9. Bölüm: Allah’ın Kelâmı Kur’ân
Burada Kelâm sıfatı, daha doğrusu Kelâm şânı (sıfatının aslı) söz konusu edilecektir. Kelâm (konuşma sıfatı) olmadan bir şeyi ifâde etmek düşünülemez. O hâlde bütün zâtî kemâlât ve zâtî şuûnât, önce bu Kelâm sıfatında hattâ şânında feyz yoluyla zuhur ederler. Sonra oradan ifâde âlemine gelirler.
Meselâ bir çok kemâlât (hüner) sahibi bir kişi bu hünerlerini göstermek isteyince önce onları konuşma gücü mertebesine indirir, oradan ortaya çıkarır.
O halde Allah Teâlâ’nın zâtına sâdece îtibârî olarak zâid olan şuûnât mertebesinde Kelâm’ın özel bir konumu vardır. Zât ve şuûnât mertebesinde bulunan her kemâlât, tümüyle Kelâm şânında feyz yoluyla tecellî eder. Bu şânın tüm hakîkati sâdece Kur’ân’dır.
Arapça olarak ve bilinen sıra ile mushaflarda yazılmıştır. Peygamberlere inen bütün kitaplar bu Kur’ân’ın parçalarındandır ve Kur’ân’ın bazı ibârelerinden istifâde yoluyla hazırlanmıştır.
Başlangıçtan sona kadar bütün kâinâtın yaratılması ondan (Kur’ân’dan) istifâde ile olmuştur. “Biz, bir şeyin olmasını istediğimiz zaman ona (söyleyecek) sözümüz sadece “Ol” dememizdir. Hemen oluverir” (Nahl, 16/40) âyeti, bu sözümüzü desteklemektedir.
Bu Kur’ân, bu büyük değer ile Asıl Dâiresi’ne (ilâhî âleme) dâhildir. Ona gölge olma durumu (zılliyyet) aslâ yol bulup gelmemiştir. Evliyâullahın büyüklerinden bazılarının: “Kur’ân, cem mertebesindendir” demesi, bu mânâya işâret için olmalıdır.
Hakîkat-ı Muhammedî diye ifâde edilen kâbiliyyet-i ûlâ bu Kur’ân-ı Mecîd’in gölgesidir. O hâlde o kâbiliyyet de asıl değil gölge olma yoluyla bütün zâtî kemâlâtı ve şuûnâtı ihtivâ etmektedir. Kur’ân ise asıl olma (asâlet) yoluyla bunları ihtivâ etmektedir. Bu sebeple Kur’ân, o efendiye (a.s) inmiş ve onu bu büyük nimetle imtiyâz sâhibi eylemiştir.
Nitekim Hz. Peygamber’in kendisi hakkında: “Dîninizin yarısını bu Humeyrâ’dan öğrenin” buyurduğu Hz. Âişe, Hz. Peygamber’in ahlâkı hakkında şöyle buyurmuştur: “Onun ahlâkı Kur’ân’dı”. Hz. Peygamber’in şeriatının büyüklüğünü, asâlet ve zılliyyeti buradan kıyas edip düşünmek gerekir.
Ona (a.s) tâbî olmayı, bütün mutlulukların sermâyesi olarak bilmelidir.
Mısrâ: “Bu iş bir nimettir, şimdi kime gelir?”
Bu anlatılanlar, ahlâkını Kur’ân ahlâkı yaptıkları ve Kur’ân nûruyla gözünü sürmeledikleri efrâddan bazı kişilere mahsustur. Kutub mertebesinde olanların nazarı ve düşüncesi buraya erişemez, onlar gölge mertebesinden geçemez. Bu ilimlerin ve makamların incelikleri kutublardan bazı ferdlere mahsustur.
Kutb-i irşâd ve kutb-i medârın önünde başka bir iş vardır. Onlar özel bir hizmete seçilmişlerdir. Kutbiyyet ve ferdiyyet mertebelerinin ikisini de kendisinde toplayan kişiye ne mutlu. Tıpkı Seyyidü’t-tâife Cüneyd-i Bağdâdî gibi. Ona bu ferdiyyet nisbeti Şeyh Muhammed Kassâb’dan gelmiştir, onun kalbî hâli elde etmesindeki pîri ise Serî Sakatî’dir. Cüneyd kutubluk hâlini, ferdiyyet hâlinin yanında unutarak şöyle diyor: “Halk zannediyor ki ben Serî’nin müridiyim. Oysa ben Muhammed Kassâb’ın müridiyim”.
Sözün başına ve aslına dönüp deriz ki: Kur’ân-ı Kerîm’deki mâzî (dili geçmiş) ve istikbâl (gelecek zaman) lafızları, ezelî ve ebedî bütün zamanların ondan (Kur’ân’dan) zuhûr ettiğini ifâde etmek içindir. Bazı lafızlar mâzî, bazıları şimdiki zaman, bazıları da istikbal ile alâkalıdır, ancak bu kalıplar Kur’ân’a nisbetle değildir, aksine Kur’ân’ın kapsadığı bazı zamanlarla ilgilidir.
Meselâ bir şahıs kendi başından geçen bazı olayları anlatmak için geçmiş zaman kalıbı kullanır. Bu geçmiş zaman kalıbı, o şahsın olayının zamanı ile ilgilidir, o şahsın kendisiyle ilgili değildir. O şahıs bütün zamanları kapsamaktadır.
Doğrusunu bilen ve doğru yolu ilham eden Allah Teâlâ’dır. Doğruyu doğru olarak gösteren ve doğru yola ileten Cenâb-ı Hak’tır.
Bu durumda, Kur’ân’ı tasdik eden ve hükümlerine tâbi olan kişi, bütün semâvî kitapları tasdik etmiş, bütün peygamberlerin şeriatlarının kemâlâtını ihtivâ etmiş olur.
Allah’ın bu kelâmını (Kur’ân’ı) yalanlayan kişi de bütün inmiş olan kutsal kitapları yalanlamış olur.
Bu dinin gereğini yapmamak da büyük bir mahrûmiyete sebep olur.
Şiir: “Muhammed-i Arabî her iki cihânın kaşıdır (süsüdür), Onun ayağının tozu olmayanın başına toprak serpilsin”.
***
MÜKÂŞEFÂT-I GAYBİYYE (MANEVÎ YOLCULUK)
İmâm-ı Rabbânî
Tercüme: Doç. Dr. Necdet Tosun
SUFÎ Kitap Yayınları
|