Sufiforum.com

2009'da başlayan SUFİFORUM'da İslam; İslam Tasavvuf Geleneği ile ilgili her türlü güncel ya da 'eskimez' konular yer almaktadır. İçerik yenilemeleri tasavvuf.name sitesinden sürdürülmektedir. ALLAH YÂR OLSUN.

Giriş |  Kayıt




Yeni başlık gönder Başlığa cevap ver  [ 1 mesaj ] 
Yazar Mesaj
 Mesaj Başlığı: Doç. Dr. Mustafa Öztürk İle Kur'an Meali Üzerine Söyleşi
MesajGönderilme zamanı: 24.08.10, 14:30 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 25.04.09, 22:10
Mesajlar: 261
Doç. Dr. Mustafa Öztürk İle Meal Üzerine Söyleşi

Röportaj: Asım Öz


Haksöz-Haber

Mealler üzerine eleştirel çalışmalar yapmış olan Doç. Dr. Mustafa Öztürk’le Otto yayınlarından çıkan Kur’an-ı Kerim mealini ve Kur’an üzerine gerçekleştirmiş olduğu çalışmalarını konuştuk.

Otto yayınlarının ilk kitabı olan Kur’an-ı Kerim Meali (anlam ve yorum merkezli çeviri) Doç. Dr Mustafa Öztürk’ün bir çalışması. Bu çalışma benim açımdan şu açıdan önemli: Mealler üzerine eleştirel makaleler kaleme alan bir yazar tarafından yapılmış olması bakımından. Mealle ilgili bütüncül değerlendirmeler yapılabilir, eleştirel kimi yaklaşımlar olabilir. Öte yandan bu mealin eşiksözü meal önsözleri bakından da üzerinde durulmayı hak ediyor. Mustafa Öztürk’le mealini ve Kur’an çalışmalarını konuştuk.

***

Hazırlamış olduğunuz meal geçtiğimiz günlerde yayınlandı. Niçin yeni bir meal yazma gereği duydunuz, bahseder misiniz!

Mütedavil meallerin büyük bir kısmının özellikle dil ve üslup yönünden çok problemli olduğunu bilmeme ve bu durumdan ciddi şekilde rahatsızlık hissetmeme rağmen meal yazmayı hiç düşünmemiştim. Belki de çok yoğun ve yorucu bir çaba gerektirdiği için meal hazırlamaktan çekinmiştim. Ancak bundan yaklaşık beş yıl kadar önce, o zamanlar İslâmiyât-Kitâbiyât’ın mutfağında bütün işleri çekip çeviren Veli Aknar ile Sema Yavuz’un meal hazırlamam yönündeki taleplerine muhatap oldum ve bu talebin ısrara dönüşmesi üzerine meal işine soyundum. Bir tür sipariş üzerine meal işine başlasam da ortaya çıkacak ürünün “al birini vur ötekine” muamelesi görmemesi gerektiğini düşündüm. Bu düşünceden hareketle işin başında mealin bilhassa ifade ve üslup açısından açık ve anlaşılabilir olması, tercüme kokmaması gibi bazı temel hedefler belirledim ve mevcut meallerde tespit ettiğim hatalara düşmemek gerektiğinin farkındalığıyla çalışmaya başladım. Üç yıllık bir çalışmanın sonunda meal ortaya çıktı. Ancak şunu itiraf etmeliyim ki mealin son kelimesini yazdığımda neredeyse bütün gücüm tükenmişti. Meale harcadığım emekle en az beş ciltlik bir tefsir yazabileceğimi söyleyebilirim. Zihinsel olarak halen çok yorgun ve bitkinim.

Burada bir parantez açmak istiyorum. Son yıllarda artan meal yazım sürecini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Meal, her dönemde okuyucusu olan bir çalışmadır. Gözlemlediğim kadarıyla dolaşımdaki her meal az çok rağbet görüyor. Neredeyse her gün yeni bir mealin piyasaya çıkmasında bu keyfiyetin belli ölçüde etkili olduğu söylenebilir. Bunun yanında, her cemaat ve/veya dinî hareketin kendine ait bir meale sahip olma isteği de önemli bir faktör olarak kaydedilmelidir. Nitekim son yıllarda “Her cemaatin kendine ait bir meali olmalı” düşüncesinin gitgide yaygınlık kazandığı gözlemlenebilir ve birçok mealin muhtelif cemaatler tarafından sahiplenildiği rahatlıkla teşhis edilebilir. Mesela denilebilir ki Suat Yıldırım ile Ali Ünal’ın mealleri Fethullah Gülen cemaatince, Mahmut Toptaş’ın meali Milli Görüş çevresince, Yaşar Nuri Öztürk’ün meali ise Kur’an’la ilişki kurmak istedikleri halde kendi sınıfsal veya statü ayrıcalıklarına uygun bir dinî retorik arayan kesimlerce sahiplenilmiştir. Son olarak mealin çok prestijli bir yayın olduğu da belirtilmelidir.
Mealinizin alt başlığının anlam ve yorum merkezli çeviri olmasının nedeni nedir!
Kur’an çevirisi bağlamında, genellikle, biri lafzî diğeri tefsîrî olmak üzere iki tür tercüme tekniğinden söz edilir. Literatürdeki yaygın ve yerleşik tanıma göre lafzî tercümede kaynak dildeki metne nazım ve tertip yönünden birebir uygunluk şartı aranır. Yine bu tercüme tekniğinde, kaynak metindeki düz (temel) ve yan anlamların yanında biçimsel özelliklerin korunması şartı da vardır. Herhangi bir dildeki metnin bütün özellikleriyle başka bir dilde yeniden üretilmesi gibi, pratikte çok zor ve hatta imkânsız bir hedefe işaret eden lafzî tercüme, iki farklı dil arasında her açıdan eşdeğerliliğin öngörülmesi noktasında “misli misline tercüme” diye de isimlendirilebilir. Kaynak dile mutlak sadakat şartından ötürü lafzî-literal tercümede herhangi bir lisânî unsurun hedef dilde karşılıksız bırakılması, anlam takdirinde kaynak metinde somut (lafzî) karşılığı olmayan bir ilavede bulunulması gibi tasarruflara cevaz verilmez.
Müslüman âlimlere göre lafzî tercümenin Kur’an metnine tatbik imkânı yoktur. Çünkü bu tarz tercümede Kur’an nazmındaki edebî ve estetik özelliklerin yitimi bir tarafa, anlamların, özellikle dizge içindeki kelimeler ve cümlelerin birbirleriyle ilişkilerinden doğan yan anlamların (tâbî delalet) büyük ölçüde kayba uğraması, hatta çok kere anlamın anlamsızlığa dönüşmesi söz konusudur. Bir telakkiye göre tercüme faaliyeti ağzı dar bir şişeden yine ağzı çok dar olan başka bir şişeye sıvı bir maddeyi aktarmaya benzer. O maddeyi kabın dışına az çok taşırmadan aktarmak nasıl mümkün değilse, bir metni anlam kaybına uğratmadan tercüme etmek de mümkün değildir. Kur’an gibi son derece edebî bir metin söz konusu olduğunda tercümenin gerçekten çok zor bir iş olduğu gerçeğinin altını çizmek gerekir. Bilindiği gibi Kur’an aslî hüviyetiyle sözlü bir metindir. Tabiatıyla Kur’an’daki dil de yazı dili değil konuşma dilidir. Hatta denebilir ki birçok Mekkî suredeki dil adeta telgraf dili gibidir. İfade ve üslupta kelimelerin çok iktisatlı kullanılması, iletişimde artık-bildirimin neredeyse sıfırlanması bu dilin belli başlı özellikleridir. Kur’an’ın bilhassa mucez ifadelerindeki vurguları kayıpsız olarak hedef dilin yazılı ortamına taşımak kesinlikle mümkün değildir. Aynı şekilde, tâbî delalet (yan anlam) unsurlarının firesiz biçimde hedef dile aktarılması da imkân dâhilinde değildir.
Ünlü usûl âlimi Şâtıbî’ye göre tâbî delalet unsurları söz konusu olduğunda Kur’an’ı tercüme etmek şöyle dursun, sıradan bir Arapça metni dahi başka bir dile tam manasıyla aktarma imkânı yoktur. Bunun mümkün olabilmesi için, Arapça ile diğer dilin hem aslî delalet (temel anlam) hem tâbî delalet (yan anlam) açısından aynı özelliklere sahip olması gerekir. Ne var ki iki farklı dilin birebir örtüşmesi söz konusu değildir. Bu yüzden, lafzî-literal (motamot) tercümenin Kur’an metnine tatbik imkanı yoktur. Hâl böyle iken, ilginçtir, mütedavil meallerin çok büyük bir kısmı lafzî tercüme standartlarına göre hazırlanmıştır. Kur’an çevirisinde lafzî tercüme tekniğinin kullanılması, aslında gayet sarih ve kolay anlaşılır ibarelerden müteşekkil birçok ayetin hedef dilde (Türkçe’de) çok kere muğlak, müphem ve hatta bilmecemsi sözlere dönüşmesine yol açmaktadır. Merhum Hasan Basri Çantay’ın, 43.Zuhruf 61. ayetteki ve-innehû le ‘ilmün li’s-sâ’ati ibaresini, “Şüphesiz ki o, sâat(in) ilmi (kendisiyle bilinenlerden)dir.” şeklinde çevirmesi, -”hû” zamirinin kime ya da neye raci olduğu meselesini paranteze almak kaydıyla- gayet açık ve anlaşılabilir nitelikte bir Kur’an ibaresinin lafzî (motamot) tercümeyle nasıl anlaşılmaz hale getirildiğine tipik bir örnektir. Özetle, lafzî tercüme, Kur’an’ın mana ve mesajını Arapça dışında bir dile yetkin ve yeterli şekilde aktarmada kifayetsiz bir çeviri tekniğidir. Bize göre bu konuda tefsîrî tercüme hem daha kifayetli hem daha işlevseldir. Çünkü tefsîrî tercümede kaynak dildeki metnin nazım ve tertibine bağlılık şartı yoktur. Ayrıca, bu tarz tercümede temel amaç, gerektiğinde bazı izahlarla birlikte kaynak metindeki mana ve mefhumun mümkün olan en açık ve anlaşılır biçimde hedef dile aktarılmasıdır. Bu itibarla tefsirî tercüme “anlam-yorum merkezli çeviri” diye de isimlendirilebilir.

Çeviri anlayışınızın çevirinin bir dilden öteki dile basit bir aktarım işlemi olmadığını, çeviri ediminin alışılageldik şekilde dural bir süreç değil, devingen bir süreç olduğu özellikle mealinizin eşiksözünden hareketle söylenebilir mi?
Evet, söylenebilir. Doğrusu, mevcut Kur’an çevirilerindeki genel karakteristik, Ortaçağ İncil mütercimlerinin “kaynak metindeki sözcük sayısından daha fazla sayıda hedef dil sözcüğü kullanmak günahtır” şeklindeki anlayışlarını hatırlatmaktadır. Ayrıca, lafzî-literal tercüme tekniğine göre hazırlanmış Türkçe Kur’an çevirileri, çevirinin iki farklı dili iyi bilenlerin kolayca üstesinden gelebileceği bir iş olarak görme anlayışının ürünü gibi gözükmektedir. Çünkü bu anlayışın temelinde, herhangi bir metnin, yazıldığı kaynak dilden başka bir dile aktarılmasında başlıca sorunun, kaynak metnin diline hedef dilde eşdeğer bulmak olduğu kanısı yatar. Yine bu anlayışa göre çeviri, bütünüyle somut metinle sınırlı bir faaliyettir. Çeviriyi kaynak metne bağlı kalıp kalmamanın ölçüsüyle değerlendiren, başka ölçü tanımak istemeyen tutum da yine bu anlayıştan kaynaklanır. Oysa çevrilecek bir metnin somut dilbilimsel yapısının dışındaki birtakım etkenlerin anlamsal önemi göz önüne alınırsa, çevirinin sanıldığından çok daha karmaşık ve çetin bir uğraş olduğu ortaya çıkar. Evet, çeviri, belli bir dilde ifade edilmiş bir sözün anlamını başka bir dilde ona denk bir tabir ile aynen ifade etmek şeklinde tanımlanabilir. Ancak bu, dilin sadece anlam boyutunu göz önünde bulunduran bir tanımdır. Daha kapsamlı bir tanım elde etmek için, buna dilin kullanımı, deyiş özelliği ve işlevini de eklememiz gerekir. Bu hususları göz önünde bulundurarak, çeviriyi, “doğal bir dildeki ifade birimlerini anlamsal ve işlevsel eşdeğerlik sağlayarak bir başka doğal dile aktarmak” diye de tanımlamamız mümkündür. Esasen çeviriden beklenen, dil engelini ortadan kaldırmak suretiyle okurun kaynak metnin anlam dünyasıyla buluşmasını sağlamaktır. Bu açıdan bakıldığında çeviri, iki farklı dil arasında eşdeğerlilikler arama çabasından çok daha fazla bir şeydir. Daha açıkçası çeviri, bir anlama-yorumlama, anlaşılan ve yorumlanan metni başkalarının anlayabileceği biçimde aktarma etkinliğidir. Hatta çeviri, Akşit Göktürk’ün ifadesiyle bir metni anlaşılır kılma yolundaki temel yorum sürecinin özel bir biçimidir. Çeviride önemli olan, yalnız sözcükler, tümceler, sesbirimler değil bütün bir dilsel yapıdır. Bir şiir, bir öykü ya da roman çevrilirken her şeyden önce göndericisi (yazar), alıcısı (okur), içinde oluştuğu bağlamı ile bir iletişimsel yapı olarak görülmelidir. Yoksa “atomistik” dedikleri türden, tek tek dilbilimsel birimler üzerinde titizlenen, bunların her birine eşdeğerler bulmaya çalışan bir çeviri yöntemi problemlidir.
Sonuç itibariyle, çevirinin aslında bir hermenötik çaba olduğu söylenebilir. Çeviri faaliyetinin ilk ve önemli evresi, kaynak metnin dil dünyasına nüfuz etmek ve o dünyayı doğru anlayıp yorumlamaktır. İkinci evresi ise, anlaşılan-yorumlanan metni hedef dile mümkün olan en doğru ve en düzgün biçimde aktarmaktır. Kaynak dildeki metin, anlama aşamasında çevirmene iki önemli görev yükler: Metin-dışı dünyanın kodlarını çözümlemek, sonra da bu dünyayı metin-içi yapıdaki dilbilimsel kodlarla birleştirmek. Metnin dilbilimsel birimleri, metin-dışı dünyanın bütünleyici alt öğeleridir. Bu metin-dışı dünyanın kazandığı anlamlar da bağlamsal bir metin kavramının alt öğeleridir. Metnin içinde yaratıldığı kültür bağlamı anlaşılmadan, betimlemeyi amaçladığı dünya da anlaşılamaz.
Bütün bu değerlendirmeler Kur’an çevirisi platformuna taşıdığında denebilir ki metin-dışı tarihsel/kültürel bağlamı dikkate almak sağlıklı bir mealin olmazsa olmaz koşuludur. Çünkü Kur’an metnindeki içerik belli bir tarihsellikle koşulludur. Bu durum, çeviride tarihsel (otantik) anlamın yakalanması gerektiğine işaret eder. Tarihsel anlam, metinden ziyade metin-dışı büyük bağlamda saklı olduğu için, Kur’an çevirisinin bir tür tefsir (yorum) faaliyetine dönüşmesi kaçınılmazdır. Kaldı ki Kur’an mevcut hâliyle tarihsel bağlamından kopuk bir metindir ve bu kopukluk ancak yorumla giderilebilir.

Pek çok Kur’an mealinin başında Kur’an’ın özelliklerine değinirken hiçbir tercümenin Kur’an olamadığına dolayısıyla Kur’an-ı Kerim’in Türkçesinin asıl Kur’an olmadığını onun yerine konulamayacağını vurgulama gereği duyulmasının nedeni nedir?
Her şeyden önce Kur’an Arapça bir hitaptır. Arabîlik özellikle dil ve kavram düzeyinde Kur’an metnini domine eden bir keyfiyettir. Meal ise Arapça konuşup anlaşmayan ve daha da önemlisi vahyin nüzul vasatı ile kendi öznel tarihselliği arasında on beş asırlık bir bariyer bulunan bir kişinin aklî yetisi ve lisânî bilgisi ölçüsünde Kur’an’dan anladığını anadiline aktarmasıdır. Dolayısıyla, hiçbir çeviri ya da meal, Kur’an’ın anlamını tüketme veya Kur’an’daki anlamı hedef dile firesiz biçimde aksettirme vasfını haiz değildir. Bunun içindir ki Kur’an çevirileri genellikle “meal” diye isimlendirilir. Pirimiz Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır’ın kullanımından sonra adeta bir teamül hâline gelen bu isimlendirme, her mealin aslında bir tefsir (yorum) olduğunu belirtmekten ziyade Kur’an çevirisinin bir şekilde eksik ve kusurlu olduğuna işaret etmektedir. Çünkü İslam ulemasının ortak kanaatine göre Kur’an nazmının bütün lisânî hususiyetlerini Arapça dışında bir dile kayıpsız olarak aktarmak mümkün olmadığı için, ancak eksik bir aktarımdan söz edilebilir ve bu keyfiyet “meal” terimiyle ifade edilir. Meal terimi, özellikle Elmalılı tarafından Kur’an’ı tam manasıyla tercüme etmenin imkânsız olduğu düşüncesinden hareketle eksik ya da kusurlu çeviri anlamında kullanılmış olsa da, gerçekte tefsir ile tercüme arasında bir yerde bulunması hasebiyle “yorum katkılı çeviri”ye de işaret eder. Hâl böyle iken, “Meal” diye isimlendirilen Türkçe Kur’an çevirilerinin çok büyük bir kısmı lafzî-literal tercüme standartlarına göre hazırlanmıştır. Bir yandan Kur’an’ın lafzî tercümesinin imkansızlığından söz edilmesi, diğer yandan da Kur’an çevirilerinde lafzî tercümenin adeta bir teamül haline gelmesi, gerçekten ilginç bir durumdur. Söz konusu mealleri hazırlayanlar, galip ihtimalle, Allah’ın kelamına yorum katma korkusuyla Kur’an metnindeki nazım ve tertibe bağlı kalmaya özen göstermişlerdir. Ne var ki bu uğurda kendilerini epey zorlayarak Kur’an’daki her kelime ve her edatın lafzî-harfî anlamını çeviriye yansıtmaya çalışmışlar, bunun neticesinde de bir kısmı yanlış, çok önemli bir kısmı da edebî zevkten yoksun ve anlaşılması güç ifadelerle dolu metinler ortaya çıkmıştır.

Bunda Türkiye de özellikle bu modernleşme sürecinde bu tür çalışmaların olmasının etkisi nedir?
Bu sorunuzu öncekinin devamı olarak algılıyor ve “Hiçbir meal Kur’an yerine konulamaz” düşüncesine katıldığımı özellikle belirtmek istiyorum. Bana öyle geliyor ki bu isabetli düşüncenin sık sık dillendirilmesine yol açan temel unsur bu topraklardaki modernleşme tecrübesi ve Cumhuriyet ideolojisidir. Gerçi Kur’an metninin Arapça dışındaki dillere tercümesi gerek cevaz gerek imkân bakımından hep tartışmalı bir konu olmuştur. Bu tartışma bağlamında Kur’an çevirisiyle namaz kılmayı Arapça bilenler için dahi tecviz edenler olduğu gibi, Allah’ın Kur’an’ı Arapça indirmekle bütün insanları Araplaştırmayı hedeflediğini öne sürenler de olmuştur. Klasik dönemlerde tercüme konusuyla ilgili tartışma Kur’an çevirisinin namazda okunup okunamayacağı, okunduğu takdirde namazın geçerli olup olmayacağı meselesi üzerinde yoğunlaşmış ve bu mesele Hanefî fıkıh âlimlerinden Serahsî’nin el-Mebsût’u, Kâsânî’nin Bedâiu’s-Sanâî’si gibi hacimli fıkıh kitaplarında etraflıca tartışılmıştır. Osmanlı İmparatorluğu’nun inkıraz yıllarına gelindiğinde, bu dönemde özellikle milliyetçilik ideolojisinin canlanması, ulus-devlet fikrinin yaygınlık kazanması gibi siyasal içerikli faktörlere bağlı olarak Kur’an tercümesiyle ilgili tartışma İslam dünyasında yeniden canlanmıştır. Din dilini Türkçeleştirmeyi İttihat ve Terakki Partisi’nin en önemli siyasi ve kültürel hedeflerinden biri olarak gören Ziya Gökalp Türkçülüğün Esasları adlı eserinin “Dinî Türkçülük” bölümünde şunları söylemiştir: “Dinî türkçülük, din kitaplarının ve hutbelerle vaazların türkçe olması demektir. Bir millet, din kitaplarını okuyup anlamazsa, tabiidir ki, dininin hakiki mahiyetini öğrenemez. Hatiplerin, vaizlerin ne söylediklerini anlamadığı surette de ibadetlerden hiçbir zevk alamaz (…) O halde dinî hayatımıza daha büyük bir vecd ve inşirah vermek için gerek –tilavetler müstesna olmak üzere- Kur’ân-ı Kerim’in ve gerek ibadet ve ayinlerden sonra okunan bütün dualarla münacatların ve hutbelerin türkçe okunması lazım gelir” (Ziya Gökalp, Türkçülüğün Esasları, Haz.: Mehmet Kaplan, İstanbul, 1990, s. 176-177.)
Birinci Dünya ve Kurtuluş savaşlarının yaşandığı yıllarda kesintiye uğrayan tercüme tartışmaları Cumhuriyet’in kurulmasıyla birlikte yeniden başlamış ve 1924-1938 yılları arasında gerçekleştirilen bir dizi devrimle dinî alanın millîleştirilmesi projesi fiilen tamamlanmıştır. Bu proje Cumhuriyet’in ilk yıllarından bu yana özellikle siyasî kriz vasatlarında “ana dilde ibadet” gibi sözde hayırlı bir taleple birçok kez ülke gündemine de taşınmıştır. Ne var ki hemen her defasında Kur’an, namaz, niyaz gibi kavramlarla pratik yaşam düzeyinde hemen hiçbir ilişkisi bulunmayan bir zümre tarafından gündeme getirilen bu proje, gerçekte bir ulusalcı kriz projesi olduğu için, Müslüman kamu vicdanında tiksintiyle karşılanmıştır.
Diğer taraftan, Elmalılı’nın Kur’an’ı tercüme etmeyip mefhum tarzında bir meal yazdığını söylemesi ve meşhur tefsirine “Yeni Meâlli Türkçe Tefsir” adını vermesi, dönemin siyasi şartları dikkate alındığında kuşkusuz muhalif bir tavrın ifadesidir, ama aynı zamanda Kur’an’ın Arapça dışında bir dile tam anlamıyla çevrilemeyeceği inancının bir göstergesidir. Nitekim Hak Dini Kur’an Dili’nin tefsir bölümlerinde Türk dilinin gramer kurallarına uygun bir dil ve zevkli bir üslup hâkim olmasına karşın meal bölümlerinde tam tersi bir üslup kullanılması, müellifin Kur’an’ı layık olduğu güzellikte tercüme etmenin imkânsız olduğu yönündeki inancına bağlı kalarak kaynak metne sadakati ön planda tuttuğunu gösterir. Hak Dini tefsirinin yazıldığı on iki yıllık zaman aralığında (1926-1938) yoğun bir sadeleştirme faaliyetinin yürütüldüğü, bu arada Kur’an, ezan ve kâmet üzerindeki denemelerle ibadet dilinin de Türkçeleştirilmeye çalışıldığı (1932) dikkate alınırsa müellifin, Kur’an tercümesinin dinî alanı millîleştirme faaliyetlerinde malzeme olarak kullanılmasına engel olmak amacıyla Türkçe’nin gramerine aykırı bir ifade ve üslup tarzıyla çeviri yapmayı tercih ettiği söylenebilir.

Mealinizden önceki mealler içinde önemsedikleriniz hangileridir? Niçin?
Bazı açıklama notlarını sorunlu görmekle birlikte, gerek dil ve üslubunun gayet açık ve anlaşılabilir olması, gerek tercüme kokmaması, gerekse Kur’an’daki şifâhî dile özgü ifade özelliklerini hedef dile aktarmada gayet başarılı olması hasebiyle Prof. Dr. Suat Yıldırım’ın mealini önemsediğimi belirtmeliyim. Kur’an’daki dil edebî bir konuşma dili olmasına rağmen mütedavil meallerin kahir ekseriyetinde yazı dili kullanılmakta ve bu dil son derece edebî hususiyetler taşıyan Kur’an ifadelerini deyim yerindeyse tatsız tuzsuz cümlelere dönüştürmektedir.
Kur’an’ın edebî konuşma diline sadakat açısından Elmalılı’nın mealini de çok önemsiyorum. Bu arada, Suat Yıldırım’ın mealindeki birçok güzel ifadenin altında Elmalılı imzasının bulunduğunu da belirtmek istiyorum. Bu iki meal dışında Hasan Basri Çantay’ın Kur’ân-ı Hakîm ve Meâl-i Kerîm’inin de büyük bir emek mahsulü olması hasebiyle kayda değerdir. Mevlânâ Muhammed Ali’nin The Holy Qur’an isimli meal-tefsirinden intihaller, klasik müfessirlerin görüşleriyle ilgili ciddi tahrifler içermekle birlikte Muhammed Esed’in meal-tefsiri de burada zikredilmelidir. Bence bu meali zikre değer kılan en temel husus, onbinlerce, belki yüz binlerce insanın Kur’an’la buluşup tanışmasına vesile olmasıdır. Son olarak, Mustafa İslamoğlu’nun özellikle şekil ve notlandırma stili bakımından M. Esed’in “Kur’an Mesajı”nı anımsatan mealinin de ciddi bir emek mahsulü gibi gözüktüğünü, bununla birlikte meal sahibinin sık sık sükseli, secili ifadeler kullanmasının en azından benim için rahatsız edici olduğunu belirtmek isterim.

Metin ile çevirisi arasında mutlak bir eşdeğerlilik sağlanmasının mümkün olup olamayacağı çeviri kuramlarının epeyce üzerinde durduğu konulardan biridir. Kur’an çevirisi ile orijinal metin arasındaki eşdeğerlilik ilişkisini nasıl görüyorsunuz?
Kaynak dil ile hedef dil ve dolayısıyla kaynak metin ile erek metin arasında mutlak bir eşdeğerlilik sağlama iddiasında bulunmak ve bu iddiayı realize etmeye çalışmak, kanımca ham hayale yatırım yapmak gibi bir şeydir.

Muhammed Esed’ten itibaren notsuz bir Kur’an çevirisinin, noksan bir çeviri olduğu artık pek tartışılmıyor. Ali Fikri Yavuz ise Hasan Basri Çantay’ın Mealinde izahların dip notu olarak verilmesini, zaman kaybına sebep olduğu ve okuyucuyu yormakta oluşu gerekçesiyle eleştirmişti. Sizin de mealinizde ayraç içinde açıklama notları var. Dipnot/açıklama mealde niçin gereklidir! Mealinizdeki ayraçlarla alakalı olarak eleştiri aldığınız oldu mu?
Kur’an’daki anlamın lafızdan ziyade tarihte, yani metin dışı bağlamda saklı olduğunu düşünüyorum. Bu yüzden, erken dönem tefsir kaynaklarındaki dil ve rivayet malzemesine başvurmadan sağlıklı bir meal hazırlamanın imkânına hiç mi hiç inanmıyorum. Kanımca, tarihsel arka-plan bilgisi, her ayette ne denmek istendiği meselesini vuzuha kavuşturma garantisi vermese de en azından ne denmek istenmediği hususunda sağlam bir güvence temin eder. Bu yüzden, mealde Kur’an’ın nüzul vasatına ışık tutan tefsir notlarını son derece gerekli görüyorum. Ancak, Ali Fikri Yavuz’un eleştirisinin de yabana atılmaması gerektiğini düşünüyorum. Bu sebeple, ayetteki anlamı vuzuha kavuşturacak tarihsel arka-plan bilgisinin ayraç içinde meale yedirilmesini orta yol gibi görüyorum. Mealimdeki ayraçlarla ilgili olarak kayda değer bir eleştiriye henüz muhatap olmamakla birlikte, bu konudaki muhtemel eleştirilerden -ki bunlar büyük ölçüde estetik kusur eleştirisi olacaktır- ötürü mealdeki ayraçları kaldırmayı düşünmüyorum.

Meal ve Kur’an konulu yazılarınızı yazı hayatınızda önemli bir yeri olan İslamiyat dergisinde yazdınız/yazıyorsunuz. İslamiyat dergisini anlatır mısınız? Bu derginin ilginç bir öyküsü olmalı…
Ben İslâmiyât’a ve İslâmiyât çevresine sonradan katıldım. “Sonradan” kelimesi 1999 yılına tekabül ediyor. Daha önceki yıllarda Giresun İmam-Hatip Lisesi’nde öğretmen olarak görev yapan bir İslâmiyât okuruydum. Ondokuz Mayıs Üniversitesi’nde çalışmaya başlayınca İslâmî Araştırmalar ve İslâmiyât’taki yazılarını beğenerek okuduğum Prof. Dr. Ömer Özsoy’la tanışmak istedim. 1999 yılına rastlayan ilk tanışmanın ardından Ömer Hocayla aramızda sanki kırk yıllık dostluk bağı kuruldu. Derken, Ömer Hoca’nın talebi üzerine “Tefsirde Zâhir-Bâtın Düalizmi…” başlıklı bir makale yazdım ve “Tasavvuf” sayısında (Yıl: 1999) yayımlanan bu ilk makale sayesinde İslâmiyât ailesiyle de tanışmış oldum. İslâmiyât hikâyemin özeti bundan ibaret. Kuşkusuz İslâmiyât’ın doğuş hikâyesini de az çok bilmekteyim, ancak bu hikâyenin asıl kahramanlarının dilinden aktarılmasının daha otantik olacağı kanaatindeyim.

İslamiyat’tan açılmışken, sanırım orada yayımlanan mealcilik konulu bir yazınız epeyce tartışılmıştı. Bu yazıyı yazma amacınız neydi! Bu amacınıza ne kadar ulaştınız?
Evvela, bu sorunuzda “Muradınıza erdiniz mi!” gibi bir tariz sezdiğimi belirtmeliyim. Mealcilik makalesinden dolayı “tetikçilik”le itham edildiğim bile oldu. Ancak ben bu makaleyi Mealcilik fenomenini eleştirel bir gözle değerlendirmek maksadıyla kaleme aldım ve kullandığım bilgi malzemesini de şifâhî kültürden değil, Kalem Dergisi’nden tedarik ettim. Kaldı ki 80′li yılların sonlarında Mersin’de öğretmen olarak görev yaparken Kalem Dergisi’ndeki tüm yazıları bir grup arkadaşla birlikte merak ve hevesle okumuş birisiyim. Dolayısıyla mealcilik konusunda hariçten gazel okuyan biri değilim. Kur’ancılık-mealcilik tecrübesini bizzat yaşamış ve bu tecrübeyi zaman içerisinde eleştirel bir gözle değerlendirmiş bir kişi olarak, yarın bir gün bu konu üzerine yeni bir makale yazacak olsam o makalede de aynı eleştirileri sıralayacağımı belirtmek isterim.

Mealcilik konulu bu yazınızın yazım sürecinde Ercümend Özkan’ın Mealcilik konulu yazısına değinmemenizin sebebi nedir?
Merhum Ercüment Özkan’ın “Kur’an’ı Anlamanın Önündeki En Yeni Engel: Mealcilik” başlıklı yazısını okudum; ancak bu yazının içeriğinde benim bilgi ve bulgularıma ilave mahiyette bir hususa rastlamadım ve dolayısıyla makalede atıfta bulunmadım.

İslamiyat dergisinin son sayısında Muhammed Esed’in Kur’an Mesajı’nı yazarken oldukça yoğun bir biçimde yararlandığını ifade ettiğiniz Mevlânâ Muhammed Ali kimdir, mealinin belli başlı özellikleri nelerdir?
Mevlânâ Muhammed Ali, vahiy ve peygamberlik iddialarında bulunduğu bilinen Mirza Gulâm Ahmed’in (ö. 1908) kurduğu Kâdiyâniyye (Ahmediyye) hareketinin/mezhebinin Lahor kolunun lideridir. 1874′de Hindistan’ın Pencap bölgesinde Kapurthala eyaletinin Murar köyünde dünyaya gelen Mevlânâ Muhammed Ali, Batı tarzındaki okullarda öğrenim görmüştür. İngiliz dili ve hukuk alanında yüksek lisansını tamamlamış ve 1897–1899 yıllarında Lahor Oriental College’a öğretim üyesi olmuştur. Bir süre avukatlık yapmış ve bu arada Kâdiyâniliğin lideri Gulâm Ahmed’le yakınlık kurmuştur. Daha sonra Kâdiyân’a yerleşerek Gulâm Ahmed’in teşvikiyle ilmî çalışmalara başlamıştır. Gulâm Ahmed’in halifesi Hakîm Nûreddin’in 1914′te ölümü üzerine ikinci halife seçilen Mirza Beşîrüddîn, Gulâm Ahmed’in peygamberliğine inanmayanları kâfir ilan edince Mevlana Muhammed Ali bazı arkadaşlarıyla birlikte Kâdiyân’ı terk edip Lahor’a yerleşmiştir. Burada Ahmediyye Encümen-i İşâât-ı İslâm adıyla cemaatin bir şubesini açmış ve ölümüne kadar başkanlığını yapmıştır. Cemaat faaliyetlerinin büyük bir kısmı Lahor merkezli olarak yürütüldüğü için bu yeni hareketin mensuplarına Lahorî Ahmedîleri denilmiştir. 13 Ekim 1951′de Karaçi’de ölen Muhammed Ali, Kâdiyânîliğin Kâdiyân koluna sert eleştiriler yöneltmiş, Ahmedîliğin asıl amacının İslâmiyet’i yaymak olduğunu ifade etmiştir. Ayrıca, peygamberliğin Hz. Muhammed’le sona erdiğini, Gulâm Ahmed’in peygamber değil müceddit ve mehdi olduğunu söylemiştir. Diğer taraftan Muhammed Ali Hıristiyan misyonerlerin İslâm’a yönelik eleştirilerine cevap vermiş, Osmanlılar’a kayıtsız kalan Gulâm Ahmed’in ve sonraki Kâdiyânîler’in aksine Osmanlı hilafetini desteklemiştir.

Peki Muhammed Esed bu mealden en çok hangi noktalarda etkilenmiştir?
İslamiyât’ın “Gelenek(sel)cilik” konulu son sayısında yayımlanan “Muhammed Esed’in Meal-Tefsirindeki İntihaller Üzerine” başlıklı makalemin içeriğinden de anlaşılacağı gibi Muhammed Esed, daha ziyade Mevlânâ Muhammed Ali’nin kıssalar, mucizeler, gaybî entiteler gibi konularla ilgili yorumlarından etkilenmiş gözükmektedir. Mevlânâ Muhammed Ali’nin Hz. İsa, Hz. Musa ve Hz. Süleyman gibi peygamberlerin kıssalarında bahsi geçen olağanüstü hadislerle ilgili ifadeleri çoğu zaman sembolik, metaforik kabul etme ve bu kabulden hareketle geleneksel mucize telakkisini reddetme anlayışı temelde Seyyid Ahmed Han’dan mülhemdir. Dolayısıyla gerek Mevlânâ Muhammed Ali’nin, gerekse Muhammed Esed’in meal-tefsirindeki yorumların izi sürüldüğünde asıl adres Aligarh gibi gözükmektedir.

Bütün bu etkilenmelere rağmen onun Kur’an Mesajı yapıtını temel alarak onun hem ülkemiz Kur’an çeviri tarihi akışı içerisindeki öneminden ve meal açısından dönüm noktası sayılacak yaklaşımından, hem de onu okunur kılan hususlardan söz etmek istediğimizde neler söylenebilir?
Daha önce de belirttiğim gibi Muhammed Esed’in meal-tefsiri belki yüz binlerce insanın Kur’an’ın kavram ve anlam dünyasıyla tanışmasına vesile oldu. Bunun yanında “İlle de Sünnîlik” diyen birçok insan Muhammed Esed sayesinde Neo-Mutezilîlik, Neo-Selefîlik ve Hint-İslam modernizmiyle de tanıştı. Okuyucuların büyük çoğunluğu gerçekte neyle tanıştığını bilmese de, bilhassa Neo-Mutezilî ve Neo-Selefî yorumları pek beğendi. Öte yandan, Esed’in meali Kur’an’daki birçok anahtar kavramın orijinal ve otantik anlamının kavranmasına da çok büyük katkı sağladı ve eseri Türkçeye çevirenlerin becerisi bu önemli katkıya ikinci bir katkı daha sağladı.
Herhangi bir Kur’an çevirisi pek çok nedenden dolayı, sözgelimi daha baştan çevirmenin altyapısının yetersizliği, anlama ve yorum sorunları, redaksiyondaki aksamalar vs. yüzünden başarısız olabilir ve Kur’an çevirisi okuruyla beklenen iletişimi gerçekleştiremeyebilir.

Kur’an çevirilerine dönük olarak geleneksel olumsuzlayıcılık dışında Kur’an çevirisi eleştirilerinin çeviri uygulamalarının kalitesini yükseltmek için neler yapılabilir?
Her şeyden önce eleştiride iyi niyet esas olmalıdır. Yani eleştirmenin niyeti bağcı dövmek değil, üzüm yemek olmalıdır. Daha açıkçası, herhangi bir Kur’an çevirisine yönelik eleştirideki içerik salt hata ve yanlışların tadat edilmesinden ibaret olmamalı, eleştirmen neyin niçin yanlış olduğunu gerekçeli biçimde ortaya koymanın yanında doğru ya da isabetli çeviri adına bir alternatif de sunmalıdır. Sözgelimi, 3.Âl-i İmrân 54. ayette geçen ve-mekerû ve mekerallâh ibaresinin “Onlar tuzak kurdular; Allah da tuzak kurdu” şeklinde çevrilmesinin isabetsiz olduğunu söylemekle sınırlı bir eleştiri yerine, bu çevirinin Arap dilindeki müşâkele sanatını yansıtmadığı için isabetsiz olduğunu ve mezkur söz sanatının mucebince ilgili ibarenin “Onlar tuzak kurdular; Allah da tuzaklarını başlarına geçirdi” şeklinde çevrilmesi gerektiği belirtilmelidir. Bu tür bir eleştiri kültürünün Kur’an çevirilerindeki kalite düzeyinin yükselmesine ciddi katkı sağlayacağı şüphesizdir.

İlahiyat Fakültelerinde Kur’an ve çevirisi dersine yer verilmesi söz konusu mu?
İlahiyat Fakültelerinin şu anki müfredatında “Kur’an Tercümesi Teknikleri” diye bir ders var zaten. Bu ders nominal düzeyde oldukça hoş ve albenili gözükmekle birlikte öğrenciler açısından ne denli faydalı olduğu tartışmaya açıktır. Çünkü öğrencilerin kahir ekseriyetinde Arapça sorunu var. Arapçanın primitif kurallarına dahi vakıf olmayan bir öğrenci kitlesine Kur’an tercümesi teknikleri dersi vermenin ilkokul öğrencisine kötülük ve teodise konusunu anlatmaktan pek farklı olmadığı kanaatindeyim. Arapça konusundaki problemin nereden kaynaklandığı meselesi hakkında uzun uzadıya konuşulabilir; ancak bu konunun konuşulacağı yer burası değildir.

Mealiniz için yediden yetmişe herkes için diyorsunuz. Son yıllarda çocukluğun yaygın bir kabul görmesinden hareketle Batı’daki çocuk İncillerine benzer biçimde çocuklar için Kur’an meali hazırlama düşüncesi gündeme geliyor. Siz bu tartışmalara nasıl bakıyorsunuz?
Evet, mealimin hedef kitlesini “yediden yetmişe” diye belirledim. Çünkü işin başında, buluğ çağına ermiş olan ve ortalama bir zekâsı bulunan herkesin ortaya çıkacak meali kolaylıkla anlayabilecek olmasını hedefledim. Mealle ilgili değerlendirmelerden hareketle bu hedefime büyük ölçüde ulaştığımı söylemeliyim. Doğrusu, meali hazırlarken Kur’an’ın dil ve kavram dünyasına hemen hiçbir aşinalığı olmayan insanlarla empati kurmaya çalıştım ve ayetleri Türkçe’ye çevirirken kendi kendime hep, “Şayet ben Kur’an’la hiç tanışmamış bir kişi olsaydım, o zaman bu ayeti nasıl anlardım!” diye sordum. Çocuklar için Kur’an meali meselesine gelince, doğrusu benden böyle bir talepte bulunuldu. Kesin olarak “Hayır” diye karşılık verdiğim bu talebin Hıristiyan gelenekteki Çocukluk İncillerinden mülhem olup olmadığını bilemem ve fakat “Çocuklar için Kur’an Meali”nin son derece fantastik, hatta uçuk bir proje olduğunu ama aynı zamanda ticari ranta tahvil edilebilirlik bakımından çok cazip gözüktüğünü söyleyebilirim.

Bütün kitaplarınız Kur’an, Kur’an ve dil, yorum aşırı yorum kısacası Kur’an ve dil üzerine. Bu nasıl oldu?
Kitaplarımda Kur’an ve dil konusu önemli bir yer tutmakla birlikte tefsir sahasında çalışan akademisyenler arasında “Türkiye’de Dinî Hayat” (Türkiye Yazarlar Birliği Kültür ve Sanat Yıllığı [2004]), “Egemen Bir Dinî Söylem Tarzı Olarak Ataerkillik” (İslâmiyât), “Alevilerin Kur’an Tasavvuru” (İslâmiyât), “Oksidentalizm Bağlamında Afgânî-Abduh Ekolü” (Marife) gibi farklı konular üzerine yazan birkaç kişiden biri olduğumu rahatlıkla söyleyebilirim. Bununla birlikte, çalışmalarımın ağırlıklı olarak Kur’an, dil ve anlama sorunuyla ilgili olması gayet tabiidir diye düşünüyorum. Zira her şeyden önce Kur’an dilsel (lisânî) bir metin, benim uzmanlık alanım da tefsir, yani bu metnin ne dediğini ve ne demek istediğini izah ilmi.
Diğer yandan bilhassa filolog müfessirlerin, mesela bir Ferrâ’nın, bir Zemahşerî’nin Kur’an’ı anlama ve yorumlama yöntemlerini adamakıllı inceleme ve değerlendirme hususunda aşırı denebilecek bir ilgi sahibiyim. Hatta bu konuda sıkı bir gelenekçi olduğumu söyleyebilirim. Bu yüzden, yüksek lisans derslerinde, öğrencilerimi Kur’an ve tarihsellik, hermenötik gibi popüler konulara yönlendirmek yerine sözgelimi Zemahşerî’nin el-Keşşâf’ından bir surenin tefsirini okutmayı ve Kur’an, dil ve anlama sorunu gibi muhtelif meseleleri bu klasik metin üzerinden tartışmayı her zaman daha faydalı bir yöntem olarak görmüşümdür.

Kitaplarınız içinde sizin en çok beğendikleriniz hangileridir?
Kitaplarım, çocuklarım gibidir; bu yüzden, birini çok diğerini az sevdiğimi söyleyemem. Benim nazarımda her kitabımın farklı bir değeri, ayrı bir güzelliği var. Mamafih, “Kur’an ve Aşırı Yorum” adlı eserimin –ki bu eser “Tefsirde Bâtınîlik ve Bâtınî Tevil Geleneği” konulu doktora tezimin kitaplaştırılmış şeklidir- çok yoğun ve yorucu bir çalışmanın ürünü olması hasebiyle diğer eserlerim arasında bir adım öne çıktığı söylenebilir. Buna karşın okuyucu kitlesi, gerek başlıklarından gerekse içerdikleri konuların popüler olmasından ötürü daha ziyade Kur’an’ı Kendi Tarihinde Okumak, Kıssaların Dili ve Kur’an’ın Mu’tezilî Yorumu isimli eserlerime rağbet etmiş gözükmektedir.

Önümüzdeki yıllarda hangi kitapları planlıyorsunuz?
“Meal Kültürümüz” isimli bir eserim şu an yayım aşamasında. Muhtemelen birkaç ay içerisinde Ankara Okulu tarafından yayımlanacak olan bu eser, Kur’an mealleriyle ilgili bir dizi makaleden oluşmakta. Makalelerin bir kısmı Kur’an çevirilerinde yöntem sorunuyla, diğer bir kısmı ise Muhammed Esed’in meal-tefsiri ile Hayreddin Karaman ve diğer bir grup akademisyen tarafından telif edilen Kur’an Yolu isimli tefsirin eleştirisiyle ilgilidir. Şu an üzerinde çalıştığım ve bir ay içinde tamamlamayı planladığım diğer bir eser “Tefsirde Ehl-i Sünnet-Şia Polemikleri” ismini taşıyor. Ehl-i Sünnet ile Şia arasında öteden beri tartışılan Muta Nikâhı, Ehl-i Beyt, Hz. Ali ve Fatıma Mushafları, Kur’an ve Tahrif, Takiyye, Beda, Rec’at gibi konuların mukayeseli şekilde ele alındığı bu eser de muhtemelen 2009′da okuyucularla buluşacak. Bu iki eserin dışında “Şiî Tefsir Geleneği” isimli bir kitap çalışmam daha var. Profesörlük çalışması olarak yazmayı planladığım bu kitabın bir bölümü Şia’nın tefsir yöntemi bağlamında Ulûmü’l-Kur’an’la ilgili muhtelif konulardan, ikinci bölümü ise ilk dönemden bugüne değin tüm Şiî müfessirlerin ve günümüze ulaşan tefsirlerinin tanıtımından oluşacaktır.

Magnum opus ya da opus magnum olarak düşündüğüm çalışmalara gelince, bu konuda iki projem var. İlki geniş çaplı bir Kur’an Deyimleri/Terimleri Sözlüğü, ikincisi Konulu Kur’an Tefsiri. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın gündeminde Konulu Kur’an Tefsiri projesinin bulunması ve bu projeye bizi de dâhil etmesi, ister istemez bireysel düzeyde bir tefsir çalışmasını şimdilik askıya almamı gerektiriyor. “Kur’an Deyimleri Sözlüğü” çalışmasına gelince, bu çalışma da meal yorgunluğundan kurtulacağım zamanı bekliyor.

http://www.kitaphaber.net/kurani-kerim- ... z0xWdP1lfs


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
Eskiden itibaren mesajları göster:  Sırala  
Yeni başlık gönder Başlığa cevap ver  [ 1 mesaj ] 

Tüm zamanlar UTC + 2 saat


Kimler çevrimiçi

Bu forumu gezen kullanıcılar: Hiç bir kayıtlı kullanıcı yok ve 1 misafir


Bu foruma yeni başlıklar gönderemezsiniz
Bu forumdaki başlıklara cevap veremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı düzenleyemezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı silemezsiniz

Geçiş yap:  
cron
   Powered by phpBB © 2000, 2002, 2005, 2007 phpBB Group

Türkçe çeviri: phpBB Türkiye