeytana ayak uydurmayın. O sizin apaçık düşmanınızdır". Bize göre bu tür tercümeler, ayetin anlamını yansıtmamaktadır. Her şeyden önce burada, muhatabın kimler olduğunu göz önüne almak gerekir. Mütercimlerimiz bu ayette muhatabın müminler olduğunu varsaymakta ve barışa girin derken İslamiyet’i kastetmektedirler. Esasen bu çeviri de kendi içerisinde problemli ve muğlâktır. Oysa bizim tespitlerimize göre, ayetin muhatabı Yahudiler ve Hıristiyanlardır. Bu durumda anlam, şöyle olmalıdır: "Ey (Musa’ya ve İsa’ya) inananlar! Gelin hepiniz toptan İslam’a girin. Sakın şeytanın izinden gitmeyin…". Görüldüğü gibi, ayetin anlamı oldukça farklılık arz etmektedir. Mealimizi farklı kılan tercümelere bir başka örnek, Ankebut Suresi’nin 14. ayetidir. Bu ayette Nuh Peygamber’in 950 sene yaşadığı anlatılır. Biz ilmen biliyoruz ki, ilk insanların da yaşları bugünkü insanlarınkinden pek farklı değildi. Müfessirler Nuh Peygamber’in uzun ömürlü olmasını bir mucize olarak kabul ederler. Bizim araştırmalarımıza göre, Mezopotamya’da tufan öncesi kavimler takvim olarak bir ayı (30 gün) bir yıl kabul ediyorlardı. Tufandan sonra, bu anlayış değişmiş ve bugünkü kullanılan yıl sistemi esas alınmıştır. Ayrıca Tevrat’ta da önceki peygamberlerin çok uzun ömürlü olduklarını gösteren örnekler geçmektedir. Bugün bile, Hindistan’ın bazı bölgelerinde 30 günü 2 ay kabul eden gruplar vardır. Onlar aya bakarak ayı ikiye bölmektedirler. Bu durumda bugünkü hesaba göre Hz. Nuh’un yaşının 75 civarında olduğunu tahmin etmekteyiz. Tefsirlerde de onun 950 sene yaşayışının zikredilmesinin Hz. Peygamber’i teselli için, yani onun bu kadar uzun bir süre sıkıntılara katlandığı, kendisinin de müşriklerin işkence ve zulümlerine katlanması gerektiğini ifade için varid olduğu bildirilmektedir. Bir başka misal: Kef Suresi’nde 83 ve devamındaki ayetlerde Zülkarneyn’den söz edilmektedir. Müfessirler, Zülkarneyn’in kim olduğu konusunda çok farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Bazıları onun Büyük İskender olduğunu söylerken, bir kısmı da Oğuz Kağan olduğunu iddia etmişlerdir. Oysa Zülkarneyn’in taşımış olduğu özelliklerin tamamı ne Büyük İskender’in ne de Oğuz Kağan’da ne de diğer bazı kişilerde bulunmaktadır. Kanaatimizce Zülkarneyn’in gerçek bir şahsiyet olduğu tartışılabilir. Çünkü eski kültürlerde iki boynuzlu olmak ilahi güce sahip olmayı ifade eder. Bu durumda Zülkarneyn, Allah’ın ilahi bir güç lütfettiği temsili bir şahsiyettir. Böyle bir güce sahip olan kişinin, pek çok zor işi başarabileceğine inanılır. Kur’an bu motifi, insanları inançlı olmaya teşvik için kullanmıştır. Kur’an-ı Kerim’de "alim", "hakim", "aziz" gibi Allah’ın sıfatları bazı ayetlerin sonunda sıkça kullanılmaktadır. Mütercimler genellikle bu kelimeleri çevirirken ayetin bağlamıyla ilgisini dikkate almamakta ve "Allah her şeyi bilir", "Allah’ın her şeye gücü yeter", "Allah hakimdir" şeklinde çevirmektedirler. Bu durumda söz konusu cümleler boşlukta kalmaktadır. Hâlbuki ayetin siyak ve sibakıyla bağlantı kurulduğu zaman, bu sıfatların niçin tam da orada zikredildiği ortaya çıkmaktadır. Bakara 32. ayette Allah’ın Adem (as) ile melekleri bir sınava tabi tuttuktan sonra meleklerin cevapları "Sen münezzehsin. Öğrettiğinden başka bizim bir bilgimiz yoktur. Şüphesiz sen hem bilensin hem hakimsin" şeklinde çevrilmektedir. Bizim tercümemizde ise, "… Şüphesiz sen alimsin; her şeyi ve kime ne öğreteceğini çok iyi bilirsin. Hakimsin; her işini bir hikmete göre yapar ve sağlam hükümler koyarsın" şeklindedir. Görüldüğü gibi "alim" ve "hakim" kelimeleri ayetin bağlamına göre anlamlandırılmıştır. Al-i İmran Suresi’nin 6. ayeti şöyle tercüme edilmektedir: "Rahimlerde sizi dilediği gibi şekillendiren odur. Ondan başka ilah yoktur. O, mutlak güç ve hikmet sahibidir." Aynı sure bizim mealimizde ise şöyle tercüme edilmiştir: "Analarınızın rahimlerinde size dilediği şekli veren odur. Ondan başka Tanrı yoktur. O, azizdir; en güzel şekilde yaratma gücüne sahiptir. Hakimdir; yaptığı her işi sağlam yapar ve her işinde bir hikmet vardır". Burada da görüldüğü gibi, "aziz" ve "hakim" kelimelerine ayetin bağlamına uygun anlamlar verilmiştir. Bu husus, bütün tercüme boyunca sürüp gitmektedir. Bu mealde ayetler arasında gerekli ilişki kurulmuş ve anlam bütünlüğü sağlanmaya çalışılmıştır. Bize göre, ayetlerin derin anlamına elden geldiğince ulaşılmaya çalışılmıştır. Nisa Suresi’nin ilk ayetini örnek verelim. Ayet mütercimlerce genellikle şöyle çevrilmektedir: "Ey insanlar! Sizi bir tek nefisten yaratan, ondan eşini var eden ve ikisinden pek çok erkek ve kadın meydana getiren Rabbinize hürmetsizlikten sakının". Bize göre ise ayetin bu bölümü şöyle çevrilmelidir: "Ey insanlar! Sizi tek nefisten; aynı cevherden, aynı özden yaratan ve aynı cevher ve özden eşinizi de yaratan, erkekleri ve kadınları; insan neslini onlardan üretip yayan Allah’ın, insanoğlunun hak ve hukuku ile ilgili koyduğu hükümleri konusunda sorumlu, duyarlı, bilinçli olun". Dikkatli bir okuyucu, burada ayetin derinliğine nüfuz edildiğini görecektir. Daha başka pek çok örnek vermek mümkün ise de, bu kadarla yetinmenin uygun olacağı kanaatindeyiz.

Türk Yurdu: Bu arada bildiğiniz gibi genelde Kur’an meali yapanların belli başlı itikadî Anlayışlarını tercümelerine yansıttıklarını belirtmek gerekir. Sizin mealinizde de Bu tür bir anlayışın yansıdığı söylenebilir mi?

Şener, Sofuoğlu, Yıldırım: Evet bu önemli bir nokta. Kur’ân-ı Kerim nazım ve mana yönüyle hem mu’ciz hem de mucez bir kitaptır. Yani hem kimsenin benzerini getiremeyeceği derecede eşsiz, hem de özlü anlatım bakımından benzersizdir. Dolayısıyla Kur’ân-ı Kerim salt metin merkezli okunduğunda anlamın kapalı kalması bir yana birtakım anlam karışıklıklarının olması, hatta bunun da ötesinde Kur’an’ın genel anlayışına aykırı anlamlar çıkarılması kaçınılmazdır. Bu hususu açıklamaya çalışalım.
“O bir şeyi yaratacağı zaman ‘ol’ der, o da oluverir.” (En’âm 6/73). Kur’an-ı Kerim’de bu anlama gelen dört âyet daha mevcuttur.
Yüce Allah’ın mutlak irade ve kudrete sahip tek varlık olduğu düşünüldüğünde bu anlamda yadırganacak bir durum söz konusu olamaz. O, istediği şeyi bir anda gerçekleştirmeye elbette muktedirdir. Ancak O’nun yaratmış olduğu varlık âlemine koyduğu kurallar da bir gerçektir. Her ne kadar Kur’an’daki kullanımı sosyolojik de olsa bunun adı sünnetullah, yani varlık âleminin işleyişinde geçerli olan ilkeler örgüsü, daha yalın bir ifadeyle sebep-sonuç ilişkisidir. Allah bu kuralları koymuş deyim yerindeyse bir şekilde kendini kendi koyduğu kurallarla bağlamıştır. Bu husus bizzat Kur’an’da açıkça ifade edilmiştir. Şûrâ 42/14’te: “Eğer Rabbinin cezaları erteleme konusunda önceden verilmiş bir sözü olmasaydı (sana inanmayan müşriklerin) aralarında hemen hüküm verilir, işleri bitirilirdi” buyurulmuştur. Yûnus 10/19, Hûd 12/110, Tâhâ 20/129, Fussilet 41/45’de de aynı anlama gelen ifadeler kullanılmıştır. Bu durumda örnek olarak zikrettiğimiz âyetin anlamı şöyle verilmelidir: “O bir şeyi yaratacağı zaman ‘ol’ der o da (Allah’ın koyduğu yasalara uygun olarak belli bir süreçte) olur.” Esasen burada ikili bir zaman söz konusudur. Allah’ın ezeli bir varlık olduğu dikkate alındığında, diğer bir ifadeyle konuya Allah açısından bakıldığında bir şeyin "ol" deyince hemen oluvermesi zamanın Allah’a göre kazandığı değeri ifade eder. Daha açık bir deyişle, evrenin yaratılışı, milyarlarca yıl önce başlamıştır. Ezeli bir varlık olan Allah için bu milyarlarca yıl bir an kadar kısadır. Aynı zamana insan açısından bakıldığında bu çok uzun bir dönemi kapsar. Tercümede parantez içindeki ifade, insana göre zamanı ifade eder.
Böyle bir anlayış, insanın hayatla ilişkisi ve Allah’ın insanı sorumlu tutarak sınaması açısından daha gerçekçidir. Bunu da Matüridi anlayışıyla değerlendirdik. Metin itibariyle Kur’an’da Allah’ın dilediğini hidayete erdireceği ve dilediğini de saptıracağı anlamına gelen âyetler vardır. Böyle bir anlam insana verilen cüz’î iradeyle örtüşmemekte ve insanın Allah’a karşı sorumluluğu konusunda haklı itirazlara yol açmaktadır. Oysa Kehf 18/29’da: “De ki: Hak ve hakikatlerle dolu bu kitap Rabbinizden gelmektedir. Artık dileyen iman etsin dileyen inkâr…” buyurulmuştur. Böyle bir ifade cüz’î iradenin varlığını, inanmanın ya da inkâr etmenin kişinin özgür iradesiyle yaptığı tercihin bir sonucu olduğunu göstermektedir. Bütün kuralları koyduğu gibi hidayete ermenin ve sapıtmanın kurallarını da Allah koymuş, sonuç açısından onun kuralları gerçekleşmiştir. Ancak o sonuca giden süreç insanın özgür iradesiyle yapılan tercihle belirlenmiş ve dolayısıyla sorumluluğu da kendisi üstlenmiştir. Allah’ın bazı kalpleri mühürlemesi ve bu kimselerinin iman edememesi de aynı anlayışla izah edilebilir. Kişinin tercihini günah ve isyan yönünde kullanması sonucu kalbi katılaşmış, gerçekleri göremez hale gelmiş ve böylece o iman etme yeteneğini kaybetmiştir. O halde bu tür âyetleri: “Allah, hidayet yolunu tercih eden kimsenin hidayetini diler, sapıklığı tercih edeni ise saptırır” şeklinde anlamak daha isabetli olur.
Özetlemeye çalıştığımız bu anlayış İmam Matüridi’nin yaklaşımıdır. Bu yaklaşım Kur’an’ın genel anlayışı ve insanın yaptığı eylemlerden sorumlu tutulması açısından daha doğrudur. Aksi takdirde pek çok kelâmî sorunların çıkması kaçınılmaz olur. Nitekim tarihte bu hususlarda yoğun tartışmalar olmuştur.

Türk Yurdu: Kur’an meallerinde farklılık arz ettiği görülen bazı âyetlerde kaderci anlayışın sergilendiği görülmektedir. Bu âyetleri siz nasıl ifade ettiniz?

Şener, Sofuoğlu, Yıldırım: Bir önceki soruyu cevaplandırırken ve ayet tercümelerinden örnekler verirken bu sorunuzun cevabını da aslında vermiş bulunuyoruz. Burada önemli gördüğümüz bir meseleye temas ederek konuyu bitirelim. Biz Türkler amelde Ebu Hanife’nin, inançta ise İmam Maturidi’nin mezhebine mensup olduğumuzu tereddütsüz söyleriz. Ancak çok gariptir ki, Maturidi hakkında biz hocalar da dahil olmak üzere ciddi bir bilgiye sahip değiliz. Onun eserleri henüz tam olarak ne basılabilmiş ne de dilimize çevrilebilmiştir. Biz Maturidi’nin tefsirinin yazma nüshasından büyük ölçüde yararlandık. Bu konuda yazma kitapları çok iyi okuyan hocamız Abdülkadir Şener Bey’e büyük teşekkür borçluyuz. Biz mealin yazımını bitirdikten sonra, Şam’da Maturidi’nin Tevilat’ının yayınladığını haber aldık ve eseri hemen getirttik. Tekrar ilgili kısımları tarayarak gerekli kontrolleri yaptık. Bu eseri yayıma hazırlayan hanımefendinin çalışmasını takdirle karşıladığımızı, hatta imkân bulabildiğimiz takdirde bir teşekkür olmak üzere kendisini ülkemize davet etmek istediğimizi de söyleyelim. Aslında Maturidi’nin fikirleri ve düşünceleri onun yolundan gittiğini iddia eden Türkler arasında bile gerçek manada yayılabilmiş değildir. Biz her ne kadar inançta Maturidiyiz desek de gerçekte düşüncelerimizin Eş’ari kökenli olduğu gözlenebilir. Dolayısıyla Maturidi’nin görüşlerini yansıtan tercümemizle hakiki anlamda onun görüşlerinin yaygınlaşacağını ve söz konusu tezadın ortadan kalkacağını söyleyebiliriz.

Bütün bu açıklamalardan sonra şunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Bu meali okumadan, Kur’an’ın bazı ayetleri yanlış anlaşılabilir. Bu meal, ezberbozan bir mealdir ve taşıdığı özellikler itibariyle Türk mealcilik tarihinde bir ilk ve bir inkılâptır. Dolayısıyla dini konularda yazan ve konuşanların bu meali gözden geçirmelerinde büyük faydalar vardır. Aksi takdirde yanlışlar sürüp gidecektir. Biz bu meal ile birçok meslektaşımızın tenkidine muhatap olacağımızı biliyoruz. Bazı meslektaşlarımız halktan gelecek tenkitlerden çekindikleri için bir kısım konuları konuşmaktan veya yazmaktan kaçınmakta ve bu tür konuların daha sonraki zamanlarda yazılması gerektiğini söylemektedirler. Bizce böyle bir düşünce sakat olduğu gibi hem ilme hem de halka gerçek manada bir saygısızlıktır. Bir ilim adamı düşündüğünü yazmaz, gizlerse, ona hakiki anlamda ilim adamı denebilir mi, tartışılır. Biz iyi niyetle yapılan her türlü tenkide açığız. İlgili meslektaşlarımız yanlışlarımızı ortaya koyarlarsa bundan büyük memnuniyet duyarız. Yanlış yapmayan iki insan vardır derler. Birisi doğmayan, diğeri ölen. Yaşayan her insan elbette bir takım hatalar yapacaktır. Yanlış yapmayan yegâne varlık ise Allah’tır. Biz bütün hata ve yanlışlarımızdan onun merhamet ve şefkatine sığınıyoruz.

Türk Yurdu: Teşekkürler sayın hocalarım.
Şener, Sofuoğlu, Yıldırım: Asıl biz teşekkür ederiz.

1. sayfa (Toplam 1 sayfa) Tüm zamanlar UTC + 2 saat
Powered by phpBB © 2000, 2002, 2005, 2007 phpBB Group
http://www.phpbb.com/