Sufiforum.com

2009'da başlayan SUFİFORUM'da İslam; İslam Tasavvuf Geleneği ile ilgili her türlü güncel ya da 'eskimez' konular yer almaktadır. İçerik yenilemeleri tasavvuf.name sitesinden sürdürülmektedir. ALLAH YÂR OLSUN.

Giriş |  Kayıt




Yeni başlık gönder Başlığa cevap ver  [ 8 mesaj ] 
Yazar Mesaj
 Mesaj Başlığı: “Muhteşem Yüzyıl”: Karikatürize Edilen "Muhteşem Süleyman"
MesajGönderilme zamanı: 08.01.11, 00:35 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı

Kayıt: 15.09.10, 09:02
Mesajlar: 78
“Muhteşem Yüzyıl”: İlber Ortaylı`nın kaleminden Kanuni...


Vurun Osmanlı’ya!

Abdurrahman Dilipak

Yeni Akit

2011-01-07

Tartışmalı dizi “Muhteşem Yüzyıl”ı izlerken utandım. Neyin intikamını, kimden alıyorlar anlamadım.. Kuşkusuz tarih, övgü ya da sövgü kitabı değildir. Osmanlı’da her şey her zaman doğru gitmemiştir. Ama bu 600 yıl süren bir imparatorluğu yerin dibine batırmak, alay etmek, aşağılamak için kimseye bir imtiyaz tanımaz.. “Harem” bu değil. “Enderun” da anlatılan gibi değil..
Aslında olayı nereden eleştirmeye başlamak lazım bilmiyorum.. Hani derler ya, deveye “neren eğri” demişler de, o da “nerem doğru” ki demiş ya, işte öyle bir şey.
Meşhur fıkradır. Hocaya, ‘Hocam, hangi padişahın kızının Kerbela’da köpekler tarafından yenildiği iddia ediliyor’ Hoca da yanıtlamış: ‘Evladım padişah değil peygamberdir, Kerbela değil Kenan’dır, kızı değil oğludur, köpek değil, kurttur’ Sorunun her tarafı yanlış, ne tarafını düzelteyim’. Bunun başka versiyonu da var: Adamın biri, bir şeyler bildiğini ima ederek, biraz da huzurda bulunanlara hava olsun diye: “Hocam!” demiş. “Hani bir peygamber vardı ya! Onu, amcaları kaçırıp, havuza atmışlardı. Sonra onu, oradan, eşkıyalar alıp götürmüştü... O, Musa Peygamber miydi?” Hoca, “Ben bunun neresini düzelteyim! Bir kere O, Musa değil, Yusuf Peygamberdi. O’na, amcaları değil; kardeşleri tuzak kurmuştu. Sonra O’nu havuza değil kuyuya atmışlardı. Onu, eşkıyalar değil; oradan geçen bir kervan bulmuş ve alıp götürmüştü.” Bu fıkranın bir üçüncü şekli daha var. Yine benzer bir olay karşısında hoca “Neresini düzelteyim ben bunun? Bir kere o ‘minare’ dediğin ‘minare’ değil ‘arş-ı âlâ’.. ‘Keçi’ değil ‘koç’. Gökten düşmedi Cebrail tarafından indirildi... ‘Kızı’ değil değil ‘oğlu’. Çoban değil Hz. İsmail, ‘Sünnet düğünü’ değil ‘Kurban Bayramı’. ‘Kasap’ değil, Hz. ‘İbrahim’. Neresini düzelteyim yahu!”
Bu diziyi tekrar izleyeceğimi sanmıyorum..
Dizinin sponsorları arasındaki firmalar dikkatimi çekti. Bir de teşekkür edilenler arasında Kültür Bakanlığı, İstanbul Valiliği, Haluk Dursun gibi isimleri görmek de beni rahatsız etti. Hatta diziye reklam verenlerin de ben pişman olacaklarını sanıyorum..
Show Tv de Karamehmet de bu dizinin altından kalkamaz..
Filmin yapımcıları bu işe ciddi bir para ayırmışlar, ama maksatları gerçeği anlatmak değil.. Çok ön yargılı, hatta “düşmanca” denecek türden bir çalışma.. Sanki bir psikolojik harpla karşı karşıyayız gibi geldi bana.. Bu filmin oyuncularının da ben ortaya çıkan bu manzara karşısında kendi rollerini yeniden düşünme ihtiyacı duyacaklarını düşünüyorum..
Böyle bir filmin böyle bir zamanda vizyona sokulması da düşündürdü beni.. “Gazze” ve “Hür Adam”, tarihe ilişkin birtakım belgeseller, İstanbul’un fethinin çekilmesinin tartışıldığı böyle bir zamanda birileri durumdan vazife çıkarmış gibi sanki.
Aynı zamanda “Yeni Osmancılık” cereyanına karşı da bir karşı çıkış gibi. Mesela, sanki, Kanal D’deki “Arka Sokaklar”da da şimdi dine ve dindarlara yönelik daha fazla negatif bir gönderme sözkonusu.
Tam da bu noktada, cumhuriyetin yönetici kadrosunun özel hayatlarının daha fazla konuşulduğu böyle bir zamanda, “bak Osmanlı’da da bu işler böyleydi” demek için kafa bulandırmaya mı çalışıyorlar bilmiyorum..
Bir kısım, Ergenekon çevresinde adı geçen emekli paşaların, bazı işadamları arasındaki telefon kayıtları ve çarpık ilişkilerle ilgili iddiaların konuşulmaya başlandığı böyle bir zamanda, böyle bir konunun bu şekilde gündeme getirilmiş olması da düşündürücü..
Niye “Kanuni dönemi” diye de aklıma gelmiyor değil. Yoksa “Kanuni dönemi böyle ise, sonrasını sen hesap et” der gibi..
İşin güzel yanı ise, bu haltı yiyenlerin garezi öylesine büyük ki, insaf sahibi, insanlar ilk bakışta bu rezilliği görüyor.. Yine bu konunun bu şekilde gündeme gelmesi, tartışılması, bazı gerçeklerin ortaya çıkmasına vesile olacak.. “Haddinden fazla şiddet gayedeki hikmeti yok eder”. Bu dizi, bir Bumerang gibi dönüp, fırlatanın başında patlayacak.. Bir de bu gayretler, bizi gayrete getirecek..
Karanlığa küfretmek yerine, kalkıp bizim bir mum yakmamız gerekiyor. Şeytana lanet okumaktansa, Resulullah’a salavat getirmek daha iyidir.
O zaman bizim sermaye grublarının bu tür filmlerin çekilmesi için sponsor olmaları gerekiyor..
Bu diziye gösterilecek tepki, bundan sonrakiler için de yön gösterici olacak.. Yapanın yanına kâr kalırsa bunun arkası gelir.. Onun için bu dizi herkes için bir turnosol kağıdı olma özelliği taşıyor..
Sonuçta, Allah, bize hayır gibi gelen şeyde şer murad etmiş olabileceği gibi, şer gibi gelen bir şeyde hayır da murad etmiş olabilir.. Bu iş de sanırım böyle bir iş.. Selâm ve dua ile..


En son tarihci tarafından 18.01.11, 13:51 tarihinde düzenlendi, toplamda 3 kere düzenlendi.

Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: Vurun Osmanlı’ya!
MesajGönderilme zamanı: 09.01.11, 20:22 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı

Kayıt: 15.09.10, 09:02
Mesajlar: 78
A. Turan Alkan

Daha iyisini yapabiliyor muyuz?


Özel TV kanallarından biri Kanuni Süleyman odaklı bir dizi çekiyor; daha fragmanı dönerken homurdanmaya başlıyoruz; ilk bölümünde ise ortalığı resmen ayağa kaldırıyoruz. Devlet Bakanı Bülent Arınç bile meseleye müdâhil oluyor; bu işte bir gariplik yok mu ey azizler?


Sâkin olalım; derin bir nefes alalım, etraflı düşünelim. Neticede ne oluyor; o televizyon kanalı kaç günden beridir milyonlarca lira ödese bile yapamayacağı "muhteşem" bir reklâm kampanyasını, bizim gibi homurdanıp duranlar sâyesinde bedavaya getiriyor. Etrafınıza bakın, bu diziden haberi olmayan bir ferd-i vâhid kalmadı. Kanalın sahibi ve dizinin yöneticileri daha şimdiden "Konuşun konuşun heyecanlı oluyor!" diye gülüp ellerini oğuşturarak, ikinci bölüme yağan reklam tekliflerini sıraya koymak için harıl harıl çalışıyorlardır eminim.

"Yasaklansın, RTÜK şöyle-böyle yapsın" derken aslında diziye kendi ellerimizle akla hayâle gelmez bir tanıtım desteği veriyoruz. Peki, ey pek muhafazakâr ve doğrucu dizi ve sinemasever efkâr-ı umûmiyesi; siz buna benzer bir desteğin onda birini bile esirgediğiniz için daha ilk gösteriminde iflâs bayrağını çeken kaç sinema eseri olduğunu biliyor musunuz?

Bilmiyorsunuz! Haberiniz bile olmuyor; çünkü dedikodusu bile yapılmaya değer bulunmuyor. Dipsiz bir kuyuya fırlatılmış bir avuç pamuk kadar olsun yankı uyandırmıyor. Onca emek, zihin gücü, ümit ve hayâl, "Dedikodusu bile yapılmayan filmler mezarlığı"nda bir çukura fırlatılıveriyor.

Aziz dostlar, bu işi TRT yapsaydı, "Devlet parasıyla böyle rezillik olur mu?" diye aksilenebilirdik. Burada devlet parası söz konusu değil; hangi şirketse saymış parayı, diziyi çektirmiş. Kaide şudur; beğenmezseniz seyretmezsiniz. Kanal da iki hafta sonra teslim topunu atar, diziyi yayından kaldırır. Kötü filmler ve diziler böyle cezalandırılır; engizitör ağzıyla konuşarak, savcıları, tarihçileri, politikacıları konuşturup tartıştırarak değil.

Hani demokrattık; hani hoşumuza gitmeyen fikirlerin bile seslendirilmesi için göğsümüzü siper ederdik? Tarihten bir olayın kötü ve yanlış yorumlanması fikir hürriyeti kapsamına girmiyor mu a dostlar? Fikir hürriyeti, saçmalama hürriyetini de kapsar. Kötü ürünlerin cezasını adliye, polis, RTÜK değil "piyasa" verir.

Peki ürün kötü mü? Bu kadar patırtı uyandırdığına göre kötü deyip geçmek zor; daha doğrusu "kötü"den ne anladığımıza bağlı. Meselâ bir bakış açısına göre, ticarî bakımdan fevkalade başarılıdır ve işe para yatıranlar keyften gaşy halindedir. Tercih ettiği sinema dili, günümüzün sinema ve dizi diline uygundur fakat tarihî gerçeklerle örtüşme konusunda pürüzler olduğu açık; onun da mâzereti hazır: Sanat ürünlerinde tarihî gerçeklere uymak mecburiyeti bulunmuyor.

Diyeceksiniz ki, "Siz daha iki gün önce film ve dizilerde müptezelliği eleştirmemiş miydiniz?" Evet, eleştirdim ama "Yasaklayalım; utanıyoruz, yaşatmayalım" diye cadı avı düzenlemekten yana değilim. Eski Yunan'da tiyatroların duvarına "Biz burada ahlâksızlığı gülerek cezalandırıyoruz" diye yazarlarmış. Daha iyisini bizzat yapamıyorsanız, "Ben yapamıyorum, başkasına da bu imkânı vermem" diye huysuzluk yapmayacak ama bu arada peçeli bir sabırsızlıkla dizinin ikinci kısmına önden yer ayırtmayacaksınız. Meraklısı, ikinci bölümün izlenme oranına baksın; ilkini geçmezse, keserim şu bıyıkları ben!..

Son sözüm şudur: Bu diziyi beğenmeyenlere iki katı sermaye, imkân, stüdyo hatta animasyon teknikleri imkânı sunsak, daha iyisini yapabilirler mi?

Can acıtan soru budur; gerisi dizinin değirmenine bedava su taşımaktır efendim.


t.alkan@zaman.com.tr

08 Ocak 2011, Cumartesi


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: “Muhteşem Yüzyıl” üzerinden Vurun Osmanlı’ya!
MesajGönderilme zamanı: 10.01.11, 09:39 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı

Kayıt: 15.09.10, 09:02
Mesajlar: 78
RTÜK, şikayet üzerine şikayet alan Muhteşem Yüzyıl dizisini savundu
Radyo ve Televizyon Üst Kuruluna (RTÜK) 2010 yılının dokuz aylık döneminde 64 bin 664 bin vatandaş bildirimi yapılırken, kamuoyunda tepkilere yol açan "Muhteşem Yüzyıl" dizisiyle ilgili 11 Aralık-6 Ocak tarihlerinde 74 bin 911 şikayet geldi.

`BELGESEL DEĞİL, DİZİ`

RTÜK ise konuyla ilgili; `Bu bir belgesel değil, dizi` açıklamasını yaptı.

Dizinin fragmanlarının ekranda yayımlanmaya başladığı 11 Aralıktan, 6 Ocak akşamına kadar bütün program türlerinde gelen şikayetlerin yüzde 93`ü "Muhteşem Yüzyıl"la ilgili oldu.

Radyo ve Televizyon Üst Kurulu Başkanı Davut Dursun, AA muhabirinin konuya ilişkin sorularını yanıtladı.

Dizi yayına girmeden önce ve sonrasında kamuoyunda oluşan tepkinin oldukça "büyük" olduğunu dile getiren Dursun, dizinin tanıtım görüntülerinin yayımlanmaya başladığı 11 Aralıktan itibaren kendilerine çağrı merkezinden ya da web sitelerinden izleyici tepkileri geldiğini belirtti.

Üst kurula 2009 ve 2010 yılında gelen toplam seyirci şikayetlerinin ortalamasının 65-70 bin olduğunu kaydeden Dursun, "Sadece bu program için gelen ve kısa bir süreyi kapsayan şikayetler 74 bin. Bir yıl içerisinde yapılmış olan ortalama şikayeti de aşan bir oranda bu programa yönelik şikayet var. Bunu önemsemek gerekir bu basit bir şey değildir" dedi.

NORMALİN ÖTESİNDE OLAĞANÜSTÜ BİR TEPKİ

Genel olarak şikayetlere bakıldığında bu tarihten itibaren giderek artan bir tepki yoğunluğu olduğuna değinen Dursun, "Şimdiye kadar çok az karşılaştığımız bir durum. 6 Ocak akşamına kadar gelen toplam şikayetin yüzde 93`ü diziyle ilgili. Burada normal tepkinin ötesinde olağanüstü bir tepki var" diye konuştu.

Tepkiyi, toplumun bu konudaki hassasiyeti bakımından önemsemek, ciddiye almak gerektiğini ifade eden Dursun, vatandaşın yanı sıra sivil toplum örgütleri, sendikalar, muhtelif örgütlerin de tepkilerini RTÜK`e ulaştırdığını bildirdi.

ŞİKAYETLER YAYINLANMADAN ÖNCE BAŞLADI

Dursun, dizinin ilk bölümünün 5 Ocakta yayınlandığını ancak şikayetlerin büyük bir bölümünün henüz program yayınlanmadan, tanıtımların dönmeye başladığı 11 Aralıktan itibaren başladığına dikkati çekerek, "Yani seyredilmeden, dizi henüz yayımlanmadan önce bir hassasiyet oluşmuştu" diye konuştu.

Bu dönemde izleyicilerden dizinin durdurulması yönünde talepler geldiğini kaydeden Dursun, RTÜK`ün yayımlanmamış bir programla ilgili tasarrufta bulunma ya da yayınlanan bir programı yayından kaldırma yetkisinin bulunmadığını belirtti.

UZMANLAR ÇALIŞIYOR

Dizinin ilk bölümünün 5 Ocakta yayımlandığını kaydeden Dursun, yayımlanan bir programın RTÜK uzmanlarınca, Üst Kurul kanunun 4. maddesindeki yayın ilkelerine uygun olup olmadığı yönünden denetlendiğini hatırlatarak, "Uzmanlarımız çalışıyorlar. Yayın ihlali olduğu yönünde rapor gelirse, konuyu öncelikli olarak kurul gündemine alırım. Üst Kurul değerlendirir eğer hatalı görürse kendi sistematiği içerisinde müeyyide uygulanır" şeklinde konuştu.

`NETİCEDE BU BİR BELGESEL DEĞİL DİZİ`

Türk toplumunun, tarihteki önemli şahsiyetlerin ve ünlü simaların takdimi konusunda hassasiyeti olduğuna işaret eden Dursun, "Osmanlı padişahlarının başarıları ve onları sahiplenmemiz konusunda bir hassasiyetimiz var. Ona uygun düşmediğini var saydığımız herhangi bir şey gördüğümüzde tepki gösteriyoruz. Unutmamak gerekir, Neticede bu bir belgesel değil, dizi. Burada bir kurgu söz konusudur" değerlendirmesinde bulundu.

Dizinin sonunda "tarihi gerçeklerden hareketle kurgulama yapılmıştır" şeklinde bir ifadenin yer aldığını hatırlatan Dursun, kurgu bile olsa yayıncıların da izleyicinin hassasiyetini gözeterek senaryoyu oluşturmasının önemine değindi.

RTÜK iletişim merkezine ve web sitesine dizi yayına girmeden önce ve sonra gelen şikayetlerden bazıları ise şöyle:

"Muhteşem Yüzyıl isimli dizide gerçeklerle ve tarihle alakası olmayan görüntülere yer verildiği için şikayetçiyim. Dizide, Osmanlı padişahlarının ahlak dışı yalan yanlış görüntüler içinde yer almasından rahatsız oldum ve şikayetçiyim. Lütfen bu dizi yayınlanmasın.

Asıl mesela kadınların yönetimdeki rolü mü yoksa?

Osmanlı Devleti`nin, milletimin tarihinin bir avuç kadının çekişmesinden ibaretmiş gibi gösterilmesini, saygı duyduğum insanların ülkeyi boş verip kadınlara odaklanmış şekilde lanse edilmesini, zalim, gaddar addedilmesini izlemek istemiyorum.

Kanuni Sultan Süleyman`ın kazandığı onca zafer, ordusunun kazandığı onca savaşın elin tersiyle itilip şaibesi bin kat artırılarak aktarılan şahsi ilişkilerini, evet, devlet yönetimini etkilemiş olsa da devletin sırf bundan ibaretmiş gibi gösterilmesinden hoşnutsuzluk duyuyorum.

Benim gibi düşünen onca insanın dikkate alınmasını, gereğinin yapılmasını talep ediyorum. Tarihimizi yalanlayan, atalarımızı ve Osmanlı devletini aşağılayan,
aldatıcı, halkı yanlış bilgilendiren yayın yapılıyor. Lütfen amacına ulaşmadan engellensin.

***


En son tarihci tarafından 13.01.11, 15:12 tarihinde düzenlendi, toplamda 1 kere düzenlendi.

Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: “Muhteşem Yüzyıl” üzerinden Vurun Osmanlı’ya!
MesajGönderilme zamanı: 11.01.11, 11:04 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı

Kayıt: 15.09.10, 09:02
Mesajlar: 78
Okay: Dizideki Osmanlı tamamen gerçek

T24 -Kanuni Sultan Süleyman’ın hayatını, hareminin anlatıldığı "Muhteşem Yüzyıl" dizisinin senaristi Meral Okay, eleştirelere yanıt verdi.

Diziye daha izlenmeden tepki gösterildiğini söyleyen Okay, "Her bir bölüm, danışmanlar tarafından okunup onaylanıyor bu senaryonun. Özellikle devletle ilgili diyaloglar tamamen gerçeğe sadık kalınarak şekilleniyor. Başka türlüsü mümkün değil zaten. Kafamıza göre iş yapmıyoruz burada" dedi.

Akşam gazetesi yazarı Sevim Gözay'ın, Okay'la yaptığı sohbeti ve dizi setinden izlenimlerini şöyle:


Proje ilk kimden çıktı Meral Hanım?

Benden.

Ne zamandan beri çalışıyorsunuz üzerinde?

İki buçuk yıl. İlk 1 yıl kendim çalıştım. Sonraki 13 ay tarihçilerle beraber. Son 5-6 ay da ekiple birlikte çok yoğun çalıştık. Haftada 3-4 kez bir araya gelip arşiv belgeleriyle, slaytlarla, resmen tarih dersi gördük danışmanlarımızdan.

Kaç danışmanınız var?

İki. Tarihçi Doç. Dr. Erhan Afyoncu ve sanat tarihçisi Dr. Deniz Esemenli. Ki, kendisi 22 yılını Topkapı Sarayı'nda geçirmiş, oradan emekli olmuş bir sanat tarihçisi. İlber Ortaylı'nın direkt tavsiyesi ile bir araya geldik. İlber Ortaylı net olarak; 'Bugün 'harem'i en iyi bilen kişidir Deniz Ekemenli' dedi. Çalışmalarda esprisi oluyor zaten, 'hareme' gelince Deniz, 'selamlığa' gelince Erhan'a geçiyor söz.

Kaç sezon planladınız diziyi?

Üç sezon. Şu an dokuzuncu bölümü yazıyorum. Ve her bir bölümü, danışmanlar tarafından kelime kelime okunup onaylanıyor bu senaryonun. Özellikle devletle ilgili diyaloglar tamamen gerçeğe sadık kalınarak şekilleniyor. Başka türlüsü mümkün değil zaten. Kafamıza göre iş yapmıyoruz burada.

Tepkiler ne hissettiriyor peki size?

Ben öyle iflah olmaz bir iyimserim ki, çok şaşırıyorum olanlara. Bu ülkeyle ilgili öyle umutlarım var ki benim... Küstüremezler. Biz bir yol açıyoruz sonuçta ve ilk olmak en zoru. Arkamızdan gelenler rahat edecek.

Neden bu kadar sert oldu sizce tepkiler?

İzlemeden tepki gösterdiler çünkü. 'Şerbetiniz Padişahım' diyoruz dizide, onlar 'Vay padişaha içki içirdiler' diye ayaklanıyor. Kızları Harem'e alırken muayeneden geçiriyoruz ki gerçek bu, uydurmuyoruz - onlar, 'Vay kızlara ağda yaptılar' diye gürültü koparıyor. Yok ki dizide böyle şeyler. İzleseler neyin ne olduğunu anlayacaklar.

Alıntı:
Yüzü gözü kan revan içinde Hürrem (Meryem Uzerli) giriyor o sırada odaya. 'Kim yaptı sana bunu?' deyince, kırık ve tatlı Türkçe'siyle tüyoyu veriyor Hürrem: 'Mahidevran tabii! Ama iyi oldu o ceza çekecek!' Bu sahneyi önümüzdeki bölümlerde izleyeceğiz ve Hürrem'in önlenemez yükselişine tanık olacağız tabii. Ben oradayken 3. bölüm çekiliyordu, ancak başka sır veremem sevgili okuyucu. Şu görkemli seti bir de ben gezeyim en iyisi.

3 milyon dolarlık set

En tak tuk topuklarımı giymekle ne iyi etmişim! 2100 metrekareye kurulan Topkapı Sarayı'nı parmak ucunda geziyorum. Hamamda düşüp kafayı mermer kurnaya geçirmek de var ama ne çare, sesli çekim devam ediyor. Fısır fısır not alıyorum: Çiniler Kütahya, kumaşlar Vakko, halılar özel yapım, tamamı gerçek olan mücevherler, 30 kişiyle iki ayda hazırlanmış. Oyuncular hariç 200 kişi çalışıyor prodüksiyonda. Sırf animasyon ekibi 20'den fazla. Vay be, Türk dizi sektörü için acayip heyecan verici. Yönetmenliği üstlenen Taylan Biraderler'in biri sette, diğeri montajdaydı ben sarayda gezinirken. Görüntü yönetmeni Aydın Sarıoğlu'nun gözler kan çanağı. Derken Halit Ergenç görünüyor, gayet enerjik. Bir buçuk yıl beklemiş bu rolü. Çocuğunun annesi Mahidevran'a yaptığı yüzüğü Hürrem'e verince kan çıktığını kaçırıyor ağzından. Ee, çok kadın çok problem.

Kanuni'nin Hürrem tutkusu

Padişahları 'kadın düşkünü' gibi gösteriyorlar diyenler iyi okusun lütfen. Kanuni hakkında zaten mümkün değil bu. Çünkü adam bilakis Hürrem düşkünü. Tutkusunun en önemli sebebi de Hürrem'in onu çok güldürüp eğlendirmesi. Dansla, raksla, güzellikle değil sade. Komik, fırlama bir kadın basbayağı. Adını bile buna göre vermiş padişah, 'yüzümü güldüren' demekmiş Hürrem.

Okulda hiç de meraklısı olmadığım tarihi, bu pencereden görmekten son derece memnunum ben. Ecdadımız için yok yere endişelenmek yerine, bir şeyler öğrenmeye konsantre olmakta fayda var ayrıca. İsteyen açsın birinci elden okusun. O kadar zahmet çekemeyecek olanlar da otursun dizi keyfi yapsın. Seven olur, sevmeyen olur normal. Ama boş yere kasmaya hiç lüzum yok. Çünkü hiç kimse tarihine hakaret etmek için böyle bir masrafa da, bunca zahmete de girmez.


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: “Muhteşem Yüzyıl” üzerinden Vurun Osmanlı’ya!
MesajGönderilme zamanı: 13.01.11, 15:12 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı

Kayıt: 15.09.10, 09:02
Mesajlar: 78
Muhteşem Yüzyıl

Taha Akyol


10/01/2011

Milliyet

Efendim Mustafa filminde Atatürk yalnızlık çeken, sıkıntılı bir adam olarak gösteriliyormuş halbuki bütün millet onunla berabermiş... Falan...

Halbuki Atatürk’ün nasıl yalnızlık sıkıntısı çeken hatta depresif dönemler yaşamış olan bir lider olduğunu en yakınlarındaki isimler, mesela Falih Rıfkı, mesela Hasan Rıza Soyak yazmışlardır.
Kitlesel karizma başka şeydir, özel hayatında yalnızlık sıkıntısı çekmek ve bunun psikolojik etkilerini yaşamak başka şey...

Bu özel haller onun askeri ve siyasi dehasını, başarılarını, muazzam hizmetlerini örtmez...

İçki tartışması

Osmanlı tarihinde de “Bayezd-i Veli”nin dışında hiç bir padişah “evliya” değildi; o da “veli” olduktan sonra içki içmemişti... Sultanların hepsi içer miydi bilmiyorum, az veya çok içenler az değildi. Molla Fenari çok içtiği için Yıldırım’ı azarlamış ama söz geçiremimişti. Ama bu Yıldırım’ın Anadolu birliği ve Balkanlara yerleşme konusundaki büyük hizmetlerini gözardı ettiremez.

Kanuni’nin içkici bir şöhreti yoktur ama oğlu “Sarhoş Selim”di... İçkiyi yasaklayan IV. Murat tam bir içkiciydi. Önekleri sayıp dökmeye gerek yok. Halil İnalcık Hocamız “işret” geleneğinin Doğu ve Osmanlı kültüründeki yerini, edebiyat ve sanata katkılarını anlatmıştır.

Atatürk’ün sofrası da bu “işret” geleneğinin bir devamıydı.
Sorun, sultanları da, Atatürk’ü de, “sofra” ya da “işret” ve “harem” faktörünü öne çıkararak anlatmaktır ve yanlıştır.

Dizide neler olacak?

Muhteşem Yüzyıl dizisi konusunda İlber Ortaylı ve Erhan Afyoncu gibi itimat ettiğim ideolojik tarafgirlikten uzak tarihçilerin söylediği gibi “bu bir dizidir, belgesel değildir.” Her dizi ya da filmde şu veya bu ölçüde abartılar, hatta uydurmalar vardır.

Muhteşem Yüzyıl dizisinde de öyle... İlk bölümlerde harem ve içki öne çıkarılmış, ‘magazin’ ağır basmış. Ama Halit Ergenç, “gelecek bölümlerde zihinlerdeki Süleyman’ı da bulacaksınız” diyor. Demek ki, Mohaç ve Preveze de bir tarzda gelecek ekrana... Umarım Mimar Sinan’ı da göreceğizdir...

Ve çok arzu ederim ki Kanuni bir dünya haritasının başında neden Avrupa’da Protestanlığı desteklediğini, neden Hint Okyanusuna ve Pasifiğe donanma gönderdiğini anlatsın... Biz de dönemin “küresel stratejileri” hakkında hiç olmazsa bir ‘izlenim’ edinelim.

Süleyman’a neden “Kanuni” dendiğini de görsek iyi olmaz mı?
Ya Kanuni devrinde Anadolu’yu kasıp kavuran toprak sorunları ve Celali İsyanları?

Tarihi öğrenmek
Ama dikkat, bunlara da girerseniz artık “dizi” ritmini kaybeder... Belgeselden bile öteye sıkıcı bir tarih dersine dönüşebilir.
Dizilerde ise reyting ve reklam gelirleri sebebiyle çekicilik, sürükleyicilik gibi faktörlere öncelik verilir, hatta kurgulanır, inşa edilir, uydurulur...
Edebi romanlardan üretilen diziler ve bunların ulaştığı müthiş reytingler...
En iyisi dizilerin böyle olduğunu bilmek, tarihi öğrenmek istiyorsak ciddi tarihçilerin eserlerini okumaktır.
Şunu hiç unutmayalım: Tarihin hiçbir uzunca süreli dönemi mutlak siyah, mutlak beyaz değildir; zira insanoğlu, meziyet ve zaaflarıyla bir bütündür.


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: “Muhteşem Yüzyıl” üzerinden Vurun Osmanlı’ya!
MesajGönderilme zamanı: 15.01.11, 19:52 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı

Kayıt: 15.09.10, 09:02
Mesajlar: 78
Muhteşem hatalar!

Ayşe Böhürler

abohurler@yenisafak.com.tr

15 Ocak 2011 Cumartesi

Alt üst tarafı dizidir derken konu büyüdükçe büyüdü. Tarihi dizi yapmak sahiden zor işmiş bir kez daha gördük. Tarihi dizilerin son dönem en güzel örneklerinden birisi olan Spartacus'u izlerken insan ister istemez kıyaslama yapıyor.

Sparctacus bugünün dizi formatında tarihi bir hikâye nasıl anlatılırın en popüler örneği. O'nun da içinde hayatta olan, sıradan olan, sakıncalı olan her şey var. Ama tarih te var. Dizi seyirciyi sarsmaktan kaçınmıyor. Konu pop Amerikan dizileri formatında işlense de hikâyenin geçtiği mekânlar, kostümler, kişiler, dönemin tarihi olayları ile örtüşmez diyebileceğimiz bir sahne ile karşılaşmıyoruz.

Muhteşem Yüzyıl'a belki buradan bakmak daha doğru olur. Yoksa senaristin veya yönetmenlerin konuya nereden bakacakları kararına kimse karışamaz. İster haremden bakarlar ister Enderun'dan.

Ayrıca bizim olaya doğru yerden bakma iddiası taşıyan film tarihimiz de kötü örnekler ile doludur zaten. Seyredilmeyen, ağır, bütçesizlikten tarihi bir komedi filmi gibi çekilen filmlerin İslam dünyasında da birçok örneği var. İran dizileri istisna olmak üzere Mısır dizileri üzerine kötü tarihi filmin kitabı yazılır. Kanal 7'de yayınlanan Hz. Yusuf mesela! Dizi üstelik çok da iyi izleniyor. Hz. Yusuf, Züleyha karakterlerini oynayanlar kötü komedi kıvamında. Bırakın karakterleri, olaylar ne Kur'an'daki tarih anlatımına uyuyor ne de mantığa. Zaman izleği bile yok. Bir peygamberin yalan yanlış anlatılmasına, filmi seyrederken insanın dalga geçme hissine kapılmasına rağmen seyirci yine ilgi ile izliyor, tepki de göstermiyor.

İyi tarihi film yapmak, iyi niyetin yanı sıra 4-5 yıla uzana bir yapım süreci, çok iyi ekip, çok iyi oyuncular, kostümünden dekoruna çok iyi bir tasarım istiyor. Sadece iyi niyet yetmiyor. Bu nedenle imkânlar olmasına rağmen muhafazakâr kesimin, bu sektörde yatırım yapan sermaye sahiplerinin böyle işlere ayıracak parası, bu işlere gönül vermiş kişiler yokken de ortalığı velveleye vermenin manası yok.

Muhteşem yüzyıl dizisi üzerine yapılan tartışmalarda serin duranların safındayım. Kimse bana göre dizi üretmek zorunda değil. Seversem izlerim, sevmezsem izlemem. Hele de elimde zap silahı ve birçok kanal alternatifi varken. Ancak yine de meslek gereği tarihi bir film yapılırken öne çıkan hatalara dikkat kesilmeden edemedim.

Bu arada hem iyi bir tarih hem de Yeni Şafak okuru olan bir izleyiciden gelen maildeki 23 hatayı içeren listeden bazı notları sizinle paylaşmak istedim.

1) Kanuni, Kur'an'ın "iki kişi arasında dahi olsa adaleti sağlayın" dediğini söylüyor, Kur'an'da böyle bir ayet yok.

2) Dizide Yavuz'un 200 kalyonluk donanma hazırlattığı söyleniyor, oysa donanma için ilk kalyon 17.yüzyılın ortasında yapılmıştır ve tarihte hiç bir ordu bırakın 200'ü, 100 kalyona yaklaşacak bir donanma kurmamıştır.

3) Hünkâr sofası Kanuni tarafından kullanılmış değildir.

4) Hürrem Sultan, Kanuni'nin tahta çıkışından bir kaç yıl önce saraya girmiştir.

5) 26 yaşındaki Kanuni'nin 41 ve 14 yaşındaki Hürrem'in 28 yaşında birer kişi tarafından oynanması garip durmaktadır.

6) Kanuni tahta çıktığında Harem, Topkapı Sarayında değil Eski Saray'da idi.

7) Hareme gelen bir kız 3-4 yıl eğitimden geçmeden padişahın karşısına çıkarılmazdı. Hürrem'in, padişahın adını "Sülüman" diye telaffuz ederken, gelir gelmez huzuruna çıkarılması yanlıştır.

8) Dizide ismi gecen cellât Kara Ali, o tarihlerden 150 yıl sonra yaşamış bir kişidir.

9) Kanuni tahta çıktıktan sonra babasının nedimi Hasan Can'la görüşüyor. Hasan Can 60 küsur yaşında biri olarak görünüyor, oysa tarihi bilgilerimiz bize Hasan Can'ın Kanuni tahta çıktığında en fazla 30'ların başında olabileceğini göstermektedir.

10) Valide Sultan saraya yeni gelen Hürrem Sultan'la Rusça konuşuyor, bir kaç sahne sonra Hürrem Sultan birine "dilimizi nasıl biliyor" diye sorunca "Kırım Hanı'nın kızıdır da ondan" cevabını alıyor. O sıralarda Kırım Tatarları 250 yıl daha Rus egemenliğine girmeyecek bir topluluktur, Kırım'da Rus etkisi söz konusu değildir.

11) Bir vezir, padişahın İbrahim Paşa'yı has odabaşı yapması üzerine "bu dönmeyi nasıl has odabaşı yapar" diye sızlanıyor. Has Oda ve hatta Enderun'un tamamı zaten devşirmelerden oluşur.

12) Bir sahnede askerler "cülus bahşişimiz verilecek" diye seviniyorlar, askerlere bakıyoruz en genci 45-50 yaşında, hepsi hımbıl adamlar. O yaşta kimse orduda kalmaz.

13) Kanuni'nin ilk işi divan toplantısına katılıp bazı kararlarını aktarmak oluyor. Fatih döneminden beri padişahlar divan toplantısına katılmaz ve belki kafes arkasından dinlerlerdi.

14) Kanuni Venedik elçisiyle konuşurken Sarlken ve Francois'in mücadelesi için "bakalım kim kayzer olacak" diyor. Burada kayzer kelimesinin kullanılmasının doğru olmamasını geçtim, bu cümleyle Kanuni ne demek istemektedir ben bir tarih okuru olarak anlayabilmiş değilim.

15) Kanuni Venedik elcisiyle konuşurken "Venedik dükü" lafzini kullanıyor, bu kelimenin doğrusu "Doge"dur ve dilimize "Doc" diye geçmiştir, Kanuni'nin "Venedik Doc'u" demesi gerekirdi. Doge'un İngilizcesi Duke'tür ama anlamları tamamen ayrıdır.

16) Padişah dizinin pek çok yerinde ve Has odabaşı İbrahim Paşa, dizinin hemen her sahnesinde başı açık geziyor. Bu da doğru değildir. Kavuğu çıkarsalar bile takke giymeleri gerekirdi, Osmanlı âdeti budur."

... Ve daha birçok hata. Bu hataları bulmak için de tarihçi olmaya gerek yok ayrıca.

Ciddi ve dikkatli olmak yeterli. Bunları görünce bizim tarihimiz sadece kitaplarda kalsın aman demek geliyor içimden.


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: “Muhteşem Yüzyıl” üzerinden Vurun Osmanlı’ya!
MesajGönderilme zamanı: 17.01.11, 09:23 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı

Kayıt: 15.09.10, 09:02
Mesajlar: 78
İlber Ortaylı`nın kaleminden Kanuni:

16-01-2011

Türkiye`nin önde gelen tarihçilerinden İlber Ortaylı son günlerin en çok konuşulan ismi Kanuni`yi yazdı..

`Daha iki parçası gösterilen bir dizi için kıyametin erken koparıldığı kanaatindeyim, hele mevki sahiplerinin bu biçimde film tenkit etmelerini pek uygun bulmayanlardanım.` sözleriyle Muhteşem Yüzyıl`a gösterilen tepkileri eleştiren Ortaylı, Kanuni`yle ilgili şu satırları kaleme aldı.


Kanuni kadar romantik ve edip biri yoktur

Muhteşem Süleyman büyük bir mareşal, usta bir kuyumcu, beğenilen bir şairdi. Yaptıklarını ve yaşadıklarını, bir hükümdarın ne olduğunu anlayarak değerlendirmek gerekir. Kanuni üzerinden aleme ders vermek manasızdır

BÜTÜN DÜNYA ONA MUHTEŞEM DİYORDU

Çağdaşı olan Türkler ve bütün imparatorluk tebaası ona Kanuni demeyi tercih etti; oysa yaptığı kanunlar kendisinden evvel yapılanların bir derlemesi gibidir. Bu kanunnameler toplumun hayatı için elzemdi. Kanuni de hepsinden daha mükemmelini yaptı. Arazi meselesinin düzenlenmesi en önde gelenidir, bu nedenledir ki tebaası onu “Kanuni” diye nitelendirdi. Ama bütün dünya ona “Muhteşem” diyordu. Avrupa’da ulusal devletlerin oluşmaya başladığı, ortaçağ monarşilerinin yeni dünyaya intibak kavgası verdiği bir devirde tahta geçti. O padişah olduğu sıralarda Macaristan baştan ayak György Dosza (Erdelli bir küçük soylu) başkanlığındaki köylü ayaklanmaları sarsılıyordu. Almanya köylü ayaklanmalarını, İngiltere Protestan-Katolik din reformu kavgalarının yaşıyordu. Her yerde de hükümdarlar kan ve zulüm ile ayaklanmacıları yok edip güvenliği yeniden kurdular.

YERİNDE DURAMAYAN BİR KOMUTANDI

İspanya ve Avusturya Habsburgların elindeydi, bunlar üstelik Almanya imparatorluk tacı için de seçilirlerdi. Kendilerinden yaka silken Fransa’ydı. Kanuni devri kadar Osmanlı İmparatorluğu’nun Avrupa diplomasisine vakıf olduğu ve Avrupa’yı birbirine düşüren politikalar tertiplediği, güttüğü bir devir olmamıştır. Kanuni 1495’te Trabzon’da doğdu. Babası Yavuz Selim oranın sancak beyiydi; anası aksini iddia edenler olmakla birlikte Kırım Hanı Mengli Giray’ın kızıdır deniyor. Galiba büyük Mareşal Yavuz Selim Han ona dikensiz gül bahçesi gibi bir taht hediye etmiştir. 1520’de, 25 yaşında Osmanlı tahtına oturdu. Mükemmel bir askeri eğitim almıştı. Adet olduğu üzere Enderun’da içoğlanlarıyla birlikte ve zaman zaman özel olarak eğitim gördü. Günü geldi Manisa’da Saruhan sancakbeyi oldu. O dönemde tek eşi şehzade Mustafa’nın annesi Mahidevran’dı.

Bazıları nikahsız eşi diyor, padişahın nikahı bir hadise değildir. Düğün dernek olmaz, bir şehzadenin mürüvveti, onun sünneti düğünüdür. Genç hükümdar bilgiliydi. Tahta çıktığının ertesinde 1521’de Belgrad’ı aldı. Macaristan’ı Tuna’nın güneyinden itmişti ve Fatih’in alamadığı yeri Osmanlı mülküne kazandırmıştı. Ertesi yıl Rodos’u aldı. O da Fatih kuşatması geçirmiş bir adaydı. Ortaçağ Hıristiyan dünyasının ünlü tarikatı St. John şövalyelerinin merkez üslerindendi. Kuşatmada vira ile teslim oldular. Canları ve malları bağışlandı. Aman verilmeyenler, kalenin içinde bulunan Fatih’in talihsiz şehzadesi Cem Sultan’ın torunları ve torun çocuklarıydı. İki kuşaktır Hıristiyandılar. Katledildiler. 1526’da gün boyu süren savaşla Avrupa’nın kudretli Macaristan’ı ortadan kalktı. Hünkar yerinde duramayan mareşallerdendi. O dönemin içinde başka seçenek de yoktur. 1534’te Mezopotamya seferini yaptı, Bağdat ve Tebriz’i zaptetti. Preveze Deniz Savaşı ile Akdeniz’de Osmanlı’nın ağırlığı hissedildi. Ömrü Avusturya ve İran harpleriyle geçti.

HÜRREM ÖLENE KADAR ONA HEP SADIK KALDI

Son sağlam kaleyi, Zigetvar’ı fethetmeden bir gün önce ölmüştür. Ölümü askerden gizlendi ve hünkarın tahmit edilen vücudu giydirilerek seferin başındaymış gibi ta İstanbul’a kadar ordunun başında getirildi. İç organları Zigetvar sahrasında gömüldü. Macarlar 1980’lerde o türbeyi Turgut Cansever’e restore ettirdiler ve bizim yapmadığımız bir şey yaptılar, dev bir Kanuni heykelini de Zigetvar sahasının ortasında diktiler. Osmanlı tarihinin en büyük portreleri onun asrındaydı: Veziriazam Sokullu Mehmet Paşa, Şeyhülislam (o zaman müftü denirdi) Ebusuud efendi, Kemal Paşazade ve Taşköprülüzade gibi tarihçi ve alimler, Mimar Sinan gibi dahi sanatçılar... Ortam müsaitse dahiler birbiri ardına açılır. Bütün askerler gibi Kanuni de ten zevkinden uzak kalamaz. Ama onun kadar romantik ve edip bir adam yoktur. Kılıç tutan eli kuyumcu eğesini de aynı maharetle kullanır. Hünkar birinci sınıf bir kuyumcudur. Dahası Muhteşem Süleyman monogamdır, tek eşin tadını çıkaracak maharette biridir. Hürrem ölene kadar Kanuni ona sadık kaldı. Hayatı boyu sadık kaldığı eşi birlikte olduğu Hürrem Sultan’dı. Kanuni üzerinden aleme ders vermenin bir manası yoktur. Büyük dedesi, dedesi, babası gibi saray dışında seferde öldü. 1520 ile 1566 arasında dünya tarihi mareşal görmüştür, Venedik’in ustalarını bile imrendiren bir kuyumcu görmüştür, Türk milleti şairler asrında şiirleri pekala okunan ve darb-ı mesel haline gelen bir şair görmüştür. İki şehzadesini ve torunlarını katletmek zorunda kaldı, en çok sevdiği oğlu Şehzade Mehmet’in ölümünü gördü. Uzun saltanatında bir Avrupa ve Ortadoğu imparatorluğunun sahibiydi. Çileli ömürdür, yaptıklarını ve yaşadıklarını bir hükümdarın ne olduğunu anlayarak değerlendirmek gerekir.

İKİ BÖLÜMDEN HEMEN KIYAMET KOPARTILDI

Romana ve sahneye getirilmesi zor bir devirdir. Türkiye’nin filmcisi ve tiyatrocusu Tudorları veya Şarlken’i çeviren İngiliz meslektaşının aksine dönemin kıyafetini ve dekorunu zor oluşturur; malzeme yeterli değil, saray protokolünün hiç kimse doğrusunu bilemez ama bu aşılmayacak bir problem de değildir. Tarihi filmde birebir gerçek aranmaz, mesela “The Tudors” dizisinde sarayın nedimesi ile baş müşavir lordun zevcesini avlayan bir Admiral Drake var. Aslında VIII. Henry’nin zamanında henüz dünyaya gelmiştir, ne yaptıysa Elizabeth devrine kalmıştır. Tarihi gerçekliği değiştirmek mümkün ama bir atmosferi yaratmak bilgi gerektirir. Bu filmdeki danışmanlar iyi kullanılırlarsa çok şey doğru olabilir. Tarihi şahsiyetleri değiştirmenin bir dozu olur. Bugüne kadar Hollywood endüstrisi ve benzerleri Kleopatra’yı, Sezar ve Antonius’u elde eden bir çapkın kadın olarak sergilediler. Oysa Kleopatra büyükelçileri tercümansız kabul eden bir lisanlar üstadı, eczacılık tarihinde adı geçen bir hekimdir. Kadının dahisini resmetmek sanatçıların zor becereceği bir iş, fırça kalem ve kamera kudreti ister. Daha iki parçası gösterilen bir dizi için kıyametin erken koparıldığı kanaatindeyim, hele mevki sahiplerinin bu biçimde film tenkit etmelerini pek uygun bulmayanlardanım. Filmin kusurlarını, zayıflıklarını ve maksadı aşan hücumları bir tarafa bırakalım.


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: “Muhteşem Yüzyıl”: İlber Ortaylı`nın kaleminden Kanuni...
MesajGönderilme zamanı: 18.01.11, 13:40 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı

Kayıt: 15.09.10, 09:02
Mesajlar: 78
Tarihçi Necdet Sakaoğlu: "Padişahlar Mecburiyetten Kadın Düşkünüydü!"

Mine Şenocaklı



Tarihçi Necdet Sakaoğlu “Ecdadımız kadın düşkünü müydü?” sorusunu yanıtladı.

17 Ocak 2011 - 08:30

İnanılır gibi değil, ama senarist Meral Okay dizinin derinliğini savunabiliyor hâlâ. “Çok araştırma yaptık, 3 bin sayfalık belge taradık” diyor. İki bölümünü izledik dizinin, henüz tarihsel sığlık alabildiğine, yanlışları boşverdik zaten... Sonuçta Osmanlı’nın en haşmetli padişahına ve en görkemli dönemine, kostümlerden biraz daha fazla özen gösterilebilirdi, değil mi?

Meral Okay çok şanslı! Çünkü kimse diziyi tartışmıyor aslında. Tartışılan padişahlarımızın kadın ve içki müptelalası olup olmadığı?.. Aslına bakarsanız, dizide öyle bir müptelalık yok, tarihsel yetersizlik tipik aşk hikayesiyle yamanmış, mesele bundan ibaret... Yine de iyi, en azından böylece Osmanlı’yı tartışıp, bilmediğimiz bir şeyleri öğreniriyoruz. Ama sadece bu diziden Osmanlı’yı öğrenmek durumunda kalanların vay haline!

İşte bu tartışmaların göbeğinde gerçekten belge okumuş, dirsek çürütüp tam da Osmanlı sultanları ve saray hayatı üzerine pek çok araştırmaya imza atmış tarihçi Necdet Sakaoğlu’nu aradım utana sıkıla. Zira “Muhteşem Süleyman dizisi üzerine konuşabilir miyiz?” diye sormaktan hicap duyacaktım, bu onun emeğine ayıp olurdu. Elbette arayan tek gazeteci ben olmadığımdan, daha telefonu açar açmaz, “Dizi üzerine konuşacaksak, hiç konuşmayalım” dedi. “Hocam, diziden değil ecdadımızın gerçek tarihinden konuşmak için arıyorum” dedim. Bu şartla söyleşiyi kabul etti.
Dolayısıyla “Muhteşem Yüzyıl” dizisi sebebiyle Necdet Saraçoğlu ile bu söyleşiyi yaptık, ama diziden tek bir kelime bile etmeden...


Bu kitaplara dikkat!

Konu 600 yıllık koskoca bir imparatorluk tarihi olunca, söyleşi de uzadı gitti. Akademisyen değil Sakaoğlu, ama objektifliği tescillenmiş, yabancı araştırmalarda hep onun eserlerine referanslar var. Hatta üniversitelerde, onun kitapları diğer akademik unvanlı hocaların kitaplarına tercih ediliyor ve ders olarak okutuluyor... NTV’nin tarih danışmanlığını yapan ve aslında tarih öğretmeni olan Sakaoğlu’nun 30’dan fazla kitabı var ve herkes hemfikir ki, tek bir kitabıyla bile 40 kere profesör olurdu! Ama o, farklı bir ekolün temsilcisi; “Benim çalışmalarımın daha mükkemmelini yapmıştır” dediği Çağatay Uluçay’ın, Orhan Şaik Gökyay, Hikmet Duran ve Reşat Ekrem Koçu’ların ekolünden...

O kariyer yapmak yerine, araştırmayı, yazmayı tercih etmiş. “Divriği’de Ev Mimarisi” ve “Türk Anadolu’da Mengücekoğulları” gibi iki araştırması var ki, tarihçiler “Ondan başkası bu çalışmaları yapamazdı” diyor. Necdet Sakaoğlu kendinden bahsedilmesinden pek hoşlanmıyor. Bu yüzden devamını getirmiyorum. Sadece önereceğim üç kitabı var, en azından bu diziyi izleyenlere; “Bu Mülkün Sultanları: 36 Osmanlı Padişahı” ile “Bu Mülkün Kadın Sultanları: Valide Sultanlar, Hatunlar, Hasekiler, Kadınefendiler, Sultanefendiler” ve “Tarihi Mekanları, Kitabeleri, Anıları ile Saray-ı Hümayun Topkapı Sarayı”... Diziyi izleyenler bir yana, senaristler de okursa hiç fena olmaz! Zira toplasanız 3 bin sayfa bile etmiyor!


Tarihçi Necdet Sakaoğlu ile Söyleşi

Tarihçi Necdet Sakaoğlu’na, “Ecdadımız kadın düşkünü müydü?” diye soruyorum.
Önce, “Adamlar cihanı yöneten padişahlar, niye olmasınlar?” diyor. Ardından da tarihsel gerçekleri sıralıyor bir bir: “Öncelikle soylarının yürümesi gerek... II. Mahmut tahta geçmiş, pek çok kadından tam 35 çocuğu olmuş. Ama sadece üçü hayatta kalmış, diğerleri hastalıktan ölmüş. Düşünün onun üzerindeki tarihi sorumluluğu!” Anlayacağınız bugünden bakıp kadın düşkünlüğü diye yaftalanan, aslında soyun devamı için bir mecburiyet!

* Osmanlı’da harem geleneği nasıl başlamış hocam?
Bir kere şunu bilelim; Osmanlı Devleti’nin kurucusu ve Osmanoğulları’nın atası Osman Bey’in haremi ile Tanzimat-ı Hayriye dönemini başlatan Abdülmecit’in haremi arasında hiçbir ilgi yok. Benzerlik de yok. Dolayısıyla en doğrusu Osmanlı haremini padişahlara göre anlatmak ve değerlendirmek. Çünkü harem mütemadiyen her padişahta değişiyor.

* Nasıl?
Bursa Sarayı’nda ömür geçiren padişahların daha mütevazı, daha yalın bir hayatları olduğu muhakkak. Ama o sarayın yapısı, biçimi hakkında bize ulaşan pek bir bilgi yok. Kaç odalıydı, nasıldı, padişahlar orada nasıl yatar kalkardı bilmiyoruz. Yalnız oradaki adetlerin tamamen eski Türkmen adetlerinden, yani çadır yaşantısından yerleşik yaşantıya geçişin birtakım izlerini taşıdığı açık.

* O dönem ne kadar sürüyor?
1370’lere kadar... Yani İznik’i, Bilecik’i, Yenişehir’i de katarsak, 1280’lerden 1370’lere kadar... 100 yıla yakın olan bu süreçte Ertuğrul Bey, Osman Bey, Orhan Bey, Murat Hüdavendigâr, Yıldırım Bayezit hepsi Bursa ve çevresindeki kasabalarda yerleşmiş ve yalın yaşamışlar. Onların hemen hepsinin eşleri de ya soylu kadınlar ya da şeyh kızları. Mesela Osman Gazi’nin karısı Şeyh Edebali’nin kızıymış. Osman Gazi’nin oğlu Orhan Gazi evvela bir tekfurun, yani Bizans soylusunun kızını almış. Kütahya yolu üzerindeki Yarhisar tekfurunun esir edilen kızını... Sonra onunla da yetinmemiş Bizans İmparatoru Kantakuzen’in kızı Theodara’yı almış.

* Orhan Gazi’nin soylu Rum kızlarıyla evlenişinin sebebi ne peki?
Gerçi Türk asıllı bir hatundan da söz ediliyor. Ama Orhan Gazi’nin soyu, oğlu Murat Hüdavendigâr’dan sürmüştür ki, onun annesi de Rum hatunlarının ilki olan Nilüfer, yani Holophira’dır... Nilüfer Hatun, cariye konumunda padişah eşlerinin de ilkidir. Oğuz soylu Ertuğrul oğlu Osman’ın kucağına, ana tarafından Rum kanı taşıyan ilk torunları da Nilüfer Hatun koymuştur. Torunların büyüğü Rumeli Fatihi Gazi Süleyman Paşa’dır, küçüğü ise Murad Hüdavendigâr’dır... Nilüfer, Orhan Bey’in başhatunudur. Faslı gezgin İbn Battuta’nın, İznik’te katına çıkıp görüştüğü ve başhatun olarak tanıttığı Beylun da olasılıkla Nilüfer Hatun’dur. Çünkü dediğim gibi Rum soylusu Nilüfer’in asıl adı, Holophira (Holifera) idi. Nilüfer bu adın Türkçeleştirilmişidir. Orhan Gazi’nin, Nilüfer, Asporça ve Theodora; kimlikleri bilinmeyen Beylun Hatun, Maria, ikinci bir Theodora, Efdandise adlı eşlerinden söz ediliyor. Uzun yaşamında, en az dört Rum hatun aldığı, büyük oğlu Gazi Süleyman’ı ve küçük oğlu Halil’i de soylu Rum kızlarla evlendirdiği; kendisinin ve oğullarının evliliklerindeki siyasal gerekçeler nedeniyle bu eşlerin Müslüman olmaya zorlanmadığı; Bizans topraklarının işgalinde bu evliliklerden yararlanıldığı; Osmanlı hareminin ilk yapılanışında da Bizans geleneklerinin etkili olduğu yadsınamaz.

Osmanlı sultanları eşlerinin dinine asla karışmıyor

* Gerçekten de Orhan Bey dinlerini değiştirmemiş mi evlendiği kadınların?
İki imparator kızı, bir tekfur kızıyla evlilik yapmış. Üçü de soylu... Ama bu 3’ünün de dinlerini değiştirdiğini zannetmiyorum. Zaten Müslüman adları da yok. Bir tek Holophira’ya Nilüfer denilmiş. Theodora ve Asporça aynı kalmış... Bunlardan çocukları da var. Fakat onların din değiştirdiğine dair bir bilgimiz yok.

* Peki Osman Gazi tek eşli mi?
Osman Bey’in kaç eşi vardı, bir mi, iki mi bilmiyoruz. Annesi Hayma Hatun hakkında bilgi vermeyen kaynaklarda Osman Bey’in eşlerine ilişkin bilgiler de net değil. Tarihçilerimizin Osman Bey için yazdıkları yaşam öykülerinin ortak kurgusu şudur; Oğuz soylu Osmancık’a, Hacı Bektaş Veli, külah, tac ve hırka giydirir; Selçuklu Sultanı bayrak ve tabıl gönderir; Ahî şeyhi Edebali kızının verir! Uzağı gören bilge tarihçilerimiz, büyük bir hanedanın doğuşunu ve ona ata olacak uğurlu gaziyi, dört dörtlük bir meşruiyete ve saygınlığa oturtmuşlardır.

* Yani bir tek Edebali’nin kızı Mal Hatun’u biliyoruz?
Evet. Ama onun dışında Ömer Bey’in kızını almış gibi bir durum var. Tam belli değil. Orhan Bey’in ise zaten 3 hanımı var.

* Ama onun dışında bir haremi, cariyeleri yok?
Hayır. Öyle bir bilgimiz yok.

* Peki hocam bu üç eşlilik Müslümanlığa bağlanabilir mi?
Hayır. Tamamen siyasi ilişkiler gerektirdiği için bu evlilikler yapılmış. Kantakuzen Bizans tahtını elde etmek için Orhan Gazi’den destek almaya çalışmış, buna karşılık da kızını ona vermiş. Böyle bir siyasi ilişki söz konusu. Murat Hüdavendigâr’ın da, Yıldırım Bayezit’in de hem Anadolu Türkmen beylerinden aldıkları soylu kızlar var hanımları arasında, hem Sırp prenslerinden, Bulgar krallarından aldıkları var. Bu da onlara miras yoluyla birtakım toprakları daha sınırlarına katma imkanı sağlıyor. Örneğin Yıldırım Bayezit, Germiyan Beyi Yakup Bey’in kızını alıyor. Bunun karşılığında ise ona kızın çeyizi olarak Simav, Tavşanlı ve Kütahya veriliyor. Yani bu bir nevi savaş yapmadan akrabalık ilişkileri kurarak toprakları, sınırları genişletme politikası.

* Osmanlı İmparatorluğu öncesinde, Selçuklu hükümdarları zamanında da bu var değil mi?
Tabii... Selçuklu hükümdarı Alaaddin Keykubat, Trabzon İmparatoru’nun kızını alıyor oğluna. Yani bu gelenek öteden beri gelen bir gelenek.

* Peki cariye geleneği hangi padişahla başlıyor?
Yıldırım Bayezit’in cariyeleri olduğunu biliyoruz. Demek ki en geç Yıldırım döneminde başlamış bu gelenek. Çünkü Timur’la savaşırken esir düşünce sarayı da zaptediliyor, orada ne kadar hatun, cariye varsa esir ediliyor. Oradan öğreniyoruz ki Yıldırım’ın cariyeleri varmış. Yıldırım’dan sonra, oğlu Çelebi Mehmet’in, sonra II. Murad’ın ve ondan da sonra Fatih Sultan Mehmet’in, hepsinin hem soylu kadınlardan eşleri var, hem de cariyelerden. Mesela II. Murad’ın eşlerinden birisi Mara Hatun, Sırp Kralı Brankoviç’in kızı... Ama o da onun dinine ilişmemiş. Mara Hatun ölünceye kadar Sultan Murat’tan sonra çok yaşamış, hatta üvey oğlu Fatih’ten de sonra ölmüş. Ve biliniyor ki bir Sırp milliyetçisi ve aynı zamanda tutucu bir Hristiyan. Kocası II. Murad’ın yanında da, üvey oğlu Fatih’in yanında kaldığı zamanlarda da kendi dininin icaplarını yerine getirmiş.

* Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz hocam?
Çünkü Osmanlı’da dini zorlama diye bir şey yok.

* Halka var mı?
Kimseye yok. Bir Müslüman bir Hristiyan’ı eş olarak alır, koşul şudur; karısı Müslüman olmayabilir ama ondan doğan çocuğunu Müslüman adetleri ve İslam dini ile yetiştirmek zorundadır. Anne Hristiyan, Yahudi, Ermeni olabilir, fark etmez...

Resim

* Ama bir papaz kızı olan Hürrem Sultan Müslüman oluyor...
Tabii.

* Peki hocam, Osmanlı padişahlarının Yıldırım Bayezit’ten sonra evliliğe sıcak bakmadıkları, çünkü Yıldırım Bayezit esir edilince karısına gözleri önünde tecavüz edildiği söyleniyor. Bu ne derece doğru?
Timur, Yıldırım’ı esir edince onun Bulgar kökenli nikahlı karısını içkili bir çadır eğlencesinde oynatmışlar. Timur da Yıldırım da seyretmişler. Bu da bir yakıştırma ve anlamlandırma... Yoksa bizim tarihimizde böyle bir kayıt yok.

* Bu yüzden Kanuni Sultan Süleyman’ın Hürrem Sultan’ı nikahına almasına kadar padişahların kadınlarına nikah kıymadıkları söyleniyor... Bu doğru değil mi?
Dediğim gibi bu bir yakıştırma... Kanuni’nin nikah kıydırması da Hürrem’in 4 çocuğunu doğurmasından sonra... O başka bir şey. “Beni azat et, nikahımı kıy” demiş Hürrem, Kanuni de bunu kabul etmiş. Evlilikleri 1520’den önce, nikah 1530’da... Yani 10 sene sonra.

* Yani, bu geleneği ilk Kanuni bozdu, Hürrem’e nikah kıyarak denemez?
Hayır. Birkaçı hariç, padişahlar harem kurma konusunda son derece ketum davranmışlar, dış dünyaya haremleri ile ilgili dedikodular yayılsın istememişler. O yüzden de haremle ilgili fazla bir bilgimiz yok.

* O ketum davranmayan birkaç padişah kim?
Sultan İbrahim’in var birtakım taşkınlıkları...

Sultan Abdülmecit’in 26 karısı var ama çoğu 23-24 yaşında ölüyor

* Gönül ilişkilerine en düşkün padişah hangisi?
Bu sorulara cevap vermek çok zor. Çünkü o dönemi ben yaşamadım. Bir belge de yok...

* Bildiğiniz kadarıyla... Örneğin, Sultan İbrahim’in taşkınları olmuş diyorsunuz...
Başka bir örnek vereyim size, Sultan Abdülmecit Tirimüjgan adlı hanımını, ki o Abdülhamid’in de annesi oluyor, çok severdi. Ve “Hayatımda beni en çok mutlu eden şey Tirimüjgan’la gece oturup saatlerce sohbet etmek. Onun sesine, anlatımına bayılıyorum. O beni çok mesut ediyor” dermiş. Bu bizim tarihimizin kaydına geçmiş. Bu bir incelik, sevdiği kadınla gece sakin bir odada oturup muhabbet etmek güzel bir şey değil mi? Sonra o Tirimüjgan gencecik yaşında, 23-24 yaşında ölmüş. Ama bakarsanız Abdülmecit’in 26-27 kadını vardır ve dersiniz ki ne kadar çok evlenmiş! Fakat onların ölüm tarihlerini dikkate alırsanız 7’den fazlası bir arada bulunmamış.

* Neden peki?
Saray hayatı kadınlar için, hem Topkapı’da hem Dolmabahçe’de son derece sağlıksız. Topkapı Sarayı’nın harem dairesi hiç güneş almaz. Gündüz vakti gidin, gece gibi karanlıktır. Hiç güneş görmüyor cariyeler. Yüksek harem duvarları var. Zaten pencereler de hep kapalı...

* Bütün bunlar güvenlik adına mı?
Gayet tabii. Harem dışarıya herhangi bir görüntü vermesin endişesiyle... İçerisi rutubet, karanlık, loş... Harem hayatı sağlıklı bir hayat değil. Sonra cariyelerin birisi Kafkasya’dan gelmiş, diğeri Almanya’dan... Bunların geldikleri iklim ve yaşama koşulları çok farklı. Bunu, bir de saraydaki yeme içme düzeni ve ağır disiplinle bir araya getirdiğiniz zaman kadın fiziğinin buna ne kadar dayanabileceği ortada. Ama o zamanlar bu sadece bizde değil Batı saraylarında da böyle... Uzun yaşamak diye bir şey yok. Padişahların da ömrü çok kısa. Osmanlı’da bir Kanuni 72 sene yaşamış, bir de Abdülhamid’i görüyoruz 75 yaşında. İkisi dışında 70 yaşını bulan padişah yok.

* Eceli ile ölmeyen de boğdurulmuş zaten...
O kadar boğulan yok. Mesela Kanuni’nin sekiz şehzadesi var. Bunlardan beşi Kanuni’nin sağlığında ecelleriyle ölüyor.
Tıpkı Wikileaks belgeleri gibi...

* Ama ilk oğlu Mustafa ile Bayezit boğduruluyor. Bir diğer oğlu Cihangir’in ise kederinden öldüğü söyleniyor...
Evet, kederinden ölüyor. Çok sevdiği ağabeyi Mustafa’yı babası idam ettirince, zaten çok marazlı bir şehzade, üzüntüden hastalanıp ölüyor.

* Ama onun da ortadan da kaldırılmış olabileceği ihtimalinden söz ediliyor. Nitekim siz de kitabınızda buna yer veriyorsunuz...
Bakın, aynen bugünkü Wikileaks belgeleri gibi uydurup uydurup yazmışlar. O zamanki elçiler, gelen gezginler anlatmış durmuşlar. Neticesi bu! Belge yok.

* Peki hocam ecdadımız kadınlara çok mu düşkün?
Niye olmasınlar, olmuşlardır. Adamlar padişah! Kaldı ki mutlaka padişahların soylarının yürümesi isteniyor. Onun için de ne kadar çok çocukları olursa, o kadar uzun süre hanedanın yaşayacağı kabul ediliyor. II. Mahmut’dan önceki iki padişahın, III. Selim ve IV. Mustafa’nın hanedana varis bırakmadan ölmeleri, II. Mahmut’u, şehzadelerinin de küçük yaşlarda ölmeleri nedeniyle, Abdülmecit’in doğumuna kadar Osmanlı hanedanının tek erkek bireyi olmak gibi tehlikeli bir konumda bırakmış. Bu yüzden de annesi ve saray mensupları ona bir sürü hanımlar bulmuş, onlardan da bir sürü çocuğu olmuş II. Mahmut’un... Tam 17 kızı ve 18 oğlu. Ama 16 oğlu kendi sağlığında, çoğu da çocukluk evresinde hastalıktan ölmüş. Geriye bir tek Abdülmecid ile Abdülaziz kalmış. 35 çocuktan, babalarının ölümünden sonra da hayatta kalabilen 3 çocuk var. Bir tek kızı Adile Sultan 72 yaşına kadar yaşamıştır.

Kanuni ihtiyar bir dul olarak yaşıyor

* Üstelik II. Mahmut da çok yaşamıyor değil mi? 54 yaşında ölüyor...
Evet. Yani çocuğun çok olması da bir şey ifade etmiyor. Onların hayatta kalma imkanları da önemli... Çünkü o zamanlar çocuk hastalıkları çok yaygın. Özellikle de çiçek. Dışarıdan süt anneler getiriyorlar, onlar hastalık taşıyor aynı zamanda. O zamanki hijyenik koşullar, anlayışlar da çok farklı. Bu kitapta (Bu Mülkün Kadın Sultanları) anlatılan 150-160 padişah kızı var. Bunların içinde 30’unu, 40’ını geçen 50 padişah kızı bulamazsınız..

* O zaman çok kadınla birlikte olmak aslında bir zorunluluk?
Evet. Padişah eşleri de aynı şekilde, hep gencecik ölmüş. Hürrem 54 yaşında ölmüş. En uzun yaşayan Kösem Sultan. O da 60’ında ölmüş. Yani öyle bir uzun hayat yok. Veya Abdülmecit’in annesi Bezm-i Alem Valide Sultan... Bir sürü hayırları var, hastanesi yapılmış, camisi var, çeşmeleri var, her şeyi var ama 46 yaşında ölmüş.

* Padişahlar arasında en az eşlilerden biri Kanuni değil mi?
Tabii. Kanuni’nin bilinen hasekileri Mahidevran/Gülbahar, Hürrem Sultan ve Gülfem Hatun’dur... Dahası 1558’de Hürrem öldükten sonra Kanuni’nin hareminde herhangi bir kadın adı geçmiyor. Ve galiba son 8 yılını Kanuni ihtiyar bir dul olarak yaşıyor. Zamanını daha çok dindarlıkla ve şiirle geçiriyor.

***

Kanuni içkiyi yasakladı ama oğlu II. Selim...

Tarihçi Necdet Sakaoğlu, Kanuni’nin içki içtiğine ilişkin bir belge olmadığını belirtiyor önce, ardından bir ekleme yapıyor; “Üstelik o, içkiyi yasaklayan padişahtı. Ama oğlu II. Selim tahta geçer geçmez Sadrazam Sokullu Mehmet Paşa’ya, ‘Herkes dilediği gibi yaşasın, içsin, eğlensin’ diye emir veriyor. Sebebi zevk-ü sefa merakı değil, insanları baskıdan kurtarmak...

II. Selim biliyor ki, çok baskı büyük felaketler getirir! O dönemin şeyhülislamları bile içkiye bugünküne göre çok daha hoşgörülüydüler. İçkiyle ilgili öyle divan şiirleri var ki, bugün yazmaya kimse cesaret edemez...”

Hocam dün ecdadımızın kadın düşkünü olup olmadığını konuşmuştuk. Peki ya Osmanlı padişahları içki içer miydi?

İçeni de var, içmeyeni de... Kanuni Sultan Süleyman içkiyi yasak eden padişahtı. Ama oğlu II. Selim tahta geçer geçmez içki içilsin diye izin verdi. Sokullu Mehmet Paşa’ya emir veriyor, “İlan edin” diye. “Herkes dilediği gibi yaşasın, içen içsin, oynayan oynasın, eğlensin” diyor...

Sokullu, “Aman padişahım ne yapıyorsunuz, zar zor oturtmuştuk kanunu, herkes içki yasağına uyarken böyle bir şeyi şimdi nasıl yapalım?” diye itiraz ediyor. Sokullu aynı zamanda padişahın damadı... O anda orada bulunan Feridun Bey diye hanedana mensup birisi diyor ki Sokullu’ya, “Padişaha niye itiraz ediyorsun? Padişahın dediği her şeyde hikmet vardır. Padişah yanlış bir emirde bulunmaz! İnsanlığı sürekli baskı halinde tutarsanız sonra büyük felaketler olur. Bazen insanlara gevşeklik tanımak lazımdır. Dolayısıyla padişah isabetli buyurmuştur.” Onun üzerine çarşılarda, pazarlarda, meyhanelerde yasaklar kalkıyor ve içki izni ilan ediliyor.

Kanuni’nin içki içtiğine dair bilgi yok

Peki Kanuni niye içki yasağı koyuyor?

Dönem öyle gerektiriyor... Çünkü İstanbul’da birdenbire kahvehaneler, bozahaneler açılmış Kanuni zamanında. Onların ne yapıp ettiğini kontrol etmek mümkün kolay değilmiş.

* Kanuni halka içkiyi yasaklıyor. Peki sarayda serbest mi?
Hayır. Kanuni’nin içki içtiğine dair bir şey bilmiyoruz. Ancak bu saray mutfağına girip çıkanların bir listesi olursa bilinebilir ki öyle bir kayıt yok.

* Dolayısıyla şerbet adı altında içki içildiğine dair bir bilgi de yok?

Ben hiç öyle şerbet deyip içki içildiğini duymadım, öyle bir kayıt okumadım...

Ama sizin “Bu Mülkün Sultanları” kitabınızda de yer alıyor, Kanuni bir gazelinde “Rindler bezminde saki bir aceb nam eyledüm/ Mescidin kandilini meyhaneye cam eyledüm” diyor. Dizelerden anlaşılıyor ama tam olarak ne dediğini Türkçeleştirebilir misiniz?

Önceki dizelerinden başlayayım; “Saki, yani içki dağıtan, sen bana içki vermekte çekiniyorsun, bu adama çok verdim o kadar vermeyeyim artık diyorsun ama sen beni tanımıyorsun. Ben rindler bezminde, yani ayyaşlar meclisinde namlı bir adamım. O kadar namlıyım ki, mescidin kandilini aldım meyhaneye götürdüm kadeh olarak kullandım. Sen ne diyorsun, ben meyhaneyi camiye tercih ederim. Onun için sen bana biraz daha içki ver de içeyim” diyor. Ama böyle dediği için böyle bir adam değil Kanuni...

Muhibbi (sevgi duyan, dost) mahlasıyla şiirler yazan ve mürettep divanı bulunan Kanuni’nin annesi Hafsa, hasekisi Hürrem’le mektuplaşması, isyan eden oğlu Beyazid’in af dileyici manzum mektuplarına verdiği manzum yanıtlar ilginçtir. Bu gazelinde de bunu yapıyor. Rind, meyhane, kandil, mescit bunların hepsi divan şiirinde manzumdur. Şairler bütün manzumları kullanmak isterler.

* Böyle başka bir şiiri daha var mı Kanuni’nin?

Bir şiirinde de diyor ki, onu da Hürrem’e yakıştırıyorlar, “Sûre-i Velleyl okurdum dün namâz-ı şâmda/ Zülfün andım dilberin n’ettim ne kıldım bilmedim...” Kanuni, yatsı namazında, Velleyl Suresi’ni, yani Gece Suresi’ni okurken leyl sözcüğünü telaffuz ettiğinde artık ne ettiğini ne kıldığını bilmediğini söylüyor. Leyl gece demektir. Gece siyahtır. Sevgilinin zülfü, yani saçı da siyahtır. Bu hatırlayış yüzünden her şeyi unuttum ne ettim ne kıldım bilmiyorum diyor. Şimdi bu dizeler üzerine Kanuni namaz kılarken Hürrem’i düşünmüş namazını hiç etmiş mi diyeceğiz? Bu bir şiir... Ama çok açık yüreklilikle yazılmış şiirler bunlar. Bakın Şeyhülislam Yahya Efendi diyor ki, “Mescidde riyâ-pişeler itsün ko riyâyı/ Meyhâneye gel gör ne riyâ ne mürâyı...Yani ’’Bırak mescitte kim ne dedikodu ederse etsin sen meyhaneye gel ne ikiyüzlülük var ne ikiyüzlü’’ diyor. Bunu diyen bir şeyhülislam... Şeyhülislam olduğu için divan şiiri yazması doğal. Fakat bizim bu şiire dayanarak Şeyhülislam Yahya Efendi her gün meyhaneye gidiyor dememiz çok yanlış. Adam din adamlığının yanında aynı zamanda şair. Kullanmış bütün manzumları. Gönlü istediği gibi şiirler yazmış... Bu devirde yapamazsınız. Bu da çok enteresandır.

* Şehzadeler sarayda hapsedilince...

Ama o kültürü bilmeyen böyle bir şey yazabilir mi acaba diye de insanın aklına geliyor...

Belki Kanuni içti. Ama kayıt yok. Yalnız şu var; ilk saltanat yıllarında bu tür eğlencelere falan daha meraklı olduğu biliniyor. 25 yaşında padişah olmuş. Bu şehzadelerin bir sancak beyliği dönemi var. Onlar haremlerini orada kuruyorlar, ava çıkıyorlar, arkadaş ediniyorlar, musahipleri (dünya ve ahiret yol kardeşleri) var. O musahiplerin içinde şair olanlar var, içenler var. Her türlü edebiyattan, tarihten anlayanlar var. O ortamda o şehzade geniş bir kültür imkanı elde ediyor ve toplumun bütün renklerini de tanıyor. Dolayısıyla toplumun üst düzey kültürünü en fazla alan insan olarak yetişiyor. Bu III. Mehmet’in Manisa valiliğine kadar böyle devam ediyor. Ondan sonra şehzadeleri sarayda hapsettikleri için bu iş bitmiş kapanmış.

* Zamanla da Osmanlı çökmüş...

Tabii, çökmeye doğru gidiş başlamış... Çünkü bu tür bir aydınlanma, kültür edinimi, özgürlük tanınmamış. Mesela Kanuni padişah olarak İstanbul’a geldiğinde bu donanımla geliyor. Ama sonraki padişahlar kafesten çıkarılıp tahta oturtulmuş.

KANUNİ’NİN DAMAT İBRAHİM PAŞA’YI ÖLDÜRTME NEDENİ TÜRKLÜĞE HAKARET ETMESİDİR

Hocam siz “Bu Mülkün Sultanları” kitabınızın önsözüne şöyle başlıyorsunuz; “1 Kasım 1922’de Saltanat’a, 3 Mart 1924’te Hilafet’e son veren Türkler’in, bu iki kurumu temsil eden Osmanoğulları’nın tarih sahnesine çıkışının 700. yıldönümünü anmaları bir çelişki olarak düşünülmemelidir. Çünkü Osmanlılar’ın küçük bir beylikle başlayıp büyük bir imparatorluğa kadar yükselen egemenlikleri boyunca dayandıkları ana toplum Anadolu Türkleri’ydi. Sınırları pek çok ulusu ve ülkeyi kapsasa da devlet yapısı temelde Türk töresine bağlıydı; resmi yazışma dili de Türkçe’ydi. Türkler ya da Türklük, Osmanlılığın öylesine güvencesiydi ki Rumeli’nden Avrupa içlerine doğru fetihler genişledikçe, yeni topraklara Orta ve Batı Anadolu’dan yörükler, Türkmenler göç ettirilip kök oluşturuluyordu. Osmanlı Devleti, bir cihan imparatorluğu olmakla birlikte dünya onu ‘Türk’ olarak tanıyor; hükümdarlarına da ‘Büyük Türk’, ‘Büyük Efendi’ diyordu...”

* Osmanlı İmparatorluğu içinde Türklük vurgusu bu kadar büyük müydü?
Kanuni’nin 13 yıl sadrazamlık yapan İbrahim Paşa’yı öldürtme nedeni Türklüğe hakaret etmiş olmasıdır. Tarihçi Gelibolulu Mustafa Âli (1541-1600) yazıyor.

‘Bre Türk!’ deyince boğdurulmuş

Ben Sadrazam İbrahim Paşa’nın öldürülmesinde daha çok, padişah üzerindeki nüfuzu bakımından kendisine rakip olarak gördüğü için Hürrem Sultan’ın etkisi olduğunu biliyordum...

Gelibolulu Âli’nin tarihi vardır. Künhül Ahbar diye... Bu kitapta da geçer. Kanuni ve İbrahim Paşa çocukluk arkadaşı, sık sık satranç oynuyorlar, muhabbet ediyorlar, şakalaşıyorlar, aralarında her türlü latifeler oluyor. Bazen böyle satranç falan oynarken İbrahim Paşa Kanuni’ye yaptığı bir gaftan veya yanlış bir hamleden dolayı “Bre Türk!” dermiş... Biraz küçümser gibi, “Beceremedin, yapamadın, aklın ermedi” anlamında... Bir iki sefer uyarmış Kanuni; “İbrahim benim atalarım Türkistan’dan gelme. Ben Türküm, bir daha bunu bana deme” diye... İbrahim Paşa aynı zamanda Kanuni’nin eniştesi. Bir Ramazan gecesi yine İbrahim Paşa saraya gelmiş. Beraber iftar etmişler.

* Ama Müslüman değil sonradan oluyor. Aslında Pargalı bir Rum değil mi?

Evet. Sonradan Müslüman olmuş. Gelibolulu Mustafa Âli diyor ki, “O gece de beraber iftar etmişler. Yine İbrahim Paşa, “Bre Türk!” deyince, çok içerlemiş Kanuni, ama bir şey dememiş, bir daha üstelememiş, “Bunu bana deme” diye... İbrahim Paşa kendisine ayrılan odaya girmiş yatmış. Arkasından da cellâtlar girmiş. Ertesi sabah boğulmuş cesedi Sarayburnu’nda bulunmuş.” Yani Türklüğüne laf söylediği için çok sevdiği çocukluk arkadaşını, eniştesini, çok güvendiği insanı idama göndermiş Kanuni.

Böyle başka bir örnek daha var mı?

Tabii... Abdülhamit Beylerbeyi Sarayı’nda sürgünken, pencereden bahçeyi seyrediyor. Bahçede çalışan bahçıvanların çoğu da Arnavut. Onlardan biri diğerine ,“Ulan Türk yaptığın işe bak!” deyip hakaret edince Abdülhamit bahçıvanı azarlıyor. “Ben de Türküm, dikkat et konuşmalarına” diyor. Dolayısıyla 16. yüzyıldaki bir padişah da 20. yüzyıldaki bir padişah da Türklüklerini biliyorlar. Bunu dememize bile lüzum yok, Osmanlı’nın resmi lisanı Türkçe zaten.

* Ama o zamanlar asıl kimlik Müslümanlık, Türklük değil!

Müslümanlık dini inanç, Türklük kan... Osmanlıların devlet düzeni Memalik-i Şahane-i Osmaniye... Memalik, memleketler, topraklar demek... Devlet adı Devlet-i Aliyye... Yani büyük, yüce devlet... Millet olarak adları da Millet-i İslamiye. Millet-i İslamiye denince de Türkler, Araplar, Arnavutlar, Müslüman olmuş kim varsa, çoğunluk onlardan çünkü. Azınlıklar da Rumlar, Ermeniler, Yahudiler falan... Bir de dediğim gibi Memalik-i Şahane-i Osmaniye deniyor, bu da Osmanlı memleketleri oluyor. Bütün Balkanlar, Mısır, Ortadoğu, Arabistan, Anadolu hepsi içine giriyor. Ayrıca Devlet-i Aliyye deniyor, bu da büyük, yüce devlet anlamına geliyor. Devlet, topluluk, ülke bu şekilde tarif edilmiş oluyor. Ama hepsi Türkçe konuşuyor.

* Oysa bugün sanki Türklük vurgusu Atatürk’le birlikte başladı gibi kabul görüyor...

Ulusal kimlik meselesi 18. yüzyıl sonunda Fransız İhtilali ile başlamış bir şey. Yani kendi ulusal kimliğini başka ulusal kimliklere karşı savunma, üstün görme duygusunun ortaya çıkışı... Ve bunun bir sisteme bir siyasal ideolojik yaklaşıma dönüşmesi... Ondan önce kimse böyle bir şey demiyor, böyle bir şey peşinde olan da yok. Daha çok din ve dil tanımlayıcı olan. Bizim Anadolu’nun da, sarayın dili de her zaman Türkçe, din de Müslüman. Bitti! Müslümanlık ve Türklük bütün çağlar boyunca koşut olarak ilerlemiş.

OSMANLI’DA KADINLAR DEKOLTE GİYİNİYOR, HEM DE ÇOK!

Resim

* Kanuni’nin kızı Mihrimah Sultan’a Mimar Sinan’ın aşık olduğu söylenir. Bu doğru mu?

Beni Mihrimah’ın Sinan’la, Rüstem Paşa’yla ilgisinden çok bu portresindeki duruşu, bakışı, giyimi kuşamı ilgilendiriyor. (Avea için hazırladığı ‘Osmanoğulları’nın Ünlü Kadın Sultanları’ kitabının kapağındaki resmi göstererek anlatıyor. Kitabın içinde de pek çok resim var.)

Mona Lisa gibi bir ifadesi var?

Hatta Mona Lisa’dan daha soylu bir duruş, daha hoş bir çehre... Bir hükümdar kızının olması gerektiği gibi... Başındaki hotozu, incili, mercanlı süslemeleri... Burada aynı zamanda başa verilen değeri görüyorsunuz, hep mücevherlerle zümrütlerle süslenmiş. Ama kıyafetine dikkat ederseniz, al renginde sade bir üstlük giymiş. Osmanlı’da baş çok önemli. Üstlük çok sade. Görüyorsunuz bir gerdanlığı bile yok. Eğer boynu, dekoltesi doldurulsaydı biraz daha cinsiyet, cinsellik düşünebilirdik. Ama, dikkat ederseniz her şey baş üzerinde toplanmış. Baş hem görkem olarak hem ziynet olarak vücudun en değerli kısmıdır anlamı var burada.

* Peki dekolte giymiyorlar mı padişah eşleri?

Giyiyorlar, hem de çok!

* Ama halifelik var, şeriat hükümleri var...

Öyle ama son halife II. Abdülhamit’in kızı Ayşe Sultan’ın resmine bakın, başında başörtüsü bile yok. Omuzları açıkta. Padişah kızı, halife kızı... Çoğu böyle. Osmanlı böyle!

BİTTİ

***

Vatan
18.1.2011


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
Eskiden itibaren mesajları göster:  Sırala  
Yeni başlık gönder Başlığa cevap ver  [ 8 mesaj ] 

Tüm zamanlar UTC + 2 saat


Kimler çevrimiçi

Bu forumu gezen kullanıcılar: Hiç bir kayıtlı kullanıcı yok ve 1 misafir


Bu foruma yeni başlıklar gönderemezsiniz
Bu forumdaki başlıklara cevap veremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı düzenleyemezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı silemezsiniz

Geçiş yap:  
   Powered by phpBB © 2000, 2002, 2005, 2007 phpBB Group

Türkçe çeviri: phpBB Türkiye