Sufiforum.com

2009'da başlayan SUFİFORUM'da İslam; İslam Tasavvuf Geleneği ile ilgili her türlü güncel ya da 'eskimez' konular yer almaktadır. İçerik yenilemeleri tasavvuf.name sitesinden sürdürülmektedir. ALLAH YÂR OLSUN.

Giriş |  Kayıt




Yeni başlık gönder Başlığa cevap ver  [ 1 mesaj ] 
Yazar Mesaj
 Mesaj Başlığı: RABBANÎ MEKTUB - 216
MesajGönderilme zamanı: 12.03.09, 10:11 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 14.12.08, 12:14
Mesajlar: 1108
216. RABBANÎ MEKTUB

Kerâmet’in Çokluğu Velâyetin Yüksekliğine mi delâlet eder?

Bu mektup Mirza Hüsameddin Ahmed’e yazılmıştır.

Allah dostlarının bazısından kerâmetlerin çok, bazılarından ise az zuhur etmesinin hikmeti, Tekmil ve irşad makamının en mükemmel şeklini ve buna münâsip halleri beyan etmektedir.

Âlemlerin Rabbi Allâh-ü Teâlâ’ya hamd olsun. Salât ve Selâm, Peygamberlerin Efendisine ve Onun tertemiz âline olsun.

Şu zayıf (bitkin) hatıra şöyle geldi: Benimle dostlar arasına sûri uzaklık (Bedenen, şeklî uzaklık) girince ve yüz yüze görüşmek anka kuşu gibi olunca, (anka kuşu; ismi olan ama kendi olmayan bir kuştur. Yani görüşmek mümkün olmayınca) onlara zaman zaman bazı ilim ve mârifetleri yazmam münâsip oldu.

İşte buna binâen bazı zamanlarda bu kısımdan bir şeyler yazıyorum. Umarım ki, bu iş bıkkınlık verici olmaz.

Ey mahdum!
Aziz dostum.

Velâyet bizim aramızda bir bahis konusu olunca, avam halkın da nazarı kerâmetlerin zuhûruna yönelik olunca, bu konuyla ilgili birkaç kelime zikredeceğim. Bunların iyi dinlenip anlaşılması gerekir.

Bilesin ki;
Velilik, fenâ ve bekâdan ibarettir. Keşifler ve kerâmetler ise, ister az olsun ister çok olsun bunun levâzımındandır. Ancak kerâmeti çok olanın velâyeti daha tamam ve nasîbi daha çok demek değildir. (Yani kerâmeti çok olan velinin makâmı, kerâmeti az olandan daha büyük demek değildir) Aksine, çoğu zaman velâyeti tamam olanın (büyük velilerin) kerâmeti az oluyor.

Kerametlerin çokça zuhur etmesinin iki dayanağı, sebebi vardır.
1- Urûc (yükselme) vaktinde yukarıya yükselişin daha çok olmasıdır.
2- Nüzül (iniş) vaktinde aşağıya inişin az olmasıdır. Hatta kerâmetlerin çokça görülmesindeki en büyük sebep, urûc tarafı ne şekilde olursa olsun, nüzûlün az olmasıdır. Çünkü nüzül sahibi (iniş halindeki veli) sebepler âlemine iner, eşyanın varlığını sebeplere bağlı olarak bulur. Ve sebepler perdesi arkasında da, sebepleri yaratan (Müsebbibü’l-esbab olan Allah)ın fiilini görür.
Daha nüzül etmemiş olan kimse veya nüzül etmiş ama, henüz sebeplere ulaşmamış olan kimsenin bakışı, sadece sebepleri yaratan (Allah-ü Teâlâ)’nın fiilinde kalır. Çünkü sebepler onun nazarından tamamen kalkmıştır. Ve onun nazarı sadece sebepleri sebep kılan Allah-ü Teâlâ’nın fiiline takılmıştır.

Hiç şüphe yok ki Hak Sübhânehü, bu iki veliden her birinin zannına göre ayrı ayrı muâmele eder. Bu yüzden, sebepleri görenin işini sebeplere terk eder. Sebepleri görmeyenin işini ise, sebepleri araya koymadan görür. “Ben kulumun, Bana olan zannının yanındayım” kuds-î hadisi, bu mananın şâhidi ve destekçisidir.

Uzun zamandır (bir mesele) aklımı kurcalamıştı. Bu ümmetin kâmil velilerinden kerâmetlerin görülmemesinin sebebi nedir? Hâlbuki onlar geçmişte çoktu. Seyyid Muhyiddîn Abdülkâdir Geylânî hazretlerinden (kerâmetler) zuhur ettiği gibi (bu ümmetin velilerinden neden kerâmet görülmüyor?) Allâh-ü Teâlâ sonunda bu muammâ hâlin sırrını bana izhâr etti.

Ve bildim ki; Seyyid Muhyiddîn Geylânî hazretlerinin urûcu, bir çok evliyânın yükselişinden daha yüksek idi. (Geylânî hazretleri) nüzül bölümünde, sadece ruh makamına kadar indi ki, o makam, sebepler âleminin üstündedir.

Hasan-ı Basrî ile Habîb-i Acemî arasında geçen hikaye buna (iki makam arasındaki farkı anlatmak bakımından) uygundur. Yani geride geçen manayı kuvvetlendirir ve teyid eder.

Hasan-ı Basrî’den şöyle naklolundu:
Hasan-ı Basrî hazretleri bir gün nehrin kıyısında durmuş karşıya geçmek için gemi bekliyordu. Bu sırada Habîb-i Acemî geldi ve ona, orada beklemesinin sebebini sordu. Hasan-ı Basrî hazretleri de: “gemi bekliyorum” dedi. Habîb-i Acemî: “gemiye ne gerek var, sende yakîn yok mu?” (yani Allah’ın, gemi olmadan, esbaba tevessül etmeden seni karşıya geçireceğine inancın yok mu?) dedi. (Bunun üzerine) Hasan-ı Basrî’de: “sende ilim yok mu?” (Allah’ın sebeplerle iş gördüğünü bilmiyor musun?) diye cevap verdi. (Netice de) Habîb-i Acemî, gemi kullanmadan su üzerinde yürüyerek nehrin karşı kıyısına geçti. Hasan-ı Basrî ise durup gemiyi bekledi.

Hasan-ı Basrî hazretleri sebepler âlemine inmiş olduğu için, ona sebepler vâsıtasıyla muâmele edildi. Habîb-i Acemî ise, sebepleri tamamıyla gözünden silmiş ve bir kenara atmıştı. Dolayısıyla ona da sebeplerin aracılığı olmaksızın muâmele edildi. Ancak fazîlet ve üstünlük Hasan-ı Basrî’ye aittir. Çünkü o ilim sahibidir. Ayne’l-yakîn (görerek inanmak) ile ilme’l-yakîn (bilerek inanmak) arasını cem etmiş ve eşyayı da olduğu gibi bilmiştir.

Zîra Allah’ın kudreti, işin aslında hikmet perdesinin arkasında gizlenmiştir. (Yani Allah-ü Teâlâ hikmetinin gereği, yaptığı işleri sebeplerle görür, kudretini de bunun ardına gizler.) Habîb-i Âcemî ise sekir (mânevî sarhoşluk) sahibidir. Onun gerçek fâile (Allah-ü Teâlâ’ya) sebeplerin tesiri olmadan yakînî inancı vardır. Ama bu görüş, işin aslına, özüne mutâbık değildir. Çünkü sebeplerin vasıta olması, gerçekte var olan bir durumdur.

Tekmil ve irşad muâmelesine gelince o, kerâmetlerin görülmesi muâmelesinin aksinedir. Çünkü irşad makamında nüzül daha fazla olursa, irşad da o nisbette mükemmel ve daha tam olur. Zîra irşad makamında, Mürşid ile mürid arasında münasebet hâsıl olması gereklidir. Bu münasebet de, nüzûle bağlıdır. (mürşid ile mürid arasında tam bir münasebet kurulabilmesi için, mürşidin sebepler âlemine inmesi lazımdır)

Bilmiş olasın ki; Yükseliş ne kadar çok olursa, inişte (ona nisbetle) o kadar çok olur. Bundan dolayı, Resûlüllah Sallallâhü Aleyhi Vesellem’in yükselişi herkesin üzerinde olmuştur. İniş esnasında da herkesten daha aşağıya inmiştir. İşte bu sebeple Onun dâveti en mükemmel davet olmuş ve bütün mahlûkâta peygamber olarak gönderilmiştir. Çünkü Resûlüllah Sallallâhü Aleyhi Vesellem inişin nihayetine ulaşması sebebiyle, her şeyle bir münâsebeti vardır ve Onun fayda verme yolu en mükemmel bir şekilde olmuştur.

Çoğu zaman, bu (mânevî) yolun ortasında olanlar, yolun sonunda olup da geri dönüşleri olmayanlardan daha fazla, bu yolun taliplerine faydalı olur. Çünkü mutavassıt olanların, müntehî olanlara nisbetle, mübtedî olanlarla daha fazla münasebeti vardır. (Yani mânevî yolun ortasında olanların, bu yola yeni girenlerle; yolun sonuna varıp geri dönmeyenlerden daha çok münasebeti vardır) Bu manadan dolayı Şeyhülislam Herevî kuddise sirruhu şöyle dedi: “Şayet, (Ebu Hasan) Harkânî ile Muhammed Kassab aynı yerde olsalardı, sizi Harkânî’ye değil, Muhammed Kassab’a gönderirdim. Çünkü o, size Harkânî’den daha fazla fayda verir.” Yani Harkânî müntehî idi. bu sebeple müridin ondan faydalanması az olur.

Burada Harkânî geri dönmemiş müntehilerdendi, yoksa mutlak müntehî (mutlak anlamda mânevî yolun sonuna gelmiş) değildi. Zira mutlak olarak yolun sonuna gelmiş birinin tam fayda vermemesi söz konusu değildir. Çünkü Allah Resûlü Muhammed Sallallâhü Aleyhi Vesellem’in intihâsı, herkesten daha ileridir. Hâlbuki Onun verdiği fayda herkesinkinden fazla olmuştur.
Dolayısıyla (bir mürşidin) fayda vermesinin az veya çok olması, geri dönüş ve inişe bağlıdır. Müntehî olup olmamasına değil. Ve de gerçek şudur ki, onun fayda vermesi herkesten daha fazladır. Bundan da anlaşılıyor ki; tam veya eksik fayda verme durumu, muhatapların seviyesine inmek ve onlarla aynı düzeyde durabilmekle alakalıdır, sona ermek veya ermemekle alâkalı değil.
Burada bilinmesi gereken bir incelik vardır. Nasıl ki velâyetin hâsıl olmasında, o velâyet sahibi için kendisinin velî olduğunu bilmesi şart değilse -ki bu meşhurdur- aynı şekilde kendisine âit kerâmetlerin olduğunu bilmesi de şart değildir. Hatta çoğu kere insanlar onun kerâmetlerini anlatırlar da, onun kendi kerâmetlerinden hiçbir haberi olmaz. İlim ve keşif sahibi olan velîlerin, kendi kerâmetlerinden haberlerinin olmaması mümkündür. Hatta onların misal âlemindeki sûretleri, pek çok farklı yerlerde görülür ve bu sûretlerden, uzak mesâfelerde bir takım acayip işler ve garip haller zuhur eder, halbuki bu sûret sahiplerinin bunların hiçbirinden haber yoktur.

Fiil ancak O’ndandır, Gayrısı ise mazhardır.


***

KAYNAK: Mektubât-ı Rabbanî -I.Cild-; Çeviri: Talha Alp, Mustafa Alp ve Orhan Ençakar; Yasin Yayınevi - İSTANBUL

***


Alıntı:
216

Bu mektûb, mirzâ Hüsâmeddîn Ahmede ?rahmetullahi aleyh" yazılmış olup, Evliyânın kerâmetini bildirmekdedir:

Herşeyi yokdan var edip, her ân varlıkda durduran, cânlıları besliyen, büyüten Allahü teâlâya hamd ederim. Onun Peygamberlerine ve bunların en üstünü olan Muhammed aleyhisselâma ve ona yakîn olanlara, salât ve selâm eylerim!

Dağlar, tepeler, dostlarla aramızda perde olduğundan, görünüşdeki uzaklık, buluşmağı, konuşmağı, Ankâ kuşu gibi, ele geçmez bir şekle sokmuşdur. Ara sıra yeni bilgileri yazıp, sevdiklerime yollamağı, âcizâne düşündüm. Bunun için tektük gönderdiğim bilgilerden, usanmıyacağınızı ümmîd ederim.

Kıymetli efendim! Bugünlerde, her ağızda, Evliyânın ?rahmetullahi aleyhim ecma'în" kerâmeti dolaşmakda, câhil halk, hârika, kerâmet aramakda olduğundan, bu yolda, birkaç şey yazmağı uygun gördüm. Lütfen dikkatli okuyunuz! Vilâyet ya'nî Evliyâlık, Fenâ ve Bekâ demekdir. Bu dereceye yetişenlerde, hârikalar, keşfler görülür. Fekat, hârikaların çok olması, vilâyetin temâmlığını ve olgunluğunu bildirmez. Hârikaları dahâ az olduğu hâlde, vilâyeti dahâ kâmil olanlar, çok görülmüşdür. Hârikaların çok olmasının sebebi ikidir:

1- Urûc ederken, pekçok yükselmek.

2- Nüzûl ederken pekaz inmek.

Hattâ, hârikaların çok görünmesinin başlıca sebebi, ikincisidir. Ya'nî yukarı makâmdan aşağıya inmenin az olmasıdır. Çünki, aşağı dereceye inen Velî, sebebler âlemine inmiş olur. Her hâdisenin bir sebeble hâsıl olduğunu bilir. Sebebleri yaratanın ?celle celâlüh", eşyâyı sebeblerle hareket etdirdiğini görür. Hâlbuki, aşağı dereceye geri dönmiyen veyâ az inip, sebebler derecesine düşmiyen Evliyâ, yalnız sebeblerin sâhibini, sebeblere kuvvet ve te'sîr vereni görüp, sebebleri göremez. Allahü teâlâ, herkese lâyık olanı, umduğunu verdiğinden, bu iki Velîye başka dürlü ihsânda bulunur. Sebebleri görenin işlerini, arzûlarını, sebeb ile yaratır. Sebebleri görmiyene ise, sebebsiz verir. Nitekim hadîs-i kudsîde, (Kullarım beni zan etdikleri gibi bulur) buyurulmakdadır. Bu ümmetde, çok Evliyâ gelip geçmişdir. Bunların içinde Muhyiddîn seyyid Abdülkâdir-i Geylânîden ?kuddise sirruh" hâsıl olan hârikalar kadar, hiçbirinden hâsıl olduğu işitilmemişdir. Bunun sebebi, uzun zemândan beri, zihnimi kurcalıyordu. Bir dürlü anlıyamıyordum. Sonra, Hak sübhânehü ve teâlâ bu bilmeceyi açıkladı. Anlaşıldı ki, o büyük Velî ?kuddise sirruh", Evliyânın hepsinden dahâ yukarı çıkmış, inişde, Rûh makâmına kadar tenezzül etmişdir. Rûh derecesi ise, sebeblerin bulunduğu âlemin üstündedir. Hasen-i Basrî ile Habîb-i Acemînin ?kuddise sirruhümâ" hâlini burada bildirmek uygun olur. Şöyle ki, birgün, Hasen-i Basrî, Dicle kenârında gemi bekliyordu. Habîb-i Acemî çıkageldi ve (Ne bekliyorsun?) dedi. (Gemiye bineceğim, onu bekliyorum) deyince, Habîb, (Gemiye ne hâcet, sen, yakîn mertebesine varmamışsın!) dedi. Hasen-i Basrî ise, (Sen de ilm-ül-yakîn derecesine ermemişsin) dedi. Habîb, gemiyi beklemeyip, su üzerinden yürüyüp karşıya geçdi. Hasen ise, gemiyi beklemekde kaldı. Çünki, sebebler âlemine kadar inmiş olduğundan, onun işlerini, sebebler te'sîri ile yapıyorlardı. Habîb-i Acemî ise, işlerin yaratılmasında, sebebleri görmediğinden, onun isteklerini sebebsiz olarak ihsân ediyorlardı. Hasenin derecesi, Habîbin derecesinden dahâ yüksekdir. Çünki, (İlm makâmı)ndadır. Ya'nî, ayn-ül-yakîni, ilm-ül yakîn ile birleşdirmişdir. Hâdiselerin husûle gelmesini, olduğu gibi, doğru görmekdedir. Allahü teâlâ, kudretini, hikmet altında gizlemekde, herşeyi sebebler te'sîri ile yapmakdadır. Habîbe gelince, O, aşk-ı ilâhînin serhoşudur. Sebebleri göremeyip, asl yapana bakmakdadır ki, bu görüşü yanlışdır. Çünki, arada sebebler vardır.

Tâlibleri irşâd etmek vazîfesi, hârikalar göstermenin aksinedir. Çünki Rehber, ne kadar çok inmiş olursa, irşâdı o kadar kuvvetli olur. İrşâd edebilmek için, tâlib ile rehberin birbirine yakîn olması lâzımdır. Bu da, Rehberin aşağı dereceye ya'nî tâliblerin derecesine inmiş olması ile olur. Bir Velî, ne kadar çok yükselirse, inişi o kadar çok aşağı olur. Bunun içindir ki, Peygamberlerin son geleni ?aleyhi ve alâ âlihissalevâtü vetteslîmât", hepsinden yukarı gitdi. İnişde de, hepsinden aşağı geldi. Bundan dolayı, Onun da'veti, irşâdı, hepsinden kuvvetli oldu ve bütün insanların Peygamberi oldu. Çünki inişi fazla olduğundan, mahlûklara yakınlığı, dahâ çok oldu. Böylece, kendisinden istifâde, dahâ kolay oldu. Tesavvuf yolunda, nihâyete varmayıp, ortalarda bulunan Velîler, tâliblere, nihâyete varmış da inememiş Velîlerden dahâ çok fâideli oluyor. Çünki ortalardakilerin hâli, başlangıcdakilere dahâ uygundur. Bunun içindir ki, şeyh-ul-islâm Hirevî Abdüllah-i Ensârî buyurdu ki, (Eğer Ebül-Hasen-i Harkânî ile Muhammed Kassâb bir şehrde bulunsaydı, sizi Muhammed Kassâba gönderirdim. Çünki o, tâliblere, Harkânîden dahâ fâideli olur). Harkânî, nihâyete varmışdı. Tâlibler, ondan, pek istifâde edemezdi. Ya'nî aşağı dönmiyen Velî, nihâyete varmakla, tâlibleri iyi yetişdiremez. Fekat, nihâyete varan Velîler, geriye indikden sonra, kuvvetli ifâde ve terbiye edicidir. Çünki, Muhammed ?sallallahü aleyhi ve sellem", herkesden dahâ yükselmiş iken, ifâde, terbiye etmesi, herkesden çok idi. Görülüyor ki, ifâdenin, terbiye etmenin azlığı, çokluğu iniş mikdârına bağlı olup, nihâyete varıp varmamağa bağlı değildir. Burada, dikkat edilecek bir incelik vardır ki, o da, Velînin ?rahmetullahi aleyhim ecma'în", kendi vilâyetini bilmesi lâzım olmadığı gibi, kendisinden hârika, kerâmet hâsıl olduğunu bilmesi de şart değildir. Çok olur ki, herkes onun kerâmetini görür. Onun bu kerâmetlerden hiç haberi olmaz. İlm ve keşf sâhibi olan Evliyânın da, kendi kerâmetlerinden ba'zısını bilmemesi câizdir. Ba'zan, bunların Âlem-i misâldeki şekllerini, sûretlerini bir ânda, çeşidli memleketlerde, herkese gösterirler. Uzak yerlerde, şaşılacak işleri yapdıkları görülür. Hâlbuki kendisi, bunları hiç bilmez. Hazret-i Mahdûmî, mevlânâ Nûreddîn-i Câmî ?kuddise sirruh" buyurdu ki, (Büyüklerden birine, çeşidli yerlerden gelen tanıdıkları, seni Mekke-i mükerremede gördük ve birlikde hac yapdık. Başkaları da, seni Bağdâdda gördük ve birlikde şöyle şöyle şeyler yapdık derlerdi. Hâlbuki, o kimse, o günlerde evinden çıkmamışdı ve o kimseleri görmemişdi. Acabâ niçin böyle söylüyorlar) derdi. [O kimse mevlânâ Câmî'in kendisi idi.] Her işin doğrusunu, yalnız Allahü teâlâ bilir. Dahâ fazla yazmağa lüzûm yok. Merâk etdiğinizi, dahâ çok anlamak istediğinizi öğrenirsem, inşâallah, dahâ çabuk ve dahâ çok yazarım.

Vesselâm.


_________________
" Hayrlar feth olsun ; şerler def olsun !..."


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
Eskiden itibaren mesajları göster:  Sırala  
Yeni başlık gönder Başlığa cevap ver  [ 1 mesaj ] 

Tüm zamanlar UTC + 2 saat


Kimler çevrimiçi

Bu forumu gezen kullanıcılar: Hiç bir kayıtlı kullanıcı yok ve 8 misafir


Bu foruma yeni başlıklar gönderemezsiniz
Bu forumdaki başlıklara cevap veremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı düzenleyemezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı silemezsiniz

Geçiş yap:  
cron
   Powered by phpBB © 2000, 2002, 2005, 2007 phpBB Group

Türkçe çeviri: phpBB Türkiye