Sufiforum.com

2009'da başlayan SUFİFORUM'da İslam; İslam Tasavvuf Geleneği ile ilgili her türlü güncel ya da 'eskimez' konular yer almaktadır. İçerik yenilemeleri tasavvuf.name sitesinden sürdürülmektedir. ALLAH YÂR OLSUN.

Giriş |  Kayıt




Yeni başlık gönder Başlığa cevap ver  [ 33 mesaj ]  Sayfaya git Önceki  1, 2, 3, 4  Sonraki
Yazar Mesaj
 Mesaj Başlığı: Re: TASAVVUFÎ SOHBETLER-1982 / Şeyh M. Nazım KIBRISÎ
MesajGönderilme zamanı: 05.06.09, 16:37 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 13.03.09, 06:08
Mesajlar: 291
Sohbet -9-

1977, Acıbâdem, İSTANBUL


“Eûzubillahimineşşeytânirracim. Bismillahirrahmânirrahîm”

İmam-ı Âzam Hacca geldiği vakitte hiç bir za­man bâb-ı selâmdan ileriye geçmemiştir. İmam-ı Âzam’a;

«Niye siz Mekke’de, Medine’de mücâvir olmuyorsunuz?» dediklerinde «Kalıbım burada olup kalbim Basra’da olmaktan ise, kalıbım Basra’da olup kalbimin burada olması daha güzeldir» demiş.

Hakî­katen bizim umum insanların halini güzelce beyan etmiş. Burada çok âşıklar var ki, oraya gidince âde­ta mahpus gibi duruyor;

· Aman memleketim,

· Aman yerim,

· Aman yurdum,

· Aman evim,

· Aman evlatlarım,

· Aman ahbaplarım,

· Aman işim gücüm!

Diyerekten sıkılıyor, daralıyor, her şey orada aklına geliyor. O zaman burası kıymetli oluyor, buraya gelince ora­nın hasreti kalbine düşüyor. Oraya da gidince vata­nın hasreti, yerinin, yurdunun, ehlinin hasreti ken­dini yakıyor. Onun için o mübârek zat;

«Basra’da olup kalbin burada olması, burada bulunup ta kalbin Basra’da olmasından daha yeğdir» diye söylemiş, bize çok güzel bir yol tarif etmiş.

Şimdi bu tarafların insanı Avrupa’yı bir şey zannedip de o tarafa meylediyor. Onlar ise bu şark ülke­leri, doğuya, gün doğuya çok dikkat ediyor. Kalbin bu tarafa bakması, o bakış esnasında imanı avlamasına vesile oluyor. O nura rast geldi mi, bir de­fa kalp o tarafa bakarken o nur tesadüf etti mi, bitti. O saadete girer. Doğu ismi de güzel, hakikati de gü­zel. Çünkü bütün enbiyanın doğdukları yer de, en­biyalar sultanının doğduğu tarafta orasıdır. Onun için kalpler fıtraten doğuyu sevmektedir ama içinde ya­şayanlar takdîr etmezler. Kalıplarımız burada oluyor, bizde o tarafa bakıyoruz. Bereket kalıplarımız üzeri­ne inen rahmet bizi kurtarıyor, yoksa kalp o tarafa baktığında imanı da kurtarması zor olacaktı. Lakin biz boyuna inen o rahmet tecellisi ile kurtuluyoruz. Öteki millet ise ümmetü’n da’ve; dâvette olan ümmetlerin de bu tarafa muhabbetleri oluyor.

─ Neden muhabbet ediyorlar?

Çünkü burada bütün enbiyanın cezbesi vardır. Bütün enbiyalar şarktan doğup yetiş­ti ve onların üzerine boyuna inen rahmet kesilmedi. O peygamberlerin (Aleyhimüs selâm âlâ Nebiyyina aleyhimüs selatü vesselâm),

· Nereye adım attıysa,

· Nerede yürüdüyse

· Nerde oturdu,

· Nerede kalktı,

· Nerede hitâb etti,

· Nerede ya­şadı,

· Nerede defnoldu ise

Üzerlerine rahmet inerdi. O inen rahmet, ALLAH’ın aç­tığı rahmet kesilmez. Onun için bu kadar kuvvetli is­yan, küfür, ilhat, zulüm, zulümât olsa da, o rahmet bu milleti tutuyor. O rahmet kesilmedi, o rahmet ile yaşıyoruz. Evet, o rahmet boyuna iniyor. Binaenaleyh o rahmetin cezbesi, o rahmetlerin envarları, insanın fıtratını, ruhaniyyetini muhakkak çekiyor. Ka­lıbı ne kadar uzak olsa, ruhaniyetine tesir yapıyor, tesir altına alıyor. Döndürdüğü vakitte, o taraftaki milletin kalpleri kendi ihtiyarlarının dışında olarak bu­raya bağlanıyor. Onların kalben olan bağlılıkları, akı­bette onların iman etmesine vesîle oluyor. Bu da sır­lardan bir sırdır.

Bizim de kalplerimiz hâzır olması bile kalıplarımızın burada oluşu saadete sevk ediyor. Onların kalıpları uzakta, kalpleri bu tarafa bakıyor. Kalp ile o nur ile birleştiğinde, dünyada imanlarını izhar etmeye fırsat bulamasalar bile, neticede dünyadan çıkma anında, o rahmetten o iman meydana çıkar.

Cenabı Allah cele ve ala’nın insanoğluna kurbiyyeti, tekrim-i ilâhi dün verilmiş mesele değil, yevmül ezelde verilmiştir. Cennet mekân Şeyhimiz Hazretleri:

“Elestü birabbiküm kâlû Belâ hitabı, o zerrelere olan hitap, dünkü haberdir” buyuruyor. “Onun ötesinde olan haberler vardır ki, o sırrü’l-sır makamında, ondan ileride hafâ, ondan ileride ahfâ makamlarında olan sır vardır.”

Allah (azze ve celle) Hazretlerinin huzurunda «Küntü kenzen mahfiyyen»[1] de biz mevcut idik, o Kenz’in içerisinde idik. «Ben gizli bir hazîne idim» dediği vakit Allah (Azze ve celle)’nin, o “küntü” hitabına mukabil, peygamberi zişan da “küntü nebiyyen” dedi. Allah’ın (Azze ve celle) “küntü kenzen: Ben bir kenz idim” dediği yevmi ezeldeki hitâbıdır. Peygamberin de “küntü nebiyyen” deyişi ezeldeki ahdidir, peygamberin sözüdür.

Elestü birabbiküm kâlû belâ’ ya ait olan hitap bu evliyaların indinde dünkü habere benzer. Onun gerisinde, onun ötesinde olan hakikat vardır ki o meydana çıkarsa kalpler eriyip gider. İstidat yok, istidat olmadığı için onu kapalı tutuyor. Tâ ki, dünyadan çıksın ve dünyadan çıkacak vakitte yedi nefes kaldığında yedi kuvvet aşılanır. O vakit, o yedi nefesin içerisinde peygamber-i zişan'na “Sen şimdi dur” denir. Peygamber Aleyhisselatü vesselam, ümmetin hizmetini tekvin eder. Ondan sonra tam yedi nefes kaldığında peygamber Aleyhisselatü vesselam aradan çıkar. O zaman, o ruhu Allah (Azze ve Celle) teslim alır. O yedi nefesin içinde, Allah (Azze ve Celle)’nin kuluna yaptığı muameleyi, ona verdiği kuvveti, aşıladığı sırrı kimse orada bilemez. Her nefes ne kadar infaal eder, bir nefesten ötekisine ge­çinceye kadar nefesin içerisinde neler girer, neler sığar. İlahi envarın ona giydirilmesi, o mua­meleye ait sır kaplıdır. Peygamber de ona muttali olmadan, orada durdurulur. Cenabı Allah kuluyla muamelesini o vakit tamamlar.

Nereden iblis girecek araya, ibliste araya gire­cek hal mi var? Aslanların durduğu yere (Hâşâ minel huzur) kelp araya mı sokulacak? Bir pençede bin tanesini parçalayıp atar. Hem orada duran derecesi dûn olan veliyullahtır. Bir kimsenin ruhunun kabz olunması halinde, onu derece derece hazırlayıp peygamberi davet eden hususi Kutbûl Mutasarrıf var­dır. Zamanın Kutbûl Mutasarrıfı kimse orada bir defa hazır olup, o kulu noksaniyyetten temiz yapıp ikmal eder. Sonra “Ya Resulâllah bu ümmet hazırdır” deyip peygamberi davet eder. Peygamber huzura gelir, o zaman ruhaniyyeti hazırdır.

«Bana bak. Beni tanı» der.

«Tanıdım ya Resulâllah.»

Müşahadeten bakıp görüp ondan ahdini alıp iman telkin eder. Hazır olduğu o vakitte, o yedi nefes ta­mam olduğunda peygamberin vazîfesi tamam olur. Her ümmet hakkında o hizmeti yapan peygamberdir. O peygamberin hizmeti her ümmetini Huzûr-u Rabbü’l âlemine takdim etmektir ve bu onun vazîfesi­dir.

Tamâm oldu ya Rabbel Âlemin, ya Rabbel izzeti velazame!

Yedi nefese kadar tamam, yedi nefeste Allah teslim alır. O anda vahdaniyet de­nizlerin envarlarını üzerine açar, yedi nefeste, yedi kuvvet aşılar, yedi sırdan ona verilir ve o kula ta­yin olunmuş olan makamı da açar. Bundan sonra dünyadan çıkmasına izin verilir, öyle çıkar. Nerede iblis oraya sokulacak, yaklaşacak. Böy­le müjdelerle bu ümmeti Cenabı Allah tazim etmiş­tir. Sen zannetmeki senin amelinden kurtulacaksın. Sen zannetme ki senin amelin âhir nefeste sana ima­nı kazandırmaya yetişecektir. Lakin bizim amelimiz, Allah Azze ve Celle’nin o bize olan muamelesine kar­şılık olup orada bize hayâ olmaması için, burada edep gözetmesi bize vâcibtir. Bütün Enbiya da o ede­bi bize bildirmeye gelmişlerdir. Edep dâiresini gözet­mek için bu teklifât gelmiştir. Şeriatın, şeriatların gelmesindeki hikmet budur. Şeriatların bize teklif et­miş olduğu hizmetlerin hikmeti, bizi Allah’a karşı edep dâiresinde durdurmak içindir.

«Herkes terler» diyor. Evliya da terler; Enbiya­lar da terler, orada. Peygamber-i zîşanın mübarek cismi şerîfine giymiş olduğu gömlek, dünyadan çı­karken su içinde kalmıştı. Onun da Veysel Karanî Hazretlerine verilmesini vasiyet ediyor ve Hırka-i Şerif Câmisinde olan Veysel Ka­ranî Hazretlerine verilen hırkadır ki, o gül gibi koku mübârek terinin ko­kusudur. Yüzbin, yüzmilyon sene geçse o koku üzerinden git­mez, onu koklayana şekavet olamaz. Hır­ka-i Saadeti koklayan kimseye şekavet olamaz. O adam ce­hennemin kokusunu koklamaz.

Peygambere, Aleyhisselatü vesselam Efendimize ait olan bir esere yüz süren, Saka-lı şerifi ziyaret eden, Hilye-i saadeti gözüne süren o gözleri cehennemin ateşi yakmaz, diyor. Onu ziyaret eden kimseler, oradaki o hilye-i saadetin üzerine inen rahmetin altına giren cibilli münâfık olsa, âhir nefesinde imana dönecektir, diyor. Peygamberin tâzimatıda bu. Evet, Cenabı Rabbül Âlemin bu Habibin ümmetini böyle tâzim ediyor. Herkes terler o zaman. Allah’ın (Azze ve Celle) ona göstermiş olduğu iltâfına, ihsanına bakıp kendi yapmış olduğuna kahren uta­nıp üzerinden ter akar;

Böyle Allah’a ben böyle mi kulluk yapacak­tım, ah bana yazıklar olsun diyecek. O zaman demeyecek insan yok, ruhlar orada utanıp hayâ teri döker diyor. Ruhlar utanacak. Allah’a sığındık,

─ Ne yapalım?

Bizim dikkat edeceğimiz mesele­dir; insan cinsine kıymet vermek, Allah’a tâzim­dendir.

─ Miraç gecesinde Allah (Azze ve Celle) Habibini neye dâvet etti?

“Ey Habibim! Zâtımı sana tarif için çağırdım, Zâtımı bildirmeye seni çağırdım, seni gönde­ren Rabbini göresin, tanıyasın diye çağırdım” diyor.

Allah (Azze ve Celle)’nin doksandokuz İsmullâhı, Esmâü’l Hüsnâ’sı ile tecelli açıp zâtını tarif eyledi. İs­m-i Âzâm’ın tecellisi açıldığında, öteki doksandokuz ismin tecellisi o İsm-i Âzâmın tecellisinin içerisinde kaybolup gidiyor gibi oldu. Böyle zâtını Mirac gece­sinde tarif etti.

Bu kelam, Hazretin bizim kalbimize vermiş olduğu ulum, esrar, sırrûl hikmetlerdendir. Kitaptan, defterden söylenen mesele değil, bu hakîkat membaından açılan ulum, peygamberin kalbine Allah’ın döktüğü ulumdandır. Ümmî Şeyhimizin o silsileden, onun kalbinden, o yoldan alıp bizim lîsanımıza, kalbimize vermiş olduğu esrarlardan bir noktadan ibâret bir işarettir bu. Bize söyletiyor. Allah, size dinletiyor. Bu hitâbı, kim dinler, kim itikad eder ve onu kalbinde saklarsa ona göre onun bu gibi hakîkate mazhar olması, o envarları giymesi, o şerafete mazhar olması muhakkaktır.

Cenabı Allah zâtını doksandokuz Esmâsı ile Mirac gecesinde bildirdikten sonra,

“Ey habibim! Beni yine Hakkı marifet ile bil­mek istersen, Beni kullarıma böyle bildir; bir kimse Be­nim kullarımı, benim hürmetimde tutmadıktan sonra beni hakkı ile takdîr etmiş olamaz. Beni nasıl tâzim ediyor, Beni nasıl hürmet ve ihtiram üze­rine tutuyorsa benim kullarımı da aynı tâzim, aynı ihtirâm ile onların hürmet ve ede­bini gözetmedikten sonra, beni hakkıyla takdîr et­mekten uzak olduklarını bildir” diyor. İnsanlar çeşit çeşit olduğu halde bütün insanlara “Benim kullarım” dedi Allah. Hayra tayin olunan insanlar da var, on­lar hayır işlemeye tayin olunmuştur. Çünkü bu âlemde bu insanlar iki şandadır:

1. Hayrıhi

2. Şerrihi

Hayrıhi ve şerrihi minellahi teâla.

Allah Azze ve Celle, bir kabza âdemin zürriyetinden aldı,

“Bunlar ehli cennettir, bunları cen­nete koyduğum takdirde, onlara verilecek şeylerden Ben müstağniyim, Ben Ganiyyu Mutlağım, onlara veri­rim, veririm, veririm. Ve o verdiğim şeyler Benim gözümde yoktur, ne kadar versem de bir kabzada alıp bunlar ehli nardır derim. Bunların ehemmiyeti yok, bunlar Benim fadlıma mazhar olanlar, bunlar Benim adlime mazhar olanlardır. Mülk Benim, adl Benim ­dir, mutlak tasarruf Bende dir. Siz edebi gözetiniz, Bana niçin demeyiniz. Sizi fadlıma, ihsanıma ehil kıldı­ğımda siz onu kendinizden zannetmeyiniz.”

Ona karşı şükran manası bu edebi gözetmektir. Allah bizi fadlına mazhar kılıp hayra memur kıl­mış, bizi hayırda kullanıyor. Cenâbı Allah Âlimdir,

“Adlim­den şerre alet yaptıklarıma karışmayınız. Hikmeti bana aittir. Siz Fadl ihsanıma mazhar kul­larımsınız, edep üzerine olunuz, korkunuz. O fadl libasını sizden alıp, adl libasını giydirebilirim. Bana karşı bunu ne için yaptın? Diyecek kimse yoktur.”

Onun için bir zâtın birisi bir gün giderken karşıdan bir yahudi geliyormuş.

«Bu yahudidir» dediklerinde aklı ba­şından gidip de bayılıp düşmüş. Ayıldığı vakitte,

«Efendimiz size ne oldu ki o yahudiyi gördüğünüz vakitte bayıldınız?»

«Ey evlatlar! Allah’tan hayâ ettim ve o hayâ ile beraber havf-u haşyet, sultanû’l havf beni öyle bir bastırdı ki; o korkunun heybetinden aklım başımdan gitti, düşüp bayıldım. O hitap geldi ki; “O kuluma sen aksi bakma, onun sırtındaki Benim adlimin tecellisidir. Sana verdiğim fadl-û ihsan libasını senin üze­rinden çıkarıp ona giydirmeye; onun üzerindeki adl libasını sana giydirmeye kadirim. Onu reddedecek hal var mı sende? O kuluma hor bakma.” O hitap geldiğinde Allah’tan korkudan, hayâdan aklım başımdan gitti» diyor.

Onlar mühim noktalardır. Biz Allah’ın fadl-û ih­sanına mazhar olup Allah bizi hayra, hayır yoluna kullanıyorken şükür lazım. “Ötekileri aşağı tutma” diyor, belki ondan o adl libasını alıp sana, sendeki fadl libasını ona giydirir. Öyle yaptığı takdirde senin ona karşı söyleyeceğin var mı? Yoldan çıktı derler, sapıttı derler, kaçırdı derler. Azgınlıkta kalıp gider. O idraki çekip aldığında, o his senden kaybolduğunda, o adl libasına sen layık olursun. O zaman her şey adliyle ve fadliyledir. Şeyhimiz Sultanü’l evliyâ Hazretleri onu da îzah etti;

Bir müride halvette iken levh-i mahfuz keşfolmuş. Bakmış, şeyhini şekavette görmüş. Ehl-i cehennem­den yazılı görmüş. Hemen secdeye kapanıp:

“Ya Rabbel izzeti ve’l azame! Sen, beni bu rütbe­ye yetiştiren şeyhimi, ehl-i nâr olmaktan kurtar, ehli cennet kıl yâ Rabbi!” demiş.

Zaten o tecelliye mazhar olan kimsenin duası geri çevrilmez. Cenabı Allah, icâbet buyurdu cevap verdi.

«Şekavetten saadet tarafına, ehl-i cennet yazıldı»

O mürid sabah şeyhinin huzuruna vardığında:

«Ya seyyidi! Bir zuhurat oldu: Elhamdülillah zâ­tınıza ait olan şekâveti saadete döndürmeye muvaf­fak oldum.» Demiş. Şeyhi hemen oradan bir cop almış da elinde tutmuş:

«Ya veledi! Otuzyedi senedir ki, ben orada be­nim şekâvedimi görüyordum. Sen onu orda görmeye bir gece dayana­madın. Ben otuzyedi senedir or­ada o yazıyı görüyorum ve ubudiyeti terk etmedim! Benim vazifem o Allah’a ubudiyettir, kul­luktur. Oradaki yazı beni alâkadar etmez, o Allah’ın­dır. Kulunu ister cennetlik yazar, ister cehennem­lik yazar. Kul, kulluk yapacaktır, kul kulluğunu ya­par, Rabb Rabb’lığını yapar. Ora­sı bana ait mesele değil. Çabuk! Eskisi gibi yaptırmazsan böyle seni kopa­rır, tarikatı âliyyeden dışarıya atarım! »

Diye şiddet yap­tığında o titremiş hemen tekrar secdeye kapanıp:

«Yâ Rabbel izzeti vel Azame, be­nim şeyhimi eskisi gibi yap. Aman yâ Rabbi, eski yazısını yaz.» diye şeyhi ce­hennemlik yazılsın diye secdede iyice dua yaptı ki; o tecelliyi şeyh de huzurun­da gördü. Tekrar şekavet yazıldı, yazıldığı anında Hitâb-ı Rabbanî geliyor. O, doğrudan Allah Azze ve Celle’den gelen hitaptır;

«Yâ abdim! Sen benim muhlis kulumsun, Hakken kulumsun. Şimdi ben siliyorum. O müridin müracaatı münacatıyla değil, Ben azimüşşan, seni sildim. Orada senin şekâvedin sıfır, seni sâidlerin başında yazdım» diyor.

İşte abd, Allah’a kuldur. Bizi kulluğumuz alakadar eder. Kimsenin kulluğu alakadar edemez. Her­kesi Mevlâsı nasıl yazdıysa yazmıştır, sen onu değiştiremezsin. Levh-i mahfuzda bizim yazımız bize görülse bile, cehennemlik diye yazsa bile, kulun edebi nedir? Kulluktur. Onu bırakıp ta başkasına yapacak kulluk var mı bizde? Onu bırakıp kime kul­luk yapacağız? Cehennemlik yazsa bile o Allah, biz kuluz. Bir kısım insanlar hayır işlemeye tayin olunmuş­tur. Bir kısmı da şerri işlemeye memur kılınmıştır.

İmamı Şarani Hazretleri, bu benim sözümü de burada söyle diyor bana. (Kalallahü teala ve derecatihi dâima)

O Evliyalar, Nakşibendî sadatının meclisinde isimlerinin zikrolunmasını arzu ederler. Onların isimlerinin zikrolunması onlara şeref ve derece kazandı­rır. Onun için diri bir kimsenin onların ismini anma­larını çok isterler.

Geçmiş olan kimselere; rahmetlik babam, rah­metlik anam diye söylenen; hatta cennet mekân Şeyh Efendi Hazretleri öyle buyurdu;

«Dil alış­kanlığı ile ‘rahmetli’ desen, o mey­yite ne kadar fayda var. Dirilerden bir kimsenin, avam sıfatında ölüp gi­dene ‘rahmetlik babam rahmetlik anam, rahmetlik filan’ diye söylemesin­den: üzerine toprak çöküp te altında bir adam kalsa, o adamı o toprağın altından çıkardığı­mızda ne kadar rahatlık duyarsa; o kadar rahatlık verir.»

Allah’ın evliyasını söylediğimiz vakitte, onları muhabbetle dinlediğimizde, onlara o kadar şerafet vardır. Onlara şerafet olduğu gibi;

«Sizin isminiz zikrolunan meclise bir hizmette bulunacaksınız» di­ye peygamberden evliyaya emir var. Onlar isimleri anıldığı meclise ya ruhaniyetleri ile hazır olurlar. Onun için bazı zatlar, «Edep üzere olunuz, filan zatın ruhaniyeti hâzır oldu» diye meclisi edep üzerine oturt­turur. Ruhanî hazır olduğu vakitte o meclis­te cibilli münâfık bulunsa îmana tebdîl olacaktır. Onlar öyle bir kavm, öyle bir kimseler ki onların meclisinde oturanlara şekâvet olamaz. Onlar cen­netlik olur, cehennemlik olamaz diyor, onlar. Veya­hut onlara emir olur, müsâid değilse o zaman o meclisteki kimselere berzahtan bakarlar diyor. O meclisteki kimselere baktıkları zaman, onlar nazar altına girer. Onların nazarında Allah’ın (Azze ve Celle) nuru var. Bizim gibi boş nazar değil. O naza­rın altında olan kimseler, o âna kadar mahşer gü­nünde mesul olacakları her günahtan, o yükten te­miz olurlar.

Onun için şimdi burada Ebul Vakt Şaranî Haz­retlerinin bize işareti de oldu, “benim bir sözümü de söyle” dedi. Onun çok telifâtı vardır. O telifâtın içeri­sinden o kahpe kadın­lara, yolsuz kadınlara bile zikretmiş olduğu bir sözü var.

─ Onlar hakkında ne söylerdi?

«Cenabı Allah bu kimseleri mağfiret etsin. Allah bunlara rahmet etsin. Bunlar olmasaydı na­muslu kadın kalmayacaktı. Azgın, kızgın, yoldan kaçkın erkeklerin şerrinden, onların azgınlığına dal­ga kıran, dalgayı kırıyor gibi onların karşısında kendilerini fedâ eden kimseler bunlar» dermiş, o ma­halden geçerken.

─ Onlar nasıl nazardan bakar?

Evliyalar yolsuz bir şey görür mü? Bak o yolsuz kadınlara da yol veri­yor. Onların da vücudu böyle büyük bir hikmete bağlıdır, o kadınlar kendilerini fedâ etmişlerdir, namuslu kadınlar için fedailerdir onlar diyor. Mahşer gü­nünde,

«Ey namuslu hanımlar! Bize de bakın baka­lım. Siz namuslu kaldınız, biz sizin için fedai olduk, biz sizi gözettik. Biz fedai olduk, biz namussuz olduk, siz namuslu kaldınız. Biz o namussuzluğu yüklenmeseydik, siz namuslu kalamayacaktınız. Bize merhamet edin, şimdi Al­lah’ın huzurunda şefaat edin bakalım.» Diye onları söyletecek.

Ne hikmetler var… İşte böyle böyle herkes bir vazîfe yüklenmiştir, Hacı efendiler, hoca efendiler, mü’min kardeşler. Herkes bu âlemde bir vazîfe yüklenmiştir. O vazîfesini yapmaktadır, sen ona karışma, sen kendi kulluğuna karış, bak.

Efendimize zehirlenmiş kuzu takdim ettiler. Eli­ne aldığı anında Cibril, o zehirli koyunu haber verdi. Cibril haber verdi ki, ağzına koyma bu zehirlidir diye. Bizim Şeyh Efendi Hazretleri.

“O peygamber Aleyhisselatü vesselam bir lokma yese ona doku­nurdu, Hz. Ali Efendimiz, hepsini yese bir şey olmazdı. Bırak o ze­hirli koyunu, bütün dünyadaki ne kadar zehirler var­sa Hz. Ali hepsini yese, hepsini yakar bitirirdi, onun kılına bir şey olmazdı. Peygamber-i zîşan ona ta­hammül edemezdi.”

─ Eh şimdi Hz. Ali’nin derecesi da­ha mı fazla?

Hayır! Şimdi sizin sorunuza karşı ona münâsip hikâyeyle cevaptır bu. Peygamber-i zişanın o tevhidi kuvveti âzâdan kalbe toplanmış bulunuyordu. Hz. Ali Efendimizin daha bütün âzâsında olduğu için ona tesiri olmazdı. Onun her azada hal kuvveti var, yakar, ona o zehirin hük­mü yok. Lakin dıştan kemal aldık sonra, kemal makamına doğru o kuvvet kalbin içine indiği vakitte, vücut yine eski halinde olur.

Onun için evliyanın kemâli; kendisinde harikulâde bir hal olmayan, görülmeyen, sırf bütün avam gibi kendisini gösterebi­len evliyadadır. O pır-pır eden hal kuvveti ile çeşit türlü kerametler gösterene itibar etmez onlar. Millet ile beraber aynı kendi de onlardan gibi olduğunu on­lara da gösteren; lakin bütün dünyayı alt-üst edecek kuvveti kalbinde böyle tutan adamlardır onlar. Zâhirde avam, bâtında Allah’ın yeryüzündeki hilâfetini giyen zattır, kuvvet ondadır. Onun için veli, avam sıfatından başlar, yürür, yürür, yürür, yol alır, kemâle geldiğinde bu başlangıcına gelir. Ama başlangıcı ile sonu birleştiği zaman veli, kemâl makamı­nı alır. Bu yola yürüdüğü vakitte, hepsinde harikulade kuvvet var. Tâ o daireyi tamamlayıp başlangıç noktasına geldiğinde avam sıfatı ile görülür. Tâ ki görünüşte avamdır, hakikatinde kemale ermiş olan kimsedir. Onun için Hz. Ali Efendimizde daha o dış­taki seyri sulûk halindeki kuvvet vardı. Yakar, o ona dokunamaz.

Peygamber (S.A.V.) Miracta rütbeyi aldıktan sonra, buradaki zuhuriyyet beşer sıfatındadır. Daha keskin ifade ile Ulûhiyyet sıfatını orada giydi. Lâhutta orada durdu. Nâs’ın sıfatında burada göründü. Pey­gamber (S.A.V.) ben, sizin gibi kimseyim dedi. Ona dokundu. Hz. Ali’ye dokunmazdı.

Seyri sulûkta olan kimsenin hâli başlangıçta olan kimseninkine benzemez. Tabî o boyuna taşıp dökülü­yor, genç insandaki hal başka.

Yürüdük, sonra o oturmaya doğrudur, durul­maya doğrudur. Nihayet o kuvvet, kalbin üzerinde durdu mu tamamdır. Bu Hakku’l hayatı aldığında o vücut artık çürümez. Allah o gibi makamlara bizi de nasîb eylesin. (Âmin). Mühim olan meseledir o. İşte kemal, olgun­luk, o müşâhede ile mücâhadenin ateşlerine dayanan kimse de olur.

Yunus, «Çiğdik, piştik Elhamdülillâh» demiş. Herkes çiğdi pişebilene aşkolsun. Pişmeden gi­denleri de or­ada pişirmeye büyük kazanlar hazır etmiş. Bazısı sekeratta kemâli alır. Dünyada ke­mali alanlar ise,

· En yüksek olan rütbe sahipleridir,

· Allah huzurundan hiç ayrılmayacak olan sınıftır onlar,

· «İnnel muttakine fiy cennâtin ven-nehâr» hitabına mazhar olanlardır,

· Meliki muktedir olan Allah huzurunda, dâim duranlardır onlar.

Ora­ya, dünyada iken varlığını pazara koyup satan adam­lar girer. Varlıkla oraya giren yoktur. Peygambere has olan makamı, peygamberin sünnetini tam tutan adamların yoludur. Yüzyirmidörtbin sahâbenin için­de o mertebede olan Sıddıktı.

─ Cibril, Sidretül Müntehâda niye durdu?

“Bu benim son durağım, makamımdır, bundan ileri tecavüz edemem, bu benim hududumdur. Bu hududu geçtiğim vakitte varlıktan silinmen lazım gelir. Allah Azze ve Celle’nin, cemâli­nin, celâlinin tecellisinin envarları beni yakar. İkinci defa îcâd olmaya sıra vermeyen yokluğa atar. Ben buradan bir adım bile atamam yâ Habib! Buradan ilerisi size aittir. ” demiş.

O peygamber «Sen dur, orada sen var­lığını tut da dur» dedi. Kendi varlığını fedâ etmeyen kim­se, bir şeye yaramaz. Benim varlığım fedâ olsun onun yoluna. Ben yokluğu kabul ettim deyip tevhid deryâsına oradan daldığı gibi, o masivanın sonudur, daldı bitti. Orada Muhammed arama.

O zaman Allah Azze ve Celle ona dedi ki,

«Sen kimsin ey Habibim!»

«Sensin ya Rabbi! » Dedi. Bitti. Orada sen - ben ola­maz. İşte orada peygambere (S.A.V.) giydirdiği rütbe.

─ İnsan için kemâl nedir?

Yokluğu kabul etmektir, varlıktan geçmektir.



--------------------------------------------------------------------------------


[1] Kudsî Hadis: Acluni, Keşfül Hafa, C.2, S.132, H.2016


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: TASAVVUFÎ SOHBETLER-1982 / Şeyh M. Nazım KIBRISÎ
MesajGönderilme zamanı: 09.06.09, 09:03 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 13.03.09, 06:08
Mesajlar: 291
Sohbet -10-

14 Mart 1978, ŞAM

“Eûzubillahimineşşeytânirracim. Bismillahirrahmânirrahîm”


Şâh-ı Nakşibendî Hazretleri onikibin defa,

«Bizim yolumuz sohbet ile kâim, hayrı da cemaatle beraber peygamberimizin (S.A.V.) hadîs-i şeriflerinin mana denizlerinden alınmış olan hikmetli bir kelâmdır.

İnsanoğlu bugünkü günde ıstırap içinde bulunu yor. Bugünkü hayat bütün insanlığa, adeta taşınma kendilerini Rüknu-Şedîd’e dayamış olanlar, Allah’a (C.C.) kalplerini ve renler, Allah’a (C.C.) ne derece iman ve itikat ile bağlanıyorlarsa o derecede onların o yükü kaldırılı hayatlarından memnunlar ve huzur bula biliyorlar.

Bu sabah şöyle bir haber yayınlandı. Allah’ın hik haberdar olayım diye bu haberlere kulak veriyorum da, Cenabı Allah (C.C.) illâ oradan bir hikmet talep ettiğim için o membâından bir kelâm işittiriyor ve Hazret onun hikmetini kalbime açıyor.

─ Bu sabahki haber neydi?

Otuz üç âlim içlerinde büyük âlimler varmış. Bu dün mertebede olan âlimlerden otuz üç âlim. Amerikan Cumhurreisine bir çağrıda, bir müracaatta, bir ricada bulunuyorlar.

─ Ne gibi bir rica?

Bir bomba varmış, ona Nötron bombası diyorlar. Nötron bombası dediği vakitte, bu «ve sahhara lekum ma fissemavati ve ma fil erdı cemiam»[1] âyet-i kerîmesinin verdiği salâhiyetle insanlığa musahhar kılınmış olduğundan, kudretli silah. Kudretli silah diyorum, bütün şimdiye kadar, îcâd olmuş olan silahlardan daha korkunç. Öteki atom bombaları, daha bilmem neleri, bunun yanında zurna kalıyor; korkunçluğu daha kolay.

─Ne diye müracaat etmişler Amerikan Cumhurreisine?

«Aman bu nötron denen silahın yapımını durdurunuz! Bu nötron denilen silahı yaptırmayınız. Bundan vazgeçiniz.»

─ Neden?

«Çünkü bu insanlık için müthiş bir tehlikedir. Belki insanlığın kökünü kazıyıp tüketecek ve sonunu getirecek derecede bir silahtır. Ricaederiz!» diyorlar, “Allah aşkına” diyemiyorlar. Allah’a inanmıyorlar ki. Âlim olup ta âlemin sahibini itiraf etmeyen adamın ilmini biz kabul etmeyiz. O, bomboş kimsedir. Onun için onlar «rica ederim» diyorlar.

«Aman bu bombayı yapmayın, insanlığın kökünü kazırsınız, bu silahı eline alırsan sonunda sana da zararı dokuna bir arzıhâl gönderdiklerini bu sabah işittim. Bugün 14 Mart 1978 Salı sabahı. Ta «insanlığın kökünü kazıyacak bir silah» di kalbe gelen mesele nedir?

Biz, inandığımız hakikat üzerine bu âlemde hiç iradesi ve il ve ilmi dâhilinde cereyan eder. Yani şunu demek isteriz ki; deminki oku Allah-u zülcelal,

«Ey insanlar, size yerlerde ve göklerde ne gibi kuvvet membâı var diyor. Yani Alah-u zülcelâl; size zâhiri kuvvet membâımdan olsun veyahut insanlara mânevi kuvvet membâından olsun, yerlerde ve göklerde olan kuvvet membâlarından, tasarruf etmeye izin verilmiştir di yor. Binaenaleyh, «talebenâ vecedenâ» yani, bir kimse bir şeye tâlip olursa, verilir. Lâkin talepte sıdk şarttır. Sıdk ile tâlip olacaksın. Sıdk ile sen talep ettiğin şeyi alacaksın.

─ Sıdk ile ta lep nedir?

Tâ o şeyi elde edinceye kadar, ondan yo rulmamak, o yolda yürümekten, aramaktan bıkma onun arkasından ne kadar dikkatle, gayretle gidiyorsa, «Bunu da bula sonra illâki onu bulacaktır. Ne zaman ki yorulup kesildi, o kimse matlubunu bulamaz.

Allah’ın büyük evliyâsından Abdulhalik Gocduvâni Hazretleri (K.S.) ki, Hatmi Hâce de imamdır. Onun bir kelâmı var, bize yol gösteren bir kelâm;

Evliyalar kılavuzlardır. Saadet yolunun kılavuzlarıdır. Allah'a (C.C.) giden yolların kılavuzlarıdır. Peygam bere ulaştıran yolların kılavuzlarıdır. Onun bir sözü var;

«Duran da bizden değildir, yorulan da bizden değildir»

Ne duranı kabul ederler, ne de yorulanı kabul ederler. Çünkü yorulan durmağa, duran da ge rilemeye mahkûmdur.

Her an ve her lahzanın içerisinde bir parça daha ilerde olmak lâzımdır. Bu İslâm’ın kanunudur. Bu tarikatların bize tâlim etmiş olduğu edeptir. Olduğun yerde durma, ileriye doğru yürü. Velev ki tırnak mik tarı bile olsa, ileriye doğru atılmaya bak. Yorgun ol gayretli ol. Gayret kuşağını kuşan, tâlip ol. Çün ve gökleri fethedinceye kadar yürüyeceksin. Bütün içindekiler sana musahhar olacak.

İnsanoğluna hitap bu; «Sen, yeryüzünde halîfesin.»

Onun için Cenabı Allah (C.C ). «Yerlerde ve göklerde her şeyi size musahhar kıldım, sizin emrinize bıraktım.» Diyor. Eğer ehil olursanız, o emanetleri size teslim ederler, ehil olmazsanız o başka mesele.

O Avrupalılar tâlip olarak bu silahı buldular. Bütün inancımız, her hareket ve sükûnun Allah’ın (C.C.) iradesi ve ilmi dâhilinde cereyan ettiğidir. Allah (C.C.) izin vermeden bu silahlardan hiçbirisi meydana çıkamazdı. İzin verilmiştir. Bu Amerikalıların buldu Allah’ın (C.C.) onlara vermiş olduğu salâhiyetle bulunmuş olan bir silahtır, korkunçtur. Allah (C.C.) onun korkunç olduğunu bilmiyor mu? Biliyor; lâkin talip oluyorlar. Mâdemki taliptir, Allah (C.C.) vericidir. Sen de tâlip ol, sen de bul.

Lâkin mühim olan nokta; Al lah (C.C.) bu korkunç olan silahı, netice korkunç ol halde, bu devletlerin eline, bu kullarına niye veriyor? Bu insanlığın kökünü kazıyacak ve insanlı ğın imhasına sebebiyet verecek derecede korkunç silahı ne için bunlara bırakıyor? O otuzüç âlim, be diye korktular.

Şimdi biz, onları korktukları ile baş başa bırakıp, bundan bindörtyüz sene evveline, Peygamberimizin haberine bakalım. Bugün bu insanlık, tükeneceğinden korktuğu korktukları insanlık, hemen hemen azami kısmı Allah (C.C.) ve Peygamber mevzu hiçbir inanç taşımamaktadırlar. Taşıyan bir zümre varsa da hakkıyla kabul etmiyorlar. Peygam berimizi (S.A.V.) lîsanen kabul edip tatbikat cihetin Ender-i kadîm kabilinden dünya üzerinde pek nadir kimseler, Allah’ı ve Peygamberini (S.A.V.) hakkıyla kabul edip emirlerini canlandırmaya, ihyâ etmeye ve o yoldan yürümeye ferd olarak gayret ediyorlar. Lâkin bütün dünyadaki insanlık, cemiyet olarak toplum hayatında Allah (C.C.) ve Peygamberinin (S.A.V.) emirlerini tamamıyla tutup da yürüyecek bir toplum veyahut yürütecek bir cemi yet, bir millet, bir devlet mâlesef yoktur. Varsa ha versinler, ben oraya gideceğim. Evet, bunu dinleyenlerden bilenler varsa haber versinler ki; ora da serbest ve hür olarak Allah (C.C.) ve Peygambe rinin emri icrâ olunuyor, Allah ve peygamberinin ya karşısında bütün insanlık ve beşeriyetin yok olacağı tahmin olunuyor. Bu silah tükenecek diye korktukları beşeriyetin ben resmini çizmişim, bakıyorum.

─ Ne gibi bir insan bu insanlık neye mahkûm olmuştur?

«El ceza min cinsül amel » «İnsanlara ceza Yani amelleri ile cezalandırılır. Bu hüküm üzerine, bu za manda yaşayan beşbuçukmilyar insanın sıfatlarının, onların Hakk karşısında tavırlarını îzâha çalıştık.

Peki, bu insanlık bu hal üzerine olduklarında Al bunlar neye müstahak oluyor? Allah (C.C.) kullarına hak ve müstahakını verebilir. Hakkı olan hakkını alır, müstahak olan müstahakını bulur. Bu insanlar, neye müsta (C.C.) bu 20. asır insanını ona mahkûm etmiştir.

─ Peygamber kimdir ve nübüvvet nedir?

Nebiler, insanlara istikballerinden haber veren kimselerdir. Nübüvvet kuvveti ile insanüstü bir kuvvete delâlet tir. Kimde nübüvvet kuvveti varsa, onda istikbale bakan gözler vardır.

Âhir zaman Peygam (S.A.V.) bindörtyüz sene öncesinden hâl ve şânından haber vermiştir. Alelâde bir insan olacak olsa, bin mümkün olamazdı. Dün kimse bindörtyüz sene sonra bir milyar insanın tasdikini kazanmış olsun. Eğer onda insan üstü vasıflar bulunmamış olsa, bugün onun doğrulu etmesine imkân ve ihtimal olamazdı. Demek oluyor ki, Peygamber (A.S.V.), manevi kuvvetle insanların vicdanları üzerinde hüküm ve saltanatını devam ettirmektedir.

Manevi kuvvet, ilâhi kuvvet demektir. O peygam geçirecekleri devirlerini, hâl ve şanlarını, sonra kıyametin ahvâlini ve kıyametten sonra olacak vukuatı, tafsilen bize bil dirmiştir. Şimdi biz, o peygamberin mucize olarak istikbalden haber vermiş olduğu bugünkü insanlığın hâl ve şânından bahsedelim. Ve Peygamber sözüyle, bugün îcâd olunmakta bulunan bu korkunç silah ların vücudunun hikmetini görelim.

Peygamber (A.S.V.), kendisinden sonra ne olaca ğını soran sahâbesine,

«Benden sonra hülefâ devri gelecektir»[2] buyurmuştur. Hülefâ devri, Hazreti Ebu Bekir, Hz. Ömer. Hz. Osman, Hz. Ali’nin devirleridir ki, bu devre Hülefâ-i Râşidin devri denilir. 30 sene olacağını da Peygamber haber vermiştir. Bu devir İslâm’ın en parlak devridir. Sonra bu devir veya de bildirmiştir. Ümerâ, lakapları Emirül Mü’minîn olan hükümdarların geleceğine de lâlettir ki; bunlar iki kısımdır. Bu ümerâ, yani Emirül Müminîn lâkabı ile İslâm devletini idare eden hüküm darlardan Emevî hükümdarları, Şâm-ı Şerif’te hüküm sürdüler. Onları takiben Abbasî Ümerâsı, Bağdat’ta İslâm devletinin başında Peygamber sancağını ve emirlerini gözeterek devam ettiler. İslâm'ın bütün dünyaya karşı müdafaasını ve hizmetini gördüler.

Sonra sahâbe-i kiramlar, bu devrin kıyamete ka zaman aleyhisselatü vesselâm buyurdular ki:

«Bu devir daha kıyamete varmaz, ondan sonra arada başka bir devir olacaktır» Diyerek ümerâdan sonra mülûk sıfatı ile mülûk-u Osmaniye’nin geleceğini haber ver di.

Mülûktan murad Osmanlı Padişahlarıdır, bun İslâm devle güç ve kuvvetleriyle ilâ-yı Kelimatullâhı, Allah’ın kelimesini yüceltmek için mağripten maşrığa dünyanın en muazzam İslâm devletini üç kıta üzerinde kurup şerefle Peygamber sanca taşıdılar. Ve onu gözetmek üzere İslâm’ın haysiyet ve şerefini müdafaa ehl-i İslâm’ı muhafaza için asır lar boyunca kanlarını dere gibi akıttılar, mukaddes emâneti gözetip durdular. Peygamber’in «Mülûk» diye haber verdiği kimseler bunlardır. Bunların da devri tamam oldu.

O zaman Sahab-i kiramlar yine sual etti, ki:

«Mülûktan sonra kimler ümmete bahş olur? Onlardan sonra ümmet hangi devri idrâk edecektir. Kıyamet kopacak mı, yoksa daha başka bir devir var mı ya Resulallah?»

Resulullah «Daha kıyametin kopmasına arada bir zaman olacaktır. Bu mülûkten sonra gelecek devir Cebâbi re devridir.» Diye buyurmuştur.

─ Cebâbire Devri’ nin manası nedir?

Peygamber emâneti tek İslâm devletinin vücudunun ortadan kal dünyayı alan ehl-i Sâlihin ve ehl-i Kitâbın gerek yahudiler yoluyla, gerekse hristiyanlar yoluyla ne kadar İslâm’a düşman insanlar, fırkalar varsa iştiraken, hep el birliği ile bu İslâm’ı toplayan yegâne devleti parçalayıp, binbir parça ya pıp her birinin üzerine birer reis ile birer hükümet yaparak, Peygamber sancağını da hapsettirip, Pey hapsettirip, herkesi kendi başına buyruk yaparak İslâm’ı müdafaa edecek tek bir mercii ve baş bırakmadan, hepsini darmadağın edip cebâbire devri hâsıl olmuştur. Olacağını da, bundan bindörtyüz sene evvel peygamber haber vermiş, o devir, mülûkten sonra girmiştir.

İşte, bütün dünya üzerinde ahalisi Müslüman olan belki kırk belki elli devlet vardır. Lâkin bunların hiçbirisi, öteki sine tabi olarak hareket etmemektedir. Herkesin kendisine ait bir yolu vardır, bir tutumu vardır. Bunların hepsi Müslüman oldukları halde her birileri kendini diğerlerinden farklı görmektedirler. Kendilerine göre kanunları ile nizamları ile kendi idarelerini düşünmektedirler. Al lah’ın Müslümanlara olan ilk emri; Peygamberin san cağını ve emanetini taşıyacak ve bütün insanlar üze rinde hükmünü yürütecek tek bir başın, bütün Müslümanları kumanda etmesini vâcip, farz olduğundan gâfil olarak, hepsi günahkâr bir halde bulunmaktadır Allah’ın emri ve farzıdır. Bunu kimse durduramaz. Bu Allah’ın emridir. Buna kimse hayır diyemez, derse günahkâr olur. Geçmiş ola.

Şimdi bu Müslümanların hepsi; «Biz bir tek baş istiyoruz, onu seçeceğiz» deseler, hangi devletin idaresinde iseler, devlet zaten hepsini sürgün eder hepsini de tüketir. Çünkü hiçbir devlet, bunu istemiyor. Hiçbir reis, diğer bir reisin emri altına girmeyi istemiyor. Aslen, bütün bu reisler üzerinde reislik yapacak vasıfları taşıyan bir şahsiyet, bir manevi kuvvet sahibi kimse meydanda zaten yok. Onun için onlarda emâneti teslim alacak zat gelinceye kadar bekliyor, şöyle böyle ellerinin altındaki Müslümanları idare etmeye uğraşıyorlar.

Lâkin Sübhânallah, Allah’ın hikmeti hiçbir memleket rahat ve huzur içinde değildir. Evet, hiç bir İslâm memleketi rahat ve huzur içinde değildir Allah’ın bu Müslümanlara verdiği cezâ olarak, her memleket kendi içinden ikiye bölünmüştür. Her mil let kendi kendisiyle muharebe etmektedir, kendi kendisiyle çarpışmaktadır, bu hakîkattir. Evvel zamanda İslâm milleti düşman ile çarpışırdı. Onlarla çarpışarak şehit olup giderdi veya gâzi olurdu. Şimdi İslâm’ın emrinden dışarı kaldıkları için, bizzat her millet kendi içinden bölünüp dıştaki düşmanı değil de birbirlerini düşman tutaraktan, birbirlerinin kanı öldürüyorlar. Dışarıdaki düşmanı bırakıp ta birbirlerini vuracak, öldürecek hale düştüler.

Peygamber-i zişân «Cebabire devri gelecektir» dedi. «O zamanda hiçbir yerde Allah’ın emir ve ya sakları tatbik olunmayacaktır. O zamanda Müslü olacaklardır ve idarecileri Müslümanlığın idaresinde kendilerine yakıştıramayacaklar da, ya şarktan veya garptan, başka millet lerin örf ve adetlerinden, ‘onların kendi nîzamların biz de alalım’ diye alıp tatbîke çalışacaklar. Lâkin hiçbirini uygulayamayacaklar, çünkü uygun değil.»

─ Uygun olmadığı vakitte ne yapacak?

Bir adamdan bir adama kan verileceği vakitte bile hekimler kan grupları tutuyor mu tutmuyor mu diye kan gruplarını arıyorlar. Bir adama kan ve receğin zaman, alelâde bir insanın kanı ona uymu yor. Eh nasıl olur da başka milletlerin kanunu, on bir kabiliyette olan, bambaşka bir hilkatte olan, bambaşka bir yaratılışta olan bir millete tatbîk olunur? Asla olunamaz. Olunamadığı şimdi meydanda, millet karman çorman olmuş, ne haklı belli ne haksız belli. Ne «hakkımı ver» diyen adam hakkını bulabiliyor, ne «bana hak yapıldı!» diyen kendisine haksızlık yapanın şer rinden kurtulabiliyor.

Millet böyle bir hale düştü. Bunun sebebi o cebâbire devrini yaşatan kimselerin İslamdan uzak tu tumlarının neticesidir. Onlar nazarında İslâm’ın vakti geçmiştir, İs kanunlarının hepsi eskidir. Yâhu, İslâm’ın ka nunları eski deyip İslâm’ın kanunundan evvel Roma kanunu okutuyorlar, Roma kanununu ana esas tutu ikibin sene önce olan mesele. O nasıl eskimiyor da İslâm’ınki eski kanununun içerisinden bugün tatbik olunamayacak bir tek madde göstersinler ba İnsanları idare için, Allah’ın göndermiş oldu ğu kanunlardan bir tanesi, bugün insanlar için uy muyor veyahut adil bir hüküm değildir denecek bir tek nokta göstersinler. Gösteremezler, göstereme dikleri halde onu da söyletmezler.

§ Çıkın bakalım bu işin içinden dersek: çıkamazlar.

§ Çözün bakalım bu düğümü: çözemezler.

§ Halledin bakalım bu meseleyi: Halledemezler.

§ Peki, bize bırakın, biz halledelim: «Hayır, siz yapamazsınız» derler.

§ Yahu bırakın bir tecrübe edelim bakalım: O da yok!

Ne diyor o zaman Peygamber (A.S.V.)

«İşte o zamandaki insanlar ki, onlar ümmetimden dâvet olunan kimselerdir. İki fırkaya bölünerek birbirlerine musallat edilmesi ile orada Melhame-i Kübrâ’yı (En büyük harbi) meydana getirir.»[3]

Bundan 1400 sene evvel Peygamber (A.S.V.) haber veriyor; “o en büyük insan kıranının içinde yedi kimseden bir kişi sağ kalarak altısı dünyadan gidecektir.”

İşte o okun fırtınası için bu alet, bu bombalar, bu korkunç silah Onun için bu insanlık tükene cektir, bu âlimler onu görüyor. Hâlbuki bu insanlık mahkûm edilmiştir. Mahkûmiyet Allah’tan ve Resulünden gelmiştir. Bu insanlar birbirlerini imhâ ede­ceklerdir. Bu, cezâdır.

Peygamber, yedi insandan altısının gidip birinin kalacağını bildirdi. 1400 sene evvel Melhame-i Kübrâ’yı haber vermiştir. O peygamber dünyanın iki fırka olacağını bilip söylemiştir. Alelâde bir insan olsa, bilir mi? Hadisi görmek isteyen; Buhâri ye de bak Muslime de baksın, Altı sahih kitabın hepsine baksın. Kitabü’l-Hikem de âhir zamanda olacak bü tün alâmetleri peygamber söylemiştir. Bu muharebe Bu muharebesi, Ameri beraber birbirleri ile olan bu çarpışma muhakkak olacaktır. Bu kaçınılmaz bir meseledir. Ellerinde olan silahları da kullanacaklardır ve bu âlem tedvîr olacak, bu ümran harabiyete dönecek tir. Bu insanlar, kitapta olan zulmü kendilerine şiâr edinmiş olan insanlardır.

─ En büyük zulüm nedir?

En büyük haksızlık bu kâinatın sahibini, bu kâinatın yaratıcısını inkâr etmektir. Bu insanlar mahkûm ola onlar kalplerinden zulme ve haksızlığa karşı daima isyan eden kimseler zülüm ve haksızlığa isyan eden kimseler o zamana yetişecekler. Bu dünyada ya insanın hakkı vardır. Lâkin bir insan bü hakkına râzı olacaktır. Bu dünya bir insanın olamaz, bir grubun olamaz, bir milletin olamaz. Allah (Azze ve Celle), bu dünyayı insanlık için yurt kılmıştır ve her komşusuna tecavüz etme zalim olanları, birbirlerine düşmanlık yapanları Allah (Azze ve Celle), gelecek olan fırtınanın içinde hepsini süpürecektir. İşte bu bombalar, o fırtınaya ha hazırlıktır. Öy yapılmayacak değildir. Bu iş ileri gidecektir. Çünkü onu Amerikan îcâd etmese de Rus îcâd etmiş olsaydı, Amerika’nın âlimleri kal (C.C.) bu tarafa fırsat vermiş, bu taraf fırsat verdiği cihetle şimdi bunlar Aman etme! Yapma! diyorlar. Çünkü bunun korkunçluğu kendi ellerindeki silahtan daha fenâ.

Şimdi bize lüzum eden Hakk tarafına meyledip, kalpten zulüm ve teadiyi kaldırmak, herkes için Hak vardır. Beyazın hakkı vardır, karanın hakkı vardır.

Her hareket ve sükûnun bir fayda meydana ge malayâniden sayılır, malayâni yasak olan bir iştir. Mü’min olan, inanan bir kimsenin malayâniden uzak olması lâzımdır. Faydasız iş ve hareketi bırakmak imanın şânındandır. Binaenaleyh Cenabı Allah’a niyâzım şudur ki, bu sözlerimiz ümmete bir fayda versin.

Mü’min olan kimse iman dairesine girdiğinden itibaren bütün insanlığa faydalı olmak niyeti ile o daireye kabul olunur. İman eden her kimse gerek kendine, gerek muhitine, gerek bütün insanlığa fay bütün tavır ve hareketleri ile insanlığa faydalı olan bir kimsedir. Mü’minden insan gelir, zarar gelmez. İnsanlardan zararını menetmeyen kimse mümin sayılamaz. Evvela kendi şahsında zararı menetmeye, ikinci olarak başkaları şanıdır.

Bizim her hareketimiz ve sözümüz bir faydaya vücud vermelidir. Bizim vazîfemiz hatırlatmaktır, teb şahsında memurdur. Kendi sine tebliğ edileni tatbik etmek dinleyicinin vazîfesi bütün peygamberler de tebliğe memur kimselerdi. Ümmetleri, tatbikata memur kimseler de onların yanındadır. Dünyada hak ve bâtıl olan iki şey mevcuttur;

ü Bir hakk olan yol,

ü Bir de bâtıl olan yol vardır.

Hakk olan yolda bulunan kimseler, hakkı kabul edenlerdir. Her dünya, Allah’ın (C.C.) kulları na muayyen bir süre içerisinde, muayyen bir zaman da bulunmaları için ve ondan istifâde olmaları için kurulmuş olan bir yurttur. Binaenaleyh bu dünyada herkesin hakkı vardır. Yurt Allah’ın, ziyafethâne Allah’ın, kul Allah’ındır. Buraya gelen kimseler kendilerini bu misafirhanede hakları olduğunu kabul ettik leri gibi herkesin aynı sûrette hakkının bulunduğunu kabul etmeleri lâzımdır.

Bu âlemde bir zümrenin, bir sınıfın, bir tâifenin dünyadan istediği gibi istifade edip sâir kimselerin mahrum kalmaları olamaz. Bir sınıf haklı diğer sınıf haksız, bir sınıf hâkim başkaları mahkûm olamaz. Bu âlemde yaşayan her insan;

v Rengi ne olursa olsun, cinsi ne olursa olsun,

v İster beyaz ırk, ister sarı ırk, ister kırmızı ırk olsun,

v İster kadın ister erkek, ister genç ister yaşlı olsun,

v İster okumuş, ister okumamış olsun,

v İster mümin ister kâfir olsun,

v İster Türk, is ter Arap olsun,

v İster sağcı ister solcu olsun,

Bütün insanlığın insan olarak, bu dünyada hakları vardır. Allah (C.C.) gönderdiği hak nizamında her şeyden önemli olan bir hak ve hukuktur. İslâm'a dâvet olu evvelâ hakkı dâvete kabul olunur. Evvelâ Cenabı Allah’ı kabul eden kimse kullarının her birine ait olan haklarını da kabul etmeleri lazımdır. Onun içindir ki, İslâm’a ilk giren kimseye;

“Kendi hakkını nasıl gözetmek ve göze öyle gözet meye ve gözettirmeye mükellefsin”

Diye teklif olunur. O da böylece İslâm dairesinden içeri girer. İslâmi dinidir. Hak sahibinin hakkını vermekle korunmuş, bu esas üzerinde yükselen binadır, İslâmiyet.

─ Bu esas üzerine adaletin zirvesi ne dir?

Haklı olana hakkını vermek, haksızlık yapana da müstahak olduğunu vermektir. İslâm’ın getirmiş ol kâide bulamazsın. Her sınıfın, her şahsın hakkı vardır. Bir sınıf haklı olacak, her şey onun elinde bulunacak, ondan maadası ona mahkûm olacak, böyle bir şey olamaz. İn içerisinde şerefle yaratılmış, kâinatta şeref makamı kendisine verilmiş olan mahlûktur. Al­lah’ın (C.C.) şereflendirdiği bu şerefin üzerinde baş verilmiş bir şereftir.

─ İnsanı şerefsiz yapan nedir?

İnsanı şerefsiz ya yapmaktır. O zaman ona müstahak olduğu nu vermek lazımdır.

İlk halife olarak Hz. Ebu Bekir (R.A.), Peygambe teslim alıp hut beye çıktığı zaman şöyle buyurdu:

«Bugün en iyiniz olmamakla beraber, bu vazifeyi yüklene rek buraya çıkmışım»

Sıddık-ı Ekber, kendi yanında halktan en iyisi idi. Hakken o makamda duruyordu. Lâkin kendi yanında, kendisini iyi görmeden, “en iyi niz olmamakla beraber” diyor. Kılıç elindeydi, kılıç alma vakitte, İslâm hakkını bulmuştur. Kılıç İslâm ile beraber yürümediği vakitte, İslâm hak kını bulmamıştır. Onun için bu din, bu esas üzerine kurulmuştur. Kılıç olmaksızın, sözle bu din yürüye mez. Dinin yürümesi zahiri kuvvetin refakatinde, be raberliğinde olacaktır.

Bir cemaatin içinde zayıf ta var kuvvetli de var. Zayıf dediğimiz vakit, zâhirde bir kuvveti olmayan ve mâli kuvvete mâlik olmayan kimse. Kuvvetli ise, pazusu kuvvetli olan veya malı mülkü olup, mal-mülk ile kendisini kuvvetli hisseden kimse demek tir.

─ İslâm’ın vazîfesi veya devletin vazîfesi nedir?

İslâm'ın vazîfesi, zayıfı kuvvetliye ezdirmemek; za edip ona teslim etmek, bu hakkın zâyi olmasını önlemektir. Devletin vazîfesi bundan ibarettir. Devletin gücü zayıf olan kulların üzerinde olacaktır. Zayıflar eziliyor mu, yok mıdır? Devlet zayıfları himâye edecek kayırmadığın vakit senin devletinin itibarı olamaz. Mazlumun hakkını zâlimden alamayan devlet, dev Sıddık-ı Ekber ilân ediyor:

«Ey sahâbe-i kiram, Ey ümmeti Muhammed; sizin içinizde hak talep eden zayıf, hakkını bulunca ya kadar en kuvvetlinizdir. Bütün kuvvetimle onun hakkını alıncaya kadar onunla beraberim. Devlet onunla beraberdir. Kendisini kuvvetli sa yan ve hakkı gasbeden kimse, gasp ettiği hakkı bana teslim edinceye kadar, benim nazarımda, hükümetin, devletin nazarında en zayıf olanınızdır. Bütün kuv olmasın diye, meyus bulunmasın diye bütün kuvvetimle yanındayım » di yor.

Devlet ola caksan böyle olacaksın. Hak sahibinin zayıflığına bakacak değilsin. Za kayıracaksın, hakkını hak edeceksin. Bu insanlardan hiçbir kimse lüzumsuz yere karıncayı da incitmez.

Koskoca sultanû'l ârifîn, Beyazıd-ı Bestâmi Hazretlerine hitap geldi.

─ Kimden?

Bir karıncadan. Bir yerden geçerken, bir karıncanın ayağını ezip geç miş. Sonra «Al iki rekât kıldıktan sonra Hitâb-ı Rabbanî geliyor;

«Ya Tâlip! Zulüm ile ibadet bizim kapımıza uğramaz.»

«Aman Yâ Rabbi, ne gibi bir zulümde bulun türlü bu lamamış. Aczini izhâr edip:

«Yâ Rabbi! Sen bilirsin.» O zaman,

«Yâ Beyâzıd! Filan vadiye in, orada sen zul vakitte, o karıncayı böyle bir tarafını ezmiş, yerde buluyor. Onun Rabbü’l Melâini, kulağına geliyor:

«Ya Beyâzıd! Sen daha bastığın yeri bilemeye cek haldeyken ben Rabbime terte miz ve makbul olacak bir namaz kılayım diyorsun. Sen daha ayak basacak yeri bilmiyorsun. Neyin üze dikkatin yok, nasıl oluyor da sen o dava ile Allah’ın huzurunda duru zülüm boynunda iken, ya Beyâzıd!» diye hitap geliyor.

Bu vicdan sahiplerinin vicdanını titreten meseledir. Allah’ın mahlûkatına karşı sen de onları incitecek sıfat varken sen iman dâiresine giremezsin. Ancak intikam dairesinde duran adam olursun. Her an içinde bir intikam oku, o kimseyi vurmaya hazırdır, emniyet yok. Evet, hak bu derecede gözetilecektir.

─ Bugün dünyanın içinde bulunduğu keşmekeş ne ile önlenebilir?

Herkesin hak ve müstehakını bildire mümkün olur. Yani bu hazır olan insanlığın üzerinden yükselecek.

─ Ne ile yükselecek?

Tayyare ile değil, roket ile değil, bu insanlığın ufkunda duracak manevi yükseklikte olan bir zâtın bu insanlığın haklarını ve müstehaklarını onlara göstermesi, bildirmesi ve kabul ettirmesiyle bu dünyanın hali düzelecektir.

Nasreddin Hoca’nın bir hikâyesi vardır. Nasreddin Hoca’nın kadılık ettiği günlerde adamın biri yanına gelmiş. Adam, komşusundan şikâyetçiymiş. Mahkeme huzurunda derdini anlatmış. Cennet Mekân Kadı Nasreddin Hoca, (k.s.), adamı evvela güzelce dinledikten sonra:

“ Haklısın!” diyerek göndermiş.

Biraz sonra adamın şikâyetçi olduğu komşusu çıkagelmiş. O da az önce gelen komşusundan şikâyetçi olup derdini anlatıp, hakkının verilmesini istemiş.
Hoca onu da güzelce dinlemiş,

“Haklısın!” diyerek onu da yollamış.

Mahkemeyi takip eden Nasreddin Hocanın hanımı dayana seslenmiş,

“İlâhi hoca efendi, nasıl hükmediyor olduktan sonra böyle mahkeme mi olur, iki tarafı da haklı bulmak olur mu?”

Hoca, bir süre düşündükten sonra ona şöyle demiş:

“Hatun, sen de haklısın!”

Hakikaten haklı olan, iki tarafında haklı olmasının haklı olamayacağını söyleyen taraf duran kim varsa iki tarafı dinleyince sen de haklısın, sen de haklısın de meye mecbur oluyor. Hiçbir taraf haksızlığını kabul etmiyor. Herkes haklı! Yahu, herkes haklı olursa niye işler düzelmiyor? Demek ki haksız olanlar var.

─ Peki, bu haksız olanı nasıl meydana çıkaracağız?

Şimdi elde olan kanunlarla, elde olan mahkemelerle haklı ile haksızı ayırt etmeye im yoktur. Bu mümkün değildir. Bu pek dakik olan bir adalet sistemine muhtaçtır ki, kılı kırka yararak haklıyı çıkarsın, haksızı da kulağından tutup terbi Şimdi, yeryüzün de bunu icrâ edecek bir adalet mekanizması olamaz, kalmamıştır.

İnsan, bütün yaratılmışların içinde ruhu itibariyle en şerefli olduğu halde nefsi itibariyle de en korkunç olan, en cüretli olan mahlûktur. Binaenaleyh, insanlar ruhâni cihete ne kadar meyl-i muhabbet gösterebilirlerse, o meyl-i muhabbet nisbetinde yük mağlup olup ta o cihetten hareket ettikleri sürece de boyuna düşüş kaydederler, alçalırlar. Alçaldıklarına bir kıyas, al çaklıklarına bir ölçü bulunamayacak derecede düşüş kaydederler. Binaenaleyh insan Allah’ın (C.C.) yeryüzünde adalet ve menfaatini temsîl etmeye ve tat etmeye memur bir varlık olduğu halde, bugünkü günde yaşayan insanların ekseriyetleri kendi nefsâniyetlerinin esiri olaraktan adâlet ve merhamet sıfat Çok insanlara dikkat ederseniz hareketlerinde adâlet ve merhamet sıfatlarından bir eser göremezsiniz. Tamamıyla so karşı amansız bir mücadeleye düşmüş bulunuyorlar.

Peygamber (A.S.V.) bunun vukûnu 1400 sene evvel haber vermiştir. Kur’ânı Kerimde Allah (C.C.), peygamberine ümmetleri hakkında insaf ve iman dairesinden çıktıkları ve haddini aştıklarında, onları terbiye için üzerlerine gökten azap indirebile kadir olduğunu bildiren âyetleri indir diği zaman Efendimiz (S.A.V.):

«Aman ya Rabbi! Benim ümmetleri Azabın şiddetini düşünüyor.

«Etmem ya Habibim!» diye cevap geliyor. Lâ kin yine Rabbimiz:

«Ümmetlerin hadlerini taşırdığı zaman zu zaman on bulunuyorum» diye buyurdu.

Efendimiz (A.S.V.) «Aman ya Rabbi! Senin azabın şiddetlidir. Ya Rabbi! Onları yer altından gele Hak (C.C.) onu da kabul ey ledi;

«Ben onları ne başları üzerinden, ne ayakları altından bir azap ile helâk etmem. Lâkin Ey Habibim! Onlar hak ve hududu aştıklarında küfür ve tuğyanda son dereceye vardıklarında onları bıraka cak değilim. Yine onları terbiye için, tenvir için o zamandaki insanları fırka fırka yapacağım. Onları birbirlerine zıd olan zümrelere böleceğim ki; onlar zıd görüşle birbirine zıd fikirlerle, birbirlerine aman sız düşman kesilecekler ve merhametsizce birbirleri ne saldıracaklar ve birbirlerini tenvid ve tenzir ede cekler, helâk edeceklerdir.»

«Yâ Rabbi! Senin hükmün yerini bulacaktır. Cezâlarını birbirlerinden bulmaları ehvendir, Ya Rabbi!.» diyor Peygamber (A.S.V.).

Onun için ümmetin arasında bu büyük ve bir hareketler tâ kıyamete kadar devam eder ki, cezalarını birbirleri nin elinden bulsunlar. Doğrudan doğruya azap ile Cenabı Hakk onları helak etmeyeceğine dair teminat vermiş lâkin birbirlerinin elinden bulsunlar diye de ferman buyurmuştur.

Şimdi, Allah (C.C.) kelâmının gün ve gün meyda na çıktığı bir zamandayız. Görüyorsunuz, bugün is tisnasız her memleketin içinde birbirine zıt olan gö Bırakınız İslâm olmayan ülkeleri, İs lâm olan ülkelerin içinde aynı milletlerin fertleri, bu birbirlerinin boğazına sarılıyor, birbirlerine düş hırsıyla doluyorlar. İşte bu bizim aksi hareketlerimizin neti bir cezâdır bu, ön lenemez. Çekiyoruz ve çekeceğiz.

─ Ne zamana kadar?

O büyük muharebe çıkıp o büyük kıranla bütün insanlar birbirlerini kırıncaya kadar. O üç ay kadar devam edecektir. O Melhame-i Kübrâ denen, hadislerde geçmiş olan en büyük muharebe üç ay devam edecektir. Sonra onu dur ederse büyükler dur der, durmaya mecbur olurlar.

─Peki, büyükler tutuştuğu vakitte kim durduracak?

Küçük onları durdura Lâkin dünyalara hükmeden insan daha kendisini belli etmeden duruyor.

─ Neden?

Şimdi belli etmeye lüzum yok. Kendi kudretini taşı harbin en kızıştığı zamanda, insanoğlunun bu elindeki îcâd etmiş olduğu silahları ile en iftihar ettiği, zirveye ulaştığı bir zamanda onların kuvvetlerini sıfır yapacak kuvvetle o kendisini meydana atacaktır. Ne kadar ken yaşayan insanların hepsi kendi tabî ha cimlerinden çık lâkin her birimiz ken dimizi kâinatı dolduruyor gibi görüyo ruz. Bu asırda yaşayan insanlar o kadar gurur ve kibr-û azâmete bürünmüştür.

─ Neden dolayı?

Îcâd etmiş oldukları üç beş aletten dolayı. Bunların elindeki kuvvet üç beş aletten fazla değildir. Allah’ın (C.C.) kendilerine fırsat vererek buldukları bu silah ları, bu kuvvet gösterileri üç beş kalemden ibarettir. Bunlarla gururlanıp şimdi yeryüzünde yaşayan bu insanlar Ay’a da çıkıyoruz, göğe de çıkıyoruz diyerek çıktıkları yere kadar kendilerini büyük görüyor boş gururlarını, akılsız büyüklüklerini yıkmak için bir tekbir alacaktır, «Allahu Ekber, Allahu Ekber, Allahu Ekber» deyip tekbir almakla, bütün insanlığı, bir lahza içerisinde kendi hacimlerine indi recektir. Tabî o insan lar olmayınca yeryüzü de kalmayacaktır.

Hakîki Kibriyâ, azamet ve kudretin Allah’a (C.C.) âit olduğunu ilân ettiği vakitte, Allah’ın (C.C.) ona aşıla kâinatı yıkacaktır, bitirecektir. Allah (Azze ve Celle) vaktin sahibi olan Hazreti Mehdî’ye o cinsten bir nefes aşılayacaktır ki, o tekbiri aldığı anın da, bütün kâinatta gurur ile başkaldıran insanoğlu nu müteberriz, kendi hacmine düşürecektir.

─ Nasıl düşürecek?

Ellerinde olan bütün silahların salâhiyeti ellerinden alınacak işlemez hale gelecek. Akılları, fikirleri, hepsi, bütün alet, edevatların hepsi kül olacak. Allah’ın (C.C.) azameti ora olacak. Allahu Ekber! İşte, bu kuvvet, bu bir tekbirin üzerindedir. Al kendisini temsil edecek olan zat, Vaktin Sahibi, bu tekbir ile bütün dünyadaki bu gösteriş kuvvetlerinin hepsinin canını alacaktır. Bunların si bu lafız dır. İşte buraya dayanıyor.

Şarkta ve garpta tüketmeye mü aldığında; bu cebâbirleri, cebbar olan kimseleri, bütün insanlı zarfında bütün şiddeti ile devam edecek olan insan kıranını anında bitiverecektir.

İşte şimdi büyük devletler horozlar gibi saldırmaya hazırlanıyor. Allah, irade eden O. Bu, önlenemez. Bu hareket, bir gün, sabaha veya akşama beklenmektedir. 1398 senesinin son günlerin sene tecrid,

· İnsani yeti edep dairesine çekmek için,

· Fazla yükselen baş ları indirmek için,

· Çok büyüklenenleri kendi hacim lerine indirmek için,

Olacak olan tecrid hareketleridir. Ondan sonra yeryüzünde kalacak olan insanlar, tes olan ve o zamandaki tecelliye hazır olan saadetli zümre bir olacaktır.

Attıkları toplarla, zehirli bom zehir olsa da, o muhafaza edilmesi ya dokunamaz. Ondan sonra, o tekbirin bereketine yeryüzünde o zehirlerin eseri de kalmayacak, onun tesirini de sıfıra getiriyor. Tekbir silahları mahvettiği vakitte onların tesiri mi kalacak?

Şimdi bunların hesabına göre, “kaç sene insan yaşamaz, kaç sene ot bitmez, kaç sene bilmem ne olmaz” bunların hesabı o. Bizim hesabımız böyle başlar. Yalnız onların hesabı mı yürür? Başka he sap da var.

─ Başka hesap?

Allah’ın (C.C.) tarafında olanların hesabı var. Bir tekbirle bu yeryüzünde, o silahları da, on insanlardan giden gidecek kalan kalacak. O kalanlar o zaman hakîki, ilâhi adaletle tevzîn olunmuş bir dünya bulacaklar. Bu dünya kurulalı görülmeyen, bilinmeyen, bulunmayan günler ve nurlara erişeceklerdir. O günlere erişmeye arzu eden kimseler bir defa en evvel kalplerinde zulmü kötü niyet ve başkalarına zarar vermek ahlâkını atmaları lâzımdır. O bir kimsenin kalbinde,

· Herhangi bir şeye karşı bir zarar yapmak,

· Kötülük yapmak,

· Kötü bir iş yapmak,

· Kötü bir iş işlemek,

· Ve zulme meyil bulunuyorsa,

O günlere yetişemez. Muhakkak onların üzerine ilâhi intikamdan bir ok dönmüştür. O çarpacaktır. İsterse yedi düvelin ordusu onu muha (C.C.) Kur’an’da bildirmiştir:

وَقُلْ جَاء الْحَقُّ وَزَهَقَ الْبَاطِلُ إِنَّ الْبَاطِلَ كَانَ زَهُوقاً

«Ve kul câe'l Hakku ve zehakal batıl, inne’l Bâtıla kâne zehûka»[4]

«Hak geldi, bâtıl mahvoldu. Bâ bâtılın devamı yok. Devam Hakk’ındır, minel evvel ilelebet.

Şimdi insanlar iki kutba doğru dağılmakta, iki kutup etrafında bir toplanma görünmektedir. Bir kıs mı Hakk kutbunun etrafında toplanmaya başlıyor ki, onlar haksızlığa isyan edenlerdir. O isyanını meydana veremeyenler, işte onlar Hakk kutbuna doğru kaymaktadırlar ve o kutbun etrafın çıkarmaya imkân yok. Bu fazîlet o adam için yetişir.

Bir de hakkı çiğneyenler, haksızlığı kendilerine meslek edinenler, mezhep edi edinenler vardır. Herkese zarardan doy mayanlar vardır. Yalnız kendisini düşünüp başka düşünenler, onlar batılın kutbuna doğru kaymaktadırlar. Onlar, batılın et olmaksızın o tara fa kayıp toplanmaktadırlar. Binaenaleyh hıfz-ı emân, Hakk ve Hakk’ın etrafın tamamıyla inti imkân ve ihtimal yoktur. De gözetmeye memur olsalar kadir olamayacaklar. Mahkûm olanlar da gidecektir, kalben on beraber olanlar da gidecektir.

Cenabı Allah şimdi kulların kalplerine bakıyor. Bizim birimizin söylediğine veya yapmacık hareketlerimize de bakmıyor. Allah (C.C.) doğrudan doğru gösteriyor?

Ø İşareti Hakk tarafına mı?

Ø Yoksa haksızlığa, zulme doğru mudur?

Hak tarafına oldu ise, yetişir, himâye olu yok. Hakk’ı arayalım ve Hakk’a tâbi olalım, haksızlığa tâbi olmayalım. Haksızlık en büyük münkirdir.

─ Bizim ilim sahiplerinin cemaatlerine, bu millete ilk öğretecekleri şey nedir?

İnsanların hepsinin birer hakka sahip olduklarını onlara telkin etmektir. Vaizin nasihatlerin aslı insanlara hakkaniyeti öğ retmek olacaktır. Biz insanların fik rine her şeyden önce hak ve hakkaniyetine ve ona riayeti yerleştirebilirsek, bu insanları Hakk yoluna çekmeye muvaffak oluruz. Çok kimselerin dünya ve âhiret saadetlerine mazhar olmalarına sebep oluruz.

Bu gün herkes Hakk’ı arıyor gibi görünüyor, lâkin Hakk’ın ne olduğunu tarif edemiyor, tarifini yapamıyor. Hakk nedir, bunu bu milletin dimağına girdir bırak, hiçbir şey teklif et me. Ve Minallahi Tevfik.

------------------------------------------------------

[1] Casiye Sûresi: 13
[2] Hadis-i Şerif: Tirmizî, fiten 48; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 5/220-221
[3] Kıyametin alametleri olarak kabul edilen 10 olayın aynı hadis metninde birlikte zikredildiği rivayetler için bk. Ebü'l-Hüseyin el-Kuşeyri en-Nisaburi Müslim b. el-Haccac, Sahihu Müslim, neşr.: Muhammed Fuad Abdülbaki, Dâru İhyai'l-Kütübi'l-Arabiyye, Kahire. Fiten 23; İbn Mace, Sünenü İbn Mace, Daru İhyai’t-Türasi’l-Arabi, Beyrut 1975, 25, Tirmizi, Sünen, 21, Ebu Davud Süleyman b. el-Eş’as es-Sicistanî. İbnü’l-Arabî, Fusûsu’l-hikem
[4] İsra Suresi: 81


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: TASAVVUFÎ SOHBETLER-1982 / Şeyh M. Nazım KIBRISÎ
MesajGönderilme zamanı: 10.06.09, 08:46 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 13.03.09, 06:08
Mesajlar: 291
Sohbet -11-

1980, Sultançiftliği, İSTANBUL

Eûzübillâhimineşşeytanirracim Bismillahirrahmanirrahim.

Lâ havle velâ kuvvete illâ billahil aliyyül azîm.


Kul, âcizdir. Aczini bildiği kadar ona imdat ge ondan geri çekilir. Maşallah, kendine yetiyorsun! Senin ilmin sana yeterse, sana başkası lazım değildir. Senin kuvvetin sana yetiyorsa sana kuvvet lazım değildir. O imdat yetmeyene yetişiyor. Ya Rabbi! Diyoruz “Biz, muhtacız. Bizi bildiğimize bırakma. Bizim amelimize bizi bırakma. Bizim kuvvetimize bizi bırakma.”

Estâizübillâh :

وَخُلِقَ الْإِنْسَانُ ضَعِيفًا

«Ve hulika'l insane daifa»[1] «İnsan zayıf yaratıldı.»

Kâvi olan Allah (Celle ve Celâluhu), biz zayıfız. Bakma bizim bazımıza; Allah bir parça kuvvet verirse, kendimizi görmemize veyahut biraz servet verirse veyahut mülk verirse kendimizi görüp küçük dağları ben ya rattım deyişimize aldanma. Bir gün gelir, o kendisin olur.

Ebu Cehil’i, biz zikrettiğimiz vakit onu ayıpla nefsinin insanı nerelere kadar sürükleyip helâk ettiğinin bir misâlini söylüyoruz ki ondan ibret alalım. Kimseyi ayıplamaya izin yok. Peygamber Aleyhisselâtü vesselâm,

«Men âbe, îybe» diyor. «Ayıplayan, onunda ayıplanacağını bilsin.» diyor. Sen birisini ayıplarsan, aynı hataya kader seni de düşürür, seni de iter, seni de başkaları ayıplar.

ü Ayıplayan, ayıpla nır.

ü Çalma kapısını, çalarlar kapını.

ü Gülme komşu na, gülerler sana,



Sana da sıra gelir. Onun için, en sakınılacak bir şeydir bu ayıplamak meselesi. Ayıp lama, bir kimsenin ayıbını görürsen gözünü ondan çevir.

Hicaz’dan geliyoruz. Şeyhim Hazretleri Sultanûl Evliyanın mahiyetindeyim. Vapurda Hicaz’dan mem lekete dönüş yapan hacılardan birisi orada bulunduğu müddetçe sakal-ı şerifini bırakmıştı. Oturmuş sakalını tıraş ettiriyordu, tabî memur kişi. Gözüm oraya değdi, baktım sakalını tıraş ettiriyor du. Şeyh Efendi Hazretlerine dedim ki:

«Ya Seyyidî! Sakalını tıraş ettiriyor.» Hemen bana dedi ki;

«Nâzım efendi! Oraya bakma. Gözünü ondan çevir. Ayıp işleyen kimseye bakmak ta ayıptır. Haram işle yen kimseye bakmakta haramdır, şahit olma oraya, bu tarafa bak.»

Bu söz insana mekârim-i ahlâkı aşılamaya yeti Kazara gözün oraya değerse, hemen gözünü çevir.

─ Ne gibi çevir?

Harman mevsimlerinde küçük bir sinek olur. Ansızın insanın gözüne girer de, biber gibi yakar. Gözünü açamazsın, müthiş yakar. Köylüler bilir, gö acısını dindirmek ister insan.

Allahu zülcelâl bize buyurur: Estâizübillah:

قُل لِّلْمُؤْمِنِينَ يَغُضُّوا مِنْ أَبْصَارِهِمْ

«Kul lil mü'minine yağuddu min ebsarihim»[2]

«Ey Habibim! Mü'min kullanma söyle gözlerini harama bak maktan sakınsınlar.»

─ Ne gibi sakınsınlar?

O, gözüne sinek girdiği vakit nasıl yakıyor da, yaktığı vakit na açamazsın zaten, onun gibi sen ona bakmaktan sakın. Oradaki o emir; ‘yalnız ecnebî olan, sana helâl olmayan kimselere bakmaktan değil; o haram olduğu gibi, herkesin ayıplarına da bakma sınlar’ mânâsınadır. Kimse kimse gözünü sakın!» diyor. Çünkü harama bakan, herkesin ayıplarıyla uğraşan o gözlerde zulmet biriktiği va kitte; kıyamet gününde onu akıtmak için o kimse çakılıp ameliyata tâbi olacaklar. Çok baktın, onlara baka baka çok lezzet aldın, şimdi ameliyat lazım. Harama bakan gözlerle Cemâlullah’a bakmak haramdır, onu bil. Öyle göze, ha de, bakmaya izin yoktur. Bir kişi gelip, Şeyh Efendi Hazretlerine dedi ki:

«Hep dışarıda açık seçik geziyorlar!»

Şeyh Efendi Hazretleri celâlli idi, dedi ki:

«Nerde gördün! Nasıl gördün? Demek bakıp da görüyorsun. Bakmasaydın görmeyecektin, «el-aynanî tezniyen» demedi mi Peygamber? Allah bakma demedi mi? Sen nasıl gördün? Sen Allah’ın hududunu çiğnedin! Şimdi be gezenleri mi söyleme niye baktın, şimdi bana açık seçik geziyorlar diye milleti şikâyete gelmeye sana kim hak ve salâhiyet verdi? Huzurumdan çık!»

“Nerde gördün?”

“Baktım da gördüm.”

“Maşaallah... ! Allah, bakma! Diyor, sen Allah’ın hududunu çiğniyor sun.”

“Hoca Efendi İstanbul’da çok açık seçik ge zenler var...!”

“Ey Müslümanlar! Ben görmedim, da hası, açık seçik gezenleri görmedim.”

“Nasıl görme din?”

“Bakmadım ki göreyim.”

İşte, Allah’ın hududunu çiğner, ondan sonra şöyleydi, böyleydi, açık geziyorlar diye başkasına hüküm kesmek ister. Nasıl isterse gezsin, sana ne vazîfe? Allahu Teâlâ bilmiyor mu?

Bu zamandaki insan mı: «Tasiyâtün ariyâtun mümilâtün mailât»[3] «âhir zaman ümmetlerim, giyinmiş oldukları hal de çıplak gezecekler.» Peygamber aleyhisselâtü vesselâm bilmiyor mu? Gelen âyet nasıldır? «Bakma! Gözünü sakla!» Hutbelerde boş lakırdı söyleyip duruncaya kadar böyle emirleri bildirmek gerekir.

─ Bizimkilerin tâlimatı ne?

Geçen gün birisini dinliyorum, vaaz ediyor: «Kur’ân’a tabi olacaksınız, İslâm’ın yolunu gözete ceksiniz.» Böyle söyleyip duruyor. Peki, şimdi biz desek ki millete;

“Karaköy’de okyanuslar aşan yüzbin tonluk büyük bir gemi vardır. Ey müslümanlar! Selâmet isteyen o geminin üzerine çıksın. Oraya bineceksiniz, o gemi sizi selâmete çı olmasa, ben senin yüzüne bakacağım, sen benim yüzüme baka kürek mi çekeceğiz? Transatlantik yürütmesi kolay mesele mi?

· Bunu ha reket ettirecek kaptan lâzım.

· Hareket ettirdikten sonra, onu sevk edecek kaptan lâzım.

· Gideceği isti kameti ve yolcularının her birinin nereye ineceğini bilen kaptan lâzım.

· Herkesin hal ve şanına göre; o gemide onları yerli yerine durduracak, herkesin va­zifesini gösterecek kaptan lâzım.

«Kur’ân’a tabi olun!»

Kur’ân: deniz, deryâdır.

· Nereden başlayıp nasıl yürüyeceğini sana tâlim edecek kimse lâzım.

· Hocaların hepsine, bütün vaizlere muallim lâzımdır.

· Onlara talimat gösterecek meşâyıh-ı i’zam lâzımdır.

· Onların teslim olacağı kimse lâzımdır.

Hep umumi olarak bir şeyler söyleyip duruyorlar. Yâhu! İşin neresinden başlayacağız? Ne yolla yürüyece ğiz? Anlat bize bakalım. İşte anlatmak için bu söy dikkat et. Yapacağın işi sana tâlim ediyor: Allah Celle ve Âlâ; «Bakma!» dedi, peygamber-i zîşan da haberini verdi. Böyle insanlar olacaktır, sen onların üzerin Peygamber Aleyhisselâtü vesselâm, “Kâfirlerden gelecek” demedi, “Benim ümmetlerimden” dedi, onlara “kâfir” de demedi;

«Benim ümmetlerimden öyle kimseler gelecek, kırıla döküle yürüyecekler ve giyinmiş oldukları halde, o giyim leri onları setretmez de sanki çıplak dolaşıyor gibi olacaklar» dedi.

Peygamber Aleyhisselâtü vesselâm “onlar kâfirdir” demedi. Ama biz hükmü verecek kuvveti, salâhiyeti kendimizde buluruz, Hâşâ! O hüküm Allah’ın elindedir, senin elinde değildir. Âsi olup kebâir sahibi olur, kebîre günah işlemiş olur lâkin kâfir denmez. Efrâdı, âilesini kumanda edeme yen bir kimseyi, ümmetlikten tard etmeye, kâfir de salâhiyet yoktur. Nefsine mağlup olmuş, erkeği ona baş edememiş, muzdar, mecbur kalmış ve onu serbest bırakmış. Onda özür var, ötekisi za ten özürlü. Binaenaleyh bu gibi yerlerde şimdiki Müslümanların çoğu kendilerini hâkim hesap edip hüküm keserler. Hâkim değiliz, abd’iz. Hâkimiyeti Allah bize verse bile, «Sen kullarımın üze hâkimin edep gözetip Ahkâmû'l Hakimin’e hükmü havâle etmesi lâzım, «Hâkimler hâkimi sensin ya Rabbi! Bizim işimiz buraya kadar» deyip edep gözetmesi lâzımdır.

Şimdi sen, gözünü sakın. Sen, kendi nefsine de hâkim olacaksın, ayıplamayacaksın. Ayıp işleyen kimseye de bakmayacaksın. Bak, Peygamber ne güzel edep tâlim edi peygamberin vârisi olan evliyalar ne güzel yol gösteriyor; “Ayıp işlere bakma, şahit olma!” Biz bak madığımız halde, işittiğimizde de kabul ederiz, nakl içerisine düşeriz. Onun için Allah bizi nefsimize bırakmasın, diyoruz. Nefis dâima kötülüğe meyleder, kötülükten hoşlanır, nefsin işi bu;

Ø Kötülüğü seyretsin,

Ø Kötülüğü söylesin,

Ø Kötülüğü işit sin,

Ø Kötülüğü düşünsün,

Ø Kötülüğü emretsin.

Ebu Cehil’i söyledik. Ebu Cehil’in hâlini söylerken biz onu ayıplamak kastıyla söylemiyoruz. Ebu Cehil’de netîce itibarı ile bir insan, netice itiba da bir nefis vardı, bizde de bir nefis var. Yalnız biz, Ebu Cehil’i ayıplamak kastı ile değil, insanlara nefislerinin neler yaptırabileceğine dâir bir örnek olarak göstermek üzere söylüyoruz. Tâ ki biz de nefsimize mukayyet olalım, nefsi kendi havâsına bırakıp, keyfine yürütmeyelim.

Ebu Cehil, kendi nefsine çok düşkün bir kimsey onun em eğmedi ve Ebu Ce hil’i sürükledi. O kavmi içerisinde bir ceb olarak hakkın kar şısına çıkıp, bâtılı temsilde ısrar etti. Kendisini her şey saydı ve

«Ben Hakkı Hakk olarak kabul etmiyo görüp, Hakka kafa tuttu. Nefis onu sürüklüyor şimdi,

«Bü davasını iptal ederim. Onu bu yurttan izale edip, ortadan kaldırırım, bende bu kuvvet, bende bu şecaat var» diyerekten nefsinin davasına inanıp nefsiyle bera ber yürüdü.

Şimdi bu hikâyeyi de Hazret benim kalbime veriyor,

Bir defasında Huzur-u Peygamberiye’ye bir ka dın geldi ve dedi ki;

«Ya Rasûlullah! (S.A.V.), Bir rüya gördüm. İki aslan doğurmuşum. O iki aslan doğdukları anında, minâre gibi bir ejderhaya hamle edip parçalayıp attılar.»

«Ey mü’mine!» diyor Peygamberimiz, «Sen iki evlat getireceksin ki, onlar dinin en büyük düşmanı nı katledecekler. Senin rüyanın tâbiri budur.»

Rüya doğurmuş. Evlatlar yetişip onüç - ondört yaşlarına geldiklerinde Pey vesselâm müşrik orduları na karşı yürürken, Cebrail Aleyhisselâm gelip emri bildirdi,

Kü mana var, bir de sünneti seniyyenin üzerine inzal olan rahmet, inâyet vardır. Bunlar hep öyle olduğu vakit tarak tutanları ayırıp askere sevk ederken, o onüç-ondört sularında iki delikanlı peygamberimizin huzuruna gelmişler;

«Ya Rasûlallah! Bizi de yaz, bizi de gönder sefere, sizinle gazaya çıkalım» Peygamber-i zîşan buyur muş ki:

«Ey evlatlar! Sakalı tarak tutmayan kimse lere izin yoktur, siz durunuz.» Hemen onlar geri dö peygamberîye varıp;

«Bizim de tutuyor, ya Rasûlallah!» dedik lerinde Cibrîl-i emîn ge lip;

«Ya Rasûlallah! Bunlara izin ver, bunlar haki senin vakti zamanında rüyasını tâbir ettiğin kadın mü’minenin getirdiği aslanlardır. Bunların vazîfeleri var, bunları kabul et.»

Onları diğer sahâbelerle beraber gönderiyor. Sonra onlar karargâhtan ayrılıp, «Nerde Ebu Cehil? Nerde Ebu Cehil?» Diyerek orayı burayı arayarak müşriklerin ordugâhına girdiler. Burada şurada diyerekten meşalelerle onu işaret ederken onlar zâhip olmuşlar ki, bize haber getiren askerler geldi. Çünkü peygamber Efendimizin askeri hep sünnet-i seniyye üzereydi. Orada sakalsız insan olmadığı için on Burada orada derken, o da «Kimdir, ne var?» di «al» diyerek, diğeri öbür taraftan «al» diyerek onu vurup, düşürmüşler. Onların üzerinde olan heybetten, onların arkasına düşecek adam bulunamamış. Allah’ın onlara giydir heybete bak sen. Yaş ile değil o. Cenabı Allah o tecelliyi giy titretir. İş çoklukta değil, Allah’ın inâyetinin yetişmesindedir.

İbn Mes’ûd (R.A.), kendisi ufak tefek zayıf cüs inzâl oldu ğunda, Efendimiz mecliste onu okuduğunda;

«Bunu şimdi Kâbe’nin havlinde oturan Kureyş’e okuyacak kim var?» dediğinde,

Her sahâbeden evvel o, «Ben varım, ya Rasûlallah!» dedi. Peygamber-i zişan onu bırakmış. Yine sual etti, ötekiler dururken yine o kendisini ileri takdîm etti. Üçüncü defâda izin verdi;

« Gelen ayât-ı beyyinâtı git ve oku! » dedi. O okuduğunda Ebu Cehil kalkıp da ona o gülle gibi eliyle bir tokat vurmuş. İbn Mes’ûd hazretlerinin kula gelirken, huzur-u peygamberîye yaklaştığında Efendimiz aleyhisselâtü vesselâm onun o hâlinden mahzun oldu. Cibril-i emîn gülerek gelmiş;

«Ya Cibril! Biz ağlar ken bu gülmenin hikmeti nedir?»

«Ya Rasûlullah o benim gülmemdeki hikmeti bilirsiniz» demiş. Onun hakîkatini bilse de, izhar etmedi, bıraktı peygamber aleyhisselâtü vesselâm.

O muharebeye güçlü kuvvetlileri ileri sürdükten sonra, bu ufak - tefek İbn Mes’ûd’a (R.A.) sonun da peygamber-i zîşan izin verdi.

«Şimdi sen mu sen de onları katleyle, sen de o gaza fazîletini alırsın» diyerek gönderdiğinde; Al lah’ın hikmeti oradan buradan derken, bakmış Ebu Cehil dağ gibi yatıyor orda. Bak, Cenabı Hak ne yapıyor? Zebûn eder, Cenabı Allah. Kim ben kudret liyim demesin. Allah sonunda çok kim seleri zebûn eder.

O (Ebu Cehil), dev gibi yerinde yatıyor. İbn Mes’ûd Hazretleri yaklaştığında, ibtidâ elindeki mız rakla uzaktan onu dürtmüş. Mızrakla dürttü kıpırdayacak hâli yok. O vakit doğru gelip göğsüne oturmuş. Gö zünü açıp:

«Bu dağın üzerinde bir güvercin gibi ko nan kimdir?» demiş.

İbn Mes'ûd Hazretleri onun üzerinde çocuk gibi kalmış.

«Ben İbn Mes’ûd’um, senin kafanı kesmeye geldim.» demiş.

«Senin çocuk oyuncağı gibi olan bıçak ile kesilmek için ben bu ensemi beslememişim. O elindekini at, o işi be nim kılıç ile tamamla» demiş ve «O yetime söyle!» diyor.

Lâ havle velâ kuvvete illâ billâhi’l aliyyîl aziym. Allah bizi nefsimize bırakmasın. Nefsin edepsizliği Cehil’i nereye dü şürtmüş. Daha ne diyor:

«O yetime söyle!» diyor, peygamberi kasdediyor. «Ebu Tâlib’in yetimi» dermiş. «Muhammed» diyemiyor. «Muhammed» İsm-i celîli medholunmuş, şerefli kişi manasınadır. Onu diline getiremiyor «yetime söyle!» diyor. Allahûmme Âlâ Seyyidinâ Muhammed.

«Onun kalbine gelir ki; dünyadan gidecek zamanında, keşke onun yanında olsaydım, belki bana inanırdı, iman getirirdi. O ye daha şiddetli ona buğzu adâvetle gidiyorum. Ona ben nerde inanırım?» demiş.

Nefsi ifâdesine bak. Nefisteki habisliğe, mel’ânete bak sen. Hepimizde var o nefis. Çok dikkat etmek lazım, «Sen daha söylenir misin?» diyerek kafasını kesmiş onun. Bak o ne gibi bir kimseydi? Ne gibi ululanıp kendi sini gören adamdı? Cenabı Allah nasıl zebûn et ti?

İbn Mes’ûd Hazretleri onun koca kellesini yer sırtında torbaya koyup ta taşınacak hal değil. Başında koca demir miğfer de var, kulağından delerek bağlayıp, sürüye sürüye yokuşta epey zorlanmış. İnişte kelle de on koşturur, onu koştuttururmuş. Bu hal ile giderken Cibrîl-i emin tekrar gelmiş:

«Ya Rasulallah! İşte o günde gülmemin hikmeti, bugün Allah İbn Mes’ûd’a kulağa kulak da verdi, başı da ziyâde etti» diyor.

İşte insan bu gibi kıssalardan hisse almalıdır. Nefsin hakîkatine inmedikten sonra biz nefsin elin bildiriyorlar ki, sen de ne var bilesin. Sendeki ejderhayı da bilesin. Şimdi burada yavaş durduğuna bakma, fırsat kolladığını bil. O nefsin seni sokup, seni zehirlemek için fırsat gözetti ğini bil. Nefse her istediğini verme.

«He sakallı dedeler; câmiden çıkar, dışarıdaki kütüklere oturur ya kahveye girer;

«Sar yâhu bakalım bir tütün. Bir bana bir de sana »

─ Ne oldu o?

O, nefsine hizmet eden hizmetçi oldu. Dışarı çıkıp, yaptığı hizmeti berbat etti. Yani bu cigaradan da böyle olur mu? Hay, hay!

İmam-ı Şafi Hazretleri bir yavru çocuk görmüş. Öteki çocuklar oynarken o kenarda otururmuş:

«Oğ lum, sen niye onlarla oynamıyorsun?»

«Ben ken başıma ne gelecek? Cehennemin ateşinin köpürdüğü o günde ne olacağım diye düşünüyorum» diyor. İmam-ı Şafi,

«Yav rum, sen yavrusun, sana öyle bir korku yok»

«Ya Şeyh! Ben görüyorum; annem odun ları tutuştururken altına küçük oduncukları sıralıyor da büyükleri onlarla tutuşturuyor. Allah beni de o küçüklerle atmasın diye, ondan korkuyorum» de miş.

İmam-ı Şafi Hazretleri der ki; «Büyük günahlar, küçüklerden başlar.» Küçük günaha alışa alışa, sen büyük günahlar işlersin. Sen küçük günahları işlemek büyüklere hiç yaklaşmazdın. Lâkin küçük günahtır, zararı yoktur diye ona cesaret bulup ta büyükleri işlemeye sana şey kendini menetseydin, şeytan seni kolay kolay zinaya çekemeyecekti. Lâkin sen gözden ba küçük saydın da, onun zinanın postacısı olduğundan gâfil oldun da, Allah seni büyüğüne düşürttü. Ona fırsat verdin, şeytan sana fırsat buldu.

Binaenaleyh, nefsine o tütün nedir? Deme. Tü Lâkin ulemalar mekruh diyor. Mekruh, küçük günah manasınadır. Küçük günaha sen devam edersen, o küçük günahı ısrar ile üç defa tekrar ettiğinde büyük günah olur. Nefsinin seni mahkûm etmesine sebep olur. Tütün, onun için namaz kılan adama hiç yakışmıyor. Ehli nâr, cehennem ehli ona teşebbüh eder. Ağız taşıyacak, dumanda gelecektir. Tütün içen kimseler ağızlarından ateş saçar, savurur. Ona mahkûm olan kimse bir defa o ateşin içine girecek;

«Sen dünyada ateşe doymadıydın, şimdi doyasıya gir» denecek. Bir defa oraya girmeden cennete gi remezler. Şeyh Efendi Hazretleri:

«Tütün içen, bırak âlimi yedi başlı evliya olsa kurtaramıyor» dedi. Hocalar içi bana söz söyleme. O hoca nefsine tâbi olmuş, sen tâbi olma. Nefse kuvvet verecek, nefsi senin üzerinde hâkim kılacak her şeyden sakın. Ufak deme, kapı aralığında da o içeriye girer, ara lık bırakma. Şeytan oradan içeriye sıyrılır, girer. Nef se fırsat verme.

Ø Bu, bana da nasihattir,

Ø Size de nasihattir,

Ø Bü tün duyanlara da nasihattir,

Ø Hacımıza da nasihat, hocamıza da nasihattir,

Ø En baştakinden en sondakine kadar,

Ø Bütün rütbe sahiplerine nasihattir.

Bu Hakk kelâmıdır. Her nefis sahibine muhkem bir nasi dünyadan gidinceye kadar başka nasihat dinlemese de bu nasihat ona da yetişir. Peygamberin duasını tekrar edelim:

«Ya Rabbi! Bizi nefsimize bırakma, nefsimize fırsat ver me»


[1] Nisa Sûresi: 28
[2] Nur Sûresi: 30
[3] Hadis-i Şerif: Müslim, Libas, 125, Cennet, 52; Ahmed b. Hanbel, II, 223, 356, 440. Süyûtî, Tenvîru'l-Havâlif, c. 3, s.103


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: TASAVVUFÎ SOHBETLER-1982 / Şeyh M. Nazım KIBRISÎ
MesajGönderilme zamanı: 11.06.09, 08:31 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 13.03.09, 06:08
Mesajlar: 291
Sohbet -12-

Göztepe, İSTANBUL


Eûzübillâhimineşşeytanirracim Bismillahirrahmanirrahim

Medet ya Sultanûl Enbiya, medet ya Sultanûl Evliya...

Resmî bir heyet geldiği vakit, aleyhisselâtü vesselâm Efendimiz «otur» deyinceye kadar sahâbe-i kiram kıyamda dururlardı. Oturduk oturup bir harekette bulunmazlar ve orada sakınıp oturur lardı. Peygam ber meclisine resmî gelen kimseler olmadığında serbest meclis idi. Çünkü sıkıntılı mec sıkılan adam işe yaramaz. Vücuda bir zahmet verildiği vakitte, ne kadar da olsa ruha sıkıntı basar. Onun için, aleyhisselâtü vesselâm Efendimiz mecliste, sahâbe-i kiram’ı bast halinde, serbest bırakırdı. Şeyh Efendi Hazretleri Böyle söyledi bana,

“Bu asırdaki büyük evliyalara geçmiş evliyalara verilmeyen dokuz büyük haslet verilmiştir.”

Ecami Keramet. Bir tanesi Aleyhisselâtü vesselâm Efendimizin oturduğu her mecliste hazırdılar. Her hadîs-i şerîfi peygamber-i zîşan’ın ömr-ü saadetinde telakkî edip işittiler. Bu asırda yaşayan büyük evliyalara bu keramet var. Bunlar geçmiş asırdaki evliyalar gibi değildirler. Onun için Şeyh Efendi Hazretleri, dokuz büyük keramete sahip olan gelir. Sultanu’l evliya şeyhimiz Abdul hadîmi der ki;

“Ya Hazretü’l üstâd, sizin hakkınızda sohbet istiyorum. Sizin makamınızdan söz söyleyecek kimse isterim”

«Arama, Ya Ebû Bekir! Arama, bulamazsın. Belki Sahib’in zamanında, o da şüpheli»

Şeyh Efendi Hazretlerinin makamın dan konuşacak, ya aynı derecede, ya da daha üs tünde olacak hiç bir veliyullah yoktur ki, Hazret’in membâına muhtaç olmasın.

Abdur Rauf-u Yemânî Hazretleri Şam’a geldi. O, evliyaların reisi olan zattı. Şeyh Efendi Hazretlerini ziyarete geldiğinde tercümanla oturmuştu. Sonra bizim sultanımızla konuşmak istediğinde, Hazret konuşmaya başlayınca, tercüman şaşıp ne söyleyeceğini bulamadı. O,

«Bırak» dedi, «Seninle biz konuşalım.» O, Hazretle bir lîsanla konuştu ki, kimse anlamaz. Bir defasında Hazret dedi ki;

«Her lîsandan, yı lîsanından da bilirim.»

Hazret ile Abdur Rauf-u Yemânî Hazretleri konuştuktan sonra giderken, onunla gelen zat, Hazreti Şam-ı Şerifin Muhacirun mahallesinde Mevlîd-i Şerîfe davet ettiler. Orası Şam-ı Şerifin kibar bir mahallesi. Bizim Hazret, Ebu Bekir ile yolda gidiyor Hazretlerinin sanki adımları ağırlaşıyor, yürüyemiyormuş,

«Ebu Bekir» demiş, «Benim ayaklarım yürümüyor gibi oluyor, şimdi yürüyemeyecek hale geliyor. Bazı insanlar rüyada gö rür, yürümek ister de bir türlü yürüyemez. Ben öy geldim» demiş. O,

«Ya Hazrete’l üstâd! Size Şeyh Şerâfeddin Hazretleri ne dedi? Demedi mi, Abdullah Efendi, hiç kimsenin arkasından gitmeye ceksiniz, onlar size gelir.»

Yani, sen mürid değilsin, muradsın manasınadır. O, vâris-i Muhammedîye has olan sıfattır. Mürid değilsin, muradsın, istenen sin, isteyen değilsin, istenen makamdasın.

Ebu Bekir, «Hazret oradan döndü» diyor. Böyle sıfata sahip olan, murad olanlardandı Hazret. Zaten, o mertebede bulunan bütün büyük evli giderler. Hiç bir şey bırakmadan geçip giderse, onun kıymeti çok düşer. Kendi yerine ikâme edecek kimse olacak. Peygamber aleyhisselâtü vesselâm Efendimiz gitti, yerine Sıddık oldu. Onun lîsanından konuşa kimse olması şarttır. Onların kemalindendir, onlar kısır değil (hâşâ) özdür. Kendinden sonra, kendinin yerinde onun lîsanı ile konuşa cak kimse bulunmazsa, o veliyullah noksan gitmiş mürşitlik pâyesinde değildir. Onların nazarı taşı da söyletir.

Onun (Şeyh Şerâfeddin Hazretleri) yetiştirdiği, mabeyne’l mağribi ve’l maşrığın arasında olan, on dan feyz alan mürşid-i îzam var. Lâkin onların içerisinde sırr-ı âzam kendisine verilen Lâ şek ve lâ şüphe Şeyhimiz Hazretleridir. Hazretten kaç kişi de ders al hepsi de arkasında hâlife bırakmadan geçip gittiler. Aslî membâından Hazreti üstadımızda olan irşat kemâli ile daha Sâhib’e kadar o lîsan muhakkak devam ediyor. Sahip geldiği vakitte böylece işi teslim alır. Bu Târikat-ı Aliyye’nin, bütün Nakşibendîlerin hakîkatini kalplere iletmeye vazîfe ona ait tir. Sahibüzzaman zâhiri ıslahata memurdur. Kalplerin ıslahatı Hazret’e aittir, tevfik Cenabı Allah’tan.

Şeyh Efendi Hazretleri öyle buyurdu;

“Bast hâli Allah ve Resulüne sevgilidir.”

─ Bast hâli nedir?

Rahat etmek, kalbinin ferahlı olması, kalbine sıkıntı vermemek, kimseye de sıkıntı vermemek. Evde ol genişlikte bulur. Herkese genişlik verir, daima rahat olur. Bast hâli kalbin ferahlığını gösterir. Kalbi rahat olan bast hâlinde olur, geniş olur. Asık suratlı insanları ise Allah ta sevmez, Peygamber de. Yüzünün daima her halde güleç olması, Allah’tan razılığına delâlettir. «Abusan Kamtarirâ», cehennem ehlinin sıfatı abustur. Abus olma, Cen yüzünden ferah, sevinç nişanı ge lir.

ü Ehline öyle ol,

ü Komşuna öyle ol,

ü Talebene öyle ol,

ü Askere öyle ol,

ü Memura öyle ol,

ü Herkese karşı öyle ol.

ü Güleç ve geniş ol,

İçin dar olmasın. Ne ka edeyim dersen,

Ø Neye ferah etmeyecek sin?

Ø Abus olmaya ne sebep var?

Ø Asık suratlı olma ya,

Ø Ters muamelelerle şunu bunu incitmeye ne se bep var?

Ø Herkese kendini sevdirmeye fırsat varken, herkesin buğzunu kazanmaya, herkesi kendinden nefret ettirmeye ne sebep var?

Serbest dur, mutlu ol.

─ Neden?

Yâhu, Cenabı Allah seni ne kurban lık hayvan yarattı, ne haşarattan yarattı, ne de vah hayvan yarattı, şükret! O hayva ferahlıdır.

─ Neden ferahlıdır?

Mükerrem olan, âdemoğlunun hizmetine tâyin edildiğinden dolayı ferahlıdır. Kırbaçla dövseler bile, Al lah ve Celle’nin mükerrem kıldığı âdemoğlunun hiz tayin etti, diye memnundur onlar. Kesip yediğimiz hayvanat; Cenabı Mevla, müker kıldığı âdemoğluna, bizi rızık kıldı diyerek, memnuniyetle kendilerini takdîm ederler. O şeref, bi ze yetişir, Cenabı Mevla bizi halk eyledi, biz Habibullah hürmetine yaratıldık, diyor onlar. Böylece, memnuniyet izhar edip şeref sayarlar. Nerde kaldı senin halin? Âdemoğluna, insana, Allah (C.C.)’ın giydirmiş olduğu şerefi kimse giymedi. Minel-ezeli ile’l ebed hiç bir mahlûkat giymedi. Cenabı Allah sana giydirdi ği şerefi, şeref libasını, hiç bir mahlûkatına giydir medi. Nasıl ferah etmezsin, yâhu? Neye abus duracaksın? Dünyanın ıvır zıvırı bitmez. Bu dünyanın o, tatsız tuzsuz işleri olur da onları sen kendine hüzün sebebi yapma. Allah sevmiyor onu,

─ Neden sevmiyor?

“Ben bu kuluma minel-ezeli ile’l ebed bu kadar şerefât giydireyim de, Benim verdiğim he saba gelmez bu şerefi hatırına getirmesin, dünya için mah değilim” der.

Ortalık böyledir, ortalık şöyledir... Sen Allah’a bak, sen Allah’ın sana verdiğine bak, Elhamdülillah de. Minel-ezeli ile’l ebed, Elhamdülillah. Kula baş mahaliyet yok. Lîsanını yalnız El dâima Elhamdülillah, dâima Elhamdülillah, Elhamdülillah. Gönlün açılsın, hayatın tatlılaşsın. Elhamdülillah dedikten sonra tat bulursun. Elhamdülillah dedikten sonra hüzün keder gider, bast hâli gelir, sıkıntılar alınır. Onun için mahşer günü olduğunda, ilk çağrılacak olan Hammadûn’dur de der. Allah, Celle ve Âlâ seni âdem evladından yaratmış. İstida mı verdin; hayvan yap, insan yap diye? Yok. Allah’ın mâ hâze, Fazl-ı Keremi ile bize bahşettiği rütbe bu.

«Tefekkürü saaten, hayrun min ibadeti sebîne sene.»[1] Peygamber Aleyhisselâtü vesselâm,

“Bu gibi hikmet membâına dalıp düşünmesi, yetmiş sene nâfile ibadet etmekten Allah’a daha sevgili diyor”

─ Neden?

Çünkü bu gibi fikir kalbine Allah muhabbetini açar. Allah’ın muhabbeti açıldıktan sonra, ya kınlığın artar.

─ Allah’ın muhabbeti ne zaman artar?

“Dâima Elhamdülillah” dediğin vakit artar. Sağa dönersin nîmet, sola dönersin nîmet. Her taraftan Allah’ın nîmeti üzerlerimize yağıyor. Elhamdülillahı içten söy değil, kalbinden söyle. Hadsiz ve hesapsız nîmetinin ve lütfünün içerisindeyiz. Nereye baksak, nîmetin içerisindeyiz. İşte insan onu bildiği vakit ferahlıyor. Neşeli insanı, ferahlı insanı Allah seviyor, ona bast hâli derler. Kabz hâli, bütün zulmetlerin membâıdır. Avam onun içinden çıkamaz, onda kurtuluş yok.

Onun için Mahşerde ilk olarak münadî nidâ eder, «Hammadûn gelsin!» Hammadûn dediğimiz, hani böyle Allah’ın nîmetine ferah edenlerdir. Biz ferah edersek, Allah’ın nimeti ile ferah edeceğiz.

«Nerde her zaman Benim nîmetimi unutmayan ve bana her hallerinde hamdeden kullar nerdedir?» diye çağrılır. Onlar kalkar, toplanır. Ne hesap var, ne kitap var, onlar hamd kapısından cennete girer. Mahşer halkı orada beklesin.

Şeyh Efendi Hazretleri buna dikkat etmek için söylüyor. O, dokuz büyük keramet kendisine ve nübüvvetle gönderildiğinden iti peygamberle beraber bulundu. Şimdi hayat ta bulunan büyük kerametleri olan o büyük evliya kalplerine yazdılar.

«Ben» dedi, Şeyh Efendi Hazretleri, «Bütün Peygamber Efendimizin meclislerinde Sahâbe-i Kirâm-ı öyle serbest olarak gördüm.»

Peygamber meclisi insanı sıkarsa oraya adam gelir mi? Hazret, hi Rasûlullah mecliste üzüm yiyormuş. Salkımı tutup ağzıyla topluyormuş. Dışarıdan bir Sahâbe-i Kirâm gelip,

«Ya Ra sûlullah! Yahud’dan bir tâife, bir heyet geliyor» de diğinde Peygamber aleyhisselâtü vesselâm, he men o üzümü oraya koyup yukarı kaldırtmış. Ken şerifini düzeltip, tâcını, hamâmesini ba şına koyup, resmi olaraktan oturdu, diyor. Bütün Sahâbe-i Kirâmlar da resmî olarak ayakta durdular. O gelen heyet içeri girdi, Rasûlullah sallallahu sleyhi vessellem izin verip «oturun» dedi. Onlar oturdu gelen heyetin kalplerine daha İslâm'a girmeden merhamet düştü. Dediler ki.

«Ya Muhammed (S.A.V.), Sahâbe lerine söyle, izin ver otursunlar.»

O kadar Sahâbe-i Kirâma onların merhameti kalplerinin açılmasına ve imanın kalplerine girmesine bir yol açtı. Mühim olan bir noktadır bu.

«Yâ Resulallah, ayakta du vesselâm izin verdi ve oturdular. Onların huzur-u merhamet etmeleri, saygı göstermeleri, kalplerine imanın işlemesine neden oldu.

Peygamber-i zîşan üzümü indirdi, onlara tak başladı. Teklifsiz, insanların yanında yediği gibi yemedi. O gelen heyetin reisi demiş ki;

«Ya Muhammed (S.A.V.) , üzümün bu üst tarafındaki tâneler daha olgun, daha tatlı, neden oradan yemiyorsun da, al tından topluyorsun?»

Orada bir hikmet var, gizli bir hikmet daha var. Aleyhisselâtü vesselâm Efendimiz buyurdu ki,

«Bizim sonumuz hayatımızın en tatlı günü, Rabbimize kavuştu ğumuz gün olsun.»

Birinci hikmet; sen, sen ol, senin en tatlı günün dünyadan çıktığın gün olsun. Değil mi ya? Bundan önceki tatlılığın, o gün zehir olursa ne kıymeti var? Bütün dünyadaki tatlıların, ettiğin zevk-ü sefânın, salta natın, son günün zehir olduktan son son günün tatlı olsun. İşte yiğit odur. Ne istersen topla, yap, ne istersen ye, iç, giy, uyu, yaşa, son nefesi tatlı getirebiliyor musun? İşte odur. Tatlı getirmedikten sonra son günün zehir olduktan sonra o hayatın hepsi zehir olmuş, zehirlenmiştir. Biz tatlı tarafı, akıbet güzelliğini is insan bunların hepsine katlanır, bunlar hiç gelir.

Ey mü’min! Sen son gününü tatlandırmaya bak. Sen gittiğin vakit varsın ağlasınlar, zararı yok, sen o vakit gül. Araplar’da bir atasözü var:

«Ey insan, doğduğun zaman ağlarsın lâkin etrafında kiler güler. Ey insan! Bir günde dünyadan çıkacağın gün gelecek, dikkat et, o gün sen ferahlı olasın, gülesin.»

O çocuk doğduğu andan itibaren cıyak cıyak diye nasıl ağlar, ama ev ehli ferahla güler, o ise iyice çağırır, ağlar. O yavru ağlarken etrafın dünyadan ayrıldığın gün senin ehlin ve etrafındaki gülesin. Nitekim sen ağlarken, onlar gülüyor olsun, Mevlâ’mıza kavuşacağımız gün tatlı olsun. Biz ona gayret ediyoruz, bu birinci mesele. Bir de Aleyhisselâtü vesselâm dedi ki;

«Bu tânelerin olgun ve daha tatlı olduğunu biz de biliyoruz, lâkin biz Müslümanlar olarak ikram sahip gelecek olursa, tatlı tarafı kalsın, geriye kalanı takdim edelim.» diyor. Biz kendi canımıza onu tercih ederiz. Zararı yok, o kadar olgun olmasa da biz sonundakileri yeriz. Ol kalsın diye, baş tarafı yemeyi tehir ederiz, diyor. Peygamber aleyhisselâtü vesselâmın tâlimine, irşadına bak.

Kendi derecesinde tutmak iman derecesidir. Ondan aşağıda iman olmaz. Bir ondan bir bundan olsa, gelen kimseye ikisinden de bulunur. Lâkin bundan ileri makam; en güzellerini mümin kardeşine bırakması, öbürlerini kendi yemesidir. Sa çorbayı benim önüme iteleme. Hocanın dişleri yok, çorbayı o içsin, etleri ben yiyeyim diye etrafına dalma, anladın mı? Öyle yapan çok kimseler var, kendisi etli-tatlı olanları yer.

Peygamberin ahlâkına bak. Talimi irşadına bak sen.

«Eddeleni Rabbi ve ahsene tedibi»[2] «Beni Rabbim, insan edebinin en yükseği ile edeplendirdi.» Rabbim beni edeplendirdi diyor. Peygamber edebi ne güzel söylüyor: “Üzerime gelen bir kimse olursa, olgun olanı saklayıp öbürlerini ben yiyorum” diyor. İhsan makamı; kendisine mü’min kardeşini tercih etmektir. Nerde o ahlâk-ı peygamberî? Nerde o Sahâbe ahlâkları? Şeyh Efendi Hazret leri onu da söyledi,

Bir Sahâbe-i Kirâm, kölesine bir sofra teslim edip demiş ki;

“Filan Sahâbeye var, o çok muhtaç haldedir, bu sofrayı ona götür ver.”

Köle gitmiş oraya, kapıyı çalmış;

“Bunu benim seyyidim gönderdi, kabul edesiniz.” O zat demiş ki;

“Her ne kadar be Köle,

“Ya âhi! Beni sahibim sana gönderdi, oraya göndermedi.” Sahâbi,

“Olsun oğ lum. Benden daha muhtaç varken bunu kabul ede ısrar etme.” Köle mec buren gitmiş, sofrayı o tarif edilen yere götürmüş, demiş ki;

“Sâhibim bunu size gönderiyor, kabul edin.” O da,

“Benim ihtiyacım olsa da, şu ileride bizden daha ziyade muhtaç olan var. Ona götür, o varken ben kabul edemem.” Köle,

“Sen muhtaç iken niye almazsın.” dediğinde, “O benden daha muhtaç, benim yaşamamdan onun yaşaması daha efdal, ben ölsem de zararı yok, o ölmesin” cevabı almış.

Ne kadar söylense çare yok. Oraya gö türmüş o da almaz. Üçüncüsü, dördüncüye; dör kapıya gel yorulmuş. Bu kapıya geldiğinde;

“Bunu alıver, kurtar beni bu yükün al tından.” demiş.

“Yok alamam. Ben muhtaç olsam da daha muhtaç olanı var.” Köle;

“Kimdir o, teslim edip kurtulayım?” O, “işte orda, o kapıya gi başlangıçtaki kapı, kırkıncı kapı. Oraya geldiğinde, tamam oldu. Köle, bakmış ki o hane sahibi emâneti teslim etmiş. Son ra ikinciye vardığında o da, ikinci, üçüncü, kırk Sa birbirlerini ileri tutaraktan, o sofradan bir lokma almadan Mevlâ’sına ulaştı.

Din, böyle geldi. Peygamber böyle edep tâlim etti. İslâmiyet, insaniyetin kemâli manasınadır. İnsaniyet kemâlini İslâm’da bulur, İslâm’ın dışında bulamaz. O anlatılan söz, birinci olarak; Sahâbelere mer söz kalbe dokunmuş, orada yahudilere iman tesiri başlıyor.

Hz. Ebu Bekir, o mecliste hâzır iken demişler ki;

«O mu senden büyük, sen mi ondan büyük sün?» Sıddık, demiş ki;

«Benim ömrümün günleri ondan çok, lâkin Sultanu’l Enbiyâ benden hesapsız büyüktür.»

Onların sorduğu sual, hangisi yaşta bü daha büyük demedi de, benim hayatımın günleri onunkinden daha fazladır. O bizden, bütün kâinattan büyük tür, demiş. Sonra demişler ki:

«Ya Muhammed, biz işitiyoruz ki senin Sahâ bir sürü havâtır geliyor. Hâlbuki biz ibadet ederken, bizim kalbimi gelmiyor.»

Peygamber Efendimiz; «Ya Ebu Bekir! Sen cevap ver» demiş, böyle dediğinde, o yahudiler kendi kitaplarında aleyhisselâtü vesselâm Efendimizin vasıflarını gördüklerinde, Hz. Ebu Bekir’in vasfı da zikrolunmuştu. Peygamber-i zîşan bazı defa onun cevap vermesini de emretti ği kitaplarında yazılıdır.

«Ya Ebu Bekr! Sen cevap ver» dediklerinde o ya Ebu Bekir;

«Ey Yahud!» demiş «Hırsız vîrâneye mi gelir, yoksa hazîneye mi gelir?» Tabii ki karanlıkta ahırda ne yapacak, onun içerisinden gübre mi topla yacak, hazîneye gelir elbet. İşte sizin kalpleriniz şeytanın ahırıdır. Girip çıkıyor, girip çıkıyor, onun içerisine her necâseti atıyor. Sizin kalbinizden almaya neye gelecek, ne var? İman mı var? İslâm mı var? Marifet mi var? Sizde marifet olsa, zaten Müslüman olacaksınız. Sizde ilim namına, irfan namına zerre olsa, siz bu Peygam berin ayağına düşeceksiniz. Ne var, sizin kalbiniz gelecek şeytan? Elbette bizim kalbimize gelecek. Bizim kalbimizde iman, islâm ve marifet cevherleri vardır, onu çalmaya geliyor.»

Sonra dediler ki;

«Ya Muhammed, bize ruhtan haber ver»

Estaîzübillah

وَيَسْأَلُونَكَ عَنِ الرُّوحِ قُلِ الرُّوحُ مِنْ أَمْرِ رَبِّي

« ve yes’elûneke anir-ruh küli'r-ruhu min emri Rabbî»[3]

“Sana ruhtan sual ederler de ki; ruh, âlem-i emirdendir.” Cenabı Al Boş tarif ve tabir yapmadı. Çünkü tarif yapmış olsaydı, onlar kani olmayacaktı.

─ Neden?

Çünkü onlar bir fincan getirdiler, bu fin mi? Ruhun hakîkatini istiab edebilecek halde mi on Rabbimin emridir” bundan ibaret. Başka târif imkânsız zaten, ey insan!” Diyor. Ruhun hakikati açılıncaya kadar sen kendini bilemezsin. Ruhun hakîkati sana açıldığı va kitte ki, onu sözle ifâde işte ondan «Allah’ın emrin emirdir» kelâmından ibarettir. O zaman Mev lâ’nın mârifetine, Allah’ı bilmeye bir yol açılır.

─ Bu meseleyi ne için söyledik?

Peygamber aleyhisselâtü vesselâm Efendimiz, Sahâbe-i Kirâmı bırakırdı. O gün gelen yahudîlerin böyle ayakta res onun hakîkatlerine erişmekten kalp müşerref olmaya kâfi geldi. Peygamber Aleyhisselâtü vesselâm, Allah-u zülcelâlin bütün kâinattaki mümessili makamındadır. Ona verilen rütbenin hakîkatini Allah’tan başka kimse bilmez. Bu mecliste Allah’a muhabbet, Resulüne muhabbet hâsıl olup kalpler dirilir.

İstanbul’da işimiz bitmedi, çok iş var daha. Böyle üç kişiye değil, milyonla insanı pervane gibi döndürecek cezbe kuv vetiyle de geliş var buraya. Allah Celle ve Âlâ bu kullara varlığını bildirecek, varlığından haberdâr edecek. Şimdi kapkaranlık bir dün yada yaşıyoruz. Ne kadar güneş var desek de millet kabule yaklaşmıyor. «Öyle şey mi olur? Güneş nerde? Biz öyle şeyi kabul etmeyiz» derler.

Allah Celle ve Âlâ’nın varlığından daha kuvvetli zâhir olan bir varlık var mıdır? Bütün varlık Onun iken, Onu inkâr ne demektir? Cahilliğin son raddesidir. Bütün varlık Onun iken, Ona nasıl yok denir. İş te, Allah Celle ve Âlâ kendi varlığından haberi ol milyonlarca insanın üzerinde tasarruf sahibi olacak bir kimse, bir tek adamla haberdâr edecektir. İlâhî kuvvete bak ve Cenabı Mevlâ’nın bir kuluna ne gibi salâhiyet vereceğine bak sen. Bir tek adam, Allah’tan haberdar olmayan bütün mahlûkata, «Allah var, Allah Hakk» dedirtecek. O, vaktin sahibidir, o vaktin sahibi gelmedikten sonra,

§ Hiç kimse bu insanlara, bir şey anlatmaya muktedir olamaz,

§ Bu insanların dağınıklığını toplayamaz,

§ Perîşanlığını dü zeltemez.

İmkânı yok, illâ o zata bakıyor. Cenabı Allah onun şahsında İslâm güneşini doğduracaktır. O doğmadıktan sonra, bu güneş doğmayacak, bu ona has. Cenabı Allah «Elestü birabbiküm kâlû belâ» gününde herkesi bir vazîfe ile vazifelendirdi. Bu âlemde herkesin bir rolü, bir devresi vardır. Se kaftansın. Sen o rolde zuhur eder, görünürsün. Her bir kimsenin yapacak hizmetleri var başkası yapamaz. Elestü birabbiküm kâlû belâ’da bir kişi, vaktin sa Mehdi, Allah’ tan haberi olmayan bütün kavmi Allah’ın varlığından ha berdar edecektir.

Cenabı Allah insana varlığını bildirecektir, «Ben var mıyım veya yok muyum?» Sahip onun için gelecek. Sahibin vazifesi birdir: bu insanları ey insan! Haberin olsun diyerek kendilerini yaratandan haberdâr etmektir.

Geldiği anında onların kalbine o marifetten açılacaktır. O marifet ki, bir milyar insan o adamın üzerine seferber olsa, onun kal bine şek şüphe atamayacaktır. Bir şeytan, iki şey tan değil, yüzbin şeytan bütün kuvvetleriyle o ada sarsamayacaktır. Kalbine şek şüphe düşüremeyeceklerdir, o de recede kuvvet aşılayacaktır.

Hazret Mehdi’nin kuv nerde kalacak? O şeytan diz üstü oturacak, ”Ebeden İslâm var, bu dini karartacak zulmet yok” diyecek. Gün öyle bir açılacak ki elektrik ışığına bile hâcet olmayacaktır. Sahibin zamanında her ev de zikrin nuru parlayacak, zikir kuvveti ne kadar her tesbihin türlü türlü rengârenk nurları çıkacaktır. Bir renk de ğil, onlardan maa görünmeyen diğer renkler çıkacak. Bizim gözü rengârenk nurlarla gecenin şenliği gündüzde olmayacaktır.

O zaman Al mı? İnen çıkan nurlarla geceleri gündüz lerinden daha şenlikli olacak. Bu dünya, mağripten maşrığa nurlanacak. Öyle gün ler geliyor.

Ey müminler! Mahzun olma, içini dar tutma. Rabbimiz Celle ve Âlâ bizi sevindirsin, ge gündüz onu bekliyoruz. O yolcu ne zaman gelecek, ne zaman Mevlâ’dan haberdar edecek, daha haberdar değiliz. Haberdar olsak, hâ Tevfik Allah’tan.

O günkü gün emâneti, Sancağı Şerif-i buradan almak için hepsi ufka basan küheylan atlara binili ola bir de cin karargâhı var ki ucu bucağı bulunmaz. Mukaddes emanetleri himaye için orada dururlar. Yedi düvelin, yetmişyedi düvelin askeri gelse oraya yaklaşamaz. O emanetleri, Sancağı Şerif-i teslim alırken yedi defa;

“Tûba, sümme tûba, sümme tûba,”; “Ne mutlu o meşhedin (sancağı şerifi) altında hazır olacak kim haberdâr eyle.

Elhamdülillah, Elhamdülillah ve Şükrülillah.


[1] Hadis- i Şerif: el-Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, 278; Aliyyü’l-Kari, el-Esraru’l-Merfua, 175. Gazâlî, İhyâ-u Ulûmi'd-Dîn, 4: 409 (Kitâbu't-Tefekkür); el-Heysemî, Mecmeu'z-Zevâid, 1: 78.
[2] Hadis-i Şerif: Suyuti, el Ca-miu's-Sağîr 1/14
[3] İsra suresi: 85


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: TASAVVUFÎ SOHBETLER-1982 / Şeyh M. Nazım KIBRISÎ
MesajGönderilme zamanı: 12.06.09, 08:34 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 13.03.09, 06:08
Mesajlar: 291
Sohbet -13-

1981, Sultançiftliği, İSTANBUL


Eûzübillâhimineşşeytanirracim

Bismillâhirrahmanirrahim

Allah, Besmele-i şerîfe olan ulûm hakîkatinden bizim kalplerimize de versin. Sahib’in zamanında «Bismillâhirrahmanirrahîm» ile olan tecelliyi o za manda yaşayacak olan bütün ümmet-i Muhammed, bu şimdiki teknikçilerin rüyalarında bile hayal ede meyecekleri işleri göreceklerdir. Şimdiki teknikleri kendilerine çok yüksek görünüyor. Bundan ileri bir teknik terakki düşünemiyorlar, bundan ilerisini akıl edemiyorlar. O zamanda bu Cenabı Allah’ın Bismillâhirrahmanirrahîm’ e tahsis etmiş olduğu rahmet tecellileri ile harika işler, mucizeli kerametler bütün millete göründüğü vakit; o zamandaki insan lar bu tekniği adeta roket süratinin yanında karınca nın debelenmesi gibi sayacaklardır. Besmele-i Şerîfe has olan o kadar manevi kuvvet membâları, inâyet membâı açılacaktır.

Eskiden dükkân sahipleri perde indirir, içerde ya yatar, ya camiye gider, ya evine dönerdi. Böyle olduğu gibi evliyaların hepsi evvelden âyân olarak görünürlerdi, şimdi böyle setrlerini perdeleyivermişler.

─ Neden?

Alış-veriş çok durgun. Hazret bana hikâye etti:

«Şâm-ı Şerifte câmide halvet ve riyâzete bulunuyordum. Bir gün orada hizmette iken Ekabirru’l Ricâlden büyük Evliyalardan olan Salâhaddin-î Mağribî Hazretleri oraya hâzır oldu. «Bende hal var o zaman » diyor, Şeyh Hazretleri. Dedim ki;

«Nedir bu sizdeki mürüvvet kıtlığı? Sizde hiç mürüvvet namına bir şey kalmadı mı? Neye gizlenip duruyorsunuz?»

Ebu Bekir de yakında otururmuş. Ebu Be kir! Git içeriye, bizim aileye söyle, çayı hazır etsin, diyerek onu oradan savdım. Ondan sonra böyle söylediğimde Selahattin-î Mağribî Hazretleri dedi ki:

«Ya anî! Bize, bizim sözü dinleyecek ve kabul ede cek yerinde bir kimse gösteriniz biz meydana çıka lım. Kalplerine tesir edecek bir kimse gösterin ona göre bizdeki ulûmu meydana dökelim!»

O vakit Şeyh Efendi Hazretleri öyle söyledi:

«Nâazım Efendi! Bırak ulema sınıfını. Ulema sınıfın da tesir sıfır, zaten sıfırın altına da düştü. Ulema nın ilminden millete hidayet vesîlesi olacak kuvvet büsbütün düşmüştür.»

Ulemaların milleti bu akın larından kurtarıp Hakk canibine döndürmeye ilmi kudretlerinin de artık bir gücü kalmamıştır, sıfıra düşmüştür. Bir defa Mısır’a gitmiştim. İskenderiye’de bir genç âlim benim yanıma yaklaştı.

«Nerdensin?» di ye, bana sordu.

«Şam’dan geliyorum» dedim.

«Bu İskenderiye’de yüzellibin Ezherî âlim vardır» de di.

Bir Ezher âlimi buraya gelirse bizim âlimler dut yemiş bülbül gibi mahpus kalırlar. Onun yanında konuşacak bir cümle bulamazlar. Ezherî âlimler öyle kuvvetli âlim; Mısır ehlinin hem lîsanları, hem okumaları itiba riyle onların ilmi ve hafızası da, natı kası da, dilleri de kuvvetli. O vakit dedim ki:

«Maşallah! Hem sana, hem o yüzellibin âlime. Yüzelli bin âlimin bulunduğuna bu memleket şehâdet edi yor mu? Yüzellibin âlimin bu lunduğu bir memleket bu halde mi olacak? Böyle mi olması lâzımdır? Nerde sizin ilmî kudretiniz? Demek ki sıfırdır. Bu kadar ifsat olduğu vakitte yüzellibin âlimi bana niye söylersin? Nerde sizin ilminiz den istifade eden kimseler? Sen bana demek iste din ki, bu memleketin hepsi hastadır. Doktoru yok mu? Yüzellibin doktor! Yüzellibin doktor olduğu memlekette bu kadar hasta olur mu? Demek ki sizin hiç tedavi edeniniz yok yahut verdiğiniz ilaçlar, hepsi müddeti geçen ilaçlar…!»

Şimdi üzerinde tarif var. Eskiden bu yok idi. Şim di o da yeni îcâd: “Bu tarihten bu tarihe kadardır, ondan sonra dök ilacı. Kuvveti, tesiri kalmaz.” Eskiden ilacın bozulduğu duyulmazdı, şimdi vakti geçti, dök gitsin.

«Ya sizin verdiğiniz ilaçların vakti geçti, ya da siz hastalıktan anlamazsınız.» Öyle ya, yüzellibin âlimin bulunduğu memlekette bu kadar fesat, bu kadar hasta insan, bu kadar itikatı bozuk adam na sıl olur?

Hazret; «Bu akım önünde kayaları devirip giden müthiş bir sel gibidir. Allah’tan kaçış cereyanı bu. Bu akım, Allah’tan kaçmak akımıdır. Öyle müthiş derecede akıyor ki, önüne gelen ne varsa devirip götürecek. Büyük dehşetli kayaları da süpürüp gö türen öyle bir selin önüne onu durdurmak için âlim ler oraya toplanmışlar, ellerine kürek almışlar ve yanlarında dağlar gibi saman var. Seli durdurmak için o samanı kürekleyip selin önüne atıyorlar. İşte onların yaptığı iş o.»

─ Öyle müthiş seli saman dur durabilir mi? İmkânı var mı?

İmkânı yok. Bununla beraber söylediklerinde, eğer hakkını verip söylerlerse onlara dair fazîlet vardır. İşte biz durdurmaya uğraşıyoruz durmuyorsa o başka mesele. Şeyh Efendi Hazretleri bana;

« Bırak âlimleri, bütün evliyalar da bütün peygamberlerin kuvveti ile de bu kaçan insanlara yetişmeye imkân yoktur » dedi. Öyle bir seğirtiyorlar. Allah’tan kaçışta, onların arkasından yetişip de önleyecek kimse yok. Evliyaların kuvveti yetişmiyor şimdi. Önleseler, söndürebilirler lâkin öyle bir koşup kaçıyorlar ki, evliyalar velâyet kuvveti ile bile ar kasından yetişemiyorlar.

Salâhaddin Mağ ribî Hazretleri, «Bize bir dinleyecek kimse gösteriniz de, onlara bizim ilmimizden söyleyelim» dedi, «Bizi dinlemeyen bir kimseye bir söz söylediğimizde, biz o ilmi zây etmiş oluruz, malâyani yapmış oluruz.»

Lüzumsuz yere onu atıp zay etmekle, en ednâ mertebede malâyani olur. Ancak Cenabı Allah bir kimseye kendi kudretin den giydirip o seğirtip kaçanları önleyecektir. On lara «dur!» diyecek, «buraya kadar!» dediğinde ona karşı duracak bir kimse yoktur. «Dur!» dediği anda onlar durmaya mahkûmdur. Mucizeli bir hal olma dan, hem geçmiş evliyalarda olan kerametlerde kâfi değil, onlarda olan ulûmda kâfi değil.

Şeyh Efendi Hazretleri ile ilk defa bu âlemde teşerrüf ettiğim vakitte,

«Oğlum! Seni biz teslim al dık» dedi. Sultanûl Evliya ile ilk mülakat olduğum gün, Şam’da Şeyh Hasan-ı Râi Hazretlerinde idik. Geçen senelerde onun kabrini açtıklarında olduğu gibi çıktığını söylediler. Hazret, orada yedi sene halvet ve riyazette bulundu. Burada Fatih Çarşamba’da Erzurumlu Hacı Süleyman Efendi Haz retleri vardı; Üçyüzonüç Nebiyyül Mürselin kıdeminde olan mürşid-i izamdan. O beni oraya sevk eyledi.

Şimdi, Sahibzzaman Mehdi Aleyhisselâm, bütün gelmiş geçmiş evliyaların hepsine verilen ilim lerden üst olarak yediyüz ilme mazhar olmuştur. Cenabı Allah ona bütün evliyalardan ziyade olarak hiç bir evliyaya açılma yan hakikat membâından yediyüz ilim vermiştir.

─ İlim dediği vakitte, ne gibi bir kuvvet var?

Al lah’ın beyanına bak, bizim sözümüze bakma. Orada bizim sözümüz yoktur. Cenabı Allah Hakk sözü söyletiyor. İlimdeki kudrete bak sen. Estaîzübillah,

فَاقْصُصِ الْقَصَصَ لَعَلَّهُمْ يَتَفَكَّرُونَ

«Faksusil kasasa leallehüm yetefekkerûn»[1] «Ey Habibim! Onlara geçmişlerin kıssalarından söyle ki on lar düşünsünler ve onların hikmetlerinden bilsinler.»

Cenabı Hakk Süleyman Peygamberin Saba melîkesi Belkıs ile olan kıssasını bildiriyor. Ne zamanki Süleyman Aleyhisselâm,«Kim bana şimdi Belkısın tahtını buraya getirir?» dedi ğinde bir ifrit dedi ki,

«Bu meclisten kalkmadan ev vel ben getiririm».

Estaîzübillah,

قَالَ الَّذِي عِندَهُ عِلْمٌ مِّنَ الْكِتَابِ أَنَا آتِيكَ بِهِ قَبْلَ أَن يَرْتَدَّ إِلَيْكَ طَرْفُكَ

«Kalellezi indehu ilmum minel-kitab ene atîke bihi kable ey yertedde ileyke terfük»[2]

İfrit, «Ben bu meclisten kalkmadan getiri rim» dediğinde, ona karşılık kendisine kitaptan ilim verilen bir zat dedi ki, «Gözümü kırpıp açıncaya ka dar getiririm!» İlmin kudretini gösteriyor Allah, ha berin olsun. Ben âlimim deyip boşuna lakırdı söyle me. Süleyman Peygamberin yanında kitaptan kendisine ilim verilen bir kimse «Gözümü daha kırpıp açıncaya kadar buraya getiririm!» dediği anında oraya hâ zır etti. İlmin kudretine bak sen, ilimde kuvvet var. Hazreti Mehdî’ye o yediyüz ilim verildiği vakitte, o ilme has olan kuvvetle beraber olduğu halde verildi. Bütün bu âlemi hidayete sevk etmesi, bütün bâtılı mutlaka mahvetmesi içindir. Süleyman Peygamber’in veziri Asaf’a verilen, onlara tahsis olan ulûmdan bir ilim idi. Hazreti Mehdi aleyhisselâma verilen yediyüz derece, ilim derecelerinden ziyade kendisine verilmiştir ve her ilme göre bir salâhiyet, bir kuvvet onun emrine verilmiştir. Ona göre bütün bu dünyada, Estiaîzübillah:

وَقُلْ جَاء الْحَقُّ وَزَهَقَ الْبَاطِلُ إِنَّ الْبَاطِلَ كَانَ زَهُوقاً

«Ve Kul câel Hakku ve zehekal batıl innel bâtıle kâne zehukâ»[3]

«De ki, Ey Habibim! Hak geldi, bâ tıl zâil oldu. Şüphesiz bâtıl yok olmaya mahkûmdur»

Bu ayetin sırrının hakîkati, Hazreti Mehdî’de meydana çıkacaktır. Yeryüzünde bâtıl namına zâhir ve bâtında bir şey kalmayacaktır. Hatta kalbinde bâ tılı tutan kimseyi de süpürüp götürecek. Hazret bana bunu da söyledi;

«Oğlum! Sahibüzzaman olan Mehdi Aleyhisselâm bâtıl üzerine kurulmuş olan ne kadar müessese varsa, bâtıl temele oturtul muş ne kadar kuruluş varsa ehli ile beraber ata cak, bütün Hakk kuruluşları meydana çıkacaktır.»

İş te, ilim dediğinde böyle ilim olacak. O vakit cehalet tamamı ile yok olup herkesin kendi makamına, iman derecesine göre ilim ona açılacaktır, o ilimde verile cektir.

─ İlim nedir?

İlim, Allah’ın bizi kurbiyyetine iten kuvvettir. İlim ile kurbiyyet makamlarına biz yürüye biliriz. O zaman ki ilim, hikmet membâındandır. Hikmet, ilmin ruhu mesabesindedir, hikmetsiz ilmin faydası yoktur. Ruhsuz ilim faydasızdır. İbliste ilim vardı, hikmet yoktu. Hikmet olmadığından Âdem peygambere secde etmedi. Edep dâiresinden dışarıda kaldı. Hikmet sahibinde edep vardır. Allah, bizim kalplerimize de, o hikmet membâlarından açsın.

Mehdi Aleyhisselâmın Şam’da oluşu konusuna gelince, şimdi Şam’da değildir lâkin zuhuru için emir olunduğunda, şimdi bulunduğu makamda tekbir alıp hâzır olacaktır. Halen hayattadır, lâkin Şam’da değildir. Hicaz kıtasında Necid ile Yemen arasında Rubu’l Halî denilen bir yer var;

· Orada hayat namına hiçbir şey yoktur, nebatta yoktur,

· Orası seyyar kum denizleridir,

· Oradan ne kuş uçar, ne de kervan geçer,

· Oradan geçmek memnû,

· Orası bomboş bir yer.

Mehdi (A.S.), o mıntıkada bir makamda duru yor, «Kubbetüssühedâ» denen bir makam vardır. Melâike-i Kirâm’ın binâ etmiş olduğu bir kubbedir.

Ø Sahibuzzaman Hazretleri de orada,

Ø Kırk halifeleri orada,

Ø Yedi vezirleri orada,

Ø Nebi Razil orada

Ø Ve büyük evliyalardan kendilerine izin verilenler orada hazır olur.

Sıradan bir kimsenin oraya yaklaşmasına im kân yoktur. Cin taifesi de orayı ihata etmiştir. Ge lene dokunduğu gibi işini bitirir. Hatta Şeyh Efendi Hazretleri, onu da söylemiş ti:

Orada, bir büyük mağara vardır, onların maka mı o mağaranın içerisindedir. Orası seferberlikten sonra işgale uğradığı zaman, İngilizler de, Fransız lar da o taraflara uğradıklarında, bir devriye orada acayip bir haller görüp de «ne var, içe riye bakalım» diye içeriye girmiş. Bir kişi dışarıya çıkmamış. Cin muhafızlar dokunduğu gibi onları cansız bırakıp vücutlarını da alıp denize atmışlar. Arkasından bü yük projektörlerle arama yapmak üzere bir askerî birlik girmiş.

«İngiliz'in bir bölük askeri arama yapmaya geldi» diyor.

«Nerde kayboldu bunlar? »

«Bunun içerisinde»

On lardan da bir kişi çıkmadan, cinler onlara da dokunup kaybetmiş. Kimse bir daha içeriye girip orayı teftiş etmemiş. Bu, İkinci harpten önceki vukuattır.

Biz Medine-i Münevvere’de iken Şeyh Efendi Hazretlerine bir haberci geldi. Sahib’in hizmetini gö ren postacı evliya var, o Hazrete gelip Sahib’in kendisini davet ettiğini söyledi. Hazretin makamı, milletin içerisinde de görünmek olduğu için cismanî kuvvetle milletin içinde idi, ruhanî kuvvetle daima orada, Sahip’le beraberdir. Lâkin cismanî vücut ile de davet ettiğinde avcı kelbi ile çıkar, (hâşa minel huzur ) o surette bizi beraberine aldı. Tayy ile oraya al dı, yürüyüşle değil göz açıp yumuncaya kadar oraya vardırdı. O makama indiğimizde, Sahip oradaydı. Mağaranın ağzı yetmiş zîra yani yetmiş arşın gelir. Hazret geldiğinde, Sahibuzzaman ellerini açıp o yetmiş arşın ağzı olan mağarayı böyle tuttu. İki eli oradan oraya yetişti. Sonra Hazrete yürüdü, o kucaklayıp öptüğü va kit yukardan öper. Sahibuzzaman boylu-boslu, gayet heybetli, onun yüz yapısına da kimse bak maya doyamaz. İşte, şeyhimizle böyle kavuşup, dedi ki,

«Ya Seyyidî! Sizinle görüşmek için bize emir olundu. Sizi onun için davet ettik, bilirsin buradan içeriye zâhir de girmeye izin yoktur. Siz içeriye girerseniz dışarı ya çıkamazsınız. Sizinle burada görüşmek de cis manî kuvvetin hakkıdır» dedi. Şeyh Efendi Hazret leri, o meclisi nazarla bana gösterdi.

Bunları, sizin yakın kuvvetiniz artması için söyletiyor. İşte Sahip, Şam’da değil o makamdadır lâkin kendisinin zuhuru emrolunduğunda Allahu Ekber, Allahu Ekber, Allahu Ekber diyerekten Şam’ın kıyısında tekbir alır ve Şam’a girer. Girdiğinde bü tün millet orada ona bey’at etmek için gelirler, o da kabul eder. İlk bey’at Arafat dağında oldu. Onikibin evliya lar bey’at etti, oradaki bey’at bitti. Dedik ya, avcı kelbini yanında taşıdığı gibi Hazret’in beraberinde idim, Sahib’e onikibin zatın bey’at ettiğinde.

İkincisinde, rüya yolu ile bey’at var. Rüyada çok kimseler Hz. Mehdî Aleyhisselâm'ı görüp ona bey’at ettiler.

Üçüncüsü umumî olacaktır; bütün Ehlü'l İslâm ona bey’at etmek için Şam’a yetişen gelecek. Sonra Hâlifetullah olduğuna dair bey’at alacaktır. Umumî bey’at aldıktan sonra doğru yürüyüp yedi konakta, bu bizim buradaki milletin İslama yaptığı hizmetin mükâfatı olarak İstanbul’a inecek.

Millete hiz metinden dolayı, Ehl-i Sünnet ve’l cemaat’a hizme tinden dolayı ve Sancak-ı Şerifte sizde saklıdır, Mehdi İstanbul’a gelip teşrif edecek, sizi şereflendirecektir. Sen hiç korkma, o vakit bizim ahbapları görelim. İnşâllah beraber geleceğim. Şimdi kırılmış bit gibi duruyoruz. Kimsenin haberi yok ama inşallahur Rahman buraya bir geliş var. İnşallah orada «Lâilaheillallah» çektiğimiz vakitte, bu İstanbul Sahip’le girerken bir baştan bir başa kaynattırılacak.

Teknik ne, silâh ne canım? Biiznillâh teknikleri de çöpe, silâhları da çöpe atılacak. Allah, hepinizin dînini zi artırsın. Kim dinleyip kabul ederse, o günlere, o saadet gününe onları da yetiştirsin. Ka bul etmeyenler de yetişmesin. Madem istemiyor, kabul etmiyor, etmesin.

Deccal, Horasan cihetinden gelir, ilk Filistin’e iner. Yanında yetmiş bin taylasanlı yâhudla İs rail’e inecek. İsrail, onu bekliyor, onun için orada kurulmuştur. Geldiğinde oturacak yerini bilsin diye onların meclislerinde büyük bir taht vardır, oraya kimseyi oturtmazlar. Onlar âhir zamanda gelecek peygam ber diye bilir, hâlbuki kitaplarında yazılı olan Efendimizdir. «O değil, o değil» derken, şimdi işleri Deccal’a kaldı. Gelip oraya oturup, ondan sonra ilâm eder ki,

«Bütün dünyanın hâkimi benim. Tanrı nız da benim, secde ediniz.»

Oradaki talebeler söyledi, Yahudiler böyle bir film çevirip onu Londra’da televizyonda göstermişler. Bir acayip isimle, o filmin adını koymuşlar. Harikulade işler gösteren bir kimse geldi, geliyor diyerekten kendi kitaplarına göre bir film ile onu intizar edip duruyorlar. Yahudiler bilir, on lar hazır da beklerler.

İsrail devletinin orada muvakkat olarak kurulu şundaki hikmet odur. Allah onlara kırk gün dünya hâkimiyeti verecektir. Kırk gün buzağıya taptılar, onları kırk gün buzağının üstüne bindirecek. Gezsin ler, kırk gün dünya onların elindedir. Şimdi, bütün dünyada alttan alta, onlar hâkimdir. Lâkin o vakit zahirde de bütün yahudiler, bütün dünyanın idaresi ni ellerine alır.

Ø Deccal, Şam’a giremez.

Ø Mekke Medine’ye gire mez.

Ordusu; bütün yahudiler ordusunda, bütün veled-i zîna olan kimseler ordusunda, bütün edepsiz, şerefsiz kadınlar da arkasında. İşte bu hippiler mippiler onun arkasına takılıp bir ucu mağripte bir ucu maşrıkta ordusu ile dolaşacak. İş yok, güç yok, oyun - eğlence çok. Milletin istediği o. O zamanda çalgıyı çengiyi duyan, oyun - eğlenceyi duyan, iş-güç yok diye onun arkasına takılıp dolaşacak. Tâ ki Hazreti Îsa inzâl olsun, Hazreti Îsa inzâl olduğunda gökten indiğinde Deccal’ı katleder. Bütün yahudileri, Deccal’ın askerini de tüketip mağripten maşrığa yeryüzünde «Lâ-ilaheillallah» yazar. İnşallah o saadet günlerine de yetişiriz. Dâbbetü’l arz ise İsa aleyhisselâmın sonralarında çıkar.

Karaköy’de Yeraltı Câmi’si vardır, Hazreti Mehdî a.s. yedi günlük olduğunda, onu tesmiye için orada Efendimiz a.s.’ın ruhaniyeti ve evliyaların hâzır olduğu bir mecliste ictimâ olup Hızır a.s. o bebeği getirdi. Yedi günlük bebek, günde bir aylık büyümek sureti ile yedi aylık olarak geldi. Peygamberimiz onu «Muhammedü’l Mehdî» diye tesmi ye etti. Sonra kendisi mübârek elini koyup vaktin sahibi olduğuna dair ondan bey’at üzerine durup bütün evliyalar da orada bey’at et tiler. Ondan sonra burada durdurulmadı, tekrar yerine döndürüldü. Onun buraya gelişi Sancak-ı Şerif’i teslim almak için olacaktır, vazîfesi odur. Şimdi kırk yaşını bul du ve ilerledi. Lâkin kırktan elliye kadar kırk diye hesap olunur.

Bulutu gördüğünüzde, yağmur her halde yağar diye tahmin ettiğimiz gibi bu Ehlullah ortalığın haline baktığında onun gelişini öyle ya kın görüyor. Onun ordusu ile gelip kuzular da kesi lip, ziyafetler de verilir. Zikirlerde çekilip, ondan sonra göz açıp yumuncaya kadar yerimize dönece ğiz. Arabaya binmeye hacet yok, atların üzerinde. Atlara bindiğimizde; bizim bineceğimiz atlar inşallah ufka basarak gidecek.

Altı ay, o genç halinde Mehdî’ye verilecek o mane vî ilimlerin temelini Şeyh Şerafeddin Hazretleri dö şedi. Ondan sonra hizmet, bizim Hazrete oldu, şim di bizim Hazretten oraya kuvvet aşılanır. Ondan sonra o, meydana çıkacaktır.

Allahu, Hû, Hakk, Hayy. Zikrettik. Zikrin dışında mıyız? Zaten zikrin içindeyiz.

Şâh-ı Nakşibendî Hazretlerine müridleri,

«Elhamdüllah, sizi bulduk ya Seyyidî!» demişler.

O vakit Şâh-ı Nakşibendî Hazretleri bir perde yaptı, kendisini kaybetti. Onlar «Nerdedir?» diyerekten oraya buraya koşup ara maya başladılar. Sonra zâ hir oldu, dedi ki,

« Ben Buradayım. Siz mi beni bul dunuz? Yoksa ben mi sizi buldum? Hele bulun bakalım. Beni buldunuzsa niye burada bulamadınız?»

İşte, onlar bizi buluyor. Müridleri o mürşidler buluyor, topluyor.

Şimdi; ya Anadolu’da, ya Arabistan’da, ya buradaki meşayıhlardan, bu hakîkat membâlarını söyleyecek bir kimse, bu söze mezun olan şeyh yoktur. Bu, büyük şeyhimiz Hazretlerine açılmış bir kapı dır. Ona izin vardı, izinle söyleniyor, söyleyen o dur, bizi zannetme. Bunu söyleyebilecek bir adam varsa, ben onun ayağının altını öperim. Mehdî’den haberi olmayan, Mehdî’den haber bilmeyen, haber söylemeyen adam daha çok uzaktadır. O, o haberi ona bildirecek adam ister. Siz Cenabı Allah’a şükrediniz ki, size bu haberleri işittirecek kimseyi ayağınıza yolla dı ve size bu gibi hakîkatleri kabul edecek, tasdik edecek bir kalpte vermiş, şeksiz - şüphesiz amen na ve saddaknâ diyorsunuz.

Hazreti Mehdî a.s. buraya geldiğin de, buradan Sancak-ı Şerifi, emanetleri de teslim al dığında, o zaman Deccal’ın huruç ettiğine dair ha ber gelecek ve kendisi buradan hareket edecektir. O zaman bütün dünyada ne kadar ehli iman varsa ilân olur ki;

«Deccal’ın fitnesinden sakınmak isteyen Şam’a, Mekke’ye, Medine’ye girip orada kendini gözetsin!»

Bu İstanbul’da bir veliyyullah var. Boğazda, sen onu bilmezsin. Bir tek Peygamber Aleyhisselâm’dan doğ rudan emir alan, evliyadan bü yük bir zât burada bulunuyor. O, İstanbul’da emânetleri gözeten zattır. Yedi düvelin kuvveti gelse onların çemberini kırıp ta içeriye adım ata cak kuvvet yoktur. Bu emânet Hazreti Mehdî’nindir. Kim çalacak? Kim yaklaşabilir oraya? Yaklaşan bir kişi yanar, onun alevi görünür.

Vaktin Sahibi, tevhit sancağını açıp tamamıyla zulmü ortadan kaldırıncaya kadar bu insanlar arasındaki ihtilaflar devam edecektir. Hakk sahibinin hakkını, herkesin hakkını ve hukukunu adaletle tak sim ettiği vakit; ihtilaf, kavga, ikilik, üçlük bi tecektir. Şimdi herkes kendi yanında haklıdır. Cenabı Allah’ın (C.C.) onlara olan muameleleri ni yetlerine göredir: iki taraf, üç taraf, dediğimiz kaç taraf olursa olsun onların niyetlerine göre Cenabı Allah (C.C.) onları muhakeme eder. Binaenaleyh ni yeti hayır olan, Allah yanında niyeti makbul olan kimseye, Allah’ın muameleleri, Allah’ın rahmeti ola caktır. Niyeti şer olduğu vakitte, o zamanda Allah’ın ona karşı intikamı haktır. Cenabı Allah intikam alıcıdır. Bu ahir zamanda bu fitnelerin olacağını aleyhisselâtü vesselâm Efendimiz haber vermiş, tâ vaktin Sahibi çıkıncaya kadar da devamını bildirmiştir ki, ölen ne için öldüğünü bilmeyecek, öldü ren de ne için öldürdüğünü bilmeyecek. Ölen «ne için öldüm?», öldüren «ne için öldürdüm?» ondan ha beri olmayacak diye bildirmiştir. Öyle karanlık bir devirdir şimdi. Onun için Allah, vaktin Sahibini bize tez gönderip o nuru açsın.

Bizim silâhımız «Allahu Ekber» dir. Bizim silâhı mız üzerine silâhları varsa gelsinler. Siz, o silâhla si lâhlanın korkmayın. Bu sözü ben size, doğrudan Peygamberin emri ile söyledim.

Veminallahi Tevfik.


[1] Araf Sûresi: 176
[2] Neml Sûresi: 40
[3] İsra Sûresi: 81


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: TASAVVUFÎ SOHBETLER-1982 / Şeyh M. Nazım KIBRISÎ
MesajGönderilme zamanı: 13.06.09, 08:38 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 13.03.09, 06:08
Mesajlar: 291
Sohbet -14-

1982, Akbaba, İSTANBUL



Eûzübillâhimineşşeytanirracim Bismillâhirrahmanirrahim

Bize dünya ve ahirette şeref kazandıran, Kelime-i Şahâdete buyurun:

«Eşhedüenlâilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ve resulûhü»

Başka bir sözümüz olmasa, yalnız bununla meş­gul olabilsek en büyük kazancımız olur. Çünkü bu Kelime-i Şahâdet, Cenabı Hakk’a kulların konuştuğu sözlerin içerisinde en sevgili olanıdır. Bunu bir kul ne kadar ziyâde tekrar etse Cenabı Hakk’a o derecede sevgili kul olur ve yakınlık kazanır. Binaen­aleyh bir defa getirmek herkese farzdır. Ondan son­ra mü’min ve sadıklara tekrar etmesi sünnetün müekkedir. Bizim gibi yaptığı hareketin ne olduğunu ve ne hüküm giyeceğini bilemeyen kimseler için onu tekrar etmesi vâciptir. Sen nereye ayak bastığının farkında değilsen;

Ø Küfre mi basıyorsun, imana mı basıyorsun.

Ø Hakka mı ayak basıyorsun, bâtıla mı?

Ø İşlediğin sevap mıdır, günah mıdır?

Ø İşlediğin taat mıdır, üryan mıdır?

Bunu ayırt edemeyen kimse­lerin, imanını tecdit etmesi vâciptir. İnsan gafletten kurtuluncaya kadar cihad etmesi lâzımdır. Gafletten kurtulan kimse düşmanın ken­disini nerede esir ve mağlub edeceğini bilip tedbirini ona göre alan kimse olur. Cenabı Hak bize:

«Ey mü'minler! Gâfil olmayınız»[1] ve “ey insanlar! Gâfil olmayınız” buyuruyor. Cenabı Hak, Kelâm-ı Kadîmi ile yalnız bir zümreye, bir kavme veyahut bir zamanda bulunan kimselere değil bütün insanlara hitâbeder. Cenabı Allah’ın hitâbı umumîdir, bütün za­man ve zemîne şâmildir. Her zamanda bulunanlara ve her zeminde yaşayanlara hitâbediyor. Her za­manda yaşayan insanlar, Cenabı Hakk’ın kelâmına muhataptırlar. Her nerde yaşarlarsa,

ü Avrupa'da ya­şayan da,

ü Afrika'da yaşayan da,

ü Asya'da yaşayan da,

ü Rusya'da, Arabistan'da yaşayan da,

ü Türkiye'de yaşayan da,

ü Mağripte yaşayan, maşrıkta yaşayan da

Hepsi ilâ yevmil kıyamete kadar da bütün zaman boyunca ve bütün dünya üzerinde her nerede olurlar­sa olsunlar, Cenabı Hakk’ın hitâbına muhataptırlar. Cenabı Hakk umuma hitâbedip «Ey insanlar! Gâfil olmayınız» buyuruyor.

─ Neden gâfil olmasın?

Bütün insanlara gâfil olmayınız diye ilân eden, onları uya­nık olmaya davet eden Cenabı Allah;

«Ey insan­lar! Size akıl vermişim, o akıl sayesinde uyanasınız ve akıl ile bu hayatı mütâlâ edesiniz. Aklınız ile birbirilerinize yardımcı olasınız. Birinin görüp diğeri­nin göremediğini, birinin bilmeyip diğerinin bildiğini; görmeyen görenden, bilmeyen bilenden istifade edip akıl, akıl ile buluşarak tek başınıza bulunduğunuz hâl ve şânı mütâlâ edemiyorsanız; akıllarınız birbiri­ne ilâve olunduğunda, birbirine yardımcı olaraktan gafletten kurtulmaya ve uyanmaya bakınız.»

“Çünkü görüyorsunuz. Bu üzerinde yaşadığımız dünya bize göre sonsuz; Cenabı Hakk’a göre başı da belli, sonu da belli olan bir âlemin içerisinde dönüp gidiyor. Bu küre-i arz üzerinde hayat seli akıp gidiyor. Siz de o hayat selinin içerisinde şimdi dün­yada görülen ve akıp gitmekte olan kimselersiniz. Binaenaleyh bakınız;”

Ø Yerlere bakınız,

Ø Göklere bakınız,

Ø Etrafınıza bakınız.

Ø Boyuna gelenleri ve konan­ları ve boyuna göçenleri görünüz.

“Uyanın! Uyanma­nız lâzım. Sizin bu hayattan bir şey öğrenmeniz lâ­zım. Çünkü siz, dört ayaklıların sınıfından değilsiniz. Siz onların bakışı ile bu âleme bakmayınız. Bakıp uyanmanız gerekir. Bu dünyadan kaybolmadan uyanınız. Gaflette olmayın!” diyor Cenabı Allah.

Cenabı Allah umum insanlığı bu kâinatın hakikati­ne bakmaya davet ediyor. Onun için İslâm, umumî manada bütün insanlığı davet edip onları tefekküre çağırır. Kur’ân-ı Azimüşan’da ne kadar âyet-i ke­rîmeler vardır ki, bu meseleyi Cenabı Hak beyan ediyor. Buna göre size gerektir ki; siz tefekkür ede­siniz. Tefekkür etmenizin ehemmiyetine işaret buyu­ruyor.

“Ey basit insan! Sen kendine gel ve düşün. Dü­şündüğün zaman bu âlemin sahibi, var edeni oldu­ğunu anlayacaksın ve senin içinde uyuyup duran inanmak ihtiyacını o zaman uyandıracaksın. O vakit inanacaksın!”

İnanmayanları inanmaya davet ediyor. Çünkü inanmayanlar gaflettedir. İnananlara da gaflet musallat olur, inananlara da gaflet ge­lir. İnananları da Cenabı Al­lah gâfil olmayınız diye yine uyandırıyor. İnananlar da gâfil oluyorlar, inanan kimsenin gafleti inanmayanlardan daha za­rarlı olur. O, bir defa inanmamış lâkin inanan kim­sedeki gaflet daha ağır suçtur. Bunu, biz Müslümanların bilmesi gerekir.

Binaenaleyh, iman ettikten sonra sen her ha­reketinin hak yolda mı veya bâtıl yolda mı olduğu­nu, işinin sevap mı veya günah mı olduğunu yani her hareketinin kıymet ölçüsünü bilmen gerekir. Bizim bütün hareketimize kıymeti tayin eden ölçüler manasına, Efâl-i Mükellefin diye ilmihallerde bildirilmiş olan sekizyüz mesele var. Bizim işi uzatmadan, kestirmeden helâl ve haram olanı bilmekliğimiz lâzımdır. Bize emrolunan, emrolunmayan, ya­sak edilen; yani her hareketimizin emir mi veyahut yasak edilmiş olan bir fiil mi olduğunu seçmen lâ­zım.

«Bilemedim» dersen,

«Ne için bilemedin? Neden öğrenmedin?» denir.

«Kimden öğreneydim, soracak kimse yoktu» diyecek olursan;

Sen hiç olmazsa sıdk-ü sadakatle vic­danına sorup danışmış olsaydın, vicdanının derinliklerinde yapacağın iş hakkın­da cevabını bulacaktın. Lâkin sen vicdanının sesini de boğup yalnız şeytanın zurnasını çalmaya alış­mış idin. O şeytanın zurnasının sesi, senin vicdanı­nın sesini bastırmış da, sen onu işitmedin.

«Ben katiyen kulumu yardımsız bırakmadım. Hangi kulum çıkıp diyebilir ki, ben Rabbimden yardım diledim de bana yardım etmedi!»

Diyecek bir kimse var mı? Neyin üzerine sen yardım istedin, neden yardım istiyordun? Allah yanında, Fisebilillâh’ta bir hizmet için sen Rabbim Teâlâ’dan yardım istedin de, Cenabı Allah seni yardımsız koydu mu? Hâşâ hâşâ. Sen, kendi rızası yo­lunda bir hizmete niyet edesin ve kıyâm edesin ve diyesin ki; «Ya Rabbi! Bu hususta yardımını iste­rim.» Sonunda Cenabı Hakk senden yardımını esir­gesin, bu Cenabı Hakk’ın şanına lâyık değildir. Bu Allah’a büyük bir bühtân olur. Herhalde senin talebine baktığı vakitte onda ihlâssız bir nokta bulundu, onun için men olundu. Sen hâlis olarak Cenabı Hakk rızalığını niyet etmediğinden dolayı sana yardım etmedi. Onda illâ bir kurt yeniği var derler, bir noksaniyet var ki bu makine çalışmadı. Bu işinin yürümediğine göre sen kendine dön bak bakalım; «Acaba benim tarafımdan mı, yoksa Allah’ın tarafından mı?» Hâşâ Allah’ın tarafından noksaniyet olamaz, o halde sendedir.

Cenabı Hakk, «Yardım et­mek için kuluma bakıyorum, lâkin o benim için hareket ettiği vakitte benim yardımım ona yetişecektir.» Bu mühim noktadır mü’minler! İşin içerisine nefsimiz karıştı mı yardım arama. Cenabı Hakk, kendisine isyan bayrağını açan, küfür araba­sını çeken nefse, senin nefsine kuvvet verecek de­ğildir, senin nefsine ön verecek değildir. Belki Ce­nabı Hakk’ın muradı nefsine karşı senin kılıç çek­mendir. Sen nefsine karşı kılıç çekip yardım dilediğinde Cenabı Hakk’ın illâ ki yardımına mazhar olacaksın.

Kendini yokla, gâfil olma. Yalnız sen yapa­cağın hareketin hükmünü bil. Bunu Allah ve Resulullah (S.A.V.) aşkına mı istiyorsun, yoksa nefsinin arzusuna uygun olarak mı?

«Canım günde beş defa ibadet içinde ben yardım istiyorum ve onda bile ağırlık gelip böyle yardımsız kalıyorum» dersen, onun hikmeti nedir?

Orada nefsinin arzusu vardı, nefsin o ibadet ve taatle görünmek kastındadır. Âbid, zâhid, âlim, fâzıl olmak kastıyla uğraşıyordu, onun içerisinde o nefsin zehrini almış olduğu için seni daha ziyade zehirlemesin diye o imdadını sen­den çekiyor. Çünkü şeytan, evvelâ senin imanını çü­rütmek ister. Seni imandan, ibadet ve taat yolundan vazgeçirmek ister. Ondan da ümidini kesince başlar seni ibadet ve taate teşvik etmeye.

─ Acâyip! O da var mı?

O da var ya! Şeytanın fenni çok! Hem sûret-i Hakk’tan derler: sûret-i Hakk’tan gelip te azdırdığı ne kadar kimseler vardır.

«Belâm-ı Baûr» isminde âbid, zâhid, âlim bir kimse vardı. Onun bereketine yetmişbin tilmizi havada giderdi. Şeytan, onu sonunda ucbe düşü­rdü, o kimsenin bütün salih ameli, kerametleri ve imanı da elinden gitti. Şeytanın hi­le ve tuzağı hesapsızdır. Onun için gâfil olma! Diyor. İnanmayanlar için onun kurduğu tuzaklar başka, inananlar hakkında yine başka.

Âbid olur, zâhid olur, âlim de olur; sonra onu ibadete de teşvik eder, taata da teşvik eder; ilme, hizmete teşvik eder. La­kin sonunda kendi balından bir parmak zehirli bal çalıp, ne yapar? «Senden ilerisi yoktur, senden âlimi, senden zâhidi, senden iyisi bu zamanda buluna­maz» der. Kendi zehirli balından ağzına çalmaya başladı mı o adamı zehirler. Onun için taat yolun­da olan kimselere olan talimatı başka türlüdür.

Gaf­let, bu sebeptendir ki; bütün insanlara en büyük za­rarı verir. Cenabı Hakk onun için «Gâfiller­den olmayınız» diye uyarıyor. Bütün insanları hâsseten inananları çağırıyor. Çünkü inandıktan sonra gaflet çir­kindir, o zaman özrünüz yoktur. Allah’a ve Resulüne inandıktan sonra gâfil olmak ağırdır ve o kimse ma­zur sayılmaz. İnanmayan belki mazur sayılır lâkin inandıktan sonra o kimse ne özür beyan ederse o vakit öz­rü geçmez. Gafletten uyanmak lâzımdır ki, biz bütün hareketlerimizi bilerek yapalım. O zaman şeytanın aldatmasına fırsat verilmez. Değilse son nefeste sana (hâşâ),

Ø Allah yok! Dedirt­mek için karşına gelir. Sonra onu yapamasa

Ø Allah’ın oğlu vardır! Dedirtmeye gelir. Onu beceremese,

Ø Allah üçün üçüncüsü! Diyerekten aklını karıştırmaya gelir.

Yaptığı işin ve itikadın ha­kîkatini bulamayan, kıymetini tayin edemeyen kimselerden kıymetliyi alıp kıymetsizi tutuşturuverir. Ya­kutu, inciyi, elması elinden alıp cam parçalarını, katır boncuklarını veriverir, boynuna da takıverir. «Haydi, bununla çık!» der.

· Pırlanta ile katır boncuğu­nu ayırt edemeyen kimseye nasıl uyanık dersin?

· Toprakla altını ayırt edemeyen kimseye nasıl uyanık dersin?

· Dünya ile âhiretin kıymetini tâyin edemeyen mümine sen nasıl uyanık dersin?

Biz o uykuda mü’minleriz. Bize dünyayı çok kıymetli satıyor da, âhireti çok uzakta, çok kıymetsiz bir şey gösteriyor. Uyuma!

─ En evvel uyanacağın mesele nedir?

Dünya ile âhireti karşında durdurup kıymetlerini takdîr et­mendir. O zaman sen iman ile küfür arasındaki far­kı tayin edersin ve imanı sıkı tutarsın. Bütün dünya birikse onu senin elinden alamaz.

Büyük Şeyh Efendi Hazretleri seferberliğin ba­şında, Çanakkale’de cephe açıldığında sonuna ka­dar orada bulunmuş idi. Başından itibaren de orada idi tâ cephe kapanıncaya kadar orada bulundu. İmanı nasıl tutmak gerektiğine dair bir temsil söylemişti.

“İngiliz’in, Fransız’ın, İtalyan’ın donanmaları gelip ora­yı bombardıman ettiğinde ve asker çıkarttıklarında, İslâm askeri oraya hücum edip tâ denizin içinde düşmanı süngüleyip orada da tüketiyordu. Yalnız donanma uzaktan ateş edip denizin içerisinde o ha­linde, elinde silâh tuttuğu halde, şarapnel ile şehit olan kimseler olurdu. Onların elinden silâhını alma­ya uğraşırdım. Katiyyen o silâhı elinden almaya im­kân yok, öyle defnediyordum, Huzur-u Rabbü’l âlemîne onunla çıkmak istiyor, si­lâhı bırakmıyordu. Kaç kimseleri ben böyle defnettim, ellerinden silâhı almak mümkün olmadı. Hakikî şehit olanları onun gibi tutmak lâzımdır. O zaman, vatanın kıymetini bilen adam, öyle tutar.”

Peygamber-i zîşan (S.A.V.);

«Ey mü’minler! Ey ashaplarım, ey ümmet­lerim! Müşrikler size dilleri ile ezâ veriyor. Sizi kıs­kanıp, inanmanızdan rahatsız olup sizi yine kendi saflarına döndürmek için yapabilecekleri onların yalnız dilleri ile olan ezâdan ibarettir. Size öyle ezâ veriyorlar lâkin geçmiş ümmetlere olmuştur ki; onlardan iman edenleri bağlayıp çukura göm­müşlerdir. Toprağın içerisine onları muhkem gömüp başlarının üzerine testere koymuşlardır. O bıçkıyı koyup: Lâilaheillallah deyişinizden dönecek misi­niz, yoksa sizi biz ikiye biçeriz diye, böyle şiddetli imtihana ve belâya düşen mü’minler oldu. Başının üzerinde o testere çalıştığı halde, diline yetişinceye kadar Lâilaheillallah'ı bırakmadı diyor. Şikâyet eder­sin ve alınırsın: sana ne ezâ var, sana kim eziyet eder, ey mü’min?

Onlar öyle sıkı imtihanlar geçirip imandan dönmemişlerdir. Çünkü imanın kıymetini bilmişlerdir. Belki o beş dakika içerisinde, belki on dakika içerisinde tamamlanacak olan bir geçici azaptır. Lâkin ona dayanmadan, o azap verenlerin sözüne döndüğü vakitte, yükleneceği ebedîdir. O kimse imanın kıymetini öyle takdîr eder ki; ebedî ha­yat bununladır. İman, ebedî hayatın canıdır. Bizim ahiretteki hayatımız «Lâilaheillallah» ile işleyecektir, onun durması yok.

· Âhiretteki mü’minlerin kalpleri Allah diyerek gençleşecek,

· Hayatı devam edecek;

· Hazzı, nasibi, zevk-û sefası artacak,

· Nuraniyet ve ruhaniyeti ziyâde olacaktır.

· Kemâli ve devleti arta­caktır,

İmanı böyle bilen uyanmıştır. İman eden, ilk olarak dünya ile âhireti bilecektir.

Dünya nedir? Bilmiyoruz. Âhiret nedir? Onu da bilmiyoruz. İkisi­ni bir kefeye koyuyoruz. Gâfiliz. Bu gafletten uyanmadıktan sonra Allah bize imanın izzetini giydirmez, zillete mahkûm oluruz. Bundan sakınmak lâzımdır.

Ey mü’min! Âhiretin hakîkatine bak, dünyanın da hakîkatine bak; Âhiret bâkidir, dünyada her şey tükenmek üzeredir. Sen de tükeniyorsun. Dışarıda yol yapımlarında yolun muhatarasını bildirmek üze­re yanıp sönen fenerler vardır. Fabrikadan gelir, çalıştırıldığı vakitte fabrikadan dolu olarak çıkar, sonra yoldaki işaret yerinde bir gün, iki gün yahut üç gün çalışır, geceli gündüzlü çakıp durur. Üç günden sonra bitip söner, artık o iade olunmaz. Onu atmak lâzımdır. O fabrikadan çıkıp oraya asıldığı andan itibaren, tü­kenmeye doğrudur. Sen de ana karnından çıktığın andan itibaren tükenmek üzeresin.

Ø Bu hayatın neyine mağrur olursun?

Ø Apartmanlara, hanlara, hamamlara mı; ?

Ø Atlara, arabalara mı?

Ø Çiftliklere, iş­gücüne, sahip olduğun bu dünyalığa mı?

Ø Neyine mağrur olursun?

Tükenip gidiyorsun. Bütün o ka­zandığın, tükettiğin bir nefesi sana iade edemez. Edemedikten sonra sen nesine mağrur olup nesine aldanıp gidiyorsun? Uyan! Diyor Cenabı Allah. Uyanmanın sırasındayız, bu dünya tükeniyor. Gazeteler yazar, “dünyanın içerisindeki tabî kaynaklar tükenmektedir.” âlimler ne yapacağız diyor, gökyüzüne bakıyor, gökyüzünden indirelim ama o da tükenmektedir, diyorlar. O da tükeniyor.

Bu âlem tükenmeye doğrudur, çünkü fenâ mülkü­dür. Bâki olan, bekâ mülküdür. Aklını başına dev­şir, gafleti bir yana at, hakîkate bak, hakîkate bak­maya cesaret sahibi ol. O cesa­ret iman sahibinde olur, imansız hakîkate bakamaz, korkar, yılar, yılışır, kaçar.

İşte bugün bu civardaki kaç evliyanın imdadı ile olan bir mâidedir; Akbaba Sultan, bu taraflarda Kırklar Sultan vesâire, Allah’ın has kullarıdır. Dünyayı ve âhireti anlayanlar sultan olur, on­lar âhiret sultanıdır, onların bize takdîm etmiş olduğu kıymetli bir sofradır bu yiyebilene. Bundan ruhaniyetini takviye edene aşk olsun, imanına kuvvet kazanan kimselere aşkolsun. Cenabı Allah böyle âhiret sultanlarının himmetlerini bizden uzak etmesin. Himmetleri hâzır olsun, imdatları hâzır olsun. Nefis, hevâ, şeytan, dünyaya karşı bizi kayırıp, destekleyip onları mağlup etmeye Cenabı Mevlâ bize yar­dım eylesin.

Âmin Âmin ve selâmun alel mürselin ve’l hamdülillahirabbi’l âlemin.


--------------------------------------------------------------------------------


[1] Araf Sûresi:205


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: TASAVVUFÎ SOHBETLER-1982 / Şeyh M. Nazım KIBRISÎ
MesajGönderilme zamanı: 16.06.09, 22:40 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 13.03.09, 06:08
Mesajlar: 291
Sohbet -15-

1982, Yahyâ Efendi, İSTANBUL.


Eûzübillâhimineşşeytanirracim Bismillâhirrahmanirrahim

Medet ya Allah, Ya Resulallah medet. Medet Ya Seyyidî Sultanül Evliya! Medet Ya Seyyidî, ya Şeyh Yahya! Destur.

Eûzübillâhimineşşeytanirracim. Allah Şeytanı bi­zim yanımızdan uzak etsin. Bismillâhirrahmanirrahîm. Bi mededi bi imdat Ya Allah!

قَالُوا سُبْحَانَكَ لَا عِلْمَ لَنَا إِلَّا مَا عَلَّمْتَنَا إِنَّكَ أَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ

«Kalu Subhaneke lâ ilme lenâ illâ ma allemtenâ inneke entel âlimûl hakîm.»[1]

v Biz bir şey bilmiyoruz ya Rabbi!

v Biz muhtâcız. Biz aciziz, zayıfız,

v Bizim ihtiyacımızın muhtaçlığımızın hududu yok,

v Senin vericiliğinin hududu da yok,

v Senin lütfünün hududu yok,

v Senin ihsân-u inamının hududu yok,

Hudutsuz veren Allah, bize lütfeyle. Bizim isteğimiz Senin kulluğunu yapmak için, o kulluğu başarabilmek için imdat talep ediyoruz, tevfik talep ediyoruz, inâyetini, hidâyetini talep ediyoruz Ya Rabbi! Burada toplanan, Senin topladığın Camiu’n Nâs sensin ya Rabbi! Senin burada cem ettiğin bizlere, sana hâlis kulluk için ne lâzımsa ilham eyle, bildir ya Rabbi! Bize aşk-u şevk ver, aşksız, şevksiz, meşksiz bırakma bizi ya Rabbi!

Ya seyyidî ya Rasulallah! Medet Ya Sultanûl Enbiya! Bu ümmetlere, bize lüzum edeni, sizin şef­kat ve şefaatinden dileniyor, niyâz ediyoruz. Ya seyyidî ya Rasulallah, biz bir şey bilmiyoruz, bize lüzum edeni bildirirsen biliriz ya seyyidî, ya Rasûlallah, isteriz. Ya Ricalâllah! Ya ibâdullahi’s sâlihin! Ya Evliyaallah! Ya Sultanul Enbiya! Sizden de is­timdât ediyoruz. Ya seyyidi! Ya Şeyh Yahya, size olan salâhiyetten, sizin maîdeden bize yediriniz. Ru­hâni olan gıda, ruhâni olan kuvvet membâından bize de aşılayıp sizin yolunuza yürümeye, yürütmeye fehm-u tefhime sizden imdat istiyoruz. Her kapıyı açacak ilahî imdat ve Peygamber-i zîşanın (Salavatullahi ve selâmuhû aleyhim) imdâdını bize yetiş­tirmeye vesîle olacak bütün evliyaların da bize yar­dımlarına vesile olan mübârek kelimeye buyurun:

«Eşhedü en lâ ilahe illallah ve Eşhedü enne Muhammeden abduhû ve Resûlûhu» (Sallallahu tealâ aleyhi ve sellem)

Şimdi bize bunların takdîm ettiğine kulak vere­lim. Herkes nasibini almaya baksın. Bu meclis dâim bulunan bir meclis değildir, onun için nasibini almaya bak.

─ Kulun Cenabı Allah’a en sevgili olan hâli nedir?

Kendi aczini itiraf etmesidir. Kendi ihtiyacını bilip Cenabı Hakk’ın huzurunda, muhtaç olarak onun ka­pısında durmaktır. Kulun sıfatları içerisinde Allah’a sevgili olan budur. Hakîkaten muhtaç olduğunu, hakîkaten acz içerisinde bulunduğunu, hakîkaten yoklukta bulunduğunu itiraf edip Allah’ın kapısına öyle gelip dikilmesi; bu Allah’a sevgilidir.

─ Sen neyi arıyorsun?

Sen, Allah’ın sevgili kulu olmaklığı arıyorsun. Sen belki onu diline getiremesen de sende olanı nakledelim.

─ Senin gayret edip de elde etmek istediğin ne olacaktır?

“Cenabı Allah’a sevgili bir kul olabilsem” bunu istemeyecek bir Müslüman, bir mümin tasavvur edilebilir mi? Lâkin bu­nu kendimize söyleyemiyoruz.

Ø Ne olacaksın?

Ø Tayyareci olacağım!

Ø Ne olacaksın?

Ø Hoca olacağım!

Ø Ne olacaksın?

Ø Kaptan olacağım!

Ø Ne olacaksın?

Ø Tüccar olacağım!

Ø Ne olacaksın?

Ø Mühendis olaca­ğım!

Ø Ne olacaksın?

Ø Doktor olacağım!

Ø Maşallah! Hiç bir şey olmayacaksın!

«Allah'ın sevgili bir kulu olacağım» diyen bir kimse görmedim, işitmedim daha. Belki bundan sonra işitiriz. Ben de söyleyeyim kendime;

Ne olacaksın?

«Yahu! Ne olacağım takavvut olup çıktık. Bundan sonra ne oluruz» deyip çıkıyor.

Allah’a sevgili kul olacaksın. Kendini bildiğin andan itibaren sen hedefe onu koy! Allah’a sevgili kul olmak; muradımız bu olacaktır. Ey Müminler! Dünya hutâmını, dünya zibilini toplamaya gelmedin sen. Allah’a sevgili kul olmak için geldin. Olabildin mi, ona gayret et. Hedef bu. Allah’a sevgili kul olduktan sonra, o payenin üstünde bir rütbe, bir paye düşünülebilir mi? Ondan daha büyük bir ka­zanç aklına fikrine gelir mi? Gelemez.

Cenabı Hakk kullarını sınıf sınıf halk eylemiş, her türlüsünü halk eylemiş. Buğday tarlası değil ki bu hep bir kıvamda olacak. Her türlü insan; hatta Ce­nabı Allah iki insanın suretini bir kılmamış. Cenabı Allah, ferdâniyetine delîl olarak da herkesin bir sureti, bir çeh­resi var, herkes bir şahsiyet sahibi oluyor, herkese ayrı bir şahsiyet bahşeylemiş. Böyle bu insanları hikmeti ile muhtelif sınıflar üzerine halk eylemiş. En basit hayat şartlarında yaşayan insanlar da insandır, en yüksek dünya hayatıyla ya­şayan kimseler de insandır. Her seviyedeki âdemoğlu Cenabı Allah’ın kulluğu ile mükellef olmak şerefini taşıyor. Bu dünyada en basit olanı mah­şer gününde hesabı en hafif olanıdır. Bu dünyada en yüksek dünya mensuplarına erişmiş olan yahut eriştirilmiş olan kimseler mahşer gününde en ağır yük altında olacak kimselerdir.

Behlül-ü Dâna (Allah onun sırrını takdis eyle­sin), daima devetüyünden bir aba giyermiş, ekmekle peynir yermiş.

«Yâhu! Bu kadar nîmetler var, helâldir. Helâl varken, niçin yemezsin, niye başka şey de giymezsin?» dediklerinde:

«Ey Allah’ın kulları! Yarın mahşer günü kurula­cak ve mahşere çağırılacağız. Cenabı Allah kasem eyledi, Estaîzübillah:

ثُمَّ لَتُسْأَلُنَّ يَوْمَئِذٍ عَنِ النَّعِيمِ

“Sümme letüselünne yevmeizin anin naîm”[2]

“Elbette ve elbette o günkü günde, bütün nîmetlerden; onların hakkından, onların şük­ründen size soracağım.” diyor. Mah­şer gününde cehennemin kapağının üzerine bastırı­lıp, «Cevap ver ondan sonra içeriye geç» denecek. Ben bir ayağım ile basarım, “Peynir ekmek yedim, sırtıma deve yününden aba giydim, bununla yaşa­dım” derim. Bir ayakla basarım, öteki ayakla öbür tarafa atlarım.» diyor.

Onlar, yakîn sahipleri­dir. Bizim gibi işi uzaktan dinleyen adam değil.

«Haşr-u neşri burada gördük, nefhâyı sur olmadan»

Demiş Ehlullah. Onlar Cenabı Hakk’ın mukarreb kulları, sevgili kullarıdır. Biz, haşr-u neşre daha vakit var diyoruz. Cenabı Allah aynelyakîn olarak on­lara sûr üfürülmezden evvel sûr’un üfürülüşünü ve mahşer yerine birikmeyi, kabirlerden kalkıp Mahke­me-i Kübrâ’ya milletin sevk olunmasını burada iken seyrettirmiştir. Yakîn ehli olanlar işi hafife almazlar. O Behlül-ü Dâna meczub kimse idi; Allah’ın aşkına kapılıp giden kimse manasına. İlahî aşk onları sarıp almış, bizimle yaşar da bizimle değiller. Kalıplarıy­la bizim aramızda dolaşırlar, kalpleriyle huzurdadır­lar. Onun için biz bu dünyanın bütün nîmetlerin­den sorulacağız. Binaenaleyh bu dünyada bir kimse ne kadar nîmete ermiş ise o nimetten sorulacağını bilmesi lâzımdır. Şükründen sorulacaktır. Lâkin ba­sit olan bir kimseye mahşer gününde onun suali çok basit gelecek, dünyası çok olanın hesâbı çok olacaktır. Belki, hesabını bu dünyada temiz yapıp da orada hemen sayfalan çevirip oradaki hesap ile karşılaştırma yapıldığında doğru çıkarsa, o başka.

Ona göre ey Mü’min! Sen bu dünyaya toplamak için gelmediğini bilesin ve dediğimiz gibi, hangi sınıftan olursa olsun dünya rütbelerinin en basitinden en üst seviyesine varanlar olsun, bu insanların hep­sinin isteyeceği ne olacaktır? “Rabbimize sevgili bir kul olabilsek!” Aklın bunu kesmelidir. Her kademede insanoğlunun arayacağı, isteyeceği, arkasından ko­şup gayret edeceği sevgili kul olabilmektir. Cenabı Allah hiç bir kimseye o makamı men etmemiş, ka­patmamıştır. Bizim yanımızda dünya rütbeleri olan kimseler hürmetli sayılır. Basit bir hayat yaşayan köylümüz, çiftçimiz, işçimiz, onlar belki ictimaî bün­yede aşağı seviyede sayılır lâkin Cenabı Hak on­lara da mükellefiyet şerefini giydirmiştir. Cenabı Allah onların bu dünyada yapmış oldukları basit işlere bakmıyor. Onların niyetlerine bakıyor. Cenabı Allah;

«Acaba istedikleri nedir? Bu benim kul­larım ne olmak istiyor» «Acaba Rabbimize sevgili bir kul olalım diye gayretleri var mı?» diye bakıyor. En basitinden, en üst seviyedeki kimselerin kalplerini boyuna yoklu­yor. Her gün senin kalbinin yoklandı­ğını unutma.

Bu sözler Ehlü’l-Hakîkat’in bir ifâdesidir. Hazretin maidesinden yiyoruz. Biz bilmiyoruz dediğimiz vakitte onlar bildiriyor. Her bir insanın üzerinde yirmi dört saat zarfında yirmi dört bin tecellî var, o te­cellî altındasın. Cenabı Allah her tecellîde nazar buyuruyor:

Ø Benim kulum, acaba neyi düşünüyor?

Ø Maksadı nedir?

Ø Bu kul neyin arkasındadır?

Ø Kalbin­de ne var?

Ø Kalbinde kim var?

Diye bakıyor.«Ya Rabbi! Sana nasıl sevgili kul olacağım?» İşte, senin düşüncen bu olsun. O zaman Allah senin bütün dertlerini alır, dertsiz olursun. Cenabı Allah seni hemmu gamdan, hüzün­den kurtarır.

─ Neden?

Bu kul kendisini Rabbisine sevdirmek gayesindedir. Başka düşüncesi yoktur. Onda hâkim olan düşünce budur: Nasıl sevgili kul olacağım ben Rabbime, diye.

─ Ne için burada oturuyorsun?

Onun manasını da veriyor­lar. Burada oturmaktan maksadım, «Rabbime nasıl sevgili kul olacağımı öğreneyim diye.» Öyle niyet yap o zaman kazanırsın. Cenabı Allah sana öğre­tir. Bu, mühim bir ilimdir. Şimdi dört kitabın hülâsa­sı içerisinde olan bir hikmeti bize beyân etti bugün Şeyh Yahya Efendi Hazretleri. (Allah onun sırrını takdîs etsin)

Ya Seyyidi! Allah onun derecâtını âlî eylesin, o evliyaların bir sözü yetişir, bir hayat boyunca yetişir. Bunu tut sen. Başında da söylettiler.

─ Allah’a sevgili kul nasıl oluna­caktır? Allah, kulun sevilen ahlâkı nedir? En çok sevilen ahlâkı nedir?

Kendi aczini ve ihtiyacını huzurda arz etmektir. Cenabı Allah, huzuruna varlık iddiasıyla gelenleri istemiyor. Hatta mahşer günün­de, ibâdeti taatı ile mağrur olarak gelenden günahları sebebi ile boynu bükük olarak gelenler Allah’ın in­dinde makbul olur. Dikkat et, cehennemi de mahşer yerine çekti­recektir. Melâike-i Kiram onu mahşer yerine yak­laştırırken yetmiş bin zincirlerle bağlı olduğu halde çektirilip getirilecek, her bir zincirin yetmiş bin hal­kası var, her bir halkaya yetmiş bin melâike sarılır. İşin azametine bak! O haliyle mahşer yerine getirilir­ken Cenabı Allah kimseye baş kaldırmaya imkân verdirmiyor. Onun şiddetinden, gazabından, hidde­tinden bütün Enbiyanın dizlerinin bağı çözülüp, diz üstü düşecektir. Estaîzübillah;

وَتَرَى كُلَّ أُمَّةٍ جَاثِيَةً

«Ve terâ küllü üm­metin câsiye»[3] Cenabı Allah âyet-i kerîmesi ile bildiriyor. “Bütün mahşer halkını, bütün ümmetleri diz üstüne düşmüş görürsünüz.” Enbiyanın dizlerinin bağı çözülüp düştüğü vakitte, başkasının aklı başın­da mı kalır. Öyle havl ve korkunun bütün mahşeri kaplayacağı günde; o günkü gün hepsi boynunu bü­kecektir. Cenabı Allah, öyle kullarını seviyor, varlıkla geleni istemiyor. Ehlullah da hakîkati bilmişlerdir. Onlar daima Allah’ın kapısına ihtiyacı arz ederekten gelirler; Aman Ya Rabbi! Muhtacız diyerek gelirler.

Sultanûl ârifîn, bu bizim hikâyeyi söyle diyor bana. Beyazıd-ı Bestâmi Hazretlerini (Allah onun sırrını takdis etsin) intikalinden sonra rüyada görmüşler. Rüyada demişler ki,

«Halin nasıl oldu?» O da demiş ki;

«Ben Allah’ın bâbına çıktığımda Ce­nabı Hakk’ın huzuruna açılan kapıya geldiğim vakit­te bana ne getirdin diye sordular; bana ilham oldu, bütün hayatım boyunca o yolda bulunduğum için Ce­nabı Hakk bana lütfeyledi,

«Sultanın kapısına gelen dilenciden, ne getirdin demezler, ne istersin derler, ne hacetin vardır derler» deyince,

«Doğru söyledi, açın kapılan, gelsin içeriye!» diye bu suretle beni karşıladılar» di­yor.

Onların sözlerinde ibret var, hikmet var. Ben boş gelmişim sultanın kapısına, ne getireceğim ben demiş. Allah’a en sevgili olan halimiz, hacetimizi arz ederek gelmekliğimizdir. Sana dünyalıktan biraz verdiği vakitte, «Benim ne ihtiyacım var» diyerek baş kaldırma. Cebinde bir kaç kuruş gördü­ğün vakitte, «Ben kimseye muhtaç değilim» deme. Sonra onu bilmezsen, cebinden o verdiğini alıverir, sonra öyle kalırsın. Onun için Aleyhisselâtü vesselâm, “ben ganîyim”, diyen kimse hakkında, «ganî miskindir» diyor.

ü Ben akıllıyım, kimsenin aklına muhtaç değilim! Diyerek varlık iddiasına kalkma!

ü Ben ganiyim, kimseye merhaba demeye ihtiyacım yok. Param çok, malım çok diyerek varlık iddia­sına kalkışma!

Allah isterse hakir eder, âleme muh­taç bırakır. Sen Allah’a ihtiyacı arz etmediğin vakit­te bütün millete seni ihtiyaç arz etmeye mahkûm eder. Sonra, «Ben âlimim; her şeyi bilirim, Kur’an bilirim, hadis bilirim» diyerek çıkma. Senden ilerisi­ni de kabul et. Ben bilirim havasına çıkma, hepsini aklından siliverir de çocuk gibi kalırsın. Besmele çekmeyecek hale de düşürür sonra.

İşte insan, ya malı cihetiyle, ya aklı ciheti ile ya ilim ciheti ile veyahut etbâsının, emrinin altın­da olan kimselerin çokluğu ile varlık iddiasına kal­kar. Mukallibel Kulûb olan Cenabı Allah’tır. Kalpleri sana döndürdüğü müddetçe onlar seninle be­raberdir. Kalplerini onların senden döndürdüğü za­man sen onların kalbini ne ilminle döndürebilirsin, ne malınla ne aklınla. Hiçbir tedbir ile kalplerini Cenabı Hakk’ın senden döndürdüğü kimseleri sen bend edemezsin. Allah’tan kork, ben topluyorum deme! Sen toplayamazsın! Sen kendini toplayamazsın, sen aklını toplayamazsın, sen ilmini toplayamazsın.

İn­sana varlık iddiasını telkîn eden dediğimiz gibi ya ilmidir, ya aklıdır, ya malıdır, ya rütbesi, ya etbasının çokluğudur. Onların hepsi Allah’ın elinde... Sen Allah’tan kork ki, o senin varlık iddia etmene sebep olan her şeyi senin elinden alıp seni öyle bırakır. Mutlak varlık Cenabı Allah’ındır. «Bu kadar kuvvetliyim» deme! Gece kalkarsın da sabah kalkacak kuvvetin kalmamıştır. Senin üzerine görünmeyen or­dularından hücum ettirir de ellerin, kolların, müthiş adalelerin olsa da, yatağın dö­şeğin üzerinde paçavra gibi kalırsın. Seni bir yandan bir yana iki üç kişi iteleyerekten döndürür.

Binaenaleyh ey Mü’min! Eğer sen Rabbine sev­gili kul olmak istiyorsan dâima Cenabı Allah’ın hu­zuruna hareketini arz eyle, aczini bildir,

«Ya Rabbi! Sen bana bu kuvveti vermesen, ben âcizim. Sen verdiğin için bende bir şey var oluyor. Lâkin Sen beni bir lahza inâyetinden hidâyetinden mahrum bırakırsan ben mahvolurum, perîşan olurum, yok olurum, kahrolur giderim» diye, böyle hâlet arz et­memiz için, bunu tâlim için, Cenabı Peygamber (Salavatullahi ve Selâmuhû aleyh) buyuruyor:

«Allahümme lâ tehinni ilâ nefsi tarfete ayn»; «Ya Rabbi!Göz açıp yumuncaya kadar beni kendime bırakma, ben acizim.»

Peygamber a.s, «Abdün aciz» diyor. Bütün kevn-ü mekân kendisi için yaratılıp kendisine teslim edilen peygamberdir O.

─ Mîrac gecesinde neye davet etti, haberin var mı?

Şimdi onu da söyletiyorlar, peygamberin şânını bi­lesin öyle itikat edesin. Cenabı Allah, Peygamber a.s.’ı Mîraca davet etti. Bütün masivayı da dolaştırdı, göstertti. Yal­nız masiva değil Cenabı Hakkın yaratmış olduğu Kevn-ü mekânı seyrettirdi; yedi arzlar, yedi gökler, kürsü, arş, sidre, hepsini seyrettirdikten sonra huzuruna çağırdığın­da;

«Ey Habib! Bütün gördüklerini sana teslim eyledim, senin içindir, sanadır. Kevn-ü mekâna Benim ihtiyacım yoktur. Bu Kevn-ü mekâna, yarattıklarıma seni sultan ettim. Sen sultansın, Sen Sultanü’l Kevkeyn’sin, Dünya ve âhiretin sultanı sensin. Ben mut­lak saltanat sahibi olan Rabbin, dünya ve âhiretin sultanlığını sana vermişim. Benim şânım âlidir» diye buyuruyor.

Cenabı Hakk’ın saltanatının azametini hiç bir kimsenin, ya nebiyyül mürsel, ya veliyyül kâmil, ne melikül mukarreb anlayacak yerde değildir. An­cak o saltanatın azametinden bir şua Habibullah’a zâhir olur. O nazar eder, ondan gayrisi oraya nazar etmesine imkân yoktur.

Onun içindir ki, o ezeli, ebe­dî, mutlak saltanatın sahibi olan, Lâilaheillallah, Celle ve Âlâ’dır. Huzurunda duran, Muhammedün Resulullah’tır (Salavatullahi ve Selâmuhû aleyh). Biz, Cenabı Hâlik (C.C.)’in saltanatının azametini, Efen­dimizin; bütün kâinatın Efendisi, dünya ve âhiretin sultanı olan Hazreti Muhammed Mustafa (S.A.V) saltanatından seyrederiz. Ondan öteye bakmaya, yetişmeye imkân yok. Aslında Efendimize verilen saltanatı da idrâk etmeye imkân yok. Herkes kendi derecesine göre o saltanattan bir rütbe giyecektir. O rütbeyi Peygamber-i zîşan giydirecektir. Onun için güzel isimlerinden birisi de Resül’dür; bütün insan­lara rütbelerini dağıtıcı, mertebelerini yüceltici Peygamber-i zîşan'dır. Bütün rütbeler ondandır. Dünya­ya ait olan rütbelerin ehemmiyeti olmasa da yine dünyadaki bütün rütbeler Efendimizden tayin olunur, taksim olunur. Âhiretin ilelebet rütbeleri de yine Efendimiz tarafından bütün enbiyalara, bütün evli­yalara, mü’minlere, salihlere yine Efendimiz huzu­rundan terfî gelir. Cenabı Hakk’ın bize vermiş oldu­ğu, vereceği rütbelerin durması yoktur. Dünyadan ahirete intikal etsek dahi, ahirette vereceği rütbelerde durmayacaktır, boyuna artacaktır. O rütbeler de âhiretin sultanı olan Efendimizden gelir bize taksim olunur. Böyle bil, Efendimiz Aleyhisselâtü vesselâmı. Böyle iken o şanı yüce Peygamber (S.A.V.) bu­yurur;

«Ya Rabbi! Göz açıp yumuncaya kadar beni bana bırakma, beni nefsimin elinde bırakma.» Çünkü nefis mağrurdur, daima varlık iddiasında­dır. Onun için Allah’a ilk başkaldırandır, aksilik ne­fisten gelir, en sevilmeyen sıfattır, âsi olma. O Peygamber i zîşan (S.A.V.) böyle söylediği vakitte; biz ne had ile varlık iddia edip bir şeye güvenip serkeş­lik yaparız?

Ey mü’min! Allah’ın huzuruna ihtiyacı­nı daima arz eyle! «Zengin oldum, ihtiyacım kalma­dı» diyen ahmaktır. Aklı ile varlık iddia eden ahmak­tır. İlmi ile varlık iddia edip, «Kimseyi dinlemeye ihtiyacım yoktur» diyen, o da câhildir, âlim değil­dir.

Allah bizi nefsimizin eline bırakmasın. Nefsine kulak verme! Nefsin seni, Allah’tan uzaklaştırmaya uğraşır. Sen eğer Allah’a sevgili kul olmak kastında isen, her dâim boynunu bük, Allah’ın huzurunda Ya Rabbi! De, Ya Rabbi, ya Rabbi! Dediğin vakitte Ce­nabı Allah, «Lebbeyk ya abdi» der sana. Ya Rab­bi diyene buyur ey kulum diyor, Cenab-ı Rabbül İzze. Sen O’na bak.

Hiç ibadet etmeyen bir kimse, kırk gün geceleyin kendi halvetinde du­rup yalnızca ışığı da kapatıp, üç defa «Ya Rabbi, Ya Rabbi, Ya Rabbi! Beni kulluğuna kabul et» dese kırk güne kadar o kul beş vakit değil, elli vakit kılacak. O adam muhlis olacak. Başka teklif istemez. Bunu yap de sen, başka şey teklif etme, bunu yap, şunu yap diye teklif etme.

Bu evliyaların ilminden olan bir kelâmdır. Kendi başına durup da böyle «Ya Rabbi, ya Rabbi, ya Rabbi!» desin, o kalbinden çık­sın. Kimse görmeden, onu yalnız Allah görür, kimse işitmeden yalnız Allah’a işittirirsin, Allah işi­tir. Sonunda da «Ya Rabbi! Beni kulluğuna kabul et» desin. Kırk gün sonra o kimse Rabbisine kul ol­mazsa, o vakit gelsin bizim yanımıza. İşte o «Ya Rabbi!» demek;

· Ben nefsimden vazgeçip, seni ka­bul eltim Ya Rab!

· Senin azametine sığındım Ya Rab!

· Senin rahmetlerine geldim, Ya Rab! Kabul eyle.

De­mektir. Bu tevâzu onu yüceltecek, yükseltecektir. Buna dikkat et. Bugünkü maide bundan ibarettir. Sen sevgili kul olmak için niyet yap, artık her hareketini de ona göre tanzîm edersin. Niyetin böyle olduğundan,

“Mâdem ki ben Allah’a sevgili kul olmak istiyorum, acaba bu hareketim Cenabı Allah’a arz olunduğunda onun hoşuna gelecek mi, sevecek mi? Yoksa beni gözden düşürecek bir amel mi?”

Diye o vakit bir parça muhakeme edeceksin, her hareketine bakacaksın. Hiç şüphesiz o vakit bu söz, kendini kont­rol etmeye vesîle olur.

Ne olmak istersin? Dediklerinde;

«Allah’a sevgili kul olmak istiyorum» de! Doktor olacağım, mühendis olacağım, füzeci olacağım deme bana!

Olabildin mi? dediğimde de,

« Allah'a sevgili kul olmaya gayret ediyorum» de bana!

Allah bizi nefsimi­zin şerrinden muhafaza eylesin. Nefsimizin eline bırakmasın. Bir lâhza bıraksa in­san o lâhza helâk olur.

Ya Rabbi! Bizi kendine muhlis kul, habibine makbul olan ümmetler eyle. Evliyaların sancağından bizi ayırma. Onların feyzinden bizi mahrum bırakma.

Ve minellâhi tevfik.




--------------------------------------------------------------------------------


[1] Bakara Sûresi:32

[2] Tekasür Sûresi:8

[3] Câsiye Sûresi:28


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: TASAVVUFÎ SOHBETLER-1982 / Şeyh M. Nazım KIBRISÎ
MesajGönderilme zamanı: 18.06.09, 14:50 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 13.03.09, 06:08
Mesajlar: 291
Sohbet -16-

1982, Beylerbeyi, İSTANBUL

Eûzübillâhimineşşeytanirracim Bismillâhirrahmanirrahim


«Cem’an mefrurâ, ic’al teferrukânâ min mâlihi teferrukan masuma»

Allah bizi iyi meclislerde kendinin râzı olaca­ğı meclislerde bulundursun. Bu güzel bir duadır. Bu meclisimizi, bu toplantımızı güzel Senin yanında makbul olan bir toplantı kıl. İyi kimselerin toplantı­sından kıl ve buradan kalktıktan sonra dağıldığı­mızda masumiyet tecellisi ile hatalardan, günah­lardan gözetilen bir tecelli ile bizi buradan dağıt, Ya Rabbi! Âmin...

Bu çok hoş bir duadır. Toplantımız hayırlı bir toplantı olsun. Böyle hayırlı bir toplantıdan çıktıktan sonra da dışarının pisliğine bakmayalım, temiz kalalım. Cenabı Allah bizi masum tecelli ile dağılanlardan etsin. Kul; âcizdir, zayıftır. Düşmanın kendisi zayıf olsa da fendi kuvvetli­dir. Cenabı Allah düşmanın zayıf olduğu­nu bildiriyor. Lâkin biz ona karşı hiç mukavemet etmiyoruz. Hiç mukavemet etmedi­ğimizden şeytan çok kuvvetli gibi geliyor. Azıcık mukabele etsek, azıcık karşı gelsek, derhal inâyet-i Rabbaniye yetişecektir. Öyle karşılaştığı vakitte, bil ki, Estaîzübillah,

إِنَّ رَبَّكَ لَبِالْمِرْصَادِ

«İnne Rabbeke lebil mirsâd.»[1] Ce­nabı Hakk öyle nazar ediyor; şeytan seni azdırmak için geldiği vakitte Ce­nabı Allah “Bakalım Şeytan geldiği anda, o kulumun hâli na­sıldır? Hemen teslim olacak mı?” Diye gözetiyor, gözlüyor, bakıyor. Hemen teslim olan adama çare yok. Ama orada bir parça tereddüt edip «ona bir karşı koysam» diyebilirse derhal inâyet-i Rabbanî yetişir, karşı kor. Ama biz kuzu gibi gideriz, mukavemet etmek aklımızdan geçmez. Biz artık gü­nahları tabii bir şey sayıyoruz. İşte belâ o, zaten belânın inzal olmasının sebebi de o. Günahlara alışmışız, kanıksamışız. Bizde alışkanlık haline gelmiş. Milleti, cemiyeti, cemaati harap eden budur; günaha alışmak, alışkan­lık haline getirip umursamamak. Bütün belânın, azabın sebebi o aldırmamazlıktır. Hâlbuki sen her defa­sında o muameleyi çirkin göreceksin. Her defa­sında çirkin gördüğünde, Cenabı Allah o çirkin iş­lerden uzak tutacak. Lâkin alışkın oluyor, aldırmı­yor, «artık olağan işlerden olmuş, böyle geçer, böyle gider» diyor. O zaman kalbe bir siyah nokta, bir daha tekrar eder bir siyah daha. Bir daha tekrar eder, bir siyah daha. Bir bir derken kalp simsiyah olur. O zaman ne nasihat tesir eder, ne başka şey. Onun bunun sözüne göre, “Îsa’yı aç koyup, mer­kebi besleme!”

İsa Aleyhisselâtü vesselâm mer­kebe binermiş. Merkebin önüne yem sürerler, Îsa Peygamberi aç bırakırlarmış.

─ ‘Îsa’yı aç koyup, mer­kebi besleme’nin manası ne?

Hikmet burada: o, bizim gibi cismaniyetimizi toplayıp, besleyip, ruhâniyetini aç bırakanlara temsildir. Îsa Aleyhisselâtü vesselâm bizim ruhâniyetimizin temsîli, merkebi de bizim nefsimizdir. İnsanların umumu nefsini besliyor da ruhâniyetini ihmal edi­yor, aç koyuyor. İbadetten kaçan herkes Îsa’yı aç bırakıp Îsa’nın eşeğini besleyen adama benzer. Sen eşeğini iyi toyluyorsun. Misafirin, eşeğinin sahibi olan Îsa Aleyhisselâm’ı da aç koyuyorsun.

Ada­let, hiç olmazsa cismanî hayata göstermiş olduğun ihtimâmı ruhun için de kabul etmekliğindir. Aynı hakla hiç olmazsa aynı derecede hak tanıyacaksın. Cismine ve ruhuna adalet en az mertebede bunu iktiza ettirir. Hâlbuki bu dünya ölçüsüne göre adalet­tir. Âhiret ölçüsünde ruhu takdim etmek ve merkebin olan nefsini ondan geri bırakmak adalettir. Öy­le ya, senin eşeğin Hâşâ minel huzur mer­kebin seni bu muvakkat hayat içerisinde taşır. Ruhâniyetin ise, o dâimidir, sen dâima onunla olacak­sın. Binaenaleyh ona olan ihtimamın, dikkat ve iti­nanın çok daha fazla olması lâzım. Belki bütün itina­nı, bütün dikkat ve ihtimamı ruhâniyetine versen yi­ne adaletsizlik etmiş olmazsın. Cismâniyet için hiç bir şey tanımasan, bir su içirip bir lokma yedirip de bıraksan, bütün ihtimamını, ruhun ferahladığı, ru­hun ve ruhaniyetinin kuvvetlendiği ibadet zikir ve fikre versen, adaletsiz sayılmazsın sen. Belki aynı adaleti icrâ etmiş, adaleti hakkıyla yerine getirmiş adam sayılırsın.

Şeyh Sâdi Hazretleri o müridlere ve boğazına düşkün olan kimselere böyle darılırmış;

« Yahu! Sen küp müsün? Boyuna, o küpü doldurmaya uğraşır mısın? Dipsiz küp dolar mı? » dermiş.

Bir kimsenin eli­ne evvel zamanda iki dinar geçmiş. Bir tanesi ile gidip şehvet membaından nefsini toylamış, bir altınla da kendi midesine ziyafet çekmiş; «iki altını bitirdim» demiş. Birisi sormuş,

« Ne yaptın, nasıl bitirdin? » O,

« Bir tanesi ile keyif ettim, bir tanesi ile de karnıma ziyafet çek­tim, lâkin ey kardeşim! Ne nefsim doy­du, ne karnım doydu! »

İbret bu. Ne nefsimi doyura­bildim, ne de karnımı doyurabildim, demiş. Bunda büyük ibret var. İnsanın ne nefsi doyar, ne de kar­nı doyar ve insanoğlu aksine bütün hayatı boyun­ca «Nefsimi doyurayım ve karnımı doyurayım» diyerek koşturur.

─ Bütün hareketlerin bütün işlerin netîcesi nedir?

İşte bu meseledir. İnsan bir şehvet membâının arkasından koşturur, bir de midesinin arkasından koşturur. Bütün işlerin, bütün başların, di­dişmelerin, yorulmaların hülâsası bu iki meselede­dir;

· Nefsini tatmin.

· Karnını doyurmak.

Dün­yadan çıkan o kimse iki membâdan da aç çıkar tat­min olunmaksızın çıkar. Hiç bir kimse, bu dünyadan ne nefsini doyurup, ne de karnını doyurup çıkmıştır. Ancak bu hakîkati bilip nefsinde de doyan, karnın da da doyan kimse; onlar dünyadan çıkarken, ra­hat çıkmışlardır.

─ Ölümün acı gelmesinin sebebi ne­dir?

Hiç bir cihetten tatmin olunmayışın hicran ve hasret ateşlerinin yanması netîcesinde o kimseye ölüm acısı dehşet oluyor. Hâlbuki o mârifeti bil; bir kaç lokma insanın midesini tatmin eder, o bir kaç lokmaya kanaat gösterse hepsinden hayırlı olur, diyor Efendimiz. Lâkin dediğimiz gibi insan daima şehveti için, onu tatmîn etmeye atılır, bir de karnının doyması için uğraşır, uğraşır, uğraşır. O kimse « bir altın ile karnıma ziyâfet çektim» diyor. O zaman bir altın, bir konak satın alacak gibi kuvvetli para «yine de karnım da doymadı» diyor. İşte dünyanın fitnesinden dünyanın hakîkatini bilemeyenler kurtulamaz. Dünya en büyük fitnedir. Dünya;

ü İnsanoğlunun,

ü Müminin de,

ü Fâsıkın da,

ü Fâcirin de,

ü Kâfirin de

Düşmanıdır, hepsinin yolunu kesici­dir.

· Enbiyaların yolunu kesmek ister.

· Evliyaların yolunu kesmek ister.

· Mü’minlerin yolunu kesmek ister.

Kâfirlerin yolunu kesmiş, on­ları küfrettirmiş, kendine bent etmiş. «Ben seninim, ben seni rahat ettiririm, beni iste» diyerek uğraşır o. Öyle demiyor mu, dünya? “beni iste, ben seni rahat ettireceğim” haydi bakalım iste. İstedik sonra rahatsız oluyor.

“İnsanın açlığını teskîn edici birkaç lokma onun için hayırlıdır” dedi Aleyhisselâtüvesselâm.

Fazlasına tamah insanı perîşan eder, onda rahat huzur bırakmaz. Bu şimdi umumî hastalıktır. Tamah atına binmiş olan kimse, zapt olunmaz bir ata binmiştir. Ya onu sırtından yere çarpacak, ya uçurumdan atacak ikisi beraber gidecek. Tamah atına binen kimse muhakkak onu bir belâya sardırmadan o attan inmeyecek. Bu çok mühim olan bir noktadır. Aza kanaat edebilmek çok az kimseye nasîb olur da, çok kimse bu dünyadan ben doyacağım diyerek dünyayı toplamaya atılır. Ne kadar atılsa gene der ki; ucunu bulamadım yine doymadım. Dünyanın hakîkatini peygamber aleyhisselâtüvesselâm bildirmiştir.

Efendimiz bir gün Uhud şühedâsı Hz. Hamza r.a. efendimizi Uhud dağına sabah namazından sonra ziyârete vardığında güneş yeni doğuyordu. Âshâb-ı Kirâm-ı saf yaptırmış sonra onlara buyurmuştu,

“Şimdi gölgelerinizin ardından koşunuz ve herkes kendi gölgesinin başını yakalamaya gayret etsin”

Ha gayret derken ne kadar Sahâbe-i Kirâm koşturup duruyorsa da gölge durur mu? O çok koştuğu vakit gölge de önce çok koşturur. Sahâbe-i Kirâm epey gitti, gölgesine yetişen olmadı, nefesleri yarılandı. O vakit efendimiz,

“Şimdi durunuz! Tutabilen oldumu?”dedi,

“Yok, orada duruyor gene orada bekliyor biz durduk oda durdu. Biz arkasından bir yıl koştursak o yine koşacak”

“Peki, ey ashâbım! Bana bakınız bana doğru koşunuz” deyince onlar Efendimize doğru koşmaya başladı. Sür’atle, hızla, bir parça daha kaldı diyerek koşturuyorlardı. Efendimiz,

“Geriye bakınız” dedi, baktılar

“Nasıl, gölgeler sizden kaçıyor mu?”

“Yok, gölgeler bizim arkamızdan koşturuyor bizi bırakmıyor. Biz ne kadar ondan kaçsak bizden ayrılmadan arkamzdan koşup geliyor.”

Aleyhisselatü vesselam Efendimiz bir kıssadan bu kadar ümmetin hepsine birden bütün insanlara bir hakîkat dersi veriyor, diyor ki,

“Ey ashâbım bakınız, benden kaçıp benden uzaklaşıp kendi gölgelerinizi tutmak için koşturduğunuz gibi dünya da beni bırakıp dünyanın arkasından koşandan o kadar kaçacaktır, tutmasına imkân yoktur, tutamaz. Lâkin bana dönün bana koşup gelin, bana ne kadar sür’atle geliyorsanız dünya sizin arkanızdan o sür’atle koşmaya mecburdur. Kaçmayacak arkanızdan koşup gelecektir.”

İşte dünya, peygamber a.s.’a doğru gidenlerin ona koşanların arkasından koşan hizmetkârdır, onların hizmetine koşmaya memur olmuştur. Efendimize yüz dönüp te dünyanın arkasından koşanlara, onlardan da kaçmak üzere uzaklaşmak üzere emrolunmuştur, onlardan kaçacaktır. Dünya Efendimizden kaçanların hiçbirisinin eline giremez.

“Sizin elinize girmem. Siz belki milyarlar sahibi olursunuz am ben sizin elinizde değilim.” Diyor. Bankalarda ya? Cebimizde değil, cebinize girmez, karnınıza da girmez.

Ne cebinize sığarım, ne karnınıza, o zaman bana cebiniz de dar olur, karnınızda dar olur. Elinize girmem girmeyeceğim. Bana emir var, iki cihan serverinden kaçanların cebine de girmem, karnına da girmem. Bunların yiyip içebilecekleri birkaç lokmadan ibâret. Bir çok görünür, sonra azaltır, azaltır, azaltır, kendilerine bir lokma da fazla gelir.

Sonra peygamber a.s. dünya­nın hakîkatinin dersini bütün âleme vermiş;

“İşte budur, dünyada tamah edip arkasından «hepsini ben ala­yım» diyerek koşturduğunuz vakitte, o sizden daha uzak kaçacaktır, bana gelin” diyor.

Külfetsiz dün­ya «al beni!» diyerek arkasından koşacak, lâkin «al beni» dediğine mü’min iltifat etmez. «Senin ne­yini alayım?» der. «Neyini alacağım, taşınmazsın, burada kalmaya mahkûmsun» der. Dünya, sen iste­meden sana gelir.

Mümin, hikmetle tasarruf eden bir kimsedir. Cenabı Allah, maksud-u ilâhi, hikmet-i ilâhi mü’min kulunu yorultmamaktadır.

«Ey benim hizmetimle şe­reflenen kulum! Benim hizmetimi tercih eden kulum! Ben seni dünya meşguliyetiyle yormam. Dünya senin arkandan gelir ve sen onu lüzum eden yerinde har­ca.»

Mü’minin eline dünya ne kadar girse kenz olmaz, yani yere gömmez, bankada da biriktiremez. Bel­ki enine boyuna gelen, arkasından koşup akan dünyayı, Li ma hulika leh[2] ile yakında harcanması gerekir. O yolda derhal sarf eder, durdurtmaz. Yığıpta kalbine yük etmez. İşte manası odur. Yoksa dün­ya eline girdiği halde, onlar o dünyayı kullanma­dan bırakmaz. Lakin Cenabı Allah onları kulluk hizmetlerini serbest ve rahat olarak huzur içerisin­de yapabilmeleri için dünya ile meşgul etmez. «Na­sıl kazanacağım, nasıl geçineceğim?» derdinden onları azade kılar. Bir saat çıksa kendilerine bir aylık erzak açar,

ü Bir aylık idarelerini verir,

ü 15 günlük ve­rir,

ü Bir haftalık verir,

ü Nihayet bir günlük verir.

O ida­resini aldıktan sonra gelen fazlayı fisebilillâhta infak etmek için alır ve onların çoğu akşam her tarafa bakıp

«Yanımızda dünyalıktan bir şey kaldı mı? Bu­gün Allah’ın hazînesinden bize gelip yarına beklettiğimiz bir şey var mı?” Der.

─ Yarına niye bekleye­ceksin?

«Yevmul cedid, rızkul cedid»: Her yeni günde yeni rızık kapıları açılıp iniyor. Çoğu öyle bakar ne varsa dışarıya çıkarır. Şâm-ı Şerifte Şeyh Yahya Sabbah Hazretleri vardı. Meczup halinde bütün Şam ehlinin intilâbı olan bir kimse idi. Muhiddin-i Arabî Hazretlerinin (Allah sırrını takdis eylesin) kitaplarını anlayan ve anlatabilen fütuhat sahibi bir kimse idi. Cuma namazından sonra çıkış kapısına yakın otururdu. Heybetli oturup sonra sohbet ederdi. Muhyiddin-i Arabî Hazretleri’nin kitaplarındaki hakîkatlerden söy­lerdi. Şeyh Efendi Hazretlerinin geldiğini görünce ağır olduğundan yerinden kalkamaz, iki kişi bu taraftan, iki kişi öbür taraftan koltuğuna girip de kaldırırlardı. Şeyh Efendi Hazretlerini ayakta selamlardı. Sohbeti durdu mu ayağa kalkar hemen kucaklar, Şeyh Efendi Hazretleri selam verir, ondan sonra Şeyh Efendi Hazretleri çıkıncaya kadar bakar, çıkıp gidince otu­rurdu. Bir gün bana,

«Ey oğlum! Şeyhin kimdir?»

«Sultanül Evliya Şeyh Abdullah Dağıstânî Hazretleri’dir» dedim.

«Hakkan ve Sıdka» dedi. «Oğ­lum! Onun kapısına mülâzım ol. Bu Şam’da Aley­hisselâtü vesselâm Efendimizi yakazan uyanık­ken gören zat odur» dedi, bana.

Rüyada gören çok olur da, uyanıkken görmesi, o kadar kolay me­sele değil. İşte o eve gittiği vakitte yatsıdan sonra eve gi­der, oraya buraya bakar. Ne var evde, diye. Bir şeyler varsa onları verecek yer bulursa verir, hiç kimse bulamazsa. O giderken arkada bir tayfa köpekler de gelirmiş döner içerde ne varsa, ekmektir, ettir, hepsini çıkarır onların önüne atar. Sabah ezânı olunca kapıyı açar, onlar kapının önünde bekler.

«Bekliyor musunuz?»

Bunların hepsi kalkar, kuyruk sallamaya başlar, câmii şerife beraber gelir­ken, arkasından gelip kapının önünde beklerler.

«Bakınız!» diyor, (Hâşa min'el-huzur) « kelpler nasıl dışarda bekliyor? Bir lokma attım, bana bağla­nıp geliyorlar. Bir kemik için, arkamdan gelip ayrılmıyorlar. Size ne kadar söylüyorum, bu kadar cev­herler veriyorum, nefsin arkasından koşarsınız, benim arkamdan gelemezsiniz » diye azarlarmış onları.

Bunlar o kimselerdir. Geleni yerine göndermeye erbâb olan kimse. Büyük Şeyh Efendi Hazretleri, Şeyh Şerafeddin Hazretleri’nin halîfesi Şeyh Abdullah Dağıstânî Hazretleri için ihvanlara, ulemalara şöyle söylermiş:

«Bir kimse, üzerinde Cibril’in sureti bulunan bir cevher getirip vasiyet etse, üzerinde Cebrâil Aleyhisselâmın nakşı bulunan cevher, zamanın cev­heri ki, o elmas gayet nâdirdir. İsmi işitilmiş ken­disi görülmüş değildir. Bir kimsede bulunsa, yedi kralın hazînesi onu bozamaz. Onun pahasını ödeye­mez, o kadar pahalı. Dese ki,

«Bu cevheri bu asırda, Cihadün Ekber’de en ileri adımı atan zâta verilsin» diyerek vasiyet etse hiç şüphesiz Abdullah Efendiye verirdim. Cihadün-Ekber’de, onun ayak bastığı yere bir evliya ayak basamaz » demiş Şeyh Şerafeddin Hazretleri.

Millet şeyhliği kolay zannediyor. Şeyh dendiği vakitte inanıyor.

«Yine bu cevheri takdîm için bir kimse vasiyet etse, onun parasını yine Abdullah Efendiye verir­dim. Bu asırda neyin nereye verileceğini ondan daha iyi bilen bir kimsede yoktur» di­yor.

İşte o «Li mâ hulika leh» mü’minin sıfatıdır. O sana ne için gelmiştir, o yolda sarf edersen kork­ma. O zaman o kimsenin hâli deryanın üzerinde akıp giden gemi gibi olur. İçeriye biriktirmeye başlarsa gemi su almaya başlar, tehlike var. Şeyh Efendi Hazret­leri onu da böyle ifade ederdi,

«Anam bana öyle söylerdi. Oğlum! Elini açık tut, sıkı tutma. Elini açık tuttuğunda burada bir şey varsa, ihtiyacı olan alır; bir şey koymak isteyen koyacak yer de bulur. Elini sıkı tutarsan ne almak isteyen alabilir, ne koymak isteyen koyabilir, Elin açık ol­sun» dermiş.

O birdenbire olmaz. Subhul nefis dediği nefsin gizliliğinde yatan bir bahillik, pintilik, cimrilik vardır. Gayet gizlidir, çok kesilip atılır insandan. Ondan Cenabı Allah’ın himâye ettiği kimseler selâ­meti bulur. O kimse hubbul hünya derdinden kurtu­lur. Gemisi su almayan adam odur, serbest seferini tamamlamıştır, o korkmaz. Gemi su almaya başlar­sa tehlike vardır. Yol uzunsa, muhakkak su alıp batacak. Ona da dikkat etmek lâzımdır.



--------------------------------------------------------------------------------


[1] Fecr Sûresi:14

[2] Li mâ hulika leh: yaratılış amacı


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: TASAVVUFÎ SOHBETLER-1982 / Şeyh M. Nazım KIBRISÎ
MesajGönderilme zamanı: 22.06.09, 16:25 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 13.03.09, 06:08
Mesajlar: 291
Sohbet -17-

1974, Akbaba, İSTANBUL

Eûzübillâhimineşşeytanirracim Bismillâhirrahmanirrahim


Destur ya Seyyidi, ya Rasulâllah medet. Medet ya Sultanül Enbiya! Medet ya sadâtinal Kiram! Des­tur ya Akbaba! Medet. Size olan salâhiyetle bize imdat edin. Evliyaların imdadı olmasa dünya durmaz zaten. Onları tanımayan bomboş kalır. Feyzden mahrum kalır. Evliyalar,

ü Peygamberlerin huzurunu bulmuş olan,

ü Peygambere varmış olan,

ü Peygamberi görmüş olan.

ü Peygamber Aleyhisselâm’ı bulmuş olanlardır.

Euzbillâhimineşşeytanirracim Bismillâhirrahmanirrahim. Lâ havle velâ kuvvete illa bilalhil aliyyul azim.

Biz doğrulalım, ana cadde­den çıkış oldu ise tekrar caddeye girmek için doğru yolu bulalım. Cenab-ı Hakkın râzı olduğu sevdiği, Kelime-i Şehâdete buyurun:

«Eşhedüenlâilaheillallah ve eşhedü enne Muhammeden abduhu veresuluhu»

Eğrilerimizi doğrul­tan kelime budur. Eğri hareketlerimizi doğrultan da bu Kelime-i Şahâdettir. Söylendiği anda ne kadar yoldan çıkmış gitmişsek tekrar bizi caddeye doğrultuyor.

─ Tren, rayından çıksa yürür mü?

Rayına oturtmak lâzımdır. Yoldan çıktığımız vakit tekrar rayın üzerine oturtup bize yol veren, bu Kelime-i Şahâdettir. Onun için aklına geldikten sonra onu söyle. Şimdi bu büyüklerin imdadıyla burada bir kaç keli­meyi söylemeye muvaffak oluyoruz. Onların manevi sofralarından imanımızda kuvvet verecek sözleri dinleyelim. Evliyalar, manevî sofra sahipleridir. Burada da Akbaba Hazretlerinin manevi sofrasındayız. Şimdi Kelime-i Şahâdet meselesini söylüyoruz. Evliyalar öyle diyor, böyle işittiriyorlar bize. Büyük Şeyhimiz Sultanûl Evliya’dan bu sözü naklediyoruz. (Onun da Akbaba Haz­retlerinin de Allah sırrını takdis eylesin.) Onların himmetleri bizimle olsun.

İmana girmek için iki kapı olsa, bir kapıdan imanı yenilemek isteyen kimseler girse; bir kapı da yeniden İslâm olacak kimseler için açılmış olsa; ya­ni tecdîd-i iman için bir kapı ki, Müslümanların imanlarını yenileyip girmek, ötekini de kâfirlerin imana girmesi için olsa, sen kendini o kâfirlerin İslama girmeleri için açık duran kapıdan girmeye müs­tahak say.»

Bir kapıdan Müslüman olanlar tecdîd-i iman etmek için giriyorlar. Diğeri ise, daha hiç İs­lâm ile müşerref olmayan, yeni İslama müşerref ola­cak kimselerin gireceği kapı sayılsa, «O kapıdan gir­meye kendimi lâyık görüyorum » de diyor.

Bu, nefsi­mizin o derecede küfre hücum etmesinin neticesini ifâde ediyor. Nefsimizin Allah ve Rasululluha o de­rece de zıt, o derece de muhalif, o derece karşı ge­len bir nefis olduğunu bilip;

«Yâ Rabbi! Müslümanların tecdîd-i iman etmek için girdiği kapıdan girmeye ben utanıyo­rum. Çünkü benim nefsim o derece de imandan kaçmak istiyor. O derecede dîne, imana karşı hareketlerde bulunuyor ki, böyle bir nefsin Müslüman olabileceğini ben tasavvur edemiyorum da bu nefsimden ötürü her defasında o kâfirlerin İslama gelmeye muhtaç oldukları kapıdan girip Kelime-i Şahâdet getirmek istiyorum. Kendimi öyle sa­yıyorum, de» diyor.

Bu, edeptir. Peygamber a.s. saadet­le buyurdu: «Eddebenî Rabbî ve ahsene tedibi», «Rabbim beni en güzel edep ile edeplendirdi.»

İşte bu, o güzel edeplerden bir edeptir. Peygamber-i zîşan (A.S.V.)

«Yâ Rabbi! Beni nefsime göz açıp yumuncaya kadar bırakma» diyor. Nefsimi elime bıra­kırsan nefsim kâfirliğe koşacak, şimdi bu bize âit olan sözdür. Peygamber (A.S.V.), bizim nefislerimi­zin hâl ve şanını bildiriyor. Peygamber-i zîşan'ın nef­si bizim nefsimize benzemez. Onu kendinle kıyas etme. Lâkin bize tâlim için «Ya Rabbi! Beni nefsi­me bırakma» diyor. Çünkü Peygamber-i zîşan (S. A.V.) masumdur. İsmet sıfatı var yani Cenabı Al­lah onu nefsin kötü vasıflarından arıtmış tertemiz tutmuştur. Onun nefsinden aykırı bir şeyin husule gelmesi mümkün değildir. İsmet sıfatıyla, Allah Celle ve Âlâ ona masumluk verip ilahi himâyesinde tutmuştur. Lâkin biz nefis sahipleri bizim nefsimiz boyuna aksi yola bizi meylettirmek istediği için Pey­gamber-i zîşan böyle münacatta bulunup bize tâlim ediyor.

«Ya Rabbi! Göz açıp yumuncaya kadar beni nefsime bırakma» diyor. İsmet-i ilâhiden çıkarsa iş o zaman bizim nefsimize döner. Biz masum olmadığımız için, bizim nefislerimiz bizi dâima kötüye çeker. Kötü düşünceler, bizim kalbimizi işgal eder. Bir parça ona meyletmeye niyet etsen hemen seni alır götürür. Onun için bizim en ziyade dikkat edeceğimiz nefislerimizdir. Biz nefsin Nefs'ül Emmare «emmâretün bis süi» olan nefsin sahip­leri olduğumuzu bilmemiz lüzum eder ki, o makam­da insanın nefsi dâima onun kulağına kötülük söy­ler, kötülüğü tâlim eder, kötülüğü teşvik eder. Kulağına iyi bir şey söylemez.

Binaenaleyh sen müstahak olursan, o zaman nefs'ül levvame’ye terakki et­miş olursun. Yani kendi nefsini kınamaya başlarsın. Kendi nefsinin ayıplarını kabul etmeye, kusur ve ka­bahatlerini kabul etmeye, sana bir uyanıklık gelir. O zaman kendini iyi görmezsin.

─ İnsanın terakkisini durduran nedir?

Kendisini iyi görmesi, kendisini kemâlde görmesi, kendisini olgunlardan görmesidir. Hâlbuki Cenabı Allah’ın huzurunda insanoğluna verilecek rütbelerin bir ni­hayeti yoktur. Dünya rütbesi değil bu; yüzbaşı iken binbaşı, binbaşı iken miralay, miralay iken paşa olup paşa iken müşir olasın.

─ Müşirden o yana ne var?

Müşirden öte hiç oluyor, rütbe kalkıyor. Ama Allah Celle ve Âlâ huzurunda insanoğluna verile­cek kemal ufkundan ileriye ekmel olan makamlar boyuna açılır. Bir ekmel makama gittiğimizde, on­dan ilerisine göre ekmel, kemal makamı kalır. İler­deki makam ekmel olur. Yine o tarafa doğru hareket edersen, tâlip olursan Ce­nab-ı Allah seni öteki makama yetiştirir. Ve Cenabı Allah’a olan kurbiyyet makamlarının, o rütbelerin bir sonu bulunmaz. Tâlip olduktan sonra o rütbe ve makamlar verilir. Bir kim­se kendisini iyi gördükten, kâmil gördükten, kaba­hatsiz, ayıpsız gördükten sonra olduğu yerde du­rur, hiç kımıldamaz.

─ Terakki ne zaman meydana gelir?

İlimde cehli­ni ikrar eden bir kimse, bu cehaletten kurtulayım di­yerek gayret eder. «Yahu! Bunun daha ilerisi yok mu? Bunun daha ilerisi var. Öyleyse onu da elde edeyim» der. Çünkü bir ilerisine göre sen cahil kalırsın. Bir ileriki kemal makamına göre sen nâkıs olursun, noksan kalırsın. Kemâl makamlarında ileri kademelerde bulunan kimseler dururken, kendi olduğu makamı kâfi gören, ilerideki ilim ve irfandan mahrum kalır. Hâlbuki her adımda bize daha ilerisi verilmektedir.

─ Şimdi bu söze yol açan mesele nedir?

Bu soh­betimizin başında bize söyletilmiş olan yani sen kendi nefsini, o derecede kusurlu, o derecede nok­san gör ki, «ben seni kâfirlerin gireceği kapıdan imana girdi­riyorum» deyip Kelime-i Şahâdeti getir. O derecede tevâzuya geldiğin vakitte, sen hem kendi nefsini kınıyorsun, takbih ediyorsun, hem Allah’ın huzurunda tevâzu gösterdiğin için iki cihetle sana fazîlet verilecektir.

Cenabı Allah, tevâzu eden bir kulunu sever, “ Bak bu kulum kendi nefsini ne kadar aşağı sayıyor. Benim huzurumda ne kadar ednâ gösteriyor. Bu kapıdan gelmedi, bu kapıdan geldi. Kâfirlerin gireceği kapıyı tenezzül etti” diye onun tevâzuuna karşılık, Cenabı Allah rif'at verir, yücelik verir, yükseklik ve şerâfet verir. Bir de Cenab-ı Allah, onu kendi nefsini itham etmesi dolayısıyla yani bütün habis fiiller, bütün kötülükler sen­den doğuyor diye töhmet altı­na koyup kendi nefsini takbih edip azarlamasından dolayı da ona nefsi levvame sıfatını giydi­rip o nefsin habis fiillerinden, habis işlerinden onu temize çıkarır.

Çünkü kendi nefsinin hareketini çirkin gören kimse uyanmıştır. Çir­kin görmeyen kimse gaflettedir. Cenabı Allah:

«Gâfillerden olmayınız» buyuruyor.

Bunun manası çok geniş: Ey müminler! Sen uyanıp evvela hiç kim­seye bakmadan kendi nefsine bak. Bir kimse kalabalık bir mecliste uyanarak dese ki “bunlar uyku halinde ama setr-i avretleri açılmış.” İptidâ sen kendine bir bak bakalım “acaba benim de açıldı mı kapandı mı?” diye bir de kendine nazar et bakalım.

Onun için, gafletten uyanan kimse ilk olarak Bende görülecek avret yeri var mı? Diyerek kendisine bakar. Setrül avret vâciptir. Peki, bu elbiseyi giymekle başkalarına karşı setr-i avret yapmışız. Lakin Cenabı Hakk’ın nazarında, Resulullah’ın nazarında setredilecek hallerimiz varsa ki, onlar manen avret sayılır. Ayıplarımız ve noksanlarımızda onlar: “Peki, insan­lara karşı sen selr-i avretle bulundun. Cenabı Hakk’a nasılsın? Cenabı Hakk’tan seni setretmesiııi isteyeceğin ne kadar ayıbın vardır?” derse…

İşte gafletten uyanan kimseler derhal kendi nefsinin bu ayıplarına gözü takılır. « Vay o benim nefsim ne kadar çirkinmiş, ne kadar çirkin işlere hücum ediyormuş, ne ka­dar uygunsuz işleri plânlayıp duruyormuş! (Uyuma!) Düşünüp durduğumuz vakitte, ne kadar uygunsuz, çirkin ve kötü işleri plânlayıp duruyor, bizim nefsi­miz » diye, uyandığı anında ilk ona bakar.

Evet, Al­lah’a karşı ve Resûlullaha (Salavatullahi ve selâmuhû aleyhim) karşı, setr-i avretimizi tamamlamak lâzım. Uyanan kimse onun için başkasına bakamaz. Başkasına bakan gâfildir, çünkü ayıptan kur­tulamamıştır ki başkasının ayıbına baksın.

─ Sende ayıp kalmadı mı? Bunu söyleyebilecek adam var mı?

Ber’at gecesinde böyle Ber’atlar gökyüzünde melekûttan iner. Muhlis kullara o ber’atlar gelir: «Leyle-i Ber’at» Ber’at gecesi, şâkilerin de sâidlerin de saadet ve şakâvetine dair Ber’atlar verilir. Aldıysan getir bana göster de, ben seni tasdîk edeyim. Ben sana diyeyim ki, sen cennetlik Ber’atını almışsın. Demek sen ayıptan noksandan kurtulmuşsun, temiz­lenmişsin. Çünkü temizlenmeyen adam cennete giremez. Pis kimse oraya giremez, cennet pis kimse­leri kabul etmez. Temiz ve pak kimseler araya gi­recektir. Değil mi? O Ber’at gecesinde, senin önüne düşüp de, böyle alıp kalbinin üstünde saklıyor­san getir bana, onu ben de görüp, öpüp onun be­reketini ben de alayım. Öyle bir kimse varsa o va­kit ona bir şey demem, Cenabı Allah onu temize çı­kartmış, noksanını ikmal edip de cennetlik kılmış­tır, Ber’atlar gelmiştir ona. O Ber’at gelmedikten son­ra sen,

«Ben iyilerdenim, ben ayıpsız ve kusursuz, noksanı olmayanlardanım!» deme. O söz, senin nok­sanına delâlet eder. Allah’ın huzurunda setr ara. Mahşer gününde; Estaîzübillah;

يَوْمَ تُبْلَى السَّرَائِرُ

«Yevme tuble's serâir»[1]:

Bütün gizlilerin meydana döküleceği gün­de, bütün ayıplarımızın ve noksanlarımızın aşikâre olacağı günde, o mahşer halkı setr isteyecekler, örtünmek isteyecekler, o örtüyü burada iste. Bu dün­yada iken o örtüyü iste ki mahşer gününde örtünesin, örtülmüşlerden olasın.

─ Değilse orada kimler örtülecek?

Burada herkesi setreden kimseler mahşer gününde setr olunacaktır. Allah onları setredecek, örtecektir. Bu dünyada Allah’ın kullarının ayıplarını görmeyen, görmek için arkasına düşmeyen, gizli gizli ayıplarını açmayan kimselerin ayıplarını Allah, kıyamet gününde setredeceğim diyor. Dünyada, Al­lah’ın kullarının ayıbını görüp göstertme sonra se­nin de kıyamet gününde Cenabı Allah ayıplarını setr eder, noksanını ikmal eder.

Peki, Cenabı Allah «Kime terâzi koyacağım?» diyor.

«Bu dünyada benim kullarımı teraziye koyan kimselere, benim kullarımın iyiliğini, kötülüğünü tar­tıp duran kimselere kıyamet gününde terâzi kuraca­ğım. Yani onları mîzana çekeceğim. Bu dünyada, benim kullarımın kötülüklerinin arkasına düşmeyen, onlar hakkında kötü zanna girmeyen ve onların amellerini tartıya koymayan kimselere, kıyamet gü­nünde onların amellerine terâzi koymam lüzum etmez» Diyor onlara.

Bu da mühim bir edeptir. Şimdi maalesef din emirlerini tutmayan kimseler bulunu­yor. Onlar bilmediklerinden dolayı tutmuyorlar, bilmiş olsalar tutacaklar. Hidâyet erişse onlar da Al­lah ve Peygamber yolunu gözetecekler. Lâkin bize o lütuf erişmiş, Allah'ın hidâyeti bize erişmiş. Eğriyi, doğruyu, iyiyi, kötüyü ayırt edecek bir nur bize ve­rilmiş iken şimdi bu lütfe eren, bu hidâyete eden kimselerin daha çok dikkat etmeleri lazım gelirken, biz Müslümanlar da bugün ayıpları araştırıyoruz. Nok­sanları araştırmak hastalığı umumî salgın halinde­dir. Bir parça hidâyete erip bir adım oraya atan kimse hemen,

ü Kimde ayıp var?

ü Kimde kusur var?

ü Kim yanlış yürüyor?

Onların takibine çıkıyor. Cenabı Allah kendisini takibat memuru yapmış gibi, Herke­sin ayıbı nedir? Noksanı nedir? Diye ömrünü geçiri­yor, kendisini ihmâl ediyor. İşte bu salgın hastalık­tır. Çünkü baktığımızın anında ilk bakışımız ile bu kimsede ne noksaniyet var, onun için bakıyoruz. Bilmediğimiz kimse ise, derhal soruyoruz,

· Kimdir bu?

· Ne iş yapar?

· Nasıl?

· Namazı niyazı var mı?

· Ailesi kapalı mı?

· Çocukları nerde okuyor?

· Evinde tele­vizyon var mı?

· Radyo var mı?

· Ailesinden biri deni­ze giriyor mu?

· Sinemaya giden var mı?

· Bira içiyor mu? İçki içiyor mu?

İşte böyle böyle üzerine vazife olmayan işleri hemen sormaya başlar. Yahu sana ne vazife? «Emr-ü bil mâruf nehy-i ani’l-münker»;

· Birinci hükümetindir, kuvvet ile

· İkincisi ulemanın­dır, söz ile

· Üçüncüsü bizim gibi avam-ı nasın,

Al­lah’ın ve Rasulullâhın râzı olmadığı bir işi eğer görür­sen,

“Neye baktım de ben oraya? Ne için ben onun çirkin haline baktım? Estağfurullah” de. Erkek olsun, kadın olsun, çocuk olsun, bir kimsenin avretine bakmak haramdır. Meczubun biri varmış bir zaman öyle setri’l avretsiz câmi önümle oturup dururken oradan geçen müderris,

«Niye öyle avret yerin açık? Sen Allah’tan korkup utanmaz mısın? Avret yerin açık olarak orda yatarsın» demiş. O meczup da de­miş ki,

«Bak buraya. Cenabı peygamber (S.A.V.) «Leanâllahun nazire ve’l metızur.»[2] «Bakana, sonra baktırana lânet oldu» demedi mi? Sana ne vazife ki bakasın?» demiş.

İptida bakana, sonra baktıranadır. Anladın mı? İşin inceliğine vâkıf olacaksın. Bakan olmazsa o baktırmaya heves etmez ki. Müşterisi olmayan dükkân sahibi dükkânını açmaz, müşteri var diyerek dükkân açar. Siz erkekler erkeğim diyerek gezip nefsinizi zapt edemediğiniz va­kitle, dışarıda gezen kimselere avretini açıp gezdi­ren kimselere siz niye kabahat bulacaksınız? Ka­bahati kendi nefsinde bul. Onun için lânet ilk ba­kana sonra baktıranadır. Hem Allah’ın rahmetinden de uzak eder. Biz ehemmiyetsiz sayıyoruz ama çok ehemmiyetlidir, lânete vesîle olur. Gözünü şahla, helâl gibi bakma! Gözüne bir şey giren kimse gibi hemen döndür. Mücâdelede bulun. Mücâhede de bulun. Sen kendi nefsinle cihad etmedikten sonra, cihadı sen oyuncak mı zannedersin? Başkalarına silah çekmesi, o çok kolay. Sen, o nefisceğizine iyi bir bakabilsen, işte bütün dünya­da bulunduğun senelerin hepsini gazada geçirsen, ondan alacağın rütbeyi alamazsın. Doğup ölünceye kadar bir cepheden öbür cepheye muharebe de yap­san, bir defa kendi nefsine yan bakabilmekliğin sana daha ziyâde rütbe kazandırır.

Bakamıyoruz ki «Aman canım» diyerek nefsini idare ediyor. Haddine mi? Nefsine yan bakasın, ters bakasın! Sözünden çıkasın! Asıl kılıbık o adamdır. Kendi nefsinin önünde böyle pısırık duran, kendi nefsine hiç şöyle bir kabadayı gibi durup cesaretlice bakamayan kimse başkasına çok kolayca, «evde televizyonu var mı? Kadınları açık mı gezer? Ço­cukları Kur’an kursuna gider mi? Evde ne yer ne içer?» der. Böyle şeylerle uğraşması çok kolay, bunlar üzerine vazîfe değil. Üzerine vazîfe kendi nefsindir. Kendi nefsini bir defa sen yola koy. Ken­di nefsine emret iptida.

Ulema umumu emreder ulemaya şiddetli takbih var. Sonra ulül emrin elinde, bütün milleti doğru yola sevk etme kuvveti on­lara verilmiştir. Biz itaat edersek, onlar bizi doğru yola sevk eder. Asi geldiğimiz vakitte bir daha o isyanın yükünü nefsimizle beraber çekeriz. Sen üçün­cü derecede ancak bir kimsenin ayıbını görmeye, ezkaza öyle gözün değdiyse hemen gözünü çevir, de ki,

ü Estağfurullah Ya Rabbi!

ü Bakmamam lâzımken bakmışım!

ü Görmemem lâzım­ken görmüşüm!

ü Duymamam lâzımken duymuşum! Keşke duymasaydım

Diye takbih yapsana kendi nefsini. İslâmiyet gayet yüksektir, gayet incedir. Edep ve ahlâktır.

Beyazıd-ı Bestami Hazret­lerinin zamanında kıtlık yılı olmuş da ona yağmur duası için mürâcat etmişler. O, halvette imiş o zaman.

« Rahmet duasına çıkalım » diyorlar,

« Peki, yarınki gün bu memleketin en büyük camisinde yağmur duası ictimâ ederiz de oradan çıkalım» diyor.

Ertesi gün o memlekette canlı si­nekte kalmadı, hep o camiye toplandı.

Allah’ın hışmına uğramaktan Allah’a sığınırız. Yedi sene öyle bir hâl oldu ki, yeşil yaprak kalmamış. O de­recede zafiyetten, bazı yerlerde açlığın verdiği takatsizlikten, dağdaki vahşî hayvanat da evlere hücum edip yavru çocukları sürüyüp götürürken ana­sında babasında, onların arkasına kalkıp da onları def edecek tâkat kalmamış.

Allah’tan korkmak la­zım, gökten rahmet kesilirse senin ne paran, ne pulun iş görmez. Millet oraya öyle bir hâl ile geldi, yağmur duası için gidiyor. Uzun hikâyedir, oraya girmeyelim de, kısa bize lüzum edeni söyleyelim. Onlar bize bunu söyle­tiyor. Allah sırrını takdis etsin, Beyazıd-ı Bestâmi Hazretlerinin ibret için söyle oğlum dedi bana, şim­di bu meseleyi.

Sual ettim diyor:

«Ey cemaat! İçi­nizde Cenabı Hakk’a bilerek isyan işlemeyen, gü­nah işlemeyen kimseler benimle beraber gelsin! Çünkü isyan ve günah bulutları münâcatın huzurullâha varmasına mânidir. Bilerek günah işleme­miş kimseler benim arkamdan gelsinler, ötekilere lüzum yok onlar burada dursun. Biz, bizimle gelecek kimselerle o rahmeti talep ederiz. Geri çevrilmeyen dua onlardan olur. Ben dua edeyim o kimseler âmin desin. Size lüzum yok. Siz burada bekleyin”

De­miş, yürümüş Beyazıd-ı Bestâmi Hazretleri. O dua te­pesine yetiştiğinde geriye dönmüş bakmış ki onu takip eden genç bir kimse var, başka hiç kimse yok. Kimse gitmeye cesaret edemedi, ona bakmış. O gencin bir gözü var, bir gözü yok.

«Oğlum! Sen hiç günah işlemedin mi?

«Ya Seyyidî», diyor. «Bir defa benim bir gözüm benden izinsiz bir günah işledi. O günah işleyen uz­vu üzerimde taşımam diye söküp dışarıya atıverdim.» demiş.

«Ne gibi günah işledin oğlum?» diyor. Şim­di bize ibret bu,

ü Biz nerdeyiz,

ü İslâmın incelikleri ne­rede,

ü Ahlâkı nerede?

ü Allah’ın, Peygamberin emrine tâzim nerde?

Nasıl tâzim ediyor bak:

« Birgün bir yerden geçiyordum. Bir yahudînin evinin önünden geçerken, karşıda çalının üzerine yahudînin karısı entarisini yıkamış, oraya sermiş. Benim bu gözüm ihtiyatsız olaraktan onun çamaşırına değdi. Anında hemen çevirip de ne için oraya baktım diyerek o ba­kan gözü çıkarmışım ya Seyyidi!» diyor.

Sonra o ya­hudînin kapısına gelip de ben helâllik istedim. Dedi ki, «Şeriat’ün Garra’un Ahmediyye sana bakmaya izin vermemişken sen niye baktın? Yedi sene bana hizmet yapmadıktan sonra ben helâl etmem!»

«Yapa­yım» demiş.

«O da kâfi değildir, bütün mal ve mül­kü vermesen ben o hakkımdan vazgeçip kıyamet gününde yakanı bırakmam. Sen bana ölünceye ka­dar köle olacaksın ki bu hakkımı da helâl edeyim.»

«Nefsimi de köle olarak sana bağışladım» demiş. O vakit

«Gel içeriye oğlum. Bak, ben yahudiyim. Din böyle olmalı, sıdk-u sadâkat böyle olmalı. Allah’ın Hakk olan gerçek olan yolu budur. Ben seni imtihan ettim, ben de Kelime-i Şahâdeti getiririm. Bu ailemdir, bu ailem de Kelime-i Şehâdet getirir. Bu çocuklarımdır, bu çocuklarım da Kelime-i Şehâdet getirsin diyorum. Hak din sizdedir, oğlum» diye, o aile kökten îmana girdi, İslâmla müşerref oldu» demiş.

«Peki oğlum! Sen işe yararsın, ben dua edeyim, sen âmin de». demiş

«Ya Rab! Ya Rab! Ya Rab! Bunun hürmetine isterim, başka kimsenin de­ğil» dedi ânında böyle o rahmet, kaç sene çatır ça­tır yanan kuraklıkta hevenk hevenk bulutlar etrafı doldurup, yaklaştı diyor. Bir rahmet, bir rahmet, Al­lah rahmetini döktü. Estaîzübillah,

فَاقْصُصِ الْقَصَصَ لَعَلَّهُمْ يَتَفَكَّرُونَ

«Faksusi’l kasasa laallehüın yetefekkerûn»[3] buyurur Cenabı Allah, «Ey Habibim! Onlara kıssaları söyle ki, ibret alsınlar.» Kıssadan hisse alsınlar.

Allah’ın emri ile bize söylettiler bunu. Allah’ın emrine nasıl tâzim edileceğini de bildiriyor. Nasıl Allah'a isyandan kaçınmamız gerektiğini, tâzim etmemiz gerektiğini de bize bildiriyor. Ve ne gi­bi bir tecelliye bizi mazhar edeceğini bildiriyor. Ey mü’minler! Ey iman edenler!

ü Herkesin ayıbı­nın arkasına düşme!

ü Gizli hallerini araştırma!

ü Ha­rama bakma!

ü Sen kendine mukayyet ol!

ü Kendini setretmeye bak!

İslâm budur. Biz biribirilerimizin ayıbına baktık sonra kalplerimiz birbirinden uzakla­şıyor, birbirimizden soğuyoruz. Çünkü ayıbı görmek muhabbetlere vesîle değil ki, birbirimize eğri bak­maya, soğumaya ve düşmanlığa, kinleşmeye sebep oluyor. Bunu istemiyor ki, Cenabı Allah. Birbirimi­zi setredelim. Allah bizi setreylesin.

Ve Minallahi Tevfik


--------------------------------------------------------------------------------


[1] Tarık Sûresi:9

[2] Hadis-i Şerif: Hz. Hasan (r.a.) rivayet etmiştir. Ramuz el Ehadis 347. 13

[3] Araf Sûresi:176


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: TASAVVUFÎ SOHBETLER-1982 / Şeyh M. Nazım KIBRISÎ
MesajGönderilme zamanı: 23.06.09, 14:41 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 03.01.09, 22:40
Mesajlar: 926
Şeyh M. Nazım el-Haqqanî -Q- in bu tarihi sohbetlerini yayına hazırlayan değerli Bahar Çimen Hanika'dan Allah razı olsun ; evliyaullah himmeti de üzerine...

_________________
" Hayrlar Feth Olsun ; Şerler Def Olsun !.."


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
Eskiden itibaren mesajları göster:  Sırala  
Yeni başlık gönder Başlığa cevap ver  [ 33 mesaj ]  Sayfaya git Önceki  1, 2, 3, 4  Sonraki

Tüm zamanlar UTC + 2 saat


Kimler çevrimiçi

Bu forumu gezen kullanıcılar: Hiç bir kayıtlı kullanıcı yok ve 2 misafir


Bu foruma yeni başlıklar gönderemezsiniz
Bu forumdaki başlıklara cevap veremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı düzenleyemezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı silemezsiniz

Geçiş yap:  
cron
   Powered by phpBB © 2000, 2002, 2005, 2007 phpBB Group

Türkçe çeviri: phpBB Türkiye