Sufiforum.com

2009'da başlayan SUFİFORUM'da İslam; İslam Tasavvuf Geleneği ile ilgili her türlü güncel ya da 'eskimez' konular yer almaktadır. İçerik yenilemeleri tasavvuf.name sitesinden sürdürülmektedir. ALLAH YÂR OLSUN.

Giriş |  Kayıt




Yeni başlık gönder Başlığa cevap ver  [ 20 mesaj ]  Sayfaya git 1, 2  Sonraki
Yazar Mesaj
 Mesaj Başlığı: Mektubât-ı Rabbanî'deki Mehdi A.S. ile İlgili Yerler
MesajGönderilme zamanı: 04.11.09, 15:02 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı

Kayıt: 27.12.08, 17:20
Mesajlar: 565
Mektubât-ı Rabbanî'deki Mehdi A.S. ile İlgili Yerler



( Mektubât-ı Rabbanî, Abdulkadir Akçiçek Tercemesi, Cild: 1-2 )


En son rabbani tarafından 12.11.09, 11:44 tarihinde düzenlendi, toplamda 1 kere düzenlendi.

Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: Mektubât-ı Rabbanî'deki Mehdi A.S. ile İlgili Yerler
MesajGönderilme zamanı: 04.11.09, 15:09 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı

Kayıt: 27.12.08, 17:20
Mesajlar: 565
Allah'a ne zorluğu olur;
Alemi bîr şahsa oldurur..


Mektubât-ı Rabbanî'deki Mehdi A.S. hakkındaki -bir cümle ile de olsa bahsolunan- Rabbanî Mektublar 12 adet olup burada tamamı bir arada ve tam metin olarak kaydedilmiştir

I.CİLD
32.Mektub
209.Mektub
251.Mektub
255.Mektub
260.Mektub
261.Mektub
293.Mektub

II.CİLD
380.Mektub
381.Mektub
518.Mektub
526.Mektub
534.Mektub

KAYNAK: Mektubât-ı Rabbanî, Abdulkadir Akçiçek Tercemesi


En son rabbani tarafından 12.11.09, 11:53 tarihinde düzenlendi, toplamda 2 kere düzenlendi.

Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: Mektubât-ı Rabbanî'deki Mehdi A.S. ile İlgili Yerler
MesajGönderilme zamanı: 04.11.09, 15:15 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı

Kayıt: 27.12.08, 17:20
Mesajlar: 565
Son zamanlarda Mehdi A.S. ile ilgili iddiaları olan hemen her kişli ve grubun İmam-ı Rabbani Mektubât'ından kendilerine destek derleme gayretinde oldukları müşahede edilmektedir.

Şahıs olarak Adnan Oktar ve grup olarak değişik fraksiyonları ile hemen hemen tüm Risale-i Nur talebeleri bu anlamsız ve nahoş gayretin içerisine girmişlerdir.

Mehdi A.S.'ın Nakşbendi meşrebince, Ebu Hanife ekolü içtihadları çerçevesinde ve nübüvvet yakınlığından nasibdar olarak icraat yapacağı Rabbanî Mektubât'ta açıkça kayıtlı iken bu cahilâne gayreti anlamak maaalesef mümkün olamamaktadır.


En son rabbani tarafından 12.11.09, 12:00 tarihinde düzenlendi, toplamda 1 kere düzenlendi.

Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: Mektubât-ı Rabbanî'deki Mehdi A.S. ile İlgili Yerler
MesajGönderilme zamanı: 12.11.09, 10:54 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı

Kayıt: 27.12.08, 17:20
Mesajlar: 565
RABBANÎ MEKTUB - 32

32. MEKTUP

(Mutercim: Abdulkadir Akçiçek)

MEVZUU : Ashab-ı kirama mahsus kemal derecesinin beyanına dairdir. Allah onlardan razı olsun.
İşbu kemal derecesine evliyadan pek azı nail olmuştur. Bu münasebetle daha başka şeyler de yazılmıştır.

***

NOT : İMAMI RABBANİ Hz. bu mektubu, Mirza Hüsameddin Ahmed'e yazmıştır.

***

İltifat olarak, gönderilen mektubunuz ulaştı.

Sübhan Allah'a hamd ve şükürler olsun ki; uzağa atılan unutulmaya terk edilmemiş; söz arasında olsa dahi, hatırlananlarla hatıra gelip anılmıştır.

Bu manada bir mısra:
Bırakınız bizi, tatlı hatıralarımızla teselli bulalım.

Mektubunuzda şu hususta şikâyet var: Hazret-i Şeyhimize bağlılık hali bulunmadığı, bunu vicdanen bulmanın zorluğu.. Ayrıca, bunların sebebi sorulmaktadır.
Üstün Şeyhimize, Yüce Allah'ın has rahmetini dileriz.

Ey Mahdum,

Bu misillu sözlerin yazı ile, hattâ sözle şerhedilmesi uygun değildir. Şunun için ki: insanın zihninde, ne gibi mana hâsıl edeceği bilinmez; hatta, onlardan ne anlaşılacağı da belli olmaz. Bu iş için lâzım olan, iyi zan besleyip huzurda olmaktır; yahut, ne yoldan olursa olsun sohbetin uzun sure devamıdır. Bunun dışında kalan, kopup uçan ağaç dikenleri gibidir.

Bu manada bir şiir:
Bir gece arıyorum sal, hoş mehtabı var;
Sana anlatacağım tatlı masallar var..

Ancak, suale cevap kabilinden, aşağıdaki mikdarı açıklayacağım..

Şöyle ki:
Her makamın, kendi başına, ilimleri ve elde edilecek marifetleri vardır. Hattâ, birbirinden ayrı, halleri ve vecidleri vardır.

Bir makam vardır ki, orada: Zikir ve teveccüh uygun düşer.
Bir makam vardır ki, orada: Kur'an okumak ve namaz kılmak gerekir.
Bir başka makam vardır ki: Cezbeye mahsustur.
Bir başka makam dahi: Sülûke mahsustur.
Bir başka makam dahi: Hem cezbe, hem de sülûk içindir.

Bir başka makam dahi: Cezbeden ve sülûkten yana halidir. O kadar ki, orada, cezbenin yeri olmadığı gibi, sülûkle bir ilgisi dahi yoktur. İşbu makam, cidden pek yücedir. Resulûllah S.A. efendimizin ashabı, bu makama çıkma imtiyazına nail olmuşlardır. Halk arasından seçilip bu muazzam devletle şerefyab olmuşlardır. Allah onlardan razı olsun. Bu makamın sahibi için; diğer makamların sahiplerine nazaran, tam bir imtiyaz vardır. Bu makam sahipleri arasında bulunan birbirine benzerlik; diğer makamların sahipleri arasındaki benzerliğe nazaran pek azdır. Ama, diğer makamların sahipleri, bir yönde olmasa bile, diğer bir yönde birbirlerine benzerler. Bu makama bağlılık, ashab-ı kiramdan sonra, inşaallah tam bir şekilde Mehdî Aleyhisselâm'da zuhur edecektir. Bu makamdan haber veren tabakat meşayihi azaldı.. O makamın ilimlerinden ve maarifinden kelâm şöyle dursun..

İşbu makam, şu âyet-i kerimede manasını güzel bulur:
— «Bu, Allah'ın fazlıdır; dilediğine verir. Allah, büyük fazlın sahibidir.» (62/4)

Bu babda esas anlatılacak mesele şudur:
Bu, pek değerli olan makam nisbeti, ilk adımda, sahabede zuhur edip zamanla, tam kemal mertebesine erişir. Ancak, sahabenin gayrı için bu devletle şerefyab olmak, sahabenin izince oraya varmak arzu edilirse., bu: Cezbe menzillerinin, sülûk mertebelerinin kat edilmesine bağlıdır. Ve; bu iki makama dair ilimlere de sahib olmak gerekir.

Bu mübarek makama bağlanmanın, başlangıçta zuhuru, Seyyid'ül-beşer efendimizin sohbeti bereketine mahsustu. Ona ve âline salât, tahiyyat, berekât ve teslimat.. Ama, Resulûllah S.A. efendimize tebaiyet yolu ile bağlı bulunan bazı zatların, bu bereketle şerefyab olmaları mümkündür. İşte, böyle bir zatın sohbeti; başlangıçta, bu üstün makama bağlanmış olmanın zuhuruna bir sebeptir. Yani: ilk halde ve cezbe ve sülûk menzillerini kat etmeden evvel..

Bu manada bir şiir:

Şayet bulursa kudsî ruhun feyiz yardımını;
İsa'dan başkası, dahi çıkarır aynısını..

Bu zamanda, bu üstün makama nisbet, nihayetin bidayette oluşu şeklinde tahakkuk etmektedir.
Nitekim bu mana, cezbenin sülûke takdim edilmesi sureti ile taHakkuk ediyor.

Bu hususta daha fazla yazmaya durum müsait değildir. Bu manayı anlatan bir şiir şöyledir:

Bundan ötesinin beyanı ince;
Gizlemek pek hoş, pek de güzel bence..

***

Eğer bundan sonra, bir karşılaşma durumu olursa., dinleyenlerden de, hüsn-ü zan hissedersem; zuhur meydanına bu makamdan bir nebze varidat gelir.. Haliyle, Allah-ü Taâlâ dilerse.. Başarı ihsan eden, o Yüce Sübhan Allah'tır.

Arkadaşlardan bazıları için, bir şeyler yazmışsınız. Bu Fakir, onların yanlış hareketlerini affettim. Allah-ü Taâlâ'dan dahi bağışlamasını dilerim; o, merhametlilerin en merhametlisidir.

Ancak, arkadaşlara biraz nasihat etmek gerekir ki, huzurda ve gıyabda eziyet makamında olmayalar. Yanlış tutumlarını düzelteler. Bu mana, şu âyet-i kerimede pek güzel anlatılmaktadır:

— «Kendilerini değiştirmedikçe; Allah bir kavmi değiştirmez. Allah bir kavme azab murad ederse; kendisinden başka bunu onlardan çevirecek yoktur..» (13/11)

***

Şeyh İlâhdad hakkında da yazmışsınız. Bu husus, Fakir'e hiç bir sıkıntı olamaz. Ancak, vaziyetini değiştirmek, kendisine gereklidir. Bu manada:
— «Pişmanlık tevbedir.»
Hadis-i şerifini hatırlatmak gerekir. Ayrıca, şefaat dilemek dahi, pişmanlıktan bir parçadır. Bu Fakir, her halde, affedip geçmek makamındadır. Ama, kendi namına.. Başkaları için olanı, kendisi daha iyi bilir; keza ne lâzımgeldiğini de..

Serhend'i kendi yeriniz gibi bilmelisiniz. Mahabbet alâkası ve tarikat kardeşliği bağı; öyle geçici şeyler sebebi ile kesilen cinsten değildir.

Bundan daha fazla ne yazayım?. Mahdumlara ve sair hane halkına hususi dualarımız vardır.

Bu mektubun müsveddesini yaptıktan sonra, hatıra geldi ki: Kardeşlerin yanlış hareketleri ve onların affına dair; birincisinden daha açık yazayım. Toplu yazılanda müphem durum olur; bundan ne anlaşılabilir?.

Ey Mahdum,

Bilmiş olasın ki; affetmek ancak şu zümre için talep ve tasavvur edilir:
Kötü vaziyetlerini itiraf ederler; yaptıklarına da nedamet duyarlar. Aksi halde, affın yeri yoktur.

Şöyle yazmışsınız: Hazret-i Şeyhimiz, bu makamı Şeyh îlâhdad'a, o zümrenin şehadeti ile bırakmış..

İşbu kelâm, izah ister. Nasıl?..
Şayet bu bırakmak şu manaya ise: Bu yolun ehline, gelip gidenlere hizmet, yemek içmek gibi; ihtiyaçlarını sorup gidermek gibi.. Bunda bir niza hiç kimse için yoktur. Bu iş, selâmettir.
Şayet bu işi bırakmak şu manaya ise: Taliplerden bir cemaatı manevî terbiyesine almak, şeyhlik makamına oturmak gibi.. îşte bu olmadı..

Şundan ki:
Şeyhimiz Hazretleri, son karşılaşmamızda bana şöyle sordu:
— Şeyh İlâhdad Hakkında fikrin nedir?. Namıma taliplerden bazılarına birşeyler belletip meşguliyet verse, onların hallerini bize ulaştırıp bildirse nasıl olur?. Zira, benim onlarla hazır olmama, bir meşguliyet talimine, hallerinden sorup suâl etmeye takatim yoktur. Fakir, bu hususta durakladım. Ancak, anlatılan işin iktizası orada bu kadarına cevaz verdim. Hiç şüphe yok ki: Tebliğ işinden bu kadarının yapılması, sırf elçilik babında bir şeydir. İşin özelliği de, bu iş, zarurete göre yapılmaktadır ki; zaruret ancak, kendi özelliği ile hesaplanır. Yani: Ne mikdar zaruret varsa, o mikdar bu yolda ruhsat vardır. Şu var ki, bu zaruret, Şeyhimizin hayattaki zamanına mahsustur. Onun irtihalinden sonra; taliplere meşguliyet talimi, hallerinden sual etmek, hiyanet babına girer.

***

Şunu da yazmışsınız:
— Hazret-i Şeyhimize bağlılık (nisbet) elbette bakidir. Yani: Dehirlerin ve zamanların geçip gitmesi ile artma ve eksilme olmaz.

Ey Mahdum, bilmiş olasm ki:
Bir san'atın kemale ermesi, fikirlerin ona katılması ile olur. Sibeveyh'in vaz ettiği NAHV ilmine bir bak. Sonra gelenlerin fikirleri de katılınca ona on misli değer artırmıştır. Kaldı ki, bir şeyin ayniyle baki kalması, noksanlığın kendisidir. Şu hususa dikkat edilmeli ki: Hace Nakşıbend Hz. ne olan bağlılık, (nisbet) Hace Abdülhalik Gücdüvanî zamanında olduğu gibi değildir. Sair haller dahi, buna kıyas edilebilir. Şu hususa da dikkat edilmelidir ki: Hazret-i Şeyhimiz, bu bağlılığın tekmili sadedinde, tamam olduğuna kail değildi. Şayet, onun hayatı devam etseydi bu bağlılığı, Sübhan Allah'ın dilediği kadar artırır; ileri götürürdü. Bunun için, onun ilerlemesine çalışmak uygun düşmez.

Sonra, bu Fakir bilemiyor ki: Onun bekası hangi yönden olacak?. Kaldı ki, bu bağlılıkla, senin kendi başına ayrı bir durumun var; diğerlerinin bağlılığı için oraya yol yoktur. Bu kelâm dahi, teşhis edilmiştir. Yani: Hazretin huzurunda, mükerreren söylenmiştir. Şeyh İlâhdad Miskin nereden bilecek bu bağlılığın ne olduğunu?. Onun ancak, bir parça kalb huzuru var, o kadar: bu haletin ne olduğu, diğerleri tarafından bilinen bir şeydir. Bu bağlılığı ayakta durutacak kimdir ve onun şanında mürebbi kim olacak?. Böyle birini bana anlatınız ki: Onun yardımcısı ve muavini olayım..

***

Rüyalara itibar etmek ve onlara dayanmak doğru değildir. Zira onlar, doğru olmayan hayallerden ibarettir. Şeytan, güçlü bir düşmandır. Onun güzel gösterdiği kötü şeylerden emin olmak ise.. pek zordur. Meğer ki; Allah-ü Taâlâ, o kimseyi korumuş ola..

***

Ey Mahdum, bilmiş olasın ki..

Üste alınanlardan başka: Mükteseb bağlılığın selb edilip alınması hakkında da yazmışsın.
Bu selb işi, ancak ihtiyarla olur ki bu: Huzurda anlatıldı. (Farsça nüshasında selbin ihtiyarla olmayacağı anlatılır.) Bu selb işi, şu anda aynı şekildedir. Onun zevalini tasavvur etmek hayaldir.

***

Kalbden duyulan sesin, bu haletle bir alâkası yoktur. Külden ateş kaybolduğu, soğumaya yüz tuttuğu zaman; üzerine su dökülürse, ses çıkar. Ancak, hiç bir şekilde şöyle denmez:
— Ateş, onun içinde henüz gizlidir.
***

Rüyalara, hiç bir şekilde itibar edilmez. Bu sözün manası, bugün için gizlidir; ama yarın Allah dilerse, doğruluğu belli olur.

***

Mektubunuz mübalâğalı bir şekilde yazılmış. Onun için, cevap olarak, bu cümleler geldi. Bir çağrı olmadan konuşmak kolay olmuyor.

***


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: Mektubât-ı Rabbanî'deki Mehdi A.S. ile İlgili Yerler
MesajGönderilme zamanı: 12.11.09, 11:07 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı

Kayıt: 27.12.08, 17:20
Mesajlar: 565
RABBANÎ MEKTUB - 209

209. MEKTUP

(Mutercim: Abdulkadir Akçiçek)


MEVZUU : a) EL-RİSALETÜL-MEBDEÜ VEL - MAAD (1) adlı eserde geçen bazı muğlak ibarelerin halli..
b) Mektubuna cevap olarak, başka ibareler..
c) Tarikatın zaruri işlerini beyan..

NOT : İMAMI RABBANİ Hz. bu mektubu. Mir Muhammed Nu'man Bedahşî'ye yazmıştır.

***

Alemlerin Rabbı Allah'a hamd olsun. Salât ve selâm Seyyid'ül mürselin ve onun tahir âlinin tümüne..

***

Matlub olan: Aziz Kardeş Seyyid Nu'man'ın bir gönül birliği içinde bulunmasıdır.

Bu tarafın halleri şu ana kadar, hamd edilmeye değer iyiliktedir.

***

Sen ve kardeşim Muhammed Eşref Ferah Sarayında, veda ederken; EL MEBDEÜ VEL-MAAD adlı eserde bazı ibarelerin manasını sormuştunuz. Geniş ve müsait bir zaman olmadığı için, cevap öyle kaldı.

İşte şimdi hatıra geldi ki: O ibarelerin halli için bir şeyler yazayım; ahbabın gönlüne şifa olsun..

O ibare şöyle idi:

- Resulûllah'ın S.A. bu âlemden göçü üzerinden bin küsur sene geçtikten sonra; bir zaman gelir ki: Ondaki Hakikat-ı Muhammediye kendi makamından yükselir: Kabe'nin hakikati ile müttehid olur. İşte o zaman, Hakikat-ı Muhammediye namına Hakikat-ı Ahmediye ismi hâsıl olur; Yüce Sultan Ehad Zat'ın dahi mazharı olur.

Her iki isimden, bir müsemma taHakkuk eder ki; önceki makam. Hakikat-ı Muhammediye'den yana boş kalır; taa, İsa'nın a.s. nüzulüne kadar.. Bizim peygamberimize ve ona saiât ve selâm. O dahi gelir; Şeriat-ı Muhammediye ile amel eder.. O zaman, dahi Hakikat-İseviye kendi makamından yükselir; boş kalmış olan Hakikat-ı Muhammediye'de karar kılar.

İbare o kadardı.

Şunun bilinmesi gerekir ki: Bir şahsın hakikati, onun vücubî taayyününden ibarettir; ki o şahıs, bu imkân âleminde o taayyünün gölgesi ile taayyün eder.. O taayyünü vücubî dahi. Şanı Yüce Allah'ın isimlerinden bir isimdir. Meselâ: Âlim, Kadir, Mürid, Mütekelüm ve benzeri isimler..

Ve., o isim. o şahsın Rabbıdır. (Yani:Mürebbisi yetiştirip geliştireni..) Ve., vücud feyzinin, vücudu teabiinin mebdeidir.

Ve., bu ismin. Hazret-i Zata nisbetle çeşitli mertebeleri vardır.

Bu isme, onun varlığı bulunan sıfat mertebesinde:

— Zat'ın varlığından başka.. (Yani: Zaid..)

Diye itlak olunur. Ve., onun başkalığının bulunduğu şan mertebesinde dahi, mücerred itibarla Zat'tan başkalığı doğrulanır.

Sıfatla şan arasındaki fark, sülûk ve cezbe beyanında yazılan mektupta anlatılmıştır. (Bak- 287. Mektup) Şayet, bu manada bir gizlilik ve şüphe varsa, oraya bakılsın.

Hiç şüphe yok ki, bu şanın hususlü, mücerred itibar olsa dahi, iktiza, eder ki: Bu şana münasip ondan ustur başkalığı olan bir diğer mana buluna.. Bu itibari vücuduna dahi, bir mebde ola..

Bu ihtimal, o başkalık taşıyan mananın üstünde dahi geçerlidir; lâkin, beşeri güç, onu zaptetmekten acizdir.

Bu sermayesi az Fakir, başka bir mertebeye geçti. Ama, kendisinin, o mertebenin daha üstünde, istihlâk ve izmihlalden gayrı bir nasibi yoktur.

— «Her ilim sahibinin üstünde bir bilen vardır.» (12/76)

Bir şiir:

Mübarek olsun nimet erbabına erdikleri; Miskin aşıka yeter yudum yudum içtikleri..

Ehlûllah basamaklarının, bazısı bazısından daha faziletlidir. Değişik durumları ancak, bu çeşitli mertebelerin geçilişi itibarı iledir. Yani: Değişik istidad ve kabiliyetlere göre..

İsmin aslına erenler, evliyadan pek azlarıdır. Pek çoğu, o ismin gölgelerinden bir gölgeye ermişlerdir. Ama seyr ü sülûk yolu ile, imkâna bağlı mertebeleri baştan başa geçip gittikten sonra..

Tevehhüm edilir ki. bu isme vâsıl olmak, sırf cezbe yolundan olur. Ama, buna itibar edilip bir şey yerine konmaz.

Bu isimden çıkıp yükselenler, o değişik mertebeleri kat edenler mikdar olursa olsun; azdan da azdır..

***

Her neyse..

Biz, yine asıl mevzuumuza dönelim.. Deriz ki:

- Bir şahsın hakikati, vücubî taayyününe itlak olunduğu gibi, inıkânı taayyününe dahi itlak olunur.

Bu mukaddimeyi bildikten sonra deriz ki:

Allah'ın Resulü Muhammed, halk âlemi ile emir âleminden mürekkeptir. Diğer insanların da bunlardan terekküb ettiği gibi.. Allah-ü Taâlâ, ona salât ve selâm eylesin..

Ve onun halk âleminde terbiyesine gelen isim Alim isminin şanıdır. Onun emir alemindeki terbiye edem ise., o manadır ki; daha önce anlatıldığı gibi, bu itibarî şanın varlığına mebde olmuştur.

Hakikat-ı Muhammediye, Alim isminin şanından ibarettir. Hakikat-ı Ahmediye ise., anlatılan şanın mebdei olan manadan kinayedir.

Kâbe-i Sübhaniyenin hakikati ise., aynı şekilde anlatılan manadan ibarettir.

Âdem a.s. yaratılmadan önce Resulûllah S.A. efendimiz için hâsıl olan nübüvvete gelince., ki bunu, Resulûllah S.A. efendimiz şöyle anlatmıştır:

— «Âdem, toprakla su arasında iken, ben peygamberdim.»

Bu durum, emir âlemi ile alâkası bulunan Hakikat-ı Ahmediye itibarı ile olmuştur. Bu itibarla da, İsa a.s.; Allah'ın kelimesi olduğu, emir âlemi ile münasebeti fazla olduğu için, Resulûllah S.A. efendimizin kudümünü müjdelemiştir. Hem de: Ahmed ismi ile.. Allah-ü Taâlâ şöyle buyurdu; yani: İsa'dan a.s. naklen:

— «Benden sonra, ismi Ahmed olan Resulü müjdeciyim.» (61/6)

Bu dünya hayatına bağlı nübüvvet ise., ancak Hakikat-ı Muhammediye itibarı iledir. Belki de, her iki hakikat itibarı iledir.. Bu mertebede onun Rabbı ise., o şan ve mebdeidir. Bu manadan ötürüdür ki: Bu mertebenin daveti, daha önceki mertebeden daha tamamdır.

Şundan ki: Önceki mertebede daveti, emir âlemine mahsustur. Terbiyesi dahi, ruhanîlere göre sınırlanmıştır. Bu mertebedeki davetine gelince., daveti hem halk, hem de emir âlemine şamildir. Terbiyesi dahi, ruhları ve cisimleri şümulüne almıştır.

Bu babda hâsıl-ı kelâm şu ki:

Resulûllah S.A efendimizin unsurlara bağlı neş'eti; bu âlemde melekiyet neş'etine üstün gelmektedir. Bu da, yaratılmışlarla daha ziyade münasebet hâsıl olması içindir. İşbu münasebet ise., faydalı olmak ve faydalanmak sebebidir. Zira onlarda, beşeriyet tarafı galiptir.

Üstte anlatılan mana icabı olarak, Sübhan Hak, Habib-i Ekrem'ine, tekidli olarak, beşeriyetini izhar eylemesini emretti.

Bu mana, şu âyet-i kerimededir:

— «De ki, ben sizin gibi ancak bir beşerim.» (41/6) Bu âyet-i kerimede:

— «Misliküm — Sizin gibi..» (41/6)

Beşeriyetin tekidi içindir.

Resulûllah S.A. efendimiz, bu unsurlara bağlı hayattan göç edince, ruhani tarafı üstün geldi: beşerî münasebeti noksanlaştı. Davet nuraniyetinde, değişik durumlar meydana çıktı. Bu manayı, ashab-ı kiramdan bazıları şöyle anlattı:

— Resulûllah S.A. efendimizin defnini bitirmeden, kalblerimizde değişik durumlar meydana geldi.

Evet..

Şühudî iman, gaybî imana tebdil oldu. Muamele,, gözle görülmekten çıkıp kulaktan duyulmaya gitti.

Resulûllah S.A. efendimizin göçünden bin sene geçtikten sonra, ki bu uzun bir süredir ve arada hayli zaman aşımı vardır; yani: Bu geçen zamanların büyük işlerin değişmesinde, başkalaşmasında tesiri vardır. Sonunda, ruhaniyet tarafı ağır basmıştır. O yolda ki: Beşeriyet tarafını tamamen kendi rengine boyamıştır. Halk âlemine, emir âleminin boyasını geçirmiştir. Böylece, Resulûllah S.A. efendimizin, halk âlemi tarafında neyi varsa, hakikatına dönmüştür. Yani: Hakikat-ı Muhammediye'ye.. Daha açık tabirle: Hakikat-ı Muham-mediye-i Ahmediye'ye yükselir ve zarurî olarak, ona iltihak eder.. Hakikat-ı Muhammediye, Hakikat-ı Ahmediye ile birleşir.

Burada Hakikat-ı Muhammediye ve Hakikat-ı Ahmediye'den muradı Resulûllah S.A. efendimizin imkân âlemine bağlı halkı ve emri taayyünüdür. İmkân âleminde gölgesi olan taayyünün vücubî olanı değil. Zira, vücubî taayyünün urucuna (yükselmesine) verilecek mana yoktur. Bu taayyüne ittihadın talluku dahi yoktur.

İsa a.s. nüzul ettiği, Hatem'ür-rüsül Resulûllah S.A. efendimizin şeriatına tabi olduğu zaman, kendi makamından yükselir; tebaiyet yollu Hakikat-ı Muhammediye'ye ulaşır. Resulûllah S.A. efendimizin dinini kuvvetlendirir.

Bu mana içindir ki, bizden evvelkilerin şeriatlerinden nakledilmektedir.

Ülül-azm peygamberlerden birine ahd zamanı uzadığı, meselâ: İrtihali üzerinden bin sene geçtiği zaman, enbiya-i kiramdan veya rüsül-ü izamdan biri gönderilir; o irtihal eden peygamberin şeriatını takviye eder ve kelimesini yüceltir.

Bunun devresi tamam olduğu zaman, ülül-azm peygamberlerden bir başkası gelir; kendi şeriatını yeniler..

Resulûllah S.A. efendimizin şeriatı, nesihten ve tebdilden mahfuz olduğuna göre, ümmetinin âlimlerine enbiya hükmü verildi. Şeriatın takviyesi işi bunlara bırakıldı. Keza dinin teyidi de..

Durum, yukarıda anlatıldığı gibi olmasına rağmen, ülül-azm resullerin biri ile, kendisine tabi olarak, şeriatını terviç ettirdi.

Anlatılan mana üzerine, Allah-ü Taâlâ. şöyle buyurdu:

— «Zikri (Kur'an'ı) biz indirdik; şüphesiz onun koruyucuları biziz.» (15/9)

Bilesin ki,

Resulûllah S.A. efendimizin ümmeti arasından çıkanlar pek kâmildirler.. Yani: Resulûllah S.A. efendimizin irtihali üzerinden bin sene geçtikten sonra, isterse az olsunlar. Onların pek kemalli olmaları şunun içindir ki: Şeriatın takviyesi, pek tamam şeklile hâsıl ola..

Aradan bin sene geçtikten sonra, Mehdî'nin gelişi de bunun içindir. Onun mübarek kudümünü. Hatem'ür-rüsül Resulûllah S.A. efendimiz müjdelemiştir. İsa a.s. dahi aradan bin sene geçtikten sonra, nüzul edecektir..

Hülâsa: Bu anlatılan tabakadan, evliya zatın kemalâtı, ashab-ı kiramın kemalâtına benzer. Allah onlardan razı olsun. Her ne kadar peygamberlerden sonra fazilet ashab-ı kiramındır ama, lâkin birinin fazilet üstünlüğü öbürünü aşamaz.. Bu dahi, benzerliğin kemal manada olması icabıdır. Bu mana icabı olarak, Resulûllah S.A. efendimiz şöyle buyurdu:

— «Ümmetim yağmur gibidir; bilinmez, evveli mi hayırlıdır; yoksa âhiri mi?.»

Bunu böyle anlatırken:

— Bilemiyorum, evveli mi hayırlıdır: yoksa âhiri mi?.

Buyurmadı.. Çünkü her iki fırkanın halini de iyi biliyordu. Yine anlatılan mana icabı olarak, şöyle buyurdu:

— «Asrın hayırlısı benim asrımdır.»

Ancak, kemal manadaki müşabehet, tereddüde yer bıraktığından, yani: Birinin, diğerine nazaran daha faziletli oluşu., bilhassa Resulûllah S.A. efendimizin gayrı için, o zaman:

— «Bilinmez..»

Tabirini kullandı..

***

Burada şöyle bir şey sorulabilir:

— Resulûllah S.A. efendimiz; sahabeden sonra, tabiinin asrının hayırlı olduğunu; tabiinin asrından sonra dahi, teba-i tabiinin asrının hayırlı olduğu hükmünü vermiştir. Anlatılan iki asrın bu tabakadan hayırlı olduğu, teyakkun etmiş bulunuyor. Durum bu olunca kemalâtta, ashab-ı kiramla benzerliği nereden çıkıyor?..

Bu soruya şu cevabı verebilirim:

— Mümkündür ki, bu iki asrın daha hayırlı oluşu, şu itibarla olur: Allah'ın velî kullarının çok zuhuru, bid'at ehlinin azlığı, fısk ve masiyet erbabının nadirattan oluşu.. Böyle bir şeyin oluşu dahi, bu tabakadan bazı evliya ferdlerinin; o iki asırdaki evliya ferdlerinden hayırlı olmasına münafi değildir. Misal olarak, Hazret-i Mehdî'yi söyleyebiliriz..

Bir şiir:

Alsaydı ruh'ül-kudsten yardımını;
İsa'nın gayrı yapardı yaptığını..

***

Durum yukarıda anlatıldığı gibi olmasına rağmen; her manada, ashab-ı kiramın asrı hayırlıdır. O kadar ki, bu manada söz etmek dahi fusulidir. (Âyet-i kerimelerle de sabit olduğuna göre): Onlar sabikundur;. sabikun ise, cennettedir., ve onlar yakınlığı bulmuşlardır. Başkalarının dağlar misali, altın infakı, bunların yarım ölçek arpa sadakasını tutmaz."

— «Allah, Rahmeti ile dilediğini has kılar.» (2/105)

***

Şunun da bilinmesi yerinde olur ki: Bundan önce yapılan beyandan, EL-MEBDEÜ VEL-MAAD adlı risaledeki ibarenin manası açığa çıktı. Bilhassa, o ibarelerin üstünde yazılan kısımlar.. Şöyle ki:

Kâbe-i Rabbaniye'nin hakikatına, Hakikat-ı Muhammediye namına secde edilmiştir. Zira Kâbe-i Rabbaniye'nin hakikati, ayniyle Hakıkat-ı Ahmediye'dir ki: Hakiki manada Hakikat-ı Muhammediye onun gölgesidir. Ona, yani: Kabe'ye secde edilmesi dahi, zarurî manada Hakikat-ı Muhammediye içindir.

Burada tekrar şöyle bir soru sorulabilir:

— Kabe, bu ümmetin evliyasını teberrüken tavaf etmeye gelir.

Durum böyle olunca, onun hakikati için, Hakikat-ı Muhammediye'den öne geçmek nasıl olUr?. Böyle bir mana nasıl caiz olur?.

Bu soruya şu cevabı verebilirim:

Hakıkat-ı Muhammediye, nüzul-ü Muhammed S.A. makamlarının nihayetidir. Yani: Tenzih evcinden ve takdis zirvesinden.. Kâbenin hakikati ise. Kabe'nin uruc makamiarının, uruc (yükseliş) nihayetidir. Hakikat-ı Muhammediye'nin ilk uruc ettiği mertebe ise.. Tenzih mertebeleridir ki, burası Kabe'nin hakikatidir. Ve., onun uruc mertebelerinin nihayetine, Sübhan Hakkın gayrı için bir itina yoktur. Resulûllah S.A efendimizin pek kâmil evliya ümmetine, onun urucundan tam nasib olduğu için; şaşılacak bir durum yoktur ki: Kâbe, bu büyüklerin bereketinden temennide bulunsun..

Bir şiir:

Yer çocuğu sema üstü taht aldı;
Zemin zaman, ondan geride kaldı..

***

Burada anlatılan manalarla, adı geçen risalede vaki olan bir ibare daha hallolmuş oldu. O ibare şöyle idi:

— Eşyanın sureti için Kabe'ye secde edildiği gibi; eşyanın hakikatten için dahi Kabe'nin hakikatına secde edilmişti..

Şöyle ki:

Daha önceki ibarelerden de bilindiği gibi, eşyanın hakikatleri, Yüce Sultan Allah'ın isimlerinden ibarettir. Bu isimler dahi, eşyanın vücudunun ve vücudları tevabiinin feyizlerinin başladığı noktadır. Kabe'nin hakikati ise., bu isimlerin fevkindedir. Durum böyle olunca, eşyanın hakikatlan için, Kabe'nin hakikatma uyulmuş olur.

Evet..

Üstte anlatılan manalardan bakılınca, pek kâmil velîlerin seyri, Kabe'nin hakikatından üstte vaki olursa., bundan sonra da, yükseliş sırasında elde ettikleri tabii yerlerinin benzeri hakikatlerin mertebelerine; yukarıdaki nurları da alarak indikleri zaman. Kabe'nin onlardan bereket isteği vuku bulur. Ki bu mana, daha önce de anlatıldı..

***

Ayrıca EL-MEBDEÜ VEL-MAAD risalesinde, bazı fıkralar yazmıştım. Bu fıkralar, ülül-azm peygamberlerin, birbirlerinden faziletli puslarının beyanı zımında idi. Onların, bazısının bazısından daha faziletli oluşunun manası idi.

Ancak, bütün bu yazılanların dayanağı; zan ifade eden keşif ve ilham idi.. Şimdi onları yazdığıma nadim oldum. Bilhassa fazilet babında yazdığım fıkralardan ve verdiğim hükümlerden.. Bütün bunlar için mağfiret dilerim.. Çünkü, bu hususta kesin delil olmadan konuşmak, caiz değildir.

Söz ve fiil olarak. Allah'ın istemediği her şeyden tevbe eder; Allah'tan bağışlanmamı dilerim.

***

Yine mektubunda yazdığına göre; diyorsun ki:

— Sana Ferah Saray'ında sordum; taliplere tarikat talimi için. Bu benim için iyi olur mu?. Yoksa olmaz mı?.

Diye.. Ben bunun cevabı olarak:

— LÂ (olmaz.)

Demişim. Bu menfi tutumun oluş şekli hatırda kalmadı. Belki de:

— O iş şartlara bağlı..

Demişimdir.

Ancak, şimdi, anlatıldığı şekilde, onu talim edebilirsiniz. Bununla beraber, çok ihtiyata riayet etmeli; gevşek davranmamalısınız.

Şu da var ki, talim işinde, istihare yolu ile, yakin hasıl olmadıkça, talim cihetine gidilmemelidir. Kardeşimiz Mevlâna Yar Muhammed'e dahi bu hususu, uzatınız Tarikat taliminde aceleci olmamayı tekiden ona bildiriniz. Çünkü, gaye dükkânı genişletmek değildir. Allah'ın rızasını düşünmek lâzımdır.

Bize düşen de ancak durumu haber vermektir.

***

Sen, müridlerinden eziyetleniyorsun; onlardan inhiraf etmeye bakıyorsun. Halbuki, eziyeti ve inhirafı kendinden bilmelisin. Çünkü sen, onlarla öyle bir halde muaşeret ediyorsun ki. sonu elbette eziyet olacaktır.

Demişlerdir ki:

— Şeyhe gerekir ki, müridlere karşı kendisini toplaya.. Onlarla ihtilat kapısını açmaya.. Hikâyeler ve kıssalar anlatmak yolu ile. onlarla bir müsahebe yoluna girmeye..

Vesselam.,

***

(1) EL MEBDEÜ VEL - MAAD: Bu eserin yazan: İMAMI RABBANİ Şeyh Ahmed b. Abdülehad Faruki Serhendi'dir. (Yâni: Bu eserin yazarı) Farsça yazmıştır. Onu Arapça'ya Şeyh Muhammmed Murad Menzilevi tercüme etmiştir. (Yâni: Bu eseri Arapça'ya tercüme eden). Matbudur. İnşaallah Türkçe tercümesi tarafımızdan yapılacaktır.


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: Mektubât-ı Rabbanî'deki Mehdi A.S. ile İlgili Yerler
MesajGönderilme zamanı: 12.11.09, 11:16 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı

Kayıt: 27.12.08, 17:20
Mesajlar: 565
234. MEKTUP

MEVZUU: a) Vâcibül-vücud'un hakikati.
b) Mümkinatın hakikatleri..
c)— «Nefsini bilen Rabbıni bilir.»
Hadis-i şerifinin ifade ettiği, mana.
d) Zatî tecellinin manası..
e)— «Allah semaların ve yerin nurudur.» (24/35)
Ayet-i kerimesinin ifade ettiği mana.. Ye., bu münasebetle bazı hususların beyanı..

NOT : İMAMI RABBANİ Hz. bu mektubu, Mahdumu Azam Şeyh Muhammed Sadık'a yazmıştır. Allah sırrının kudsiyetini artırsın.

***

Rahman Rahim Allah'ın adı ile başlarım.

Bundan sonra..

Misalden münezzeh Yüce Allah'a hamd olsun. Salât onun Hadi Peygamberine..

***

Pek Reşid Oğul bilmeli ki,

Sübhan Hakkın hakikati sırf varlıktır. Asla ona bir şey inzimam etmemiştir. Sırf varlık olan Sübhan Hakkın bu hakikati, bütün hayrın ve kemalin menşeidir; her hüsnün ve cemalin mebdeidir. Cüz'i hakiki basit olarak hiç bir şey onun terkibine girmemiştir. . Zihni ne de harici.. Hakikat ciheti ile Öyle bir şeyin tasavvuru mümtenidir. Muvataat yolu ile Yüce Zat'a haml'olunur; iştikak yolu ile değil.. Aslına bakılırsa, bu yerde, haml'edilme nisbetinin dahi mecali yoktur. Zira burada, bütün nisbetler itibardan düşmüştür.

Avam ve havasın varlığı, o yüce varlığın gölgesinde müşterektir. Bu gölge varlık o yüce Mukaddes varlığın zatına hamledilir. Sair eşvaya dahi, teşkil vollu iştikak olarak hamledilir; muvataat olarak değil..

Bu varlığın:

— Zili (Gölge)..

Olarak anlatılışından murad: O has varlık, tenezzülat mertebelerinde; bu gölge fertlerinden şerefli, kıdemli, ilk ferdde zuhurudur. Bu dahi, onun zatına iştikak yollu hamledilmiştir.

Bu manadan ötürü:

— Allah vücuddur (var veya varlıktır).. Diyebilmemiz mümkündür; ama şöyle diyemeyiz:

— Allah mevcuttur. (Yani: varlık olmuştur.) Ancak, zili (gölge) mertebesinde Allah:

— Mevcud..

Olarak tasdik edilir; Allah vücud olarak değil..

Hükema ve sofiyeden bir taife bu manadan (Zili - Gölge için):

— Vücudun aynıdır.

Demişlerse de, bu farkın hakikatma muttali olamamışlardır. Aslı gölgeden ayırd etmemişlerdir. Haml-i muvatıî ile haml-i iştikakîyi bir mertebede isbat etmişlerdir. Dolayısı ile, haml-i iştikakî için zorlama ile bir yer arama ihtiyacını duymuşlardır. Amma hakikat Sübhan Allah'ın ilhamı ile benim tahkik ettiğimdir.

Bu asalet ve zıllıyet, (yani: Gölge) sair sıfatların hakikati ve zılhyeti gibidir.

Bu sıfatları asalet mertebesine hamletmek muvataat yolu iledir; iştikak yolu ile değildir. İşbu asalet ise., icmal ve gaybm da gaybı makamıdır. Bu manadan ötürü:

— Allah-ü Taâlâ ilimdir..

Demek mümkündür; ama şöyle demek mümkün değildir:

— Allah-ü Taâlâ âlimdir..

Şundan ki: İştikak yollu hamletmek işinde, itibarî olsa dahi, muğayeret husulü gereklidir. Ama bu makamda, öyle bir şey yoktur. (Yani: Muvataat makamında.) Hem de tam manası ile.. Tağayüre gelince, ancak zıllıyet mertebesinde olur. Halbuki anlatmaya çalıştığımız makamda, zıllıyet yoktur. Çünkü bu: Taayyün mertebesinden nice merhale yüksektir. Burada şekillerin hiç biri ile, eşyaların mülâhazasına yol yoktur.

İştikakı hami dahi doğrudur; ama zıllıyet mertebesinde.. Ki bu zıllıyet, o icmalin tafsilidir. Fakat, muvataatta, böyle bir hami doğru değildir.

BU sıfatın ayniyeti, o mertebede Yüce Allah'ın vücudu ayniyeti bir fer'idir ki o: Bütün hayrın ve kemalin mebdeidir; her hüsnün ve cemalin menseldir.

Bu Fakir'in yazdığı kitap ve risalelerin hangisinde vücud ayniyeti nefvedilmiş ise., bundan, zilli vücud murad olunmalıdır. Ki bu: İştikaki hami için, sağlam yoldur. Bu zilli vücud dahi, haricî eserlerin mebdeidir. Bu vücudla muttasıf olan mahiyetler ise., mertebelerden her bir mertebede, haricî mevcudat olmak lâzım gelir. Bu manayı anla.. Çünkü: Bir çok yerlerde sana faydalı olacaktır. Hakikata bağlı sıfatlar dahi, harici mevcutlardır. Mümkinat da aynı şekilde hariçte mevcutlar sırasına dahildir.

***

Ey Oğul,

Şu derin manalı sırrı iyi dinle.. Yüce Mukaddes Hazret-i Zat mertebesinde zata bağlı kemalâtlar, Hazret-i Zat'ın aynıdır. Meselâ: İlim sıfatı, o makamda Hazret-i Zat'ın aynıdır. Kudret, irade ve diğer sıfatlar dahi aynı şekildedir.

Aynı şekilde, yine bu makamda Hazret-i Zat tamamiyle ilimdir; tamamiyie kudrettir; ama, onun bazısı ilim, kalan kısmı da kudret değildir.

Zira bu makamda, bölünme ve parçalanma muhaldir.

Ve., bu kemalât sanki, Hazret-i Zat'tan intiza yollu gelen şeylerdir. İlim makamında ona tafsil arız olmuştur; dolayısı ile arada, bir temyiz meydana gelmiştir. Durum böyle iken; Yüce Mukaddes Hazret-i Zat, icmal yollu tek varlığında sadeliği ile bakidir. Ve bu makamda, o tafsile dahil olmayan bir şey de yoktur. Ayırd edilme durumu da yoktur. Tek tek zatın aynı olan bütünüyle kemalât, ilim mertebesine girmiş; zilli bir vücud olarak, ikinci mertebede mufassal manada kemalâtı iktisab etmiştir. Ayrıca sıfat ismini de aldıktan sonra, kendisine Hazret-i Zatla kıyam hâsıl olmuştur. İşbu Hazret-i Zat, onun aslıdır.

Fusus'un sahibine göre (Yani: Muhiddin-i Arabî): Ayan-ı Sabite.. Bu mufassal kemalâttan ibarettir. Ki: İlim makamında, ilmî rücud iktisab etmişlerdir.

Fakir'e göre, mümkinatın hakikati: O ademlerdir ki (yokluklar manasına) kendisine akseden bu kemalâta rağmen, şerrin ve noksanlığın mebde'leri olmuşlardır.

***

Üstte anlatılan kelâm, tafsilat ister.. Bu da, akıl kulağı ile dinlenmelidir.

Allah-ü Taâlâ, seni irşad eylesin..

Adem (yokluk), vücudun (varlığın) mukabilidir. Her manada onu, çürütür. Bütün şerrin ve noksanlığın da menşei olmaktadır. Hatta bütün şerrin ve fesadın aynıdır. Tıpkı icmal mertebesinde vücud, hayrın ve kemalin aynı olduğu gibi..

Vücud aslın da aslı olan makamda iştikak yollu zata hamledilmediği gibi: aynı şekilde bu vücudun mukabili olan adem dahi istikak yollu ademin mahiyetine hamledilmiş değildir. Ve bu mertebede, o mahiyet için:

— Madumdur. (Yok olmuştur.)

Denemez Çünkü, sırf yokluktan ibarettir. (Yani: Ademden..)

Bu ademe bağlı mahiyete taalluk eden ilmî tafsil mertebelerinde o mahiyetin parçaları:

— Adem (yok).

Diye sıfatlanır. Bunun için, o mahiyete iştikaki hami ile:

— Adem (yok).

Demek yerinde olur.

Adem mefhuma, icmal yollu ademiyet mahiyetinden ayrılmış ve buna bir zili olmuş gibidir ki: İştikak tariki ile bütün mufassal fertlerine hamledilir.

Bunun beyanı, sonra gelecektir.

İcmal mertebesinde bu adem, her şey ve fesadın aynıdır. Allah-ü Taâlâ'nın ilminde, şer ve fesat efradından her ferd diğer bir ferdden ayrılmıştır. Nasıl ki, vücud canibinde dahi icmal mertebesinde Hazret-i Vücud her hayrın ve kemalin aynıdır ve ilmî tafsil mertebesinde dahi hayır ve kemal ferdlerinden her bir ferd, diğer bir ferdden ayrılmıştır: bu kemalât-ı vücudiye ferdlerinden her biri, ilim mertebesinde kendi mukabilinde bulunan ademe bağlı noksan ferdlerinden birine akseder; ilmî olan suretlerde, biri diğeri ile imtizaç eder..

Bu ademler, şerlerden ve noksanlardan ibarettir. Bu ademlere, o kemalât, in'ikâs etmiş olmasına rağmen o şer ve noksanlar hâsıl olmuştur. İlmi tafsil olan Hazret-i ilim mertebesinde mümkinatın mahiyeti bunlara göredir.

Bu babda asıl anlatılacak mesele şudur:

Bu ademler, o mahiyetlere bir asıl ve onların maddeleri gibidir. O kemalât ise., onda halet olan suretler gibidir.

Bu Hakir katında ayan-ı sabite ise., o ademlerden ibarettir.

Biri diğeri ile imtizaç eden kemalâta gelince.. Yüce Sultan Kadir Muhtar; levazimi ile birlikte o ademiyet mahiyetini ve üzerinde vücuda bağlı kemalât zıllyeti akseden kemalâtı ki buna ilim makamında:

— Mümkinatın mahîveti..

İsmi verilmiştir; dilediği vakitte zilli vücud boyası ile boyanmıştır. Ve onu: Harici mevcudat eylemiştir; harici eserlerin de mebdei kılmıştır.

***

Şunun bilinmesi gerekir ki., mümkinatın ayan-ı sabitesi ve onların mahiyeti olan ilmi suretlerin vücudla boyanmış olması; ilmi suretlerin ilim yatağından çıkması ve ona harici bir varlık hâsıl olması manasına değildir. Böyle bir şey, Sübhan Hak için cehaleti gerektirir ki mahaldir. Allah-ü Taâlâ böyle bir manadan çok çok yücedir. Bunun asıl manası şu manayadır: Mümkinata: ilmi vücud ötesinde, ilmi suretlere uyan biçimde haricen bir vücud peydah olmuştur.

Burada bir mobilya ustasını misal olarak alabiliriz. Bu usta, bir mobilya suretini zihninde tasavvur eder. Sonra, onu hariçte yapar. Bu yapılan surette, o mobilyanın mahiyeti mesabesinde elan zihindeki mobilyanın sureti çıkmaz.. Ancak ona, zihindeki mobilya suretine benzeven bir suret arız olur.. Anla..

Bilmiş olasın ki,

Her adem, mukabili bulunan ve kendisine in'ikâs eden vücuda bağlı kemalât gölgelerinden bir gölge ile boyandığı zaman; hariçte kendisine bir vücud ve ağırlık arız olur. Ama, sırf adem böyle değildir. O. bu gölgelerin hiç biri ile müteessir olmaz. Bir renk ve bir boya da kabul etmez. Nasıl etsin; o, bu gölgelerin mukabilinde değildir. Zira o: Yüce Mukaddes Hazret'in katıksız varlığıdır.

Marifeti tam olan bir irfan sahibi, katıksız olan Hazret-i Vücud'a telakkiden sonra, sırf adem makamına nüzul eylediği zaman, ona tevessülü dolayısı ile, bu adem için Hazret-i vücudla bir boyanma hâsıl olur. Onun için ağırlık bulur ve güzelleşir. İşte o zaman, bu arifin bütün adem mertebelerine icmal ve tafsil olarak bir güzellik ve hayırlılık gelir. Ki bu mertebeler, hakikatta onun zati mertebeleridir.

Anlatılan mertebeler için; cemal de hâsıl olur kemal de.. Zatî mertebelerin, tümüne sirayet eden bu hayriyet, anlatılan irfan sahibi gibilere mahsustur. Onun gayrine bir hayır sirayet ederse., ya zati ademlerinden tafsiliyet mertebelerinin bazısında kalır; yahut tafsiliyet mertebelerinin tümüne, değişik derecelerine göre sirayet eder. Ama, ikinci kısmın olduğu nefisdir.

Ademin icmal mertebesine gelince, ki o: Şerrin ve noksanlığın aynıdır. Orada, adı geçen irfan sahibinden başkasına hayır kokusu gelmez. Hatta güzellikten yana bir şey de gelmez. Bu tam hayırla muttasıf olan irfan sahibinin şeytanına dahi, İslâm'ın güzelliği gelir. Aynı zamanda emmare nefsi mutmainne derecesine çıkar ve Mevlâsından razı olur.

Bu mana icabı olarak. Resulûllah S.A. efendimiz şöyle buyurdu:

— «Şeytanım Müslüman oldu.»

Durum anlatıldığı gibi olunca, gazalarda, hiç bir gazi onu geçemez. Şeytan gibi, hiç bir kimse, hayra delâlet edemez.

***

Sübhanellah..

Bu Hakir'den zuhur eden marifet duyguları gayr-i ihtiyarîdir.

Büyük bir topluluk biraraya gelse., onların tasavvuruna çalışsalar; yapabilirler mi yapamazlar mı bilinmez?.

Herhalde, geleceği vaad edilen Hazret-i Mehdî'nin bu maariften bol nasibi olsa gerektir. Allah ondan razı olsun.

Bir şiir:

Padişah çalarsa kapısını kocakarının;
Olmaya gidesin yolunmasına bıyığının.

***
— «Yaratıcıların en güzeli Allah'ın şanı yücedir.» (23/14)

Âlemlerin Rabbı Allah'a hamd olsun.

Üstte anlatılan manalar açısından bakılınca: bu mümkinatın kendileri, ademlerden ibaret olmaktadır. Ama. onların üzerine vücuda bağlı kemalâlin gölgesi ve zineti aksetmiştir.

Hiç şüphe edilmeye ki: Mümkinat bütün şerrin ve fesadın yatağıdır. Her kötülüğün, noksanın, inadm da sığınağıdır. Onda bulunan hayır ve kemalât ise., sırf hayırdan ibaret olan Hazret-i Vücud'dan kendisine verilen bir emanettir. Ondan, kendisine bir feyiz olarak gelmiştir. Şu âyet-i kerime, bu mananın şahididir:

— «Sana bir iyilik isabet ederse, Allah'tandır: şayet bir kötülük isabet ederse, o da nefsindendir.» (4/79)

Anlatılın mana gereğince, bir salike: Bu emanet olma durumunu görmek istilâ ederse., ki bu, Allah'ın fazlı ile olacaktır. Bütün kemalâtı da o taraftan görürse., işte o zaman, nefsini sırf şer ve halis noksan olarak bulur. Artık, hiç bir şekilde kendi nefsine ait bir kemalât görmez. İsterse, in'ikâs yollu olsun. Bu hali ile o: Emanet elbise giymiş bir üryan gibi olur. Bu emanet olma durumu, artık onu son derecede istilâ eder; hayalinde, o elbiseyi tamamen sahibine verir; zevk yollu kendisini çıplak bulur. İsterse o emanet elbise üzerinde dursun.

Üstte anlatılan görüşün sahibi, bütün kemalâtın üstünde olan kulluk makamı ile müşerref olmuştur.

Hayrın ve şerrin, kemalin ve noksanın bir arada bulunması, işte vücudla ademin hakikat ta biraraya gelmesidir. Ama bu: Birbirini nakzeden iki şeyin biraraya gelmesi gibi muhal sayılan cinsten değildir. Çünkü sırf vücudu nakzeden, sırf ademdir. (Yani: Yokluk.) Ama bu zılliyetet mertebeleri, vücud canibinden, asıl olan zirveden tenezzülât derinliğine düştüğü gibi; aynı şekilde, adem canibinde, sırf adem olma derinliğinden terakki eder. Hatta bunların biraraya gelmesi; o zıd edelerin biraraya gelmesi gibidir ki: Birbirine karşı zıd olan suretleri kırılmıştır.

Zulmetle nuru biraraya getiren Yüce Zat, noksan sıfatlardan münezzehdir.

***

Burada şöyle bir soru sorulabilir:

— Daha önce, sırf ademin, kendi nakzedeni olan sırf vücudla boyandığı üzerine hükmetmiştir. Bu manadan da, iki zıddın biraraya gelmesi hâsıl oldu.

Bunun için şu cevabı veririm:

— Asıl muhal olan, iki nakzedici şeyin bir mahalde içtimaidir. Ama o iki nakzedici şeyden birinin diğeri ile kıyamı ve onun sıfatına bürünmesi muhal değildir. Nitekim erbab-ı akıl şöyle demişlerdir:

— Vücud madumdur; vücudun ademle ittisafı dahi muhal değildir.

Bu manaya göre, adem vücudla boyandıktan sonra mevcut olursa muhal sayılmaz..

Tekrar şöyle bir şey sorulabilir:

— Adem (yokluk) ikinci derecedeki makulattandır. Böyle bir şey ise., hariçte var olamaz. O zaman bu adem, haricî bir vücudla nasıl ittisaf edebili mi?.

Bunun için şu cevabı verebilirim:

— İkinci makulattan olan, ademin mefhumudur; onun mısdakı değildir. Bu durumda, adem ferdlerinden bir ferdin vücudla ittisafında ne gibi bir fesad olabilir. Nitekim erbab-ı makul, vücud Hakkında istiskal yollu şöyle demişlerdir:

— Bu vücudun, Vacib'ül-vücud olan Yüce Zat'ın aynı olması lâzım gelmez. Zira, ikinci makulattan sayılan bu vücudun, hariçte bir varlığı yoktur. Halbuki, Vacib'ül-vücud'un zatı hariçte vardır; onların aynı da olamaz. Bundan başka cevab olarak şöyle dediler:

— İkinci makulatta olan vücudun mefhumudur; cüz'iyatı değil.. Ama, onun cüz'iyatından birinin hariçte bir vücud almasında çürütücü bir durum voktur. Hatta onun hariçte var olması da mümkündür.

Tekrar şöyle bir şey sorulabilir:

— Daha önceki tahkikten de bilindi ki; hakikî sıfatların varlığı ancak gölgeler mertebesindedir. Amma, asıl olan mertebede onların vücudu yoktur. Ancak, bu kelâm, ehl-i hak zatların görüşüne aykırıdır. Allah onların çalışmalarını şükrana lâyık eylesin. Çünkü onlar sıfatların zattan ayrılmasına cevaz vermemişlerdir. Hatta ondan ayrılmasını muhal görürler.

Bunun için de şöyle cevab veririm:

— Anlatılan beyandan, infikâkin cevazı lâzım gelmez. Zira gölge, aslın ayrılmaz parçasıdır; infikâk olamaz.

Bu babda asıl söylenecek söz şudur:

— O irfan sahibi ki, onun teveccüh kıblesi, Yüce Mukaddes Zat'ır ehadiyetidir; onun için ve sıfatlardan yana hiç bir şey mülâhaza edilemez. Elbette o makamda, zatı bulur. Orada, kendisi için esma ve sıfattan bir şeyin mülâhazası yoktur, ama o vakitte esma ve sıfat hâsıl olmaz manasına değildir. Zira, Hazret-i Zat'tan sıfatın infikâki, sabit olsa dahi, bu irfan sahibinin mülâhazası itibarı iledir; işin aslına göre değildir ki, onda ehl-i sünnetin görüşüne muhalif bir durum meydana gele..

İşte buraya kadar anlatılan manalardan:

— «Nefsini bilen Kalıbını bilir.»

Manası da, açıklanmış oldu. Şöyle ki: Bir kimse, nefsini, şer ve noksanlık yönü ile bilirse., yine bilirse ki; kendisinde bulunan hayır, kemal ve güzellik Yüce Mukaddes Vacib'ül-vücud Zat'tan gelen emanettir. İşte o zaman da, zarurî olarak Yüce Hakkı: Hayır, kemal ve güzellikle bilir.

***

Yine bu tahkikattan:

— «Allah-ü Taâla, yerin ve semaların nurudur..» (24/35)

Mealine gelen âyet-i kerimenin tevilli manası açıklanmış oldu.

Zira, tebeyyun ettiğine göre, bu mümkinat baştan sona, ademlerden ibarettir. Bunların tümü, şer ve zulmettir. Onda bulunan hayır, kemâl, güzellik ve cemal ise.. Hazret-i vücud'dan feyiz yollu gelmektedir ki o: Yüce Mukaddes Hazret-i Zat'ın aynıdır. Her hayrın ve kemalin de aynı yerin ve semaların nurudur: ki o: Hazret-i vücud olup Yüce Mukaddes Vâcib Zat'ın hakikatidir.

Yerin ve semaların nuru olması zılâl (gölgeler) tavassutu ile olduğundan, bu nur için miral getirildi. Ta ki: Onun vasıtasız olacağını sanan kimsenin tevehhürnü ortadan kalka.. Bunun için, Allah-ü Taâlâ şövle buyurdu:

— «Onun nuruna misal, içinde fener bulunan bir hücredir.» (24/35)

Bu mana, vasıtaların sübutunu ilândır. Bu âyet-i kerimenin tevil tafsili inşaallah bir başka yerde gelecektir. Zira, bunda kelâma çok yer vardır ki; bu mektup onun tafsilatını alamaz..

***

Yukarıdaki âyet-i kerimeyi anlatırken:

— Tevilli

Tabirini kullandık. Şunun için ki: Tefsirde nakil ve duymak şarttır. Her halde:

— «Bir kimse, kendi görüşüne göre, Kuran tefsir ederse., kâfir olur.»

Manasına gelen hadis-i şerifi duymuş olacaksın. Ancak, tevil böyle değildir. Kur'an'a ve hadise aykırı olmamak şartı ile mücerred ihtimal yeter..

***

Buraya kadar anlatılan manalarla takarrür etti ki: Mümkinatın kendileri ve asılları ademdir. Onların sıfatları dahi, noksanlık ve düşüklüklerdir. Ki bu durumlar, ademlerin muktazalan arasındadır ve Yüce Sultan Kadir Muhtarın yaratması ile vücud bulmuşlardır. Bunlarda bulunan kâmil sıfatlar dahi. Yüce Mukaddes Hazret-i Vücud'un kemalât gölgelerinden gelen emanetlerdir Kadir Muhtar Zat'ın icadı sonunda, in'ikâs yolu ile onlarda zuhura gelmiştir.

***

Eşyanın güzelliğini ve çirkinliğini anlamak kolaydır. (Yani: Anlatılan manalar açısından dikkatle bakılınca..) Şöyle ki:

Gözü âhirette olan ve onun için hazırlık yapana, âhiret güzeldir; isterse o, zahirde güzel görülmesin..

Her ne zaman ki, dünyaya bakılır ve onun için hazırlık yapılır; bu da kabihtir. İsterse, böyle bir şeyin kötülüğü açıkta belli olmasın. Tatlı tazeliklerle burada zahir olan şeyler, dünya muzahrefatı cinsi şeylerdir. Bu mana içindir ki, Şeriat-ı Mustafaviye, tüysüz delikanlıya ve yabancı kadına meyli, dünya muzahrafatını temenni etmeyi vasat etmiştir. Çünkü bu güzellik ve tazelik, adem muktazasından gelmektedir ki, her şerrin ve fesadın yatağıdır. Eğer bunun menşei kemalât-ı vücudiyeye bağlı cemal ve güzellik olsaydı; elbette men edilmezdi.. Ancak, aslın varlığı ile zılla teveccühün oluşu cihetinden men olunurdu ki bu: Müstehcen ve müstakbah olacağı içindir. Ve bu men ediliş istihsanî sayılır; ama üstte anlatılan men ediliş böyle değildir.

Dünyaya ait güzel mazharlarda zuhura gelen iyilik, Yüce Hakkın güzelliğinden değildir; ademin levazımı arasında olup zahirde güzel ile komşuluğu vasıtası ile iktisab etmiştir. Yoksa o, hakikatfa çirkindir; nakıstır. Şekere belenmiş zehir gibidir. Altın yaldızlı necaset gibidir.

Nikâhla alınıp güzel kadınlardan faydalanmak, güzel cariyelere sahib olmak için verilen cevaz ancak şunun içindir: Çocuk sahibi olmak, matlub olan nesli devam ettirmektir. Bu da bu âlemin nizamını sağlamak içindir.

Sofiyeden bazıları, güzel yüzlere ve tatlı nağmelere şu hayale dayanarak dalmışlardır: Bu güzellik ve cemal, Yüce Mukaddes Hazret-i Vacib'ül-vücud Zat’ın kemalâtından müsteardır; bu yerlerde zuhura gelmiştir. Bu iptilayı dahi iyi ve güzel zannederler. Hatta, böyle bir şeyi vusul yolu tasavvur ederler. Ancak, daha önce de anlatıldığı gibi, bu Fakir katında bu zannm aksi sabit olmuştur.

Asıl şaşılacak durum şu ki, onlardan bazıları:

— «Bilhassa tüysüz delikanlılardan sakının; çünkü onlarda, Allah'ın rengine benzer renk vardır.»

Cümlesini, gayelerine dayanak yapmışlardır. Onları:

— «Allah'ın rengine benzer..»

Cümlesi, yanıltmıştır. Ama, anlayamazlar ki, bu cümle onların taleplerinin tam aksinedir ve bu Derviş'in fikrini teyid eder. Çünkü onda tahzir edatı vardır ki; onlara teveccühü yasak eder..

Bu arada galat menşei de açıklanmış oldu. Şöyle ki: Onların güzelliği. Hakkın cemaline ve güzelliğine benzer; ama onun güzelliği ve cemali değildir. Bu şekilde, onlara anlatıldı ki: Yanılıp galata düşmeyeler..

Resulûllah S.A. efendimiz, bir başka hadis-i şerifinde dünya için şöyle buyurdu:

— «Dünya ve âhiret ancak iki kuma gibidir; birini razı etsen, diğeri darılır.»

Bu hadis-i şerifte dahi, mübaynet ve birbirini nakzettiğinin manası, açıkça bellidir. Yani: Dünyanın güzelliği ile âhiretin güzelliği ve cemalleri arasında..

Anlatılan manalardan mukarrer olan durum şu ki: Dünyaya ait güzellik, kendisinden hoşnut olunan bir şey değildir. Ahirete ait güzellikte ise., rıza vardır. Böyle olunca, şer: Dünyaya ait güzelliğin ayrılmaz bir parçası sayılır. Hayır ise., âhirete ait güzelliğin ayrılmaz bir parçası olur.. Artık zarurî olarak bilinir ki: Birincinin menşei ademdir: ikincisinin menşei ise., vücuddur.

Evet..

Eşyalardan bazıları vardır ki; bir yüzü âhirete, bir yüzü de dünyaya dönüktür. Bu da, bir yönü ile çirkindir; ikinci bir yönü ile de güzeldir. Bu iki şeklin arasını ayırd etmek, çirkinliğini ve güzelliğini fark etmek, şeriat ilmine bırakılmıştır. Bu manada da, Allah-ü Taâlâ, şöyle buyurmuştur:

— «Resulün size getirdiğine tutununuz; size yasak ettiği şeyden de kaçınınız.» (59/7)

Bir haberde şöyle anlatıldı:

— «Allah-ü Taâlâ, dünyayı yarattığı günden bu yana, dünyaya dargın olduğu için, hiç bakmamıştır.»

Bunun sebebi de, onun kötülüğü, şerri ve fesadıdır. Bunlar dahi, adem muktaziyatıdır. Adem dahi, bütün fesatların yuvasıdır. Dünyanın Güzelliği, cemali, halâveti ve tazeliği., tek tek yola atılmış gibidir ki: Bakılmaya değmez. Asıl bakılmaya değer olan, âhiretin güzelliğidir. Çünkü o: Sübhan Hakkın razı olduğu bir şeydir. Allah-ü Taâlâ dünya düşkünlerinin hallerinden şikâyet yollu şöyle buyurdu:

«Dünyanın arızî şeylerini istiyorsunuz; halbuki Allah, âhireti diler..» (8/67)

Allahım, dünyayı gözlerimizde küçült; âhireti de kalblerimizde büyült. Fakr hali ile iftihar dünyadan kaçman zat hürmetine.. Ona ve âline salâtların en tamamı, selâmların ekmeli..

***

Pek büyük Şeyh Muhyiddin b. Arabi Ks. mümkinatın şerrine, noksanına, çirkinliğine nazarı vaki olmadığı için; mümkinatın hakikatlerini Yüce Allah'ın ilminin suretleri yaptı. Bu manada şöyle dedi:

— Bu suretler, Hazret-i zat aynasına in'ikâs etmiştir.

Böylece, ondan başka şeyin vücuduna kail olmayıp şöyle devam etti:

— Bu in'ikâs sebebi ile o suretlere haricî bir zuhur hâsıl oldu.

Bu manada, o ilmî suretleri. Vacip Taâlâ'nın şuun ve sıfatlarından başka bir şey olarak görmemektedir. Mana böyle olunca, şüphesiz, vahdet-i vücud hükmü vermekte ve mümkinatın vücudu ile, Yüce Mukaddes Zat'ın vücudunun ayniyetine kail olmaktadır.

Bunlardan başka, şerrin ve noksanlığın nisbî olduğuna kail olmuş; mutlak şerri ve sırf noksanlığı nefyetmiştir. Yine bu mana icabı olarak, bizzat kötünün varlığına da kail olmaz. Bunun için de şöyle der:

— Küfrün ve dalâletin kötülüğü, imana ve hidayete nisbetledir; kendi zatlarına göre değildir. Patta, her ikisini de, erbabına göre hayır ve yararlı olarak görüp doğruluklarına hükmeder. Şu âyet-i kerimeyi de bu manaya şahid gösterir:

— «..Yürür hiç bir mahluk hariç olmamak üzere, hepsinin alnından tutan odur..» (11/56)

Evet..

Bir kimse, vahdet-i vücud hükmünü verdikten sonra, bu gibi cümlelerden sakınmaz.

Amma bu Fakir'e zahir olan mana şudur: Bu mümkinatın mahiyetleri: kendilerine vücudiyet in'ikâs etmiş ve onunla imtizaç bulmuş olmasına rağmen, adem (yok) sayılırlar. Bu mananın tafsilâtı daha önce de geçti..

Hakkı yerine getiren Sübhan Allah'tır; bu yola hidayet eden odur.

***

Ey Oğul,

Ehlûllah'tan hiç birine sarih olarak ne de işaretle bu ilim ve maarifi dile getirmemiştir.

İlimlerin ekmeli, maarifin ekmeli bin sene sonra, zuhur makamından doğmuştur. Böylece, Vacib Taâlâ'nın hakiket yüzünden ve mümkinatın hakikatından: nasıl uygunsa ve lâyıkı üzere nikab açılmıştır. Öyleki: Onlarda, Kur'an ve hadis manalarına aykırı bir durum yoktur. Bunlarla ehl-i hak zatların sözleri arasında hiç bir ayrılık yoktur.

Herhalde, Resulûllah S.A. efendimizin:

— «Allahım, bize eşyanın hakikatini olduğu gibi göster.»

Manasında yaptığı duâ, ümmetine talim için kendisinden sudur etmişe benziyor. (Yani: Murad ve maksud olan bunları öğrenmeye teşviktir.)

İşte o hakikatler, bu ilimlerin zımnında beyan edilmiştir. Hem de, zülle, inkasara delâlet eden kulluk makamına yakışır bir şekilde.. Kulun durumuna uygun olarak..

Kulun, kendi nefsini; Kadir Mevlâ'sının aynı görmesinde ne gibi bir hayır ve kemal vardır. Kaldı ki böyle bir görüş, edebin olmayışını gösterir.

***

Ey Oğul,

Bu vakit, öyle bir vakittir ki; geçmişte gelen ümmetlerin zulümle dolu vakti gibidir ve böylesine bir vakitte ülül'azm peygamberlerden biri gönderilirdi. Ta ki: Gelsin; şeriatı ihya edip yenilesin.

Bu ümmete gelince, ümmetlerin hayırlısıdır; peygamberlerin dahi Hatem'ür-rüsül'dür. Ona ve âline salâtlar ve selâmlar.

Bu ümmetin âlimlerine Beniisraiiin peygamberlerine verilen mertebe; verildi: peygamberlerin varlığı yerine ulemanın varlığı ile yetinildi.

Her yüz sene başında bu ümmetin uleması arasından bir muceddid gelecek ve şeriatı ihya edecektir. Bilhassa, aradan bin sene geçdikten sonra.. Zira, böyle aradan bin senenin geçtiği vakit, geçen ümmetlerde ülülazm bir peygamberin geldiği vakittir. Ama, bu aralarda hangi peygamber olsa iktifa edilirdi.

Bu içinde bulunduğumuz vakte gelince., marifette tamam bir arifin ve âlimin gelmesi gerekir ki; geçen ümmetlerde gelen ülülazm bir peygamberin makamına kaim olabilsin.

Bir şiir:

Alsaydı ruhül-kudüsten yardımını;
İsa'nın gayrı, yapardı yaptığını..

***

Ey Oğul.

Sırf varlığın mukabili, sırf yokluktur. Daha önce de anlatıldığı gibi: sırf varlık. Yüce Mukaddes Vacib"ül-vücud Zat'in hakikatidir. Huyun ve kemalin aynıdır; isterse bu ayniyet mülâhazası burada olmasın, isterse icmal yollu zılıyet şaibesi onda bulunmasın..

Sırf ademe gelince; hiç bir nisbet ve izafet ona gelmemiştir. Her şer ve noksanlığın aynıdır. İsterse bunda da ayniyete bir mecal bulunmasın. Yani: Onda bir izafet varlığının kokusu için..

Şu da malum bir şeydir ki: Bir şeyin tam manası ile hakikî zuhuru, ancak hakikî mukabilinde tasavvur edilir.

Eşya dahi, ancak, zıddı ile tebeyyün eder. Durum böyle olunca, zaruri olarak, varlığın tam manası ile zuhuru sırf adem (yokluk) aynasında hâsıl olur.

Şu dahi mukarrer bir durumdur ki: Uruc, ancak nüzul mikda-nr.ca olur. Bir kimsenin urucu. Sübhan Allah'ın inayeti ile Hazret-i Vucud'da taHakkuk ederse; zaruri olarak, onun nüzulü, mukabili olan ademe gelir. Amma, uruc vaktinde, irfan sahibinin istihlâki vardır; 0 anda da cehalet onun ayrılmaz parçasıdır. Nüzul vaktinde ise., ayık-jfc hali taHakkuk etmiştir. Bu halinde o: İlimle, marifetle muttasıf-tn- Çünkü: Makamı avıklıktır.

***

Bu ayıklık makamında o: Zati tecelli ile müşerref olmuştur. Bu zati tecelli ise., zıllıyet şaibesinden beridir. Şuun mülâhazasından zati itibarlardan da münezzehtir. Bu makamında ona malum olur ki: Ondan önce olan bütün tecelliler; esma, sıfat, şuun, itibarların gölgesinden bir gölgenin perdesinde olmuştur. Eğer irfan sahibi o tecellileri: İsimlerin, sıfatların, şuun ve itibarların bilir ve Sübhan Allah'ın Vücudî tecellileri sayarsa., o zaman, bu her şerrin ve noksanlığın yatağı olan adem, Hazret-i Vücud'un onda tam zuhuru sebebi ile güzellik kesbeder.

Ve., hiç kimsenin eremeyeceği nailiyete erer. Zatı için kabih bulunan arızi olan güzellik sebebi ile pek güzel olur. Ondaki, bizzat şerre nail olan nefs-i emmare-i insaniyesi ile., ki onda: Herkesten çok ademle münasebet vardır. Bunun için dahi, has tecellide, her şeyden üstün olur. Terakki ve ihtisasda her şeyi geçer.

Bir mısra:

İkrama en haklısı, asileridir halkın..

***

Şunun bilinmesi gerekir ki: Marifeti tanı olan irfan sahibi; uruc makamlarını ve nüzul mertebelerini tafsilatı ile alıp sırf adem makamına geldikten sonra, kendisi için Hazret-i Vücudda ayna olma durumu hâsıl olursa., bütün isimleri ve sıfatları onda zuhura gelmeye başlar. Hemen hepsi tafsilatı ile zuhur etmeye başlar. Hem de iclal makamının tazammum ettiği letaifle beraber..

Ve., böyle bir devlet, ondan başkasına müyesser olmaz.

Ve., bu ayna olma durumu, öyle güzel bir libastır ki: Tam onun boyuna göre dikilmiştir.

Bu suretlerin tafsili, her nekadar Hazret-i ilm-i ilâhî hazinesinde sabit ise de, lâkin onlar, Hazret-i ilimde ayna olmuşlardır. Bu irfan sahibinin ayna olma durumu ise., hariçteki mertebededir. Bunun için de, bu kemalâtı hariçte izhar eder..

Burada şöyle bir şey sorulursa:

— Ademin (yokluğun) ayna oluşunun manası nedir?. Zira, o hiç bir şey olmamak durumundadır. Durum böyle olunca, hangi itibarla ona:

— Vücud için ayna.

Deniyor?.

Bunun için, şu cevabı verebilirim:

— Adem, haricî itibarla katıksız olarak hiç bir şey değildir. Amma ilimde, onun için bir imtiyaz hâsıl olmuştur. Hatta ona ilmi bir varlık hâsıl olmuştur. Müntehiler katında onun zihnî bir varlığı vardır. Onun için:

Vücudun aynası..

Denmesi şu itibarladır ki; adem, mertebesinde şer ve noksan olarak sübut bulur. Kendisini nakzeden vücuddan elbette soyulmuştur. Hangi kemal ki, adem mertebesinden soyulmuş olur; o zaman Hazret-i Vücud'da sabit olur. Bu manadan ötürü, hiç şüphe edilmeye ki: Adem, vücuda bağlı kemalâtm zuhuruna sebeb oldu. Ayna olmak manası dahi ancak budur. Anla.. Sana faydalı olur. İlham eden noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah'tır.

***

Ey Oğul,

Yazılan bu maarif duyguları için, temenni ediyoruz ki; içinde şeytanî vesveselerin bulunmadığı Rahmani ilhamlar olsun. Bunun doğruluğuna delil şudur: Bu ilimleri yazmaya başladığım zaman. Allah-ü Taâlâ'nın mukaddes zatına iltica ettim. O zaman gördüm ki: Melâike-i kiram, şeytanları bu makamın çevresinden tard edip kovuyorlar. Bu mekânın çevresine girmelerine müsaade etmiyorlardı.

İşin hakikatini, en iyi bilen Sübhan Allah'tır.

Büyük nimetleri açıklamak, hamdlerin en güzeli ve büyüğü olduğundan; bu büyük nimetleri izhar etmeye cesaret ettim. Dileğim o ki: Ucüp zannından beri ola..

Bunda nasıl ucüp olsun ki, zatî olan noksanım ve kabahatim, gözönünde durmaktadır. Ama her zaman.. Bu Allah'ın bana bir yardımıdır.

Bütünüyle kemalât, Yüce Allah'ındır.

Evvel âhir Alemlerin Rabbı Allah'a hamd olsun. Daima ve her zaman, salât ve selâm onun Resulü üzerine olsun. Keza onun âl-i kiramına ve ashab-ı izamına da.. Sair hidayete tabi olanlara ve Mütabaat-ı Mustafa'yı bırakmayanlara da..

Resulûllah S.A. efendimize ve âline salât ve selâm..

***


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: Mektubât-ı Rabbanî'deki Mehdi A.S. ile İlgili Yerler
MesajGönderilme zamanı: 12.11.09, 11:22 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı

Kayıt: 27.12.08, 17:20
Mesajlar: 565
251. MEKTUP

MEVZUU : a) Hulefa-i Raşidin'in faziletleri.. Bilhassa, Hazret-i Ebu Bekir ve Hazret-i Ömer.,
b) Sair ashab-ı kirama tazim..

Ve onların kötülüğüne söz etmekten çekinmek.. Allah onlardan razı olsun.

***

NOT : İMAMI RABBANİ Hz. bu mektubu, Mevlâna Eşrefe yazmıştır.

Allah'a hamd olsun. Salât ve selâm onun Resulüne.. Sizlere duâ ettiğimi de bildirmek isterim.

Pek Reşid Hace Eşref Kardeşe malum olsun,

Burada bazı ilimleri yazmak istiyorum. Ki onlar: Hayrete değer sırlar, latif mevhibeler, şer'î maariftir.. Ama kısa anlayışa göre..

Bu yazılacakların pek çoğu, Hazret-i Ebu Bekir'in, Hazret-i Ömer'in, Hazret-i Osman Zinnureyn'in, Ebül-Hasaneyn Hazret-i Ali'nin faziletleri ve kemalâtı ile alakalı olacaktır. Allah onlardan razı olsun..

Gerekir ki, bu yazılanlar akıl kulağı ile dinlenip anlamaya gayret edile..

Bilesin ki,

Hazret-i Sıddık'ta ve Hazret-i Faruk'ta; Allah onlardan razı olsun, Kemalât-ı Muhammediye hâsıl olmasına, Velâyet-i Mustafaviye dereceleri son haddine varmasına rağmen, her ikisinde de:

a) Velayet tarafı ile Hazret-i îbrahim ile münasebet vardır.

b) Nübüvvet makamı ile bağlantılı olan davet makamı ile de, Hazret-i Musa ile münasebet vardır.

Allah onlardan razı olsun.

Hazret-i Osman Zinnureyn'in dahi, her iki taraflı (davet ve velayet) olarak Hazret-i Nuh a.s. ile münasebeti vardır.

Hazret-i Ali'nin dahi, her iki taraflı (davet ve velayet) olarak, Hazret-i İsa a.s. ile bir münasebeti vardır.

Allah ondan razı olsun..

Hazret-i İsa a.s. Ruhullah ve Kelimetüllah olduğu için, velayet tarafı, nübüvvet tarafına ağır basar.. Bu münasebetle, Hazret-i Ali'de dahi, velayet tarafı ağır basar..

Bu dört halifenin taayyün mebde'leri: İlim sıfatıdır; icmal ve tafsil olarak muhtelif cihetleri olmak üzere..

Bu ilim sıfatı:

a) icmal itibarı ile Muhammed'in rabbıdır.

b) Tafsil itibarı ile, Halil'in rabbıdır.

c) İcmal ve tafsil arası berzahiyet olma itibarı ile Nuh'un rabbıdır.

Bunlara salât ve selâm olsun. Nasıl ki:

a) Musa'nın rabbı kelâm sıfatı oldu.
b) İsa'nın rabbı kudret sıfatı oldu.
c) Âdem'in rabbı tekvin sıfatı oldu. Hepsine selâm..

***

Biz yine asıl mevzuumuz olan kelâma dönelim.. Deriz ki:

Hazret-i Sıddık ve Hazret-i Faruk (Ömer) mertebeleri muhtelit olmak üzere, Nübüvvet-i Muhammediye'nin ağırlığını almışlardır.

Hazret-i Ali, Hazret-i İsa ile münasebeti olduğundan, velayet tarafı dahi ağır bastığından Velâyet-i Muhammediye'nin ağırlığını almıştır.

Hazret-i Osman Zinnureyn, berzahiyeti itibarı ile denmiştir ki:

— Her iki tarafı da taşımaktadır.

Hazret-i Osman'a:

- Zinnureyn..

Denmesi de, bu itibarla olması mümkündür.

Allah onlardan razı olsun.

— Hazret-i Ebu Bekir ve Hazret-i Ömer nübüvvet ağırlığını almışlardır..

Dedikleri ecirden, her ikisinin de Musa ile münasebetleri daha ziyade olmaktadır. Zira, nübüvvet mertebesinden neş'et eden davet makamı, onda daha tamam ve ekmeldir. Yani: Peygamberler arasında ve Resulûllah S.A. efendimizden sonra.. Onun kitabı dahi, Kur'an'dan sonra, kitapların en faziletlisidir. Yine bu mana icabı olarak, Musa'nın a.s ümmeti, geçmiş ümmetler arasında en çok olarak cennete girecektir. İbrahim'in şeriatı ve mîlleti, bütün şeriatlerden ve betlerden daha faziletli olsa dahi durum budur. Bunun için de, resullerin en faziletlisine onun milletine tabi olma emri şu âyet kerime ile verilmiştir:

— «Sonra sana vahyettik ki, İbrahim'in milletine tam bir şekilde tabi ol..» (16/123)

Bu âyet-i kerime dahi bu manaya şahittir.

Gelmesi vaad olunan Mehdî'nin dahi rabbı ilim sıfatıdır. Hazret-i Ali gibi, İsa ile münasebeti vardır. Hazret-i İsa'nın kademi Hazret-i Ali'nin başında olup bir kademi dahi Hazret-i Mehdî'nin başındadır.

Bilesin ki,

Velâyet-i Musa, velâyet-i Muhammediye'nin sağına düşer. Velâyet-i İsaviye ise., onun soluna düşmüştür.

***

Hazret-i Ali Murtaza, velayet ağırlığını taşıdığı için; evliya silsilesinin pek çoğu ona müntesiptir.

Velayet kemalâtına has kılınan büyük velîlere: Hazret-i Ali'nin zuhur eden kemalâtı, Hazret-i Ebu Bekir'in ve Hazret-i Ömer'in kemalâtından daha ziyade ve daha çoktur. Allah onlardan razı olsun.

Eğer Hazret-i Ebu Bekir'in ve Hazret-i Ömer'in daha faziletli oldukları babında icma hükmü olmasa idi; büyük velîlerin pek çoğu, Hazret-i Ali'nin daha faziletli olduğunu keşfederlerdi.

Hazret-i Ebu Bekir'in ve Hazret-i Ömer'in kemalâtı, peygamberlerin kemalâtına benzer. Velayet erbabının idrâki, bu kemalâtın eteğine ulaşmaktan yana kusurludur. Keşif sahiplerinin keşfine gelince.. Derecelerinin yüksek oluşu ile, yolda kalmışlardır; onlara ulaşamamışlardır.

Anlatılan kemalâtın yanında, velayet kemalâtı yola atılmış gibidir. Ve., bu velayet kemalâtı, nübüvvet kemalâtına çıkmaya bir basamaktır. Takdimcilerin, esas maksatlardan nice haberleri olur?. Daha yeni başlayanlara esas matlub şuuru nasıl gelir?.

Nübüvvet asrının uzaklaşması dolayısı ile bu cümle, pek çoklarına ağır gelir ve kabulden uzak görülür., amma söylemeyip ne yapalım?.

Bir şiir:

Tuttular beni aynaya sanki kuşlarıyım;
Ezelî ustamın kavlini konuşmalıyım..

Allah'a hamd olsun; bütün bu dedikodulara karşı ben, ehli uzlet uleması ile müttefikim Allah onların çalışmalarını şükrana layık eylesin. Sözüm, onların toplu kararına uygundur. Onların istidlalle dayalı buldukları manalar, bana göre keşfe dayalıdır. İcmal yollu anlattıkları dahi tafsillidir.

Bu Fakir, Peygamberine mütabaat yolu ile. nübüvvet makamı kemalâtına ulaşmadıkça, bu kemalâttan kendisine tam bir nasip haasıl olmadı. Keşif yollu Hazret-i Ebu Bekir'in ve Hazret-i Ömer'in faziletlerine dahi muttali olamadı. Taklid dışında bir başka yol dahi bulamadı.

Bu manada bir âyet-i kerime mealidir:

«Allah'a hamd olsun ki: Bizi buna kavuşturdu. Allah bize hidayet etmeseydi; biz buna kavuşamazdık. Rabbımızın resulleri gerçeği getirdi.» (7/43)

***

Kitaplardan bir kitaba şöyle yazıldığını, bir şahıs anlattı:

— Hazret-i Ali'nin ismi, cennet kapısı üzerine yazılmış.

Bunun üzerine hatıra şu geldi:

— Acaba, bu makamda. Hazret-i Ebu Bekir'in ve Hazret-i Ömer'in hususiyetleri nedir?.

Diye.. Tam bir teveccühten sonra, şu mana zahir oldu:

Bu ümmetin cennete girmesi, ancak, bu iki büyük zatın izni ve cevazı ile olacaktır. Yani: Hazret-i Ebu Bekir'in ve Hazret-i Ömer'in..

Allah hepsinden razı olsun.

Hazret-i Ebu Bekir, cennetin kapısında duracak; insanların cennete girmelerine izin verecek. Hazret-i Ömer dahi onların elinden tutup cennete götürecek..

Şu müşahede olundu ki: Cennet tamamı ile Hazret-i Sıddık'ın nuru ile doludur.

Bu Hakir'e göre, anlatılan her iki zatın şanı, ashab arasında o hadde varmıştır ki; ayrı ve mümtaz bir derece almışlardır. Sanki bu imtiyazlı oldukları derecede, hiç kimse onlara iştirak etmemiştir.

Hazret-i Sıddık Resulûllah S.A. efendimizle aynı yerde olacaktır. Aralarındaki fark ise, ulviyet ve süfliyet durumuna göredir. Hazret-i Ömer dahi, bu devlete, Hazret-i Sıddık'ın teklifsiz misafiri olarak erecektir. (Bir başka manada uydusu)..

Resulûllah S.A. efendimizin durumuna göre, sair sahabenin orada yerleşmeleri, bir hanede veya bir beldede olacaktır.

Artık, bu ümmetin evliyasına ne olacağı bilinmelidir.

Bir mısra:

Yeter bana, uzaktan gelen bir çan sesi olsa da..

Onlar, bu iki zat Hakkında ne bulabilirler?. Kaldı ki, her ikisi de, azamette, kadrin yüce oluşunda peygamberler meyanında sayılmışlardır. Peygamberlerin faziletlerine bürünmüşlerdir. Allah onlardan razı olsun.

Resulûllah S.A. efendimiz şöyle buyurdu:

— «Eğer benden sonra peygamber gelecek olsaydı; bu Ömer olurdu..»

İmam-ı Gazali Hz. nin anlattığına göre, Abdullah b. Ömer r.a. Hazret-i Ömer'in vefat ettiği günlerde, ashab-ı kiramın huzurunda şöyle demiştir:

— İlmin onda dokuzu öldü..

Bazılarında, bu kelâmın manasını anlamamak gibi bir durum hissedince, şöyle demiştir:

— İlimden murad Allah ilmidir. Hayz ve nifas ilmi değildir.

Hazret-i Sıddık için dahi şöyle buyrulmuştur:

— «Hazret-i Ömer'in bütün iyiliği. Hazret-i Ebu Bekir'in bir tek iyiliği mesabesindedir.»

Bunu Muhbir-i Sadık Resulûllah S.A. efendimiz anlatmıştır.

Hazret-i Ömer ile Hazret-i Ebu Bekir arasındaki derece farkı; Hazret-i Ebu Bekir ile, Resulûllah S.A. efendimiz arasındaki derece farkından daha fazladır. Artık, bundan diğerlerinin, Hazret-i Sıddık'a göre, derece farklarını kıyasla.

Hazret-i Ebu Bekir ve Hazret-i Ömer, ölümden sonra dahi, Resulûllah S.A. efendimizden ayrılmayacaklardır. Haşr'olmaları dahi aynı şekilde beraber olacaktır.

Bu mana, rivayetlerde açıkça anlatılmıştır.

Daha faziletli olma durumu, ancak, bu iki zata karşı yakınlıkla ölçülüdür.

Bu sermayesi kıt Fakir, onların kemalâtından ne söyleyebilir ve onların faziletinden nekadarını anlatabilir ki?.. Zerrenin güneşten söz etmeye ne gücü vardır?. Damlanın umman denizden anlatmaya ne mecali vardır?.

***

Halkın daveti için, velayet ve davet tarafından tam haz almış olanlar, tabiinden ve teba-i tabiinden müçtehid ulema; anlatılan iki zatın yani: Hazret-i Ebu Bekir'in ve Hazret-i Ömer'in kemalâtım sahih keşif nuru, sadık feraset, birbirini pekiştiren haberlerle idrâk edememişlerdir. Ancak, onların faziletlerinden bir nebze bulmuş ve bu buldukları ile de, zarurî olarak, daha faziletli olduklarına hükmetmişlerdir. Bunun üzerine de icma kurmuşlardır. Bu icma hilâfına bir şey zuhur ettiği zaman ise., onun sağlıklı olmadığına hamletmiş, hiç bir itibar göstermemişlerdir. Nasıl böyle olmasın ki; onların daha faziletli oldukları ilk asırda sağlık kazanmıştır.

Nitekim Buharî'de îbn-i Ömer'in anlattığı şu rivayet vardır:

— Biz, Resulûllah S.A. efendimizin zamanında, başta Ebu Bekir, sonra Ömer, sonra Osman'la kendimizi bir tutamazdık. Kalan sahabe arasındaysa., bir faziletli oluş durumu yapmazdık.

Ebu Davud'dan gelen bir rivayette ise, şöyle demiştir:

— Resulûllah S.A. efendimiz hayatta iken; Resulûllah S.A. efendimizden sonra en faziletli olarak Ebu Bekir'i, ondan sonra Ömer'i, daha sonra Osman'ı söyledik.

Allah onlardan razı olsun.

Bir kimse:

— Velayet, nübüvvetten daha faziletlidir.

Derse, o sekir erbabındandır.
***

Yükseldiği makamdan, davet için, dönmeyen velîlerden hiç birinin, nübüvvet makamı kemalâtından bol nasibi yoktur.

***

Bu Fakir'in bazı risalelerinde:

— Nübüvvet velayetten daha faziletli olduğu..

Şeklinde yaptığı tahkike gözünüz ilişmiş olacak.. İsterse, bu velayet nebinin velayeti olsun; hakikat budur.. Herkim bunun aksini söylerse; daha önce de anlatıldığı gibi; bunu, nübüvvet makamına karşı olan cehaletinden söylemiştir.

Şu da malum bir durumdur ki: Sair evliya silsileleri arasında; Nakşibendiye silsilesi, Hazret-i Ebu Bekir'e intisab etmektedir. Allah ondan razı olsun. Bu mana icabı olarak, bunlarda sahv (ayıklık) hali ağır basar. Bunların daveti dahi daha tamdır. Sıddık'ın r.a kemalâtı bunlarda daha ziyade ve daha çok zahir olur. Zarurî olarak, bunların intisapları, sair intisapların üstündedir. Kendilerinden başkası onların kemalâtını nasıl idrâk etsin; onların hakikî muamelelerini nasıl hissetsinler?.

Ne var ki, ben:

— Bütün Nakşibendiye meşayihi bu muamelede müsavidir.

Demek istemiyorum. Nasıl böyle olabilir?. Eğer binde bir kişi anlatılan üstün sıfatla bulunsa, bu bir ganimet olur. Sanıyorum ki Geleceği vaad edilen Mehdî, velayetin ekmeliyetini alacaktır. Bu Tarikat-ı Aliyye üzerine gelecek ve bu Silsile-i Aliyye'yi tamam ve tekmil edecektir. Zira bütün velayet nisbetleri, bu Nisbet-i Aliyye'nin altında bulunmaktadır. Sair velayetlerin, nübüvvet makamı kemalâtından nasibi azdır. Amma, bu velayetin ondan yana bol nasibi vardır. Bunu da: daha önce anlatıldığı gibi, Hazret-i Sıddık'a bağlanması dolayısı ile alır.


Bir mısra:

İki yol arasında çok fark var ey dost!.

Ey Kardeş,

İmam-ı Ali r.a. nübüvvet ağırlığını taşıdığı için, onun terbiyesi, aktab, evtad ve ebdal makamıdır. Ki bunlar, uzlette olan veliler olup kendilerinde velayet tarafı ağır basar. Bunlar, onun imdadına ve yardımına bırakılmıştır. Kutb-u medar olan Kutb-u Aktab, onun kademi altında olup onun emrini icra eder. Onun himayesinde, önemli işlerini yerine getirir. Yapılacak idarî işleri, onun yardımı ile uhdesinden çıkarır.

Seyyidet-ü Fatıma ve iki oğlu dahi, bu makamda, Hazret-i Ali'ye yardımcı ortaktırlar. Allah onlardan razı olsun.

***

Bilesin ki,

Resulûllah S.A. efendimizin tüm ashabı büyük, azametlidirler. Uygun düşer ki: Onların hepsi, tazimle yad edile..

Hatib'in, Enes'ten r.a. yaptığı bir rivayete göre, Resulûllah S.A efendimiz şöyle buyurmuştur:

— «Allah beni seçti. Benim için de ashab seçti. Bunlardan dahi bana akraba ve ensar çıkardı. Onlarda, beni koruyan Allah korusun. Onlarda, bana eziyet edene Allah eza versin.»

Bundan başka, Taberanî, İbn-i Abbas'tan r.a. naklen, Resulûllah S.A. efendimizin şöyle buyurduğunu anlattı:

«Bir kimse ashabıma söverse Allah'ın, meleklerin ve bütün canların laneti onun üzerine olsun.»

Hazret-i Âişe'den r.a. naklen gelen bir rivayette ise, Resulûllah S.A. efendimiz şöyle buyurdu:

«Ümmetin şerlileri, ashabımım aleyhinde bir cür'ette bulunanlardır»

***

Bu arada, asnab-ı kiram arasında vuku bulan münazaa ve munaebeleri iyiye yormak lâzımdır. Onları, nefsanî arzudan ve taassuptan uzak görmek gerekir. Çünkü, bu muhalefet, içtihada binaen yapılmıştır; heva ve heves üzerine değil.. Nitekim ehl-i sünnetin toplu kararı da budur.

Ancak, şunun bilinmesi gerekir ki: Hazret-i Ali'ye muhalif olan taraf, hata üzerinde idiler. Hak, Hazret-i Ali tarafında idi.. Allah onlardan razı olsun. Lâkin, bu hata, içtihada dayalı bir hata olduğu için o hatanın sahibi, ayıplanmaz, kendisinden muaheze kalkar. Nitekim bu manada, aşağıdaki rivayetler vardır.

Mevakıf sarihi, Âmedi'den naklen şöyle anlattı:

— Cemel ve Sıffeyn vak'ası içtihad üzere yapıldı.

Şeyh Ebu Şekûr Salimi (Süllemî) Temhid'dc şöyle anlattı:

— Ehl-i sünnet vel-cemaat zahib oldular ki: Muaviye ve kendisi ile beraber olan ashabtan bir taife, hata üzere olmuşlardır. Ama, onların hataları içtihada dayalıdır.

Şeyh İbn-i Hacer dahi Savaık'ta şöyle dedi:

— Muaviye'nin Ali ile münazaası, içtihad üzere idi. Allah onlardan razı olsun.

Ve., bu kavli, Ehl-i sünnet itikadı arasında saydı.

Mevakıf Şarihinin söylediği şu cümleye gelince:

— Arkadaşlarımızın çoğu, bu münazaanın içtihad üzere olmadığına zahib oldular..

Acaba burada:

— Arkadaşlarımız..

Tabiri ile kimleri murad ediyor?. Halbuki, daha önce de anlatıldığı üzere: Ehl-i sünnet uleması onun aksine hükmetmişlerdir. Kaldı ki, büyüklerin, kitapları, onun içtihadi bir hata olduğuna dair kavillerle doludur. Nitekim, İmam-ı Gazali, Kadı Ebu Bekir ve bunlardan başkaları:

— Hazret-i Ali'nin muhaliflerini fısıkla suçlayıp dalâlette saymak.. caiz değildir..

Diye saraheten anlattılar.

Kazî Şifa kitabında, Malik'ten naklen şöyle anlattı:

— Resulûllah S.A. efendimizin ashabından birine, bir kimse atarsa.. Meselâ: Ebu Bekir, Ömer, Osman, Muaviye veya Amr b. As'a. şayet:

— Dalâlet ve küfürdedirler.

Derse katl'olunur. Bundan başka, insanların atmasına benzer bir şekilde söverse., onu şiddetli bir şekilde tenkil etmelidir.

Hazret-i ile muharebe edenler, rafızîlerden bazılarının sandığı gibi kâfir değildir. Bazılarının sandığı gibi, onlar fasik dahi değildir.

Durum yukarıda anlatıldığı gibi olunca, Mevakıf Şarihi acaba:

— Arkadaşlardan pek çoğu..

Derken, işi kime bağlamakta ve nereye çıkarmaktadır. Halbuki, Âişe-i Sıddıka, Talha ve Zübeyr, onlar arasında sahabeden idi. Daha Muaviye ortaya çıkmadan evvel, Talha ile Zübeyr on üç bin kişi ile birlikte Cemel vak'asinda öldürüldü. Durum böyle olunca, onlan dalâlet ve fasıklıkla suçlamak, hiç bir Müslüman'ın cür'et edemeyeceği bir iştir. Meğer ki: Kalbinde maraz, içinde dahi habaset buluna..

Fukahadan bazılarının, Muaviye Hakkında:

— Cevr.

Lafzını itlak etmelerine gelince., ki bunu şöyle demişlerdir.

— Muaviye cair (haksız) bir imamdı.

Bundan murad: Onun hilâfete Hakkı olmadığını anlatmaktır. Yoksa, sonu fıska ve dalâlete çıkan bir haksızlık manası çıkmaz.. Ta ki, ehl-i sünnet kavline uygun düşe..

Durum böyle olmasına rağmen, istikamet erbabı, maksud olan mananın hilafını vehmettirecek lafızları getirmekten sakınmalıdır. Hata kavli üzerine başka bir şey artırmamalıdır. O, nasıl Cair (Haksız) bir imam olur ki?. Halbuki onun adil bir imam olduğu sahihtir. Hem Allahın haklarına riayette hem de Müslümanların haklarına riayette. Nitekim Savaık'ta yazılmıştır.

Mevlâna Cami Ks. bu manada:

— Münker (Kötü) hata..

Diyerek, münker lafzını ziyadeden söylemiştir. Yani: Cumhur-u ulemanın kavline ziyadeden bir ek lafız koymuştur. Halbuki:

— Hata..

Lafzı üzerine ne ziyade edilirse., o ziyadelik hatadır. Daha sonra şöyle demiştir:

— Her ne kadar lanete müstahak ise..

Bu dahi onun için hiç münasip değildir. Bunda şüphe yeri var mı?. Tereddüd yeri var mı?.

Eğer o söz, Yezid için söylenmiş olsaydı; yeri olurdu., uyardı. bu sözünü Muaviye için söylemesi şenidir.

Nitekim sağlam dayanaklarla gelen hadis-i şeriflerde, Resulûllah S.A. efendimizin Muaviye'ye şöyle duâ ettiği anlatılmıştır:

«Allahım, ona yazı ve hesap ilmi ver; onu azaptan koru..» (Taberani)

Bir başka duasında ise, şöyle buyurmuştur:

«Allahım, onu hidayeti bulan ve hidayet eden eyle..»

Resulûllah S.A. efendimizin duası ise makbuldür.

Zahir olan şu ki: O kelâm Mevlâna Câmi'den sehv ve nisyan yollu çıkmıştır. Sonra o, bu beytlerinde kimsenin ismini tasrih etmemiş Şöyle demiştir:

— Diğer sahabi..

Bu ibare dahi şenaatten haber verir.

— «Rabbımız, eğer unuttuk veya yanıldıksa bizi sorguya çekme..» (2/286)

Sonra..

İmam-ı Şaabî'den naklen anlatılan Muaviye'nin zemmine gelince.. Ki bu rivayete göre: Onun zemminde çok mübalağa etmiş; hatta fıskın dahi üstüne çıkmıştır. Ne var ki, onun bu zemmi sübut bulmamıştır. Şöyleydi: İmam-ı Azam, onun talebeleri arasındadır. Eğer bu zem sözü doğru olsaydı; onu nakletmek Hakkı en çok ona düşerdi.

Gelelim İmam-ı Malik'in hükmüne.. Ki bu zat, teba-i tabiindendir. Muaviye ile aynı asırda yaşamıştır. Daha önce de anlatıldığı gibi, Muaviye ve Amr b. As'a kötü söz edenlerin katline hükmetmiştir. Bu durum, daha önce de anlatıldı. Eğer Muaviye sövülmeye hak kazanmış olsaydı; neden ona kötü söz edenlerin katline fetva versindi. Bu manadan anlaşılıyor ki: Muaviye'ye kötü söz edip atmayı büyük günahlar arasında saydı; katline hükmetti. Ve ona kötü söz edip atmayı, Hazret-i Ebu Bekir, Hazret-i Ömer ve Hazret-i Osman'a yapılan bu türlü hakaret gibi gördü.

Bütün bunlar anlatıyor ki: Kötü sözle Muaviye zem edilmeğe müstahak değildir.

***

Ey Kardeş,

Muaviye bu işte yalnız tek başına değildi. Ashabın yarısı tahminen bu işte onunla müşterekti. Eğer Hazret-i Ali ile muharebe edenler kâfir veya fasık olmuşlarsa, dinin yarısı gitti, demektir. Çünkü, dinin yarısı onların tebliği ile bize ulaşmıştır. Böyle bir şeye de, ancak dinin iptalini isteyen zındık yol verir.

***

Ey Kardeş,

Bu fitnenin başlaması, Hazret-i Osman'ın öldürülmesi ile olur; onun katlini yapanlardan kısas taleb edilir. Allah ondan razı olsun. Talha ve Zübeyr dahi, kıssasın tehir edilmesi sebebi ile ilk olarak Medine'den çıkarlar. Hazret-i Âişe dahi, bu işte onlara muvafakat eder. Bunun üzerinde, Cemel Harbi olur. Ki burada, on üç bin sahabe öldürülür. Bu ölenler arasında Talha ile Zübeyr dahi vardır. Her ikisi de cennetle müjdeli on kişi arasındadır. Asıl bundan sonradır ki, Muaviye Şam'dan çıkar ve onlara katılır ve böylece Sıffıyn harbi vuku bulur.

İmam-ı Gazali'nin de saraheten anlattığına göre: Bu münazaa hilâfet işi için değildi. Hazret-i Ali'nin hilâfeti başlarken, kısasın yerine getirilmesi isteniyordu.

İbn-i Hacer dahi, İmam-ı Gazali'nin bu kavlini, ehl-i sünnet itikadı arasında saydı.

Ebu Şekûr Salimi (Süllemi) dahi Hanefi ulemasının en büyüklerinden biri idi; şöyle anlattı:

— Muaviye'nin Hazret-i Ali ile münazaası, hilâfet işi için olmuştu.. Şundan ki, Resulûllah S.A. efendimiz ona şöyle buyurmuştu:

— «İnsanların meliki olursan, onlara rıfk ile muamele eyle.» (Müslim)

Resulûllah S.A. efendimizin bu emrinden, Muaviye'de hilâfet arzusu doğdu. Amma o bir içtihada dayalı hatada olup Hazret-i Ali haklı idi. Çünkü: O vakit, Hazret-i Ali'nin hilâfet vakti idi.

Yukarıda anlatılan iki görüş arasında birlik kurmak şöyle olabilir:

Mümkündür ki, bu münazaanın başlaması; önce kısasın tehir edilmesi sebebi ile ola; bundan sonra da, hilâfet arzusu doğmuştur. Bütün içtihadlar yeri gelince olur. Hatalı için, sevaptan bir derece vardır: haklı olana iki, hatta on derece vardır.

Ey Kardeş,

Bu makamda en salim yol, Resulûllah S.A. efendimizin ashabı arasında geçen meseleler üzerinde sükût etmektir. Ona salât ve selâm olsun. Keza onun âline de.. Resulûllah S.A. efendimizin şu hadis-i şerifleri bu manayadır:

«Ashabını arasında olanlar için dikkat ediniz.» (İbn-i Esir)

«Ashabım anlatıldığı zaman, kendinizi tutunuz.» (Taberanî)

«Allah Allah ashabım Hakkında., onlara garaz tutmayınız.» (Tirmizî)

Bunun daha açık manası şudur: Allah'a karşı hazer ediniz ve ondan korkunuz. Bilhassa ashabım Hakkında dikkat ediniz. Onları melâmet ve taan okunuza hedef seçmeyiniz.

Ömer b. Abdilaziz'den gelen bir rivayeti, imam-ı Şafiî şöyle anlattı:

— O bir kandı; Allah ondan elimizi temizledi. Biz de ondan dilimizi temiz tutalım.

Bu ibareden de anlaşılıyor ki: Onların hata icrasını dahi, dile getirmek yerinde olmaz. Onları hayırdan başka türlü anmamak gerekir.

Yezid'e gelince., ki o: Saadetten uzaktır: fasıklar zümresindendir. Amma ona da lanetten dili tutmak, asıl olup ehl-i sünnet katında kararlaştırılmıştır. Şundan ki: Kâfir dahi olsa, muayyen bir şahsa lanet yerinde olmaz. Meğer ki, küfür üzere öldüğü yakinen biline.. Meselâ: Cehennemlik Ebu Leheb ve karısı gibi.. Ama, bu demek değildir ki, o: Lanete müstahak olmamıştır. Bu manada şu âyet-i kerime sabittir:

— «O kimseler ki, Allah'a ve Resulüne eziyet ederler, Allah onlara dünyada ve âhirette lanet etmiştir.» (33/57)

***

Bilmiş olasın ki, '

Bu zamanda halkın pek çoğu, imamet bahsi ile meşgul olduğu, hilâfet sözünü ettikleri, ashab-ı kiram arasındaki münazaayı göz önünde tuttukları, bid'at ehlinin murtadlarını ve cahil rafızileri taklid ederek ashab-ı kiramı hiç hayırla anmadıkları, onların şahıslarına münasip olmayan nisbetler ettikleri için zaruri olarak bana malum olanlardan bir nebze yazdım. Ve., ahbaba yolladım. Şunun için ki Resulûllah S.A. efendimiz şöyle buyurdu:

— «Fitne (yahut bid'at) zahir olduğu, ashabıma sövüldüğü zattan âlim ilmini izhar eylesin.. Bir kimse bunu yapmazsa. Allah'ın meleklerin, bütün insanların laneti onun üzerine olsun. Allah-ü Taâlâ, onun ne farz, ne de nafile ibadetini kabul eder..» (İbn-i Hacer-i Mekkî)

***

Allah'a hamd ü şükürler olsun ki: Zamanın sultanı kendisini Hanefi mezhebinden saymakta ve ehl-i sünnet vel-cemaat bilmektedir. Yoksa, durum cidden Müslümanlara çok zor olacaktı. Büyük nimetin şükrünü eda etmek gerek.. Hem de en uygun şekilde..

İtikadı, ehl-i sünnet vel-cemaat görüşüne göre düzeltmelidir. Başkaca, Zeyd ü Amr'in sözlerine kulak vermemelidir.

Eğer iş yalan hurafelere göre yapılırsa., insan kendini zay etmiş olur.

Necat ümidinin hâsıl olması için, fırka-i naciyeye uymak gerek Bundan sonrası boştur.

Selâm size ve hidayete tabi olup Mütabaat-ı Mustafa'yı bırakmayanlara.. Ona ve âline salât ve selâm..


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: Mektubât-ı Rabbanî'deki Mehdi A.S. ile İlgili Yerler
MesajGönderilme zamanı: 12.11.09, 11:25 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı

Kayıt: 27.12.08, 17:20
Mesajlar: 565
255. MEKTUP

MEVZUU : a) Sünnet-i seniyenin ihyasına teşvik..
b) Hoşnut olunmayan bidatin kaldırılması..

***

NOT: ÎMAM-I RABBANİ Hz. bu mektubu, Molla Tahir Lahorî'ye yazmıştır.

***

Allah'a hamd olsun. Selâm, seçmiş olduğu kullarına..

Hafız Bahaeddin ile gönderilen mübarek mektup geldi. Çokça ferahlık getirdi.

Mahabbet ehlinin ve ihlâs sahiplerinin bütün himmetleri ile, Sünen-i Mustafaviye'nin ihyasına çalışalar.. Onun sahibine salât, selâm ve tahiyyet. Ve., bütün varlıkları ile arzuları: Hoşnud olunmayan bid'atlardan bir bid'atın kaldırılması ola..

Şundan ki: Sünnet ve bid'attan her biri, diğerinin ziddıdır. Birinin varlığı, diğerinin yokluğunu gerektirir. Birini, ihya etmek, diğerini öldürmek sayılır.. Bu manaya göre: Sünneti ihya etmek, bid'atı öldürmek sayılır. Aksi dahi böyledir.

Durum yukarıda anlatıldığı gibi olunca; bid'at için:

— Hasene..

İsmini vermek nasıl yerinde olur?. Halbuki, o sünnetin kaldırılmasını gerektiriyor. Meğer ki, bu tabirden murad: Nisbî bir hasene ola.. Zira, burada: Mutlak hasene olmasının yeri yoktur.

Zira: Sünnetlerin tümü, Yüce Hakkın razı olduğu şeylerdir; bunların zıdları ise., şeytanın razı olduğu şeylerdir.

Bu kelâm, bid'atın şuyu bulması icabı, bazılarına bugün için agır gelmekte ise de; yarın bileceklerdir: Biz mi hidayet üzereyiz? yoksa onlar mı?.

***

Şöyle anlatıldı:

— Geleceği vaad edilen Mehdî, dinin tervicini, sünnetin ihyasını murad ettiği zaman; bid'at ile ameli âdet edinen, hasene zannı ile dine karıştıran hayretle şöyle diyecektir:

— Bu kimse, dinimizi kaldırmak ve şeriatımızı izale etmek istiyor.

Bunun üzerine, Mehdî o kimsenin öldürülmesini emredip onun hasene sandığının kötü olduğunu gösterecektir.


«Bu Allah'ın fazlıdır. Onu dilediğine verir. Ve, Allah büyük fazlın sahibidir.» 62/4)

Selâm size ve yanınızda bulunanlara..

***

Fakir'e unutkanlık ağır bastı. O kadar ki, mektubunuzu kime bıraktım; şu anda bilemiyorum?. Halbuki onda sorulanların cevabını yazacaktım.

Bunun için, müsamahanız rica olunur.

***

Şeyh Meyan Ahmed Garmelî mahabbet ehli kimselerdendir. Kendisi yakınınıza geldiği için, onun Hakkında iltifat ve teveccüh gösterirseniz yerinde olur.


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: Mektubât-ı Rabbanî'deki Mehdi A.S. ile İlgili Yerler
MesajGönderilme zamanı: 12.11.09, 11:28 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı

Kayıt: 27.12.08, 17:20
Mesajlar: 565
260. MEKTUP

MEVZUU : a) Kendisine tahsis edilen tarikatın beyanı..
b) Suğra, kübra, ulya olarak anlatılan üç velayet..
c) Mutlaka nübüvvetin, velayetten daha faziletli olduğu..
d) İnsanda bulunan on letaif..
Bunun ben âlem-i emirde; beşi de âlem-i halkta olduğu. Bunlara mahsus olan ayrı ayrı kemalâtın beyanı..
e) Âlem-i 'halkm, âlem-i emirden daha faziletli olduğu.. Bu arada toprak unsuruna has kemalâtın beyanı..
f) Her makama münasip ilimlerin ve maarifin beyanı..

***

NOT : ÎMAM-I RABBANİ Hz. bu mektubu, Mahmudzade Muhammed Sadık'a yazmıştır.

Rahman Rahim Allah'ın adı ile başlarım. Âlemlerin Rabbı Allah'a hamd olsun. Salât ve selâm, Seyyid'ül-mürselin ve onun pak âlinin ve ashabının tümüne..

***

Ey Oğul, Allah seni mes'ud eylesin; bilesin ki, Âlem-i emrin beş letaifi, yani:

— Kalb, ruh, sır, hafi, ahfa..

Demek istiyorum. Bunlar, âlem-i sağirin (küçük âlemin) yani insanin cüzleridir. Bunların asılları, insasın eczası olan anasır-ı gibi, âlem-i kebirdedir. Bunların dahi, asılları âlemi kebirdedir. (Yani: Ânasır-ı erbanın.)

Anlatılan beş asüın zuhuru, arşın fevkindedir. Bunun için:

Lâmekâniye.. (Mekânı olmamak, bir yere bağlı bulunmamak.)

Vasfı verilir. Yine bu mana icabı olarak; âlem-i emir için:

- Lâmekânî..

Tabiri kullanılır. Bu asılların nihayetine ulaşmak sonunda, imkân dairesinin halkı, emri, sağiri ve kebiri tamam olur.

Ve., bu makamda, imkânın menşei olan vücudla ademin imtizacı burada son bulur.

Muhammedi meşreb reşid olan bir salik; tertibi ile âlem-i emirden bu beşi aşıp onların âlem-i kebirdeki asıllarında seyre başlarsa.. bunları dahi, üstün fıtrat, hatta Allah'ın fazlı ile tertip ve tafsil üzere tamamlar ve son noktaya gelirse., seyr-i ilellah ile şüphe edilmeyecek bir şekilde imkân dairesini tamamlamış olur. İşbu durumu ile o: Fena ismini almaya hak kazanır. Yani: Onunla vasıflanır ve evliyanın velayeti olan velayete geçer..

Şayet, hakikatta âlem-i kebirde bulunan o beş şeyin dahi aslı olarak vücubi esma ve sıfatların gölgelerinde seyir durumu olursa., ki oraya hiç adem (yokluk) şaibesi düşmemiştir; Allah'ın fazlı ile bunların tamamını seyr-i fillah yolundan aşıp nihayete erişirse., öbürü gibi: Vacib sayılan isimlerin gölgeleri dairesini tamamlamış olur. îşte o zaman, onun için, esma ve sıfatın vacibiyye olan mertebesi hâsıl olur. Velâyet-i suğranın dahi son çıkışı buraya kadardır.

Yine bu makamda, fenanın hakikati ile taHakkuk etmeye geçilir. Peygamberlerin velayeti olan velâyet-i kübraya ayak basılır. Allah-ü Taâlâ, onlara salât ve selâm eylesin..

***

Bilinmesi gereken bir başka husus vardır. Şöyle ki:

Bu zılâlî daire, yaratılmışların mebde'lerinin taayyünlerini de tezammun etmektedir. Amma, enbiya-î kiram ve melâike-i kiram hariç.. Onlara salât ve selâm olsun.

Her ismin zıllı (gölgesi) şahıslardan bir şahsın taayyün mebdei-dir. Bu arada, peygamberlerden sonra, beşerin en faziletlisi Hazret-i Ebu Bekir'in taayyün mebdei, bu dairenin en üst noktasıdır.

— Bir salik, taayyün mebdei olan ismin nihayetine geldiği zaman seyr-i ilellahı tamamlamış olur.

Şeklinde söylenen cümleden her halde murad; şanı yüce Allah'ın kulun bir gölgesi veya onun cüzlerinden bir cüz'üdür; aslı veya aynı değildir.

Bu daire-i zılâliye, isim ve sıfat mertebesinin tafsilidir. Yani-Hakikatta..

Meselâ: îlim sıfatı, hakikata bağlı bir sıfattır; bunun cüzleri de vardır. Bu cüzlerin tafsilatı ise., bu sıfatın zıllarıdır ki; icmalen onunla münasebeti vardır. Yani: O sıfatla..

Anlatılan cüzlerden her bir cüz, şahıslardan bir şahsın taayyün mebdeidir. Ama enbiya-i kiram ve melâike-i fıham hariç..

Enbiyanın ve melâikenin taayyün mebde'leri, bu zılların asıllarıdır. Yani: Bu mufassal cüzlerin külliyatı.. Meselâ: İlim, kudret, irade sıfatları ve daha başkaları gibi..

Çoğu kimseler, bir sıfatta müşterek olurlar. Ve bu sıfat, değişik itibarlara göre bir taayyün mebdei durumunu alır.

Burada şöyle bir açıklama yapabiliriz:

Resulûllah S.A. efendimizin taayün mebdei ilim şanıdır. Bu sıfat, bir başka itibarla, İbrahim peygamberin taayyün mebdeidir. Yine bu sıfat, Nuh'un a.s. taayyün mebdeidir.

Bu itibarların taayyünü, Hace Muhammed Eşrefin mektubunda yazılmıştır.

Meşayihten biri şöyle demiştir:

— Hakikat-ı Muhammediye taayyün-ü evvel olup icmal makamıdır ve buna vahdet ismi verilmiştir.

Onun bu cümleden muradı, en iyisini Allah bilir; bu Fakir'e göre gayb âleminden zahir olan zılâliyet dairesi merkezidir. O, bunu îlk taayyün zannetmiş; onun merkezini de icmal olarak hayallemiş ve vahdet ismini vermiştir. O daireyi kuşatan merkezin tafsilini dahi vahidiyet sanmıştır. Bu zılâl dairenin üstü olan esma ve sıfatlar dairesini dahi; taayyünden beri olan Münezzeh Zat tasavvur etmiştir.

Ama öyle anlatıldığı gibi değildir. Derim ki:

- Bu daire-i zılâliyenin merkezi, kendisinin de aslı olan daire-i fevkaniyenin merkezidir. Buna şu isim verilmiştir: Esma, sıfat, şuun ve itibarlar dairesi.. Hakikat-ı Muhammediye ise., esma ve şuunatın icmali olan hakikatta, bu daire-i asliyenin merkezidir. İsimlerin tafsili dahi, vahidiyet mertebesi olan bu dairededir. İsimlerin zilâline, vahdet ve ehadiyet ismi verilmesi zili ile aslın birbirine karıştırılmasındandır. Bu makama: Seyr-i fillah itlakı dahi bu kabildendir; halbuki bu makamdaki seyr, hakikatta seyr-i ilellaha dahildir.

***

Eğer bundan sonra, isimler ve sıfatlar dairesine uruc vaki olursa ki burası: Daire-i zılâlin aslıdır ve bu uruc dahi seyr-i fillah yolu ile olacaktır. İşte o zaman, velâyet-i kübra kemalâtına girilmiş olur.

İşbu velâyet-i kübra peygamberlere mahsustur. Onlara salât ve selâm. Asaleten böyle.. Tebaiyet yolu ile de, onların kereme nail olan arkadaşları bu devlete vâsıl olmuşlardır.

Bu dairenin alt yarısı, zaid sayılan esma ve sıfatı tazammun eder. Onun üst yarısı ise., zatî sayılan şuun ve itibarları şümulüne almıştır. Âlem-i emirdeki beş letaifin son yükselişi bu daireye kadardır. Yani: Esma ve şuunat dairesine kadar..

***

Bundan sonra, sırf Hakkın fazlı ile, sıfat ve şuunat makamından da terakki vaki olursa, o zaman seyir: Bu sıfatların ve şuunatın asıliarı dairesinde olur. Bu asıllar dairesini de geçip gittikten sonra, asılların dahi asılları dairesi gelir. Bu daireyi dürüp dürüp geçtikten sonra, daire-i fevkaniyeden bir kavs (yay) zuhur eder; bunu dahi öbürleri gibi kat etmek gerekir.. Daire-i fevkaniyeden, bu kavsin dışında bir şey zuhur etmediği için, bu kavsle yetiniriz. Burada, bir sır var ki, henüz ona muttali olamadım.

***

Yukarıda esma ve sıfatlar için anlatılan üç asıl, Yüce Mukaddes Hazret-i Zat'ta mücerred itibarlar olup sıfatların ve şuunatın mebde'leri olmuştur. Bu üç aslın kemalâtının husulü, nefs-i mutmainneye mahsustur. Bu makamda o nefse itminan müyesser olur.

Yine bu makamda, sine şerhi hâsıl olur.. Ve., yine burada, hakiki İslâm ile müşerref olunur. Yine bu makam o makamdır ki, mutmainne orada sine tahtına oturur; rıza makamına yükselir. Ve., bu makam, enbiyanın velayeti olan velâyet-i kübranın nihayetidir. Onlara salât ve selâm..

***

Anlatılan makamda seyrim nihayet bulduğu zaman, bana şöyle bir tevehhüm geldi: İş tamam oldu. İşte o zaman, bana şöyle bir nida geldi:

— Bütün bunlar, zahir isminin tafsilidir. Ki bu: Uçuş için lâzım olan iki kanadın biridir. Batın ismi ise., henüz önündedir. O dahi, kuds âlemine uçuş için lâzım olan ikinci kanattır. Eğer onu da tafsilatı ile tamam edersen, uçuş için, sana iki kanat hâsıl olur.

Bundan sonra, Allah'ın inayeti ile batın ismi seyri de tamam olunca, uçuş için iki kanat müyesser oldu.

— «Allah'a hamd olsun ki: Bizi, buna kavuşturdu. Allah bize hidayet etmeseydi; biz buna kavuşamazdık. Rabbımızın resulleri gerçeği getirdi.» (7/43)

***

Ey Oğul,

Batında seyirden sana ne yazabilirim ki?. Bu seyrin halin münasip olan: Saklayıp gizlemektir. Ancak, aşağıdaki mikdar ondan bir nebze açabiliriz..

Zahir isminde seyir, zımnında zat mülâhazası olmadan sıfat larda seyirdir.

Batın isminde seyir, her nekadar isimlerde seyir ise de; lâkin onun zımnında zat mülâhazası vardır. Bu isimler, Yüce Mukaddem Zat'ın yüzünü örten perdeler gibidir.

Meselâ: İlim sıfatında zat mülâhazası yoktur. Amma alim sıfatında perdelerin arkasında mülâhaza edilen zattır. Zira alim öyle bir zattır ki ilim sıfatı onun için sabit olmuştur. Bu duruma görenimde seyir, zahir isminde seyirdir. Alimde seyir ise., batın isminde seyirdir. Sair isimleri ve sıfatlan da bununla kıyas edebilirsin.

Ve., bu batın ismi ile alâkalı isimler, mele-i âlâ meleklerinin taayyün mebde'leridir. Resulûllah efendimize ve onlara salât ve tahiyyat..

Bu anlatılan isimlerde seyre başlamak, mele-i âlâ velayeti olan velâyet-i ulyaya kadem basmaktır.

Zahir ve batın isimleri anlatılırken beyan edilen ilim ile âlim arasındaki farkı: Az bir şey olarak, tahayyül etmeyesin. Sanmayasm ki: İlim ile alîm arasında az bir mesafe vardır. Öyle değil.. O kadar ki, ikisi arasındaki fark: Yer merkezinden arsın mihverine kadar olan mesafedir. Bu fark için bir nisbet yapılacak olursa, umman denizle bir damla olabilir. İşbu mana, sözde yakın gibidir; ama husulde çok uzaktır. İşte, icmale mebni anlattığımız makamlar dahi, bu kabildendir. Meselâ şöyle demiştik:

— Âlem-i emirden bu beşi geçildiği, onların asıllarında seyir başladığı zaman, imkân dairesi tamamlanmış olur.

Üstte anlatılan ibarede, seyr-i ilellahın tamamı anlatıldı. Halbuki bu seyrin husulü için, takdir ettikleri müddet : Elli bin senedir. Bu mana, bir âyet-i kerimede şöyle anlatıldı:

— «Melekler ve ruh, nıikdan elli bin sene olan bir günde oraya yükselip çıkarlar.» (70/4)

Bu âyet-i kerime, üstte anlatılan manaya işaret eder.

Ancak, bu babda son söz şu ki: Yüce Sultan Hakkın bir inayet cezbesi, bu uzun süreli işi, göz açıp kapayacak kadar az zaman içinnde kolaylaştırır.

Bir mısra:

Büyüklerle olan işte zorluk olmaz.

***

Yukarılarda geçen bir cümlede şöyle demiştik:

— Esma, sıfat, şuun ve itibarlar dairesi geçildiği ve onların asıllarında seyir vaki olduğu...

Evet.. Bütün esma ve sıfatları aşıp geçmek sözde kolaydır; lâkin bu geçişlerde müşkil vardır. Hem de ne müşkil.. Bu geçişin zorluğu için, meşayih şöyle demiştir:

— Vuslat menzilleri, sonsuzların sonuna kadar bitmez.

Bunun için de, bu seyri tamamlamayı men etmişlerdir. Yani:

Bu mertebelerde onun sonuna varmayı..

Bir şiir:

Ne onun güzelliğine var hadd ü gayet; Ne Sadi'nin medhine bulunur nihayet..

Ondan içen elbette ölür susuzluktan; Denizi denizi kalır hep, neyse bidayet..

***

O büyükler, vusul mertebelerinin kat edilemeyeceğini söylerken; zati tecelliler itibarı ile söylemişlerdir. Sıfatlara bağlı tecelliler itibarı ile söylememişlerdir. Güzellikten muradları ise., zati güzelliktir: sıfatlara bağlı güzellik değildir.

***

Biz şöyle diyoruz:

— Zatî tecelliler, şuun ve itibarların mülâhazası olmadan olmaz. Bu böyle olduğu gibi, zatî güzellik dahi, cemale bağlı sıfatların hicabına girmeden zuhur bulmaz. Çünkü bu makamda: Örtülerin ve perdelerin tavassutu olmadan söze mecal yoktur. Zira:

— Allah'ı bilenin dili tutulur.

Cümlesi malumdur.

Tecelli olabilmesi için, bir mikdar zıllıyet ister. Dolayısı ile, bu makamda, şüun mülâhazası mutlaka lâzımdır.

Vusul menzilleri, güzellik mertebeleri dahi isimlerin ve şüunatın dairesine dahildir. Hal böyle olunca, onları kat edip aşmak zordur.

Amma bu Derviş'e zuhur eden mana işi., tecellilerin ötesindedir; zuhuratın dahi başkasıdır.

Amma o tecelli ister zata bağlı olsun; isterse sıfata., aynıdır. Keza, güzelliğin ve cemalin dahi ötesindedir. Amma bu güzellik ve cemal, ister zata bağlı olsun; isterse sıfata..

***

Hülâsa..

İcmal yollu, muhtasar kısa ibareler yolu ile; metalib-i aliye ve makasıd-ı samiye sıraladım. Bu suretle de, bitmeyen sonsuz denizleri, sayılı kaplara doldurdum.

Anlamaya çalış; kısa akıllardan olmayasın.

***

Biz yine asıl sözümüze dönelim. Diyoruz ki:

- Zahir ve batın isimlerinin kanatları elde edildikten sonra; uçuş müyesser olur ve uruc vaki olursa., o zaman bilinir ki: Bu terakkiler, asaleten harî unsurla maî unsurun nasibidir.

Anlatılan maî unsurdan, melâike-i kiramın dahi nasibi vardır. Resulûllah efendimize ve onlara salât. ve selâm.. Nitekim bu mana bir hadis-i şerifte şöyle bildirildi:

— «Bazı melekler, ateşten ve kardan yaratılmıştır, bunların teşbihi de şöyledir:

— Ateşle karı biraraya getiren Yüce Zat noksan sıfatlardan münezzehtir.»

Bu seyir esnasında bana rüyada şöyle gösterildi:

Sanki ben, bir yolda yürüyormuşum. Fazla yürümekten, bana son derece yorgunluk geldi. Bunun için asa ve sopa gibi bir şey aramaya başladım. Ona dayanmak ve onun yardımı ile yürüme kudretinin hâsıl olacağını ümid ediyordum. Böyle bir şey bulmak müyesser olmadı..

Bunun üzerine, kuru ot köklerine yapışıp tutunmaya başladım. Bununla, yürümeye kuvvet bulacağımı umuyordum. Amma yürüyecek bir güç bulamıyordum.

Anlatılan hal üzere bir müddet gittim; bir beldenin dış kısımları zahir oldu. Bu dış kısımları aştıktan sonra, beldeye dahil oldum. O zaman bana bildirildi ki: Bu belde taayyün-ü evveldir. Ki burası; Bütün esma, sıfat, şuun ve itibarları camidir. Aynı şeküde bu mertebelerin asıllarını, bu asılların dahi asılarını camidir. Zatî itibarların dahi müntehasıdır. Ki bunların temayüzü, yani: Bazısının bazısından temayüz etmesi, husulî ilme bağlıdır. Eğer bundan sonra bir seyir vaki olursa., o dahi huzurî ilme bağlıdır.

Ey Oğul,

Bu makamda:

- Husulî ilim ve huzurî ilim..

Diye itlak edilmesi ancak temsil ve tanzir (benzetme) itibarı iledir.

O sıfatlar ki, Yüce Mukaddes Hakkın varlığı üzerine zaid olmuşlarda; bunları bilmek, husulî ilme bağlıdır.

O itibarlar ki, asla zat üzerine zaid olmaları tasavvur edilemez; bunları bilmek dahi huzurî ilme düşer. Halbuki burada; ilmin maluma taalluku vardır: malumdan yana da onda hiç bir şey hâsıl olmaz.

Bu manayı anla..

Yukarıda belde-i camia (her şeyi özünde toplayan şehir) şu manalardan kinayedir: Enbiya-i kiramın ve melâike-i izamın tümden velayetlerinin toplu olduğu yer.. Mele-i âlâya asaleten mahsus olan velâyet-i ulyanın dahi müntehası buradır.

Bu makamda şöyle bir mülâhaza oldu:

— Bu taayyün-ü evvel, Hakikat-ı Muhammediye midir? yoksa değil midir?.

Diye.. Ama sonradan tebeyyün etti ki: Hakikat-ı Muhammediye daha önce anlattığımdır. Onun için:

— Taayyün-ü Evvel..

Tabiri kullanılması; isimleri, sıfatları, şüun ve itibarları cami olması itibarı ile bu taayyün-ü evvel merkezinin zilli (gölgesi) olduğu içindir.

O beldenin fevkinde vaki olan seyir, kemalât-ı nübüvvete geçmek sayılır.

Ve., bu anlatılanın husulü, peygamberlere mahsustur. Onlara salât ve selâm olsun. İşbu kemalât nübüvvet makamından neş'et edip gelir.

Peygamberlerin kâmil manada tabi olanlarına, tebaiyet yolu ile ona kemalâttan nasip vardır.

Asaleten, bu kemalâttan bolca haz alanlar, insanî latifeler arasında türabî unsur olanlardır.

İnsanın sair cüzleri, ister âlem-i halktan olsun; isterse âlem-i emirden olsun fark etmez. Hemen hepsi, bu türabî unsura tabidir. Ve, onun bir uydusu olmakla bu devlete erme şerefine nail olmuştur.

Anlatılan unsur, beşere mahsus olduğuna, göre; beşerin havassı, meleklerin havassından daha faziletli olması zarurî bir duruma gelir. Zira, bu unsura müyesser olan, başka hiç bir şeye müyesser olmamıştır.

Bu yaklaşmadan sonra, bu makamda, tedellinin (sarkmanın) hakikati zahir olur. Yine burada:

— «İki yay gibi; yahut daha da yakın oldu..» (53/9)

Mealine gelen âyet-i kerime ile işaret edilen mana inkişaf eder.

Bu seyir esnasında yine görülür ki: Bütün velayetler, nübüvvet makamı kemalâtlarının gölgeleridir. Ama, hemen bütün velayetler: Suğrası, kübrası, ulyası müsavidir. Ve, onlar, bu kemalât hakikatinin kalıpları ve misalleri gibidir.

Ve., orada şu mana parlar: Bu seyrin zımnında kat edilen bir nokta, velayet kemalâtının tümünden daha ziyadedir.

Mana yukarıda anlatıldığı gibi olunca düşünmek gerek: Bu kıyasa göre, daha önceki kemalâtın hükmü, bu kemalâtın bütününe nisbetle nasıl olur?. Umman denize nisbetle bir damla gibi olur; ama bu nisbet de orada yoktur.

Ben ancak şunu diyebilirim:

— Nübüvvet makamına nisbetle velayet makamı, gayr-i mütenahiye nisbetle mütenahi gibidir. Sübhanellah..

Cahil olan bu sırrı bilmeden der ki:

— Velayet, nübüvvetten daha faziletlidir.

Bir başkası dahi, bu ibarenin bir başka yüzünü açarak, bu muameleden gafleti için şöyle söyler:

— Nebinin velayeti, nübüvvetinden daha faziletlidir.

— «Ağızlarından çıkan kelime, büyük oldu.» (18/5)

Mealine gelen âyet-i kerime tam onlara göredir. Allah'ın inayeti ve Habibinin bereketi ile bu seyri tamamladıktan sonra bana şöyle bir müşahede geldi:

— Eğer bunun üzerine bir adım ziyadeden ileri atsam, katıksız yokluğa düşeceğim.

Ki onun ötesinde dahi ancak, katıksız yokluk vardır.

Ey Oğul,

Sakın ha, bu muamelede şöyle bir vehme kapılmayasın: Anka kuşu kapana kıstırılır ve simurğ dahi tuzağa düşer..

Bir şiir:

Nasıl avlasın bir kimse ankayı;

Bu işten geri dur, bırakıp yorulmayı..

O Yüce Zat, noksan sıfatlardan münezzehtir; ötelerin ötesinde sonra yine ötelerin de ötesindedir.

Bir şiir:

Bu saha yücelikte yüce; Dikkat, visal tamahı nice?

***

Anlatılan ötelerde olma durumu, perdelerin varlığı itibarına göre delildir; zira burada, perdeler tamamen kaldırılmıştır. Asıl ötelerde oluş, azamet ve kibriyanın sübutundandır ki bunlar: İdrâke mani vicdana münafidir.

Zira, Sübhan Zat, vücuda pek yakın olmakla, vicdandan dahi pek uzaktır.

Evet..

Murad olanlardan bazı kâmiller var ki, azamet ve kibriya katından ona bir mahal ihsan edilir.

Ve., bunları: Peygamberlerin birer uydusu olarak celâl otağının mahremi kılarlar; onlara yapılan muamele gibisini bunlara da yaparlar.

***

Ey Oğul,

Anlatılan muamele, yalnız insaniyetin hey'et-i vahdaniyesine yapılır. Bu hey'et dahi, âlem-i halk ile, âlem-i emrin birleşiminden doğmuştur.

Durum öyle olmasına rağmen, bu makamda reis yine türabı unsurdur.

— Onun ötesinde ancak katıksız yokluk vardır.

Dediğim şu manayadır:

Haricî vücud ve ilmî vücud mertebelerinin tamamından sonra; ancak onu nakzeden bir adem (yokluk) hâsıl olur. Halbuki, Sübhan Allah'ın zatı bu vücudun da ademin de ötesindedir.

Oraya ademin yolu ulaşmadığı gibi; varlığın dahi orada mecali yoktur. O vücud ki, kendisini nakzeden ademle kaim olmuştur; o Yüce Sultan Hazretin katma nasıl lâyık olur. Eğer bu mertebe için:

— Vücud ..

Sözü etmiş isek bu ibarenin darlığındandır. Murad olan mana da şudur: Kendisini nakzeden bir ademin mecali olmayan vücud.. Şayet bu Fakir, bazı mektuplarında:

— Sübhan Hakkın hakikati, sırf vücuddur.

Diye yazmış ise., bu, anlatılan muamelenin hakikatına muttali ollmadığındandır.

Vahdet-i vücud ve daha başka yazdığım bu kabilden maarif dahi o manada bir ittılaın olmayışındandır. Muamelenin hakikatına vakıf olup ayıktıktan sonra, iptida ve orta halde yazıp şöyledir pişman oldum. Onlar için Allah-ü Taâlâ'dan bağışlanmanı dilerim. Allah-ü Taâlâ'nın kötü saydığı şeylerin tümünden tevbe ederim.

Bu beyandan anlaşılıyor ki: Nübüvvet kemalâtı, suud mertebe lerindedir. Nübüvvet uruçlarında dahi, yüz Sübhan Hakka doğrudur

Bazılarının anladığı gibi şöyle değildir: Velayette yüz Hakkadır nübüvvette ise halkadır. Ayrıca, velayet uruç mertebelerindedir: nübüvvet ise., nüzul derecelerindedir.

Üstte anlatılan manadan ötürüdür ki: Velayetin nübüvvetten daha faziletli olduğunu tevehhüm etmişlerdir.

Evet., her velayetin ve nübüvvetin urucu ve hübutu vardır. Gerek velayette, gerekse nübüvvette uruc sırasında yüz Hakka dönüktür; hubutta dahi halka dönüktür.

Bu babda sen söz şudur:

Nübüvvetin hübut (düşüş) mertebesinde yüz tamamen halkadır. Ama velayet hubütu böyle değildir. Onda, bütünüyle halka dönük yüz yoktur. O velayette olan kimsenin batını Hak'la olup zahiri dahi halkla olur.

Bu mananın sırrı şudur ki: Velayet sahibi, uruc makamlarım tamamlamadan inişe geçmiştir. Bunun için şüphesiz, nazarı daima yukarıdadır. Bütün vakitlerde onunla çekişir ve bütünüyle halka dönmeye o durumu manidir. Amma nübüvvet sahibi böyle değildir. O Uruc makamlarını tamamladıktan sonra hübuta geçmiştir. Bunun için, bütünüyle halkı Hakka davete yönelmiştir.

Bu manaları anla, zira bu ve emsali üstün marifetleri hiç kimse söylememiştir.

***

Şunun bilinmesi gerekir ki: Türabı unsur, uruc mertebelerinde her şeyden üstün olduğu gibi; aynı şekilde hübut menzillerinde dahi, her şeyden daha aşağıya iner. Nasıl olmasın ki: Onun tabii mekânı her şeyden daha aşağıdadır. Bu durum sabit olunca, her şeyden daha aşağıya iner. Böyle bir zatın daveti dahi, zarurî olarak, tam manası ile tamam olup ifadesi dahi ekmeldir.

***

Ey Oğul,

Bilesin ki; Tarikat-ı Nakşibendiye'de iptida seyir, âlem-i emirden sayılan kalbden başladığı için, sözü âlem-i emirle açtık. Amma sair meşayihin tarikatları böyle değildir. Zira onlar, iptida ise nefis tezkiyesinden ve kalıbı temizlemekten başlarlar. Ancak bunları tamamladıktan sonradır ki; âlem-i emre geçerler ve oradan Allah'ın dilediği makama kadar çıkarlar.

Üstte anlatılan mana icabıdır ki, bu Tarikat-ı Aliyye büyüklerinin bidayetine onların dışında kalanların nihayeti derç edilmiştir. Dolayısı ile bu, tarikatların en yakını olmuştur.

Şundan ki: Bu seyrin zımnında, tezkiyenin ve tathirin husulü en güzel şekilde müyesser olmuştur. Dolayısı ile, mesafe de kısalmıştır.

Şüphesiz bu zatlar, âlem-i halk seyrini abes bir maksad kabul etmişlerdir; onu boş saymışlardır. Amma onu muzır ve matluba kavuşmaya mani de kabul etmiş değillerdir.

Bunun sebebi şudur:

Bu yolun salikleri; tezkiye, zor riyazetler, çetin mücahedeler kademi ile âlem-i emir seyrine, elem-i halk çöllerini aşıp kat ettikten sonra kalbi incazaba ve ruhî lezzetlere düşerler. Çoğu kez de, bu incizapla kanaatkar olur ve o iltizazla yetinirler. Âlem-i emrin lâmekânî olma zannı onlara, bu muamelede gelir. Bu âlemin misli olmamak şaibesi dahi onları hakikî manadaki misli olmayandan alır. Bunun için, saliklerden biri şöyle dedi:

— Bu makamda, noksan sıfatlardan münezzeh olan Hak bilerek, otuz sene ruha ibadet ettim.

Bir başkası dahi şöyle demiştir:

— İstiva sırrı ve arşın fevkindeki tenzih zuhuru derin maariften sayılır.

Yukarıda geçen beyandan da anlaşılacaktır kâ: Bu anlatılan tenzih suretinde bir teşbihtir.

Ne var ki, bu Tarikat-ı Aliyye'nin büyükleri onlar gibi değildir.

Bunlar işe, cezbe makamından başlarlar; cezbelerin yardımı ile de terakki ederler. Bu zatlar Hakkında olan cezbe ve lezzet, başkalarına göre riyazetler ve mücahedeler gibidir. Başkaları için vusulde mani olan, bu büyüklerin yardımına ve muavenetine gelir.

Bu büyükler, âlem-i emrin lâmekânî oluşunu, mekânı olmanın aynı sayıp oradan, hakikî lâmekânî makama teveccüh ederler. Yine bu âlemin lâmisli oluşunu, misli oluşun aynı itikad edip oradan hakikî lâmislîye terakki ederler.

Yine bu zatların; hal ve vecd gururu ile meftun olamayacaklarında hiç şüphe yoktur.

Yine bu zatlar, bu yolun cevizine ve çocuklar gibi şebih ve misal muzuna kanmazlar.

Yine bu zatlar, sofiyenin tatlı sözleri ile de sevinmezler. Meşayihin keşif yolllu güzel sözleri ile böbürlenmezler. Bunlar, sırf ehadiyete teveccüh etmişlerdir. Mukaddes zat dışında, ne isim ne de sıfat arzu ederler.

***

Bilinmesi yerinde olan şeylerden biri de şudur:

Daha önce anlatılan bu uruc istidadı tam Muhammedi meşreb olana mahsustur. Büyüğü küçüğü ile, âlem-i emirde bulunan beş cevherden ona tam bir nasip vardır. Aynı şekilde, bu beş cevherin asıllarından dahi onun nasibi vardır. Yani:

— Esma-i vacibiyenin zılâlı..

Demek istiyorum. Aynı şekilde, bu zılâlın asıllarından dahi ona nasip vardır. Yani:

— İsimlerin ve sıfatların makamından..

Demek isliyorum.

***

Üstte geçen cümlede:

— İstidadı tam..

Dedim ki, bunu şu sebeple söyledim: Bir kimse, daha ziyade zahirde Muhammedi meşrebde gözükür. Âlem-i emir mertebelerinin nihayeti olan ahfa kemalâtından dahi onun bir nasibi vardır. Lâkip o, ahfa muamelesini henüz tamam etmemiş ve son noktaya varmamıştır. Belki de, ortasında ve iptidasında kalmıştır. Bu durumda, eğer onun ahfa işinde bir kusuru varsa, aynı mikdar onun asıllarında dahi kusuru vardır. Bunun için de, muamelesini tamam etmeye imkân bulamaz.

Kalan dört işte dahi hüküm budur. Yani: Âlem-i emirden.. Şöyle ki: Her mertebede istidadın tamam olması; o mertebede, son noktaya varmaya bağlıdır. Başta ve ortada meydana gelen duraklama, noksan olmaktan haber verir. İsterse bu kusuru, nihayete varmaya kıl kadar kalan bir vuslat işinde olsun.

Bir şiir:

Dostun az ayrılığının azlığı yoktur: Cüze gelen kıl. yarım dahi olsa çoktur.

İşbu anlatılan kusur, asıllara, hatta asılların dahi asıllarına sirayet eder ve matluba kavuşmaya mani olur.

***

- Bu uruc Muhammedi meşreb alanlara mahsusutur..

Dediğimin sebebi şudur:

Muhammedi meşreb olmayanlardan bazılarının kemâli, velayet derecelerinin ilkinde kalır. Burada:

— İlk derece..

Demek, kalb derecesidir.

Yine onlardan bazılarının derecesi dahi, velayet derecelerinden ikinci derecede kalır. Bu dahi ruh makamıdır.

Onlardan bazılarının uruc kemali, üçüncü derecede nihayet bulur. Yani:

—Sır makamında..

Demek istiyorum.

Onlardan bazılarının uruc kemali, dördüncü dereceye kadar çıkar. Yani: Hafi makamına..

Birinci derecede olanın, sıfatların tecellisi ile münasebeti vardır.

İkinci derecede olanın, sıfat-ı sübutiye tecellisi ile münasebeti vardır.

Üçüncü derecede olanın, şüun ve zatî itabarlar tecellisi ile münasebeti vardır.

Dördüncü derecede olanın, sıfat-ı selbiye tecellisi ile münasebeti vardır. Ki burası: Tenzih ve takdis makamıdır.

Sonra..

Velayet derecelerinden her biri, peygamberlerden birinin kademi altındadır. Amma ülül-azm peygamberlerden.. Bu manaya göre:

Birinci derece, Âdem peygamberin kademi altındadır. Rabbı da tekvin sıfatı olup fiillerin sudur menşeidir. Resulûllah efendimize ve ona salât ve selâm..

İkinci derece, İbrahim peygamberin kademi altındadır. Bu makamda Nuh ile müşterektir. Rabları dahi, ilim sıfatıdır. Ki bu: Zata bağlı sıfatların en toplayıcı olanıdır. Onlara selâm..

Üçüncü derece, Musa'nın kademi altındadır. Rabbı şüunat makamlarından kelâm şanıdır. Ona selâm..

Dördüncü derece, İsa'nın kademi altındadır. Bunun rabbı selbiye sıfatlarından olup sübutiye sıfatlarından değildir. Zira burası: Takdis ve tenzih makamıdır. Meleklerin pek çoğu, bu makamda İsa ile ortak olurlar. Bu makamda, onlara büyük şan hâsıl olur. Resulûllah efendimize ve ona salât ve selâm..

Beşinci dereceye gelince.. Hatem'ür-risalet Resulûllah efendimizin kademi altındadır. Onun rabbı: Rabb'ül erbabdır. Ki: Bütün sıfatları, şüunatı takdisatı, tenzihatı camidir. Kemalât dairesinin dahi merkezidir. Sıfat ve şüunat mertebesini cami olan bu makamdan:

— İlim şanı..

Diye tabir etmek yerinde olur.. Zira bu pek büyük şan, bütün kemalâtı camidir.

Bu münasebetledir ki, onun milleti İbrahim milleti, kıblesi hi onun kıblesi oldu. Ona salât ve selâm..

Şunun da bilinmesi gerekir ki:

Velayette kıdemlerin faziletli oluşları, derecelerin takdim ve tehirlerine göre değildir. Meselâ: Ahfa makamının sahibi, diğerlerinden daha faziletli olacağı gibi.. Bu kıyası, diğerleri için de yapmak mümkündür.

Bu fazilet, asla yakınlık ve uzaklık itibarına göredir. Zılâl derecelerini az çok aşmaya bağlıdır.

Durum yukarıda anlatıldığı gibi olunca: Asla yakınlık itibarına göre, kalb makamı sahibinin; kendisine henüz asla yakınlık hâsıi olmayan ahfa sahibinden daha faziletli olması caiz olur. Şöyle ki: Velayet derecelerinden geri bir derecede peygamberin velayeti; kafi olarak, yüksek derecede bulunan bir velînin velayetinden daha faziletlidir.

Şunun da gizli kalmaması gerekir ki:

Letaif sülûkünün anlatılan tertib üzere olması, Muhammedi meşreb olana mahsustur. Yani: Kalbden ruha, ruhtan sırra, sırdan hafiye, hafiden dahi ahfaya intikal işi..

Muhammedi meşreb olan bir kimse, âlem-i emirden bu beş şeyi tertibiyle tamam ettikten sonra; onların asıllarında seyre başlar. Bu tertibe riayet ederek, asılların da asıllarında seyirden sonra sülûk tamam olur.

Anlatılan tertib üzere olan bu tarikat, sultani tarikattır. Yani: Vusul için.. Ehadiyete müteveccih olanlar için, sırat-ı müstakimdir. Ama, diğer velayetler böyle değildir. Zira onlarda; taa, matluba kavuşuncaya kadar, her derece arasında bir geçit vardır. Meselâ: Kalb makamından, bir delik açılır; ef'al sıfatına kadar gider. Bu, kalb makamının aslının aslıdır.

Aynı şekilde ruh makamı ile zata bağlı sıfatlar arasında da bir delik açılır.

Ve., bu kıyas, diğerlerinde de devam eder.

***

Hiç şüphe edilmesin: Yüce Allah'ın fiilleri ve sıfatları, zatından ayrılmış değildir. Eğer bir ayrılma varsa., o da zılâldedir.

Mana üstte anlatıldığı gibi olunca: Bu makamda, fiillere ve sıfatlara vâsıl olanlara, Yüce Mukaddes Misalden Münezzeh Zat tecellilerinden nasip vardır. Nitekim bu devlet, işi tamamladıktan sonra, ahfa sahibine müyesser olur. İsterse, ulviyet ve süfliyet itibarı ile bazı değişikler bulunsun..

Kalb makamı sahibinin, ahfa makamı sahibi ile müsavat iddiası dönülecek bir mana değildir. Bu makamda yanılmayasın..

Bilesin ki,

Bu değişiklik, ancak evliya arasında tasavvur edilir. Şunun için .. velâyet-i kalbiye sahibi, velâyet-i ahfaviye sahibinden daha aşağıdadır. Amma, her ikisi de, kemal mertebesine ulaştıktan scnra.. Amma evliya ile enbiya arasında böyle bir değişiklik tasavvuru yoktur. Çünkü: Nebinin velayeti, kalb makamından neş'et etmiş olsa dahi, velînin velayetinden daha faziletlidir; isterse onunki ahfa makamından neş'et etmiş olsun.. Ve., isterse işini tamamlayanlardan olsun.

Bu işin inceliği vardır; Şöyle ki: Velayet sahibi, o velayet peygamberinin kademi altındadır. Hem de daima.. Hangi velayet olursa olsun. Bu manada, Allah-ü Taâlâ şöyle buyurdu:

- «Resul kullarımız için, sözümüz şöyle geçti: Onlar elbette mamur olacaklar. Ve., bizim ordumuz, onlar için galib geleceklerdir.» (37/171)

Evet.

Anlatılan değişik durumlar, peygamberler arasında dahi vardır. Bazısının bazısına göre, üstünlüğü tasavvur edilir. Meselâ: Onlardan sahib-i ulya oian, sahib-i süflâdan daha faziletlidir.

Ne var ki, peygamberler arasındaki bu değişiklik, âlem-i emir kemalâtı dairelerinin sonuna kadardır. Bundan sonra, daha faziletli olma durumu, ulviyete ve süfliyete bağlı değildir. Hatta bu makamda, sahib-i süfül olanın, sahib-i ulüvden daha faziletli olması mümkündür. Nitekim bu makamda, Musa ile İsa arasındaki değişikliği müşahede etmiş bulunuyoruz. Resulûllah efendimize ve onlara salât ve selâm. Şöyle ki: Orada Musa'nın bir cesameti ve üstün şanı vardır; ama İsa'da bu cesamet ve şan yoktur.

Bu makamdaki tefavütü; bu ulviyet ve süfliyetten başka bir şekilde dahi bildik. İnşaallah onu, ihsan edeceği başarı ile sonra tafsilatı ile beyan edeceğim. Bu, o Yüce Zat'tan gelen kemal ve kerem ile olacaktır.

Hatem'ür-risalet, Resulûllah S.A. efendimiz müstesna; bu değişik durumu, Halil'ür-rahman ile diğer peygamberler arasında dahi bulduk. Ki bu: Kâbe-i Rabbaniyenin hakikati ile alâkalı kemalâtta olmuştur. Ki bu: Beşerî ve melekî hakikatlerin tümünden üstündür.

Halil'in bu makamda, öyle büyük bir şanı ve yüksek mertebesi vardır ki; hiç kimseye böyle bir rütbe ve böyle bir şan müyesser olmamıştır. Bu üstün makamda, azamet ve kibriya perdelerinin zuhur bulduğu makama münasip kemalât vardır. Bu makamın merkezi icmal makamı olup Hatem'ür-rüsül Resulûllah'ın nasibidir. Ona ve selâm.. Kalan mufasal durum ise., tümden Halil'e bırakılmış Onun dışında kalan peygamberler ve kâmil velîler, bu makamda onun uydusu mevkiindedirler.

Resulûllah S.A. efendimiz dahi bu icmalin tafsilini istemiştir. Nitekim bü manada, İbrahimin salâtına benzeyen salât, onun berek tine benzeyen bereket istemiştir.

***

Yukarıda anlatılan tafsil, bu Fakir'e de zuhur etmiştir. Aradan bin sene geçtikten sonra, duasına icabet olunmuş ve bu durum kendisine müyesser olmuştur. Bunun için, bütün nimetleri için Allah'a hamd olsun.

Bu yüce makamın kemalâtı, velayet kemalâtından üstündür keza nübüvvet ve risalet kemalâtından dahi üstündür. Nasıl onlardan üstün olmasın ki: Bu, enbiya-i kiramın ve melâike-i izamın secde ettikleri bir hakikattir. Onlara salât ve selâm olsun..

Bu Fakir, Mebde ve Maad risalesinde yazmıştır ki: Hakikat-ı Muhammediye kendi makamından yükselmiş; kendisinin üstünde bulunan Hakikat-ı Kabe'ye gitmiştir; onunla birleşmiştir. Hakikat-ı Muhammediye'ye Hakikat-ı Ahmediye ismi dahi gelmiştir.

Bu hakikat ki:

— Kabe'nin hakikati..

Demek istiyorum; üstte anlatılan hakikatin gölgelerinden bir gölge olmuştur. Bu hakikatin zuhurundan evvel, o hakikat sanılır ve bunda bir karıştırma olur. Aynı şekilde, aslın zuhurundan evvel dahi gölge bir asıl sanılır; kendisine hakikat ismi verilir. Yine bu makamda, makam-ı vahid birkaç kere zuhur eder. Bunun inceliği şundadır ki: Bu makamm zuhurları, yine bu makamın zılâlı itibarı iledir. Hakikatta bu makamın hakikati, son mertebede zuhur edendir.

Burada şöyle bir şey sorulabilir:

— Onun hakikat olduğunu bilmek için; zuhuratının mertebelerinden, son mertebe olduğu nereden bilinsin?.

Şöyle derim:

— Sabık zuhurların zıllıyetine dair elde edilen ilim, bu zuhurun ahiriyeti için adil bir şahiddir. Zira bu ilim, daha önceki zuhurların vaktinde hâsıl olmaz. O zaman, her zuhur hakikat olarak görülür. Ondan hiç bir şeyin asla zil olduğu sanılmaz. İsterse, bu değişik oluşunun nereden çıktığı bilinmesin.. Bu manayı anla..

Ey Oğul,

Daha önce anlatılan maariften bilinmiş oldu ki: Âlem-i emirle alâkalı kemalât; âlem-i halk ile alâkalı kemalât için mukaddime ve uruc vasıtalarıdır.

Birinci kemalât. zılhyetten hali olmayıp velayet makamlarına mahsustur.

İkinci kemalâta gelince; bu dünya hayatının zuhuratına münasip olan zıllıyet şaibesinden beridir. Tam manası ile bunda, nübüvvet makamlarının nasibi vardır.

Durum böyle olunca, velayete bağlı tarikat ve hakikat; nübüvvet makamından gelen şeriata hizmet ederler. Velayet dahi, nübüvvet yükselişi için, basamak sayılır.

Üstteki beyandan bilindiğine göre:

Allah sırlarının kudsiyetini artırsın. Nakşibendiye büyüklerinin tercih ettikleri bu seyre, âlem-i emirden başlamaları pek yerinde ve pek münasiptir.

Zira, en uygunu, terakkiye: Ednadan başlana ki bu, âlem-i emirdir; âlâya çıkıla ki, bu dahi âlem-i halktır. Ama, âlâdan ednaya değil.

Ne çare ki, bu muamma herkese inkişaf etmemiştir. Pek çoklarının nazarı, âlemi halka dönüktür. Bunun için de, âlem-i halkı edna sanıp yükselmeye, bu ednadan girerek suri sayılan âlâya gitmek istemişlerdir. Amma bilememişlerdir ki: Hakikat, bu minvalin aksinedir. Ve edna zannettikleri şey, hakikatta âlânın kendisidir. Edna saydıkları dahi, âlânın kendisidir.

Evet., son nokta, ki bu: Âlem-i halktır; asılların dahi aslı olan noktaya yakın düşmüştür. Ve bu yakınlık dahi, başka bir noktaya müyesser olmaz.

Bir mısra:

Asilerdir kereme halkın en haklısı..

Bu müşahede, nübüvvet kandilinden alınmıştır. Velayet sahipten, bu marifetten yana az nasiplidirler.

***

Peygamberlerin işe başlamaları, âlem-i emirdendir. Zira onlar, hakikatten şeriate gelmişlerdir.

Bu babda son söz şu ki:

Kamil velilerin seyri, peygamberlerin seyrine uygun düşer., Şöyle ki: İptida şeriatın suretinde olurlar. Ortada, âlem-i emirle müna sebetleri bulunan velayetle alâkalı tarikatta ve hakikatta olurlar. İşin nihayetinde ise., şeriatın hakikatına geçerler ki bu: Nübüvveti semeresidir.

***

Anlatılan manadan takarrür etti ki: Tarikatın husulü, şeriat hakîkikatının husulünden evveldir. Durum böyle olunca: Kâmil velilerin bidayeti ve mürsel nebilerin bidayeti hakikattan başlar; onlardan her birinin nihayeti ise., şeriate gider. Buna göre:

— Evliyanın bidayeti, enbiyanın nihayetidir.

Diye anlatanın sözünün bir manası kalmaz. O kimse:

— Evliyanın bidayeti, enbiyanın nihayetidir.

Derken, şeriat-ı garrayı murad etmiştir.

Evet., bu çaresiz dahi, hakikat-ı hale muttali olmadan evvel, örem vermeden bu gibi kelâmı etmiştir.

Bu maarif kelâmını hiç kimse etmemiş ve pek çokları bunun aksi cihetine gitmiş ve idrâkten uzak bulmuşlarsa da; insaf sahibi biri enbiya tarafının azametini mülâhaza eder ve şeriatın azameti onu istilâ ederse., ihtimaldir ki: Bu derin maarif duygularını kabul ede.. Onun bu kabulü dahi, imanının ziyadeleşmesine sebeb olur..

***

Ey Oğul,

Peygamberler, davetlerini, âlem-i halka inhisar ettirmişlerdir.

— «İslâm, beş şey üzerine bina edilmiştir» (Buharı - Müslim)

Mealine gelen hadis-i şerif bu manada sarihtir.

Âlem-i halk ile kalbin münasebeti daha ziyade olduğu için; daha çok onu tasdike davet ettiler.

Kalbin ötesinde kalanlara dair kelâm etmemişlerdir. Hatta onu, yola atılan bir şey gibi görmüş, maksadlar arasında saymamışlardır.

Evet., bunun böyle olması uygundur. Zira: Cennet nimetleri, cehennem azapları, rüyet devleti ve bundan mahrum olmak; bütünüyle halk âlemine bağlıdır. Emir âlemi ile, bunlardan hiç birinin alakası yoktur.

Ayrı şekilde: Farz, vacip ve sünnet olan amelleri işlemek kalıpla alâkalıdır.

Ameller kısmından, âlem-i emrin nasibi olan nafile ibadettir.

Amellerin edasının semeresi olan yakınlık ise., ancak semeresi bulunduğu amellerin mikdarına göre olur.

Hiç şüphe yok ki; farzlarm edasının semeresi olan yakınlık: Â'em-i halkın nasibidir. Nafile ibadetlerin edasının semeresi olan yakınlık ise., âlem-i emrin nasibidir.

Hiç şüphe yok ki: Farza kıyasla nafilenin ne itibarı olur; ne de bir şeyden sayılır. Hatta onun, denize nisbetle damla hükmü dahi yoktur. Böyle bir nisbet, sünnete kıyasla nafilenin olabilir. Eğer bir nisbet, sünnetle farz arası yapılsaydı; denize nisbetle katre olabilirdi.

Anlatılan iki yakınlığın birbiri ile ayrılıkları kıyas edilmesi uygun düşer ki: Bu değişik durumdan, âlem-i emre göre, âlem-i halkın meziyeti biline..

Halkın pek çoğu, bu anlatılan manadan yana nasipleri olmadığı için; farzları harap bırakıp nafileyi yapmaya çalışırlar. Noksan olan sofiye dahi, zikri ve fikri en önemli işlerden sayarlar; farzları ve sünnetleri bırakırlar. Cumayı ve cemaatı bırakmak sureti ile, erbainleri tercih ederler. Amma, bilmezler ki: Kendilerinin binlerce erbaininden, cemaatle kılınan bir farzın edası daha faziletlidir. Bununla beraber, şer'i edeplere riayet etmek şartı ile, zikir ve fikir dahi pek faziletli ve önemlidir.

Kısır görüşlü ulema dahi, farzları tahrib ve zay etmek sureti ile; nafile ibadetlerin tervicine yol verirler, Aşura namazı, onların bu kabil hareketlerindendir. Halbuki, bu namazı; Resulûllah S.A. efendimizin cemaatle kıldığı sıhhata kavuşmamıştır. Hem de tam bir cemiyet halinde.. Halbuki onlar, fıkhı rivayetlerin böyle bir nafile namazı cemaatle kılmanın mekruh olduğunu anlattığım bilirler. Bunlar farz namazların edasında o kadar tenbel davranırlar ki: Müstahab olan vaktinde eda ettikleri az bulunur. Hatta çoğu zaman, namazın asıl vaktini geçirirler. Hatta çok cemaatle kılmaya kayıtlı olmazlar; bir veya iki şahısla cemaat olmaya kanaat ederler. Hatta tek kıldıkları dahi çok olur. Ehl-i islâmın iktida ettiği kimselerin hali bu olunca avamdan sayılan diğerleri için ne denir..

Bu gibi fiillerin şumluğu ve kötü ameller yüzünden, İslâm'da zaaf hâsıl oldu. Bu muamelenin zulmeti, o hallerin sıkıntısından dolayı halk arasında bid'at zuhur etti.

Bir şiir:

Korktum, açtım dertlerimin bir azım;
Söz çok, bıktırmasın dedim pek azını..

***

Nafile namazların edası ile, ancak, zıllardan bir zıllın yakınlığı ihsan edilir. Farz ibadetlerin edası ile de, zıllıyet şaibesi olmayan asla yakınlık ihsan edilir.

Ancak, farz ibadetlerin tekmili için nafile ibadet eda edilip bu dahi asla yakınlık bulmanın husulüne yardım ve muavenet eder; farza katılır.

Yukarıda anlatılan manaya göre: Zaruri olarak, farz ibadetleri edası, âlem-i halka münasip olur. Ki bu: Asla müteveccih ve nazırdır. Nafile ibadetlerin edası dahi, âlem-i emre münasiptir. Bu dahi: Zula nazırdır.

Farz ibadetlerin hemen hepsi, yakınlık getirmekte ise de; lâkin onların en faziletlisi ve ekmeli namazdır. Her halde şu hadis-i şerifleri duymuş olacaksın:

— «Namaz müminin miracıdır.»

— «Kulun, Rabıbına en yakın olduğu vakit, namazdır.»

Bu arada, Resulûllah S.A. efendimize has vakit, bu Fakir'e göre, namazdır. Resulûllah S.A. efendimiz, bu manayı şu hadis-i şerifi ile anlattı:

— «Benim Allah ile bir vaktim olur ki»

Namaz, kötülüklerin kefaretidir.

Namaz, kötü sözlerden ve kötü işlerden insanı alır. Namaz, Resulûllah S.A. efendimizin onda rahatını istediğidir. Bunun için, Bilâl'e r.a. şu emri vermiştir:

— «Beni rahatlat, ey Bilâl...»

Namaz, dinin direğidir.

Namaz, küfürle iman arasındaki farktır.

***

Biz yine, asıl söze dönüp âlem-i halkın, âlem-i emir üzerine meziyetini anlatmaya geçelim.

Bilesin ki,

Âlem-i emir, bu dünya hayatında bol haz almış ve müşahede elde etmiştir. Ama, yarın cennette muamele, âlem-i halk üzerine olacaktır. Keyfiyetsiz bir şekilde rüyet ona müyesser olacaktır.

Bununla beraber, müşahedenin taalluk ettiği, vücub zılâlinden bir zildir. Âhirette görünen ise.. Vacib'ül-Vücuddur.

***

Müşahede, rüyet, zıllıyet ve asalet arasındaki fark; âlem-i halk ile âlem-i emir arasındaki farktır.

Bilesin ki.

Müşahede, velayetin semeresidir.

Rüyet, nübüvvetin semeresidir; peygamberlerin umum etbaına müyesser olur. Onlara salât ve selâm olsun.

İşte, velayet ile nübüvvet arasındaki fark bundan da anlaşılır.

***

Bir t e n b i h t i r :

Hangi arifin, âlem-i emirle münasebeti daha ziyade ise., onun, velayet kemalâtında kademi daha ziyadedir.

Ve., onun ki, âlem-i halk ile münasebeti daha ziyadedir; dahi, nübüvvet kemalâtında kademi pek çoktur.

Anlatılan manadan anlaşılır ki:

İsa'nın a.s. kademi velayette daha ziyadedir.

Musa'nın a.s. dahi nübüvvette kademi pek ziyadedir.

Şundan ki:

İsa'da a.s. emir tarafı üstündür. Bunun için de ruhanilere katıldı.

Musa'da a.s. dahi halk tarafı üstün gelmiştir. Bunun için oda müşahede ile yetinmemiş; baş gözü ile görmek istemiştir.

İşte, peygamberlerin nübüvvet kemalâtındaki kademeleri arasındaki değişikliğin sebebi anlatılandır. Bunu, beyan etmeyi daha önce vaad etmiştim. Burada, bazı letaifin ulviyeti ile süfliyeti yoktur: daha çok bu durum, velayet kemalâtında muteberdir.

Doğruyu ilham eden, noksan sıfatlardan münezzeh Allah'tır.

Ey Oğul,

Nübüvvetin taalluk ettiği ilimler şeriatlar ve kalıplarla alâkalı hükümlerdir. Bunların daha ziyade oluşu ile, enbiyanın dahi, âlem-i halk ile olan münasebeti daha çok daha ziyade olur.

Üstte anlatılan manadan ötürü sanmışlardır ki: Nübüvvet, halkı davete nüzuldan ibarettir. Amma yakınlık makamına yükseldikten sonra.. Bu yakınlık dahi, velayetle alâkalıdır. Amma bilememişlerdir ki: Urucun nihayeti ve yakınlığın sonu bu makamdadır. Daha önce hâsıl olan yakınlık ise., bu yakınlığın zıllarından bir zildir. Ki o: Uzaklık suretinde tasavvur edilmiştir. Daha önce müyesser olan uruc, bu urucun akislerinden bir akistir. Ki bu, zahirde nüzul gibi görülür.

Görmez misin ki: Dairenin merkezi, dairenin çevresine nazaran, en uzak noktadır. Halbuki hakikatta, çevreye o noktadan daha yakın bir nokta yoktur. Zira, çevre o mücmel olan noktanın tafsilinden ibarettir. Bu nisbet dahi, başka hiç bir noktaya müyesser olmaz.

Nazarlarını surete çeviren avam, bu yakınlığı vicdanen bulmaya güç yetirememişlerdir. İdrâk de edememişlerdir. Bunun için noktanın uzaklığına hükmetmişlerdir. Onun yakınlığına hükmedenleri dahi, mürekkeb cahil saymışlardır. Yakınlık hükmünü verenleri ahmak cahil bilmişlerdir. Bu anlatılanlar karşısında, Allah'a sığınmak gerek.

***

Şunun bilinmesi gerekir: Mutmainne, şerh-i sadr hâsıl olduktan sonra, makamından yükselir. Ki bu şerh-i sadr: Velâyet-i kübra kemalâtı levazimi arasında sayılır. Ve., sadr tahtına yükselir. Burada onun için, temkin ve saltanat hâsıl olur. Kalb memleketlerini istila eder. Buradaki sadr tahtı, hakikatta, velâyet-i kübra urucu makamlarının tümünden yüksektir.

Bu tahta kurulanın nazarı, batınların da batınına nüfuz eder. Oradan da, gaybler gaybine sirayet eder.

Evet., bu mana böyledir. Bir şahıs, mekânların en yükseğine çıkarsa., onun nazarı, uzakların dahi uzağına uzar.

Bu mutmainne temkininden sonra, akıl dahi kendi makamından çıkar; ona katılır. O mutmainneye inzimam eder. O zaman bu akla:

— Akl-ı maad..

İsmi verilir. Bundan sonra, teveccühlerini ittifakla, yaparlar; hatta işlerini birlikte görmeye başlarlar.

***

Ey Oğul,

Bu mutmainnenin kendisinde muhalefet imkânı artık kalamaz. Hatta tuğyan mecali dahi kalmaz. Artık o: Her bakımdan matluba dönmüş, tamamıyle, maksud arzusu ile dolmuştur.

Rabbının rızasından başka bir himmeti yoktur. O Yüce Zat'a taat ve ibadetten başka bir matlubu yoktur.

Sübhanellah..

Bu, o emmaredir ki, başta bütün yaratılmışların şerlisi idi. İtminandan ve Hazret-i Rahman'ın rızasına kavuştuktan sonra, âlem-i emir letaifinin reisi öldü. Bütün akranın da başı oldu. Muhbir-i Sadık Resulûllah S.A. efendimizin şu hadis-i şerifi bu manada güzeldir:

— «Fakih oldukları takdirde, cahiliyette hayırlı olanlarınız, İslâm dinine geçtikten sonra dahi hayırlılarınızdır.»

Bundan sonra, aykırılık ve azgınlığa benzeyen bir durum meydana çıkarsa bu halin kaynağı, dört tabii unsurun ihtilâfıdır. Ki bunlar, bu kalıbın cüzleridir.

Eğer bir gazap kuvvesi olursa., ondan naşidir.

Eğer şehevî bir mesele olursa., yine oradan gelir.

Eğer bir hırs ve tamah çıkarsa., yine oradan çıkar dururlar.

Eğer bir hisset ve denaet meydana gelirse., yine onun eseridir.

Sair hayvanatı görmez misin: Onlarda bu nefs-i emmare olmadığı halde, kendilerinde bütün bu düşük vasıflar tamamı tamamına vardır.

Anlatılan mana icabı olarak, Resulûllah S.A. efendimizin:

«Küçük cihaddan büyük cihada döndük.»

Manasında buyurduğu hadis-i şerifinde beyan edilen cihad, kalıpla cihad olması mümkündür; nefisle cihad değildir. Nitekim bu manada şöyle denmiştir:

— Nefsi, itminan derecesine gelip razıye marziye (razı olan ve razı olunan) derecesine çıktıktan sonra, muhalefet ve azgınlık kalmaz ki, cihada ihtiyaç duyulsun.

Bu duruma göre, aykırı ve azgınlık suretleri, kalıba ait eczadan getir. Meselâ bunlar şöyle olabilir: Daha uygun işi bırakmak, ruhsatlı işleri yapıp azimet isteyen işleri terk etmek.. Amma onun istedikleri arasında şunlar yoktur: Haram işleri yapmak, farzları, vacipleri terk etmek.. Zira, ona göre bunlar: Düşmanların nasibidir.

Ey Oğul,

Anasır-ı erbaanın kemalâtı, her nekadar mutmainne kemalâtından daha üstün ise de, ki bu mana daha önce anlatıldı; lâkin velayet makamı ile münasebeti, âlem-i emre katılmış olması sebebi ile sekir halinin sahibi olmuştur. İstiğrak makamında dahi, muhalefet mecali kalmaz. Anasırın nübüvvet makamı ile münasebeti pek çok olduğundan, ayıklık hali onda galip gelir. Bu manadan ötürü, zarurî olarak, muhalefet sureti orada kalır. Bu da, bazı menfaatların ve faydaların tahsili içindir. Bunları elde etmek dahi o muhalefete bağlıdır. Anla..

Şunun da bilinmesi yerinde olur:

Nübüvvet mansıbı, Hatem'ür-rüsül Resulûllah S.A. efendimizle mühürlenmiştir. Ona ve âline salât ve selâm.. Lâkin, tebaiyet yolundan, onun tabii olanlara, bu mansıbın kemalâtından kâmil manada bir nasip vardır. Bu kemalât nasibi, diğerlerine nazaran, ashab tabakasında daha ziyadedir.

Bu devlet, kıllet yolu ile, çoğalarak tabiine, sonra da teba-i tabiine sirayet etmiştir. Bundan sonra, gizliliğe, saklılığa geçmiştir.


Bundan sonra, velayet kemalâtının zıllıyeti yayılıp üstün gelmeye ve şüyu bulmaya başlamıştır.

Ancak, beklenen odur ki: Aradan bin sene geçtikten sonra haklı devlet tecdid edile.. Ona bir üstünlük verilip şüyu bulması artırıla.. Böylece, kemalâtın aslı zuhur edip onun zıllıyetini örte ve nisbet-i aliyyenin mürevvici Mehdî gelsin. Allah ondan razı olsun.

Ey Oğul,

Eğer kâmil manada Resulûllah S.A. efendimize tabi olan biri tebaiyet yolu ile nübüvvet makamı kemalâtlarını tamam ederse., mansıp sahiplerindende biri ise., imamet mansıbı ile müşerref olur.

Velâyet-i kübra kemalâtını tamam edince; eğer mansıp sahiplerinden biri ise., hilâfet mansıbı ile müşerref olur.

Zülıyet kemalâtı makamında imamet mansıbına yakışan kutb-u irşad makamıdır.

Hilâfet mansıbına yakışan ise., kutbu medar mansıbıdır.

Tahtanı (altta) sayılan bu iki makam, fevkani (üstte) sayılan iki makamın zillidir.

Şeyh Muhyiddin b. Arabi'ye göre: Gavs kutb-u medarın aynıdır. Ona göre, gavsiyetin bir mansıbı yoktur. Allah sırrının kudsivetini artırsın.

Amma bu Fakir'in inancına göre: Gavs, kutbu medardan başkasıdır. Kutub, bazı işlerde ondan yardım alır. Sonra onun, abdalların mansıplarını tayinde dahli vardır.

— «Bu, Allah'ın fazlıdır. Allah onu dilediğine verir. Ve, Allah büyük fazlın sahibidir.» (62/4)

Z e y l..

Peygamberlik makamına ve onun velayetine uygun düşen ilimler ve maarif, enbiyanın şeriatıdır. Onlara salât ve selâm olsun.

Nübüvvette, enbiyanın kademeleri ayrı ayrı olduğu için; tavrı ayrı ayrı oluş mikdarına göre, şeriatlerde ihtilâf zuhur eder.

Velayet makamına münasib olan marifetlere gelince., bunlar meşayihin keşif olarak söyledikleri güzel sözlerdir. Ayrıca, tevrüdden haber veren ilimler, ihatayı anlatan ittihad, yakınlık alâmeti sayılan sereyan, mir'atiyet ve müsbet zıllıyeti anlatan maiyet hep şühud ve ve müşahede içindir.

Hülâsa: Enbiyanın maarifi, Kur'andır; hadistir. Evliyanın maarifi ise.. Füsustur, Fütuhat-ı Mekkiye'dir.

Bir mısra:

Baharımdan kıyasla, gülistanımın halini..

Evliyanın velayeti, Hakka yakınlığı taleptir. Enbiyanın velayeti ise. Yüce Hakka pek yakınlığı gösterir.

Evliyanın velayeti, şühuda delâlet eder; enbiyanın velayeti ise.. meçhul keyfiyet nisbetini tesbit eder.

Evliyanın velayeti bilemez: Akrabiyet (pek yakın olmak) nedir?. Cehalet; ve hayret nasıl şeydir anlayamaz.

Enbiyanın velayeti ise., akrebiyet durumunun varlığına rağmen, yakınlığı uzaklığını aynı müşahedeyi dahi gaybin aynı olarak görür.

Bir mısra:

Uzar gider, yapsam dediğimin şerhini..

Ey Oğul,

Nübüvvetin kemalâtı; velayet üzerine onun meziyetli olduğu; suğra, kübra ulya velayetleri beyanı sırasında sözü uzattım. Bu arada, onların her birine münasip maarifi, onların her biri ile alâkalı muhal kısmı da uzun uzun anlattım.

Bu mananın beyanında, çok ve mükerrer fıkralar sıraladım.

Bu arada bir zeyl kelâm ekledim. Şu ümidle ki: Tam manası ile garib sözler olduğundan anlamaktan uzak görülmeye.. İnkâr zannından kurtula..

Bu ilimler, zarurî keşfidir; istidlali nazarî değildir.

Bu arada, bazı mukaddimeler de anlatıldı, Bu da, avam halkın anlayışlarına dikkat çekmek ve onlara daha yaklaştırmak içindir. Belki de havas zümrenin anlayışı için, teşrihtir; tavzihtir.

Bu öyle bir yoldur ki, Sübhan Hak bu Fakir'i onunla imtiyazlı kılmıştır. Hem de, bidayetinden nihayetine kadar..

Onun temeli, nihayetin bidayete derc edildiğini tazammun eden Nakşibendiye intisabıdır. Bu esas üzerine, imaretler ve köşkler kuruldu. Eğer o esas olmasaydı; bu muamele onun üzerine yapılamadı.

İşbu raddeye geldikten sonra, toprağı Mekke ve Medine olan Buhara ve Semerkand'de yetişen tohumu aldılar; Hind arzına ektiler. Onu, senelerce fazilet suyu ile sulayıp ihsan terbiyesi ile büyüttüler.

Kemale erdikten sonra, bu ilimlerin ve maarifin meyvesini vermeye başladı.

Bir âyet-i kerime meali:

— «Allah'a hamd olsun ki: Bizi buna kavuşturdu. Allah bize hidayet etmeseydi; biz buna kavuşamazdık. Rabbımızın resulleri gerçeği getirdi.» (7/43)

***

Şunun da bilinmesi gerekir:

Bu Tarikat-ı Aliyye'ye sülûk etmek, kendisine uyulan şeyhe karşı mahabbet rabıtası iledir. Ki bu zat, bu yolda, murad olarak seyretmiş; bu kemalât ile kuvvet cezbesine boyanmıştır.

Anlatılan bu kemalâtın sahibi, vaktin imamı, zamanın halifesidir.

Onun nazarı, kalb marazlarına şifadır. Onun teveccühü, manevî illetleri giderir.

Kutuplar ve bedeller, onun makamlarının zılâlinde ferahyab olurlar. Evtad ve nüceba, onun kemalât denizinden gelen bir katra ile kanaat ederler.

Onun feyiz nuru, güneş, nuru gibi bütün şahısları sarar. Hem de hiç bir irade olmadan. Onun nasıl bir iradesi olsun ki, zira onun iradesi elinde değildir. Çoğu kez, iradeyi ister; ama bu irade, onun için hâsıl olmaz.

Bu mananın bilinmesi de gerekmez. Onun vesilesi ile irşad olan ve hidayet nuruna kavuşan onun durumuna muttali olur. Hatta, onlar hidayete erip irşad olduklarını dahi bilmezler.. Durum böyle iken, iktida edilen şeyhin kemalâtı ile taHakkuk ederler. Âleme dahi hidayet yolunu gösteren olmuşlardır.

Şundan ki: Halleri bilmek, herkese vergi değildir. Makamat seyirlerinin tafsili, şahısların tümüne ihsan olunmaz.

Evet.. Bir şeyh ki, vusul tarikatlarından belli bir tarikatın varlığı onun mübarek varlığına bağlıdır; elbette bu zat ilim sahibidir; seyir tafsillerine karşı şuur sahibidir. Ama, onun gayrına onu bilmek yeter; onun tavassutu ile kemâl ve tekmil makamına vâsıl, fena ve beka ile müşerref olurlar.

Bir şiir:

Allah'a ne zorluğu olur;
Alemi, bir şahsa doldurur..

***

Bizim faydalı olmamız ve faydalanmamız, in'ikâs ve insıbağ yolu iledir. Bir mürid, saat saat iktida edilen şeyhin boyasına girer.. Yani: Ona karşı beslediği mahabbet yolu ile.. İn'ikâs yolundan, onun nurları ile nurlamr. Bu durumda, halleri bilmeve niçin ihtiyaç duyulsun?. Hele faydalanma ve faydalı olma yolunda.. Görmez misin ki: Karpuz, güneşin harareti ile saat saat yetişir; günlerin ilerlemesi ile kemal mertebesine erer. Durum böyle olunca, yetişme şeklini bilmek ona neden lâzım olsun?. Sonra güneşe: Onun yetişmesine sebeb olduğunu bilmek neden lâzım olsun?.

Evet., sülûke girmek ve başkalarını ihtiyarî olarak sülûke almak için ilim lâzımdır. Ama, bu mana başka silsilelere göredir; bizim tarikatımız ashab-ı kiramın yoludur. Allah onlardan razı olsun. Sülûke girmek ve başkalarını da sülûke almak ilme bağlı değildir.

Eğer kendisine uyulan şeyh, bu Tarikat-ı Aliyye'nin idarecisi olarak, ilim kemali ile mevsuf, bol marifetle de taHakkuk etmiş ise.. hiç şüphe edilmesin; ona göre: Diriler ve ölüler, yaşlı ve ihtiyar, genç bu Tarikat-ı Aliyye'de müsavidir. Bilhassa vusul işinde.. Zira onlar, maksadlarının müntehasına yetişirler. Bu dahi, ya mahabbet rabıtası ile olur; yahut böyle bir devlet sahibinin teveccühü ile..

— «Bu, Allah'ın fazlıdır; onu dilediğine verir. Ve Allah, büyük fazlın sahibidir.» (62/4)

***

Şunun da bilinmesi gerekir ki: Müntehi olan bir kimse, her ne kadar hallerinde bilgiye sahip değilse de, harika işlerin onda zuhura gelmesi elbette vardır. Bu zuhur eden şeylere karşı çoğu kez, onun bir arzusu yoktur. Çoğu zaman, onların zuhurundan da bir bilgisi yoktur. İnsanlar, ondan zuhur eden harika kerametleri görürler ama o bunlara muttali değildir.

***

Yukarıda geçen cümlede; müntehi için:

— Her nekadar bilgiye sahip değilse..

Dedim. Bundan murad, hallerin tafsiline dair ilimdir: mutlak ilim manasına gelmez. Yani:

— Asla hallerini bilmez..

Demek değildir. Nitekim bu manada. işaret geçti. Onun hidayet nuru; müridlerine, vasıtalı da sirayet eder; vasıtasız da.. Hatta bu çok vasıta ile dahi sirayet eder. Amma, onun kendine mahsus tarikatı; tağyir ve tebdil levsi ile mülevves olmadığı süre.. Bid'atlar ve yersiz icatlarla tahri'o edilmediği süre.. Şu âyet-i kerime, bu manayı anlatır:

— «Bir kavim, özlerindekini (güzel huyları ve âdetleri) değiştirmedikçe, Allah onları değiştirmez.» (13/11)

Asıl hayret edilecek zümre şunlardır ki: Yaptıkları bu tebdilâtı, bu Tarikat-ı Aliyye'nin tekmilleri sanırlar. Bu katılan şeyleri, bu intisab için, tamamlayıcı kabul ederler. Ama, bilmezler ki: Bu işin tekmili ve tetmimi, her kusurlu ve noksana kalmamıştır. Bu icad ilhak, her içi boş olan havsalanın haddi değildir.

Bir şiir:

Binlerce nükte var bunda kıldan ince;
Her baş çeken bir şey mi bilir kendince.

***

Bid'ad zulmetleri sebebi ile, sünnet nurlarını kapadılar. Şeriat-ı Mustafaviye'nin revnakını, yeni icad ettikleri işlerin kirleri ile kaybettiler. O şeriatın sahibine salât ve selâm..

Bu anlatılanlardan daha acaibi; bir cemaat, bu yenilik sayılan işlen, güzel işler arasında gördüler. Bu bidatlan dahi, hoş haseneler sanıp bununla dinin tekmilini ve şeriatın tamamlanmasını taleb ederler. Bu işlerin yapılması için dahi çok çok teşvikte bulunurlar. Allah-ü Taâlâ, onlara doğru yolu hidayet eylesin. Acaba bilmezler mi ki: Bu yeniliker çıkmadan evvel de bu din kâmil idi; nimet dahi tamam olmuştu. Allah-ü Taâlâ'nın rızası dahi hâsıl olmuştu. Nitekim Allah-ü Taâlâ şöyle buyurdu:

— «Bugün, size dininizi ikmal ettim. Nimetimi size tamamladım. Din olarak, sizin için İslâm'a razı oldum.» (5/3)

Bu yenilik icatlarla, dinin kemalini talep etmek; hakikati bu âyet-i kerimenin muktazasını inkâr etmektir.

Bir şiir:

Korktum, açtım dertlerimin birazını;
Söz çok, bıktırmasın dedim pek azını..

Müçtehid âlimler, din hükümlerini açıkladılar. Ama onlar, dinde olmayan bir şeyi yeni bir icad olarak getirmediler. İçtihada dayalı hükümler, yeni icad edilen işler meyanında sayılmazlar. Elbette bunların yaptığı dinî esaslardandır. Zira dinde dördüncü esas: Kıyastır.

***

Ey Oğul.

Kutb-u irşad ile alâkalı kısmı, Mebde ve Maad risalesinin İFADE YE İSTİFADE babında yazmıştım.

Lâkin onun bu makamla münasebeti olduğu ve burada faydan olacağı için, bu mektuba da yazmak uygun oldu. Bundan ibret alınmalıdır.

Kutb-u irşad, ferdî kemalâtı dahi cami olduğu için, pek değerli bir varlıktır. Nice uzun asırlardan ve uzun zamanlar geçtikten sonra bir cevher misali zuhur eder. Zulmanî âlemi, zuhur nuru, ile aydınlatır. Onun hidayet ve irşad nuru, bütün âleme şamildir.

Arşın çevresinden, yerin zeminine kadar; kendisine irşad, hidayet, iman ve marifet gelen hemen herkes ancak onun yolu ile elde edeceğini elde eder ve ondan istifadesini yapar. Onun tavassutu olmadan, böyle bir devlet hiç kimseye müyesser olmaz. Onun nuru, bütün âlemi, bahr-i muhit gibi sarmıştır. Ve bu deniz, donup kalmış gibidir: asla hareket etmez. Amma, ona karşı ihlâs sahibi olan bir talip ona teveccüh ederse., yahut kendisi talibe teveccüh ederse., bu teveccüh anında talibin kalbine bir pencere açılır. Bundan sonra o talip teveccühü ve ihlâsı kadar, anlatılan yolla oradan kana kana içer..

Bir kimse, Allah'ın zikrine müteveccih olur; tamamen ona yönelir de bu kutba hiç teveccüh etmezse., ama bunu inkâr ettiğinden değil; onu tanımadığından yapar., üstte anlatılan fayda, bu kimseye dahi gelir.. Amma, birinci anlatılanın istifadesi, bu ikinci derecede anlatılanın istifadesinden daha ziyadedir. Ancak, bir kimse onu inkâr eder veya ona eza ederse., böyle bir kimse, Yüce Mukaddes Allah'ın zikri ile meşgul olsa dahi; irşadın ve hidayetin hakikatından mahrumdur. Bu inkârı ve eziyeti, feyiz yolunu kapamakta bir set olur. Onun için hidayetin hakikati artık yoktur. İsterse, o şanı büyük kutup onun faydalanmaması için teveccüh etmemiş; onun faydalanmasına engel olmamış ve zararını kasd etmemiş olsun. Elbette, onda irşadın sureti vardır; hepsi o kadar. Bu suret dahi manadan yana boştur. Faydası ve yararı azdır. Amma o kimselerde ki, bu kutba karşı mahabbet ve ihlâs vardır; anlatılan teveccühte, Allah'ın zikrinden hali olsalar dahi, yalnız bu sevgileri dolayısı ile hidayet ve irşad nuru kendilerine ulaşır.

İşbu anlatılan marifet, bu mektubun sonu olsun..

Bir şiir:

Yetindim, yetsin bu kadarı zekilere;
Defalarca, hep seslendim dinleyenlere..

Rahman Rahim Âlemlerin Rabbı Allah'a hamd olsun. Salât ve selâm onun Resulü Muhammed'e ve ashabına daima ve her zaman..


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: Mektubât-ı Rabbanî'deki Mehdi A.S. ile İlgili Yerler
MesajGönderilme zamanı: 12.11.09, 11:35 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı

Kayıt: 27.12.08, 17:20
Mesajlar: 565
261. MEKTUP

MEVZUU : a) Namazın faziletleri..
b) Bazı yüksek maarif ve üstün hakikatler zımnında namaza mahsus kemalât.

NOT : İMAMI RABBANİ Hz. bu mektubu. Mir Nu'man'a yazmıştır.

Allah'a hamd olsun. Salât ve selâm onun resulüne.. Sizlere çok dualar etmekteyim.

Allah, kendisini irşad eylesin; pek değerli kardeşimin malumu olsun ki: Namaz, İslâm'ın beş erkânından ikincisidir. Her nekadar cüz'î ise., çok ibadetleri camidir. Ve., kendisindeki camiiyyetten ötürü: Küllüyet hükmü verilmiştir. Hakka yaklaştıran ibadetlerin tümünden daha yüksektir.

Âlemlerin efendisi Resulûllah S.A. efendimize rüyet devleti: miraç gecesi cennette müyesser olmuştur. Bu dünyaya indikten sonra dahi bu hayata münasip bir şekilde namazda müyesser olmuştur. Bu mana icabı olarak, Resulûllah S.A. efendimiz şöyle buyurdu:

— «Namaz müminin miracıdır.»

— «Kulun, Rabbına en yakın olduğu an namazdadır.»

Resulûllah S.A. efendimizin kâmil manada tabilerine ise., anlatılan devletten bolca nasip vardır. Zira, hakikî manada rüyet, bu dünya hayatında takat getirilecek bir şey değildir.

Eğer Allah-ü Taâlâ, namaz emri vermeseydi: maksudun yüzünden kim nikabı açabilirdi?. Kim matlub yolunda talibin delili olabilirdi.

Gamlılara lezzet getiren namazdır.

Uzaklık ve ayrılık eleminden hasta olanlara rahat getiren namazdır. Resulûllah S.A. efendimizin:

— «Beni rahata kavuştur ey Bilâl.» Emri bu manaya işarettir.

— «Gözümün nuru namazdadır.»

Manasındaki hadis-i şerif dahi anlatılan temenninin bir işaretidir.

Namazın haricinde ve namazın hakikatini anlamadan elde edilen zevkler, vecidler, ilimler, marifetler, haller, makamlar, nurlar, elvan, telvinat, temkinat, şekli belli ve belli olmayan tecelliyat, mütelevvin ve gayr-ı mütelevvin zuhurattan hemen hepsi zılaidir, emsaldir. Bunların menşei vehim ve havaidir.

Namazın hakikatına şuurlu olan bir musalli, namazını eda ettiği zaman, bu dünya hayatından çıkar, âhiret hayatına geçer.. Bu vakitte hiç şüphe yok; âhirete mahsus olan devletten bolca nasib alır. Zıllıyet şaibesi olmadan, asıl manadan bir haz hâsıl olur.

Zira, dünya hayatı, zilli sayılan kemalâta inhisar etmiştir. Zıllıyetten hariç olan muamele, âhirete mahsustur.

Bu manada, elbette miraç gereklidir; müminler için de bu: Namazdır. Böyle bir devlet, ancak bu ümmete mahsustur. Bu devletle müşerref olup saadet kazanmaları, ancak, Resulûllah'a tebaiyetleri yolundan olmuştur. Ona ve âline salât ve selâm..

Nitekim, Resulûllah S.A. efendimiz bu devlete ermek için; dünya hayatından çıktı; miraç gecesi âhiret hayatına geçip cennete girdi.

Allahım, onu ve ehlini bizden yana mükâfatlandır. Bir peygamberi, ümmeti namına mükâfatlandırdığın şeylerin en faziletlisi ile onu bizden yana mükâfatlandır. Hatta bütün peygamberleri mükâfatlandır. Zira onlar, halkı Hakka davet edenlerdir: Allah'a kavuşmaya hidayet edenlerdir.

O kimseler ki, bu taife arasında namazın hakikatına muttali olmamışlardır; ona mahsus olan kemalâta dahi vâkıf olmamışlardır. Bunun için, marazlarına başka işlerden ilâç arar duruma gelmişlerdir. Muradlarının hâsıl olması için, çeşitli şeyler aramaya başlamışlardır.

Hatta onlardan bir taife namazı halden uzak saymış; onun yapışını, mugayeret ve mübayenet üzere görmüştür. Bunun muhal olmasından başka, orucu, namazdan daha faziletli sanmışlardır.

Fütuhat-ı Mekkiye eserinin sahibi, bu manada şöyle dedi:

— Oruç, yemeyi ve içmeyi bırakmak olup samedaniyet sıfatı ile taHakkuktur. Namaz ise., mugayerete ve mübayenete çıkıştır; âbidlik ve mabudluk (ikilisini) anlatır.

Görülüyor ki, bu mesele, vahdet-i vücudla alâkalıdır. Ki bu: Kendilerinde sekr halleri olanlara göredir.

Namazın hakikatini anlamayan, ondan yana haberi yitiren bu taifeden bir topluluk dahi; ıstıraplarına nağmelerle, semağ ile, vecd ve tevacüdle teskin yolu aramışlardır. Matluplarına kavuşmayı, nağmeler perdesinin arkasında mütalaa etmeye başlamışlardır. Bunun için de, raksı ve hareketi, kendilerine bir yol edinmişlerdir. Ne var ki onlar:

— «Allah'ın size haram etliği şeyde şifa yoktur.»

Manasına gelen hadis-i şerifi de duymuşlardır.

Evet., suda boğulan, her ot köküne yapışır. Bir şeyi sevmek dahi, sahibini kör ve sağır eder.

Eğer onlara, namazın hakikatından yana bir parça açılsaydı; zevk burunlarına ondan bir parça koku ulaşsaydı: Semağa ve nağmeye meyletmezlerdi. Kesin olarak, vecde ve tevacüde dahi dayanmazlardı.

Bir mısra:

Görmeyince hakiki yolu saptılar efsaneye..

***

Ey Kardeş,

Namazla nağmeler arasında ne mikdar fark var ise., menşei namaz olan kemalât ile menşei nağmeler olan kemalât arasında o kadar fark vardır. Akıllı olana bir işaret yeter.

Bu, öyle bir kemaldir ki; bin sene sonra bulunmuştur. Öyle bir sondur ki: Evvellerin sıfatı ve rengi ile zuhur etmiştir. Herhalde Re sulüllah'ın S.A. buyurduğu:

— «Bilinmez evveli mi hayırlıdır; yoksa âhiri mi?.»

Hadis-i şerif bu manayadır. Bu arada:

— Yoksa ortaları mı?.

Buyurmadı. Çünkü: Evvel ile âhir arasındaki münasebeti, evvel ile orta arasındaki münasebetten daha ziyade gördü. Bu arada bir tereddüd oldu; bir başka hadis-i şerifinde şöyle buyurdu:

— «Ümmetimin evveli, âhirinden daha faziletlidir; ikisi arasında keder vardır.»

***

Evet..

Bu ümmetin son gelenlerinde, her nekadar yüksek nisbet var ise de, ona sahip olanlar azdır. Hatta azdan dahi azdır.

Ortada gelenlerde, nisbet bu derece yüksek değildi; ama onlar çoktu; hatta pek çoktu.. Ama her bakımdan, hem kemmiyet, hem de keyfiyet bakımından..

Amma bu akalliyet nisbeti, son gelenleri bu kadar yüksek derecelere çıkardı. Sabikun olan zümre ile münasebet peyda ettirdi. Onları, Resulûllah S.A. efendimizin şu hadis-i şerifi ile müjdeli kıldı:

«İslâm, garib başladı; garib dönecektir. Gariplere ne mutlu..»

Bu ümmetin âhirliği, ikinci binin başlaması ile başlar. Yani: Resulûllah S.A. efendimizin irtihalinden itibaren..

Bu bin senenin geçmesi ile, işlerin değişmesinde büyük bir hasiyet olmuş; eşyanın tebdilinde kuvvetli bir tesir meydana getirmiştir.

Bu ümmetin şeriatında ve siretinde nesih ve tebdil olmadığı için; sabikunun nisbeti eski tazeliği ile zuhur etmiş son gelenlerde eski güzelliği ile meydana çıkmıştır.

Şeriatın teyid hasletleri, milleti tecdidi bu ikinci bindedir.

Bu davanın doğruluğuna adil şahid: İsa'nın a.s. Mehdî'nin r.a. bu bin içinde var oluşlarıdır.


Bir şiir:

Alsaydı ruh'ül-kudsten yardımını;
İsa'nın gayrı, yapardı yaptığını..

***

Ey Kardeş,

Bu konuşulan kelâm, bugün, pek çoklarına ağır gelir; anlayışlarından da uzak görülür. Amma onlar, insafa gelip de, maarif sözlerinin bazısını bazısı ile kıyas etseler, şer'î ilimlere mutabık düşüp düşmemesi ile, sağlamını, çürüğünü düşünseler, şeriat-ı nebeviyeye tazim ve tevkirin hangisinde daha çok olduğunu görselerdi uzak görme vartasından kurtulurlardı.

Ancak şöyle görürlerdi:

Bun Fakir, kitaplarında ve risalelerinde yazdı ki:

Tarikat ve hakikat, şeriatın hizmetindedir.

Nübüvvet, velayetten daha faziletlidir. İsterse bu velayet, peygamberin velayeti olsun.

Şunu da yazmıştır:

Nübüvvet kemalâtı yanında, velayet kemalâtının hiç bir mikdarı asla yoktur. Hatta onun için, umman denize göre, bir damla nisbeti dahi yoktur.

Buna benzeyen ilimleri çok çok yazmıştır. Bilhassa tarikat beyanı zımmında oğluma yazdığım mektupta.. (Bak: 260. Mektup) Bu manaları, orada mülâhaza etsinler.

***

Bütün bu konuşmalardan maksad: Sübhan Hakkın nimetini izhardır. Tarikat taliplerini teşviktir. Amma, kendimi diğerlerinden daha faziletli göstermek için değil.. Şu bir hakikattir ki: Kendisini frenk kâfirlerinden dahi faziletli görene, Sübhan Hakkın marifeti haramdır; din büyüklerinden faziletli görmek şöyle dursun.

Bir şiir:

Amma şahım yüceltti makamımı yerden;
Onunla ayda, yıldızda ayıldım birden.

Ben bir bahçe gibiyim ki; oraya bahar;
Bulutlarından zülâl yağmurlar hep yağar.

Bin tane dilim olsa da senaya dursam;
Ona infialden başkaca neyim artar?.

***

Bu mektubu mütalaa ettikten sonra, namazın sırlarını öğrenmek ve onun hususî kemalâtını tahsil etmek için, sizde, bir şevk zâhir olursa., bu şevk dahi sizi mustarip bir hale getirirse., istiharelerden sonra, bu tarafa gelirsiniz. Böylece, ömrünüzün bir kısmını da namazın sırlarını öğrenmeye sarf etmiş olursunuz.

İrşad yoluna hidayet eden Hadi Allah'tır.

Selâm hidayete tabi olup Mütabaat-ı Mustafa'yı bırakmayanlara.. Ona ve âline salât ve selâm..

***


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
Eskiden itibaren mesajları göster:  Sırala  
Yeni başlık gönder Başlığa cevap ver  [ 20 mesaj ]  Sayfaya git 1, 2  Sonraki

Tüm zamanlar UTC + 2 saat


Kimler çevrimiçi

Bu forumu gezen kullanıcılar: Hiç bir kayıtlı kullanıcı yok ve 4 misafir


Bu foruma yeni başlıklar gönderemezsiniz
Bu forumdaki başlıklara cevap veremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı düzenleyemezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı silemezsiniz

Geçiş yap:  
   Powered by phpBB © 2000, 2002, 2005, 2007 phpBB Group

Türkçe çeviri: phpBB Türkiye