Sufiforum.com

2009'da başlayan SUFİFORUM'da İslam; İslam Tasavvuf Geleneği ile ilgili her türlü güncel ya da 'eskimez' konular yer almaktadır. İçerik yenilemeleri tasavvuf.name sitesinden sürdürülmektedir. ALLAH YÂR OLSUN.

Giriş |  Kayıt




Yeni başlık gönder Başlığa cevap ver  [ 3 mesaj ] 
Yazar Mesaj
 Mesaj Başlığı: Cumhuriyetin Fikir Babası: Ziya Gökalp Tartışılıyor...
MesajGönderilme zamanı: 26.03.12, 16:24 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı

Kayıt: 28.09.10, 13:01
Mesajlar: 166
Türkiye Cumhuriyeti’nin Fikir Babası: Ziya Gökalp


Ziya Gökalp’i incelerken Türk Ocağı ile başlamak gerekir. 12 Mart 1912′de kurulan Türk Ocağını’nın amacı şöyleydi:

“İslam kavimlerinin başlıca bir kesimi olan Türklerin milli terbiyesinin, ilmi, sosyal, ekonomik düzeyinin ilerleme ve yükselmesi ile Türk ırk ve dilinin olgunlaşmasına çalışmak.”
Cemiyetin çalışma şekli de böyle belirtiliyordu:

“Cemiyet, amacını elde etmek için Türk Ocağı adlı kulüpler açacak, dersler, konferanslar, piyesler düzenleyecek, kitap ve broşürler yayınlanacak ve okullar açmaya çalışacaktır.

Milli geliri korumak ve çoğaltmak için her Türk’ten meslek ve sanat erbabıyla görüşecek, ekonomik ve tarımsal teşvik ve uyanlarda bulunacak, bu gibi kurumların doğup yaşamasına elinden geldiğince yardım edecektir.

Ocak, amacını elde etmeye çalışırken, milli ve sosyal bir konumda kalacak, asla siyaset ile uğraşmayacak ve hiçbir zaman siyasi partilere hizmet etmeyecektir.”

Türk Ocağının kurulması tıp öğrencileri arasında büyük heyecanla karşılandı. Yusuf Akçuraoğlu’na göre, Ziya Gökalp’in Türk Ocağındaki faaliyetleri şöyleydi:

“Hamdullah Suphi, Türk gençliğinin ruhunu etkilemeye ve ocakların örgütlenmesine çalışırken, Türk milliyetçiliği fikrinin teorisini düzenlemeye, onu sistem haline getirmeye de Türk Ocağı’ndaki konferans ve sohbetleri, Türk Yurdu’ndaki makaleleri ile bilhassa Ziya Gökalp Bey çalışıyordu.”

Nitekim “Genç Kalemler” ekibi olarak Türk Yurdu’nun yazı kadrosuna katılmışlardı.

“Bu şekilde, Türkçülük fikri, gençler ve aydınlar arasında yayıldı ve yerleşti. Kendini ret ve inkar eden hava, ocağın üzerinden dağıldı. Ziya Gökalp’in değerlendirmesine göre, Doğu ve Batı kökenli akımlara takılmakta ısrar eden softalarla züppelerden başka herkes, ocağa üye yazılmış ve dost kesilmişlerdi.”

Osmanlı İmparatorluğu’nda artık partiler değil, milletler birer siyasal organizasyon halini alıyordu. Bu yüzden, Anadolu’da Mustafa Kemal Paşa’nın başkanlığında başlayan Türk milli hareketi, milli bir Türk devleti meydana getirmeyi hedef seçmişti. Türk Ocakları bu harekete katıldılar. İstanbul’da yapılan milli mitinglere öncü oldular. Batı Anadolu’daki savunma örgüleri ile ilişkide bulundular. Milliyetçi Hareket’in başı Mustafa Kemal Paşa’ya bağlılıklarını bildirdiler. İmparatorluğun son Meclis-i Mebusan’ı seçilirken ocağın belli başlı adamları Milli Türk Partisi adlı partiyle seçime katılarak birkaç mebus seçtirdiler.

İngiliz Baskıları

Ocağın çalışmalarını dikkatle izleyen İngiliz işgal kuvvetleri, 1920 yılında Türk Ocağı’nı iki defa basarak eşya ve evraklarından bir kısmının yok olmasına sebep olduğu gibi, faaliyetini de kesintiye uğrattılar. Ancak Türk Ocağı kendim korudu ve dağılmadı.

Ankara’da milli Türk devleti Türkiye Büyük Millet Meclisi hükümeti adı ile kurulduğu sıralarda. Türk Ocağı’nın merkezi de Ankara’ya yerleşti. Yeni Türk devleti “Türk milliyeti” prensiplerini kabul ediyordu. İsmet Paşa da 17 Temmuz 1917′de İsmet İnal adıyla ve 2320 numara ile Türk Ocağı’na girmiş bir ocaklı arkadaş idi.”

Türkçülük Gerçek Oldu

Yusuf Akçuraoğlu 1928′de yazdığı “Türkçülük” kitabını şu cümlelerle bitirir:

“Türkiye Cumhuriyeti’nin başta Büyük Millet Meclisi hükümeti adı ile, sonra da gerçek ismi ile kurulması, Türk milliyetçiliği açısından Türkçülük idealinin gerçekleşmesi demektir. Çoğu Türkçülerin belki hayallerinde gerçekleşeceğini ümit bile edemedikleri idealdir. Türk dahisinin gücü ile gerçek olmuş, milli Türkiye Devleti kurulmuştu.

Türk milliyetçileri dilin Türkleşmesini, hukukun Türk hukuku olmasını ve bundan dolayı kadının çağdaş Türk kanunlarına uygun bir hürriyet kazanmasını, sanatın Türkçeleşmesini, yani şiirin, müziğin, resmin vb. milli ve ileri olmasını, kısaca Türk kültürünün yabancı etkilerden kurtulup kendi benliğini bularak gelişmesini temenni ediyor ve buna ellerinden geldiği kadar çalışıyorlardı.

Fakat bugün kültürel hürriyet ve bağımsızlığın siyasal alanda tüm hürriyet ve istiklal kazanmadıkça elde edilemeyeceği Meşrutiyet deneyi ile anlaşılmıştır. Osmanlı Devletinin siyaseti, sayısız sebeplerden dolayı serbest olmadığı gibi Türk’ün kültürü de Ziya Gökalp Bey’in dediği gibi birçok kapitülasyonlarla bağlıydı. Bu kapitülasyonlara bazılarını Doğu, bazılarını Güney, bazılarını da Batı, Türk’ün boynuna takmıştı. Bütün bu ağır halkaları boyunlarına asıp, istediği gibi yürüyebilmek için Türk, hayat gücünü gösteren bir iktidar ve egemenliği kazanmak zorundaydı. Neticede, siyasette tam hürriyet ve bağımsızlık kazandı. Artık kültürel saldırıları birer birer söküp atmak yolu açılmıştı. Türk milleti, açtığı bu yoldan enerji ve başarıyla devamlı ilerledi. Kültürel hürriyet ve bağımsızlığını sınırlayan engelleri ara vermeden kaldırdı ve hâlâ kaldırmakta devam ediyor.

Türkçülük fikri, yarım asır önce birkaç kişinin kafa ve kalbinde düşünceler, duygular, ve emeller uyandıran, ara sıra dil ve kalemlerinden belirsiz ve

çekingen bir şekilde çıkan bir düşünce idi. Bu düşünce, o zamanlar ortama o kadar ters düşüyordu ki, tarafları olanları, onu açıkça yazmaktan çekmiyorlardı. Halbuki Türkçülük fikri bütün gerçek olmuştur.”

Etnik Partiler Osmanlı’yı Dağıtıverdi…

Osmanlı, “etnik partiler”in birer siyasi organizasyon halini alması ile kısa sürede dağılıverdi. Her etnik grubun, kendi siyasi organizasyonu peşinde gitmesi önce Osmanlıcılığı yıktı. Sonra İslamcılık ile Araplar, devlet bünyesinde tutulmak istendi. O da mümkün olmayınca Türkçülük’ten başka çare kalmadı.

Türkçüler, her ne kadar Fransız İhtilali’nin tesiriyle başlayan milliyetçilik hareketlerinin tesirindeyse de, asıl milliyetçilik ruhu bütün Türk aydınlarında mevcut idi.. Sadece, devletin politikası değildi.. Sonunda o da gerçekleşti.

Türkçülüğün Esasları

Türk Milliyetçiliği’ni “Türkçülüğün Esasları” başlığı altında sistem haline getiren Ziya Gökalp, Türkçülüğün babalan olarak Ahmed Vefik Paşa ve Süleyman Paşa’yı gösterir.

Rusya’da ise iki büyük Türkçü vardı. Birisi Mirza Fethali Ahundof, diğeri Gaspıralı İsmail.

Gökalp’in Atatürk hakkındaki fikri ise şöyledir:

“Evvelce, Türkiye’de Türk milletinin hiçbir mevkii yoktu. Bugün, her hak Türk’ündür. Bu topraktaki hakimiyet Türk hakimiyetidir. Siyasette, kültürde, iktisatta hep Türk Halkı hakimdir. Bu kadar kat’i ve büyük inkilabı yapan zat, Türkçülüğün en büyük adamıdır. Çünkü düşünmek ve söylemek kolaydır. Fakat, yapmak ve bilhassa muvaffakiyetle neticelendirmek çok güçtür.”

Gökalp, “Millet ne ırki, ne kavmi, ne coğrafi, ne siyasi, ne de iradi bir zümredir. Millet, lisanca, ahlakça, edebiyatça, müşterek olan, yani aynı terbiyeyi almış fertlerden mürekkep bulunan bir zümredir “der.

Irk Meselesi

Gökalp’in, “Atlarda şecere aramak lazımdır. Ancak, insanlarda ırkın sosyal hasletlere tesiri olmadığı gibi, şecere aramak doğru değildir. Bunun aksi bir yol tutarsak, memleketimizdeki münevverlerin ve mücahitlerin birçoğunu feda etmek gerekir. Bu mümkün olmadığına göre, Türk’üm diyen her ferdi Türk tanımaktan, yalnız Türklüğe hıyaneti görülenler varsa, cezalandırmaktan başka çare yoktur” görüşü, Atatürk tarafından, “Ne mutlu Türk’üm diyene” şeklinde ifade edilmiştir.

İşte Gökalp’in kurduğu sisteme göre Türçülüğün esasları:

* Türk’ün yalnız bir lisanı, bir tek kültürü vardır.
Kültürde birleşmeleri kolay olan Türkler: Oğuz Türkleri, yani Türkiye, Azerbaycan, İran, Harezm Türkmenleri’dir. Türkçülükteki yakın ülkümüz Oğuz Birliği, yahut Türkmen Birliği olmaldır. (1924 için)

* Türkçülüğün sonraki ülküsü ise Turan’dır. Turan kelimesini Türkler’den başka Moğollar’ı, Tengizler’i, Finler’i , Macarlar’ı da kapsayan bir kelime olarak almamak gerekir.

* Turan, Türkçe konuşan Yakut, Kırgız, Özbek, Kazak, Kıpçak (Tatar), Oğuz gibi Türk şubelerini kapsayan Büyük Türkistan’dır. Bütün Oğuzlar “Türk” adı ile birleşebilir. Yalnız, Kazaklar aynı kültürler vücuda getirirlerse, o zaman müşterek unvan ihtiyacı olacak, işte bu müşterek unvan Turan kelimesidir.

* Türkçülerin ülküsü Turan adı altında Oğuzlar’ı, Tatarlar’ı, Kırgızlar’ı, Özbekler’i, Yakutlar’ı, Kazaklar’ı lisanda, edebiyatta, kültürde birleştirmektir.

* Dün Türkler için bir milli devlet hayaldi, gerçek oldu. Turan da bir ülküdür. Gerçekleşecektir. Ancak, şimdilik yürürlük sahasında sadece Türkiyecilik vardır. (Cumhuriyet’in ilk yılları için) Kızıl Elma, yani Turan mazide gerçekleşmiştir. Hunlar, Gök Türkler, Oğuzlar, Kırgızlar, Kazaklar, Kor Han, Cengiz Han, Timurlenk, Turan ülküsünü gerçekleştirmedi mi? Turan, bütün Türk ilkelerinin toplamı olan bir Türk camiasından ibarettir. Osmanlı’da ise son dönemlerde idare edenler kozmopolit Osmanlı sınıfını, idare edilenler ise Türk sınıfını oluşturdu. Türk’e “Eşek Türk” denilirdi. Türkler arasında mezhep ayrılığının ortaya çıkması bile bu yüzdendir. Çünkü, Türklerin uğradığı eziyet, halk şeyhleri tarafından Ehl-i Beyt’in uğradığı eziyete benzetiliyordu.

* Sünni kalan Türkler de Osmanlı Kültürüne lakayıt kaldılar. Halk şairleri, halkın hediyeleri ile saray şairleri, sarayın “caize”si ile geçinirdi.

* Eski Türklerde “İl” demek “barış” demekti. “İlhan” ise “barış hakanı” demekti. Türk ilhanları kendilerini beynelmilel barışı sağlayan kimseler olarak görürlerdi Atilla’nın unvanı da Tanrı kut idi. Ancak Avrupalılar bu unvanı “Tanrı’nın Belası” diye tercüme ederek günah işlemişlerdir. Attila, mağlup milletler ne zaman barış istese kabul eden bir ilhan idi.

Kültür – Medeniyet

* Gökalp’e göre bir kavim kültürde yükseldikçe, siyasette de yükselerek kuvvetli bir devlet vücuda getirir. Yükselen kültürden, yükselen bir medeniyet doğar. Medeniyet de milli kültürden doğar. Daha sonra diğer milletlerden de birçok müesseseler alır. Ancak süratli bir kültür değişimi ferdi seciyeyi bozar. Medeniyet değişikliği de milli kültürü bozar.

* Kültürü kuvvetli olan milletler, medeniyet
kuvveli olan milletlere daima galip gelmiştir.

* Türkçüler tamamiyle Türk ve Müslüman kalmak kaydıyla, Batı medeniyetine girmek isterler fakat bundan önce milli kültürümüzü arayıp bularak meydana çıkarmamız gerekir. Deha, esasen halktadır.

* Akdeniz medeniyetinde, yani Sümerler’in, Hititler’in, Asurlar’ın, Fenikeliler’in medeniyetlerine Yunanlılar varis oldu. Yunan medeniyetine de Romalılar.

* Avrupalılar Batı Roma’ya, Müslüman Araplar, Doğu Roma’ya varis oldular. Acemler gibi Türkler de mantığı, felsefeyi, tabii bilimleri tıbbı ve diğerlerini Araplar’dan iktibas ettiler. Müslümanlar haremlik selamlık, çarşaf, peçe gibi adetleri Hristiyan Bizans’tan ve Müslümanlardan aldı.

Skolastik Felsefe

* Avrupa, Rönesans ve reform ile skolastik felsefeden kurtuldu. Biz ise hala skolastiğin tesiri altındayız. Doğu Avrupa’nın Ortodoks milletleri de halen skolastiğin tesirinden kurtulamadılar. Ruslar, Deli Petro zamanında Doğu medeniyetinden Batı medeniyetine geçtiler. Doğu medeniyeti, bugünkü hali ile gelişmeye engeldir.

* Avrupa medeniyetinin gelişmesi, şehirleşme ve iş bölümünün gelişmesi ile doğmuştur. Doğu’da ise şehirleşme ve iş bölümü azdır. Bunun bir örneği de ilimlerdeki iş bölümüdür. Avrupa’da her ilmin ayrı uzmanları yetişti. Doğu’da ise uzmanlaşma yoktur. Doğu’da bilim adamı, bütün ilimlerle ilgilenirdi.. (Dünya bugün yine bütün ilimlerle ilgilenen bilim adamı yetiştirenlerin elinde.)

* Batı’da siyasi kuvvetler ayrılığı yani, yasama yürütme, yargı ayrılığı benimsendi. Tanzimatçılar, Avrupa medeniyetini almaya teşebbüs etti. Ancak yeterli ilmi araştırma yapmadan, esaslı bir ülkü ve program oluşturmadan yarım-tedbirli oldular. İki medeniyeti birleştirmek istediler. İki türlü kanun, iki türlü mahkeme, iki türlü vergi, iki türlü bütçe doğdu. Medrese ile mektep ayrılığı doğdu. Yâlnız Harbiye ve Tıbbiye’de ikilik olmadı. Bunlar da milli hayatımızı kurtardılar. Yeniçerilerin askerliğiyle, hekimbaşıların doktorluğu ile kalsaydık bunu yapabilir miydik? Ancak diğer mesleklerdeki yeniçerilikler devam etti.

* Japonlar, dinlerini ve milliyetlerini muhafaza etmek şartıyla Bati medeniyetine girdiler. Bu sayede her hususta Avrupa medeniyetlerine yerleştiler. Böyle yapmakla, dinlerinden, milli kültürlerinden hiçbir şey kaybettiler mi? Asla! O halde, biz niçin tereddüt ediyoruz?

* Rumi takvim Rumlar’a aitti. Bıraktık, Miladi takvimi aldık. Aynı şey, Aristo mantığını bırakıp, Descartes-Bacon mantığını alırsak bunun dinimize ve kültürümüze ne zararı olabilir? Eski ilimleri Araplar yolu ile Bizans’tan almıştık. Terk edeceğimiz şeyler hep Bizans’tan aldığımız şeylerdir.

* Birbirine benzemeyen üç tabakamız var; Halk, medreseler, mektepliler. Bir milletin böyle üç yüzlü bir hayat yaşaması normal olabilir mi?

* Hülâsa, Türk milletindenim. İslam ümmetindenim. Batı medeniyetindenim.
Gökalp, “Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak” diye sloganlaştırdığı görüşlerini şöyle ifade etmiştir:

* “Türk milletindeniz” dediğimiz için, lisanda, edebiyatta, ahlakta, hukukta, hatta diniyatta ve felsefede Türk kültürüne, Türk zevkine, Türk vicdanına göre bir orijinallik, bir şahsilik göstermeye çalışacağız.

* “İslam ümmetindenim” dediğimiz için, namazımızda en mukaddes kitap Kur’an-ı Kerim, en mukaddes insan Hazreti Muhammed, en mukaddes mabed Kabe, en mukaddes din İslam olacaktır.

* “Batı medeniyetindeniz” dediğimiz için de, ilimde, felsefede, fende, diğer medeni sistemlerde, tam bir Avrupalı gibi hareket edeceğiz.

Türkler Köylüleşti

* Diğer kavimler, Osmanlı camiasından irfanlı, medeniyetli ve zengin bir halde ayrılırken, zavallı Türkler, ellerinde bir kırık kılıçla eski bir sabandan başka bir mirasa nail olmalıdırlar. Çünkü, “Reaya” halini almışlardı. Şimdi cemiyet ve millet haline yeniden geliyoruz. Tarih gösteriyor ki, nereye milliyet ruhu girdiyse, orada büyük bir terakki ve tekamül cereyanı doğdu. Milli vicdanı uyanmış bir ülkeye kocaman ordular yönlendirilse bile orada en küçük bir nüfuz kazanmak mümkün değildir. Amerika’nın Ermenistan’da ve Türkiye’de manda kabulüne yanaşmaması, buralardaki milli vicdanın şiddetini göstermesinden dolayıdır.

Arap ülkelerinde ise milli vicdan henüz uyanmamıştı.

* İslam aleminde, milli vicdanın gelişmesine engel olmak, Müslüman milletlerin istikbaline engel olmak demektir. Diğer islam ülkelerinde de milli vicdanı uyandırmaya ve kuvvetlendirmeye çalışmak gerekir.

* Türkiye’de yüzlerce, hatta binlerce vatan haini zuhur etti. Ancak medeni ahlakı düşük olan İngiltere’de tek bir vatan haini çıkmadı. Biz de milli birliği kuvvetlendirmek için vatani ahlakı yükseltmeliyiz. Milli kültürümüzü, bütün güzellikleriyle ne zaman ortaya çıkarırsak, vatanımızı en çok o zaman seveceğiz. Yalnız tehlike anlarında değil, barış anlarında vatan için büyük şahsi ve zümrevi ihtiraslarımızı feda edebileceğiz.

* Kıymetin birinci derecesinde milletdaşlarımızı, ikinci derecesinde ümmetdaşlarımızı, üçüncü derecesinde medeniyetdaşlarımızı, dördüncü derecesinde bütün insanları görmemiz ve onları derecelerine göre sevmemiz lazım gelir.

* Milli birliği kuvvetlendirmek için vatani ve medeni ahlaklardan sonra, bir de mesleki ahlakı yükseltmek gerekir. Bu milli hürriyet ve istiklalin temelidir.

* Milli müzeleri, Etnografya müzelerini, milli arşivleri, milli tarih kütüphanelerini, geliştirmeliyiz.

* Türkçülük, kozmopolitlikle uzlaşamaz. Hiçbir Türkçü kozmopolit olamaz. Hiçbir kozmopolit de Türkçü olamaz. Fakat, her Türkçü, aynı zamanda beynelmineliyetçidir. Çünkü hem milli hem de beynelmilel olarak iki sosyal hayat yaşamaktayız.

Bizde Fransızlara, İngilizlere, Almanlara, Ruslara, İtalyanlara ait güzellikler ancak egzotik güzellikler olabilir. Bu güzellikleri sevmekle beraber hiçbir zaman gönlümüzü onlara vermeyeceğiz. Hiç birinin kültürünü taklit etmemize imkan yoktur. Bütün , kültürüne kıymet veririz ve hürmet ederiz. Türkçülük; bütün aşkıyla yalnız kendi orijinal kültürüne meftundur. Ancak şoven ve mutaasıp da değildir.

Gökalp’in Hazırladığı Türkçülüğün Programı

* Lisanda Türkçülük yapacağız. Milli lisanımız İstanbul Türkçesidir. Türkçesi bulunan ve hiçbir özel anlamı olmayan kelimeleri artık lisanımızdan atmalıyız. Ancak, lisanımızda olmayan kelimeler için buna gerek yoktur. Halkın kullandığı dil, Tükçenin temeli olmalıdır.

* Herhangi bir lisanın mükemmeliyeti, her kelimesinin yalnız bir anlama, her anlamın da yalnız bir kelimeye malik olması ile vücuda gelir. Yapmamız gereken budur. Bir milletin kamusuna girmiş kelimeler, artık o milletin milli lisanına mal olmuştur. Eski Türkçe kelimeleri diriltmeye gerek yoktur. Ancak, Arapça ve Acemce kaideler kaldırılmalıdır.

Edebiyatta; şiirde, vezinde, müzikte, diğer sanatlarda Türkçülük şarttır.

* Türkler ahlakta birinci millettir. Vatani ahlakı, mesleki ahlakı, aile ahlakını, medeni ahlakı, beynelmilel ahlakı kuvvetlendirmeliyiz.

* Hukukta da Türkçüyüz. Teokraside kanunları halifeler ve sultanlar yapar. Klerikalizmde ise, kendilerini Allah’ın tercümanı yerine koyan ruhaniler, yani bir ruhban sınıfı tefsir yapar. (İslam’da ruhbanlık yoktur)

* Halbuki, milletin bütün fertleri birbirine eşittir. Özel imtiyazlara malik, hiçbir fert, hiçbir aile, hiçbir sınıf mevcut olamaz.

* Kanunlarımızda eşitliğe, hürriyete ve adalete aykırı ne kadar kaide varsa hepsine son vermek lazımdır.
Dinde Türkçülük, din kitaplarının ve hutbelerde vaazların Türkçe olması demektir. Bir millet, dini kitaplarını okuyup anlayamazsa, tabiidir ki, dinin hakiki mahiyetini anlayamaz. Anlamadığı için de ibadetlerden dini bir zevk alamaz. İbadetten alınacak vecd, ancak okunan duaların tamamıyla anlaşılmasına bağlıdır.

* İktisatta siyasette, felsefede Türkçülük şarttır.

* Türkçülük siyasi bir parti değildir: ilmi, felsefi bedii bir okuldur. Bu sebepledir ki, Türkçülük, şimdiye kadar bir parti şeklinde siyasi mücadele meydanına atılmadı. Ancak, Türkçülük, büsbütün siyasi ülkücülere de tarafsız kalamaz. Çünkü, Türk kültürü, siyasi ülkülere de sahiptir. Bu yüzden, Halk Fırkasının (Cumhuriyet Halk Partisi’nin) esasları Türkçülük esaslarıdır. Devletimize “Türkiye”, halkımıza “Türk Milleti”, adlarım bu fırka verdi. Müdafa-i Hukuk Cemiyeti Türkçülüğün siyasi programını tatbik etti. Bütün Türkçüler İstiklal Savaşın’da vatanın müdafileri oldu.

* Türkiye’de Allah’ın kılıca halkçıların pençesinde ve Allah’ın Türkçülerin elinde idi. Türk vatanı tehlikeye düşünce, bu kılıçla bu kalem birleşti. Bu evlilikten bir cemiyet doğdu ki adı Türk milletidir.

* Her Türkçü, siyaset sahasında halkçı kalacaktır. Siyasette mesleğimiz halkçılık; kültürde mesleğimiz Türkçülüktür.

* İlim beynelmileldir. İlimde Türkçülük olmaz. Fakat, felsefede Türkçüyüz. Türklerde yüksek felsefe gelişmemiş olmakla beraber, halk felsefesi yüksektir. İşte felsefi Türkçülük, bu milli felsefeyi arayıp meydana çıkarmaktır. Bu arada Gökalp’in “Kültür millidir medeniyet evrenseldir” görüşünü de belirtmeliyiz.

Kısaca, Gökalp’in çizdiği “Türkçülüğün Esasları” böyledir.


Atatürk’ün Türkçülüğü:

“Cenneti Gören Uhut Şehitleri Gibi Türk Birliğini Görüyorum.”

Türkiye Cumhuriyeti’nin icra plânında kurucusu Mustafa Kemal Atatürk, fikir plânında kurucusu Ziya Gökalp’tir. Atatürk de, bu durumu, “Vücudumun babası Ali Rıza Efendi, fikrilerimin babası Ziya Gökalp’tir.” diye izah etmiştir.


Gökalp’in programı “İstiklal Savaşı”ndan sonra Mustafa Kemal’in programı oldu. Hatta, bazı konularda Mustafa Kemal, Gökalp’i geride bıraktı. “Bir Türk dünyaya bedeldir” diyen Atatürk. Türk ırkını üstün tutuyordu. Türk ırkının damarlarında “asil kan” dolaşıyordu. “Muhterem milletime şunu tavsiye ederim ki, başına geçireceği insanların kanındaki asli cevheri tayin etmekten bir an uzak olmasın” sözleri Atatürk’e aitti.

Söylevlerinde hep milletleşmekten bahsediyordu. “Bir ulusun inkılabını, hazır elbise gibi giyme teşebbüsü, onu tatbik eden milletler için fena neticeler doğurmuştur” diyordu.

Mahmut Esat Bozkurt’a verdiği “Türk inkılabı Tarihi Enstitüsü” derslerinde “Türk ihtilali, öz Türkler’in elinde kalmalıdır” diyordu.

İsmet Paşa da Ankara Hukuk Fakültesi’nde 20.11.1932 günü yaptığı konuşmada, “bu memleket Türkiye’nindir Burada yaşayanlar Türk’türler. Türk vatanperverliği ve Türk milliyetçiliği bu memleketin idaresinde mukadderatında müessir ve hakimdir” diyordu.

İstiklal Marşı’nda: “Kahraman ırkıma bir gül! Ne bu şiddet bu celal” ve “Ebediyen sana yok, ırkıma yok izmihlal” ifadesi, onuncu yıl marşında: “Türk’üz, bütün başlardan üstün olan başlarız”, Harbiye Marşı’nda; “Yıldırımlar yaratan bir ırkın ahfadıyız”, Yedek Subay Marşı’nda; “Türklüğün öz cevheri taşar temiz kandan”, Kuleli Marşı’nda; “Hayat umar vatan tatlı sesinden, miras kalan asil kanla ceddinden”, Piyade Marşı’nda; “Alnımda ırkımın hilali” sözleri Atatürk Türkiyesi’nin eserleridir.

Askeri okullara alınacak öğrencilerin öz Türk ırkından olmaları şartı 1944 yılına kadar devam etti. Dil-Tarih Coğrafya Fakültesindeki antropolojik incelemeler, kafa tası ile ilgili araştırmalar bu maksatla yapılmıştı.

Atatürk, Cumhuriyetin ilk yıllarında, 1927′de ırk farkı gözetmeksizin cihangirane devlet kurma hırslarının zararlarından bahsetmektedir. Panislamizm ve panturanizme karşı çıkmaktadır ancak, Mahmut Esat Bozkurt’a 1937′de yazdırdığı kitabın 191′inci sayfasında şu cümlelere yer verilmiştir:

“Şu ciheti tebarüz ettirmeliyim ki; ben komünist değilim. Türk milliyetçisiyim. Böyle doğdum, böyle öleceğim. Türk Birliği’nin bir gün hakikat olacağına inancım vardır. Ben görmesem bile, gözlerimi dünyaya onun rüyaları içinde kapayacağım. Tıpkı Uhud’da şehit olurken, baş ucunda bulunanlara demiş ki, (Gidiniz, Peygamberinize deyin ki, onun şehitlerle müjdelediği cennetleri görüyorum ve şimdi oraya gitmek üzereyim.) Said, Müslümanlığa bu kadar inanmıştı. Ben de Türk Birliği’ne bundan fazla inanıyorum. Onu görüyorum, yarının tarihi, yeni fasıllarını Türk birliği ile açacaktır. Dünya, sükununu bu fasıllar içinde bulacaktır. Kaşgarlı Mahmut’un dediği gibi, “Tanrı, Türk’ü, insanlık şerlerinden, şakilerden kurtulsun diye yarattı” (Prof Dr. Hikmet TANYU)

Mahmut Esat Bozkurt, “Atatürk İhtilali” adlı eserinde tamamen ikinci elden, Atatürk’ün emriyle, Atatürk’ün görüşlerini seslendirmişti. Atatürk, bu kitabın, okullarda “İnkılap Tarihi Dersleri” adı altında okutulmasını emretmiştir.

Gökalp’in Turancılığı

Teori ile uygulama farklıdır ve farklı olmak zorundadır. Atatürk’ün sözleriyle Turancılığa karşı çıkıyor, ama eğitim-öğretimde Türk çocuklarına Oğuz Kağan destanın, Ergenekon destanının ve benzeri Türk destan motiflerinin gösterilmesini istiyordu. Lise tarih kitaplarında ise, bütün Türk cumhuriyetlerinin tarihine geniş olarak yer verdiriyor ve dünyada o tarihte 100 milyonun üzerinde Türk yaşadığını Türk çocuklarının beynine nakşetmek istiyordu. Türk destanları, bugün ilkokul kitaplarından kaldırılmıştır. Turan ülkeleri ile ilgili bilgiler de 1944′te İsmet İnönü’nün talimatıyla kitaplardan çıkarılmıştır. 1990′a kadar Türkiye’de bu sayede komünistler veya hızlı Batıcılar tarafından, Türkistan’daki Türkler için “Onlar zaten Türklük’ten çıkmıştır” propagandaları yapılmış ve maalesef taban bulmuştur. Türkiye’de halkın uyanması için Sovyetler Birliği’nin dağılması gerekmiştir.

Ziya Gökalp’in Turancılığı ise şu şekildeydi:

“İstanbul dilinin milli dil kabul edilmesi ve Avrupa medeniyeti içinde bir Türk kültürü mevcut olmalı.
Vatan ne Türkiye’dir, Türkler’e ne de Türkistan; Vatan büyük ve müebbed bir ülkedir; Turan!
Turan, Türkler’in bütününü içine alan ve Türkler’den başkalarını dışta bırakan mefkurevi vatandır.
Turan, Türkler’in oturduğu Türkçe’nin konuşulduğu bütün ülkelerin toplamıdır.”
Gökalp’de, Atatürk de Turancı doğdular, Turancı yaşadılar, Turancı öldüler. Ama, Atatürk’ün uyguladığı politikalardaki çelişkileri de izah etmek gerekir.

Çelişkinin Kaynağı

Çelişki, Atatürk’ün hedefinde değil, uygulamalarında var gibi görünür. Ancak bu çelişkileri, bir devlet kurmak için bütün varlığını ortaya koyan Atatürk’ün “Politik deha”sı ile izah etmek mümkündür.

İsmet Bozdağ, “Peki Atatürk neden, İnönü’yü ortadan kaldırmak istesin?” sorusuna şu yorumu getirmiştir:

“İsmet Paşa tam bir Batıcı idi. Atatürk ise milli idi. Milli kültürün korunmasını ve geliştirilmesini istiyordu. Kendisinden sonra devletin başına geçecek kişinin İsmet Paşa olduğunu tahmin ettiğinden, bunu devletin ve milletin geleceği açısından tehlikeli buluyordu. Benim görebildiğim sebep budur.”

Atatürk’ün İnönü’yü “Benden sonra kimse, benim tarihi konumuma ulaşamasın” kıskançlığı ile ortadan kaldırmak istemiş olması ise mümkün değildir. Atatürk’ün ölümünden önce mason localarını da kapattırdığını bu tabloya eklemek gerekir.

Ve bir de İnönü döneminin uygulamalarını. Lozan’da verildiği iddia edilen tavizleri.

Peki neydi Lozan’daki taviz?
Bu taviz, milletin yaşaması için hayatı değiştirmeyi, yani Batı’nın bir parçası olmayı kabuldür. Bu taviz, “Hıristiyan anlayışında olur gibi görünmek” şeklinde uygulanmıştır.

Laiklik uygulamasının “İslam düşmanlığı” şeklinde dönüştürülmek istenmesinin sebebi budur.

Bu şekilde, Türkiye’nin Lozan’da elde ettiği Misak-ı Milli sınırlarının önemli kısmının Avrupa devletleri tarafından tanınması, Türk Milletini yeni bir savaşa, yok olmaya sürüklemeden, zamanla güçlenmesini sağlayacaktır.

Amerika’ya verdiği taviz ise, daha önce Almanlara verilen 2000 kilometrelik Bağdat demiryolu çevresinde bulunan 20′şer kilometrelik şeritteki bütün madenlerin ABD işletmesine verilmesi, ayrıca yurdun çeşitli bölgelerindeki önemli maden rezervlerin işletme hakkının da sadece ABD’ye tanınmasıdır.

Ancak, Atatürk’ün komünist partisi kurdurarak “komünist oluyoruz. Bolşevik oluyoruz” görüntüsü ile Rus desteği sağlanması, ABD’ye karşı Sovyet dengesini kurması üzerine, ABD’ye verilen taviz derhal rafa kaldırılmıştır.

ABD’nin Lozan’ı tanımaması, bugün bile Sevr’i gündeme sokmaya çalışması bu yüzdendir.
Demek ki, Lozan ve sonrasına uygulanan politika doğrudur. Netice vermiştir. 1993 şartlarında her şeye rağmen , “Güçlü bir Türkiye” ortaya çıkmıştır.

Atatürk, kesin bir Batılılaşma hiç istememiştir. Bir taraftan “Bolşevikleşiyoruz” görüntüsü ile Rusya’nın diğer taraftan “Batılılaşıyoruz, Hristiyan anlayışını yerleştiriyoruz” görüntüsü ile Avrupa’nın desteğini sağlamıştır. ABD’yi ise saf dışı bırakmıştır.

Atatürk hepsiyle dama taşı gibi; satranç piyonu gibi oynamıştır. Ve oynaması gerekiyordu. Ve hepsini mat ettiği gibi, Avrupa’yı da, Rusya’yı da, ABD’yi de mat etmiştir.

Federasyoncuların, Osmanlı görünümlü azınlık ırkçıların, adem-i merkeziyetçilerin, bölücülerin ve bunlara alet olan Türk gençlerinin, hatta yıllarca “Ülkücü saflar” da yer almış ve sonra “İslam’da kavmiyetçilik yoktur” diye bu safları terk etmiş Türk milliyetçisi gençlerin anlamadığı politikalar işte bunlardır.

Kur’anı Türkçe hikmetlerle anlatan Ahmet Yesevi Türk Milliyetçiliği yapmadı mı? Şeyh Nakşibendi, Hacı Bektaş-ı Veli, Hacı Bayram-ı Veli, Türk Milliyetçiliği yapmadı mı? Alparslan’lar, Kılıçarslan’lar, Osman Gazi’ler, Fatih’ler, Yavuz’lar, Kanuni’ler, Türk Milliyetçiliği yapmadılar mı? Onlar ne kadar milliyetçi ise biz de o kadar milliyetçiyiz. Onlar ne kadar ümmetçi ise biz de o kadar ümmetçiyiz. Onlar ne kadar “ilimci” ise biz daha fazla “ilimci”yiz. Ama medeniyet, insanlığın ortak malıdır. Doğu Medeniyeti-Batı Medeniyeti yoktur. Bir tek medeniyet vardır. O da insanlığın ortak medeniyetidir. O halde, Gökalp’in “Batı medeniyetindenim” de böyle algılamamız gerekir.
Yani “ilim, müminin yitik malıdır” nerede olsa aranmalıdır.

Medeniyet denilen tek dişi kalmış canavarı veya azı dişleri çıkmamış canavarı değil, biz gerçek medeniyetin kaynağı “bilgi”yi aramalıyız. Bunun için tek çıkar yol ilimdir.

Simdi, Atatürk döneminin ve öncesinin çelişkilerine bakalım.

Cumhuriyet İdeolojisi

Cumhuriyet ideolojisinin çelişkilerini, Hayati Tüfekçioğlu, Atatürk’ün çıkardığı Hakimiyeti Milliye gazetesinin Aralık 1928-31-Aralık 1929 tarihleri arasındaki sayılarını inceleyerek ortaya koymuştur.

İşte Tüfekçioğlu’nun vardığı sonuçlar:

Osmanlı’nın yıkılış şartları içinde oluşan yeni Türk devleti, çıkarlarını dünya egemenliğini tartışmasız şekilde ele geçiren Batı’nın genel siyaseti içinde aramaktadır.

Türk tarihinde yeni bir dönemin başlangıcı olan Batılılaşma tercihi geleneksel kimliğin yerine yeni bir kimlik oluşturulması sorununu da gündeme getirmiştir.

Osmanlı’nın yıkılmasından sonra o günün şartlarında geçerliliğini yitirmiş bulunan geleneksel Doğu siyasetiyle birlikte eski kimlik de tamamen tasfiye edilmektedir. Ve yoğun bir Osmanlı eleştirisi ile birlikte Osmanlı’yı tanımlayan her şeyi kötü kabul edilmekte, yeni kimlik tamamen bir Osmanlı eleştirisi üzerine kurulmaktadır.

Yeni kimliğimizin oluşmasına yön veren kişi Ziya Gökalp olmuştur. Osmanlı İmparatorluğu’na çıkış yolları arayan İttihat ve Terakki partisinin ideologu sayılan Gökalp, imparatorluğun yıkılışından sonra, genç Türkiye Cumhuriyeti’nin ideolojik temellerinin oluşmasındaki büyük katkısıyla aslında Cumhuriye’tin ideologu sayılabilecek bir düşünürümüzdür.

Yurdumuzda, sosyolojinin öncülerinden olan Ziya Gökalp, sorunlarımıza sosyoloji bilimi çerçevesinde çözüm yolları aramıştır. Batı medeniyeti potası içinde Türkçülük ile yeni kimliğimizi oluşturmaktadır.

Ziya Gökalp’in Türkçülük siyaseti, tamamıyla Türk ve Müslüman kalmak şartıyla Garp medeniyetine tam ve kati bir surette girmeyi gerektirmektedir. Fakat Garp medeniyetine girmeden evvel milli harsımız aranıp bulunacak, milli harsımız meydana çıkacaktır. Milli harsın aranacağı yer ise “köy”dür. Böylece köycülük çalışmaları bu zemin üzerine temellendirilecektir.

Ziya Gökalp, sorunu kültür ve medeniyet kavramalarının uygulandığı bir formülle izah etmektedir.
Gökalp’e göre’ medeniyet milletlerarası olduğu halde, kültür millidir. Medeniyet bir ulustan başka bir ulaşa geçer, kültür geçmez. Buna bağlı olarak bir ulus kültürünü değiştirmeden başka bir medeniyet alanına girebilir ve kimliğini koruyarak yaşayabilir. İşte Türk milleti de yıkılan Osmanlı medeniyeti yerine, kendi kültürünü koruyarak Batı medeniyetine girecektir. Türkiye, Doğu uygarlık alanadır.

Sorunların temel sebebi burada bulunmaktadır. Burada. kültür medeniyet ayrımı konuya açıklık getirmektedir.

Değiştirilmesi gereken sadece medeniyettir. Kültürümüz korunacaktır. Uygarlık değişimi de basit bir teknik sorundur. Uygarlığın uluslararası niteliği Batı uygarlığını bizim de rahatlıkla benimsememize izin verecektir.

Böylece yeni Cumhuriyet’in ideolojik temellerini oluşturan batılcılık, Ziya Gökalp’in kültür medeniyet ayrımının uygulandığı bir formüle hiçbir sakıncası bulunmayan teknik bir konu olarak benimsetilmek istenecektir.

Durkheim sosyolojisinden yola çıkarak, milli bir sosyolojiden söz etmesi çelişkili bir durum olarak da görülen Ziya Gökalp’in, kültür uygarlık ayrımı eleştirilere uğramıştır. Emre Kongar, “Gökalp’in en zayıf kaldığı konu hars ve medeniyet ayrımıdır” demekte ve kültürde medeniyetin belli maddi araçlarla manevi değerler arasında çok yoğun etkileşim bulunduğunu, bir toplumun başka bir toplumdan yalnızca din, ya da yalnızca teknik alamayacağını, etkileşim başlayınca bunun günlük hayatın tüm alanlarını kapsayacağını söylemektedir: “Gökalp’in Batı uygarlığının bilimini, tekniğini, aklını alıp öteki alanlarını ulusal kültürünü özgün öğeleriyle doldurma önerisi mümkün değildir. Kaldı ki kültür ve medeniyet kavramları, Bati tarafından ve Batı siyasetine yarar amacıyla geliştirilmiş kavramlardır. Halbuki, “kendi toplumumuzun düzen ve arayışlarına kendi bakış açımızdan kaynaklanan, güçlükleri çözmede geçerli ele alış biçimlerine ulaşabilen” bir sosyoloji anlayışıyla kendi tarihimize de dayanmak şartıyla ulaşmak “hiç değilse dünü ile batılı olmayan toplumumuz için” geçerli olacaktır.”

Gökalp’in Kültür-uygarlık ayrımının getirdiği bakış açısıyla Türk kültürünün Osmanlı’dan farklı gösterilen Anadolu köylüsü vasıtasıyla korunduğu ve sürdürüldüğü öne sürülmekte ve yeni devlette bir köylücülük akımı başlamaktadır.

Anadolu Köylüsüne, Klasik Batı Müziği Konserleri

Köylerden, masallar, ata sözleri derlenmekte, buralardan toplanan numuneler için Ankara’da Etnografya Müzesi kurulmaktadır. Fakat bunun yanında yeni ve Batılı bir hayat şekli sunulmaktadır. Ankara’da Batı’nın yalnız ilim , tekniği alınacak denmektedir, ama günlük hayatta Batı’dan alınanların bütün yaşantıyı kuşattığı görülmektedir. Danslar, balolar, garden partiler, maskeli balolarla oluşturulan yeni şekli, Batılı olmanın bir göstergesi olarak sunulmaktadır. Kıyafet, müzik, her şey Batı’nın ki gibi olmaktadır. Köyden alınanlar ise Etnografya Müzesi’ne kaldırılmaktadır. Ortaya konulan tezle, yaşayanların aynı olmadığı dikkat çekmektedir. Bir yandan milli kültürümüzün kaynağı olarak köy gösterilmekte, diğer yandan düzenlenen turnelerle Anadolu köylüsüne Klasik Batı Müziği.

Görüldüğü gibi yeni kimliğin oluşturulma çabalarının Hakimiyet-i Milliye gazetesine yansıyış şeklinin gerisinde Ziya Gökalp’in fikirleri yatmaktadır.

Gökalp’i değerlendirirken, yıkılan bir imparatorluğu ve bu şartlar içinde kurulan yeni devleti de göz önünde tutmak gerekmektedir. Gökalp, sorunlara zamanın şartlan içinde çözüm bulmak isteyen bir düşünürdür.

Ziya Gökalp, Türk sosyolojisinin öncülerindendir. Sosyoloji bilimi de yeni Türkiye’nin kuruluşunda önemli görevler üstlenmiştir. Sosyoloji, Türkiye’nin Batılılaşma girişimleri sırasında yeni bir kimlik oluşturma çabalarına yol göstericilik yapmıştır. İlk günlerinde siyasi tartışmalara yön verebilecek bir etkinliği elinde tutmuştur.

Bu çalışmadan yurdumuzda sosyoloji biliminin kendisi hakkında da sonuç çıkarmak mümkündür. Cumhuriyet rejimiyle sosyoloji ilişkilerinin çok içice bir yapıya sahip olduğu görülmektedir. Rejimin tasarıyla, sosyoloji çalışmaları adeta örtüşmektedir. Böylece sosyoloji tarihimize bir başka açıdan
bakıldığında ilgi çekici sonuçlar çıkabileceği görülmektedir.

Ancak Türkiye, seçimlerini tartışmaya yer vermeyecek biçimde gerçekleştirince, yurdumuzda sosyoloji bir anda işlevini yitirmiştir. Görevi tamamlayan sosyoloji adeta bir yurttaşlık bilgisi olarak liselerimizde okutulur hale gelmiştir. Türkiye’de, sosyoloji çalışmaları ise artık üniversitelerde sınırlı kalmıştır. (Hayati TÜFEKÇİOĞLU)

Görüldüğü gibi, Ziya Gökalp’in Kültür-Medeniyet çelişkisi, Durkheim sosyolojisinden kaynaklanmaktadır. Bu çelişki, Atatürk dönemine de kısmen yansımıştır. Bilhassa İsmet Paşa, “İslam kaldıkça, bağımsızlığımız tehlikededir” görüşünde olduğu için, Batı kültürünü medeniyetle birlikte aynen alıp uygulamayı öngörmüştür. İşte bu çelişkiler günümüze kadar varlığını sürdürmüş, Türk dünyasının ortaya çıkması bile, Devlete ve sosyolojinin görevini üstlenen medyaya gerçekleri tam anlamıyla göstermiştir.

Türkiye, yeniden vatan topraklarının peşkeş çekildiği etnik kökene ve dine-mezhebe dayalı partilerin kurulduğu, Prens Sabahaddin’in öngördüğü adem-i merkeziyetçiliği, federasyonculuk şeklinde hortladığı, ekonomi ve medya dünyasını oluşturan insanlarımızın da, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş felsefesine aykırı bu harekeden maddi ve manevi olarak desteklediği günlere geri dönmüştür. Öyle ki, Fener Rum Patriği bile, artık Ege’de, Karadeniz’de cirit atarak Papaz Piyer Lermit gibi dolaşabilmektedir.

Ziya Gökalp’in kültür-medeniyet çelişkisi, Atatürk’ün uygulamalarında da görülmekle beraber, İnönü döneminden itibaren tam anlamıyla bir Batıcılık başlamış, Menderes döneminde ABD’nin “yardım yap ve denetle” politikası ile birlikte, Türkiye bağımsızlığından taviz vermeye başlamıştır. Sonraki dönemlerde, Türk yönetilmeye başlanmıştır.

Şimdi, Ziya Gökalp’in çelişkisini gidererek ve 21′inci yüzyılı Türk yüzyılı yapabilecek, hatta “üçüncü bin yıl” ı etkileyerek yeni bir yapıya ihtiyacımız vardır. Kaynağı, Türk kültür ve tarihinden, Ziya Gökalp’in fikirlerinden ve Atatürk’ün uygulamalarından alan, fakat Türk insanı ile birlikte, bütün insanlığa hitap edebilecek bir üçüncü bin yıl ideolojisi.

Ziya Gökalp, bugün var olmamızı sağlayan mücadelenin fikir babasıydı. Şimdi Türk Ocağının İstanbul şubesi olarak da faaliyet gösteren II. Mahmut türbesinin arkasında yatarken diğer Türkçüler’le birlikte üçüncü bin yıla hazırlanan bugünkü Türkçüler’e güç veriyor, fikir veriyor, ilham veriyor.

Ruhu Şad Olsun.


Türk millîyetçiliği fikir sisteminin kurucusu Ziya Gökalp’a göre Türkiye Cumhuriyeti, İkinci Meşrutiyet devrinden itibaren, Türk millîyetçilerinin hayalini süsleyen “millî devlet” olarak kurulmuştur. Türk milliyetçiliği fikir sisteminin kurucusu Ziya Gökalp, Mustafa Kemal tarafından kurulan işte bu “millî devlet”in yani Türkiye Cumhuriyeti’nin arka plânındaki veya temelindeki fikir kuvvetidir. Erken ölümüne rağmen, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş felsefesinde, temel devlet kurumlarını şekillendiren fikirlerin kaynağında, özellikle Atatürk döneminde sürdürülen sosyal-kültürel politikaların arkasında Gökalp’ın fikirleri vardır. Gökalp’ın Cumhuriyet devrine yani Atatürk inkılâplarına tesirleri konusunda yerli ve yabancı ilim ve fikir adamları hem fikirdir. Zaten Gökalp’ın eserleri gözden geçirilince bu durum, açıkça görülmektedir. Nitekim, Gökalp’a göre, “Türkiye Cumhuriyeti’ni kurarak Türk millîyetçiliğini devlet hayatında uygulamaya koyan Mustafa Kemal”dir. Mustafa Kemal de Gökalp için “fikrimin babası” ifadesini kullanarak bu görüşü doğrulamıştır.

M.K Atatürk’ün ölümden sonra Türk milliyetçiliğiden gittikçe uzaklaşmıştır…
Burada, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş felsefesinin ve Atatürk devrinde uygulanan sosyal ve kültürel politikaların 1939’dan itibaren giderek terk edildiğine inandığımızı belirtelim. 1939 -1946 arasında, Devlet’in temel kültür politikaları, Türk kültürü temelinden Grek-Lâtin kültürüne dayanan “hümanist kültür” temeline kaydırılmıştır. Batı klâsiklerinin tercümesi ile başlatılan bu hareketin öncüsü, İsmet İnönü ve devrin Millî Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel’dir. Bu “hümanist kültür” hareketi ile beraber, Atatürk’ün, kültür-tarih ve dil politikaları terk edilmiş; bütün okul kitapları hümanist-Batıcı anlayışa göre değiştirilmiştir. Böylece, Atatürk devrinin en belirgin özelliği olan Türkçülük-milliyetçilik, törpülenip geri plâna itilmiş ve yerine “hümanist bir Batıcılık anlayışı” öne çıkarılmıştır. Kısaca, Atatürk’ün ölümünden sonra Türkiye Cumhuriyeti, kuruluş felsefesi olan “Türk milliyetçiliği” temelinden giderek uzaklaştırılmıştır

Ziya Gökalp’in Hayatı ve Edebi Kişiliği
Ziya Gökalp,23 Mart 1876’da,Diyarbakır’ın Melik Ahmet Mahallesinde doğmuştur.Babasının adı Mehmet Tevfik Beydir.Onun babası çeşitli memurluklarda ve kaymakamlıklarda çalışmıştır Mehmet Tevfik Bey öğrenimini tamamladıktan sonra il evrak müdürü olmuş,Diyarbakır il basım evinin müdürlüğünü yapmıştır. Ziya Gökalp,Mehmet Tevfik Beyin iki oğlundan ilkidir.Adı Mehmet Ziya olarak konmuştur. Belirli bir yaşa geldikten sonra,ilk derslerini,düşünce bakımından değerli ve iyi ahlaklı bir insan olan babasından almış;sonra da Mercimek Örtmesi İlkokuluna başlamıştır.Buradaki öğreniminden sonra,Rum Kapısı yakınlarında bulunan Diyarbakır Askeri Rüştiyesine girmiştir. Bu okulun müdürü Önyüzbaşı İsmail Hakkı Bey,öğrencilerine ,derslerin yanı sıra,içinde bulun- dukları ortamın kötülükleri hakkında da bilgiler vererek onları uyarmıştır.Sultan Hamit’in baskısından söz ederek onlara özgürlük düşüncesini aşılamıştır. Babası,Mehmet Ziya Askeri Rüştiyenin son sınıfında iken ölmüştür.Mehmet Ziya,bu okulu bitirdikten sonra,öğrenimine İstanbul’da devam etmek istemiş,buna olanak bulamadığı için de Diyarbakır’a dönerek sınavla Mektebi İdadi-i Mülkiyenin(sivil lise) ikinci sınıfına yazılmış- tır.Burada okurken son sınıfta ‘Padişahım çok yaşa’ yerine ‘milletim çok yaşa’ diye bağırdığı için hakkında soruşturma açılmış,okul süresinin de beş yıldan yedi yıla çıkarılması karsısında okulu bırakmıştır.(1894)Amcası Hasip Efendiden Arapça ve Farsça dersleri almış,idadi deki öğretmenlerinden Yorgaki efendinin teşvikiyle yeniden Arapça ve Farsça derslerine başlamış- tır.’’İlm-i kelam’’ ve’’ Tasavvuf ‘’ konularını incelemiş,bir yandan da Fransızca öğrenmiştir. Bu arada,İstanbul’a giderek öğrenimini sürdürmek istemiş,ailesinden izin alamayınca,iki ayrı dünya görüşünün kafasında uyandırdığı bunalım nedeniyle intihara kalkışmış fakat olmamıştır. Mehmet Ziya çocukluğunda derslerine hiç çalışmaz,öğretmenlerinden dinlediği ile yetinir; buna karşılık başka kitaplar okumayı severmiş.Yedi yaşındayken Aşık Garip,Kerem ile Aslı gibi kitapları okumuş ve bunlardan bir kitaplık kurmuştur.Sonraları tiyatro kitaplarına yönel- miş sonraki yıllarda ise romanlara,şiir ve edebiyat kitaplarına sarılmıştır.Askeri Rüştiyenin İkinci sınıfında iken,verilen bütün matematik problemlerini çözermiş.Sonraları matematik nedeniyle bilim dilinin mantığını öğrendiğini söylemiştir.Ancak,soyut tanımlamalardan oluşan bilim dilinin skolastik mantığını da anlamadığını,başkalarına anlatma zorluğu yüzünden bu soyut kavramları da anlamaya alıştığını belirtmiştir.Birçok kitap okuduğu halde,rüştiye son sınıfın- dayken Osmanlıca gramerden çok düşük not alırmış.O yıllarda dili ,ölçüsü,uyağı düzgün şiir- ler yazarmış. Mehmet Ziya,lisedeyken Namık Kemal’in yazılarını ,şiirlerini okumaktan kendini alamadığı gibi,Ziya Paşayı,Ahmet Mithat Efendiyi,Muallim Naci’yi de okurmuş.Derslerini de ihmal etmezmiş ancak Fransızca dan bütünlemeye kalmış.O yaz tatilinde Fransızca dersler alarak da bu yönünü güçlendirmiş. Bütün bu çalışmalar sürerken Mehmet Ziya’ya amcası Hasip Bey,doğulu düşünürlerin yapıtlarını ve düşüncelerini tanıtmış.Bu sayede İbn-i Sina,İmam Gazali,Mevlana’nın.. yapıtlarını incelemiş ve İslam düşüncesini tanımıştır.Böylece,doğu felsefesini iyi bilen,batıyı tanıyan yurtsever bir Türkçü olmuş.Batıyı öğretmenlerinden DR.Yorgi’den öğrendiğini,her sözünün yeni bir ufuk açtığını ve onun etkisi altında kaldığını kendisi belirtmiştir.Ziya, özgür- lük ülküsünün en yücesini bulmak için İstanbul’a gider.Burada Tıbbiyelerin kurduğu gizli dernekle işbirliği yapar. Diyarbakır’da başlayan kolera salgını nedeniyle,bir ara Dr Cevdet oraya gönderilmiştir. Ziya Gökalp da henüz oradadır.Abdullah Cevdet’in elinden Gustave Lebon’un yapıtları düşmemektedir.Onun kimi davranışları Diyarbakırlı gençleri etkiler,bu Fransız yazarın ki- tapları Ziya Gökalp tarafından da okunur.İntihar girişimi de tam bu sıra olur.Onu derinden sarsan bir yığın olay yaşanmaktadır.Mehmet Ziya, okumak isteğiyle İstanbul’u düşlemek- tedir.Abdullah Cevdet’in dinsiz olduğu yayılmış,amcası Hasip Bey de başkaları gibi onun doktorla konuşmasını engellemekte,üstelik ondan kızıyla bir an önce evlenmesini istemek- tedir.Mehmet Ziya kafasına kurşunu sıkar.Abdullah Cevdet’in Diyarbakır da bulunan bir genç Rus operatörü ile güç koşullar altında ve morfinsiz olarak yaptığı bir ameliyatla kur- şun çıkarılmıştır., Mehmet Ziya, bu olaydan sonra durmadan okumaya başlamıştır.Bir yandan okur,araştı- rırken bir taraftan dan yazmaya başlar.Özgürlüğe düşman olanlara çatan bir çok şiiri bu yıllarda yazar.Bunlar,Namık Kemal gibi bayrak kaldırmış bir sanatçının haykırışlarına benzer. Gençleri özgürlük düşüncesine,baskılara baş kaldırmaya yöneltmek amacını güder gazellerdir çoğu. 1895 yazında,Erzincan Askeri Lisesinde okuyan Nihat Gökalp sılaya geldiğinde sıkıntılarını ona açar,o da onun İstanbul’a gitmesini sağlar.Sonra birlikte yola çıkarlar ve Mehmet Ziya Harp Okulu öğrencileriyle birlikte İstanbul’a varır.O yıllarda yükseköğrenim kurumlarının hepsi paralıdır,bu nedenle tek parasız olan Veteriner Okuluna yazılır.En fazla çalıştığı dersler ara- sında fizik ve yaşam bilim vardır.Zamanını daha çok ülkenin özgürlük savaşına katılmış insan- larla tanışmak için harcar.Doğu ve batı dillerini bilmesi,ozanlığı ve felsefeye düşkünlüğü ne- deniyle herkeste sevgi uyandırmaktadır.Kısa süre içinde gizli derneklerle de ilişkiye geçer. Yaşamından kıvançlı ve mutludur.Yaz tatili başlayınca Diyarbakır’a döner.Orada okuduğu kitaplar nedeniyle Vali Halit ile araları açılır.Vali yazdığı jurnalla durumu İstanbul’a bildirir. Okula dönüşünde açılan bir soruşturma sonucunda okula gelmemesi bildirilir.Sonra da bir gün Ziya Gökalp’ı polisler alıp götürürler.Birçokları gibi o da Taşkışla’da bir süre tutuklu kalır. Tutukluların hepsi özgürlükçü gençlerdir.Büyük işkenceler yapılır hepsine.Ziya Gökalp ayrıca Diyarbakır’a sürülür.Hapisteyken edindiği tek kitap Kuran’dır ve bu kitabı okur durur. Tutukluluk süresi bitince,polis gözetiminde Diyarbakır’a gönderilir.Bu tutukluluk onun yüksek öğrenim yapmasını engeller ama düşüncelerini değiştirmez.Diyarbakır’a geldiğinde amcası ölmüştür ve amcası kızı Vecihe Hanımla evlenmesini vasiyet eder.Vecihe Hanımla evlenir ve bu evlilikten Sedat adlı bir oğlu,Seniha,Hürriyet ve Türkan adlı üç kızı olur. Ziya Gökalp evlendikten sonra da boş durmamıştır.Özgürlük yolundaki çalışmalarını gene sürdürmüştür.Diyarbakır’da hem gençleri,hem kentin ileri gelenlerini,hem de ağaları uyarmaya ve baskı yönetimine karşı kışkırtmaya kendini adamıştır.Evlendikten sonra on yıl boyunca e- vinde çalışmış,paraya gereksinme duymadan,mutluluk içinde yaşamıştır.Memur olup da onun disiplinli ve kısıtlı yaş….. girmek istememiştir.Bütün sınırlamaların dışında kalmayı uygun bulmuştur.O sıralarda bazı kişiler haraç almak için Diyarbakır’a gelmektedirler.Gökalp ,bu durumlardan yakınan halkla birlikte olmuştur.Postaneye el konularak on gün süreyle durum saray’a bildirilmiş ,soruna bir çözüm bulunmuştur.Ziya Gökalp halka baskı yapan yerel güçlere karşı da amansız bir savaşıma girmiştir.Toplantılarda konuşmuş,düşüncelerini açıkça belirt- mekten kaçınmamıştır.Bu da yöneticilerin dikkatini çekmiştir.1904’ten başlayarak Diyarbakır Gazetesinde ilk şiir ve yazılarını yayımlamaya başlamıştır.Bu yayınlar 1908’e kadar sürmüştür. 1903’ten 1908’e kadar Ticaret Odası onursal katipliğini ,1905-1908 yılları arasında ise ayrıca İl Yönetim Kurulu tutanak katipliği görevini yürütmüştür.İbrahim Paşa’nın halka yaptığı zulümlerin karşısında ,halkın yanında yer almış,bunun sonunda da Şaki İbrahim Destanı adlı yapıtını yazmıştır.1899’da gençleri çevresinde toplamış,bir dernek kurmuştur.Padişah yanlısı olanlarla ,bu dernek korkunç bir savaşa girmiştir.Karşıtları,onun derisini yüzmek istiyorlardı. Akrabalarının yardımı ile Gökalp kurtulmuştur.Bu taşkınlıklar 1908’de meşrutiyetin ilanına kadar sürmüştür.Gökalp’sa bu arada Diyarbakır’da önemli bir kişi olmuştur. Meşrutiyetin kabulünden sonra İttihat ve Terakki Cemiyetinin Diyarbakır şubesini kurmuş, Bir yandan da ilkokul müfettişliği yapmıştır.’’Peyman’’ gazetesinde siyasal ve toplumsal olay- larla ilgili yazılar yayımlamıştır.1909’da İttihat ve Terakkinin Selanik kurultayına katılmış ve partinin Genel Merkez üyeliğine seçilmiştir.Genel merkez üyeliğine seçildikten sonra,orada kalmış ve çevresinde bir kültür hareketi başlatma yolunda çalışmalara girişmiştir., Ziya Gökalp,bütün dünyadaki Türkleri birleştirmeyi,güçlü bir Türk devleti kurmayı hep ta- sarlamıştır.Bu tasarımdan da Pan Türkizm(Türk Birliği)Turancılık ülküsü ortaya çıkmıştır.Bu amaçla da o,ulusçu ve Türkçü olmak gerektiğini, her fırsatta dile getirmiştir.Turancılık böyle- ce ilk canlanışını Selanik’te yapmıştır. Gökalp Selanik’te,İttihat ve Terakki Lisesi programlarına toplumsal bilimler dersi koydurtmuştur.Böylece ilk olarak önemli bir bilimsel disiplin okullarımıza girmiştir.O yıllarda Selanik, Gençlerle aydınların toplandığı bir kenttir.Gökalp,aradığını orada bulmuş,böylece kafasında Biçimlenen düşünceleri uygulamaya başlamıştır.Bir yandan da yazmayı hiç ihmal etmemiştir. Genç kalemlerden başka orada yayımlanan Felsefe dergisinde de sürekli yazıları çıkmıştır.Bu nedenle Tevfik Sedat,Demirtaş,Gökalp gibi takma adlar almıştır.Türkçülük ülküsünün ilk sesi olan ‘’Altun Destanı’’ bu sıralarda,Genç Kalemler’de yayımlanmıştır.(1911 Ocak) Çevresindeki gençlerle ve aydınlarla çabuk kaynaşan Gökalp,onlara toplumbilim ve felsefe üzerinde uyarıcı bilgiler vermiştir.Öyle anlaşılıyor ki,bu yıllarda Durkheim,ona daha yakın görünmüştür.Gene bu yıllarda Bergson da onun düşüncelerinin biçimlenmesinde rol oynamıştır. Öte yandan Türk dilinin sadeleşmesi ve ulusallaşması akımı da gelişmekte,Ömer Seyfettin,Ali Canip ve Mustafa Nemi’nin dilin bu yolda gelişimi için yazıları yayımlanmaktadır.Yabancı tam-lamalar bırakılmış,Türkçe sözcüklere geniş yer verilmeye başlanmıştır. İttihat ve Terakki Selanik şubesi,üyeleri arasında bir görev bölümü yaparak daha etkili bir çalışma düzeni yaratmak istemiştir.Bu amaçla yapılan seçimde Gökalp,gençlik işleriyle uğraşan kolun başına getirilmiştir.Böylece gençleri örgütlemek,onları aydınlatmak ve yönlendirmek görevini üzerine almıştır. 1912’de İttihat ve Terakkinin merkezi İstanbul’a taşınmış ve böylece Gökalp İstanbul’a gelmiştir.O yıllarda İstanbul’un durumu oldukça karışıktır.İki öbeğe ayrılan partiler ve gazeteler birbirleriyle çatışmaktadır.Hükümette sık sık değişiklikler olmaktadır.Bu ortam içinde bir gün 31 Mart Olayı patlamıştır.Hareket Ordusu İstanbul’a girmiş,Abdülhamit tahtından indirilmiş(14 Nisan 1909),yerine Sultan Reşat padişah olmuştur.Bu olaydan sonra İttihat ve Terakkiciler yönetimi tümüyle ele almak istemişlerdir.Partinin siyasal yanıyla kültürel yanı birbirinden ayrıdır,ancak Ziya Gökalp,siyasal konulara pek karışmamakla birlikte yalnızca bilim ve düşünce akımlarını yönetmiş,etkilemiştir.Bütün bu olaylar olup bittikten sonra parti merkezinin taşınmasıyla İstanbul’a gelmiş, Cerrahpaşa semtine yerleşmiştir.Mart 1912’de Ergani sancağından milletvekili seçilmiştir.Dört ay sonra ise meclis dağıtılmış ve Gökalp da üniversitede öğretim görevlisi olmuştur. İstanbul’a geldiğinde,hemen Türk ocağına girmiş,Türk yurdu dergisinin güçlenmesine katkıda bulunmuştur.Ülkücü arkadaşlarıyla Türklük bilincini yaratmak,yaymak istemiştir. Gelişinden kısa bir süre sonra dergi yönetim kuruluna seçilmiş,Balkan Savaşı öncesinden Birinci Dünya Savaşı başlarına kadar üye olarak kalmıştır.Derginin her sayısına bir şiir bir de yazı vermiştir.Yusuf Akçakoca onun hakkında şu sözleri söylemiştir ‘’ Gökalp imzası üstünde okunan düz ya da ölçülü yazıların topunda bir yenilik vardı.Duyulmamış,okunulmamış,üstelik akıldan geçmemiş düşünceler;yalın,arınmış,özel ve güçlü bir biçimde anlatılıyordu.Ziya Bey ,daha yineleme ve üstelemelere gereksinim duymuyordu.’’ Ziya Gökalp,Türk Yurdu’nda toplumsal bir çok yazı yayımlamıştır.Özellikle’’Türkleşmek- İslamlaşmak-Muasırlaşmak’’başlığı altındaki yazı dizisinde önemli konulara yer vermiştir.Gökalp sonraki yıllarda Yeni Mecmua’yı yayınlamaya başlamış,en değerli,en ilginç yazılarını bu dergide ortaya koymuştur.Dergilere yazı yetiştirirken İttihat ve Terakkinin merkez binasında gençlerle buluşup konuşmaktan büyük haz duymuştur.Sonradan Yeni Mecmua da bu merkez binasının alt katına taşınmıştır. Gökalp,1915’te,İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümüne sosyoloji öğretim üyesi olarak atanmıştır.Böylece,toplumbilim üniversitemize girmiştir.Üniversitede toplumbilim öğretim görevlisi olunca,o güne kadar okuyup yararlandığı batılı toplumbilimcilerin görüşlerini,yöntemlerini üniversiteye sokmuştur.Üniversitenin o güne kadar bir medrese anlayışıyla yaptığı çalışmalara da bir yön verilmiştir.Bilimsel çalışmalarına ve güçlerine inandığı bir çok gencide yardımcı olarak üniversiteye öğretim görevlisi olarak almıştır.Ziya Gökalp kendine özgü bir anlayışla üniversiteye bilimsel bir katkıda bulunmuştur.İlk yılın derslerini ‘’İlm-i İçtima’’ adıyla taşbaskısı olarak yayımlamıştır.1915/16 ders yılında genel toplum ve din toplum bilimi;1916/17’de hukuk toplum toplumbilimi; 1918’deuygulamalı toplumbilim ve 1919’da da ulusal eğitim dersleri vermiştir.1919’da üniversite içinde tutuklanıp Malta’ya sürülünceye kadar derslerini sürdürmüştür.Sürgün dönüşü üniversiteye girmek istemişse de bu isteği kabul edilmemiştir.Öldükten sonra ders verdiği felsefe dersliğine ‘’Ziya Gökalp Dershanesi’’adı verilmiştir. Malta’ya Sürgünlük ve Sonrası Gökalp’in üniversite içinde yakalanıp Malta’ya sürgün gönderilmeden önceki yıllarda Birinci Dünya Savaşı patlamış,Osmanlı Devleti de bu savaşa katılmıştır.Karadeniz’de Türk ve Rus donanmaları arasında çıkan bir olay,29 Ekim 1914’te Osmanlıların da bu savaşa katılmalarına yol açmıştır.Savaş bütün cephelerde sürmektedir.Çanakkale Boğazını geçmek isteyen donanmalara karşı verilen büyük savaş da bu arada olup bitmiştir.Yıllarca süren savaşlar sonunda 10 Ağustos1919’da Sevr Antlaşması imzalanmıştır.Bu antlaşmaya göre,kimi İttihat ve Terakki ileri gelenleri Berlin’e kaçmışlardır.Ziya Gökalp ise İstanbul’da kalmıştır.1919 Ocağında gelen polisler onu alıp Bekir ağa Bölüğüne getirmişlerdir.Durumu ailesine kendisi bildirmiş,yatak ve buna benzer eşyalar istemiştir.Kişiliğinden ve davranışlarından hiçbir ödün vermemiş,olanları soğuk kanlılıkla karşılamıştır.Dört aylık tutukluğunda asılmayı beklemiş,öğrencilerinin kendisini kurtaracağını ummuştur. Askeri mahkeme önünde 28 Nisan 1919’da yargılanmaya başlayan İttihatçılar arasındaki Gökalp,bütün İttihatçılarla birlikte Malta’ya sürgüne hüküm giymiştir.Malta’da derslerine devam etmiş,arkadaşlarına toplumbilim ve felsefe dersleri vermiştir.’’Kişi yok,toplum var! Hak yok,görev var.’’formülünü ilke seçmiştir. Anadolu da ulusal hareket başlamıştır.Kimi cephelerde düşman yenilmektedir.Bu başarılar-dan sonra Mustafa Kemal,Malta sürgünlerini kurtarma girişiminde bulunur.Bakü’de tutsak edilen İngiliz albayına karşılık Malta tutuklularının salıverilmesi konusunda anlaşma yapılır.O sırada Malta’da 118 sürgünden,60’ı kalmıştır. Ziya Gökalp,Malta’da Palverista,Eskiverdela,Yeniverdela karargahlarında kalmıştır.Oradaki sürgünlük döneminde okumuş,notlar almış,ailesine beş yüzün üzerinde mektup yazmış ,konfe-ranslar vermiş veya dinlemiş,Türk musukisi konserleri düzenlemiş,şiirler ve anılar yazmıştır. Gökalp ve 33 sürgün,30 mayıs 1921 günü Malta’dan İngiliz gemilerine bindirilip ,İtalya’ya yollanılır.Oradan da bir kısmı 19 Mayıs 1921’de İstanbul’a gelmişlerdir. Ziya Gökalp,bir süre İstanbul’da kaldıktan sonra Ankara’ya geçmiştir.Gökalp,Ankara’ya vardıktan sonra çeşitli işler yapmıştır.Ankara’da Ulucanlar semtinde bir eve yerleşmiş,Türk Töresi adlı kitabını Milli Eğitim Bakanlığına 500 liraya satmış,ancak yarı parasını alabilmiştir. Bir ay sonra ailesiyle Diyarbakır’a taşınmıştır.O sırada Ankara’da yayımlanan Yeni Gün gaze-tesinde çalışmak istemiş,ailesinin karşı koyması sonucu Diyarbakır’da kalmıştır.Orada Küçük Mecmua’yı çıkarmaya başlamış,bundan sonraki günlerde Diyarbakır’da kalarak Kurtuluş Savaşını desteklemiştir.Bu dergide yazdıklarıyla ,ulusçu ve Türkçü ruhun canlanmasına ve ayakta kalmasına yardımcı olmuş,Lozan Anlaşması’ndan sonra Diyarbakır milletvekili seçilerek Ankara-ya dönmüştür.Diyarbakır’da bulunduğu yıllarda ,öğretmenleri ve gençleri de çevresinde topla-yarak konuşmalar yapmış,toplumbilim ve ruhbilim dersleri vermiştir. Ankara’da Milli Eğitim Bakanlığında yayım işleriyle uğraşmış,Yeni Türkiye adlı gazetede yazılar yayımlamaya başlamış;çeşitli konferanslarla gençleri uyandırmıştır.Ama asıl ağırlık verdiği yan,dünya klasiklerini dilimize çevirip yayımlamaktır.Modern Kitaplık adını verdiği bu çeviri ve yayım kampanyasında Sokrat,Eflatun,Aristo,Heredot gibi eski Yunan yazarları ile Orta çağ ve Rönesans döneminden de çeviriler yapılmıştır. Cumhuriyet kurulduktan sonra Ankara ‘da toplanan bilimsel kurulda Gökalp de vardır ve ulusal eğitime verilecek yön üzerinde görüşlerini ortaya koyup savunmuştur.Gökalp,köy okullarına önem verilmesini ,köy çocuklarının eğitilmesini de ortaya atmıştır. Gökalp ,bu memurluk görevi sırasında Atatürk tarafından kabul olunmuş ,karşılıklı bir dostluk kurulmuştur.Lozan Antlaşmasından sonra yapılan Büyük Millet Meclisi ikinci dönem seçimlerinde Diyarbakır milletvekili seçilmiştir.Gökalp,bundan sonraki çalışmalarını Halk Partisi içinde ve Atatürk’ün yanında yapmıştır.Ziya Gökalp bu yıllarda Doğru Yol-Hakimiyet-i Milliye ve Umdelerin Tasnifi,Tahlil ve Tefsiri adlı kitabını yazmış ,bu kitap 1923 de basılmış-tır.Partinin yayın organı Hakimiyet-i Milliye gazetesinde de partiler üzerine çeşitli yazıları çıkmıştır. Gökalp,TBMM içinde de yararlı olmuş ve çeşitli konulardaki yapıcı konuşmaları,davranışları olumlu sonuçlar vermiştir.Bir yandan da durmadan çalışıp kitap veya yazı hazırlamıştır.Ama bu yoğun çalışmaları sonunda hastalanmış,İstanbul’a gitmek zorunda kalmıştır.Böylece bir çok kitabı yarım kalmıştır.Günde yirmi saat çalışmasına karşın bütün tasarladıkları yapamamıştır. Hekimler dinlenmesini söylemişlerdir,İstanbul’a dinlenmek amacıyla gitmiştir.Özellikle çocuklu-ğundan beri çektiği mide ağrıları dayanılmaz duruma gelmiştir.Durumu gitgide kötüleşmekte-dir.Çalışmalarını yine de sürdürmüş,Cumhuriyet gazetesinde ‘Çınaraltı’ genel başlığı altındaki yazılarını aksatmamıştır.Hastalığı ağırlaşınca oturduğu Nişantaşı’nda Büyükada’ya götürülmüş-tür.Burada geçirdiği geçirdiği hasta günlerinde Türk Medeniyet Tarihi adlı kitabının düzeltile-rini yapmıştır.Gökalp 25 Eylül 1924 günü gözleri yaşama yummuştur.Ölmeden önce ‘Ne yazık ki kafamdakileri tamamlayamadım bunların hepsini götürüyorum’ demiştir. Cenazesi 26 Ekim 1924 Pazar günü büyük bir törenle kaldırılmış,Sultanahmet ‘deki Sultan Mahmut Türbesine gömülmüştür.

***

DÜŞÜNCE HAYATI
Ziya Gökalp’ın düşünce yaşamı çok boyutludur.Onun düşüncesinin temelinde Türk ulusçuluğu ve büyük bir Türk devleti,eski Türklerin uygarlıkları,batı düşüncesinin olumlu yönlerinin eski uygarlıklarımızla birlikte uygulanması ve uyarlanması görülür. Ziya Gökalp’ın,çok küçük yaşlarda doğu ve batı uygarlığı ile yakından teması olmuş,bu konularda sağlam kaynaklardan yararlanmıştır.Onun yetiştiği yıllarda skolastik bilim ve felsefe yanında,Tanzimat ile başlayan batının ve pozitif bilim akımı da görülüyordu.Gökalp,bu ortam içinde,hem doğuyu hem de batıyı okuyup özümsemiş bulunuyordu.Özellikle toplumbilim alanında batıdan getirdiği düşünce ve yöntem önemlidir.Türk toplumunu bilimsel bir açıdan incelemek, bulguları tarihle tarihin gelişimi içinde ele alıp değerlendirmek,geleceğe dönük sonuçlara varmak yolundaki çabaları elbette çok önemlidir. Gökalp,Türk düşünce zincirinin birçok halkasında yer alan bir yazardır.Bir yanıyla bilimsel çalışmaları,sanatçılığı,tarihçiliği,eğitimciliği ve öte yanıyla da bütün bunların birleşimi niteliğinde olan Türkçülüğü üzerinde durulmalıdır. Düşünce yaşamımızda kavramlara ve terimlere gereken önem verilememiştir.Bu nedenle, tartışmalarda ve incelemelerde yanlış yollara gidilmesi ve yanlış yorumlara başvurulup yanlış sonuçlara varılması acı bir gerçek olarak ortaya çıkar.Gökalp,her şeyden önce bu karmaşayı çözümlemek ve açık seçik düşünerek sağlam sonuçlara varmak yolunda büyük çaba harcamıştır. Bu nedenle,batıda ortaya çıkan bir çok kavrama Türkçe terimler bulmaya çalışmıştır.Bu amaçla ortaya attığı terimler dilimize yerleşmiştir. Gökalp bir değişim ve eğrim çağında yaşamıştır.Toplumsal gerçekleri bu evrim ve değişme ilkelerine göre açıklayan batılı düşünürlere yakınlık duymuştur.Bu çağı,bu anlayışı etkileyen Darvin ve Spencer’in görüşlerinden etkilenmiştir.Özellikle onların ortaya attığı görüşleri toplumsal olaylara uygulamıştır. Gökalp’in,döneminde düşünsel açıdan oldukça ileri bir düzeyde olduğu görülür.Gökalp’e göre ülkü önemli bir yer tutar insan yaşamında.Ülkü,seçkin zamanlarda yaşanılmış ya da yaşanılabilen bir yaşam biçimidir,gelecekte ulaşılacak bir amaç değildir. Gökalp töre bakımından da ulusal değerleri Türkçülük amacına yaöneltmiştir.Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküş döneminde yaşayan Gökalp,bazı azınlıkların ulusallaşma yolundaki çabalarını da göz önünde tutarak,bilinçli bir yaklaşımla Türkçülük ülküsünü savunmuştur. 2 Mayıs 1918 günlü Yeni Mecmua da yayımlanan bir yazısında bilim ve bilgin kavramları üzerinde durmuştur.Ona göre,bilim nesneleri,nesnel bir açıdan inceler;felsefe ve öznel açıdan. Gökalp,bilimlere çeşitli açıdan yaklaşımlar üzerinde durmuştur.Yeni Mecmua’da çıkan yazısında skolastik,monist,pragmatist ve plüralist açısından yaklaşımları ele alıp görüşlerini belirtir. Bilindiği gibi,skolastiklere göre bilim;duygusal olarak önceden kabul edilen gerçekleri, ussal oyunla tanıklandırıp belgelendirerek ortaya koymaktır.Demek oluyor ki bilim genel bir mantıktır. Monistlere göre ise göre bilim ,bilim birdir,elle tutulur gözle görülür ya da yaşamla ilgili şeylerden başka bir konu değildir.Öbür bilimler,bu ana bilimin özel alanlara uygulanmasından oluşur. Pragmatistlere göre,uygulayımsal bir yararla sonuçlanan her düşünce bir gerçektir ve bu gerçekte bilimdir. Plüralistlere göre özdek,yaşam,ruh,toplum olarak dört gerçek vardır;bilim de bu gerçekleri bulabilmektir.(Gökalp bu bilimi kullanır) Görüldüğü üzere,bilimi,onun için bir çok konuda temeldir.Halkçılık anlayışında da bilimi temel olarak görmektedir.Gökalp her şeyden önce bir toplum bilimcidir.Ona göre ulusal bilinç toplumsal kurumlardır.Toplumsal kurumları araştırmak,bunları ulusallaştırmak ve çağdaşlık düzeyine çıkarmak,onlara canlılık kazandırmaktadır.Bu yüzden de özellikle Selanik’teki yaşamından sonra,Halkçılıkla ilgili görüşleri su yüzüne çıkmıştır.Genç Kalemler çevresinde yazanları da kendisine yakın bulmuştur.Dilde sadeleşmeyle birlikte başka ulusal değerlere dönüşü de bundan sonra başlar.İttihat ve Terakki merkezinin İstanbul’a taşınmasından sonra Türk Ocağı çevresinde çıkarılan yeni derginin adını da Halka Doğru koymuş.Başına da Ömer Seyfettin’i getirmiştir. Türk halkının inanışları,inançları,kültürü,toplumsal gerçekler temeldir onun görüşünde.Bunun sonucu olarak ulusallık Ziya Gökalp’in birincil dayanağıdır.Toplumbilimden soyutlanmış bir tarih olamazdı Gökalp’e göre.Ekonomi ve hukuk da toplumbilimden ayrılamaz. Bu anlayışına ters düştükleri için bir yandan Adam Smith’i ve Kral Marks ‘ı eleştirmiştir. Gökalp;tarihin sanat mı,bilim mi savı üzerinde de durmuştur.Eskiden sanat olarak nitelendirilen tarihin on dokuzuncu yüzyılda’’gerçekten bilimsel bir inceleme niteliği’’kazandığını yazmıştır.Toplumbilimle yakından ilgili gördüğü tarih yöntemleri ile ilgilenmiş ve Küçük Mecmua ‘da çıkan ‘’Tarihte Yöntem’’adlı yazısında bu konuyu derinlemesine işlemiştir. Bütün yazılarının özünde dört ana düşüncenin yattığını görürüz;ulusal tarihimizin başlangıcını ortaya çıkarmak;tarihimizin tarih yöntemlerine göre yazılmasını sağlamak;Türk uygarlık tarihini yazmak ;tarih ile toplumbilim arasındaki bağı gözden uzak tutmamak. Gökalp’in çok önemsediği ve ülkemizde önem kazanmasına katkıda bulunduğu iki konu da budunbilim (etnoloji)ile folklordur.Ayrıca Türk mitolojisi de Türk kozmogonisi üzerinde ilk duranda Gökalp’dir diyebiliriz. Gökalp ,batı uygarlığını alırken Türk ulusunun kendi değerlerini bir yana bırakmasını istememiştir.Uygar bir ulusun ekonomik bakımdan da gelişmiş olmasına inanmaktadır.Ancak, ülkemiz o yıllarda tam bir ekonomik çöküntü içerisindedir.Ekonomik kalkınma için tarıma,küçük zanaatlara önem verilmesi gerektiği inancındadır.Özellikle Ahi örgütünü ve loncaları disiplinini göz önünde tutarak yeni bir atılım yapılması görüşündedir.Türklerde zanaatların gelişmişliğine değinir ve bugün de aynı düzene çıkılması için çalışılmasını ister.Bunun yanında sanayileşmeye de sırt çevirmiş değildir.Marks’ın toplumsal görüşlerin olduğu gibi ekonomik görüşlerine de yandaş değildir.Özgür bir ekonomiden yanadır. Sanatı Gökalp,yaşamı boyunca düzyazılar,şiirler yazmıştır.Şiirleri,belirli bir düşüncenin yayılmasına dönüktür ve bu nedenle de bunlara şiir olarak bakamayız.Şiir yazmasının nedeni, düşüncelerinin,’’kamu bilincinde yayılması’’dır.Gökalp,şiirlerinde Türklük bilincinin,ulusal bilincin, vatan ve ulus sevgisinin,toplumsal bilincin doğmasına dönük özleri işlemiştir.Düz yazılarında da aynı konuları daha aydınlatıcı,daha açık olarak ele almış;ölçü ve uyak sınırları içine sokamadığı düşüncelerini dile getirmiştir. Gökalp’e göre,özgün eser,içinde yaşanılan toplumun vicdanında yaşayan güzeli bulabilendir Bu ortak vicdandaki güzeli yakalayabilmek bir yandan da ulusal olanı bulmak demektir.

GÖKALP VE DİL Ziya Gökalp,dil konusunu da Türkçülük programı içinde görmüş ve Türkçülüğün esasları adlı kitabında konuyu enine boyuna irdelemiştir.Gökalp’e göre Türk dilinin ilkeleri: 1)Ulusal dilimizi oluşturmak için,Osmanlı dilini hiç yokmuş gibi bir yana atarak,halk edebiyatına temel görevini gören Türk dilini olduğu gibi benimsemek ve bunu İstanbul halkının,özellikle İstanbul hanımlarının konuştukları gibi yazmak. 2)Halk dilinde Türkçe karşılığı bulunan Arapça ve Farsça sözcükleri atmak;tam karşılığı olmayıp da küçük bir ayrıcalığı olanları dilimizde tutmak. 3)Halk diline geçip söz bakımından ya da anlam yönünden yanlış kullanılan Arapça ve Farsça sözcüklerin değiştirilmiş biçimlerini Türkçe saymak,yazımlarını da yeni söylenişlerine uydurmak. 4)Yerlerini yeni sözcükler aldığı için,fosilleşmiş eski Türkçe sözcükleri diriltmeye çalışmak. 5)Yeni terimler aranacağı zaman,önce halk dilindeki sözcükler arasında bunları aramak, bulunamazsa Türkçe’nin edat,takı ve tanımlama kurallarına göre yeni sözcükler yaratmak.Buna da olanak bulunamazsa Arapça ve Farsça takılardan uzak yeni sözcükler kabul etmek;bazı çağların,mesleklerin özel durumlarını gösteren sözcüklerle uygulayımlara ilişkin araç ve gereç adlarını yabancı dillerden olduğu gibi almak. 6)Arap ve Acem dillerinin Türkçe üzerindeki egemenliğini tümüyle kaldırmak;bu iki dilin edatlarını da bileşimleri de dilimize almamak. 7)Türk halkının bildiği ve kullandığı her sözcük Türkçe’dir.Halka cana yakın gelen ve yapmacık olamayan her sözcük ,ulusaldır.Bir ulusun dili,kendisinin cansız köklerinden değil,canlı kullanımlarından oluşan bir organizmadır.

ŞİİRLERİNDE BİÇİM Gökalp,ilk şiirlerinde Divan edebiyatımızın biçimlerini kullanmıştır.1908’den sonraki yıllarda ise halk edebiyatının kalıplarından yararlanmaya,Dede Korkut öykülerinden kaynaklanmaya yönelmiştir.Koşma,halk öyküsü,türkü,ilahi gibi Türk biçimlerini kullanmıştır.Özellikle halk edebiyatının destan biçimini kullanmıştır.Mesnevi denilen tarzla da birçok şiir yazmıştır.Bunun yanında Gökalp,batının üçer dizeden oluşan üçlemesini ve sonesini de kullanmıştır.

YAPITLARI

SAĞLIĞINDA YAYIMLANANAN KİTAPLARI Gökalp,şiirlerini dört kitapta toplamıştır:Şaki İbrahim Destanı,Kızıl Elma,Yeni Hayat,Altun Işık. Düz yazıları da şunlardır:Rusya’da ki Türkler ne yapmalı?,Türkleşmek-İslamlaşmak-Muasırlaşmak,Türk Töresi,Doğru Yol,Türkçülüğün Esasları,İlm-i İçtima Dersleri,İlm-i İçtima-ı Dini,İlm-i İçtima-ı Hukuki,Ameli İçtimaiyat.

ÖLÜMÜNDEN SONRA YAYIMLANANLAR: Şiirleri,düzyazıları,Türk Medeniyet Tarihi,Fıkra nedir?,Ziya Gökalp Diyor ki,Yeni Türkiye’nin Hedefleri,Hars ve Medeniyet,Milli Terbiye ve Maarif Meselesi,Çınaraltı Konuşmaları Limni ve Malta Mektupları,Gökalp’in ilk yazıları,Gökalp’in Neşredilmemiş Yedi Eseri ve Aile Mektupları,Terbiyenin Sosyal ve Kültürel Temelleri,Türk Ahlakı,Nasreddin Hoca Letaifi,Kürt Boylarına Ait Sosyolojik Tetkikler


En son orkun tarafından 28.03.12, 10:10 tarihinde düzenlendi, toplamda 2 kere düzenlendi.

Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: Cumhuriyetin Fikir Babası: Ziya Gökalp Tartışılıyor
MesajGönderilme zamanı: 28.03.12, 09:52 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı

Kayıt: 28.09.10, 13:01
Mesajlar: 166
Cemil Meriç Röportajı

"Nesillerin Mirası" Türkiye Kültür ve Sanat Yıllığı, Türkiye Yazarlar Birliği Yayını, Ankara 1986, s.586-594.

1986, Hüsamettin Aslan'ın, ünlü mütefekkir ve edebiyat tarihçisi-eleştirmeni Cemil Meriç (1917-1987) ile yaptığı röportaj.


H.Aslan: Üstadım, izninizle, sorularıma, hayat konusundaki görüşlerinizi alarak başlamak istiyorum. Şimdi hatırlayamadığım bir yerde "Hayat" der Levi Strauss, "bir bunalımlar serisidir". Onu, yani hayatı, Allah katında bir imtihan olarak niteleyenler de var, tabiî ayıklama kanunuyla açıklayanlar da. Sizce nedir hayatın anlamı?

Cemil Meriç: Hugo'nun bir sözünü not etmiştim. "Hayat mezarların çözdüğü dolaşık bir yumaktır" diyordu. Buna mukabil şöyle söyler Neyzen Tevfik: "Çözemez kimse bu dünya denilen kördüğümü/ Yaratan ..... bilir ancak onun içyüzünü/ Bir delikten çıkarak bir deliğe girmekteyiz/ Önü zulmet, sonu zulmet, ..mişim gündüzünü." Bu sözlerin hiçbiri mutlak olarak ele alınmamalı elbette. Hayyam, "Efsane söylediler uykuya daldılar" diyor. Hepimizin söylediği bir efsane var. Hepimiz bir efsane söyleyip uykuya dalıyoruz. Bu, suale sualle cevap vermek. Bu suale cevap verilmez. Zor sualler bunlar. Münker Nekir sualleri gibi. Bir şairde mutlak hakikat aramak yanlış. Şair sözü... İlham var. Sokrat, bütün düşüncelerinin demon'dan geldiğini söyler. "Benim bir demon'um var, beni o konuşturuyor" derdi. Herkesin bir demon'u var. Yukarıdaki mısraları böyle anlamalıyız. Belli anlarda doğar şairin içine bunlar, bazen bir şimşek pırıltısı gelir, aydınlatır insanı. İnsan aydınlandığını zanneder. Şimşek pırıltısı geçtiğinde daha koyu bir karanlığın içinde kalır insan.

H.Aslan: Ölüm hakkında ne düşünüyorsunuz? Ölümün sizdeki tedaileri nedir? Benim aklıma Camus geliyor. O, "Bu dünyada her şeyden ölüm akıyor; duvarlardan, gazetelerden ve insanların yüzlerinden" diyordu Başkaldıran İnsan adlı kitabında. İslamiyet, 'Ölüm, insanın canını Rabbi'ne emanet etmesidir' diyor.

Cemil Meriç: Ölüm, ister istemez karşılaşacağımız bir sual işareti! Ziya Paşa'nın dediği gibi "Halledemedi bu lügazın sırrını / Bin kafile geçti ulemâdan, füzelâdan."

H.Aslan: Ölümden korkar mısınız?

Cemil Meriç: Aksini söyleyemem. Somutlaştırarak anlatmak mümkün değil. Mahiyeti meçhul bir korku. Aslında bu sorular, benim bütün hayatım boyunca kendime sorduğum sorular. Hiç bir zaman cevap veremedim. Kimse verememiş.

H.Aslan: Ebediyet neden sümüklü böceğin izleri kadar aldatıcı olsun? "Senin türben kelimeler. Yuvarlanırken tırnaklarını kağıda geçirmek istiyorsun; kağıda, yani ebediyet. Zavallı çocuk, bilmiyorsun ki, ebediyet sümüklü böceğin izleri kadar aldatıcı."(Bu Ülke, syf.182) diyorsunuz. İnanmıyor musunuz ebediyete?

Cemil Meriç: Ebediyet diye bir şey yok yeryüzünde. Burada şöhret söz konusu. Bütün şöhretler yalandır! Ebediyeti şöhret manasına kullanıyorum. Napolyon mu, Marks mı?

H.Aslan: Kültürler, genellikle içlerinde yaşadıkları insanların bunalımlarını çözen kurumlar yaratmışlar. Gazali böyle bir meseleyle karşılaştığında tekkeye koşar; oysa Gökalp bunalımlarını çözmek için intihara başvurur. Mesele bir tercih meselesi. İnsanın fikrî ölçülerini değiştirmesi bence bu. Gökalp, Durkheim'ı yani modern düşünceyi tercih etti. Ben, sizin de aynı tercih problemiyle zaman zaman karşı karşıya olabileceğinizi düşünüyorum. Bu konuda bizi biraz aydınlatır mısınız? Aklıma gelmişken söyleyeyim, meselenin çağrışımları beni Tanpınar'a götürüyor. Ölmeden onbeş gün önce günlüğünde şu soruyu soruyor kendisine: "Tanrı'ya inanıyor muyum? Evet..."

Cemil Meriç: Ziya Gökalp, Gazali değildir. Gökalp minnacık bir adamdır. Elindeki imkanlarla başka çaresi yoktu. İster istemez intihar edecekti. İntihar kapıyı açmıyor. O da Mavi Sakal'ın Kırkıncı Odası'nı açıyor. Sık sık bu meseleyle ben de karşı karşıya geldim ama korkak olduğum için intihar edemedim. Bu büyük meçhul beni ürküttü. Ben düşünceyi bir bütün olarak ele alırım. Memleketten memlekete değişmez. Ziya Gökalp'le Gazali arasında mahiyet farkı var. Ziya Gökalp, Batı'nın sofra artıklarıyla geçinen bir zattır; onları atıştırır, zaman zaman da kusar. Peyami Safa'nın çektiği ruh çilesini çekmemiştir. Sahtekârdır. Her devirde dalkavukluk yapmıştır. Talat Paşa'ya ve İttihat Terakki'ye mesela. Tarihin şımarttığı bir adamdı.
Ben daima intihar düşüncesi içinde yaşadım. İntihar beni dâûssıla gibi takip etmiştir. Şimdiyse intihar bile edemeyecek haldeyim. Hayyam'ın dediği gibi, bir masal anlattık çağdaşlarımıza ve geçip gideceğiz. Noktalayacağız bir gün.
Tanrı sorusuna cevap veremem. Tanpınar bahtiyar bir adamdı. Bu soruya cevap vermiş. İnanıyorum da inanmıyorum da. Bunlar matematik birer realite değil ki. Zaman zaman inandım. Ama ne kadar inanıyorum, bilemiyorum. Eğer Tanrı olmazsa, hayat bir curcuna oluyor. İntihar tam bir hal çaresi oluyor o zaman. Camus'nun yaptığı da bu.(1) Sisyphos Efsanesi'nde söylediği gibi, ya inanacaksın ya intihar edeceksin. Üçüncü bir hal çaresi yok. Bunlar kaypak kavramlar. Kim ne kadar inanır bilinmez. Tanpınar benden aydınlık görüyor ve 'Evet' diyor. İnanıp inanmadığımı bilemiyorum. Müslümanım, müslüman bir çevrede doğdum. Ancak ne kadar inanıp inanmadığımın cevabını mahşer günü bilebileceğim.

H.Aslan: Cemil Meriç külliyatında el atılmayan düşünce devi yok gibi. İbn Haldun'la Marks; Cevdet Paşa'yla Weber; Cemalettin Efgani ile Ali Şeriati iç içe bu külliyatta. Yani idealizmle materyalizm, laiklikle din, doğu ile batı. Bence zorlu ve çetin bir yürüyüş bu. Eklektik bir düşünür; kendini parçalanmış, çatlamış aynalarda seyreden ve bunun verdiği acıyla kıvranan bir aydın diyebilir miyiz sizin için? Arkasından sözkonusu parçalanışınızın ülkemizle ilgili yanları sökün ediyor. "Benim trajedim şu birkaç satırda; sevebileceklerim(yani sosyalistler) dilsiz, dilimi konuşanlarla(yani sağcılarla) konuşacak lakırdım yok" -parantez içleri soruyu soranın- "Sağ okumuyor. Boşuna bağırıyorum. Sol diyalogdan kaçıyor." Nasıl oluyor da hem Büyük Doğu kadrosundan hem de Yön kadrosundan olabiliyorsunuz? Neden buna mecbur hissediyorsunuz kendinizi?

Cemil Meriç: Bu kelimeleri tarif etmeden kullanmak hata. Ben Türkiye'de gerçekten sosyalist olabileceğini sanmıyorum. Bir parça eklektiğim.(2) Her aydın bir parça eklektik olmak zorundadır. İnsan bütündür. Evet derseniz biter. Halbuki aydın olmak başka şey. Aydın olmanın insana yüklediği büyük sorumluluklar var. Bu sorumluluğun idraki başka, uygulama imkanı başka. Belki ben aydın olmanın sorumluluğunu idrak ediyorum ama icaplarına ne kadar uyuyorum bilemem.
İnsan çok meçhullü bir problemdir. Mesela dilimle Büyük Doğu'ya mensubum. İnançlarımın bir kısmıyla da öyle. Yön de bir tarafım benim.

H.Aslan: Yön'le paylaştıklarınız?

Cemil Meriç: Önce pozitivizm. Akla fazla önem verişim. Mesela Rıza Tevfik, Tevfik Fikret zaman zaman bir anlamda Yön'cüdürler. Bu problemde o kadar meçhul var ki... İnsanla ilgili hiç bir problem basit değil. Mesela Necip Fazıl'ı severim ama Doğan Avcıoğlu'nu sevmem.

H.Aslan: Geçmişte sosyalist olmanızla Yön arasında bir bağ kurulabilir mi?

Cemil Meriç: Ben hiç bir zaman sosyalist olmadım. Bilhassa materyalist hiç olmadım.

H.Aslan: "Kimim ben?" diye soruyorsunuz günlüğünüzde kendinize ve insanı kanser edecek ağırlıktaki bu soruyu şöyle cevaplandırıyorsunuz: "Hayatını Türk irfanına adayan münzevi ve mütecessis bir fikir işçisi." Sene 1974. Türkiye gibi Ortadoğu'nun göbeğindeki bir ülkede, bu yamalı bohçada, bir düşünür için yukarıdaki cevabınız yeterli mi? Kimsiniz siz? Kimlik söz konusu olduğunda sorulacak bütün sorulara cevap verebilecek bir düşünür mü yoksa arafta bir yalnız mı?

Cemil Meriç: Arafta bir yalnızım.

H.Aslan: Umrandan Uygarlığa adlı kitabınızdaki müthiş makalenizi; Ruşen Eşref'in 'Diyorlar ki' adlı kitabını esas alarak yazdığınız 'Diyorlar ki' başlığını taşıyan yazınızı düşünüyorum. Elimden gelse herkese okurdum bu yazıyı. Benim çağdaşlarım, Gökalp'in bir Delf kâhinine benzediğini sizden öğrendiler. Peki ama hocam, orada sözünü ettiğiniz Türk aydınlarıyla sizin aranızdaki fark nedir? Bu ülkede Peygamber'den 'Muhammed' diye söz etmiyor musunuz? Bir batılının konuşma veya yazma biçimi bu. Hemen arkasından, İslamiyet’le ilgili olarak yazdığınız hepsi birer manifesto niteliğindeki yazılarınız geliyor aklıma. Çelişki bu. Büchner'in "Madde ve Kuvvet" adlı kitabının düşünce dünyanızı, bir anlamda kişiliğinizi en çok etkileyen kitaplardan biri olduğunu söylüyorsunuz. İslamiyet'in size açıklamadığı şey neydi de bu kitaba dört elle sarıldınız? Kaderiniz bence, kimlik bunalımlarını okudukları kitaplarda çözümleyen binlerce insanın -sağcı, solcu, idealist veya materyalist olmaları bir şey değiştirmez- kaderleriyle aynileşiyor. Okumakla olmak neden aynileşsin? Bir düşünceyi öğrenmek aynı zamanda bir yaşama biçimini öğrenmektir. Doğru. Ancak, o yaşama biçimini icra etmek değil. Pratik hayatta kendilerini yaşayabilmek imkanını sağlamıyor bize, okuduklarımız.

Cemil Meriç: Biraz fazla altını çizmişim "Madde ve Kuvvet"in. Sözün gelişi öyle yazmışım. Onsekiz yaşında bir insanı çarpar elbette. Bütün hayatımı etkileyen bir tesiri olmamıştır. Belli bir çağda etkilemiştir beni. Hayatıma şâmil değildir. Bulûğ çağında, ilk defa rastlanan güzel bir kadının insan üzerindeki etkisi bu. Ama babam için aynı şeyi söyleyemem. Babama okuttum, ruh dünyasında kötü akisler yaptı. Babam hacıydı ve mûtekit bir insandı. Üzerinde resim var diye eve gelen kibritlerin resimli kapaklarını yırtardı. Onun üzerinde tesirli oldu bu kitap, benim üzerimde değil. Evladım, kelimeler hiç bir şey ifade etmiyor, görüyorsunuz, yani hem yalan hem doğru bunlar.

H.Aslan: Günlüğünüzde yazdıklarınızla kitaplarınızda yer alan düşünceler arasında çelişkiler var. Russell, "Bir düşünce sistemi" der, "Eğer yüzde yüz tutarlıysa, o düşünce sistemi toptan tutarsızdır ya da ilmî değildir." Bu tespit, "Batı Felsefesi Tarihi"ndeydi. Sanırım. Çelişkileriniz son tahlilde normal olarak da kabul edilebilir. Kitaplarınızdan birinde, "Yobaza düşmanlık tarihe düşmanlık. Yobaz en güzel taraflarımızla biziz, biz." diyorsunuz. Eserlerinizde bu türden yüzlerce ifade gösterebilirim. Oysa günlüğünüzde, "Solun kadir na-şinas davranışı beni ister istemez gericilerin kucağına değil, yanına itti" şeklinde beyanlarınız var. Gericilik nedir, sağ nedir? Yeni Devir gazetesi hangi çizgidedir? Müslümanlık nedir ki böyle söylüyorsunuz?

Cemil Meriç: Yeni Devir pek ciddi bir intiba bırakmamıştır üzerimde. Mesela Cumhuriyet'te yazmayı tercih ederdim. Gerici benim. Sağ'a antipatim yok. Sağ mezarlık bekçisi. Eskinin devamını ister sağ. Halbuki hayatın kendisi daima yeniye müteveccihtir.

H.Aslan: Marksizme yaklaşımınız oldukça farklı, sizce yalnızca bir düşünme biçimi. Ortodoks marksizme ateş püskürüyor yazılarınız. Ortodoks olmayan marksist düşünürler ise daima tam not alıyor sizden; Rodinson, Schumpeter ve diğerleri... Ancak, yine de marksist düşünceyle bir çok şeyi paylaşıyorsunuz. Bunların başında düşünme biçiminiz var bence. Genç Cemil Meriç'ten olgun Cemil Meriç'e uzanan, çizgide değişmeden kalan tek unsur düşünme biçiminiz yani diyalektik yöntem. Bilgi problemine bakış açınız marksizmden izler taşıyor. Meraklı okuyucular, Mağaradakiler adlı kitabınızın 391., Umrandan Uygarlığa adlı kitabınızın 231-261. sayfalarına bakabilirler. Ayrıca, Kırk Ambar adlı eserinizde, Proudhon'u yazarken yaşadığınız iç hazzı geliyor aklıma.(3) Düşünürken ve yazarken, "Önce eylem vardı" diyorsunuz, diğer sosyalistler gibi. Önce eylem vardı; yani hayat vardı, maddi gerçeklik vardı. Bilginin kaynağının materyalist açıklaması bu. Modern bilimin bu ilkeye dayandığını kabul ediyorum. Doğru, bilimin nesnesi, araştırma nesnesi maddedir. Ama bu düşünce biçimi, İslamiyet, evet, kitaplarınızda sıkça vurguladığınız İslamiyet sözkonusu olduğunda çelişkilerden birini doğuruyor. Tehlikeli bu, İslamiyet açısından. Tehlikeli, çünkü vahyi dışarda bırakıyor. Bir şey daha var: 'Umrandan Uygarlığa'da(sf.366, dipnot), Marks'ı, Şerif Mardin'e karşı savunabiliyorsunuz.

Cemil Meriç: Hayır, bende değişmeden kalan diyalektik değildir; insan düşüncesine saygıdır. Ben insan düşüncesini İbn Haldun gibi ikiye ayırıyorum: İnşa ve haber. Haber'e olduğu gibi inanılır. İnşa ise yorum demektir ve tartışmaya açıktır. Marks da İbn Haldun ve Farabi gibi büyük düşünce adamlarından biridir. İmtiyazlı bir mevkii yoktur. O da bir insandır ve hataları vardır. Düşünen bir adamdır. Bilhassa polemik içinde ve düşmanlarıyla savaşarak düşünen bir adamdır. Düşünen hiç bir insan tarafsız olamaz. Marks'ın da hataları vardır. Proudhon'u, Saint-Simon'u, Marks'tan daha çok severim. Sert, dövüşken, haşin bir adamdır Marks. Musevi asıllıdır ve bunun düşüncelerine büyük etkisi vardır.

H.Aslan: "Otobiyografileri hep şüpheyle karşılarım. En masumları, ihtiyar nazeninler gibi aşırı bir tuvaletle çıkar tarih karşısına. Talleyrand doğru söylüyor galiba: Dilin görevi hakikati gizlemektir."(Bu Ülke, syf.197) Sizin otobiyografiniz için de geçerli mi aynı şey?

Cemil Meriç: Benimki için geçerli değil. Çünkü hiç bir siyasi hareket içinde bulunmadım. Ailem ve çocuklarım için de öyle. İlmî namusumu az çok muhafaza etmişimdir. Talleyrand bir politikacıydı. Tarihin en namussuz, en zeki adamlarından biridir. Talleyrand yükselmek istiyordu. Politikanın dili gizliliktir. Benim yükselmek gibi bir amacım olmadı.

H.Aslan: Mülkiyet karşısındaki tavrınız nedir? Daha önceki bir konuşmanızda, "Ben Müslüman sosyalistim" demiştiniz. Bu sözünüz bana gençliğinizin Tarık Mümtaz'ını hatırlatıyor. Onun 'İslamî Sosyalizme Doğru' adlı bir risalesini okuduğunuzu belirtiyorsunuz.(Bu Ülke, Beşinci Baskı, sf.29) Müslüman sosyalizmi pek itibar görmüyor bugün Türkiye'de.

Cemil Meriç: Sosyalizm Türkiye'de yaşamak için İslamî bir veçheye bürünmek zorundadır. Mülkiyet konusunda Saint-Simon gibi düşünüyorum. Mülkiyet daima tahdit edilmelidir. Topluma faydalı olduğu sürece yararlıdır. Yani herkes kendi zevki için tüketim yapamaz. Mülkiyet toplumundur. Onda, bizden önce gelenlerin de, bizden sonra geleceklerin de hakkı vardır.(4) İslamiyet de sosyalizm gibi düşüncede bir devrimdir.

H.Aslan: Stendhal eline kalemi alır, ilham gelmesini beklermiş yazarken. Siz nasıl yazarsınız?

Cemil Meriç: Özel bir merasime tâbi değildir. İlham da beklemem.

H.Aslan: En belirgin özelliklerinizden biri, dil konusundaki hassasiyetiniz değil mi?

Cemil Meriç: Bir yazar olarak dili muhafaza etmeye çalışırım. Bu konuda titizim. Hayatımın manası bu.

H.Aslan: Türk Sağ'ına ve Türk Sol'una tavsiyeleriniz nelerdir?

Cemil Meriç: Türkiye'de sol'un sağlaşması, sağ'ın sollaşması gerekir. Sağla sol arasında büyük bir fark yoktur. Gurur dargınlıkları ve benzeri şeylerden doğan ayrılıklar. Birbirlerine yaklaşmalıdırlar.

H.Aslan: Ama bugün bunun tam tersi ortaya çıkıyor.

Cemil Meriç: Ben bu kutuplaşmaya karşıyım. Kutuplaşma yobazlıktır.

H.Aslan: Üslubunuz efendim?

Cemil Meriç: Üslubum kendimdir. Benliğim, bütün hüviyetimdir. Yazdıklarım kadar yazış biçimim de önemlidir.

H.Aslan: Şiirin tornasından geçmiş bir düşünürün üslubu diyebilir miyiz?

Cemil Meriç: Yıllarca şiir yazdım.

H.Aslan: Cemil Meriç, Türk nesrine Fransız sentaksını getirdi, deniyor, doğru mu bu sizce?

Cemil Meriç: Olabilir. Fransızca'yla o kadar çok temasım oldu ki... Ben farkına varmadan bir etkisi olmuş olabilir Fransızca'nın. Edebiyata tercümeyle geçtim. Bir şuuraltı tesir.

H.Aslan: Yazılarınızı başka birine dikte ettiriyorsunuz. Konuşuyorsunuz, yazılıyor. Yazılarınızda konuşma cümleleri ağırlıkta. Dikte ettirmenizden mi geliyor bu özellik?

Cemil Meriç: Üslubum, kendim yazıyorken de, yani gözlerimin kapanmasından önce de böyleydi. Sanmıyorum.

H.Aslan: Üstadım, şiiri neden bıraktınız?

Cemil Meriç: Sevdiğim şairler vardı. Pınarbaşları tutulmuştu. Onlardan daha büyük olamayacağımı hissettim. Nazım, Yahya Kemal, Necip Fazıl. Halbuki, nesirde bana rakip olabilecek bir zirve yoktu.

H.Aslan: Aşka inanıyor musunuz?

Cemil Meriç: Elbette. İnsanlar arasındaki biricik insani his, aşk. İnsanı insan yapan aşktır.

H.Aslan: Kadınlara bakış açınız nedir?

Cemil Meriç: Büyük bir saygı ve sonsuz bir sevgi. Kadın erkekten daha yüksektir bana göre. Erkek kadın eşitliği yoktur. Vazife taksimi vardır. Kadın vazifeleriyle üstündür. Fedakârlığıyla, sadakatiyle. Hayatımdaki önemli varlıklardan biri kadın, diğeri kitap.

H.Aslan: "Bir kadınla yemeğe mi çıkıyorsunuz" der Nietsche, "Sakın kırbacınızı yanınıza almayı ihmal etmeyin."

Cemil Meriç: Budala. "İnsanın tanrı olmadığının tek belgesi göbekaltıdır" diyor bir yerde de. Küçüklük duygusundan ileri geliyor onun bu özelliği. Kadın bahsinde hiç bir zaman tatmin olmamıştır. Davet edildiği düğünde, geline evlenme teklif eder. Salaktı hazret. Dâhi bir salak. Tam bir erkek değildi çünkü tam bir insan değildi. Farkında olmadığı bir zaafı vardı kadına. Delirdi zaten.

H.Aslan: Kadınlar bahsinde hayatınızdaki en büyük yeri işgal eden kadın kimdir efendim?

Cemil Meriç: Ölenlerden karım Fevziye, yaşayanlardan Lamia. Karımı çok severim. Kırk yılın üzerinde bir beraberliğimiz oldu onunla. Fevziye tam bir aile kadını, mükemmel bir anneydi. Daima rahmetle anarım. Sakin bir zevceydi. Roma'yı Roma yapan asil ve büyük kadınlardan biriydi. Menteşoğulları boyundandı.

H.Aslan: Lamia Hanım'dan sözeder misiniz?

Cemil Meriç: Son derece sevdiğim ve son derece saydığım müstesna bir insandır. İnsanlar arasındaki yerini bulamamıştır. Talihsiz bir izdivaç yaptı. Hz.Ebubekir soyundan geliyor. Son derece fedakârdır. Hastalığımda bana gösterdiği şefkat emsalsizdir. İnsanlığın yüzünü ağartan bir fedakârlık. Mükemmel bir hocadır. Hayatımın en mükemmel arkadaşı. Talihim benim. Karım öldükten sonra onun yerini ancak Lamia Hanım doldurabilirdi. İngilizce öğrenimine dört yaşında başlamıştır. Ana mektebini ve Arnavutköy Kız Koleji'ni birincilikle bitirmiştir. Hasan Âli Yücel döneminde başarılı öğrencilerin diplomalarını Roosevelt imzalardı. Diplomasında Roosevelt ve Hasan Âli'nin imzaları var. Çok mükemmel bir İngilizce hocasıdır Lamia. Tanpınar'ın öğrencisidir. Reşat Nuri ile akrabadırlar.

H.Aslan: Kızınız efendim?

Cemil Meriç: Kızım mükemmel ve emsalsiz bir evlattır. Talihim bu. Bedbahtlık içinde bahtiyarım.

H.Aslan: Ne tür müzikten hoşlanıyorsunuz?

Cemil Meriç: Umumiyetle alaturkayı severim. Sevdiğim bir insanla dinlemeliyim müziği. Sevdiğim insanla birlikte dinlediğim müziği severim. İster otobüs müziği olsun ister klasik. Farketmez. Türkülere özel bir zaafım yok. Ama sevdiğim türküler de var.

H.Aslan: Hangileri mesela?

Cemil Meriç: Şu anda sıralayamam.

H.Aslan: Şiiri bırakışınızın tarihini hatırlıyor musunuz?

Cemil Meriç: Acaba bıraktım mı? Söyleyemem ki bunu. Nesri şiir haline getirmeye çalıştım.

H.Aslan: Büyük yazar olmak için sizin hayat çizginize benzer bir yolu katetmek gerekir mi?

Cemil Meriç: Gerekir. Acılar insan ruhunu biliyor. Acı çekmeyen, insan olamaz.

H.Aslan: Sizin için demokrat diyebilir miyiz?

Cemil Meriç: Elbette evladım. Gerçek bir demokratım. Liberal ve demokratım.

H.Aslan: Yazılarınızdan birinde "Düşüncenin kuduz köpek gibi kovalandığı bir ülkede" yaşadığımızdan söz ediyorsunuz.

Cemil Meriç: Evet. En kötü yanımız müsamahakâr olamayışımız. Herhalde Moğollar'dan kalma bize.

H.Aslan: Liberal terimini hürriyet anlamında mı kullanıyorsunuz?

Cemil Meriç: Evet.

H.Aslan: Aydınlarımız konusunda söyleyecekleriniz var mı efendim?

Cemil Meriç: Bu konuda söyleyeceğimi söyledim galiba. Türkiye'de aydın yoktur. Çünkü mesuliyet yoktur. Taşıma suyla değirmen döndürüyoruz.

H.Aslan: Bir denemenizde kitapları kadınlara benzetiyorsunuz. Neden başka bir varlığa değil de kadına?

Cemil Meriç: Hayatımda iki önemli varlık var: Kadın ve kitap. İkisi de insan. Yani bunları teke irca edebiliriz. Kadın da insan kitap da insan.

H.Aslan: "Her kitapta kendimizi okuruz, kendimizle yatarız her kadında" diyorsunuz. Neden kendimizle yatarız her kadında?

Cemil Meriç: Kadınla bir parça bize yakın olduğu ve bizi sevdiği için yatarız. Hayvanlar çiftleşir; insanlar birleşir, tekleşir. Her insanda binlerce insan vardır. Kadın ve erkeğin bir araya gelmesinde, bu binlerce insandan yalnızca birer tanesi birbiriyle kaynaşır ve anlaşır. Aynileşirler.

H.Aslan: Kitabı kadına benzeten başka bir düşünür hatırlıyor musunuz?

Cemil Meriç: Hatırlamıyorum.

H.Aslan: "Bana okuduğunuz kitapların en güzelinin hangisi olduğunu soruyorsunuz, söyleyeyim: Annemdir" der Abraham Lincoln. Annenizden hatırınızda kalanlar neler?

Cemil Meriç: Muhterem bir hanımdı annem. Babamla akrabaydılar. Babamın dedesi Dimetoka müftüsüydü. Benim soyadım aslında Hocazâde'dir. Soyadı Kanunu'yla değiştirildi. Bu soyadı Hafız İdris Efendi'den geliyor. İlk mektebi bitirmişti annem. Çok zengin bir masal dünyası vardı ve masallar anlatırdı bana. Hassas bir kadındı. Bende de var aynı hassasiyet ve bu, annemin bendeki etkisidir.

H.Aslan: Zaaflarım diyebileceğiniz özellikleriniz neler efendim?

Cemil Meriç: Çok. Baştan aşağı zaafım. Lüzumundan fazla hassasım. Çabuk kızarım, çabuk darılırım, çabuk sevinirim. Okumaya düşkünüm. Her insan gibi, belli bir ölçü içinde kadınlara zaafım var. Beş kardeşiz. Ailenin yaşayan tek erkek evladı benim. Bu yüzden biraz şımarık büyümüşüm.

H.Aslan: Sevdiğiniz yemekler neler?

Cemil Meriç: Lamia'nın pişirdiği yemeklerin hepsini severim. Bilhassa bulgur ve etle yapılan yemekleri. Bütün yemeklerini severim Lamia'nın. Ümit'in pişirdiklerini de severim.

H.Aslan: Sigarayla aranız nasıl?

Cemil Meriç: On yedi yaşımdan bu yana sigara içerdim. Günde üç paket. Sonra bıraktım. Lamia'nın yüzünden tekrar başladım. En son olarak da hastalanınca bıraktım. Şimdi içmiyorum.

H.Aslan: Lamia Hanım yüzünden?

Cemil Meriç: O içiyordu çünkü.

H.Aslan: Şu anda seyahat etme imkanınız olsaydı hangi ülkede olmak isterdiniz?

Cemil Meriç: Fransa'da.

H.Aslan: Neden Fransa'da?

Cemil Meriç: En çok Fransız kültürüyle temas halinde oldum. İnsanlarını severim. Altmış küsur yıldır Fransızca'yla uğraşıyorum. Lamia'yla O'nun memleketi olan Şam'a da gitmek isterdim mesela.

H.Aslan: Kitaplarınıza çocuklarınız hissiyle baktığınız oluyor mu?

Cemil Meriç: Fazlasıyla elbette. Onlar da çocuğum. Kafamın gönlümün çocukları.

H.Aslan: Kitaplarınız arasında tercih yapabilir misiniz?

Cemil Meriç: Yapamam. Ancak "Hind Edebiyatı"nı çok severim. Sonradan "Bir Dünyanın Eşiğinde" adıyla basıldı. "Bu Ülke"yi de severim. Düşüncelerim tohum halinde "Bu Ülke"dedir. Hayatımın bütün tecrübesi...

H.Aslan: Yeni bir çalışmanız var mı?

Cemil Meriç: Evet. Yeni bir kitap hazırlıyorum. "Umrandan Uygarlığa"nın tersi, "Kültürden Irfana" olacak adı. "Umrandan Uygarlığa", geçmişten bugüne idi, yeni kitabım bugünden geçmişe. İrfan biziz, kültür Avrupa. Batı'dan Doğu'ya gibi bir şey.

H.Aslan: Benim sormadığım, sizin söylemek istediğiniz bir şey var mı?

Cemil Meriç: Her cevap noksan. Cevaplamak ayıklamaktır. İnsanlara verebileceğim mesaj bu.

Hakan Ulaş'ın notu:

1- 1960 yılında bir otomobil kazasında ölen Albert Camus'nun intihar ettiğine inanılır.

2- Eklektizm: Felsefede; uyuşabilir tezleri toplayıp uyuşamayanlarını bir yana bırakma eğilimini, edebiyatta ise birbirine aykırı çeşitleri bağdaştıran geniş sınırlı zevki ifade eder.

3- Cemil Meriç, başka bir yerde "O'nsuz bir sosyalizm hatta O'nsuz bir Batı düşüncesi tasavvur edilemez" diye andığı -anarşizmin babası sayılan- Pierre Joseph Proudhon için "Bir Facianın Hikâyesi" kitabında da şöyle yazar:
"Proudhon çağımızın en büyük düşünce adamlarından biri. Ülkemizde sol, bu dürüst ve samimi insana kulaktan düşmandır. Kiliseleşen sosyalizmin hür tefekküre tahammülü yoktur. Ülkemizde sağ, önyargıların kalın duvarları arkasında hep aynı teraneleri tekrarlar. Oysa Proudhon aydınlığa koşan her insan için değerli bir kılavuzdur. Proudhon'un temsil ettiği anarşizm, Batının bütün doktrinleri içinde İslamiyet'e en yakın olan felsefedir. İslamiyet de bir nomokrasi(kanun hâkimiyeti) dir, anarşizm de. Yalnız, anarşizm için nomos(kanun) mâşeri akıldır; İslamiyet için vahiy yani ilâhi şeriat. Proudhon, emekten doğmayan her kazancı mahkum eder. Faiz bir sömürü aracıdır, üstada göre. Gerçek sosyalizmi, gerçek demokrasiyi bütün buutları ile tanımak isteyenler kilisenin afarozuna uğramış bu yavuz ve samimi yol göstericiyi tanımak zorundadır."

4- "Mülkiyet Nedir?" kitabıyla ünlenen Proudhon'un bu konudaki görüşüne bakalım:

"Kölecilik nedir? sorusuna cevap vermek durumunda kalsaydım ve tek kelimeyle: Cinayettir... deseydim, insandan düşüncesini, iradesini, kişiliğini çekip alabilme gücünün ölümüne bir erk olduğunu ve bir insanı köle haline getirmenin onu öldürmekten farksız olduğunu ispatlamak için uzun boylu konuşmaya ihtiyaç kalmaksızın anlaşılırdı düşüncem. Peki ama: Mülkiyet nedir? sorusuna niye aynı şekilde, yani bu ikinci sorunun aslında birincinin değişik bir biçiminden başka bir şey olmadığını hemen anlatabilmekten emin olarak; Hırsızlıktır... cevabını veremiyorum?... Ne emeğin, ne mülkleştirmenin ve ne de yasanın mülkiyeti yaratamayacağını; dolayısıyla da mülkiyetin nedensiz bir sonuç olduğunu iddia ediyorum. Niçin kınanacakmışım bundan dolayı?
Mülkiyet hırsızlıktır!... Işte devrimlerin giriş kapısı..."



Not: Yukarıdaki röportajı Cemil Meric Düşünce platformuna taşıyarak sizlerle paylaşmamızı sağlayan forum üyelerimizden Hakan Ulaş Bey’e şükranlarımızı sunuyoruz...

www.cemilmeric.net


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: Cumhuriyetin Fikir Babası: Ziya Gökalp
MesajGönderilme zamanı: 28.03.12, 09:53 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı

Kayıt: 28.09.10, 13:01
Mesajlar: 166
CEMİL MERİÇ ve ZİYA GÖKALP

Alıntı:
Cemil Meriç, 11 Şubat 1977 tarihli özel bir sohbette şöyle diyor: “Ziya Gökalp hakkında yazı yazdığım zaman Ankara’dan geldiler; "Çıkar" dediler. Ben de çıkardım. Yazı daha önce çıkmıştı çünkü, herkes okudu okuduğu kadar.” İşte Meriç'in Gökalp hakkında bu yazıda söyledikleri :

“Ziya Gökalp Gazali değildir. Gökalp minnacık bir adamdır. Elindeki imkanlarla başka çaresi yoktu. İster istemez intihar edecekti. İntihar kapıyı açmıyor. O da Mavi Sakalın Kırkıncı Odasını açıyor. Sık sık bu meseleyle ben de karşı karşıya geldim ama korkak olduğum için intihar edemedim. Bu büyük meçhul beni ürküttü. Ben düşünceyi bir bütün olarak ele alırım. Memleketten memlekete değişmez. Ziya Gökalp'le Gazali arasında mahiyet farkı var. Ziya Gökalp budala bir adamdı tam manasıyla. Ahmed Ağaoğlu budala değildi, haris bir adamdı. Ziya Gökalp ayran budalasıydı, cahil bir adamdı; son derece ümmiydi. Evvela Selanik’te pohpohladılar; İttihat Terakki emellerine alet etti. Politika’nın bütün büyüklerine Enver’e , Talat’a , Mustafa Kemal’e “Sen Allah’sın , sen peygambersin!” diye kasideler yazdı. Büyük milliyetçi, milliyet nazariyecisi oldu. Ziya Gökalp Batı’nın sofra artıklarıyla geçinen bir zattır, onları atıştırır, zaman zaman da kusar. Peyami Safa’nın çektiği ruh çilesini çekmemiştir. Sahtekardır. Her devirde dalkavukluk yapmıştır. Talat Paşa ve İttihat ve Terakki’ye mesela. Tarihin şımarttığı bir adamdı.”



Kültür ve Medeniyet
(Kubbealtı Konferansı)

CEMİL MERİÇ


Dünya görüşleri asırların potasında kaynaşır. Bütün sanat ve fikir eserlerine ilham kaynağı olur. Bizim bütün, aşılmaz, ebedi bir dünya görüşümüz vardı. İnsanın bütününü kucaklıyordu İslam. Batı'nın dünya görüşleri ise birer sınıfın dünya görüsüydü. Yani birer ideoloji idi. Hristiyanlık bize tesir etmedi. Liberalizm Machievelli'nin "gaye vasıtaları meşru kılar" görüşünde billurlaşmıştı. Ona da yabancı kaldık. Bütünden rastgele parçalar iktibas ettik. Nihayet sosyalizme karşı tamamen aciz kaldık. Sosyalizm Batı'nın son buluşu idi. Bütün beşeriyeti bağrına basacak bir ümitler bütünü idi.

Kendisine tarih olarak ecdada hakaret öğretilmiş, badbaht ve hafızasız bir neslin sosyalizme teslim olmaması beklenemezdi. Ruh anomisi içinde olan gençlik, harabeler içinde doğdu. Nereye gidecekti? Ali Suavi'den Ziya Gökalp'e kadar hepsi Osmanlı'yı silmek istedi. 700 yıl zaferden zafere koşan ve insana haysiyeti öğreten bir medeniyeti, bir barbarlar medeniyeti olarak görmeye başladık. Maziye hürmet, irticaların en büyüğü olarak takdim edildi. Babalarımız budala idi, dedelerimiz mecnun. Avrupa'nın bize sunduğu yalanlar, içtimai hayatımıza intibak etmeyecek olan yalanlardı. Aslımızdan kopmuş, perişan ve muzdarip bir kitle idik. Sosyalizm, Avrupalılaşma'nın son perdesidir. Sosyalizm zehri, büsbütün faydasız olmadı. Batı düşüncesi yekpare bir bütün değildi. Bati ideolojileri birer yalandı. Hiçbir hakikat kendi insanımız tarafından söylenince itibar kazanmaz. Ama sosyalizmle anladık ki içtimai ilimlerde coğrafya ve tarihi kucaklayan bir doğruluk yoktur. İçtimai bir sınıfın meşruluğunu isbat için tarih sahnesine çıkmış yalanlardır içtimai ilimler. Sosyalizm bize bu yalanları isbat ve şüphe ile hareket etmemiz gerektiğini telkin etmiştir. Ama çok sinirli kalmıştır bu uyanış. Avrupa karşısında aşağılık duygusu duyan geniş gençlik, kendini yine de kapıp koyuverdi. Bugünkü Avrupa Medeniyeti kendine aşıktır. Avrupa'dan gelen her düşünceye karşı büyük bir şüphe ile bakmak ve kendi irfan hazinelerimize dönmek mecburiyetinde idik. Avrupa'nın son taarruzu birçok gençleri bizden kopardı. Ama bu gençler hakikati bütünüyle gördükleri gün bizden olacaktır.

Bati ruh yapımıza kendi mefhumlarını zerkediyor. Bu yüzden idrakimiz mefluç hale geliyor. Kavgayı önce kelimeler dünyasında kazanmak mecburiyetindeyiz. Avrupa'nın şuurumuzu felce uğrattığı kelimelerden ikisi de kültür ve medeniyettir. "Çağdaş uygarlık düzeyinin" dışında bazı hakikatler olabileceğini idrak edemedik. İkinci Meşrutiyete kadar kültür kelimesi yok bizde. Nasıl olur? Kültürü karşılayacak kelimemiz yok mu? Kültür tek başına bir Babil kulesidir. Balıkçılık, ziraat, mikrop üretimi, vs 161 manası var. 161 manası olan kelimenin hiçbir manası yoktur.

1-) 1930'a kadar Fransa irfan manasına kullanır. Alman Herder'den itibaren çeşitli manalar veriyorlar. Kemalat-i beşeriyeyi tamamlayan herşey. Ferdiyeti şahsiyete çeviren herşey. Osmanlı'da bunun ismi irfandır. Batı, billur bir avizeyi kırar ve toz halinde bize sunar.
2-) Antropolog ve etnologların kelimeye kazandırdıkları mana, maddi medeniyet-manevi medeniyet. Bu manada kültür-medeniyet.

Avrupa bizi de kendi kesretine düşürmek için bu kelimeleri ihraç ediyor. Büyük kaamuslarda, mesela Webster'de kültür-medeniyet. Braudel de aynı şekilde. İtalyan ansiklopedisine yazdığı medeniyet maddesinde Braudel iki kelimenin aynılığı üzerinde durur. Kültür bir milleti millet yapan herşeydir. Yani dünya görüsüdür.
İkincisi ise bir medeniyetin tabiatı dizginlemek için kullandığı her türlü vasıtadır.
Bu iki kelimeyi neden soktu intelijensiyamiz? Kurt, dumanlı havayı sever. Intelijensiyamiz kendi dünyasından kopmuştu. Bir kazazededir. Sığınacağı hiçbir ada yoktur. Kendi medeniyetini inkar ettikten sonra, ölü medeniyetlerden kendine ecdad arar. Cami avlusunda bulunmuş bir çocuktur. Kültürü almıştır, irfanı atmıştır. Medeniyeti almıştır, ümranı atmak için. Çünkü irfanını ve ümranı bilmez.

Kültür cumhuriyetin armağanıdır. Daha önce hars vardır. Cumhuriyet kelimelerin kökünü arar. Halbuki kelimeler köklerinden uzaklaştıkları ölçüde mücerreti ifade ederler. Kelimeleri tarih yoğurur. Türk entelijensiyasının sefaletini bu kelime sergiler. Ondan sonra ekin karşılığını bulurlar. Topraktan deve dikeni çıkarır.

Halbuki arif, maruf, tarif bütün aile efradıyla bize girmiş olan bir irfan kelimesi vardır. Tam bir kültür hercümerci içindeyiz. Bu hercümercin ilk sebebi kültür kelimesini almamızla başladı. İngilizler'in dediği gibi: "Ahmak doğan, ahmak ölür!" Kültürün iki manası aynı metinde iki farklı manada kullanılıyor. Rüyadaki şekiller gibi. Bakıyorsunuz melek, bakıyorsunuz hayalet.

Eğer kültür irfansa, emperyalizmin silahı irfan değildir. İrfan kendini tanımaktır, şuurlanmaktır. Hiçbir emperyalizm irfanıyla istila etmez. Biz ki Yunan'dan mantığı almışız, insanı insan yapan bütün değerlere açığız. Ama hiçbir emperyalizm Descartes ile Shakespeare'le gelmez. İrfan emperyalizmi olmaz. Avrupa, Hind'de de, Çin'de de, Osmanlı'da da habis programını başarı ile oynamıştır. Bu, irfanımız olmadığına bizi inandırmaktır. İrfanı olan bir ülke bütün irfanlara açıktır. Kültürün emperyalizmi olmaz. Kültür insanidir, insanın has bahçesidir. Kültür, bir hayat üslubu olarak tarif edilmektedir.

Kelimeleri mikrop kapar gibi kapıyoruz. Beşeri kemalle, emperyalizm nasıl bağdaşabilir? Kültür emperyalizmi Batı'da yeni doğmuş bir cenindir, hilkat garibesidir. Az gelişmiş ülkelere ihraç eder Avrupa bu kelimeleri. Avrupa'nın ciddi kamuslarında yer almaz. Batı dillerinde medeniyet kelimesi 18. yy'a kadar yoktur. Civil, civilis vardır. Kültür de aynı asırda arz-i endam eder. Culturel hem culture'ün hem medeniyetin (civilisation) sıfatıdır. Hakikatte medeniyetin sıfatıdır. Medeniyet Batı'nın istilalarıdır, Batı'nın kendisidir. Civilisation vardır=Batınınki, diğerleri civilisation'lardır. Gerçek örnek Batı'nınkidir. Diğerleri onun karikatürleşmiş şekilleridir. Çin Medeniyeti veya İslam Medeniyetidir.

Medeniyet su gibi bulunduğu kabin şeklini alır. Bir hayat üslubu manasına da kullanılır. Giyinme, oturma, yemek, içmek gibi Batı'nın kendine mahsus tavırlarının otoriter bir yoldan kabul edilmesidir. Batı bize ve kendisinden olmayan bütün ülkelere kendi hayat tarzını empoze eder. Kültür emperyalizmi asıl budur.

Osmanlı'nın emperyalizminden söz edilir. Osmanlı maddi ve manevi bütün hazinelerini insanlara götürür. Emperyalizmin de iki manası var. Avrupa'nın kelimeleri de kendisi gibi iki yüzlüdür. Avrupa "Empire Ottoman" der. Geniş ülkelere yayılan nüfuzlu, büyük devletler empire'dir. Lénine tarafından milletler arası dil alanına atılmış bir kelime:emperyalizm, kapitalizmin son merhalesidir. Kapitalizmin ideolojisi liberalizmdir. Kapitalizm iktisadi bir terimdir. Kâr esasına dayanan bir dünya istihsal şeklidir. Kapitalizm belli bir merhalede mutad olan yolları terk eder. Sermaye belli ellerde toplanacaktır. Pazarların paylaşılmış olması kapitalist ülkeleri savaşa itecektir. Monopollerin, tröstlerin olduğu bir dünyada "Bırak yapsın, bırak geçsin" bir hatıradan ibarettir. Kendi çıkarlarından başka birşey düşünmeyen bir dünyanın kana, baruta, savaşa, atom bombasına başvurmasıdır. Osmanlı İmparatorluğu deyince bir iltibasa yol açmaktadır. Osmanlı Devleti, Devlet-i Aliyye'dir ve imparatorluk değildir. Bu devleti zorla imparatorluktur, emperyalisttir diye takdim etmek ya büyük bir cehaletin, yahut da bir ihanetin sonucudur.

Namık Kemal medeniyetten, her yerde doğruluğu sabit olmuş hakaik-i ilmiyeyi anlar. Poker ve dans değildir medeniyet. Batı medeniyeti bir pisliktir. Ancak bir kataklizmle temizlenir. İlim ki beşeridir, onları almak değil, Avrupa'dan istirdat etmek suretiyle geri alacağız. Avrupa taarruzlarında başarılıdır. Ya öleceğiz, ya yok olacağız.

SORU: Türkçülük Ziya Gökalp'ten ilham almaktadır.

CEMIL MERIÇ: Önce Ali Suavi'den başlayalım. Ali Suavi bir çöküş devrinde yaşıyordu. Hayatının on yılı Paris ve Londra'da bütün zararlı ideolojilere açık olarak geçti. Batı ideolojilerine karşı son derece hazırlıksızdı. Ziya Gökalp'e gelince, o da bir tesettüt devrinin adamıdır. Bütün değerlerin çökmeye yüz tuttuğu, toprakta enkazdan başka pek az şeyin kaldığı bir devirde yaşadı. Heyd'in kitabı tek kitaptır. Gökalp samimidir, ciddidir, dürüsttür. Belki yasadığı devirde ondan çok daha bilgili insanlar vardı. Gökalp'in onlardan farkı işi ciddiye almış olmasıdır...O devirde Akçuroğlu, Ağaoğlu, Hüseyinzade gibi insanlarla milliyetçiliği kurmuş olması feyizli meyvalar vermiştir. Osmanlı ülkesinin yandığı bir devirde uzun araştırmalara vakti yoktu. Yangını söndürmeliydi.

Fikir adamlarını ya putlaştırarak alırız, ya da ilmin tarafsız, hürmetkar davranışıyla. Gökalp'in en büyük hatası hars'i kültürün yerine ikame etmesi değildir. Gökalp 48 yaşında öldü, o zaman yaşasaydık belki aynı hataları yapmaya biz de memur olurduk. İnsanlar mukaddes değildir. Osmanlı İslam-Türk'tür. Biz de İslam-Türk'üz. Gökalp de Osmanlı idi. Osmanlı'dan önce büyük bir tarih vardır. Fakat bu tarih Osmanlı'ya ilave edilir, bu tarihin hatırı için Osmanlı tarihten çıkarılmaz. Osmanlı'dan önceki Türk'e dikkat çekmesi bakımından hürmete şayandır. Elbette Milliyetçilikten başka kurtuluş yolu yoktur. Milliyetçilik tarih demektir, kendisini bilmek demektir.

Alman tarih felsefecileri kültürle medeniyeti ayırır. Danilevsky "Avrupa ve Rusya"da her ülkenin kendine göre bir kültürü olduğunu ileri sürer. Kültürler milletin ruhunda yaşayan bilgiler, inançlar ve bedii telakkilerdir. Kültürler tarih sahnesine çıktıktan sonra 1000-2000 yıl yaşarlar. Gerçekleştirecekleri mefkureyi gerçekleştirdikten sonra medeniyet olurlar.Spengler, Toynbee aynı görüşü geliştirirler. Kültür canlıdır, olmakta olan, oluş haline geldikten sonra taşlaşır. Fransız İhtilali'nden sonra Fransız kültürü medeniyetleşir. Medeniyetler megalopolislerde (Londra'da, Paris'te, New York'ta) ölümlerini beklemektedirler.

Don Kişot kültürdür, Sanso Panso medeniyettir. Don Kişot çöken bir devri kılıcı ile yaratabileceğine inanir. Kalıplaşmayan, katılaşmayan, hayal için yaşayan tam bir spontaneité (kendiliğindenlik) örneğidir.Sanso, 2 x 2 = 4'ten başka inancı olmayanın bir timsalidir. Türkler Selçuk ve Osmanlı'ya kadar kültür merhalelerini yaşarlar. Aynı ağaç Osmanlı'ya kadar çiçektir, Osmanlı'da meyva verir.

Ziya Gökalp bütün fikir adamları gibi birçok hataları olan bir fanidir. Hataların ülkenin her sınırından girdiği bir devirde yaşıyordu. Her ideolog gibi bir devrin hatalarını ve sevaplarını aksettirir.

SORU: Cumhuriyet aydınlarının hepsi hain miydi?

CEMIL MERIÇ: Elbette Batılılaşan aydının karşısına kendi insanimiz da çıkacaktır. Ama kokladığımız hava bütün mesamatımıza doluyor. Necip Fazıl Avrupa'nın yalanlarından kopmuştur. A. Hamdi Bey (Tanpınar) Batılılaşan Doğu'dur. Doğulu zevkleri olan bir Batılıdır, bir müsteşriktir. Kemal Tahir Batı'nın yalanlarını anladıktan sonra, onu sonuna kadar yaşadıktan sonra kendi asliyetine dönmüştür. Batı zehirini içip, kusmuştur. Kemal Tahir de, Necip Fazıl da Batılılaşmışlardır, fakat Batılılaştıktan sonra kendileri olmuşlardır.

SORU: Gökalp'in Osmanlı tarihine yabancı kalışı bir hatadır. Bizi Osmanlı'dan bugün de ayıranlar kimler?

CEMIL MERIÇ: Türk, İslamlaştıktan sonra medenileşmiştir. Osmanlı öncesi Türk tarihi çocukluk ve delikanlılık tarihidir. Osmanlı olgunluktur. Dedemizi tarihten söküp atmak isteyenler mesumdur. Türk tarihi bir bütündür. Gençlik çağını atmak için bir sebep yoktur.

SORU: Türklerin İslamlaştıktan sonra Araplaştığını söylüyorlar. İslam'a Arap kültürü nazarıyla bakılıyor.

CEMIL MERIÇ: Akıl hastanelerinde tetkiki gerekir.

SORU: Osmanlı'nın işgal ettiği topraklardaki manevi hakimiyeti de son buluyor.

CEMIL MERIÇ: Osmanlı'yı biz yaşamıyoruz. Macaristan'da niye yaşasın? Roma nerede, Babil ne oldu? Medeniyetler ölürler, ancak şekil değiştirerek yeniden doğabilirler. Medeniyetler fanidir. İbn Haldun'dan Toynbee'ye kadar. Toynbee yalnız Hristiyanlığı istisna eder ve Hristiyanları kiliseye duaya çağırır. Osmanlı insanlık için bir yüzakıdır. Tarihin en şerefli bir safhasıdır. Osmanlı taklid edilemeyecek kadar büyüktür. Bugün Avrupa çöküş halindedir, biz orada bir medeniyetin rüyasını yaşıyoruz. Avrupa ilahinin yerine beşeriyi, beşerinin yerine maddiyi geçirdiği için yıkılış içindedir. Biz bir yangını taklid etmek istiyoruz.

***

Alıntı:
Cemil Meriç ile Sohbetler

Doğu Kütüphanesi

Halil Açıkgöz

Aksaray - 2005

İKİNCİ BASKIYA TAKDİM

Cemil Meriç İle Sohbetler 1993'ten beri büyük bir ilgi gör­dü ve hemen her yıl okundu. Bu hal, Cemil Meriç’in hâlâ yaşa­maya devam ettiğini göstermektedir. Cemil Meriç verimli yazı hayatı boyunca ve ayrıca sohbet ve konferanslarıyla bir kaç ne­sil tarafından hakkıyla okunmuş, dinlenmiş ve değerlendiril­miştir. Bundan sonra da okunacağı muhakkaktır.


Cemil Meriç’i okunur kılan, işlediği konular olduğu kadar üslubudur da. Gerçekten yazmanın hem beyin hem yürek işi ol­duğunu onun hayatı ve eserleri en güzel şekilde göstermekte­dir. Cemil Meriç İle Sohbetler, dindirilemez ve gemlenemez bir beyin fırtınası sahibi insanın, neyi, ne zaman, nasıl düşün­düğünü olduğu kadar hangi acıları ve sevinçleri de damla dam­la nasıl yaşadığını vermeliydi. Nitekim her okuduğumda ken­dim de aynı duyguya kapıldım. Çünkü sohbetler canlı bir Ce­mil Meriç sunmaktadır.

Günlük sohbetlerde daldan dala sıçrayan konular arasında kavramlar, şahıslar, hadiseler, günlük ihtiyaçlar, nefes alıp ver­diğimiz ortamlar vb. her şey aynı kargaşa içinde sistemli ve dik­katli bir düşünce adamının kalıcı dünyasında renk renk, çizgi çizgi yer almaktaydı. Bir teyp sadakatiyle zapt etmeye çalıştığım bu tespit ve görüntüler aradan geçen bunca zamana rağmen hâ­lâ aynı canlılığını ve sıcaklığını koruyor.

Cemil Meriç yirminci yüz yıl boyunca Türk düşünce tari­hinde ele alınıp tartışılmış pek çok konuya ciddiyetle yaklaş­makla kalmamış, meselelere nasıl yaklaşılması gerektiğinin ör­neklerini ve metodunu da sunmuştur. Şimdiye kadar olduğu gibi bundan sonra da tartışılacak düşüncelerle ilgili "Acaba Ce­mil Meriç yaşasaydı, bu konuda neler düşünürdü?" sorusu­nun cevabını onun okuyucusu eserlerinde her zaman bulacak­tır. Sohbetler bu manada ayrıca yol gösterici mahiyettedir.

Cemil Meriç, günlük politikanın ancak düşünce tarihini il­gilendirdiği kısmıyla, yani ana kavramlarıyla ilgilenir ve onlara zihnini yorardı. Dolayısıyla dogmatikleştirilmiş her düşünceyi zararlı bulur, ideolojik kamplaşmaların yol açtığı yasaklamaları, okutmazlıkları beyinlere giydirilmiş birer deli gömleği olarak vasıflandırırdı. Sohbetlerde de görüleceği gibi düşünce adına ortaya çıkan her türlü çalışmayı büyük bir titizlikle değerlendi­rirdi.

Çeşitli sebeplerle zaman zaman döndüğü hatıralarından hatırladıkları da, çevresi, bulunduğu ortamlar ve onlarla ilgili değerlendirmeleri sohbetlere konu olduğu için Cemil Meriç üzerine çalışanlara ve çalışacaklara ayrıca yardımcı olacak tes­pitlerle doludur. Bir zamanlar pek yakınındakilerin niye uzaklaştıklarının, uzaktakilerin de niçin gelemediklerini satır arala­rında bulmak mümkün.

Cemil Meriç, Eski Hint’ten İslâm-Şark ve Batı medeniyeti­ne kadar çağlar boyu akıp gelen beşerî tecrübelerin harmanladı­ğı bir merkezde durduğunun farkındaydı. Düşünce merkezli insanî bütün tecrübelere açıktı. Yazı hayatı boyunca ele aldığı konular bugün de tartışılmaktadır. Bilhassa Avrupa'da ve Avrupalılaşmış dünyalarda üretilen teorileri tenkitçi bir yaklaşım­la ele alırdı. Bir büyük coğrafyanın, bir büyük medeniyetin hay­kıran vicdanı olmak istiyordu. Nitekim oldu da.

Sohbetlerde de görüleceği gibi aynı zamanda tabiî bir ko­nuşma üslûbu vardı. Hem duyguyu hem düşünceyi tek cümle­ye sığıştırıveren usta bir kalemdi. En derin felsefî anlatımları bile şairane bir nefesle hemen kanatlandırıverirdi. Bundan dolayı hem yazılan hem de sohbetleri ayrı bir tat verir.

Cemil Meriç İle Sohbetler’in ilk yayınından sonra, tanı­dık ve tanımadık pek çok dostum tebrik etmek lûtfunda bulun­dular. Asıl tebrike lâyık kişi Cemil Meriç'tir. Bu kitap ona sade­ce tarafsız bir ayna tutmaktan ibaret bir gayret sonucu ortaya çıktı. Yeni baskıdaki estetik güzelliğin sahibi Erol Cihangir dos­tumdur. Kendisine ayrıca teşekkür ediyorum.



Cemil Meriç ile Sohbetler (Eski Baskı)

Önsöz
Halil Açıkgöz
1993



"CEMIL MERIÇ İLE SOHBETLER" isimli bu kitap, günlük Not Defterim’den derlenmiştir.

Cemil Meriç hakkında daha hayattayken başlamış tanıtma, tenkid, tahlil ve incelemelere ilave olarak, onu yakından tanıyan başta kızı Doç.Dr. Ümit Meriç Yazan ve oğlu Mahmut Meriç’in, sekreterlerinin, eli kalem tutan dost ve arkadaşlarının, ilim, fikir, edebiyat ve san’at adamlarının onunla ilgili hatıralarını, sohbetlerini, mektuplaşmalarını da neşretmeleri pek faydalı olacaktır. Çünkü Cemil Meriç, en yoksulu bulunduğumuz düşünce dünyamızın girinti ve çıkıntılarına, zihin ışığıyla pertavsız tutan fikir adamlarımızın başında gelmekteydi.

Cemil Meriç’in yazılarının, konuşmalarının, konferans ve sohbetlerinin çok geniş ve derin bir zemini vardı. Bu, bir manada, kendi tabiriyle, "yazı mutfağı" idi. Her aydının tecessüslerinin, düşünce tomurcuklanmalarının ve sezgi akış istikametinin aydınlatılmasında faydalı olacak zeminlerden birisi de şüphesiz, çevresi tarafından gün ışığına çıkarılan böyle bir yazı mutfağıdır.

Cemil Meriç ile, sekreterliğini yaptığım 1976-1982 arasında okuduğu, yazdığı mefhumlar ve mevzular, Türk tefekkür tarihinde başkalarının ve kendisinin yeri, yetişme tarzı ve çevresi, Türkiye’nin günlük mes’eleleri, ümitleri, korkuları, beklentileri.. gibi çeşitli sahalarda sohbet ve konuşmalarımız oldu. Yüz yüze karşılaştığımız daha ilk günden itibaren sohbetlerimizi, mes’eleleri ele alış tarzını, şahsiyet ve mefhumlar karşısındaki tavrını "nakş-i ber-ab" olmaması için yazmaya başlamıştım. Cemil Meriç gibi bir kıvrak zekalı fikir adamıyla çalışmanın çeşitli zorlukları vardı. Böyle, günlük notlar tutma düşüncem, bir bakıma, daha önce bazı makaleleri, bir kaç te’lif ve tercümesiyle tanıdığım Cemil Meriç’te kendimce gördüğüm zikzakları, müphem, soru işaretli noktaları açmak, hakikati öğrenmek cehdiydi. Bir de, farklı zaman ve atmosferlerde verdiği hükümler arasındaki illiyeti yakalamak, daha doğru düşünmeğe çalışmak, Cemil Meriç’in fikir üretimine yardımcı olmak içindi.

Cemil Meriç, her şeyden önce, gıdası düşünce olan adamdı. Başlıca gayesi doğru düşünmek, kendisinden önce söylenmiş hakikatleri bir daha yoklamak, düşünce planında insanlığın yaşadığı macerayı bütünüyle kucaklamaya çalışmak, iki asırdır karşılaştığımız mes’eleleri tesbit etmek, bu sıkıntı ve acılara çareler göstermek.. Türklüğe ve insanlığa düşünce yoluyla hizmet etmekti. Tabiatıyla Cemil Meriç, kalemi kılıç gibi kullanan bir fikir mücahidi şahsiyetiyle karşımıza çıkmaktadır.

Her mücahidin elindeki alet bazen eğrilerin yanında bazı doğruları da keser. Fikir dünyasında doğru zannettiğimiz pek çok hükmün yeri geldiğinde yeniden düşünülmesi lazımdır. Dolayısıyla, Cemil Meriç’in makale ve kitaplarına aksetmiş ve etmemiş bu sohbetlerdeki bazı keskin hükümlerine bir takım itirazlarımız olmuştur. Nitekim buradaki günlük notlarda da görüleceği gibi, bu keskin hükümlere yaptığımız itirazlar, zaman zaman sohbeti elektriklendirmiş, sohbet bazen sohbet olmaktan çıkarak tam bir fikir çekişmesi havasına bürünmüştü. Çalışırken, dinlenirken, yemek yerken, yürürken.. hemen her türlü şartlar altında, sür’atli not tutma alışkanlığım dolayısıyla, sohbetleri yazı ile zaptetmeğe, o günün akşamı da temize çekmeğe başlamıştım. Öyle oldu ki, bir kaç hafta sonra "Hocam, falan gün şunu dediniz. Şimdi de bunu. Arada tezat yok mu ?.." gibi hatırlatmalarıma karşılık, önce hafızamın ne kadar kuvvetli olduğunu takdir etmek istemişti. "Hafıza-i beser nisyan ile maluldür, kalem ise unutmaz. Sizinle olan konuşmalarımızı sohbetlerimizi yazıyorum. Bir manada, Cemil Meriç benim gözümde… Hatırlamamın sebebi bu" demiştim. Çok memnun oldu ve "Yazmalısın. Herkes yazmalı. Beni okuyan herkes" dedi.

İşte bu kitapta yer alan sohbetler böyle bir teşvik ve işaretin mahsulüdür. Aynı şekilde, tanıdığım kadarıyla İzzet Okuyan’ın, Mehmet Akif Ak’ın, Cevat Özkaya’nın, Muhsin Demirel’in, Yrd.Doç.Dr. Mehmet Tekin’in, Prof. Dr. Berke Vardar’ın (ne yazık ki, vefat etti), İngilizce tercümeleri birlikte yaptıkları Lamia Çataloğlu’nun, Sadık Göksu’nun.. kısacası, onun "yazı mutfağında" çalışmış dost, arkadaş herkesin.. Cemil Meriç’in hadiseler ve mes’eleler karşısındaki tavrını yazmaları gönlümüzün başlıca arzusudur. Bütün büyük şahsiyetler tarihe malolurlar. Hepimiz bu tarihi ve abide şahsiyetlere ait müşahede ve münasebetlerimizi, onlardan kalan yadigarları neşretmekle bir borç ödemiş oluruz kanaatindeyiz.

Cemil Meriç, en çetrefil mes’eleleri bile kolay ve rahat anlaşılır kılmak için Türk dilinin bütün imkanlarını kullanmıştır. Dil zevki ile fikri bir teknede onun kadar isabetli yoğurmuş bir üslup sahibi yazar ne yazık ki, günümüzde artık azalmıştır. Cemil Meriç, üslupta başkalarına karşı ne kadar insafsız bir tavır takınmışsa, kendi söyledikleri ve yazdıklarına karşı da o derece müsamahasız davranıyordu. Bir makaleyi yerine göre yedi-sekiz defa yazdığımız olmuştur. Ona göre düşünen adam, kendisini daha fazla tashih ve tasfiye eden adamdı. Onun için hiç bir yazısına ömrünün sonuna kadar bitmiş nazarıyla bakmamıştır. Yazılarının ilk inşasından kitaba girinceye kadar düşüncesini ve ifadelerini devamlı tashih ederdi. Bazı cümleleri, kelime gruplarını, ekleri, bazı noktalama işaretlerini, paragrafları, hatta alt bölümleri ve bölümleri paranteze aldırır, “hasiv bunlar” dediği doldurma ibare ve ifadelerden kurtulmağa çalışırdı. Dilin ve ifadelerin çeşitli çağrışımlarını ustalıkla kullanır, kısa kısa ve konuşma cümlesine yakın cümlelerle bir dil ve fikir orkestrasyonu teşkil ederdi. İşte bu tavrının örnekleri olması itibariyle bazı notlarına ait birinci, ikinci, üçüncü insanlarını da kitaba aldık. Elbette aynı titiz dil işçiliğini sohbetlerden bekleyemeyiz. Fakat kitapta da görüleceği gibi, Cemil Meriç’in, bir bakıma sesli düşünürken dahi aynı üslup zevkiyle konuştuğu müşahede edilecektir.

Düşünen her insanın şahidi olduğu hadiseler, okudukları, çevresi, geleni gideni, kendisine sorulan sorular, cevaplar, münazara ve fikir alış verişleri, dostlukları, nefretleri.. bunların yeri, zamanı ve seviyesi.. onun hayat seyrinde ve fikir dünyasında çeşitli izler bırakır. Hele bu insan "hasbi tefekkür"ü dünyaya gelişinin ve yaşamasının yegane gayesi bilmişse… Hele bu insan “düşünce” yolunda çıkılamaz zirvelerde cevelan etmişse… Bu onu bir müddet sonra çevreden ve dünyadan koparır, yalnızlaştırır. Cemil Meriç de fikir cevelangahında yalnız kalanlardandı. Bilhassa gözlerini kaybettiği 1954’ten sonra bu yalnızlığı bütün dehşetiyle yaşadığını biliyoruz. Bu yalnızlık ve imkansızlık atmosferi içinde dahi durmadan okumuş, konuşmuş ve yazmıştır. Tabiatıyla bir parça entelektüel ışık sezdiği her insana değer veriyor, onun eksik taraflarını hoş görüp doğru ve yanlışları göstermekten, öğretmekten ve anlatmaktan usanmıyordu. Cemil Meriç her şeyden önce "hoca" idi. Vardığı hükümleri, tesbit ettiği doğru ve güzellikleri başka kafa ve gönüllerle paylaşmak, yaşadığı entelektüel tecrübelerden hemen herkesi faydalandırmak, sahibi olduğu başlıca insani meziyetlerdendi. Sekreterlerinin farklı seviye ve çevreden oluşları iledir ki, Cemil Meriç Türkiye’deki çeşitli fikir dünyalarıyla temaslar kurma imkanına sahip olmuştur. Hocalığı ve insani girdabına çekiveren üslubu ile zaman içinde bir Cemil Meriç mahfeli de teşekkül etmişti.

Elinizdeki sohbetler, bir bakıma dört yıllık üniversite tahsilinin üstüne bir de Cemil Meriç Hoca’nın rahle-i tedrisinden geçmek bahtiyarlığına erişen, onun çilesini paylaşmış tomurcuk halindeki bir tecessüs sahibinin karınca kaderince onun dünyasından derleyip sunmaya çalıştığı çeşit çeşit dikenlerle dolu bir bukettir. Okuyucu burada fotoğraf çektirmeye hazırlanan bir Cemil Meriç ile değil, sabah yatağından yeni kalkmış, terlikleri ayağında, pijaması üzerinde, traşını daha olmamış, makyajsız bir Cemil Meriç ile karşılaşacaktır. Günlük hayatın bazı sıkıntı ve çıkmazları, sevince ve kederi, uzvi ağrılar, yorgunluklar, sokak gürültüleri, çalışma şevkinin azaldığı veya kaybolduğu anlar.. kısaca fikir adamının düşünce akışını bozan her türlü engel tabii olarak sohbetlerde çeşitli kopukluklar meydana getirmiştir. Cemil Hoca bütün bu dağdağa içinde bile, aksi isbat edilmediği müddetçe, düşüncelerinin ana yolundan ayrılmamış, metodik düşünme prensiplerine daima bağlı kalmıştır. Onun için, hükümlerine iştirak etsek de etmesek de, zaptedebildiğimiz konuşmaları aynen vermeğe ve hükmü okuyucuya bırakmaya çalıştık.

İfade etmek istediğimiz bir başka mes’ele de şudur: Sohbetler daktilo edilirken çoğu yerde sorular, sohbete zemin teşkil eden hususlar ve o günlerin havası uzun uzun tasvir edilmemiştir. Çünkü verilen cevaplar aynı zamanda sohbetin mevzuunu ve soruları da içinde bulundurmaktadır. Bu yolla okuyucu Cemil Meriç ile daha fazla yüz yüze getirilmek istenmiştir. Tabiatıyla, mühim olan Cemil Meriç’in söyledikleri, ifade tarzı ve tavrıdır.

Bir yazarı en iyi yine kendisi anlatır. Türk edebiyatında ve fikir dünyasında şehr geleneği geniş yer tutar. Külliyatının yeniden basıldığı bu günlerde Cemil Meriç’i anlamak, ele aldığı mes’ele ve mevhumları daha rahat kavramak için bir yerde, zaman zaman kendi açıklamalarına da ihtiyaç duyulacağı muhakkaktır. Cemil Meriç, dergi ve gazetelerde neşredilen yazılarına daima müsvedde nazariyle bakardı. Onları kitaplarına alırken devrin ihtiyaç ve şartlarını da göz önünde bulundurarak, gerek üslup, gerek fikir cihtiyle ayıklar ve besler, daha da olgunlaştırırdı. Bu cümleden olarak, Cemil Meriç’in bir mevzu etrafında ilk yazısından son yazısına kadar kaleme aldığı çalışmalar üzerinde, fikir ve edebiyat tarihimize malzeme olacağı için, Türk diliyle nelerin, ne zaman ve nasıl düşünüldüğünü göstermesi bakımından yapılacak çeşitli mukayeseler pek faydalı olacaktır kanaatindeyiz. Bilhassa, sekreterliğini yaptığım devrede neşredilen kitaplardan, başta Mağaradakiler olmak üzere, Kırk Ambar, Işık Doğudan Gelir, Bir Facianın Hikayesi, Kültürden İrfana eserlerinde yer alan makale çalışmalarında ve yeniden basılan Bu Ülke, Umrandan Uygarlığa, Bir Dünyanın Eşiğinde adlı kitaplarda yapılan ufak tefek değişiklikler ve bunları yaparken düşüncesi, neler hissettiği, heyecanları, üzüntüleri, bir bakıma kendisini yenileme ve değiştirme noktaları da görülecektir. Cemil Meriç, yaşadığı devrede çeşitli çevreler tarafından okunan, dinlenen, kendisinden gıdalanılan bir mütefekkir olarak yaşadı. Tabiatıyla gelecek nesiller Cemil Meriç’i yeniden keşfedecektir ümidindeyiz.

Kitabin gün ışığına çıkması için teşviklerini gördüğüm Cemil Hoca’nın kızı Doç.Dr. Ümit Meriç Yazan’a kitabın dizgi, tashih ve baskı zahmetini ciddiyetle yürüten Seyran mensuplarına burada teşekkür etmeyi bir borç bilirim.*

Halil Açıkgöz

Aksaray-1992 Ağustos

* Bu notlardan bazıları daha önce neşredilen aşağıdaki yazılara da mevzu olmuştur: “Not Defterim’den: Cemil Meriç ile Sohbet”, Kubbealtı Akademi Mecmuası, yıl 16. nu. 3, Temmuz 1987, İstanbul; “Not Defterim’den: Cemil Meriç"


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
Eskiden itibaren mesajları göster:  Sırala  
Yeni başlık gönder Başlığa cevap ver  [ 3 mesaj ] 

Tüm zamanlar UTC + 2 saat


Kimler çevrimiçi

Bu forumu gezen kullanıcılar: Hiç bir kayıtlı kullanıcı yok ve 1 misafir


Bu foruma yeni başlıklar gönderemezsiniz
Bu forumdaki başlıklara cevap veremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı düzenleyemezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı silemezsiniz

Geçiş yap:  
cron
   Powered by phpBB © 2000, 2002, 2005, 2007 phpBB Group

Türkçe çeviri: phpBB Türkiye