Çeliğe Su Veren Adam: Seyyid Ahmet Arvasi - 1
“Demir tavında dövülür”, “Herkes kaşık yapabilir ama sadece ustası sapını tam ortasına getirebilir”. Bu ve benzeri halk deyişlerinde verilmek istenen mesaj; emânetin ehline verilmesinin ve yapılması gereken işi zamanında, zeminde ve kıvamında yapmanın başarı için gerekli bir ön koşul olduğu gerçeğidir.
İnanç ve fikir sahasında şok edici kaosların yaşandığı 12 Eylül 1980 öncesinde Türk gençliğinin kafasında ve gönlünde öz ve biçim kazanmaya başlayan Türk milliyetçiliği fikrinin İslami bir ruh kazanmasında birinci derecede rol oynayan insanların başında rahmetli S. Ahmed Arvasi gelir. O, rahmetli Alparslan Türkeş’in Ülkü Ocağı’nda cürufundan temizleyip Türklük kalıbına döktüğü, olayların sıcaklığında akkorlaştırıp tavında döverek şekillendirdiği ve adına Ülkücü Gençlik denilen “ipeğe sarılmış çeliğe” zamanında su veren büyük bir mütefekkir ve şuurlu bir Türk milliyetçisidir.
Türk-İslam Ülküsü’nün yiğit savaşçısı, Allah yolunun iman, aşk ve aksiyon adamı S. Ahmet Arvasi’yi biraz yakından tanımaya çalışalım
S. Arvasi ve Türk Milliyetçiliği
15 Şubat 1932 Pazartesi günü Ağrı ilinin Doğubayazıt İlçesinde doğan Seyyid Ahmed Arvasî, ailece Van’ın Müküs (Bahçesaray) ilçesine bağlı, Arvas (Doğanyayla) köyündendir. Babası Gümrük Müdürlüğü’nden emekli Abdulhakim Efendi, annesi Cevahir Hanım’dır.(1)
Ailenin altı çocuğundan bişincisi olan S.Ahmed Arvasî, ilk öğrenimini Van’da başlayıp Doğubayazıt’ta tamamlamıştır. Orta okulu Erzurum’da bitiren Arvasî, lise öğrenimine Erzurum Erkek Öğretmen okulu’nda başladı, Erciş Öğretmen Okulu’nda bitirdi. 1952 yılında Konya’nın Doğanbeyli Nahiyesi’de ilkokul öğretmeni olarak göreve başladı. Yurdun çeşitli yerlerinde öğretmenlik görevini sürdüren Arvasî, Ankara Gazi Eğitim Enstitüsü Pedegoji Bölümünü 1958 yılında tamamlayarak çeşitli eğitim enstitülerinde pedegoji öğretmenliği yaptı. 1978 yılında İstanbul Atatürk Eğitim Enstitüsü’nden 24 arkadaşıyla birlikte siyasi amaçlar için sürgün edilen Arvasi 1979 yılında emekli olmak zorunda kaldı. Aynı yıl Milliyetçi Hareket Partisi Olağan Kongresi’nde Genel İdare Kurulu Üyesi sıfatıyla aktif siyasete atıldı.
12 Eylül 1980 ihtilalinde Mamak zindanlarında çile dolduran S. Ahmed Arvasî ilk kalp krizini burada geçirdi. Daha sonra bu olayı Alparslan Türkeş Şöyle anlatıyor: “Tutukevinde geçirdiği kalp rahatsızlığı dolayısıyla Ankara mevki hastanesi’ne kaldırıldı. O gün, daha dün gibi hatırımdadır. Görevliler kendisini hastaneye gitmesi için aşağıya indirdiler. Biz, yukarıda kalmıştık. Odamın penceresinden dış kapının açıldığı merdivenleri görebiliyordum. Arvasî hocamızı hastaneye götürecek cankurtaran henüz gelmemişti. Ayakta bekleyecek hali yoktu. bitkin bir vaziyette taş merdivenlere oturarak cankurtaranın gelmesini bekledi. Yukarıdan askerlere seslendim. Bir binbaşı çıktı. Kendisine Arvasî Bey’in rahatsız olduğunu, bir sandalye getirilmesi için emir buyurulmasını rica ettim. Bu ricamdan sonra bir sandalye getirdiler. Daha sonra cankurtaran geldi ve uzaktan birbirimize el sallayarak ayrıldık, vedâlaştık.” (2)
Bu tarihten sonra da inandığı ve uğruna başını koyduğu Türk-İslâm dâvâsını insanlarımıza anlatmayı sürdüren S. Ahmed Arvasî 31 Aralık 1988 tarihinde daktilosunun başında iken Hakk’a yürüdü.
Kısaca hayat hikayesini anlattığımız S. Ahmed Arvasî’nin verdiği kutsal milli mücadeleyi ve geride bıraktığı ciltler dolusu eserlerini aktarmak ve anlatmak bu kısa makalede hiç de kolay değildir. Yine de onun büyük bir içtenlikle son nefesine kadar tavizsiz bir şekilde savunduğu Türk-İslâm Ülküsü davasına rengini veren temel düşüncelerine ana başlıklar halinde değinmeye çalışalım.
O Bir Türk Milliyetçisi İdi
Seyyid, yâni Hz. Muhammed (s.a.v)’in soyundan olması nedeniyle ecdâdı aslen Arap olan Arvasî’nin, kaynağını Türk-İslâm Ülküsü’nden alan bir Türk milliyetçisi olması üzerinde önemle durulması gereken bir konudur. Böyle bir şuurlanmanın altında yatan olgun idrâk gücü onun ailesinden gelen Muhammedî asaletten kaynaklansa gerektir. Bu asaletin nurlu izlerini şu tarihi olayda bulmak mümkündür: Osmanlı’nın dağılma döneminde, müritleriyle birlikte Suriye üzerinden Arabistan’a giden Abdulhakim Arvasî’ye oranın ileri gelenleri, kendisine medrese yapacaklarını ve her türlü imkânı sağlayacaklarını taahhüt ederek Arabistan’da kalmasını istemişlerdi. “Osmanlı zâten öldü, Türk diye bir şey kalmamıştır.” denilince, Abdulhakim Arvasî Hazretleri’nin sinirlenip: “Dünyada iki Türk kalsa birisi benim” diyerek, ömrünün sonuna kadar Müslüman Türk’ün dâvâsına sâhip çıkacağını ifâde etmesi dikkate şâyandır.” (3)
Böyle soylu bir ailenin çocuğu olan S. Ahmed Arvasî kendisini şöyle tanımlıyor:
“Ben, İslâm imân ve ahlâkına göre yaşamayı en büyük saadet bilen, büyük Türk milletini iki cihanda aziz ve mesut görmek isteyen ve böylece İslâm’ı gâye edinen Türk milliyetçiliği şuuruna sahibim.İnanıyorum ki, hem Türk, hem müslüman olmak, hem de muassır dünyaya öncülük etmek mümkündür. Ecdâdımız bütün tarihleri boyunca bunu denediler ve başarılı oldular. O halde bizler niye bu tarihi misyonumuzu yerine getirmeyelim.”(4)
S. Ahmed Arvasî bazı sözde İslâmcılar gibi Türk tarihinin sâdece son bin yılını kabul edip geri kalan binlerce yılık islâm öncesi mâzimizi kör bir taassuba kapılıp red etmedi. O şuurlu bir Türk milliyetçisi olduğu için Türk töresini, Türklüğün sembolü Bozkurt’u hiç bir ön yargıya kapılmadan kabul ve tasdik etmiş, her fikir ve fiili İslâmi süzgeçten geçirerek her şeyi yerli yerine oturtmasını bilmiştir. Bu konularda o şunları söylemektedir:
“...Kısaca belirtirsek, Türk milleti, geniş bir tarihi tecrubeye, büyük ve zengin bir kültür hazinesine sâhip bulunmakla “milli töresini” bu güçlü zemin üzerinde kurmuş bulunmaktadır. Türk töresi, âlemşümul ahlâkî ideâlleri bünyesinde toplayan “pratik bir ahlâk ve hukuk nizamı” durumundadır. Hele, en az bin yıldan beri İslâm’ın şanlı aydınlığında yıkanan, olgunlaşan ve arınan Türk töresi, bütün insanlığı mutluluğa çıkaracak ‘âlemşümul’ bir nizam durumuna gelmiş bulunmaktadır.” (5)
“Hiç bir zaman Türk’ün totemi olmamış olan Bozkurt, coğrafyamızın kültürümüze kazandırdığı bir motiftir” diyen Arvasî Türk milliyetçiliğini “ırkçı” olmakla suçlayan câhillere şöyle seslenir:
“Türk milliyetçiliği, politikasını biyolojik ırkçılık üzerine kurmayı reddetmekle beraber, içtimaî ırk gerçeğini inkâr ve ihmâl etmemelidir.
İçtimaî ırk, biyolojinin konusu değildir, sosyolojinin konusudur. Bir milleti teşkil eden fertlerin, ailelerin, sınıf ve tabakaların soy birliği şuurudur. Ortak bir şuur tarzında beliren mensubiyet duygusunun ve kan birliği şuuru biçiminde duyulmasıdır. Zâten biyolojik verâsetin yanında, ortak kültür, ortak coğrafya, ortak hayat tarzı ve ortak mücâdeleler, bir milletin fert ve tabakalarını hem ruhî, hem de fizik bakımından bir birine yaklaştırır.” (...)
“Kimse biyolojik verâsetini tâyin irâdesine sahip değildir. Ama içtimaî ırk tercihe açıktır. Aynı tarihe, aynı kültüre, aynı din ve ülküye sahip olan insanlar arasında kan ve soy birliği şuurunun güçlenmesine yol açar.” (...) “ Türk milliyetçisi, Türk içtimaî ırkını benimser, sever ve sevdirirken ailelerini de bu espiri içinde kurmaya çalışır. Kozmopolitlikten hoşlanmaz. Bununla berâber, başka içtişmaî ırkları da Allah’ın bir âyeti olarak değerlendirir.” (6)
Türk milletinin kurtuluşunu ve ayağa kalkarak İslâm’ın sancaktarlığını yapmasını, tekrar Nizâm-ı Alem’i gerçekleştirmesini Türk-İslâm Ülküsü’nde gören S.Ahmed Arvasî Türk milliyetçilerinin bu doğrultuda öncelikli olarak yapmaları gerekenleri “Neden Türk-İslâm Ülküsü” başlıklı yazısında şöyle açıklıyor:
“Neden, şu veya bu ad altında toplanmayı değil de, ‘Türk-İslâm Ülküsü’ne bağlanmayı savunuyoruz?
Biz iddia ediyoruz ki, emperyalizm, Türk ve İslâm dünyasını yutmak için en az iki asırdan beri korkunç bir tertibin içindedir. Bir taraftan kültür emperyalizmi ile vatan çocuklarını din ve milliyetine yabancılaştırarak kendi emellerine hizmet edecek kadrolar hazırlamakta, diğer tarfatan din ve milliyet duygularını, her şeye rağmen terk etmeyen çocuklarımızı da bir birine düşürmeyi plânlamaktadır. (...) “ Düşman, karşısındaki güçleri parçalayarak, onları birbirine düşürerek, kolay yutulur lokmalar durumuna sokmak ister. Meselâ, sanki bir insan, hem dindar, hem milliyetçi, hem medeniyetçi olamazmış gibi, bu değerleri birbirine zıt programlar durumuna sokarak, hiç yoktan çatışan güçler meydana getirir. Bu oyunlarını, o kadar ustaca plânlarlar ki, tertiplerini anlamak için bâzen olayların üzerinden elli veya yüz yıl geçmesi gerekiyor.” (...) “ O hâlde, Türk milliyetçisine düşen iş, bütün varlığı ile bu oyunu bozmak olmalıdır. Bu ülkede, sunî olarak güya Türkçü ve güya İslamcı cepheler meydana getirmek isteyen hain ve kahpe oyunların karşısına, bir Müslüman Türk olarak ve tarihine yaraşır biçimde çıkmalıdır.
Bunun için, Türk-İslâm kültürüne, Türk-İslâm medeniyetine, Türk-İslâm Ülküsü’ne bağlı, Türklük şuur ve vakarına, İslâm aşk ve aksiyonuna sâhip, Türklüğü bedeni, İslâmiyet’i ruhu bilen, milletini teknolojik hamlelerle dünyanın bir numaralı devleti yapmak özlemi ile çırpınan, dünya Türklüğü’nün, İslâm dünyasının ve bütün mazlum milletlerin ümidi olamaya namzet bir gençlik yetiştirmekten başka çâremiz yoktur.” (7) ,
S. Ahmed Arvasî, kaynağını Türk-İslâm Ülküsü’nden alan, temel gâyesi Türk milletinin ebedi bekâsını sağlamak, orta gâyesi Türk’ün İslâm’ın sancaktarlığını yapmasını temin etmek, üst gâyesi ise, bütün insanlığı Nizâm-ı Alem Ülküsü çerçevesinde toplayarak, insanlığın huzur ve barışını sağlamak olan Türk milliyetçiliği hareketinin şu temel prensiplere dayalı olarak yapılanması ve yönlendirilmesi gerektiğini ifâde eder:
1- Türk milliyetçiliği, partiler sınıflar ve zümreler üstü bir harekettir. Ancak milliyetçilik, siyasi olsun veya olmasın, bütün meşru kuruluşlara biçim ve damgasını basar. Türk milliyetçiliği kendine dost olan bütün hareket ve kuruluşları dost, kendine düşman olan bütün hareket ve kuruluşları düşman bilir.
2- Her millet milliyetçidir ve milliyetçi kadrolarla ve programlarla yönetilmelidir. Millli şuurdan yoksun kadrolara, milleti teslim etmek ihânettir. Millete inanmayanlar millet idaresine tâlip olamazlar. Devlet adamının vazgeçilmez özelliği “ milliyetçi” olmasıdır.
3- Milliyetçilik, kadro ve programı ile dâima iktidarda olmalıdır. Milliyetçi kadro ve programları iktidardan uzaklaştıran onların yerine sınıfçı, bölgeci, bölücü, kadro ve programları geçirenler, ya sinsi yabancılardır, yahut milletine yabancılaştırılmış kişi ve kadrolardır.
4- Milliyetçi, barışta barışın, savaşta savaşın kanunlarına göre mücâdele eder. Düşman ister dışta, ister içte olsun fark etmez.
5- Milliyetçilik bir milletin kendi düşmanlarına karşı sürdürdüğü sosyal, kültürel, ekonomik ve politik bağımsızlık savaşı, kendini dış ve iç sömürüye karşı koruma şuur ve çabasıdır. Yâni milletlerin var olmak ve yaşama savaşıdır. Meşru bir hak ve şuurdur.
6- Milliyetçilik, hiçbir zümrenin inhisarında değildir. O, milli tarihin milli kültürün ve milli ülkülerin çizdiği zaruri bir yoldur. Üstelik millet milliyetçisini tanır.
7-Milliyetçiliğin sâhibi millettir. Milletin vicdanına aykırı, milli tarihe, milli kültüre ve milli ülkülere ters düşen târihler ve tutuşlar milliyetçilik olamaz.
8-Şahıs ve zümre milliyetçiliği olmaz. Milliyetçiliğimizin bir tek odı vardır: “ Türk milliyetçiliği”. Bunun yerine başka terim ve ifâdeler koyanlar veya koymak isteyenler bizi yanıltmak isteyen ard niyetli kişi ve zümrelerdir. Çağdaş Türk-İslâm Ülküsü kavramı, Türk milliyetçiliğinin programını özetleyen “doktriner” bir ifâdedir.
9- Türk milliyetçisinin gerçek “amblemi” ay yıldızlı al bayrağıdır. Ancak, Türk târih ve destanından süzülüp gelen motifler ve renkler, milli bayrağımızın gölgesinde ve onu gölgelemeden, rozet ve flâma hâlinde taşınabilir.
10-Türk milliyetçiliği, gâye, prensip, strateji ve programı itibarı ile âhenkli bir bütünlük içindedir. Aksiyon, bu bütünlüğü bozamaz. Ancak, zamana zemine ve şartlara göre “esneklik” gösterir.
11- Türk milliyetçiliği, sâdece sosyal bir vakıa olarak kalamaz. Tezlerini ve antitezlerini ortaya koyarak, şartların gerektirdiği tarzda teşkilatlanmak ve kadrolaşmak zorundadır. Bu kadro ve teşkilat, devletin ve milletin bütünlüğünü kavrama hedefine yönelik, “bir çekirdek” etrafında gittikçe genişleyen bir oluş hâlinde bulunmak demektir.
12- Türk ordusu milli tarihimizin içinden süzülüp gelen milli imânımızın, aşkımızın aksiyon ve disiplinimizin, çağdaş eğitim politika, teknik ve silahlarla mücehhez savaş gücüdür. Türk milliyetçiliğinin en güçlü teminatıdır. Bir “Ordu-Millet” olan Türk’ün ta kendisidir. Ordu sevgisi, Türk milliyetçisinin, vazgeçemeyeceği bir özelliğidir. Türk ordusuna düşmanlık besleyenler, yabancı ordulara özlem duyan hainlerdir. (8)
Ülkücü Gençlik ve S. Ahmed Arvasî
İslâmi atmosferin yoğun olmadığı bir toplumsal çevrede yetişen 1970’li yılların gençliğine İslâmi mesajları ‘cuma hutbesinde vaaz veren hocanın metoduyla’ vermek, çoğunlukla ters etki yapıyordu. O dönemlerde özellikle belli bir eğitim almış kişilerin namaz kılması, câmiye gidip cemaata katılması, hatta biraz yüksek sesle “besmele” çekmesi görülmüş duyulmuş bir şey değildi ve ayıptı. O zamanlar liselerde, üniversitelerde ve aydın çevrelerde daha çok ideolojik söylemler ve eylemler rağbetteydi. Böyle ortamlarda yetişen gençlere, bunlar milliyetçi de olsalar doğrudan İslâm’ı tebliğ etmek hiç de doğru bir yöntem değildi. Gerektiği gibi İslâmî bir eğitimle yetişen az sayıdaki küçük ve etkisiz bir kesim de zâten kendilerini dar ve kapalı bir cemaat adacığına hapsetmişlerdi. Her ne kadar bunların bir kısmı, olayların henüz tırmanmadığı risksiz dönemlerde yüksek sesle, âdeta yarın savaşa gideceklermiş gibi cihat çağrısı yapmış olsa da, mücâdelenin bir can pazarına dönüştüğü ileri aşamalarında birden bire ortalıktan kaybolmuşlardı. Meydanda sâdece komünistler ile Ülkücüler kalmıştı.
Soğuk savaş döneminin iki kutuplu dünyasının en sıcak cephe ülkesi olan Türkiye’de ideolojik mücâdelenin kızıştırıldığı ve kanlı bir çıkmaz sokağa yönlendirildiği 1970’li yılların ikinci yarısında ülkeyi kızıl emperyalizme karşı savunma mücâdelesi veren Ülkücü Hareket, hergün onlarca mensubunu kara toprağın bağrına vermeye başlamıştı. Genellikle “câmi” cemaatinin dışındaki toplum kesimlerinden gelen Ülkücü Gençlik’in her geçen gün ölümle, morgla, tabutla, câmiyle, mezarla tanışması onlarda zaten potansiyel olarak mevcut olan Allah ve ahiret inancının harekete geçmesini hızlandırmaya başlamıştı. Tıpkı güneşin saçtığı ışık ve ısının dağların yamaçlarındaki karların eritmesi gibi. Harekete geçen bu inanç ırmağının doğru mecralara yönlendirilmesi ve en verimli biçimde değerlendirilmesi gerekiyordu.
İşte böyle bir dönemde şehitlik gerçeğiyle karşı karşıya gelen Ülkücü gençler Allah ve ahiret inancının yakıcı sıcaklığını beyinlerinde ve gönüllerinde ciddi bir şekilde hissetmeye başlamışlardı. İşte o an çeliğe su verme zamanıydı. S. Ahmed Arvasî Türklük ve Ülkücülük çeşmesinden, sancı çeken beyinlere, yanan yüreklere testiler dolusu rahmet suyu verdi. Resullullah’ın soyundan gelen bu değerli insan, İslâmı tebliğ ederken “nefret ettirmeyen sevdiren, zorlaştırmayan kolaylaştıran, korkutmayan müjdeleyen” Muhammedî tebliğ yöntemini kullanmıştı.
Eğer bugün İslâm ülkemizde dikkat çekiçi bir potansiyele ulaşmışsa bunda Ülkücü Hareket’in ve ona olgun bir imâni muhteva kazandıran rahmetli Seyyid Ahmed Arvasî’nin payı büyüktür. Etrafımızı saran sevgisiz, hoşgörüsüz, bedelsiz ve riyakâr sözde İslâmcı özde eyyamcı tatlı su müslümanlarını gördükçe bu katkıların önemi daha iyi anlaşılmaktadır.
Diğer taraftan, ülkemiz üzerinde ciddi plânlar yapan ve fırsat buldukça da bu hain plânlarını uygulamaya sokan Arap ve Fars Müslümanlığı’nın milli bünyemiz üzerindeki yıkıcı ve bölücü etkisi belli bir kritik seviyeyi aşamıyorsa bunda da S. Ahmed Arvasî’nin ciddi katkıları vardır. O Türk-İslâm Ülküsü’nün bayrağını tam zamanında yükselterek Türk Müslümanlığı’nın güçlenmesine destek vermiştir.
Bugün ülkemizde gerek Arap Müslümanlığı gerekse Fars Müslümanlığı siyasi ümmetçilik yoluyla milli yapımıza sinsi saldırılar düzenlemektedir. İslâm’ın âlemşümul özelliğini bozarak enternasyonalist bir çehreye büründüren bu şer cephesi kendi insanımızı Türk devletine, Türk ordusuna, Türk vatanına karşı düşman yapmaya çalışıyor. Sistemin bazı yanlış uygulamaları bahane edilerek, (başörtüsü yasağı gibi) âyet ve hadisler çarpıtılarak, kendi insanımızı kendi devletine saldırtılmaya çalışıyorlar. Bu tertibin plânlayıcıları ülkelerinde koyu bir Arap ve Fars ırkçılığı uygulayarak kendilerinden olmayanların en basit insan haklarını bile vermiyorlar. Arap ve Fars Müslümanlığı Türk Müslümanlığı ile sâdece Anadolu’da değil, Kafkaslar’da, Balkanlar’da, Ortadoğu’da ve Orta Asya’da da ciddi bir mücadele içindedir. Mızraklarının ucuna Kur’an sayfalarını takarak üzerimize saldıran bu bedbahlara karşı en büyük savunmamız Türk Müslümanlığı kalkanıdır. Bu kalkanı delinmez bir zırh haline getirebilmemiz için S. Ahmed Arvasî’yi iyi anlamamız gerekir. İslâm’ı Türklük karşıtı bir inanç ve hareket hâline getirmeye çalışan bu “İlyas görünümlü iblislerin” tehlikeli oyunlarını bozmanın yolu, İslâm ve imân konusunda doğru bilgilenmekten geçmektedir. Konunun güncelliği ve öneminden dolayı değerli mütefekkirimizin bu konuda yazmış olduğu önemli bir makalesini aynen buraya alıyoruz.
İslam enternasyonalist değil Alemşumuldür.
“Bâzıları, İslâm’ın getirdiği ‘âlemşumul hakikâti ve dâveti’ idrak edemeyip onu beynelminelci (enternasyonalist) bir karakterde yorumlama hatasını, hatta günahını işlemektedirler. Bunlar, ya ‘âlemşumul’ (universal) kavramı ile ‘beynelminel’ (enternasyonal) kavramı arasındaki farkı bilmeyen kimseler, yahut da ‘art niyetli’ kişi ve zümrelerdir.
İslâm’ın temel kaynağı Kur’an-ı Kerim ile yüce merkezi şanlı Peygamberimiz’in sözleri ve hareketleri ile kesin olarak anlaşılmıştır ki, İslâmiyet insanların ırklara, kavimlere ve çeşitli cemiyetlere ayrıldığını kabul etmektedir. Yine İslâmiyet, bunların yanında, bütün âdemoğulları’nı ‘kelime-i tevhid’ etrafında toplayarak, İslâm kardeşliği şuuru içinde dayanışmaya ve Allah yolunda yarışmaya dâvet etmektedir. Yâni Allah; bir yandan dinini, ‘seveceği kavimlere’ tevdi ederken, diğer taraftan bütün kavimleri ‘milli şahsiyetleri’ içinde tutarak “şanlı peygambere ümmet olmaya” çağırır. Bu sebepten Türk milliyetçileri, Türk milletinden ve İslâm ümmetinden olmakla öğünürler.
Hâşâ, İslâmiyet, asla masonlar ve komünistler gibi milletleri ve milliyetleri inkâr ederek kozmopolit bir dünya kurmak dâvâsı peşinde değildir. “İslâm kardeşliği” bu çirkin “beynelmilelci akımlara” asla benzemez ve benzetilemez. İnsanlarn Ademoğlu olarak aynı kökten gelmekle beraber çeşitli millî ırkî şubeler ve dallara bölünmüşlerdir. Bu inkârı mümkün olmayan biyolojik psikolojik ve sosyolojik bir vâkıadır. Bu konuda yüce kitabımız Kur’an-ı Kerim “Ey insanlar! biz sizleri bir erkekle bir kadından yarattık ve birbirinizle tanışasınız diye sizi şubelere (ırklara, kavimlere) ve kabilelere ayırdık. Şüphesiz ki, Allah yanında en şerefliniz takvâda en ileri olanınızdır.” diye buyurmaktadır. (Bkz. Hucurat Süresi, ayet 13) Yine, şanlı Kitab’ımızda şöyle buyurulur: “ Dillerinizin ve renklerinizin birbirine uymaması da O’nun âyetlerindendir.” (Bkz. Kur’an Kerim Er-Rum Suresi âyet 22) Bu âyetler -hiçbir tevile yer bırakmaksızın İslâm dininin “ırklar ve kavimler” karşısındaki tavrını ortaya koymaktadır. İslâm sosyolojisinde, ırklar ve milletler insanlık kadar birer gerçektirler ve onların şerefi (renklerinde, dillerinde et ve kemik yapılarında değil) Allah yolunda gösterecekleri “ihlas ve hizmet şuurları” ile yâni “takva” ile tâyin olunur.
“Allah’tan başka ilâh yoktur” diyen ve bu inancı bütün beşer tarihi boyunca- savunan şanlı peygamberler dizisine sevgi ile bağlanan son ve yüce peygamber ve kurtarıcı Hz. Muhammed’e (bütün peygamberlere ve O’na selam olsun) inanan ve O’nun tebliğlerini ferdî ve içtimaî plânda yaşayan her fert ve millet müslüman olmakla şereflenmiştir. İslâm ümmetin-den”dir. İslâm ümmetine bağlı kişiler, milletler ve ırklar -renkleri ve dilleri ne olursa olsun- din kardeşi olurlar. Birbirlerini sever iş birliği yapar, sosyal, ekonomik kültürel ve hatta politik dayanışma hâlinde bulunurlar. Ancak, bu, onların kendi soylarını, kavimlerini, ırklarını ve milliyetlerini ret etmelerine sebep olamaz. İslâmiyet, “posa ırkçılığını ve soy üstünlüğü” iddialarını, “câhileye devri âdeti” alarak red etmekle birlikte, asla müslümanları soyunu kavmini, ırkını ve milliyetini red ve inkar etmeye dâvet etmemektedir. Aksine , “kişi kavmini sevmekle suçlanamaz.”, “vatan sevgisi imandandır”, “ Kavmin efendisi, kavmine hizmet edendir.” diye buyuran ve veda hutbesinde “soyunu inkâr edene Allah’ın, meleklerin ve insanların lânet etmesini” dileyen şanlı ve yüce Peygamber’in dinini “milliyetlerin ve milli şuurun” aleyhine kullanmak mümkün değildir.
Ta, “âlemlere rahmet olarak gönderilen” şanlı peygamberimiz zamanından başlayarak günümüze kadar, bütün müslümanlar, peygamberimizin yakın dostları olan ve O’nun yüce huzurunda “ imân etmekle şereflenen” ve başka kavimlerin çocukları bulunan nice sahabi daima milliyet adları ile anıla gelmişleridir. Bilâl El-Habeşî, Selman El-Farisî, Süheyl Er-Rumî... gibi İslâm büyükleri, o zamandan bu zamana kadar hep milliyet adları ile zikredilmişlerdir. Bu durumu gördükten sonra, “Türk” kelimesinden ürken ve korkan bazı çevrelerin bu komplekslerinden vazgeçmeleri gerekir. Öte yandan, gizli düşmanların da kendilerini İslâm dini ile maskelemeye kalkışmaması umulur.
İslâm dini ile milletler, milliyetler, milli şuurlar çökertilemez. Aksine İslâm dini ile, milletler güçlenirler, hayat bulurlar ve yücelirler. Bu sebepten, Tük milliyetçisi için İslâmiyet ve Türklük birbirine zıt iki değer ve varlık değil, aksine biri diğerine güç veren ruh ve beden gibidirler.
Öte yandan, Yüce Kitabımız’dan öğrendiğimize göre, Allah, dinini kavimler eliyle savunur. İslâmiyet hiçbir kavmin inhisarında değildir. Bir kavim dinden yüz çevirdi mi başka bir kavmi dine hizmete şereflendirilir. Her fert ve millet kendini inkâr etmeksizin müslüman olabilir. İslâmiyet milletler üstü âlemşümul bir dindir.
Aşağıda mealini vereceğimiz âyet-i kerimeyi, 17.asırda yaşayan büyük Türk milliyetçisi Vâni Mehmet Efendi, “Arais-el Kur’an ve Fi Nefais-ül Furkan” adlı kitabında, Arap kavmini tehdit eden ve Türk kavmini haber veren bir âyet olarak ele alır. Bu âyetin meali şöyledir: “Ey iman edenler, içinizden kim dininden dönerse, Allah, müminlere karşı alçak gönüllü kafirlere karşı onurlu ve zorlu, kendisinin onları seveceği, onlarından kendisini seveceği bir kavim getirir ki, onlar Allah yolunda savaşırlar ve hiçbir kınayanın kınamasından çekinmezler. Bu Allah’ın lutf-u inayetidir ki, onu kime dilerse ona verir. Allah, ihsanı bol olan ve çok bilendir.” (Bkz. Kur’an-ı Kerim, Maşde suresi ayet:54)
Gerçekte de şanlı peygamberin yüce kadrosundan sonra, İslâm’a en büyük hizmeti yapan kavim, Türk kavmidir ve tam dört yüz yıl Resul-ü Ekrem’e vekil olmakla şereflenmiştir. İslâm’da şeref ve üstünlük İslâm’a hizmet ve takva ile tâyin edildiğine göre, Türk milleti ile şeref ve üstünlük yarışına kalkışacak kaç kavim vardır.
İslâm kardeşliği ve ümmet fikri, milletleri ve milliyetleri öldürmek dâvâsı değil, bilakis kişileri, kavimleri, milletleri, ırkları Allah yolunda dayanışmaya ve yarışmaya -kardeşlik ve barış şuuru içinde- dâvet etmek demektir. İnsanları, ‘sahte tanrıların boyunduruğundan’ kurtararak şerefli birer kişi, kavim ve ırk halinde sâdece Allah’a kul olma şuuru içinde mukaddes bir yarışa çağırmak demektir. “İlâyı kelimetullah” bu demektir. Bu yarış bütün kişilere, kavimlere, ırklara ve milletlere açıktır. Bu yarışta, takvada en ileri olanı ise, rengi ve dili ne olursa olsun, bu mukaddes yarışa katılanların en şereflisi ve en üstünü olarak anılacaktır.
Türk-İslâm Ülkücüleri, asırlardan beri, bu yarışı en önde götüren ve bu ölçüde şeref kazanan şanlı ecdâdın yolundadır. Hiçbir isnad ve iftira, onu bu mukaddes yolundan alıkoyamaz. Türk milliyetçileri, kesin olarak bilmektedirler ki, dinimizi, milletin ve milliyet duygularının aleyhine kullanmak isteyenler, gerçek dindar değil, ya câhil veya ard niyetli kişi ve zümrelerdir. Türk-İslam Ülkücüleri kim ne derse desin, dâima Türk milletinden ve İslâm ümmetinden olduklarını ilân etmelidir.”(9)
|